Son on yıl içinde, W-W arasında nispeten bir canlanmanın görüldüğü dönem bir yana bırakılırsa, öğrenci gençlik hareketinde genel bir gerileme yaşandığı, bu hareketle ilgilenen hemen herkesin ortak kanısıdır.
Yüksek öğrenim gençliğinin mücadelesi, yıllara göre izlendiğinde, görünen manzara şudur: giderek hem sayısal hem de nitelik bakımından cılızlaşan devrimci siyasal gruplar ve her geçen gün devrimci politikaya ilgi ve güveni azalan, bireysel sorunları içinde bunalmış, ama çözümsüzlüğe ve sorunlarla yaşamaya alıştırılmış, sayıları yüz binlere varan bir öğrenci kitlesi. Bu manzaraya daha yakından bakıldığında; devrimci siyasal grupların, mücadelenin yaşanan sorunlarına çözüm aramak ve güçlerini birleştirerek asgari bir önderlik yaratma yerine, birbirleriyle, olmayan bir önderlik mücadelesine giriştikleri, asıl enerjilerini bir avuç devrimci genci kendi yanlarına kazanmaya harcadıkları görülür. Daha da kötüsü, bu devrimci siyasal gruplar, her geçen gün kendi içlerine kapanmakla, darlık ve kitle mücadelesinden beslenememenin getirdiği sorunlarla uğraşmaktan, dışarıya, kendi dışlarındaki kitleye yönelecek politikalar geliştirememektedirler. Bu ortamda, grupçuluk, bireycilik, dünyayı ve sorunları sadece kendi hissettiklerinden ibaret görme, içe dönüklüğü daha da kışkırtmakta, çaresizlik adeta bir kâbus gibi devrimci gençlik kesimlerinin üstüne çökmüş bulunmaktadır. Erime, güç kaybı, bireysel teröre yöneliş, göstericilik, kariyerizm, amir-memur anlayışı, lafazanlık, mücadeleden kaçma, bireycilik, grupçuluk, otonomi, hatta devrimcilik adına otonom gruplar örgütleme, kulüpçülük vb. bu ortamda meşruiyet kazanmaktadır.
Öte yandan, yüksek öğrenim gençliği içinde, kendisine “Türk-İslam sentezi” felsefesini dayanak alan dinci-gerici-faşist grupların; polis, üniversite yönetim ve öğretim üyesi destekli örgütlenmelerinin, yavaş ama istikrarlı bir yükseliş içinde olduğu gözleniyor. Bir yandan kendi dünya görüşlerinin radikal bir savunusunu yaparken, bir yandan da yüksek öğrenim düzeninden öğrencilerin günlük sorunlarına kadar pek çok konuda kendilerince “çözüm üretecek” mekanizmalar yaratmış olmanın avantajını kullanıyorlar, Bu gruplardan bazıları, dayandıkları zemine güvenerek, birçok konuda devrimci öğrencilerle aynı söylemi kullanmaktan, aynı talepleri öne sürmekten, hatla kimi konularda ittifak çağrısı yapmaktan bile çekinmiyorlar.
Öğrenci yığınlarını kazanma iddiasındaki sağ ve sol siyasal eğilimler dışında kalan ve sayısı yüz binlere varan öğrenci yığınları ise; “yukarıdaki” bu kutuplaşma ve çalışmalardan ya tümüyle habersiz, ya da olup bitene ilgisiz, kendi günlük sorunları içinde bireysel çıkış yolları arıyorlar. Örgütlenmeye en yatkın kalabalık bir öğrenci kesimi ise, bir kaçış “çözümü” olan özel amaçlı gruplaşmalar içinde toplumsal bir dayanak arıyorlar; Kulüpler, özel arkadaş çevreleri, ortak hobiler etrafında yakınlaşıp devamlılık gösteren çevreler, hatta tek ortaklığı aynı mekânda olmaktan öte geçmeyen mistik “örgütlenmeler” vb. gibi.
Hiç kuşkusuz, bütün bu olumsuzlukların, üniversite yönetiminin anti-demokratikliğinden polis baskısına, devrimci grupların yığın taleplerine önem vermemesinden sosyalizmin dünya ölçüsündeki yenilgisine kadar pek çok nedeni vardır. Ama bütün bu sorunların varlığı, öğrenci harekelinde akademik mücadelenin hatalı ele alınışının doğurduğu çok önemli zaafları gölgelememelidir.
Konumuz açısından bakıldığında, yüksek öğrenim gençliği içinde yürütülen çalışmanın başlıca zaafının, kendiliğindendik, yüzeysellik, amaç belirsizliği gibi, ilkel politikanın bütün özelliklerini gösteren tutum olduğunu söylemek abartma olmayacaktır. Bu yüzden ele sorunun özüne yaklaşmak için üniversitede yürütülen ve genel olarak akademik-demokratik olarak adlandırılan mücadelenin “akademik bileşeni”nden ne anlaşıldığı ve ne anlaşılması gerekliği üstünde durmak gerekir.
