Kafkasya bölgesi, hammadde kaynakları, yerüstü ve yeraltı zenginlikleri, petrolü, bunlar kadar önemli olmak üzere Avrupa ile Asya arasındaki stratejik konumu; Rusya ile Orta Asya coğrafyası arasındaki pozisyonu, eski ipek yolu güzergâhının önemli istasyonlarının bölgede bulunması gibi nedenlerle hem yüzyılın başındaki hem de şimdiki kararsızlık döneminde emperyalistlerin ilgisini ve iştahını üzerine çekti, çekiyor.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte eski hukuksal statünün, geçmişte sosyalizmin birbirine bağladığı Kafkas halklarını, yeni durumda ve çoktan başlamış Yeni Dünya Düzeni tahribatının etkisinde bir arada tutamayacağı ortaya çıktı. Eski hukuksal statü, şimdi artık bir kabuk haline gelmiş, cumhuriyetler ve özerk bölgeler birer birer “bağımsızlıklarını” ilan ederek, ekonomilerini merkezi ekonomiden ayıracaklarını ilan etmişlerdi. Ülkenin en büyük cumhuriyeti olan Rusya açısından da eski statünün korunması, kendisi bir merkez olarak kalmak üzere; ekonomileri Büyük Rusya’ya bağlı ve yüzlerini bu coğrafyaya dönmüş periferik cumhuriyetleri etrafında toplamak, hem yaşanan ekonomik ve politik iç sıkıntılar, hem de özerk bölgelerde gelişen yeni milliyetçi ve kimi kez dinci iç eğilimler nedeniyle olanaksız hale gelmişti.
Bölgedeki dolaşımı için hiç bir engelle karşılaşmaksın, en uygun hızı arayan uluslararası sermayenin çıkarlarıyla, kapitalist üretim ilişkilerinin geliştirilmesi ihtiyacının ortaya çıkardığı iç eğilimler, bu çıkarların ve eğilimlerin, yeterince ve sınırsız gelişmesi için engel oluşturan kapitalist kurumların yetersizliği, son derece cılız bir pazar, bununla ilişkili olarak da paranın ancak, yeraltı faaliyetleriyle dolaşabiliyor olması gibi etkenlerle umulmadık ölçüde sancılı geçiyor.
Bu ekonomik ve politik altüst oluş döneminde; Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya’da çok uluslu devletlerin parçalanması yoluyla, harita üzerinde her santimetrekareye bir devlet düşecek ölçüde “kendi devletini” kurma eğilimi giderek yükseliyor.
Ortaya çıkan her ulusal devlet oluşumu, emperyalist güçlerin ve diğer bölge devletlerinin ilgilerini doğal olarak kendine çekerken, ulusal devlet haline gelme süreci, ulusal kurtuluş iddiaları ardında gizlenen kapitalistleşme sürecinin ta kendisi olmakta. Dolayısıyla yeni durumda bölgede, kapitalizm kendi iç dinamikleri nedeniyle ulusların parçalanmasına, her bir coğrafya parçasında yeni ve başka ilişkilerin kurulmasına, bağlantıların değişmesine yol açıyor. Eski bağlarını kopararak bağlantısız duruma düşmüş devletçiklerin sınırları içinde oluşmuş yeni pazar olanakları nedeniyle emperyalistler arasındaki çelişkiler ve dalaşmalar da eğrinin en üst noktalarına çıkmış bulunuyor.
Ulusal devletlerin kurulması eğilimi Gürcistan’ın “eski” özerk bölgeleri Güney Osetya ve Abhazya ile yaşadığı gerilimlerde olduğu gibi çatışmalara ve savaşlara dönüşüyor. Öte yandan Güney Kafkasya’da Karabağ nedeniyle birbirine düşen Ermenistan ve Azerbaycan bir yana bırakılırsa, Kuzeyde Kabartay-Balkar ve Çeçen-İnguş Özerk Cumhuriyetleri’ni oluşturan iki önemli halk birbirinden ayrılmak istiyor. Dağıstan’da ise çok sayıda milliyet arasında dinin birleştirici zamk işlevi görerek milliyetleri bir arada tutacağı sanılırken en kalabalık iki kavim olan Avarlar’la Kumuklar arasında çekişmeler başladı.
