BİLAR bünyesinde düzenlenen “Arı Bir Leninizm Var mıdır?” konulu tartışmada Aydın Çubukçu’nun yaptığı konuşmanın bir özetini sunuyoruz. Tartışmanın tümü, ” Günümüz Işığında Leninizm Seminerleri” başlığı altında, BİLAR tarafından yayınlanacaktır.
Arı teori, Marksizm’in Leninizm’in saf hali gibi kavramların Türkiye’de geçerlik kazanmasının Türkiye’deki geçmişi ve temelleri üzerinde durmak istiyorum.
Böyle bir tartışma gündelik politikadan ayrı düşünülemez. Herhangi bir siyasi grubun taktiği, stratejisi, doğrudan doğruya pratik eylemiyle teoriye bakışı arasında dolaysız bir ilişki vardır. Teorinin tarih içindeki seyrine, teorinin zaman zaman yaptığı sıçramalar ya da kendini yeniden üretme içinde ortaya koyduğu tezler, her tarihsel dönemde belirli bir politikanın nesnesi haline gelir. Teori, apaçık bir şekilde nasıl tarihle bağıntılıysa politikayla da öylesine bağlıdır. “Saf bir Leninizm var mıdır yok mudur” tartışması bir yandan da, bence, Leninizm’in evrensel olan, olmayan yanları üzerine yapılan tartışmayla bağlantılıdır. Türkiye’de’ benim bildiğim kadarıyla, Marksizm-Leninizm’i ilk kez evrensel ölçekte geçerli ilkeler ve geçerli olmayan uygulamalar tarzında bir ayrıma tabi tutma çabası Mahir Çayan’dan geldi. Mahir Çayan’ın, çok açık bir eylem zemininde, kendine özgü devrim anlayışı çerçevesinde teoriye, doğrudan doğruya, kendi tarihsel koşulları ve pratiği açısından bakma çabasıdır bu. Ve o zamandan bu yana da pek çok kez Leninizm, özel olarak Leninizm, genel olarak teori, bu tarz bir otopsinin konusu yapıla-geldi, otopsi kelimesini bilerek kullanıyorum: yani bir transplantasyon yapmak üzere, gerekli organları ayıklamak, diğerini mezara gömmek tarzında bir tartışmaydı bu ve bence olumlu değildi. Oysa bu bir yanıyla bize konunun ele alınışı bakımından dikkat etmemiz gereken yanlarını aydınlatan özel bir ışık tutar böyle bir çaba. Hiçbir zaman teori, tekrar etmek istiyorum, tarihsel koşullardan ve politik ihtiyaçlardan bağımsız olarak yorumlanamaz. Teorinin bütünlüğü, ona inşası sırasında kaynaklık eden tarihsel koşullar, sınıf mücadelesinin boyutları her zaman güncel olan açısından yeniden değerlendirilmek zorunda kalınır. Yalnızca bu anlamda bile saf bir Marksizm-Leninizm’den söz etmek imkânı yoktur.
Saflık kavramı, kolayca görülebileceği gibi, metafizik bir kavramdır. Bir değişmez çekirdek bulabilmek ve onun bütün çağlar için ve bütün mekânlar bakımından geçerli olabileceğini düşünmek ve daima oraya bağlı kalmayı öneren bir politik tarz inşa etmeye çalışmak, neresinden bakılırsa bakılsın tarihsel, sosyal, politik pek çok bakımdan geçerli bir tarz olamaz. Lenin’in Marksizm’e baktığını, Marx’ı nasıl değerlendirdiğini, inceleyerek, saflık, arılık, bakımından, kedisinin nasıl değerlendirilebileceğini anlayabiliriz. Lenin’in Marx’i ele alışı, bizim Leninizm’e yaklaşımımıza doğru işaret koyabilir, ışık tutabilir gibime geliyor.