Yüksek öğrenim kurumlarında faaliyet gösteren devrimci siyasal odakların iyinde yer alan öğrenci kesimleri, üniversitelerin demokratikleştirilmesi ve öğrenim programlarına ilişkin talepleriyle, öğrenciler
eğitim görmesini kolaylaştıran maddi ve moral (yemek, kredi, yurt, spor, çeşitli kültürel etkinlik vb.) imkanlara ilişkin talepler etrafındaki mücadeleyi, “akademik-demokratik mücadele” olarak adlandırıyorlar, hatta doğrusu, tutum ve söylemlerinden çıkan tanım aşağı yukarı böyle bir talepler yelpazesine karşılık geliyor, Böyle olunca da, çalışma, en iyimser bir varsayımla, öğrencilerin gündelik talepleri ve ülkedeki demokrasi mücadelesinin parçası olan “özerk demokratik üniversite” mücadelesine indirgeniyor. Bu noktada, bugün sürdürülen çalışmanın bu yaklaşıma uygun olup olmadığı sorusu çıkar karşımıza ve bu soruya olumlu yanıt vermek ise olanaksızdır. Ama bu çalışmanın neden yürütülemediğinin anlaşılması için sorunun ideolojik boyutuna, “akademik mücadele”den ne anlaşılması gerektiğine değinmek gerekir.
NEDİR AKADEMİK MÜCADELE?
Sınıflı toplumlarda, görünüşte bütün sınıf çıkarlarından azade görünen bilim ve felsefe, egemen olan sınıfın çıkarlarına göre biçimlenir. Üniversite ve yüksek okullar da, bütün geçmiş çağların bilgi birikiminin toparlanıp yeniden üretildiği kurumlar olarak, sınıflar mücadelesinin akademik, bilimsel alanda sürdüğü kurumlardır, Akademik mücadele olarak, bugün daraltılmış ve bozulmuş bir biçimde devrimci siyasal grupların literatüründe yer alan kavram da, tam da bu bilim ve felsefe alanındaki çatışmayı ifade eder, etmelidir. Üniversite ve yüksek okullardaki devrimci komünist çalışmayı, herhangi bir düzene muhalefet potansiyeli taşıyan kitle içindeki çalışmadan farklılaştıran özellik de akademik mücadelenin bu özel içeriğidir.
Bu yazının birinci bölümünde de işaret edildiği gibi, üniversite öğrencileri, birer birer; bilgi düzeyi, kişisel amacı, bu amaca ulaşma şansı ve bulunduğu sınıf ne olursa olsun, üniversiteye bilim yapmak için gelmiş bir kitledir. Dolayısıyla, bu kitlenin kazanılması için, onun öğrenim ve yaşam koşullarının zorluklarını sergilemek yetmez. Onu, bu düzende özgürce bilim yapamayacağına, seçtiği uzmanlık dalında serbestçe gelişemeyeceğine, kişiliğinin ve yeteneklerinin özgürce serpilip gelişeceği tek sistemin sosyalizm, komünizm olduğuna ikna etmek gerekir. Çünkü okul yaşamı; kendiliğinden bilinciyle, genç için yaşamının sadece 4-5 yıllık bir dönemidir ve bu dönemi de isteğince, iyi bir biçimde geçirmek ister; ama olmuyorsa, kimi iyileştirmeler için bütün geleceğini tehlikeye atmaktan kaçınacaktır. Bu yüzden de, üniversiteli genç, ancak bu düzen kendisine bilim, sanat ya da seçtiği uzmanlık alanında bir gelecek vaat etmiyorsa, ideallerini gerçekleştirme şansı tanımıyorsa, ona karşı savaşma ihtiyacı duyacaktır. Ama bu, herhangi bir emekçi sınıf kesimi için olduğu gibi, sadece düzenin çelişkilerini sergilemek, kapitalizmin kötülüklerini sayıp dökmekle başarılamaz. Yüksek Öğrenim gençliği için, karşılaştığı ekonomik güçlükler, uğradığı baskılar, gördüğü eğitimin yetersiz ve anlamsızlığından kaynaklanan hayal kırıklığı onunla iletişim kurmak için vesile nedenler olabilir. Çünkü bugünkü güçlükleri ne olursa olsun, egemen düşüncenin ona biçtiği rol yarının yöneticisi, bilim adamı, önüne geniş olanaklar vaat ettiği uzman rolüdür. Özellikle emekçi sınıflardan gelen öğrenciler için