Oysa bütün bu halklar, Kafkasya’da yaşayan “72 millet” (Birinci Dünya savaşı sırasında bir İngiliz subayın çizdiği Kafkasya haritasında gerçekten de 72 tane milliyet vardı) yakın bir geçmişte sabırlı ve ısrarlı çabaların sonucunda, uygun bileşimlerde bir araya getirilmiş, kendilerine tanınan değişen derecelerde ve zaman içinde de, dar yönetim özerkliğinden geniş siyasal özerkliğe ve oradan da sözleşmeye dayanan ilişkilere kadar, esnek olarak hareket eden bölgesel özerklik statüsü içinde kültürlerini en uygun koşullarda geliştirmelerine olanak tanınmıştı.
1917 Ekim devriminden sonra Sovyetler Birliği’nde, ulusal sorun çözülmek üzere ele alındığında, Stalin’in 1921’de Rus Komünist Partisi’ne sunduğu tezlerde belirtildiği gibi, “Büyük Rus olmayan 65 milyondan, sınaî kapitalizm döneminin şu ya da bu derecesine geçmiş bulunan Ukrayna, Beyaz-Rusya, Azerbaycan’ın, Ermenistan’ın küçük bir bölümü bir yana bırakılırsa, geriye kapitalist gelişmeden geçme zamanı bulamamış kendi sanayi proletaryasına hemen hemen sahip olmayan, çoğu durumda henüz hayvancılık durumunda bulunan ve ataerkil ve klan törelerini korumuş (Kırgızistan, Başkurdistan ve Kuzey Kafkasya halkları; Çeçenler, İnguşlar, Osetler) ya da yarı ataerkil, yarı feodal yaşamın ilkel biçimlerini bırakmamış (Azerbaycan, Kırım vb.) ama şimdiden genel Sovyetik gelişme yoluna sürüklenmiş bulunan 30 milyon dolayında bir nüfus” vardı ellerinde. Sosyalizm, henüz kabile örgütlenmesi aşamasında bulunan, Kuzey Kafkasya halklarını birden bire insanlığın çağdaş düzeyine yükseltmişti. “Kabartaylar ve Kazaklar, Osetler ve Gürcüler, Ruslar ve Ukraynalılar, Terek Bölgesi Temsilciler Sovyetleri etrafında geniş bir halka halinde toplandılar. Çeçenler ve İnguşlar, Kazaklar ve Ukraynalılar, işçiler ve köylüler, Kuban bölgesinin sayısız temsilcileri, Sovyetlerini kendi temsilcileriyle doldurdular. Bu halkların ve kabilelerin geniş emekçi kitleleri, kongrelerinde açık ve anlaşılabilir biçimde, Sovyet Rusya ile kopmaz bağlarını ilan ettiler” (Stalin-Pravda n. 100-23 mayıs 1918)
Ekonomileri, merkezi olarak birleştirilmiş özerk cumhuriyetler, ülkenin bütününde üretilen zenginliklerden yararlanma olanağına sahiptiler. Bakû’deki petrol, petrolden yoksun bölgelere aktarılıyor, Kuban ovasında yetişen tahıl bütün Kafkasya’yı besliyordu.
Özerk cumhuriyetlerde yaşayan halkların kültürlerini geliştirmeleri için bütün olanaklar sağlanmıştı. Milliyetlerin hepsine kendi dillerinde öğrenim ve basın yayın hakkı tanınmıştı. 1930’da, Dağıstan’da 11 resmi dil kabul edilmişti. Bu diller Rusça, Kumukça, Azerce, Avarca, Lakça, Dargice, Lezgice, Tabasaranca, Çeçence, Tatarca, Noğayca idi. 1936’da listeye 4000 kişilik bir kitle tarafından konuşulan Ahvahça eklenerek bu sayı 12’ye çıkarıldı.