Lenin’in başlıca üç makalesi üzerinde durmak istiyorum. Birisi Granat Ansiklopedi’ye yazdığı Marksizm, Marx ve Marksizm maddesidir. 19H’te yazılmıştır yazı. Ve bir ansiklopedi yazısı denilince akla gelen her şeyi alt üst eden bir içeriğe, üsluba sahiptir. Alışılmış anlamda bir ansiklopedi maddesinden ne beklenir? Bir biyografi, eserler hakkında yazılış, yayınlanış tarihlerini bildiren bilgiler, belli başlı özelliklerini özetleyen birkaç paragraf… Araştırmacılara ipuçlarının sunulması ve konu üzerine yapılmış önceki araştırmalar hakkında bilgi verilmesini amaçlayan renksiz, yorumsuz bir yazı. Ansiklopedi yazısı denilince genellikle akla gelen budur. Lenin 1914’ün bütün koşullarıyla belirlenmiş bir makale kaleme almıştır oysa. Gerek Avrupalı Marksistler arasındaki tartışmalara, gerekse özellikle 1905’ten sonra 1912’nin koşullarını da yaşamış bir Bolşevik partisinin yaşadığı tartışmaları gözü-nünde tutan, bütün bunlara cevap vermeyi amaçlayan bir Marksizm irdelemesi yapmıştır bir ansiklopedi için. “Saf bir Marksizm var mıdır?” sorusunun Lenin için bir anlam taşımadığını görürsünüz. “Değişmeden kalan bir öz bulayım”, “saf Marksizm’i yazayım” gibi bir endişe gütmeksizin doğrudan doğruya güncel politik tartışmalarla, ihtiyaçlarla belirlenmiş bir Marksizm maddesiyle karşılaşırsınız. Öyle ki, karakteristiklerini özetlemeye çalışayım, Marx’in ekonomi teorisine ayırdığı bölüm, sınıf mücadelesi, proletaryanın sınıf mücadelesinin taktikleri, sosyalizm, devrim teorisi gibi bölümlerle kıyaslandığında, ancak 3/1 oranında bir yer tutar. Değer teorisi, artı-değer teorisi gibi bölümlere ayırdığı yer sınıf mücadelesinin (o günkü) dolaysız ihtiyaçları bakımından Marx’ın anlatılmasını gerekli gördüğü bölümler yanında çok kısa bir yer tutar. Orada muarızlarının tezlerine cevap verecek özellikleri öne çıkartır ve vurgular. Marksizm, öyleyse Lenin açısından o dönemde, o vurguladığı özellikler bakımından bir anlam ifade ediyordu. Ve doğrudan doğruya Lenin’in mücadelesinin prizmasından geçerek okuyucuya sunulmuştur.
1895’te Engels’in ölümü dolayısıyla yazdığı bir yazı vardır. Engels’in hayatına ilişkin, eserlerine ilişkin bilgilerden sonra özellikle sınıf mücadelesinin her biçiminin mutlaka politik bir mücadele olduğunu söyleyen önermesine ağırlık vererek Engels’i yorumlamaya yönelir. Bu çabanın da birinci andığım makalede olduğu gibi Engels’in özel bir tarzda yorumlanarak eksene konulmasıyla gündelik tartışmaya, günün politik ihtiyaçlarından partinin düşündüğü plan, program ve taktiklerine cevap verecek bir tarzda ele alınmasının örneğini teşkil eder.
Yine aynı şekilde değerlendirilebilir olan bir başka makalesi, Marx ve Engels arasındaki mektuplaşmaların yayınlanması dolayısıyla kaleme aldığı eleştiridir. Mektuplar Bernstein’in editörlüğünde bir komisyon tarafından yayına hazırlanmıştır ve yer yer Bernstein mektuplara notlar düşmüştür. Malzeme ortadadır. Marx ve Engels arasındaki mektuplaşmadır konu. Ama Lenin, yorumu doğrudan doğruya sınıf mücadelesinin gene o günkü ihtiyaçları bakımından ele alır ve Bernstein’i teşhir etmenin bir aracı olarak yayına hazırlanmakta olan mektupları kullanır. Pek çok makalesi, pek çok çalışması Lenin’in bu temel özelliği gösterir. Marx’a ve Engels’e başvurduğu, onları anlatmaya giriştiği her yerde, güncel politikanın ihtiyaçları Lenin açısından belirleyici hale gelir. Eğer Lenin’e sorulsaydı, saf bir Marksizm var mıdır diye, o, sanıyorum, Marksizm’in devrimci özü diye pek çok yerde andığı şeyi tekrarlamakla yetinirdi ve bunun Marksizm olduğunu açıkça söylerdi. Bu bir ayıklama mıdır, bu bir, işine gelen yanı alıp gerisi işte önemli değildir ya da işte evrensel Marksizm budur, diğerleri evrensel olarak değerlendirilemeyecek olan özelliklerdir anlamına mı geliyor? Bence gelmiyor. Pek çok bakımdan. Her şeyden önce, evrensellik tartışması doğrudan doğruya nesne üzerinde iş yapan, onu değiştirmeye, onu dönüştürmeye çalışan sınıfın açısından tanımlanır. Her dönem için geçerli, herkes için geçerli, mutlak ve değişmez bir içerikle donatılmış anlamını taşıyan “evrensellik” kavramının karşısına, doğrudan doğruya belli bir sınıfın belli bir tarihsel eylemin etkisiyle içerik kazanmış bir evrensellik kavramı… Marksizm açısından evrensellik budur. Bu açıdan da biz, Leninizm’de olsun ya da teorinin bütününde, Marksizm-Leninizm’de olsun “evrensel olanın araştırılması” diye bir şey, zamandan ve mekândan ayrı, bütün zamanları ve bütün mekânları kucaklayacak bir kapsamda doğrudan doğruya, Marksizm’i bir eylem kılavuzu olarak tanımlayan Lenin’i anlamamak demektir, böyle bir araştırmanın ve sonunda sözde “arı bir teori”, her derde deva bir sonuç bulunabileceğinin umulmasının doğrudan doğruya sosyalist sistemin karşılaştığı sonla ilgisi vardır diye düşünüyorum. Althusser’deki köklerine Rıza değindi ama bugün bu tartışmanın yeniden güncel olmasının altında böyle bir nedeni aramak, bunun yeniden böyle bir tartışmaya yol açtığını söylemek fazla yanlış olmayacaktır. Şöyle düşünülüyor, eğer Leninizm’in saf sağlam özüne sadık kalınsaydı, Troçki onu bir yöne çekip götürmese, Stalin onu yozlaştırmasa idi, devrim yıkılmayabilirdi, yıkılmazdı. Ya da öyle bir teorik çerçeve konulmalı ki, bütün bu tartışma süreçlerinden tarihte yaşanmış art arda olaylardan bağımsız, onların kirletmediği öyle bir teori bulunmalı ki kötü, bozuk, yozlaşmış, sosyalizm yerine, sağlam, temiz, güzel bir sosyalizm kurabilelim! Teori yalnızca bir çekirdek olarak düşünülüp, onunla birlikle anlam kazanan ve asıl ona anlamını kazandıran tarihsel eylem bir yana bırakılarak değerlendirilemez.