yüksek öğrenim, bir sınıf atlama olanağıdır. Gerçek olup olmayacağı tartışılır olsa bile, bütün bu olanaklar, genç için, bugün sıkıntıları katlanılır kılabilir, kılmaktadır. Dolayısıyla da, bu alanda yürütülen ajitasyon ve propaganda faaliyetinin içeriği günlük çelişmelerin arkasındaki gerçeği açığa çıkaracak bir nitelikte olmak zorundadır. Her şeyden önce yaşanan çelişmelerin gelip geçici değil de doğrudan sistemden kaynaklandığı, kapitalizm koşullarında özgür bir bilim ortamının gerçekleşemeyeceği, bilim ve sanatın ancak kapitalist sınıfa hizmet ettiği ölçüde bu sistem tarafından desteklendiğini, bir uzmanın ancak kapitalistin kârına kâr katan yöntemler üstünde çalışabileceğinin, sistemin eleştirisi temelinde açıklanması, bu kitlenin mantıksal bakımdan ikna edilmesi gerekir. Verilen eğitimin bilimsel değil tamamen yanlı olduğu, her bir öğrencinin insanlığın çıkarları için değil kapitalist sistemin ihtiyaçlarıyla sınırlı bilgilerle donatıldığı ve bu yüzden de, kapitalist dünya görüşü dışına çıkmadan, yeteneklerini serbestçe geliştirme olanaklarına sahip olamayacağı açıkça ve mantıksal bakımdan hiç bir itiraza yer vermeyecek bir biçimde, ortaya konmak durumundadır,
Sorunu daha somut ele alırsak; burjuvazinin bilime yaklaşımı deneyci, pozitivist, olgucu, bilinemezci bir temele oturtulmuştur. Bu temelde, her şey birbirinden bağımsız olarak vardır ve hareketsizdir. Nesneler, olaylar ve olgular, birbirinden yalıtılmış olarak incelenip sonuçlar çıkarılır. Bu adım, bilimlere felsefeden ayrılıp ayrı ayrı disiplinler olarak gelişmeye başladıkları 18. yüzyılda bir atılım sağlamıştır, Ama bilim dallarının olgunlaşmaya başlamasıyla bu kuşkucu, bilinemezci temelin yetersizliği ortaya çıkmıştır. Bu temel, 10. yüzyılın ikinci yarısında diyalektik materyalizmin bilinemezciliğe, olguculuğa, pozitivizme yönelttiği eleştirilerle aşılabilmiştir. Bu durum sadece, bilimde yeni bir aşama değil, burjuvazinin dünya görüşünün de aşılmasıdır. Diyalektik karşısında çaresiz kalan burjuva bilim yaklaşımı, zaaflarını, diyalektiğe yönelerek aşmak yerine, geriye, metafiziğe sığınarak kendini savunmaya çalışmıştır. Aynı anlama gelmek üzere, 17: yüzyıl mekanizmine, bilimsel bir cila çekilmiş, dinsel dogmalara sığınmıştır. Bu yüzden de, 19. ve 20. yüzyıldaki bütün büyük buluş ve bilimsel ilerlemeler, burjuva bilim temeli aşıldığı ölçüde başarılmıştır. Darwin’den Einstein’e, Ruthenford’dan Niels Bohr’a bilim adamları, belki yöntem ve yaklaşımlarının diyalektik olduğunu
Fark etmeden, bilime diyalektiği sokmuş, maddedeki süreklilik ve hareketin açıklanması ve gizlerin çözülmesinde dev adımlar atmışlardır. Örneğin, Darwin’in Evrim Kuramı, Marx ve Engels tarafından hemen kabul görür ve doğadaki diyalektiğin kanıtlanması olarak selamlanırken, bu kuramın burjuva bilim çevreleri tarafından yarım ağızla kabullenilmesi için yarım asır geçmesi gerekmiştir. Bu ise, hiç bir ülke ve burjuva bilim çevresinde gerçek bir kabul ediş olmamış, tersine, çeşitli türden yaratılış kuramlarıyla, bu kuramın “boşlukları” doldurulmaya çalışılmıştır. Burjuva bilim çevreleri için, kuramın en çok öne çıkarılan yönü “doğal seçme”ye ilişkin öne sürdüğü sav olmuş ve doğadaki “orman yasası”, “sosyal Darwinciler” taralından topluma da aktarılarak, “güçlünün güçsüzü ezmesi”, meşru ve kaçınılmaz gösterilmeye; böylece kapitalizm ve kapitalist sömürü ebedileştirilmeye ve meşru