Belediye İşçileri Grevinin Ardından

1992’nin ilk sekiz ayı içinde, emekçi sınıfların mücadelesi bakımından, en önemli iki olaydan birisi (diğeri kamu çalışanlarının Haziran-Temmuz eylemleri) belediye işçilerinin grevlerinin yasaklanmasıyla sonuçlanan mücadeledir.
Ortaya çıktığı koşullar olağansa, ekonomik nedenlerden ortaya çıkan grevler de olağandışı bir özellik göstermezler. Bu türden grevler, uzun ya da kısa bir zaman sürdükten sonra, bir süre sonra greve katılanlar dışında pek kimsenin anımsamadığı bir başarı ya da başarısızlıkla sona ererler; sonra da unutulup giderler. Her yıl gerçekleşen onlarca grevin çok büyük çoğunluğu bu türden grevlerdir. Ama grevin ortaya çıktığı koşullar (hem diğer işkollarındaki koşullar hem de ülkenin siyasi ekonomik koşulları) olağandışı özellikler taşıyorsa (greve katılan işçi sayısının çokluğu, işkolunun özellikleri, greve neden olan istemin işveren için kabulünün sonuçları, para, iş güvencesi vb.) greve katılan kişi az ya da grev çok kısa da sürse, bıraktığı izlerle anımsanır. Zonguldak, MESS grevleri ve en son belediye grevi gibi.
Nedir belediye grevine, her hangi bir ekonomik grevin sınırlarını aşan özellikler yükleyen etkenler; kısaca göz atalım:
a) 3 Ocak ve Zonguldak sonrasında, nispeten geri çekilen işçi mücadelesinden yararlanan kapitalistler, intikam alırcasına bir işçi kıyımına girişmişler; işçi kıyımı ’91 sonlarında, taşeronlaştırma, şirketleşme yoluyla kamu sektörüne de yansımış; özellikle İzmir ve İstanbul belediyelerinde çok sayıda işçi ya işten atılmış ya da iş güvencesi tehdit altına alınmış olarak TİS görüşmelerine başlanmıştır. Bu durum belediye sözleşmelerinde, önceki yıllardan farklı olarak, iş güvencesinin sağlanmasını en önemli sorun olarak masayı getirmiş, grev için ücret dışında daha temelli bir kaldıraç işlevi görmüştür.
b) Pek çok belediyede başvurulan şirketleştirme ve işlerin taşeronlara devredilmesine gidilmesi; bu uygulamaların gelecekte bütün belediyelere yaygınlaştırılacağı doğrultusundaki söylentiler ve belirtilerin ortaya çıkması, bütün belediyelerde hoşnutsuzluğu had safhaya çıkarmıştı. Öyle ki, grev öncesinden de pek çok belediye işçisi, bu uygulamalara karcı mücadele için direnişteydi. Bu durum grev için olumlu bir dayanak oluşturuyordu.
c) Newroz sonrasında bir bocalama devresi geçiren Kürt ulusal mücadelesi, yatla birlikte daha atak bir görünüm kazanmıştı. Büyük kentlerdeki, Kürt esnaf işportacılara karşı, belediye-polis işbirliği, önemli bir kesimi Kürt olan belediye işçilerini burjuva basınının ve politikacılarının hedefi yapmak için yeni bir gerekçe oluşturuyordu. Ama belediye sendikalarını ele geçiren reformcu ve kendi kendisine devrimci demekten öte devrimcilikle bir ilişkisi kalmamış sendikacılar, yükselen Kürt mücadelesi ile belediye işçilerinin mücadelesi arasında bir ilişki kurmaktan özellikle kaçınmış, belediye ve basının kamuoyunun dikkatini “bilmem kaç milyonluk ücrete” çekilmesi oyununun aleti olunmuştur.
Belediye’de hoşnutsuzluğun arttığı, yer yer gösterilerin başladığı günlerde, kamu emekçileri de yoğun mücadele günleri yaşıyor, binlerce memur Ankara’da “hükümetin kapısına dayanıyor”du. Ama ne belediye işçileri memurların eylemlerini desteklemek için ciddi bir tutum alıyor, ne de memurlar belediyecileri yüreklendirecek bir tutum içindeydiler. Sendikacılar, ne greve gelen süreçte, ne de grev sırasında grevin gidişatını olumlu etkileyecek bu iki dinamiği, memur ve Kürt mücadelesiyle dayanışmayı görmezden geldiler. Tam da belediye hükümetlerin istediği gibi, kendilerini tecrit ettiler.
d) DİSK’in örgütlenme çabaları içine girmesi sorunun saptırılmasına dayanaklık eden nedenlerden bir diğeri oldu. Belediye, özellikle sosyal-demokrat belediye başkanlarıyla yakınlık, hatta amir-memur ilişkisi içinde bulunan DİSK ve DİSK’e bağlı Genel-İş’in irili ufaklı yöneticileri, grevin başarılı olmaması için ellerinden geleni yaptıkları, ciddiye alınması gereken iddialardan birisi. Çünkü İstanbul Büyükşehir Belediyesi adına TİS görüşmelerine oturanlardan biri, ne yazık ki bugün DİSK’in üst yöneticilerinden biridir. Öte yandan RP’li belediyelerde Hizmet-İş’i devreye sokmuştur. Böylece belediyeler Genel-İş ve Hizmet-İş’i devreye sokarak bir yandan Belediye-İş’i tehdit etmişler, bir yandan da Belediye-İş’in başarısızlığından yararlanarak sendikayı bölmeyi amaçlamışlardır.