Lenin, bir şeyler bırakmıştır geriye ama o kendisi olarak kalamayacağı bir sosyal, tarihsel ortamdan geçerek, kendisinin alabileceği bütün biçimleri yaşamaya çalışarak gelişmiştir ve neticede bir pratiğin adı haline gelmiştir. Bence Leninizm her şeyden önce bir politika bilimidir. Bu, parti teorisiyle, strateji, taktik konusunda Lenin’in Marksizm’e değerli katkıları olarak nitelendirebileceğimiz çalışmalarıyla, ajitasyon propaganda tekniklerini bizzat Bolşevik partisinin eylemi içindeki geliştirme çabasıyla ve her şeyden önemli olmak üzere de doğrudan doğruya bir devrimi yönetmenin ve proletarya diktatörlüğü kurmanın bilimi olarak politikayı geliştirmiş olmakla nitelik kazanan bir bilimdir. Bu açıdan bakılınca proletarya diktatörlüğünün kurulması ve yaşatılmasının bilimi olarak Leninizm’i anladığımızda, bu diktatörlüğü kendi koşulları içinde belli bir sonuca kadar götürmek çabasını göstermiş olan Stalin’in eylemini Lenin’in teorisinden ayırma imkânı olamaz. Hatasıyla sevabıyla, yanlışıyla doğrusuyla bu bir bütün teşkil eder. Dolayısıyla Stalin’den arındırılmış bir Leninizm, hatta şu da söylenebilir: Troçki’yle olan tartışmalarından arındırılmış ve onunla giriştiği polemiklerin etkisini taşıyan Leninizm’den ayrı bir Leninizm bu bakımdan düşünülemez. Bunlar ayrıştırılamaz bileşenler halinde tarih içinde Leninizm’e kimliğini veren, dolayısıyla bir sınıf eylemi söz konusu olduğunda ve bu sınıf eylemi kendisine yol gösterecek olan bir teoriyle bütünleşmek isteği duyduğunda karşısına saf, arındırılmış bir şey halinde koyamayacağımız bir bütünlük teşkil eder.
Bu demek değildir ki, Leninizm donmuş, kalıplaşmış, dışına çıkılamayacak kendi sınırlarını yaratmış bir şeydir. Aksine, saf bir Leninizm aramak, arı bir Leninizm aramak, Leninizm’i bu şekilde tanımlamak demektir. Leninizm, bu bakımdan kendisi ile sınıf ve eylemi arasında dolaysız bir ilişki kurabilmiş ender teorilerden biri olarak karşımıza çıkar. Sınıfın politik eylemi, Leninizm’in gelişmesinin koşulu; Leninizm ise sınıf eyleminin yönetilmesinin koşulunu sağlar. Bu ikisi bir arada Leninizm’in geleceği hakkındaki sorulara cevap vermenin zeminini oluşturur. Leninizm’in geleceği nedir denildiğinde ona verilecek cevap kısaca, sınıfın geleceği neyse, devrimin, geleceği neyse Leninizm’in geleceği de odur şeklinde olacaktır. Eğer proletarya tarih sahnesine geçici olarak çıkmış, şu anlamda, yani kapitalizmin bir döneminde ortaya çıkmış, kapitalizmin gelişmesiyle eriyecek, sönecek bir sınıf ise Leninizm de böyledir. Leninizm de kapitalizmin içinde bir an olarak doğmuş ve kapitalizmin içinde, kapitalizmin kendini geliştirmesiyle geçersizleşecek bir teoridir denilebilir. Ama eğer sınıfın kendisini yok etmesi ancak kapitalizmin ortadan kalkışma bağlı bir sorun ise, Marx’ın koyduğu gibi arılıyorsak sorunu, Leninizm de, ancak kapitalizmin sona ermesiyle birlikte bütün ideolojilerin, bütün teorilerin bir yerde kendi sonunu hazırlaması, kendi sonuyla buluşması anlamında sona erer. Bu gün açısından söyleyecek olursak; bugün Leninizm olmaksızın bir işçi sınıfı devrimini düşünmek, Leninizm’in belli başlı ilkeleri, inşa etmiş olduğu politika bilimi olmaksızın bir işçi sınıfı devrimi, düşünmek imkânı yoktur.