Eski Sovyetler Birliği’nde ayrıcalıksız haklara sahip olarak örgütlenmiş olan; Sovyet ekonomisinin ve geliştirilen bütün teknolojik olanakların tamamından, rahatlıkla yararlanabilen ve kısa zamanda büyüyüp kalkınan Kafkas halkları, bugün iç çatışmalardan, dış tehditlerden, yaygın yoksulluktan, kriz haline gelmiş açlıktan muzdarip durumda. Kuzey ve Güney Kafkasya, bir taşa birçok kişinin oynadığı bir satranç tahtası haline geldi Emperyalist ülkelerin her birinin dolaysız ya da aleni uyduları aracılığıyla, yaptıkları gizli ya da aleni müdahaleler bu büyük sofradan, herkesten önce en büyük lokmayı götürmeyi amaçlıyor Ortadoğu ve Orta Asya’ya ilişkin emperyalist hegemonya planlarının unsurlarından birini de yine Kafkasya oluşturuyor. Silahlı çatışmalara kadar gelişen gerilimler lokal bir sorunmuş gibi görünse de, ihtilaflar hiç kuşkusuz bölgede yaşayan bütün halkları ve tabii ki bütün dünyayı ilgilendiriyor Kafkas topraklarında sürmekte olan kargaşanın uzun vadede kararlı bir yapıya kavuşarak stabil hale geleceği de sanılmasın, çünkü bölgede kimin eli kimin cebinde belli değil. Öte yandan, bağımsızlık talepleriyle harekete geçen ve sıcak çatışmalara yuvarlanan halklar için bağımsızlık, yeni kurulmak istenen dengeler yararına, etkili ama yanıltıcı bir ajitasyon malzemesi olmanın ötesine geçemiyor. İşler sarpa sardıkça, en kısa zamanda, koruyucu kanatları altına girebilecekleri bir hami aradıklarından, emperyalistler ya da emperyalist devletlere uydu “hamiler, genel kamu vicdanı karşısında aklanmış ve haklı müdahale zeminleri bulabiliyorlar. Stalin daha 1921de söylemişti; “Özel mülkiyet ve sınıf eşitsizliğine dayanan yeni ulusal devletler, ulusal azınlıktan baskı altında tutmaksızın (Beyaz Rusları, Yahudileri, Litvanyalıları, Ukraynalıları ezen Polonya; Osetleri, Abazaları, Ermenileri ezen Gürcistan, Hırvatları ezen Yugoslavya) topraklarım komşuları zararına genişletmeksizin -ki, bu da çatışmaya ve savaşlara yol açar, mali, iktisadi ve askeri bakımdan büyük emperyalist güçlere boyun eğmeden yaşayamazlar” (Stalin- Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu-Sol Yayınları sf.106)
Tarih elbette tekerrür etmez. Ama yeryüzünün herhangi bir bölgesinde sürdürülen milliyetçi “bağımsızlık” savaşları özel mülkiyet sisteminin yayılıp pekişmesini, uluslararası sermayenin genişletilerek, yeniden üretilmesini sağlamaya hizmet ediyorsa, bu savaşın adına ne denirse densin, kapitalist emperyalist sisteme tam entegrasyonun garantisidir sadece. Ve kuşkusuz, sömürü ilişkileri temelinde kurulmuş toplumsal örgütlenmelerde, sınıf uzlaşmazlıkları, sömürücü sınıfların kullanıp yönlendirdikleri milli çelişmelerle beslenmektedir.
Kafkasya’da da kapitalist restorasyonun bugünkü aşamasında yaşanan bütün sorunlar ve giderek yükselen milliyetçilik krizi, sömürüye dayanan üretim ilişkilerinin, klasik kapitalist tarzda yeniden inşası sırasında yaşanan iç gerilimler ve dış baskılardan kaynaklanıyor; Gerçekten de, sınıf çelişkilerinin üstü milliyetçiliğin kışkırtılmasıyla örtülüyor. Bu koşullarda, bölge halkları için, ekonomik ve sosyal sıkıntıların kaynağında, bir başka ulusal devleti görmek işten bile değildir. Eski özerklik statüsü sürdürüldüğü sürece bağımlılığı, özerkliğin yaşandığı cumhuriyetle ilişkilerde elle tutulur hale getirir. Eskiden, sosyalizm varken, hiç sorun yaratmayan bu hukuksal statüler, sömürü ilişkilerinin derinleşmesiyle bir problem haline gelir.