gösterilmeye çalışılmıştır. Bugün bile, Evrim Kuramı’nın öne sürülmesinden 130 yıl sonra, kuramı doğrulayan onca yeni bulguya karşın, Darwin Kuramı, “eleştirilerek” okutulan, en azından yaratılış kuramlarıyla dengelenerek okutulan bir kuram olmaya devam ediyor. ABD başta olmak üzere pek çok ülkede ise, dinsel duyguları gevşettiği gerekçesiyle ortaöğrenim kurumlarında hiç okutulmuyor. Ama, “sosyal Darwinizm” ve ondan türeyen kuramlar söz konusu olduğunda “Darwin”, bu yanıyla, “büyük bilim adamı” olarak tanıtılıyor, Yine, diyalektiğin matematiksel bir doğrulanmasını da içeren Einstein’in İzafiyet Kuramları (Genel ve Özel), atomun parçalanmasıyla kanıtlanan madde-enerji dönüşümü, diyalektik materyalizmin bilimsel gelişmeler tarafından doğrulanan yeni kanıtlarıyken, burjuva bilim dünyası bu kuram ve gelişmelerle de sadece formüller ve teknolojik sonuçlar itibariyle ilgileniyor ve sorunun felsefi ve artık aynı anlama gelen bilimsel boyutuyla ilgilenmiyor. Oysa gerek izafiyet kuramı, gerekse atomun parçalanmasıyla kanıtlanan madde-enerji dönüşümü, burjuva bilimin temelindeki hareketsizlik ya da hareketi mekanik hareketten ibaret gören; olgu ve olayları nesneler dünyasındaki ilişkilerden soyutlayan burjuva bilim yaklaşımına ağır bir darbedir. Öte yandan burjuva toplumbilimin açmazları karşısında burjuvazi, medya aracılığı ile UFO kuramları yayarak, on bin yıllık insanlığın bilgi birikiminin vardığı sonuçları altüst eden bir “popüler bilim”le, kendi geçmiş mirasındaki bütün olumluğu da reddeden bir “bilim çizgisi”ne gelmiş bulunuyor. Sadece bir-iki örnek verdik. Ama Dilimde sıçramalara kaynaklık eden her yeni adım, yakından incelenirse, görülecektir ki, burjuva bilim görüsünden ayrılındığı, diyalektik dünya görüsüne yaklaşıldığı ölçüde olanaklı olmaktadır.
Türkiye’de, yüksek öğrenimin içinde bulunduğu koşullar göz önüne alındığında, çok daha çarpıcı olgularla karşılaşılır. Öğretim üyesi ve öğrencilerin, başka fi nedenler bir yana, politik görüşlerinden dolayı kovuşturmaya uğraması ve yüksek öğrenim kurumlarından uzaklaştırılması Ortaçağ ile boy ölçüşebilecek bir boyuttadır. Bilimsel çalışma olanakları hemen tümüyle ortadan kaldırılmış, üniversiteler dışa bağımlı sanayinin ihtiyaçlarına yetecek düzeyde eleman yetiştiren birer teknik okula dönüştürülmüştür. Dahası, bilim dışı, ortaçağlarda savunulabilecek bir ‘Türk-İslam Sentezi” felsefesi, resmi felsefe olarak kabulü zorunlu bir “yüksek öğrenim felsefesi” haline getirilmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında benimsenip, üniversitelerin kuruluş temeli olarak saptanan pozitivist, kuşkucu bilim anlayışının boşlukları, bugün Türk-İslam sentezi felsefesine temel olan, dini dogmalarla doldurularak üniversite öğreniminin bilimselliği, 18. yüzyıldan 14-15. yüzyıllara doğru geri çekilmiştir. Pratikte, “çifte doğru”, öğretisine dönülmüştür. Üstelik Ortaçağ’da “çifte doğru” dinin ve bilimin doğrularının ayrılığı üstüne otururken, günümüz Türkiye’sinde “çifte doğru”, dinin doğrularını yalanlayan bilimin doğrularının ve dinsel dogmaların yeniden “yorumlanmasıyla” birleştirilmesi gibi, zırvaya varan bir noktaya ulaşmıştır. Aya gidilmesine, atomun parçalanmasına Kuran’da öngörüler arayan ve “bulan” sentezciler, Evrim Kuramı karşısında İslami yaratılışı, toplum yasalarına karşı Tanrısal yasaları üstün tutan bir “bilim” anlayışını üniversitelerde egemen hale getirmişlerdir.