Geçen hafta bir başka panelde bazı arkadaşlar; nasıl Marx yokken sosyalizm varsa, Leninizmsiz sosyalizm de olabilir, dolayısıyla Marksizm Leninizm’e ihtiyaç kalmamıştır, ayrı bir kanaldan akacak, kendi teorisini kendisi oluşturacak yeni bir sosyalizm düşüncesi pekâlâ mümkündür dediler. Ve bunu çok tipik olarak şu sonuca bağladılar. Kendilerini, “iktidar hedefi gözetmeyen bir muhalefet hareketi” olarak tanımlayan bir çevre bu. İktidar hedefi olmayan bir muhalefet hareketi! Şimdi bu ikisi gerçekten çok tutarlı bir biçimde birbirine bağlanmıştır, o arkadaşların düşüncesinde. Eğer muhalefet hareketi olmak tanımı, iktidarı hedeflemeyen bir içerikle donatılıyorsa, böyle bir hareketin gerçekten Leninizm’e ihtiyacı yoktur, Marksizm’e ihtiyacı yoktur. Bir tür sosyalist düşünceyi savunduklarını söyleyebilirler bu arkadaşlar ama sınıf iktidarı, sınıf mücadelesi, politik mücadele gibi kavramlardan arındırılmış bir sosyalizm anlayışı, Leninizm’e ihtiyaç duymayabilir. Bu çok uç bir örnek tabi ki, kolay kolay Leninizm’in sorunları, geleceği gibi bir başlık altında tartışma konusu yapılamayacak kadar uç bir örnek. Bunun dışında, Leninizm’i bir biçimde işçi sınıfı hareketinin ya da sosyalist düşüncenin gerçekleşmesinin engeli, bir kamburu, aksayan bir yanı olarak değerlendiren her düşüncenin eninde sonunda iktidar kavramıyla bir problemi var demektir. Devrim, iktidar gibi bütün bu kavramlar, Leninizm’de parti kavramıyla, politik mücadele kavramıyla dolaysız olarak birbirine bağlanmış şeylerdir. Ve Leninizm, asıl bugün bu bakımdan çok büyük bir önem taşımaktadır. Bir devrime ihtiyacı olduğunu söyleyen bütün insanlık için, bir devrim yapma gücünü taşıdığına inanan işçi sınıfı için ve işçi sınıfını devrimde yönetecek herhangi bir parti için, Leninizm, parti teorisi, devrim teorisi vazgeçilmez, bir yana bırakılamaz ve bu anlamda eğer bir saflık aranıyorsa, değiştirilemez teorilerdir. Leninizm’in geleceği, bu teorilerin, sınıfın tarihsel süreç içindeki bütün hayatı boyuna gerçekleştirebileceği eyleme bağlıdır. İşçi sınıfı tarihte ilk kez ciddi olarak kendi diktatörlüğünü kurmayı nasıl Lenin’in eylemine, Lenin’in teorisine borçluysa, Lenin’in teorisi de kendi varlığını işçi sınıfının eylemine borçludur. Şu an, o olmaksızın, işçi sınıfının devrimci mücadelesi olmaksızın Leninizm’in geleceğinden de söz etmek mümkün olmayacaktır. Ama işçi sınıfının devrimci eyleminden söz edebilmek için de, Leninizm’in ortadan kaldırılamaz bir koşul olduğunu düşünüyorum.
Daha sonra, tartışmayı izleyenlerin sorularının yanıtlanmasına geçildi. A. Çubukçu’ya yöneltilen bazı sorular ve yanıtları, özetle şöyleydi:
SORULAR:
— Girişte, Marksizm ve Leninizm’in, tarih içinde anlam kazandığından söz etiniz. Şimdi, Nikaragua, Çin, Küba devrimleri hiç de Leninist parti modeline uymazlar. Bunları, Leninizm’in dışına mı koyacağız?
— Stalin’in eylemiyle Lenin’in teorisin ayrılmaz olduğunu söylediniz. Stalin’in parti konusundaki eylemleri var: 1938’lere gelindiğinde, Ekim Devrimi’ni yapan Bolşevik Partisi Merkez Komitesi’nin büyük çoğunluğu, Stalin tarafından ortadan kaldırılmıştır. Bu Stalin’in bir eylemidir. Bununla, Lenin’in parti teorisi arasında ne gibi bir ilişki vardır? İkinci sorum şu: Stalin’in, sosyalizm konusundaki eylemi, Berlin Duvarı ile simgelenir. Sovyetlerin iktidarını, parti iktidarını, parti iktidarının yerine Merkez Komitesinin iktidarını, sonra da onun yerine Genel Sekreterin iktidarını kurmuştur, Stalin. Bununla Lenin’in teorisi arasında nasıl bir bağ var?
