Yeni Dünya Düzeni’ne Uyumun Aracı Olarak İkinci Cumhuriyet

İkinci cumhuriyet son yıllarda kamuoyunda sıkça tartışılan bir konu oldu. İkinci cumhuriyetçiler, kendilerini tıkanan birinci cumhuriyetin tek seçeneği olarak sunuyor; fikirlerinin yeni ve köklü bir devrime yol açacağını, bu yüzden de eski sistemden köklü bir kopuş getireceğini iddia ediyorlar.
Bir ekonomik siyasal sistem tıkandığında, ya sistem kendisini yeniden organize edebileceğini gösterip, yığınlar için kabul edilebilir seçenekler üretir ve tıkanan sitemi açmak için bir nefes alma imkânını kendisine tanır ya da sisteme karşı olan radikal güçler tarafından alaşağı edilip yeni bir ekonomik-sosyal sisteme yerini bırakır.
Sistemin kendisini yeniden örgütlemesi, düzen içi seçenekler üretip üretmemesi ile yakından ilgilidir. Sınıflı bir toplumda düzen içi seçeneklerin yığınlar tarafından benimsenip benimsenmemesi egemen sınıfın yeniden organize etme işini kolaylaştırırsa da, tarihte de açıkça görüldüğü gibi, bu düzenin savunulmasının olmazsa olmaz koşulu değildir. Egemen sınıflar, yığınlar tarafından kabul edilir seçenekler üretemediklerinde ya da kendi aralarında böyle bir seçenekte anlaşmazlığa düştüklerinde bunu zorla kabul ettirecek yol ve yöntemleri denemekten de çekinmezler. Nitekim Türkiye’de, düzenin yeniden organize edilmesinde, askeri darbeler başlıca araç olarak kullanıla-gelmiştir. Bu sadece Türkiye’de değil bütün geri kalmış ülkelerde sistemin kendisine yol açmakta kullandığı yaygın bir yöntem olmuş, bugün de olmaya devam etmektedir.
Gelişmiş kapitalist ülkelerde ise; sınıf güçlerinin mevzilenmesi az çok toplumsal gelişme yasalarıyla uyumlu olarak gerçekleştiğinden düzen içi seçenekler daha az sancılı bir biçimde uygulamaya sokulabilmiştir.
Hiç bir döneminde, asla gerçek bir burjuva demokrasisinin yaşanmadığı Türkiye Cumhuriyeti’nde ise; sistemin tıkanıklıkları, Osmanlı geleneğinin yeni biçimlerde sürdürülmesinden başka bir şey olmayan yukarıdan müdahaleler ve askeri darbelerle açılmaya çalışılmıştır. 1920’lerde Kürt ayaklanmaları karşısında uygulamaya sokulan Takrir-i Sükûn yasası, 1930’larda Serbest Fırka’nın tasfiyesi, İstiklal Mahkemeleri, 1950 DP’nin iktidarı ele geçirmesi, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 darbeleri düzenin tıkanması sonucu gerçekleşmiş, yeniden organize etme hareketleridir.
Öte yandan kapitalist-emperyalist sistem bir dünya sistemi olup, bu sistem içindeki birer birer ülkelerde olup bitenler, hem bu sistemin içinde bulunduğu açmazlarla yakından ilgiliyken, üretilen çözümler de bu sistemle az çok uyumluysa uygulama imkânı bulmaktadır. Örneğin Türkiye’de 1920-50 arasında sistem bir kaç kez tıkanmıştır ve öncekilerde çözüm yöntemi olarak zor ve şiddet kullanılırken. 1950’de sistemin tıkanmasında yeni seçenek olarak sunulan çok partili siyasal sistem ve daha liberal ekonomik politikalar reçetesini uygulamak isteyen DP’nin, geleneğe aykırı olarak, seçimle işbaşına gelmesiyle bunalım aşılmaya çalışmıştır. Türkiye’de sistemin tıkanıklığının aşılması için “seçimin” kullanılması; emperyalist sistemin ikinci dünya savaşı sonrası izlemek zorunda kaldığı ve sosyalizme karşı kendi alternatifi olarak lanse ettiği “çok partili demokrasi” modelini bütün kapitalist ülkeler için evrensel bir model ilan etmiş olmasının rolü önemli bir etken olmuştur. ’60, ’70 ve ’80’li yıllardaki darbeler ise; yine ABD ve SB nüfuz alanlarına bölünmüş dünyada geri ülkelerdeki yayılma ve hegemonyanın pekiştirilmesinin yöntemi olarak, CIA ve Pentegon’un yol göstericiliği, desteği ve denetiminde yaşama geçirilip uygulamaya sokulmuş kriz aşma seçenekleri olmuştur.