Bilim ve felsefe alanı gibi, ne olduğu Antikçağ’dan bu yana tartışılan ve sayısız spekülasyonlar üretilen bir alanda, bu yazının sınırları içinde fazla bir şey söylemek olanaksız. Ama gerçekte gelişmiş ve bilime değer vermesiyle övülen Avrupa ve Amerika ile, bizdeki Türk-İslamcı bilim anlayışı arasında esasta bir nitelik farkı yoktur. Fark sadece, bilimsel gelişmeye müdahaledeki yöntemlerin inceliği ya da kabalığındadır. Batı’da bilimin gelişmesi, kapitalistin çıkarlarına uygun değilse finansmanı kesilerek engellenirken, Türkiye’de bu yasak ve kovuşturmalarla yapılmaktadır. Ama sonuçta ikisi de aynı kapıya çıkmakta, bilim, egemen sınıfa hizmetle sınırlı bir faaliyete dönüştürülmüş olmaktadır. Bu yüzden de, ister Türk-İslamcı felsefe ve bilim yaklaşımı (‘ilim’ diyorlar buna), ister pozitivist, deneyci yaklaşımı eleştirmekle başlayalım her ikisi de bir sistem eleştirisine dönmek, diyalektik materyalist bilimsel yaklaşımın, sosyalizmin savunusuna varmak zorundadır.
Demek ki; akademik mücadele, yüksek öğrenim İçin gelen öğrencilerin, bilim yapmaya gelen kişiler olma özelliğinden kalkan ve öğretim Üyelerinin bilim yapma özgürlüğünü savunan; bir bütün olarak, özgür bilim ile kapitalizme hizmetle sınırlı bir bilim anlayışı arasındaki mücadeleyi içeriyor. Sonuçta toplumsal kargaşaya mı yol açar, din ve geleneklerle çatışır mı, çatışmaz mı kaygısından uzak her tür bilimsel çaba, eninde sonunda diyalektik materyalist dünya görüşüne katkıda bulunan bir çaba olacaktır. Bu yola giren her bilimci, kendisi ile tutarlı kaldığı sürece, düzenle çalışan sonuçlara ulaşacaktır. Bu yüzden de bilim alanındaki özgürleşme mücadelesinin, dolaylı bir biçimde de olsa, sosyalizme yönelişi destekleyen bir çaba olarak değerlendirilmesi gerekir.
Hiç kuşkusuz bu kapsamlı mücadele, sadece yüksek öğrenim gençliği içindeki odakların kendi çabalarıyla başarılabilecek bir şey değildir. Ama bu alandaki çalışmanın perspektifinin böylesi bir derinliğe sahip olması da bütün diğer alanlardaki çabaların başarıya ulaşması için zorunludur. Böyle bir perspektife sahip olmadan bu alanda yürütülecek mücadeleler gelip geçici olmaya, genel sınıf mücadelesine yapması gereken katkıyı yapmadan yok olmaya mahkûmdur.
Nitekim;Türkiye’de ’68 hareketinin, sonraki gençlik hareketinden daha kalıcı özellikler taşımasının ve sonraki yılları etkilemesinin en önemli nedenlerinden biri de, bu hareket içinde, yetersiz de olsa böyle bir yanın varlığıdır.
Elbette, 1968’lerde, öğrenci gençlik harekeli, kendisini yöneten, onu genel sınıflar mücadelesinin bir parçası yapacak bir merkeze sahip değildi. Bu yüzden de planlanmış bir akademik mücadele programı ve perspektifi de yoktu. Ama o günün koşulları, (sosyalizmin popülaritesi ve yeni yeni piyasaya çıkan Marksist klasiklerin yutulurcasına okunmasına yöneliş), her dersi, bir materyalizm-idealizm, kapitalizm-sosyalizm tartışmasına dönüştürüyordu. Kantinler, öğrenci dernek ve birliklerinin düzenlediği toplantılar Marksist klasiklerin tartışılmasından, dünya ve ülkedeki çeşitli sorunların, tartışıldığı yerler oldukları gibi, bunların Marksist açıdan eleştirisinin de yapıldığı yerler oluyorlardı. Bugünden bakıldığında bu tartışmalar yüzeysel görülebilir. Ama o gün gerici çevrelerin savunduğu dünya görüşü karşısında devrimci gençlik kesimlerine kesin bir üstünlük sağlıyordu. Bu tartışmalara katılan her genç, bir gerici-faşist karşısında üstünlük sağlayacağından emindi ve bu cesaretle, görüşlerini, kimilere ve kalabalıklara açmakla tereddüt etmiyordu.
Kapitalizmin niteliği konusunda bir şeyler öğrenen öğrenciler kendilerini nasıl bir geleceğin beklediğini gördükleri gibi, bilim ve sanatın kimin hizmetinde olduğunu, gerçek bir gelişmenin hangi sistem içinde mümkün olabileceği konusunda mantıksal olarak ikna oluyorlar, tercihlerini böyle bir bilinçle yapıyorlardı. Kendisine iyi bir gelecek vaat eden okullarda okuyan öğrenciler bile, bu geleceğin kendi istek ve ihtiyaçlarıyla çelişen, burjuvaziye adanmış bir gelecek olduğu bilinciyle başkaldırıya katılıyorlardı. Bu tartışmalar, sadece öğrencileri değil öğretim üyelerini de etkiliyor, kırk yıllık profesörlerin, sosyalizmden, diyalektik materyalizmden yana bir anlayıp yaklaşmasına yol açıyordu. Sonraki yıllarda üniversitelerin (iğretim kademelerinde yer alan, sosyalizm yanlısı öğretim üyeleri, bu tartışmalar içinde, yetişen genç ve orta yaşlı öğretim üyesi kuşağı idi.