— Yaşayabilir bir sosyalist toplum projesi yaratılamamıştır. Yaratılanlar da -Komün gibi- yaşamamıştır. Bu anlamda, teorinin bir yeniden inşası, sosyalistlerin önünde bir görev değil midir?
— SBKP’nin 20. Kongresinden bu yana, Stalin’e saldırı var. Hatta burada bir arkadaş, Stalin pratiğinin örneği olarak, Berlin Duvarını gösterdi. Yanlış bilmiyorsam, Berlin Duvarı, Stalin’in ölümünden sonra yapıldı. Sormak istediğim şu, neden sosyalizme saldırı, Stalin’e saldırı ile birlikte yürüyor?
— Diğer konuşmacı, teorinin gelişimi ile ilgili olarak, “kapsayarak aşma” terimini kullandı. Sizse, “Lenin’e sorulsaydı, Marksizm’de değişmeyen nedir diye, ‘onun devrimci özü’ derdi dediniz. “Kapsayarak aşma”nın söz konusu olduğu bir durumda da Leninist olarak kalınabilir mi?
AYDIN ÇUBUKÇU- Sırayla cevaplandırmaya çalışacağım. Eğer sorularda yanlış anladığım ya da eksik notladığım bir şeyler olursa soru sahibinin düzeltmesini istiyorum. Bir arkadaşım Nikaragua ve Latin Amerika’daki diğer devrimlerden örnekler vererek, parti ve Leninizm kavramları arasındaki ilişki bakımından bunun nasıl değerlendirilebileceğini sordu. Nikaragua’dan söz edelim. Devrim yapmış olmak Leninist olmayı gerektirmiyor, göstermiyor, yani her devrim yapan Leninist’tir diye bir kural yok. Açıkça Nikaragua’daki parti kendini Sandinist olarak tanımlar, Leninist olarak değil. Strateji ve taktikler bakımından ise elbette her devrim bir başka devrimin deneylerinden yararlanır. Sınıf mücadelesinin taktikleri, mücadele biçimleri, araçları bir devrimden diğerine aktarılır. Bir halk devrimi, proletarya devriminden, proletarya devrimi herhangi bir ulusal devrimden bu bakımdan yararlanır. Bu anlamda Bolşevik devrimiyle diğer bütün devrimler arasında kurulacak bir ilişki mutlaka vardır. Ama o devrimlerin hepsinin sosyalist ve devrim yapmış herkesin Leninist sayılamasına yetmez. O devrimlerin de Lenin’le ilişkisi ancak bu ölçüdedir: bir deneyden yararlanmak ve bir teoriden etkilenmek. Dolayısıyla, Leninist parti modeline uymuyor dediğimiz partileri, ama devrim yapmış partileri, Leninist partiler olarak adlandırılmasına imkan yoktur. Devrim yapan herkes ne Marksist’tir, ne de Leninist olmak zorundadır. Devrim ayrı bir eylem. Şu söylenmek isteniyorsa, Leninist olmadan da devrim yapılabilir deniyorsa buna katılmıyorum. Şu anlamda: Leninist olmadan sosyalist devrim yapılamaz, sosyalist inşa başarılamaz. Proletarya diktatörlüğü kurulamaz.
Gelelim ikinci arkadaşın dikenli sorularına. Şimdi, MK’daki kimilerinin idam edilmesiyle Lenin’in teorisi arasında ne gibi bir ilişki var? Ben bunları kabul etmiyorum tabi… (kaydedilemedi) Tıpkı bu şuna benziyor. Stalin, palabıyıklıydı, Lenin sakallıydı, bunlar benzemiyor, bunların arasında ne ilişki var, gibi bir soru sanki. Bütünüyle sosyalist inşa, parti teorisi, militan kadro yetiştirilmesi gibi doğrudan doğruya sosyalist inşanın ve parti iç hayatının ilişkilerine ilişkin ilkeler bakımından bir kıyaslama yapılabilir. Ama falanca insanların yargılanıp idam edilmiş olmasıyla teori arasında ne gibi bir ilişki var şeklindeki bir soruyu gerçekten birbirine bağlayamadım… Diğer sorular, Berlin duvarı, ulusal çitler, parti diktatörlüğü, netice itibarıyla genel sekreterin diktatörlüğüne gelinmiş olması… “Lenin’in teorisiyle, Stalin’in eylemi arasında ne gibi bir bağ var?” Sonuncudan başlayayım, “önce parti diktatörlüğüne sonra merkez komitesi diktatörlüğüne, sonra tek kişinin diktatörlüğüne gidilecek” biçimindeki önerme, Troçki’nin Menşevizm döneminden kalma bir eleştiridir. Lenin’e karşı söylenmiştir. Eğer bu yol izlendiyse, farz edelim tamamen gerçekleşti bu yol, benim dediğimi doğrular: Lenin’in teorisiyle Stalin’in eylemi arasındaki ilişkiyi doğrular. Belki de Troçki’nin eleştirisinin haklılığı yolunda bir şeyler