Diğer yandan, milliyetçiliğin ideolojik bir işlev yerine getirmesi gözetilerek kışkırtılması, yeni ilişkilerin olmazsa olmaz koşuludur. Gürcistan eski devlet Başkanı Gamsakhurdia “Komünizmin yerini sağlıklı milliyetçilik almalı” diyordu. “Sağlıklı milliyetçilik vatanseverlikle aynı şeydir. Anayurdunu, milletini sevmek; vatanseverlik her insanın hayat felsefesi olmalı. Hiç bir şeye saygısı olmayan kozmopolitler de var, ama tabii o başka bir konu”. Her zamanki gibi görüşlerini diplomatik inceliklerden yararlanmadan dile getirmişti. Bu, Gürcistan’da oturtmaya çalıştığı, Gürcü milliyetçiliğinin tersine dönerek Abhaz-Oset ve Acar milliyetçiliği olarak, kendine geri döneceğini ve Gürcü topraklarında kanın gövdeyi götüreceğini ya hiç hesaplamamıştı, ya da her şeyin hakkından kolay geleceğini sanıyordu.
Gürcistan’daki kapitalizme gerekli sermaye akışını sağlamak için, Gürcü kadınlarının Türkiye’de, Karadeniz boylarında, kendi bedenlerini sermaye olarak kullanmalarının, ulusal duygularda derin tahribatlar yaratıp yaratmadığı bilinemez, ama pazara çıkarılan kadın “etlerinin yardımıyla; milliyetçilikle beslenen sınıf çelişkilerinin özgürlük duygusu ve “özel girişim” yeteneğinin geliştirilmesiyle, görünmez kılındığı hissedilebilir.
KAFKASYA’YA AZERBAYCAN VE ERMENİSTAN ÜZERİNDEN AÇILAN KARTLAR
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bütün emperyalist propaganda merkezlerinden, komünizmle – “hür dünya” biçimindeki- kutuplaşmadan doğan savaşların, artık nedenini yitirdiği için, yeryüzüne barışın geldiği ilan edilmişti. “Tek kutupluluk ekseninde örülen Yeni Dünya Düzeni “istikrar”ın egemen olacağı bir düzendi. ABD emperyalizmi kaynaklı bu propagandalar, Sovyetler Birliği’nin etkisi altında bulunan Orta Asya ve Kafkasya topraklarındaki pazar tahakkümünün karşıt bir “kutup” tarafından müdahale edilmeksizin, kolaylıkla kurulabileceğini öngörüyor, ya da olası çatışmaların, değişen dünyadaki haklılık nedenlerini yitirdiği için, yelteneceklerin de yalnız kalacağı imajını oluşturuyordu.
Görüldü ki, Yeni Dünya Düzeninin ilanıyla birlikte, Balkan ülkelerinden başlamak üzere, Kafkasya’ya ve Orta Asya’ya uzanan coğrafyada arka arkaya bölgesel savaşlar patlak veriyor; ebedi istikrar bir türlü sağlanamıyor. Bu geniş coğrafyada, yeni nitelikler kazanarak oluşan kapitalist pazar ve yeni paylaşım olanakları hem bölge ülkeleri arasında hem de emperyalistlerin kendi aralarında sürtüşmelere yol açıyor. Ancak, oyunun asıl aktörleri her durumda uygun kartı oynamak üzere ellerinde bol miktarda seçenek bulundurarak, bölgeye ilgilerini, şimdilik ikinci elden sürdürüyorlar.
Hemen anlaşılacağı gibi bu ikinci ellerden birisi, halta en önemlisi Türkiye’dir.
ABD emperyalizmi, hatta Türkiye ile ABD arasındaki ilişkinin, kendileri açısından doğuracağı olası sonuçlara mesafeli durarak, ama şimdiden siyasal yatırımlar yaparak; Avrupa emperyalistleri, bölgeye Türkiye üzerinden uzanmaya ve ulaşmaya çalışıyorlar. Türkiye’nin, Osmanlı İmparatorluğu zamanında kendisine bağlı olan, ama Rusya ile o zamanlar girilen savaşlarla birer birer ellerinden yitirdiği Kafkas topraklarında ve tarihsel, kültürel ve dil ortaklığının bulunduğu, Orta Asya ülkelerinde gözü olduğu ve ABD plan Sarının kendisiyle ilgili koşullarına dünden razı olduğu düşünülürse, emperyalistlerin işlerinin yolunda gideceği düşünülürdü. Pek de öyle olmuyor.