Belediye işçilerinin grevi için, grevi olumlu ve olumsuz bir biçimde etkileyecek bu unsurların yanı sıra, grevin belediye işçilerinin istemlerini aşan bir-kaç özelliği daha vardı. Bunlardan birincisi; bir önceki sözleşmeden geliyordu. ’90 sözleşmesinde belediye işçileri kararlı ve mücadeleci tutumlarıyla belediyeleri geriletmiş, önceden çıkılması düşünülmeyen bir ücret zammı sağlamışlardı. Dahası, bu ücret zammı, sonraki sözleşmelere de emsal teşkil ettiğinden, bu rakamın altındaki sözleşmelere sendikacıların imza atması pek olanaklı olamamıştı. O günden başlayarak burjuvazinin sözcüleri, her vesile ile belediye sözleşmesini kötü örnek olarak göstermiş, belediye işçilerini, “çöpçüler”, “ver yesin ört ölsün”, “çöpçü maaşı genel müdür maaşından fazla” vb. gibi spekülatif verilere dayanan bir propaganda ile, aralıksız olarak belediye işçilerine ve olası “yüksek ücret” istemlerine karşı kamuoyu oluşturmayı sürdürmüştür. Dolayısıyla burjuvazinin sözcüleri, sorunun belediye işçilerini ücret ve iş güvencesi değil, öteki işçilere de emsal olacak bir özellik taşıdığını fark etmiştir. İkincisi ise, şirket-taşeron uygulamasıyla ilgili: Taşeronlaştırma belediye hizmetlerinin “ucuza görülmesi”nin bir yolu olarak sürekli olarak yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. Eğer bu uygulama başında nihayet ‘seçilmiş’ yöneticilerin olduğu belediyelerde engellenemezse, başında “atanmışların” bulunduğu, diğer kamu kuruluşları ve özel sektörde hiç engellenemez imajı yaratılmaya çalışılıyordu. Ya da aksine, eğer belediyede taşeronlaşma engellenirse, diğer kuruluşlara emsal teşkil edeceğinden, taşeronlaşmaya başvurulan her yerde direnişler, grevler kaçınılmaz olacaktı. Bu yüzden belediye ve hükümet, 90 sözleşmesinde yer alan (taşeron ve şirketleşmeyi anlamsız hale getiren ’90 sözleşmesinin 5. maddesi) düzenlemeyi bu sene kabul etmeyerek, sendika ve işçileri teslim almak istiyordu. Üçüncüsü ise; belediye işyerleri kentlerin ortalarındaydı ve her belediye grevi öncesi ve sonrası kent protestolara sahne oluyor, ana caddeler işçi gösterilerine sahne olarak herkese ‘kötü örnek’ oluyordu. Burjuvazi ve hükümetler bundan tedirgin oluyor, bu kötü görüntülere bir çare arıyorlardı. Son grevde, geleceğe yönelik bu hesabı da yaptılar. Çünkü temizlik işi bütün kent halkını doğrudan ilgilendiren bir işti ve bu yüzden grev nedeniyle bir kamuoyu tepkisi kaçınılmazdı. Asıl önemli olan tepkinin işçiler lehine mi yoksa aleyhine mi olacağı idi.

UZUN VADELİ HESAPLARA GÜNÜ KURTARACAK POLİTİKALARLA KARŞI DURULAMAZ
Gelişmelere bakıldığında, hükümet ve belediyelerin geleceğe yönelik planları değerlendirildiğinde; belediyeler, hükümet ve burjuvazi için; belediye işçileri, mücadele edemeyecek biçimde dağıtılmalı, toplu olarak belediyelerin karşısına çıkamamalı, kentlerde hizmeti durduracak eylemler olmamalıdır. Taşeronlaştırma, belediye hizmetlerini ‘ucuzlatmaktan’ çok işçi mücadelesini parçalamaya yönelik bir uygulamadır. Ve şu bilinmelidir ki; belediyeler bir daha ki sözleşme döneminde, karşısında 50-100 bin kişiyi temsil eden sendika görmek istememekte, daha doğrusu, hizmeti kendisiyle sözleşme yapmayan taşeronlara ihale ederek ‘işçi derdinden’ kurtulmayı hesaplamaktadırlar. Bunda ne ölçüde başarılı olacaklarını belirleyen de, işçilerin mücadelesi olacaktır. Eğer işçiler, sınıfın öteki kesimlerinin sorunlarıyla kendi sorunlarının, memur mücadelesiyle kendi mücadelelerinin, Kürt özgürlük mücadelesiyle işçi sınıfı mücadelesinin ortaklığını kavrar, bu kavrayıştan kalkan politikalar doğrultusunda bir eylem çizgisi izlemeyi başarırlarsa, belediye başkanları ve hükümet amaçlarına varamaz. Değilse, bir dahaki sözleşmeler, belediyelerle değil, eğer taşeron işçilerinin örgütlenmesi başarılabilirse, taşeronla yapılabilecektir.