Yukarıdaki yaklaşım göz önüne alındığında; ’90’larda ikinci cumhuriyetçiliğin piyasaya sürülmesini düzenin yeniden organize edilmesi ihtiyacının “sivil” seçeneği olduğunu söylemek gerçeği ifade etmek olacaktır. Ama ikinci cumhuriyetin öne sürdüğü çözümler ne yenidir ne de günümüzün “dahi” ikinci cumhuriyetçilerinin bir keşfidir. Tersine, ancak yeni dünya düzeninin “eski” dünya düzeninden “yeniliği” kadar ikinci cumhuriyet birincisinden yenidir.

“İKİNCİ CUMHURİYET” TEZİNİN TARİHSEL DAYANAKLARI
Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı, İttihat Terakki Fırkası’nın önderlerinden, Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın yandaşlarına, padişahçılara, laik aydınlardan feodal, yarı-feodal, dinci çevrelere kadar geniş bir yelpazenin katıldığı, savaş içinde bile bu çevreler arasında keskin mücadelelerin yaşandığı bir savaştı.
Savaş sonrasında da bu çevreler arasında bazen alttan alta bazen açıkça zorbalık ve şiddetin en sınırsız biçimde kullanıldığı bir mücadele sürdü gitti. İttihat ve Terakki’nin, M. Kemal ekibiyle uyum sağlamayan önderleri tasfiye edildikten sonra, laiklik ve Türk milliyetçiliği temelinde, sonraları Kemalizm adı verilecek olan bir ilkeler “bütünü” etrafında (ki; bu ilkeler CHP’nin altı ok’unda temsil edilen milliyetçilik, halkçılık, inkılâpçılık, laiklik, devletçilik, cumhuriyetçilikti.) örgütlendi yeni Türk devleti. Ancak yeni devlet, geniş halk yığınlarının da savaşa katıldığı bir kurtuluş savaşı sonrasında kurulmasına karşın, palazlanan ticaret burjuvazisinin çıkarlarını temsil eden bir devletti. Bu yüzden de, aynı zamanda geniş köylü yığınlarına, işçilere, küçük burjuvaziye karşı bir devlet olarak biçimlendiği için de, onlara, bir başka söyleyişle halka karşı bir devletti. Bir toprak devrimi amaçlamadığı için nüfusun ezici çoğunluğunu teşkil eden köylüleri feodal boyunduruktan kurtulma mücadelesi içinde değiştirememiş, kırsal alanda ve kentlerde dinin, halifenin etkisini kırmamıştı. Bu yüzden de cumhuriyet kendi ilkelerini, daha doğrusu kendi egemenliğini yığınlara zordan başka bir yolla kabul ettirecek olanaklara sahip olamamıştı. Toplum yaşamında çok önemli bir role sahip olan din’e karşı alınan bütün önlemlere rağmen dar bir burjuva aristokratik kast dışında din ve feodal gelenekler emekçilerin yaşamını belirlemeye devam etmiştir. Ve her fırsatta, şeriat ve padişahçı eğilimler, geniş yığınlardan önemli ölçüde destek görmüştür. 1930’lu yıllarda Serbest Fırka girişimi, yöneticilerinin niyetlerine karşın dinci, şeriatçı çevrelerin toparlanıp yeni cumhuriyete karşı mücadelesinin dayanağı olması önlenememiş, Serbest Fırka’nın kapatılması ve İstiklal Mahkemeleri’nin devreye girmesiyle kabarış bastırılabilmiştir. 1919 Koçgiri Ayaklanmasından, 1938 Dersim Ayaklanmasına kadar aralıklara süren Kürt isyanları da, aynı akıbete uğramış, şeriatçılık ve padişahçılıkla damgalanarak laiklik ve Kemalist devrimin sürdürülmesi adına kanla ve zulümle bastırılmıştır. Sonraki yıllarda DP ve AP önemli ölçüde “din özgürlüğü” sloganı ile oy toplarken tarikatlara dayanarak örgütlenmiş, son 25 yılda ise tarikatlar hem siyasi partilerde hem de devlet kurumlarında önemli mevziler elde etmişler, şeriatçılık fiili bir meşruiyet kazanmıştır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında batılı emperyalistler sosyalizmin kazanımları karşısında bir seçenek olarak çok partili düzenin uygulandığı ülkelerle SB’ni çevirmeyi amaçlayan ve sosyalizm karşısına burjuva demokrasisini seçenek olarak çıkaran politikaya bağlı olarak Türkiye’de de çok partililik gündeme geldi. Çok partililik, siyasi partilerin yığınların istemlerini görünüşte de olsa programlarında yansıtmalarını zorunlu kılınca DP, o güne kadar CHP diktatörlüğünden rahatsız olan yığınları kendi saflarına çekmek için dinci ve yarı-feodal çevrelerin duygularını gıdıklayan bir programı öne çıkardı. Ve büyük bir oy farkıyla CHP’yi yenilgiye uğratarak iktidara geldi.