Bugün, akademik mücadele alanında yapılması gereken de çok farklı değil, Elbette bugün ulaşılan bilinçle, Türk-İslam sentezciliğine, bireyci felsefelere, pozitivist, bilinemezci bilim yaklaşımlarına karşı ciddi bir savaş açıp, öğrencileri ve öğretim üyelerini ikna edecek derinlikte bir karşı ideolojik saldırı olmaksızın, yüksek öğrenim gençliği ve konumuzla ilgili yanıyla öğretim üyeleri içinde, ciddi kazanımlar beklenmemelidir. Türk-İslam sentezcisi ya da başka türden gerici dünya görüşleri karşısında, onlara üstün gelecek bir bilgiyle donatılmamış, onların çelişki ve açmazlarını diyalektik materyalist bir çizgiden mahkûm edemeyen bir devrimci propagandanın bu çevrede başarılı olma şansı hiç yoktur. Tersine bugün bu çevrede egemen düşünce Türk-İslam sentezciliği, bireycilik ve benzeri burjuva felsefeler olduğuna göre, onunla egemenlik mücadelesi sürdürecek devrimci propagandanın tutum ve söylemde çok daha radikal olması gerekir. Radikallik kuru gürültüyle değil bilim ve diyalektik materyalizmin sağladığı bilgi birikimiyle olabilir bir şeydir. Bugün ise tam tersine devrimci propaganda, burjuvazinin “uzlaşma”, “sınıflar-arası işbirliği” safsatasının da etkisiyle, savunmacı bir söylem ve tutum içindedir. Bu tutumun gericiliğe prim verdiği apaçık ortadadır. Ve bundan cesaret alan gericilik, kendi söylem ve tutumunda daha cesur davranmakta bu nedenle de yığınlar üstünde etkili olmaktadır.
Öğrenci gençliğin, çok somut taleplerinden kalkıldığında bile ciddi bir kitlesellik sağlanmadığı ortadadır. “Duyarsızlıktan”, “bireycilik”ten vb. yakınılmaktadır. Ama bu olumsuzluklar kişilerin doğuştan özünde olan şeyler olmayıp, doğrudan doğruya ülke ve yüksek öğrenim kurumlarında egemen felsefenin türevleridirler. Bu felsefe karsısında ciddi bir saldırıya geçilmedikçe de çok fazla değişik sonuçlar beklenmemelidir.
Yüksek öğrenim kurumlarında da, gündelik kimi talepler etrafında ve genel sınıf hareketinin yarattığı etkiyle kimi kitlesel çıkışlar olsa bile, yüksek öğrenim gençliğinin devrim mücadelesine asıl katkısı bu alanda, diyalektik materyalizmin, sosyalizmin her türlü idealist dünya görüşü karşısında bilimdeki gelişmelerle zenginleştirilmiş bir diyalektik materyalizm, sosyalizm savunusuna güç katmak olacaktır. O zaman diyalektik materyalizm savunucuları sadece tanınmış Marksist politikacılar değil, daha çok bilim ve sanat adamları, uzmanlar olacak; kentli bilim ve sanat dallarının katkılarıyla savunacaklardır sosyalizmi. Sadece sosyalist gerçekçi sanatın mantıksal bakımdan üstünlüğü savunulmakla kalınmayacak, sosyalist gerçekçi sanat ve kültür adamları, yaralılarıyla da sosyalizme güç vereceklerdir. Yığınların gözünde de sosyalizm, sanat ve bilimle sınırlı da olsa, ete cana kavuşmuş olarak çıkma şansına sahip olacaktır.
Akademik mücadelenin bu kavranışı, üslup olarak da yüksek sesle konuşmayı zorunlu kılar. Her ders, her toplantı, (yöntemi doğru seçilmek koşuluyla) bir kürsüdür artık. Fikirlerini cesaretle ve bilinçle savunan propagandacının, bütün karşı fikirleri çürüttüğünde, bir çıkara angaje olmamış en geniş öğrenci yığınlarını kazanmaması için bir neden yoktur. İşte ancak, böyle bir perspektif yaşama geçirildiğinde, son yıllarda ortaya çıkıp hızla çoğalan, bir kaçış ve çaresizliğin sığınağı olan bilim ve sanat kulüpleri, yığınları kazanmanın dayanakları, bütünlüklü bir faaliyetin özel çalışmalarının yapıldığı bir işleve sahip çevreler haline gelebilirler.