Türkiye, Emperyalist tasarıların diğer etkenleri arasında sıkışmış durumda. Tarihsel bağlarına dayanarak, kurulmasında rol aldığı ilişkilerin yanı sıra, kimi uluslarla tarihsel kötü anılarına karşın bazı ilişkilere girmek, üstelik ülke içinde bir istikrar unsuru olarak, sürekli körüklenen milliyetçiliğe uygun, onunla tutarlı tavırları almamak zorunda Azerbaycan-Ermeni sorunu Türkiye açısından böyle.
Ermenistan’ın Cenevre’deki AGİK “barış müzakerelerini” -ki, bu müzakerede taraflar Ermenistan, Azerbaycan, Türkiye ve ABD idi- yarıda keserek Azerbaycan’a saldırmamdan önceki zamanlarda Türkiye’nin Ermenistan’a elektrik veriyor olması, iç politika gündeminin önemli maddeleri arasında bulunmaktaydı ve şovenistler, geçmiş Ermeni ihanetlerinin unutulmasından rahatsızdılar.
Ermeniler, Kelbecer’e doğru ilerledikleri sırada Türkiye toprakları üzerinden on binlerce ton besin maddesi, ilaç, yakıt ve giyeceğin daha önce Ermenistan’a nakledildiği ortaya çıkarılıyordu.
Bu insani yardım konvoylarının yükleri arasında Ermenistan’a silah da gönderildiği söylenmekteydi. Doğru olabilir; olmaması için hiç bir neden yok. Türkiye’yi şu anda Ermenistan’a bir şekilde bağlayan kapitalist bağlar, Azerbaycan’a bağlayan ulusal duygulardan daha güçlü çünkü.
Ermenilerin Kelbecer’den sonra yapacakları ataklar Azerbaycan-Gürcistan dolayısıyla Azerbaycan-Türkiye bağlantısını tehlikeye alabilir.
Ermenistan’ın, Türkiye’yi Orta Asya’ya bağlayan güzergâh olasılıklarından biri olması nedeniyle Ermenistan’la iyi ilişkiler kurarak denetim allında tutmak isteyen Türkiye, küçük rüşvetler vermekten kaçınmıyor.
Öte yandan Ermenistan’ın kapitalist inşa sürecinde ABD’ye duyduğu yakınlaşma ihtiyacının olanaklarını da Türkiye sunuyor. Bu kadar da değil. Bölgedeki politik dengenin bu ilişkiye şimdilik ihtiyacı var.
ABD’nin Rusya “ile dolaylı ilişkisi de Türkiye’nin tavsiyelerine göre yönlendirilebiliyor. Demirel, Ankara’ya gelen ABD Temsilciler Meclisi üyelerinden oluşan heyete “Yeltsin’e yardım elini uzatmakta geciktiniz. Rusya siyasi istikrar içinde olmazsa, Sovyetler Birliği’nden kopan cumhuriyetler rahat edemezler, birbirlerine düşerler. Rusya da onlara dönüp ‘benimle beraberken sükûn içindeydiniz şimdi ise birbirinizle kavga ediyorsunuz, yine yanıma gelin’ der. Bu ise dünya için iyi olmaz. Rusya’nın istikrarı hem dünya için hem de dünya barışı için şarttır” diyordu.
Kafkas bölgesine aynı pazar talepleriyle yönelen, bölgedeki devletçiklerden, eski hukuksal statülere dayanarak, öncelikli haklar talep eden Rusya, ABD politikalarıyla bir noktada uzlaşıyor. ABD, anti Amerikan eğilimleriyle bölgede çıbanbaşı durumunda olan, radikal İslamcı akımları destekleyen ve İslam devrimi ihracı girişimlerini sürdüren İran konusunda Rusya’yla buluşuyor. Rusya şeriatçı eğilimlerin Orta Asya ve Kafkaslarda yayılmasından ve Rusya Federasyonu’nu oluşturan Türk ve Müslüman toplumlarına sıçramasından korkuyor. Kaldı ki, bu eğilimler giderek daha fazla oranda olmak üzere, bu topraklarda yeşermeye başladı bile. Bölgede yeni kurulan ulus devletçikler için, Rusya da model olarak, Türkiye modelini öneriyor ve İran ya da Afganistan modellerini tehlikeli görüyor.