DP ve CHP, emperyalist Batı’nın isteklerini yerine getirmek için yarışan iki partiydi. Ama DP emperyalizmin genel stratejisine daha çabuk uyum sağlamayı başardığı gibi CHP gibi yığınlar tarafından tepkiyle karşılanan bir geçmişi de yoktu. Dahası emperyalizme sınırsız bağlılık gösteren bir politika DP’ye egemendi. Ve DP iktidarını 27 Mayıs’ta (1960)askeri darbeyle düşürülünceye kadar sürdürdü.
Faşizm ve ırkçılığın Avrupa’da yenilmesi, Türk ırkçılığı ile önemi ölçüde karışan Kemalizm’in milliyetçilik ilkesini de hayli yıpratmıştı. Dahası 1950 sonrasının ABD emperyalizmine tam bağımlılık politikası Osmanlı’nın Hürriyet ve İtilafçılığını da aklamıştı. Bu emperyalist gerici baskı, “sol”da da yankı buldu. Başını Kemal Tahir’in çektiği kimi aydınlar “yeni” bir solculuk tanımlamasına giriştiler. Kurtuluş savaşı ve Kemalizm açıkça olmasa bile eleştiriden geçirildi. Osmanlıcılık, padişahçılık, dincilik “halkın istekleri” adına aklanırken, Mustafa Kemal İngiliz ajanı, Kurtuluş Savaşı Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması için İngiliz ve öteki emperyalistler tarafından tezgâhlanan bir “hıyanet”ti. Osmanlı devlet sistemi, 600 yıl dayanmış ve kıyamete kadar sürecek bir “kadim devlet”! Kemalistler bu 600 yıllık İslam devletini yıkarak emperyalistlerin oyununa gelmişti! Kemal Tahir ve Tahirciler, 27 Mayıs öncesinde sokağa dökülen gençleri, 1960’lı yıllarda da süren özgürlük ve demokrasi mücadelesini halka karşı çıkan emperyalizmin kullandığı “piçler” olarak suçlayacak kadar anti-faşist ve anti-emperyalist mücadeleden nefret ediyorlardı. Çünkü onlara göre, DP ve AP iktidarı halk tarafından seçilmiş halk hükümetleriydi ve ona karşı çıkanlar halka karşı çıkıyorlardı; anti-emperyalizm filan ise Kemalist milliyetçilikti ve Osmanlı’yı da bu düşünceler batırmıştı!
1960’lann sonunda popüler bir isim olan İstanbul İktisat Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. (sonradan profesör oldu) İdris Küçükömer (sonraki yıllarda MİT ajanı olduğu açığa çıkan Mahir Kaynak, Küçükömer’in çalışkan ve hocasını izleyen asistanıydı), Kemal Tahir’in bir ardılı bu tezi “Doğucu İslamcı Halk Cephesi” kuramıyla formüle edecek ve etrafına az sayıda, ama en azından bir zamanların öğrenci önderi olan gençlerden bir grup da oluşturacaktı.
Marksist olduğunu iddia eden İ. Küçükömer, sadece Kurtuluş Savaşı ve cumhuriyet tarihini değil, E. Duhring gibi, bütün tarihi de altüst ediyordu. Küçükömer’e göre halk ne, yaparsa doğru yapardı. Bu yüzden de yerleşik sağ ve sol tanımlan tümüyle yanlıştı. Sağcılık ve solculuk izlenen politik çizgi ve tutumlardan değil “halkla olan ilişki” tarafından belirlenirdi.
Bu yaklaşımla Küçükömer Tanzimat’tan bu yana sağcılık ve solculuğu şöyle sallandırıyordu; Tanzimatçılar sağcı, Tanzimat’a karşı olanlar solcu. Abdülhamit solcu ve meşrutiyetçi, Mithat Paşa ve yandaşları sağcı, Hürriyet ve İtilaf Fırkası solcu, İttihat ve Terakki Fırkası sağcı. Padişah Sultan Vahdettin ve Damat Ferit solcu, M. Kemal ve Kuvayi Milliyeciler sağcı. Serbest Fırka solcu, Cumhuriyet Halk Fırkası sağcı. DP solcu, CHP sağcı. AP solcu, CHP sağcı. Dahası AP ve Demirel solcu, ona karşı mücadele eden Dev-Genç vb. sağcı! Çünkü sağcılık halkın istemediğini istemek, solculuk ise halkın istediğini istemektir; bugün halk AP’yi istediğine göre AP solcudur, “halka rağmen halkçılık” yapanlar ise sağcıdır!