Elbette ki söylenenlerden, öğrenci gençliğin günlük taleplerinin önemsizliği ve bunlara sut dönülmesi gerekliği çıkarılamaz. Ama böyle bir perspektife sahip olmadan, böylesi derinlikli bir propagandayı örgütlemeyi amaçlamadan yürütülecek ajitasyonun kalıcı başarılar için yetmeyeceği ortadadır.
Bugün, İslamcı ve Türk-İslamcı çevrelerin kalıcı başarılar kazanmış olmalarının temelinde yatan nedenlerden biri, kendi dünya görüşlerini radikal bir biçimde savunarak, belirli bir kesimi de olsa mantıksal olarak kendi görüşlerine ikna etmiş olmalarıdır. Gericiliğin üniversitelerdeki mevzilerinden sökülmesi için, onlardan daha radikal ve onların görüşlerinin eleştirisini de içeren bir propagandanın yürütülmesinin zorunluluğu ortadadır. İlk bakışta, akademik mücadelenin karşı taraftaki aktüel rakibinin, bu Türk-İslamcı ekip olduğunu söylemek yanlış olmaz.
YÜKSEK ÖĞRENİM GENÇLİĞİNİN ÖRGÜTLENMESİ HANGİ TEMELDE OLMALIDIR?
1960’ların ortalarında, öğrenci gençlik içinde devrim ve sosyalizm fırtınası esmeye başladığında, hemen her fakülte ve yüksek okulda, her öğrencinin doğal olarak üye bulunduğu, öğrenciler tarafından meşru görülen öğrenci dernekleri ve birlikleri vardı. Yüksek öğrenim gençliğinin en kitlesel eylemleri olan 68 ve sonraki yıllarda gelişen eylemler bu dernekler üstünde yükseldi. Dev-Genç bu derneklerle sıkı ilişki içinde doğdu ve öğrenci gençlik yığınları içinde meşruiyet kazandı. 70’li yıllarda hem dernek hem de Dev-Genç türü örgütlenmeler, Özgürlük Dünyası’nın değişik sayılarında değindiğimiz nedenlerden dolayı işlevsizleşti.
12 Eylül’den sonra, 12 Eylül öncesinin işlevsiz örgüt biçimleri, üstelik onları işlevsizleştiren politikalar ve çalışma tarzıyla yeniden canlandırılmak işlendiyse de başarısız oldu. En azından, gelinen noktada böyle olduğu açıkça görülmekledir.
Bugün, ‘80 öncesinden farklı olarak, yüksek okul öğrencileri içinde asıl eğilim ‘68’lerde Avrupa ve Amerikan gençlik örgütlerine benzeyen ‘otonom’ örgütlenmelere doğrudur: Çeşitli kulüpler (fikir kulüpleri, sinema kulübü, fotoğraf, folklor, bilim vb kulüpler), dergi çevreleri ya da yaşam alancılık’ vb. gibi anarşist gruplanmalar daha popüler örgütlenmeler olarak görülmekledir öğrenciler tarafından. Dernekler ise; kimi siyasi eğilimden öğrencilerin “örgütü” durumundadır. Ve dar grupçuluk, kişisel sürtüşmeleri kışkırtan bir etken olarak rol oynadığı için dernek içinde olanlar arasında bile epeyce zamandan beri bir kitle örgülünün unsurları arasında olması gereken ilişkiler yoktur.
Başka ülkelerdeki örneklerine bakıldığında ‘otonom’ diye nitelenen örgüt biçimlerinin, politikadan uzak durmanın, ya da aynı anlama gelmek üzere politik nitelikteki örgütlenmelerin etkinliklerini yitirdikleri dönemlerde yaygınlaşan örgüt biçimleri olduğu görülmektedir. Bizde de bu örgütlerin ortaya çıktığı dönemin benzer özellikler taşıdığı görülür.
Kuzey Amerika ve Avrupa ’68 öğrenci hareketi bu türden otonom gruplar üstünde yükselmişti. Ama bizde derneklerin gördüğü işlevi, orada, otonom grupların bir federasyonu ya da başka türden birliği değil de bir biçimde öne çıkan öğrenci liderleri yapmıştı. Bu yüzden de hareket kalıcı olamamış kısa sürede dağılıp, otonom grupların içe dönük faaliyeti, egemen öğrenci tutumu olarak yeniden yaygınlaşmıştı.