Uğur Mumcu suikastı sanıklarının İran’dan geldiklerinin ve bazı Hizbullah silahşorlarının, İran’da eğitildiklerinin “haber alınması”ndan sonra Türkiye ile İran arasında açık saflaşmalar başlamıştı. Türkiye, İran karşısında; Uğur Mumcu’nun cenaze törenini laiklik gösterisine dönüştürerek, hem İran’a karşı oluşturulacak uzun vadeli sertleşme politikasına kamuoyunu hazırlamaya çalıştı, hem de İran’a karşı güç gösterisinde bulundu. Türkiye Orta Asya’da İran’la kozlarını paylaşırken en küçük desteği bile göz ardı etmiyor, doğal ki, Rusya bu konuda iyi bir güvence olarak görülüyor. Ama bu buluşma da tekin değil, çünkü Rusya’nın Panislamizm duyduğu ürküntünün, denetimden çıkarsa Pantürkizm’e ikame edilmeyeceğini düşünmek için hiç bir neden yok. Bu sebepten Rusya Azerbaycan’a karşı Ermenistan’ı destekliyor. Hatta son saldırı başlamadan önce Türkiye ile paylaştığı arabuluculuk işlevini, Ermenistan’ı saldırmazlığa ikna etmek görevini üstlenmişken bunu yapmamış, saldırıyı gizliden körüklemişti. Azerbaycan-Ermenistan savaşında da tıpkı Abhazya-Gürcistan sorununda olduğu gibi Rusya’nın aktif müdahalede bulunduğu ve Ermenistan saflarında gayri resmi olarak Rus birliklerinin savaştığı biliniyor. Azerbaycan ve Gürcistan’ın BDT’ye sırt çevirdikleri ve Rus hegemonyasını kabullenmeye yanaşmadıkları göz önüne alınırsa, Rusya’nın eline geçen fırsatları bu iki ülkenin boyun eğdirilmesinde kullanmaktan kaçınmayacağı görülebilir.
Türkiye, Kafkasya’ya doğru, ABD emperyalizminin ayaklarının altına kendini köprü olarak uzatırken, iç politika öğesi olarak şimdiye dek geliştirilmiş şoven, Türkçü eğilimlerin altında ezileceğe benziyor. Çünkü “rahmetli” Özal’ın “Ermenistan sınırında tatbikat yapılsa, bir iki mermi de sınırdan içeri düşse ne olur” diye ürkek ve cılız bir müdahale önerisinin dışında Azerbaycan için hiç bir fiili müdahale önerisi geliştirilmedi. Çünkü Türkiye ABD ile Ermenistan ilişkilerinin selameti ve geleceği açısından bu sorunda sessiz kalmak ve tarafsızlığını korumak zorunda. Kendisinden beklenen bu.
Türkiye ile İran arasında Kafkasya toprakları üzerinde de gelişen gerginlik Azerbaycan ve hatta diğer Türkî cumhuriyetlerin “laik- çoğulcu” Türkiye’yi tercih ettiklerini belirtmeleriyle yeni bir yön kazanmıştı. İran kendisiyle ilişkiyi reddeden Azerbaycan’a karşı kendi sınırlan içindeki Azeri bölgesi nedeniyle sürekli tedirginlik duydu. Sebep aynı; Azerbaycan’la ilişki kurmak isterken kendi sınırları içinde yaşayan Azeri soydaşlarla olan akrabalık ilişkilerini öne sürmüştü, şimdi bu ilişkinin kendi tasarrufu dışında kalması koşulunda, İran topraklarına bela getirebileceğini, Azerilerin savaşın herhangi bir noktasında saldırıda bulunup soydaşlarıyla buluşmak isteyeceklerini, ya da İran Azerilerinin etnik bir problem haline dönüşebileceğini hesaplıyor; dolayısıyla bu hesap onu Ermenileri desteklemeye zorluyor.