Gerek Kemal Tahir, gerekse İdris Küçükömer’in tarihe yaklaşımı, tarihsel ilerlemede bütün talep ve değişimlerin aşağıdan yukarı ve kendiliğinden olacağı biçimindedir. Bu yüzden de devrime, değişimin gerçekleşmesi için devrimci şiddete gerek yoktur diyorlardı. Politik bakımdan ise; anti-emperyalizm, emperyalizme karşı mücadele gereksizdir. Kemalistler ise; iktidarı zor yoluyla ele geçirip Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkarak İttihat ve Terakki’nin yolunu seçerek gelişmenin seyrini değiştirmişlerdir; Hürriyet ve İtilafçılar ise, Padişah’ın etrafında kenetlenerek doğrusunu yapmışlardır!
1960’lı yılların fırtınası içinde bu görüşler şeyh ve müridim diyeceğimiz küçük kapalı çevreler dışına çıkamamış, dinci gerici çevrelere “soldan” gönderilen mesajlar sağ cephede de pek iltifat görmemiştir. Gerçi Kemal Tahir’in ölümünden sonra sağ cenahtan; “Yanlış adamı hapislerde çürüttük, o tam bir Osmanlıcıydı, kadim devleti savunuyordu.” gibi ağıtlar yükselmişse de burjuvazinin etkin kesimleri bu görüşlere pek itibar etmemiş,198ûiere kadar, yeni Osmanlıcılar ve ikinci cumhuriyetçilerin popüler olmasına kadar K. Tahir ve İ. Küçükömer’in tezleri tozlu raflarda kalmış, kendileri de bir zamanların “sol”daki sağ “marjinalleri” olarak kalmıştır.
İkinci cumhuriyetçilerin ikinci dayanağı “sivil toplumculuk”tur.
Sivil toplumcuların temel tezi, çeşitli toplum kesimlerinin sendikalar, dernekler, kooperatifler vb. örgütlerde örgütlenerek toplumsal yaşamda ağırlıklarım duyuracağını, devlet karşısında bireylerin hak ve özgürlüklerini koruyabileceğini iddia ediyorlar. Dahası devletin ekonomik ve sosyal yaşamdan çekilerek, vergi toplamak, savunma ve güvenlikle sınırlı bir alana çekilmesini savunarak diğer alanlarda yerel yönetimlerin ve diğer “sivil” kurumların işlevsel olması gerektiğini söylüyorlar. Ticaret ve sanayi alanında ise; kapitalizmin serbestçe gelişimini, eşit rekabet koşullarında devlet müdahalesi olmadan gelişecek ekonominin “doğal” gelişme seyrini izleyerek toplum için en yararlı sonuçlarını doğuracağını savunuyorlar.
Kapitalizmin bugünkü gelişmişlik düzeyi ve tekelci kapitalizm koşullarında tam bir ütopya olan sivil toplumculuk J. J. Rousseau’dan bu yana kimi aydınlar tarafından savunuluyordu. Türkiye’de ise; 1960’lardan beri küçük de olsa bir aydın çevre “sivil toplumu” kapitalizmin bir seçeneği olarak propaganda ediyorlardı. Ama sivil toplumculuk ne devrimci-demokratik çevrelerde ne de burjuva aydınlan içinde önemli bir itibar görememişti.
12 Eylül devrimci, demokrat ve komünist güçleri ve örgütleri ezdiğinde meydan büyük ölçüde “sivil toplumcular” ve Türk-İslam sentezi adı verilen dinci-faşist ideoloji için uygun hale gelmişti. Türk-İslam sentezciliği bizzat cunta tarafından desteklenip, artık pek anlamı kalmamış Kemalizm’in yerine geçirilen bir “ideoloji” olurken, “sol”dan boşalan yer de, “ılımlı solculuk” olarak lanse edilen sivil toplumculuk tarafından doldurulmaya çalışıldı.
Sivil toplumculuk ile Türk-İslam sentezciliği kendilerince önemli sayılacak iki noktada ortaktı: Kemalizm eleştiriciliğinde ve devrimci Marksizm’e karşı olmakta.
Bu koşullarda Türk-İslam sentezcileri, özellikle şeriatçılığa yakın kesimleri ile sivil toplumcular arasında ciddi bir yakınlık doğdu.
Eğer sorun sadece sivil toplumcularla Türk-İslam sentezcilerinin yakınlaşmasından ya da sivil toplumcu, Türk-İslam sentezci melez bir felsefe aydınlar içinde hayli taraftar bulmasından ibaret olsaydı, ikinci cumhuriyetçilik olarak adlandırılan eğilimin tartışılması gündeme gelemezdi. Ama 1980’li yıllarda dünyada “önemli değişiklikler” yaşanıyordu. Gerçekte, daha 1950’lerde sosyalizm kulvarını terk ederek kapitalist bir yönelişe girmiş olan SB ve Doğu Avrupa’da sosyalizmin biçimsel olarak da yıkılması, Sovyet İmparatorluğunun fiilen ve resmen dağılma sürecine girmesi ve nihayet bu gelişmelerin sonucu olarak yeni dünya düzeni denilen, emperyalist sistemin tek kutuplu olarak yeniden organize edilmeye girişilmesi ve bu düzenin çok partili demokratik siyasal sistem ve serbest pazar ekonomisi üstünde biçimleneceğinin ilan edilip propaganda edilmesi, sivil toplumcu ve Türk-İslam- sentezci tezin uluslararası dayanağı oldu.