Kuşkusuz, bugün Türkiye’deki öğrenci gençlik hareketi içinde otonomi eğilimi de geçicidir. Türkiye gibi, sınıfsal ve ulusal çelişmelerin en keskin bir biçimde kendisini ifade etme koşullarının çok uygun olduğu bir ülkede öğrenci gençlik yığınlarının daha uzunca bir süre politikadan ilgisiz durması beklenir değildir. Bugün, baskı ve terörün yanı sıra anti-emperyalist, anti-faşist ve sosyalist ajitasyonun uzağında kalan öğrenci yığınları kendi içine kapalı otonom örgüt biçimlerine yönelmişlerdir, ama bunlara, doğru politikalarla yaklaşılır, otonom gruplar küçümsenme ve dışlanma yerine dünya ve ülke sorunlarını tartışan bir noktaya çekilebilirse, yakın geçmişte olumlu bir örgütlenme ve mücadele geleneğine sahip öğrenci gençliğin merkezi mücadele örgütlerinde birleşmemesi için bir neden yoktur. Ancak bunda ön koşulun, yüksek öğrenim gençliği içindeki çalışmanın biçim ve içeriğinin değişmesiyle sıkı bir ilgisinin olduğu, yukarıda akademik mücadele için söylediklerimizin içinde olduğu unutulmamalıdır. Yani, otonom grupların asgari birliğinin sağlanması, otonomiye yol açan düşünsel ortamın değiştirilmesi, mistik, ‘bireysel görüşlerin yerini devrimci bir dünya görüsüne terk etmesi, en azından bu alanda devrimci dünya görüşünün bir ilerleme kaydetmesiyle olanaklıdır. Kaldı ki; otonom gruplarla bir iletişimin kurulmasının ilk koşulu da, onları ciddiye almak, ama aynı zamanda ciddi bir eleştiriden getirmek, otonom görüşlerin açmazlarını sergilemekten geçmekledir.
Yüksek öğrenim gençliğinin içinde bulunduğu duruma daha yakından bakıldığında, otonomi eğiliminin daha çok devrimci-demokratik düşüncelerin etkisine açık çevrelerde etkin olduğu, dinci-gerici çevrelerin ise çok ciddi merkezi örgütlülükler içinde yer aldığı görülür. Başka bir söyleyişle, durum, ‘60’lı, ‘70’li yıllardakinin tersine dönmüştür. Dinci-gerici çevreler, bugünkü başarılarını biraz da geçmiş yıllardaki devrimci öğrenci hareketinden öğrenmesini bilmelerine (Kendi dünya görüşlerini kararlı bir biçimde savunma, düzeni kendi açılarından derinlemesine eleştirme ve olabileceği kadar tutarlı bir ‘yeni düzen’ programını sunma) borçludurlar. Devrimci-demokrat Öğrenci Hareketi, kendi geçmişindeki olumlu yanı yeniden hatırlar, devrimci-demokrat öğrenci gençlik çevreleri buna uygun tutum alırsa, merkezi gençlik örgütlenmesinin öğrenci yığınlarını çatısı allında toplamasının en azından sübjektif engelleri ortadan kalkacaktır.
Otonomi eğilimi, kendiliğinden öğrenci muhalefetinin, bireyci ideolojinin etkisi altında ‘keşfettiği’ bir biçimdir. Yüksek okul öğrenimi içinde öğrendikleriyle tatmin olamayan, baskı ve polis teröründen hoşnutsuz olan gençler otonom örgütlenmeyi, sorunlardan kaçışın sığınağı olarak görmekledir, bu sığınaklarda, bilim ya da sanatın bir dalında bilgisini derinleştirerek, sorunlardan kaçışın yarattığı boşluğu dengelemeye çalışmaktadır öğrenciler. Ve kapitalizm koşullarında öğrenciler bu eksikliği hep duyacaklardı? Ama bu eksiklik, devrimci bir dünya görüşüyle doldurulduğu takdirde, bugün politikadan kaçışın bir aracı olan çeşitli sanat ve bilim kulüpleri doğrudan doğruya devrimci propagandanın dayanakları durumuna geleceklerdir. Öğrenciler buralarda, gerici bilim ve sanat anlayışlarına karşı mücadele içinde yetişecek, devrimci bir dünya görüşüne destek verecek ciddi bir çalışma içinde olabileceklerdir. Bu yüzden de, yüksek öğrenim kurumlarında çeşitli türden kulüplerin ortaya çıkması bir sakınca değildir. Sakıncalı olan, kulüplerin, politikadan ve gericiliğe karşı mücadeleden kaçışın sığmağı olmasıdır. Bunun aşılmasının yolu ise, öğrencileri düzene karşı mücadeleye çekecek somut talepler etrafında birleştirme çabasından vazgeçmeden, ama asıl olarak akademik mücadeleyi layıkıyla yürütebilmektir. Sınıf mücadelesine, yüksek öğrenim gençliğinin vereceği asıl kalıcı destek de bu olacaktır.
Ocak 1993