Kafkasya üzerinde ABD emperyalizmi dışında Almanlar, Fransızlar ve Japonların da planları var. Azerbaycan ve Ermenistan kartlarını onlar da kendilerince, çıkarlarının gerektirdiği doğrultuda ve değişik planlar dâhilinde kullanıyorlar. Tek kutup kendi içinde de parçalanıyor, bütün yanıltıcı iddialara karşı çok başlı, çok kutuplu ve çok çelişkili bir bütünlük olduğunu gösteriyor.
Japonlar, herkesten daha çok ticaret mantalitesine sahip olduklarından, siyasal hegemonya onlar için ikincil önem taşıyor, aslolan; pazarda kaça ne satabilecekleri ve hangi tesisin nerede kurulacağıdır. Demirel’in kış aylarında Japonya’ya yaptığı seyahatte, Türkiye’de ihalesi Japonlara verilecek olan tesisler üzerine anlaşma yapılırken, Türkî Cumhuriyetler ve Kafkaslar üzerindeki işbirliği olanakları da görüşülmüştü.
Bu oturumların sonuçlarından biri, kalabalık bir Türk heyetiyle birlikte yapılan Japon Türkî-Kafkas çıkartmasıydı.
Kafkas ülkelerinde ve Türkî cumhuriyetlerin bazılarında müteahhitlik hizmetleri ve turizm sektörlerinde bazı girişimler olmuştu. Münferit ve kişisel çabalara bağlı bu girişimlerin devlet destekli, teşvik kredili olarak ve Japon vekâletinde gerçekleşmesi, Türk müteahhitlerinin ve artık bölgeyle ciddi bir biçimde ilgilenen tekellerin de isteğiydi.
“BAĞIMSIZLIK”ÇI ABHAZYA KİME BAĞIMLI OLACAK
Dağılmadan sonra Rusya, egemenliklerini ilan eden cumhuriyetlerin bazılarıyla federatif bir anlaşma imzaladı. Tataristan ve Çeçenistan henüz bu ittifak anlaşmasını imzalamadılar. 1989-90 yılları arasında Gürcistan da, SSCB kapsamından çıkacağını ilan etmişti. 1992’de ise Gürcistan Askeri Konseyi, Gürcistan cumhuriyetinin 1921 anayasasına geri döndüğünü ilan etti. 1921 anayasasında, şu anda Gürcistan içinde özerk bölge statüsünde bulunan Abhazya, cumhuriyet statüsündeydi. Gürcistan’ın kendisi için tercih ettiği statü, Abhazya’nın da cumhuriyet talebine hukuki haklılık kazandırıyordu. Geçen yıl Temmuz ayında, Abhazya parlamentosunda egemenlik ilan edildi ve 1921’deki statüye geri dönüldüğü belirtildi. Çok değil, bir ay sonra Abhazya topraklan karadan, denizden ve havadan Gürcü işgaline uğradı. Aradaki kısa ateşkes dönemi dışta tutulursa, bir yıla yakın süredir devam eden savaş sırasında binlerce kişi öldü. Bu savaş sırasında Abhazlar, Türkiye’den ve Rusya’dan sürekli olarak yardım talebinde bulundular.
1991’de Abhazya’nın başkenti Sohum yakınlarındaki Lihni köyünde imzalanan bir deklarasyonla kurulan Kafkas Dağlı Halkları Assamblesi’nin ilgisini üzerlerine çekmeye çalıştılar.