Öte yandan Türk egemen sınıfları, 1960-1980 arasında, 20 yılda üç askeri darbeye karşın bir türlü istikrara kavuşamamış bir ekonomik ve siyasal sistem içinde her gün büyüyen sorunlarla kıvranıyordu. Ne 12 Eylül darbesi, ne 1982 Anayasası’nın çizdiği hukuk çerçevesi sorunlara çare bulamadığı gibi tersine sorunların daha da büyümesine vesile olmuştu. İyice azgınlaşan sömürü ve zincirlerinden boşanan gericilik ve şovenizm karşısında işçi ve emekçi sınıfların mücadelesi ile Kürt ulusal mücadelesi de yükseliyor, hiç bir şeyin eskisi gibi gitmeyeceği/gidemeyeceği devrim ve karşı devrim cephesi içinde giderek daha çok taraftar buluyordu.
1970’lerin sonuna gelindiğinde Türkiye ekonomisi iflas etmiş durumdaydı: ihracat durmuş, enflasyon %100’lere varırken bütçe açığı da kabul edilebilir sınırların çok ötesindeydi; ekonominin belkemiğini oluşturan KİT’ler siyasi partilerin arpalığı olarak artık üstündeki yükü çekemez hale gelmişti. Yürürlükteki siyasal sistem kendi içinde seçenek üretemez duruma gelirken faşist, anti-faşist hareket arasındaki çatışmalar ülke sathına yayılmıştı. Kısacası ekonomik ve siyasal sistem felç olmuş durumdaydı.
IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası emperyalist finans kuruluşlarını arkasına alan büyük burjuvazi ve onların siyasi temsilcileri bu bataktan çıkmak için 24 Ocak Kararları’nı yürürlüğe soktu. Kararların özü, buhranın yükünü emekçilerin üstüne yıkmayı amaçlıyordu. Ama ne siyasi iktidar bu kararları uygulayacak cesarete sahipti ne de emekçi sınıflar bu uygulamalara izin verecek bir pasiflik içindeydi. Bu yüzden 24 Ocak Kararları’nın siyasal tamamlayıcısı 12 Eylül oldu. Ne var ki; 12 Eylül darbecileri inlerine çekildikten kısa bir süre sonra görüldü ki; aşıldı sanılan sorunlar daha da kronikleşmiş olarak duruyordu. Ne ekonomi ne de siyasal yaşam istikrara kavuşamadığı gibi daha da kaygan bir zeminde bulunulduğu apaçık ortadaydı.
Yıldan yıla artan kamu açıkları ve dış borçların 50 milyar doları aşması, hayali ihracatta patlama, kara para, bir kaç yılda servetine servet katanların artması, işçi ve emekçilerin yaşama ve çalışma koşullarının giderek kötüleşmesi, işsizliğin görülmedik biçimde artması, rüşvet, yolsuzluk skandallarının vaka-i adliyeden sayılması, yanı sıra siyasal arenada sürekli parçalanma ve siyasi partiler arasındaki çekişmenin yoğunlaşması; devletin çeşitli kesimleri arasındaki sürtüşmelerin artması ekonomik ve siyasal yaşamı belirlerken, 1984 sonrasında Kürt mücadelesinin silahlı bir biçim alarak önlenemez bir biçimde yükselmesi, Türkiye’nin komşularıyla ilişkilerindeki kördüğümlerin artması, emperyalizm ile ilişkilerin açıkça kölelik ilişkilerine dönüşmesi, işçi ve kamu emekçilerinin mücadelesinin tarihlerinde görülmedik bir biçimde yükselmesi ve benzeri nedenlerle Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan bu yana, 1980’lerin sonuna gelindiğinde, en ciddi çözümsüzlüklerle yüz yüze kalmıştı.
Öte yandan 12 Eylül sonrasında benimsenen bireycilik ve dinciliğin körüklenmesi, emperyalist sistemin “yükselen değerleri” serbest pazar ekonomisi, rekabet, kişisel özgürlüğün yüceltilmesi, devrim ve sosyalizmin lanetlenmesi gibi politikalar yukarda sözü edilen koşullarla birleşince; ikinci cumhuriyetçilerin savunduğu tezlerin yeşereceği toprak iyice olgunlaşmıştı.
Ve 90’ların başında ikinci cumhuriyetçilerin birinci cumhuriyeti açıkça eleştirip, ikincisinin birincisinin yerine geçirilmesini istemeye cesaret ettiler. 1992 yılı ise; ikinci cumhuriyetçilerin Cumhurbaşkanı Özal’dan eski Marksistlere, işadamlarından şeriat yanlısı çevrelere, Kürt ulusal kurtuluşçularına kadar uzanan bir yelpazede itibar gördüğü bir dönem oldu.