söyleyebilirsiniz bu konuda ama ayrılığı göstermez, aynılığı gösterir. Ha bu eleştiriyi tartışmak ayrı bir şeydir, böyle bir süreç nasıl yaşanmıştır gerçekten bu kademeler öngörüldüğü tarzda olmuş mudur tartışması ayrı bir şey ama bu soru sanıyorum “menşevizmi reddetmiş bir troçkist” tarafından sorulmaması daha doğru olacak olan bir soruydu. Aynı arkadaşın diğer biri sorusu, Lenin, partide platformlara, muhalefetlere izin veriyordu. Stalin bütün bunları yasakladı, öyleyse bu ne biçim ilişki biçimindeydi. Şimdi Lenin’in çok büyük bir gönül hoşnutluğuyla ve üstelik teorisinin gereği olarak, parti içinde hizipler, platformlar, ayrı gruplar, ayrı yayın organları kurulmasına rıza gösterdiğini kimse söyleyemez, benin Komünist Partisi denilince, yekpare bir sınıf partisi anlıyordu. Dolayısıyla Lenin’in koşullar dolayısıyla, kaçınılmaz bir biçimde zaman zaman razı olduğu bir durum, Lenin’in teorisinin kendisi olarak gösterilemez. Ben Stalin’in Lenin’in mantıksal devamı olduğu sonucuna buradan varıyorum. Yani Lenin’in yapmak isteyip de aslında teorileştirdiği bir durumu, fakat koşullar dolayısıyla zaman zaman farklı bir uygulamaya göz yumduğu bir durumu, Stalin’in ortadan kaldırdığını düşünüyorum. Bu bakımdan bir kopuş olamaz. Berlin duvarı hakkında, bir başka soru yönelten arkadaşım bunun Stalin’e mal edilemeyeceğini söyledi. Soru sahibi, belki bir politikanın sonucu olarak bu doğdu demek istiyor. Yani Stalin Berlin duvarını inşa etmedi ama onun politikası doğurdu. Bence Stalin’in politikası değil emperyalizmin politikası doğurmuştur onu. Emperyalizm ve Sovyetler Birliği arasındaki ilişkiler sonucunda ortaya çıkmış olan bir şeydir. Duvar kurulmadan sosyalizm korunabilir miydi? Bu da apayrı bir tartışma ama Stalin’in pratiği ile Lenin’in teorisi arasındaki ilişki bakımından cevaplandırılabilir bir soru olarak görmüyorum. İlginç bir soru daha vardı. Hemen bağlı olduğu için o soruya atlayabilirim. Neden sosyalizme saldırı ile Stalin’e saldırı birlikte yürüyor? Aslında çok ilginç bir tarihsel olgudan söz edilebilir. İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrası dönemde Nazizme karşı savaş sırasında, bütün dünya halklarının, Avrupalı aydınların ve işçi sınıfının Stalin’in şahsında biçimlenen sosyalist Sovyetler Birliği’ne büyük bir sevgisi ve sempatisi vardı. Sovyetler Birliği ve Stalin hakkında ayrı ayrı konuşma imkânı da yoktu. Sosyalizm demek Sovyetler Birliği, Sovyetler Birliği demek sosyalizmdi. Dolayısıyla burjuva anlayış açısından simgelerle uğraşmakla, simgelere saldırmakla olgunun kendisi arasında kurulacak ilişki bakımından propaganda değeri olan bir saldırıydı bu. Stalin’e saldırmak aynı zamanda gerçekten sosyalizme saldırmak anlamına geliyordu. Bunlar birbirinden ayrılamazdı. Sosyalizmin dünya çapında kazandığı prestij, insanlığın ‘gerçekten özellikle Nazizm olgusunun gündemde olduğu bir tarihsel dönemde tek umudu olması, Nazizme karşı mücadelenin Kızıl Ordu, Stalin, Sovyetler Birliği kavramlarından ayrılamayacağı gerçeği, bütün bu duygular karmaşası, Sovyetler Birliği, Stalin, sosyalizm kavramları arasında dolaysız bir ilişki doğurdu Sosyalizme saldırmak gerçekten o anlamda Stalin’e saldırmaktan başlayan bir girişimdi. Ondan sonraki dönemde sürece bakarsak, sosyalizmin teoride ve pratikte revize edilmesiyle Stalin’e karşı açılan kampanya gene birbirini tamamladı. Günümüzde hâlâ sosyalizm, komünizm kavramlarını bir öcü gibi göstermek isteyen herkes için Stalin gene önde gösterilmesi gereken bir simge değeri taşımaktadır. Kopmaz bir ilişki, Stalin’in yönetimde bulunduğu andan başlayarak bu iki kavramı günümüze kadar birbirine bağlamıştır. Bu iki kavram Marksist Leninistler açısından o kadar tartışılmaz bir tabu değildir ama burjuvazi açısından bu iki kavram birbirinden