Cumhurbaşkanı Vladislav Ardzinba ve heyeti, yardımlar konusunda sondaj yapmak amacıyla Türkiye’ye geldiler ve geldiklerinde Gürcistan’ın Abhazya meselesiyle, Kürdistan problemi arasında benzerlikler bulan hükümet yetkilileri tarafından kabul edilmediler ve sadece ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’la gayri resmi olarak bir otel lobisinde görüşebildiler Türkiye’nin soruna uzak kalmasına karşın Abhazlar, müdahale etmekle neler kazanabileceklerini her fırsatta anlattılar. Abhazya’dan başlayıp Karaçay-Cerkesk’e çıkan 75 kilometrelik yol -ki, bu yol ikinci savaştan bu yana kapalıydı- en önemli kozdu. Bu yol tamir edilip açıldığında, Türkiye ile Orta Asya arasında başka faktörlere bağlı olarak tehlikeye girebilecek ulaşım olanağı, güvence altına alınacaktı. “Tüm Kuzey Kafkas cumhuriyetleri ve Abhazya halkları, Türkiye’ye en sıcak duygularla bakmakta”ydı. Türkiye’den istenilen en önemli şey de bölgede kapitalizmin geliştirilmesi için gereken yatırımların yapılmasıydı. Türkiye’de “muhaceret”ten bu yana çok sayıda Ab-haz yaşıyordu ve bunların bir kısmı coğrafi ve ekonomik sınırlar açılır açılmaz Sohum ve Gagra kentlerinde ticari girişimlerde bulunmuşlardı.
Gürcistan’la şimdilik ilişkilerini soğutmak istemeyen Türkiye, -çünkü Azerbaycan Ermenistan sorunu yaşandığı sürece Azerbaycan’a ulaşmak için Gürcistan önemli olacaktır- Abhazların taleplerini duymazlıktan geldi. O zaman Ardzinba, cebindeki ikinci seçeneği denemeye karar verdi. Geçen eylülde Moskova’da imzalanan ateşkes anlaşmasında taraf olarak bulunan ve Abhazya heyetini köşeye sıkıştırarak Gürcistan’ı rahatlatan Rusya Federasyonu, bu toplantıda küçük devlet olma kompleksini yaşayan ve üstelik bunu ifade de eden “küçük Abhazya” tarafından kapısı çalınan ikinci adres oldu. Gürcistan’ın anti-Rus eğilimleri ve egemenliğini ilk ilan eden cumhuriyetlerden olması ve BDT’da yer almayı reddetmesi nedeniyle Abhazya’yla yıpratılmasından, Gürcistan üzerindeki kontrolünü ve hegemonyasını güçlendirmek için Abhazya’dan yararlanmaktan Rusya’nın da çıkarı vardı. Gamsakhurdia daha önce Rusya’yı “Trans- Kafkasya halklarım birbirine düşürmek ve Kafkasya’da ikinci bir Lübnan ve ikinci bir Afganistan yaratmak”la suçlamıştı.
Abhazya Gürcistan’dan ayrılıp, “özgürleşirse” BDT’ye katılacağına dair taahhütlerde bulundu. Tarihlerinin neresinden bulup çıkardıklarını anlamak zor ama Abhaz yetkililer “Abhaz ve Rus halkı arasındaki tarihsel dostluk”tan sık sık dem vuruyorlar. Oysa bütün Kafkas halkları gibi Abhazyalılar da geçmişte, çok değil yüz otuz yıl kadar önce Ruslarla sürekli savaş halindeydiler ve Çar ordularına karşı savaşırken verdikleri on binlerce candan sonra başka topraklara ve en çok da Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmışlardı.
Abhazya’da Gürcülere karşı verilen “bağımsızlık” savaşı, bir başka bakımdan da ilginçtir. Abhazlar kendi topraklarında azınlık konumundalar. Çünkü nüfusun çoğunluğunu yani yüzde otuzunu Migreller oluşturuyor. Geri kalan nüfusu ise aynı oranlarda olmak üzere Ruslar, Ermeniler, Abhazlar ve daha düşük oranlarda olmak üzere de Gürcüler, Svanlar, Türkler ve Ukraynalılar oluşturuyor.
Gürcistan’daki diğer özerk bölge olan Güney Osetya da ayrılıp BDT içindeki Rusya Federasyonu’na ait özerk bir bölge olan Kuzey Osetya ile birleşmek istiyordu. 1987’de ayrıldığını ilan edince Gürcülerle Osetler arasında, kuzeyde çatışmalar başladı. Bu çatışmalar Gürcistan ve Osetya arasında arabuluculuk yapan Yeltsin’in girişimleriyle durduruldu. Gerilim, şu anda yeni bir çatışmanın potansiyellerini içinde barındırmak kaydıyla devam ediyor.
Sadece Gürcistan’da değil, Kafkasya’nın her köşesinde bu çalışmaların potansiyeli var.
Mayıs 1993