İkinci cumhuriyetin taşeronluğunu yapanların Kemalizm eleştirisi ve cumhuriyetin resmi ilkeleri olan altı oku reddetmeleri, hatta Misakı Milli sınırlarını tartışılır duruma getirmeleri, MGK’nın konumunu ve devletin bugünkü yapısını eleştirmelerinin, arkalarındaki propagandacılar tarafından bunların “tabuları yıkan”, “kahramanlar” olarak lanse edilmesinin vesilesi oldu. Bu da, ikinci cumhuriyetçilere hiç hak etmedikleri bir demokrasi kahramanlığı misyonu yükledi. Gerçekte ise; bu ülkede Kemalizm eleştirisi 1970’li yıllarda devrimciler ve komünistler tarafından çok daha radikal bir biçimde yapılmıştı. Devletin bürokratik yapısı, uygulanan diktatörlüğün burjuva demokratik bir diktatörlük olmayıp faşist bir diktatörlük olduğu, ordunun ve onun komuta kademelerinin asıl işlevinin yurt savunması olmayıp, doğrudan siyasal sistemin ayakta kalmasına yönelik olduğu vb. eleştirilmişti. ’80 ve ’90’lı yıllarda da bu eleştiriler daha’ da derinleştirilmişti. Ama ikinci cumhuriyetçiler (ki; bir bölümü doğrudan devrimci çevrelerden geldiği için bu eleştirilerden bilgisiz olamazlar), devrimciler, komünistler tarafından yapılan bu eleştirileri yok sayarak,”İlk biz yapıyoruz!” edasıyla kamuoyu üstünde etki uyandırmaya yöneldiler. Oysa ikinci cumhuriyetçilerin yaptıkları tek şey bu eleştiriyi büyük burjuvazinin, büyük basın tekellerinin hatta cumhurbaşkanının koruyucu kanatları altında yapmış olmalarıdır. Ve bu eleştiriyi yaparken, görünüşte haklı sayılabilecek çıkış noktalarına karşın eleştiriyi emperyalizmin yeni dünya düzeninin amaçlarıyla birleştirerek saptırmışlar; birinci cumhuriyetten daha berbat bir ikinci cumhuriyet projesi türetmişlerdir. Kaldı ki; ikinci cumhuriyetçilerin kendi sistemlerinin temeli olarak önerdikleri serbest pazar ekonomisi 10 yıldan fazla bir zamandır bu ülkede uygulanmaktadır. Ama sistem yürümediği için bu “akılcı ekonomiciler”, devlet müdahalesinin sorunlara yol açtığından kalkarak ekonominin tümden müdahale dışına çıkarılmasını savunmaktadırlar. “Tekelci kapitalizm koşullarında devletin müdahale etmediği bir serbest ekonomi olabilir mi?” sorusu burada boşlukta durmaktadır. Çünkü bu çokbilmiş ekonomistler kendilerini hala 18. yüzyılın henüz kurumlaşmamış kapitalist devletiyle yüz yüze sanıyorlar ya da öyle göstermek işlerine geliyor.
İkinci cumhuriyetçiler birincisini hantal, bürokratik, yaşlı militarist olarak tanımlayıp, birinci cumhuriyetçileri de dinozor, bilgisiz, bağnaz olarak suçluyorlar. Bu suçlama dış politikaya da uzanıyor: birincisinin Misak-i Milli sınırlarının tartışılmazlığı ve “Yurtta sulh cihanda sulh!” ilkesini eskimiş ve Türkiye’yi bir “Ortadoğu devleti” kalmakla sınırlı tutucu bir politika olmakla eleştirilirken; ikinci cumhuriyetin “Yeni Osmanlıcı” kanadı Misak-i Milli sınırlarını genişletip Musul ve Türkî cumhuriyetleri de sınır içine alma hayaline kadar uzanırken “sivil toplumcu” kanat Kürt sorununun çözümüne kapı açmak için bunu yapıyor. Üniter devlet yerine bir federal yapının Kürt sorunun çözeceğini, böylece Türkiye’nin en kronikleşmiş problemine çözüm geleceğini iddia ediyorlar. Sivil toplumcular için “Adriyatik’ten Çin Denizi’ne bir Türk-İslam imparatorluğu” hayaldir; ama bu alanı Türkiye’nin ikinci cumhuriyetinin hegemonya alanı görmek “büyük düşünmek”, Türkiye’yi bir “dünya devleti” yapma perspektifiyle davranmaktır.