koparılmaz. Sosyalizm denilince Stalin’i, Sovyetler Birliği’ni ve bütün o soğuk savaş döneminin malzemelerini öne dökerek tartışmak bir propaganda biçimidir. İşin özünü örten, sosyalizmi inşa eden milyonlarca işçi ve emekçinin, onların partisinin eyleminin gerçekliğini gizleyen “bir diktatör ve onun bir kamçı altında çalıştırdığı yığınlar” masalına zemin hazırlayan bir ilişki kurma tarzıdır. Böyle bir ilişki bizim bakımımızdan şöyle ele alınmamalıdır. Yani Stalin olmasaydı, sosyalizm kurulamazdı gibi bir şey. Ya da sosyalizmle Stalin arasında Sovyetler Birliği’nin sosyalist dönemleri arasında dolaysız, mekanik-metafizik bir ilişki bizim açımızdan söz konusu değildir. O doğrudan doğruya Sovyetler Birliği Komünist Partisinin sosyalizm heyecanını, inşa etme, koruma ve onun uğruna ölme heyecanını taşıyan milyonlarca işçi ve emekçinin ve onları yöneten partinin ve o partinin başındaki Stalin’in başarısıdır. Bunlar ayrılmaz şeylerdir. Bunları bir başka biçimde ayrılmaz göstermek demin de söylediğim gibi burjuva propagandanın bir malzemesidir. Aynı şey sosyalizmin başarısızlıkları ve çöküşü dolayısıyla gene Stalin’e yüklenen sorumluluklar günahlar bakımından, Stalin aleyhtarı pek çok akim, bu arada Troçkizm tarafından da yapılmaktadır. Neden sosyalizme saldırı ile Stalin’e saldırı bir arada gidiyor? Tarihin kurduğu bir ilişki; ama bunun yanlış projeksiyonu nedeniyle burjuvazinin geliştirdiği bir propaganda malzemesi olması nedeniyle.
Orada bir arkadaşım bir kaç soru sormuştu. Teorinin yeniden inşası, teorinin bütünsel inşası kavramına bağlı olarak gerekmektedir diye. Kapsayarak aşma kavramlarını da aynı soru içinde değerlendirmek istiyorum. Marksizm’in Leninizm’e doğru gelişmesi süreci aslında tam anlamıyla diyalektik bir kapsanarak aşma sürecidir dendi. Ama bu, tek başına ne Lenin’in teorik çabasıyla, ne Lenin’in büyük birikimiyle, onun dehasıyla falan gerçekleşmiştir. Öyle bir tarihsel dönem olur ki, teori onun yeni koşulları, özellikleri, ihtiyaçları ve politika inşa etme süreçleriyle arasında bir boşluk gösterir. Örneğin Marx’ta kapsamlı bir parti teorisi bulunmamaktadır. Marx’ın parti kavramını çok değişik anlamlarda kullandığına dair bilgi var elimizde. Bazen uluslar-arası bir işçi derneği, Marx’ın parti kavramını kullanması için bir sebep teşkil edebilir, bazen Paris komününde ve 1848 Haziran ayaklanmasından sonra; “partimizin en büyük başarısıdır” sözünde olduğu gibi, bugünkü parti kavramıyla pek kolay bağdaştıramayacağımız bir tarzda kullanılabilir. Demek istediğim şu, örneğin bir parti kavramının yeniden anlamlandırılması, bir parti teorisinin inşa edilmesi ve politik mücadele ile parti örgütü arasında Lenin tarzında bir ilişkinin kurulabilmesi için gerekli tarihsel koşulların oluşması gerekir. Marksizm’i bir yana bırakmıyor Lenin, ama onun çağına göre içinde bulunduğu çağa cevap vermeyen bir yanını onu kapsayarak, onun üzerinde hareket ederek onun bir uzantısı olarak aşıyor. Bir şeyler katıyor ona. Yeni bir mücadele silahı olarak proletaryanın eline daha gelişmiş biçimiyle veriyor. Aynı şey, çağın temel özelliklerinin değişmesi, sınıf mücadelesinde kullanılan araçlar bakımından teorinin yetersiz kalması, eski teorilerle yeni taktik ve stratejiler inşa etmenin olanaksızlığı gibi durumlarla karşılaşıldığında Leninizm’in de kuşkusuz başına gelebilecektir. Ama bu, kapitalizmin son ve nihai aşaması olarak adlandırılan, emperyalizm çağının temel özellikleri bakımından teorik olarak mümkün görünmüyor. Lenin’in koyduğu eğer kendi teorisini açıklayan ve kendi tarihsel koşullarıyla kendi teorisi arasındaki ilişki bakımından ele alınarak yorumlanırsa, Leninizm’in aşılması demek, bu tarihsel dönemin sona erdirilmesi yani Leninizm’in gerçekleştirilmesi demektir. Teorinin bütünsel inşası yeniden inşası