İlk bakışta ikinci cumhuriyetin iki kanadı arasında önemli bir fark var gibi görünüyorsa da biri Türkiye’yi “dünya devleti” yapmayı amaçlıyor, öteki “cihat devleti”! Nitekim söylem ve terminolojide birbiriyle farklı görülen bu eğilimler son aylarda Özal’ın şahsında bir birleştirici lider de bulmuştu. Bir tarafta sivil toplumcu A. Savaş Akat, Mehmet Akan, Hikmet Özdemir öte tarafta “Yeni Osmanlıcı” Cengiz Çandar ve Türk-İslam sentezcileri, ortada ise; birleştirici ve yapıştırıcı bir unsur olarak, bir yüzünü ABD ve büyük patronlara öteki yüzünü Osmanlı ve tarikatlara çevirmiş Turgut Özal. Turgut Özal’ın ölümünden kısa bir süre önce düzenleyip yönettiği paneldeki bu tablo ikinci cumhuriyetin bugünkü görünüşüdür. İki kanadın birbirine ne ölçüde yaklaştığı Özal’ın ölümünün arkasından yazılan “ağıtlar’da da pek açık görülüyordu: sivil toplumcular “Güle güle Sayın Cumhurbaşkanım.” derken, Türk-İslam sentezci ikinci cumhuriyetçiler ise, “Nur içinde yat Sayın Cumhurbaşkanım.” diyorlardı. Aralarındaki fark “laik” ve “dinsel” söylemden ibaretti.
Yeniden ikinci cumhuriyetçilerin tarihsel köklerine dönülürse; yukarıda söylenenler göz önüne alındığında, kısaca şunlar söylenebilir: ikinci cumhuriyetçiler “Yeni Osmanlıcılık”a ilişkin görüşlerini Tanzimat’la başlayıp Hürriyet ve İtilaf üstünden Kemal Tahir ve İdris Küçükömer tarafında yeniden yorumlanan tezlerden geliştirmişlerdir. Yabancı sermaye hayranlığı ve emperyalizme teslimiyet politikası da “sol” görünümlü bu tezlerle ikinci cumhuriyetçilere geçmiş, sivil toplumculuğun “gerçekçiliği” ve “rasyonel(akılcı) ekonomiciliği” ile birleşerek daha cesur bir emperyalizm uşaklığı olarak biçimlenmiştir. Bu temel ikinci cumhuriyetçilere yeni dünya düzeni olarak tanımlanan emperyalizmin yeniden organize olma planı ile uyum sağlama, kendi deyişleri ile yeni dünya düzeni ile en azından fikir düzeyinde entegre olma konusunda büyük kolaylık sağlamıştır.
Öte yandan ikinci cumhuriyetçilerin düzenin yeniden organize edilmesi yönündeki önerileri, devleti elinde tutan Türk tekelci burjuvazisinin ihtiyaçlarına da çok uygun olduğu için ikinci cumhuriyet düşüncesi, büyük burjuvazi içinde de giderek daha çok rağbet görmektedir.
Gerek emperyalist yeni dünya düzeni ile gerekse büyük burjuvazi ile kolayca uyum sağlamalarının nedeni yeni dünya düzeni ve büyük burjuvazinin ihtiyaçları ile ikinci cumhuriyetçilerin “rasyonel ekonomi” yanlılığının çok uygun düşmesidir.
İkinci cumhuriyetçilere göre ekonomi, ne politik ne ahlaki ne de ulusal kaygılarla yaklaşılacak alan değildir; bu alana ancak ekonominin yasalarına uygun bir işletmecilik anlayışıyla yaklaşılmalıdır. Bu varsayımdan kalkılarak, zarar eden işletmelerin kapatılmasından işletmelerin yaşaması için işten çıkarmalar, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma ve gerçek ücretlerin düşürülmesine kadar her önlem meşru ve gerekli görülmektedir. Nitekim bu temelden kalkarak; Doğu’nun Batı’yı, köyün kenti sömürdüğü, köylülerin yan gelip yatarak sübvansiyonlarla yaşadığı, işçilerin tembel ve üretken olmadığı, KİT’lerin ekonomiye yükten başka bir şey getirmediği doğrultusunda kampanya yürütülerek, ekonomide tek üretken etkenin yerli ve yabancı tekelci sermaye, etkin insan unsurunun da “yuppiler” olduğu propagandası yürütülmektedir. Yuppi edebiyatı mantıksal ve pratik sınırları hayli zorlanmış bir robot edebiyatı ile süslenip üretimin vazgeçilmez bir unsuru olan işçi sınıfı ve yürüttüğü mücadele yok sayılmakta ya da meşruiyetini yitirmiş, toplumsal gelişmenin önünde engel bir faktör olarak görülmektedir.