vs. gibi talepler de aynı çerçeve içinde değerlendirilmelidirler bence. Şu sürekli işleniyor: Marksizm günümüzü açıklamıyor, Lenin’in emperyalizm tahlilini yaptığı dönemle bugünkü emperyalizm arasında nitelik bakımından farklılıklar vardır, öyleyse yeniden bir emperyalizm teorisi, öyleyse yeni bir parti teorisi, öyleyse yeni bir sınıf analizi, öyleyse yeni bir devrim teorisi… Bütün bunların gelip neticede dayandığı yer bir aşma, ya da kapsanarak aşma değil, tümüyle bir inkâr sonucunu doğuracaktır. Ha, inkâr edilemez mi inkâr edilir. Ama şunların bütünüyle ortaya konulması, bütünüyle bu iddialara temel teşkil eden nesnel durumun aşıldığının kendini göstermesi koşuluyla bunlar gelebilir. Ciddi bir devrimci komünist partisinin Leninizm benim ihtiyaçlarıma cevap vermiyor dediğini, devrimci mücadele içinde kalarak bunu söylediğini dünyada görmedim. Ama devrim imkânsızdır, onun için Leninizm değişmelidir, bu sık gördüğümüz bir şeydir. Sosyalizm imkânsızdır öyleyse Leninizm, Marksizm değişmelidir, teoriyi bütünüyle yeniden inşa edelim, bunlar sık görülen şeylerdir. Ama devrim, proletarya, bütün bunlar yaşıyor, bütün bunlar bir geleceği kurmak için bir arada bulunuyorlar, sosyalizm insanlığın temel ihtiyacıdır, öyleyse Leninizm değişmelidir diyeni görmedim.
Yaşayabilir bir sosyalizm projesi bakımından ne önerilebilir sorusuna çok kısa bir cevap verip geçmek istiyorum. Bir sosyalizm kurmak gerekir, sonra yaşayıp yaşamayacağına çalışarak karar verelim, çalışarak yaşatmaya çalışalım. Ama önce bir kuralım da yaşayabilir mi görelim. Başkalarının kurmuş ve yaşatamamış olması bütün o deneyim yanlış olduğu, bundan apayrı bir şey yapılması gerektiği anlamına gelmiyor. Yalnızca sosyalizm, işte tek başına bir sosyalizm var, yaşar mı yaşamaz mı? Bu dünyadaki bin bir bağıntıyla belirlenmiş, kendi çelişkileriyle dışındaki çelişkiler arasında dolaysız ilişkiler kurularak pek çok şeyle belirlenmiş bir olgu. Kendi başına ele alıp o sosyalizm yaşamalı demek sosyalizm projesinin yaşayabilir bir proje ortaya koyamadığı anlamına bence gelmiyor. Bu şuna benziyor belki; sınırlanmış, kapatılmış bir çevrede bir deney yapıldı ve bu beklenen sonucu vermedi, maddesini değiştirelim, koşullarını, ısısını, katalizörünü değiştirelim, yeniden deneyi tekrarlayalım! Sosyal olaylar herhangi bir unsurun hareketinin tek başına değiştirmesiyle boydan boya bölün yapının etkilenebileceği özellikler gösterirler. Dolayısıyla bir projenin yaşayabilir olup olmadığına karar vermek doğrudan doğruya öngörülebilir bir şey değildir. Eğer size biri gelir de yaşayabilir bir sosyalizm projesi yaptım derse, o malı satın almayın, sahtedir. Rıza Tura arkadaşım Troçkizmin tarihsel haklılığı ve doğruluğu konusunda bir şeyler söyledi. Değinmeden geçemeyeceğim. Troçkizm bir avantaj kullanmıştır. İktidar olmadan iktidarda yapılanların eleştirilmesi gibi bir şey. Dolayısıyla her zaman ben demiştim demek hakkını yakalamıştır. Ama bir şey hatırlatmak istiyorum, belki şöyle söylenebilir. Troçkizm, “doğru” şeyleri hep yanlış zamanda söylemiştir. Örneğin köylülerle mücadeleyi önermiştir, yanlış zamanda önermiştir. Kulaklarla mücadele başlayınca da eleştirmiştir. Ayrıca, bir Troçkizmden söz etmek bence pek o kadar olanaklı bir şey değil. Çünkü ben Troçki diye bir adamın var olup olmadığından da kuşkuluyum. Başından sonuna, Lenin’den söz etmek mümkün, tutarlı düşünceleri olan, bir sistemi olan, bir Lenin’den söz etmek mümkün. Ama bir dönem Menşevik, sonra aralarda bir yerde, sonra Bolşevik sonra Troçki olan bir Troçki, tek bir Troçki bence değildir. Bu yüzden Troçkizmden, Troçkistlerin bizzat kendi aralarındaki pek çok tartışmada açığa çıktığı gibi belirli bir Troçkizmden söz etmek ve bunun tarihsel haklılığından ileri sürmek bana doğru görünmüyor.
Şubat 1993