İKİNCİ CUMHURİYETÇİLERİN UNUTTUĞU YA DA GÖRMEZDEN GELDİKLERİ
Emperyalizmin yeni dünya düzeni ile tam bir paralellik içindeki ikinci cumhuriyetçiler; ekonomik ve sosyal sistemin yeniden organize edilmesinde sermayenin şerbetçe gelişimi içinde bütün önlemlerin alınmasını istiyorlar. Böylece ekonominin verimliliği artacak, kârlar büyüyecek, sermaye içinde bulunduğu krizi aşacaktır. Çünkü onlara göre bugün yaşanan krizin nedeni, “sosyal devlet” denilen işçilere ve emekçilere “geniş haklar tanıyan”, devleti büyülen, devletin ekonomiye müdahalesini öngören devlettir. Devlet ekonomik ve sosyal görevlerini terk ederek küçülmelidir. Bunun anlamı ise; eğitim, sağlık, sigorta, kamu iktisadi yatırımları gibi alanlardan devlet elini çekmeli, bu alanlar özel şirketlerin sömürüsüne açılmalıdır. Bu masum, mantıksal bakımdan da pek karşı çıkılamayacak istekler aslında işçi sınıfının, emekçilerin yüz-iki yüz yıllık mücadelesi sonucu elde etliği genel parasız eğitim, genel sağlık sigortası, işsizlik sigortası, örgütlenme hakkı gibi en temel hakların kaldırılması anlamına gelmektedir.
Eğer devletler ve parlamentoları, hükümetleri isterse devleti bu alanlardan çekebilir iddiasındadır ikinci cumhuriyetçiler. Eğer bu haklar iddia edildiği gibi, bir zamanlar, iyi niyetli burjuvaların işçilere bahşettiği haklar olsaydı bugün burjuvazi bunları kolayca geri alabilirdi. Ama sınıflar mücadelesi tarihi hakların kolayca alınmadığını gösterdiği gibi, kolayca da kaybedilmediğini gösteriyor. Nitekim Batı’da bu haklara yönelik saldırılar, işçi hareketinin o eski günlerini anımsatan mücadele biçimlerini de yeniden gündeme getirmektedir. İşçi ve emekçilerin direnişi “rasyonel ekonomiciliğin” en büyük handikabı olarak görünmektedir ve saldırı arttıkça sınıfın birleşik direnişinin artması da beklenir bir tepki olacaktır. Çünkü işgücü de bir makine gibi pazardan alınır; ama kaçınılmaz olarak işgücü işçinin pazusunda saklı olduğundan, üretim sürecine işçi ile kapitalist arasındaki ilişkiyi de taşır. Bu da patronla işçi arasındaki çatışmayı dolaysız gündeme getiren ilişkidir. Öyleyse; yeni dünya düzencilerinin ve ikinci cumhuriyetçilerin bütün hesapları önündeki, ama onların görmezden geldikleri engel budur ve işçi sınıfı sömürüyü sınırlama ve ortadan kaldırma mücadelesinden vazgeçmedikçe de özledikleri ekonomik yeniden yapılanma her an akamete uğrama olasılığı ile karşı karşıya olacaktır.
Başka bir söyleyişle; devletin aldığı biçim ve üstlendiği sosyal görevlerden dolayı kazandığı yapı, kendiliğinden ya da burjuvazinin öyle istemesinden değil, doğrudan doğruya karşıt sınıflar arasındaki mücadele ile doğrudan ya da dolaylı olarak ilgilidir. Dolayısıyla da burjuvazi devleti küçültmeye kalktığında (küçültme; devletin sosyal ve ekonomik hizmetlerini küçültme anlamında kullanılıyor) kendisine bir fatura çıkacaktır ve burjuvazi işçi ve emekçi sınıflarla kıyasıya bir mücadeleyi göze almak zorunda kalacaktır.
Kısacası; yeni dünya düzenine entegre olmanın bir aracı olan ikinci cumhuriyet planı emperyalist yeni dünya düzeni girişiminin bütün çelişkilerini bağrında taşımaktadır. Nasıl emperyalistler, “ebedi barış” içinde ama kendi egemenliklerinde bir dünya için zorladıkça yeni savaşlar, iç savaşlar ve kargaşalarla yüz yüze kalıyorsa, ikinci cumhuriyetçiler de, sınıfı, sınıf mücadelesini yok sayan ekonomik ve toplumsal yeniden organize planlarını hayata geçirirken her adımda emekçi ve işçilerle savaşmak zorunda kalacak, ekonomik, siyasi, sosyal her alanda başa çıkamayacakları sorunlar yumağına dolaşacaklardır. Ekonomik ve sosyal yaşama burjuva profesörlerin kitaplarından bakıp sınıf mücadelesi gibi en temel unsuru gözden kaçıran Türk-İslamcı ve sivil toplumcu aydınlar, cumhuriyetin niteliğini bile bu mücadelenin belirleyeceğini anlamamakta ısrar ettikçe, kurtuluş reçetesi olarak öne sürecekleri her öneri ve girişimde daha büyük açmazlara, kargaşaya yuvarlanmaları kaçınılmaz olacaktır.

Mayıs 1993

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