Kısacası; hükümeti de arkalarına alan belediyeler, günlük kaygılarla hareket etmiyor, tersine en azından önümüzdeki bir kaç yılın hesabını yapıyor, işçilerin ve sendikanın yanlış ve zaaflarından yararlanarak planlarını yaşama geçirmeye çalışıyor. Ama karşılaştığı sorunları aşmak için çok daha titiz olması gereken sendikanın hiç bir planı görünmüyor. Bırakalım planı bir kaç gün sonra grevi çıkıp çıkmayacağını bile tahmin etmekten aciz, işçilerden kopuk sendika. İşçilerin öfkesini görünce keskin nutuklar atıyorlar, ama gerçekte ortalığı bir an önce “yatıştırmak”, işçileri devre dışı bırakmak için entrika çeviriyorlar. Bu grevin başarısının kendileri için de son şans olduğunu görmüyorlar.

DİRENİŞLERDEN GREVE
TİS görüşmelerinin uyuşmazlıkla sonuçlanacağının belli olmasından sonra, işçilerin tepkileri de yoğunlaştı. İstanbul ve Ankara başta olmak üzere işçilerin yoğun olduğu yerlerde sayısı binlere varan kalabalıklarla, vizite eyleminden sokak gösterilerine bir dizi eylemler yapıldı. Bu süre içinde şu çok açık görüldü; gelinen aşamada, belediyenin kabul ettiği koşullarda bir sözleşmeye imza atılmasını işçileri kabul etmeyecekti. Bu yüzden de, Belediye-İş yönetimi sözleşmeyi imzalayamadı.
TİS görüşmeleri boyunca belediyeler, işçi isteklerinin olanaklarını aştığını, iddia ederek, bir işçinin aylık ücret isteminin 11-21 milyon TL arasında değişen hesaplarla, özellikle küçük burjuva çevrelerden tepki oluşturmaya çalıştılar. Abartılmış rakamlar, mühendis, doktor, profesör vb. maaşlarıyla kıyaslanarak işçi istemlerinin toplumsal bir “haksızlık” yaratacağı intibaı uyandırılmaya çalışıldı. Dahası, “mezar parası”, “sünnet” vb. gibi, daha çok sendika içi ‘sen-ben’ kavgalarının ifadesi olarak taslaklara giren bu türden “garip” istekler öne çıkarılarak işçiler, hem ne isteyeceğini bilmeyecek kadar cahil, hem de her şeyi isteyecek kadar aç gözlü, bencil kimseler olarak tanıtılmaya çalışıldılar. Burjuvazi, sendika ve işçileri, sadece ekonomik olarak köşeye kıstırmayı amaçlamadı, ideolojik olarak da; çirkin, cahil, kendisinden başka kimseyi düşünmeyen bir tip çizmeye, işçileri yalnızlaştırılmaya çalıştı. Resmi ve özel TV kuruluşları ile büyük başının bütün olanakları, belediye ve burjuvazi tarafından sonuna kadar kullanıldı. Sendika ise, burjuvazinin bu ideolojik saldırısı karşısında bir şey yapmaktan adeta kaçındı. Elbette Belediye-İş yöneticilerinden işçi sınıfının dünya görüşünden kaynaklanan bir tutum, bir tutarlılık beklenemezdi. Ama onlar, hiç olmazsa girdikleri dar boğazı aşacak kimi pragmatist politikalar izleyebilirlerdi. Örneğin, ayağa kalkmış memur yığınlarına açık ve lafta olmayan bir destek vermek, memur hareketini belediye işçilerinin eylemiyle destekleyip, memurları kazanmak için bütün koşullar uygunken, sendika bundan şiddetle kaçındı. İşçilerin çeşitli kentlerde memur eylemini desteklemeye yönelik girişimleri de bir jest olmanın ötesine geçemedi. Dahası, Sendika, memur hareketi yanı sıra Kürt mücadelesine yakın durmaktan grev boyunca da özen gösterdi. Burjuvazinin öne çıkardığı ücretler üzerindeki spekülatif propagandayı Kürt mücadelesine ilişkin çıkışlarla tepetakla etmek mümkünken, sendika burjuvaziden değil de iletişim araçlarında görevli, ‘her devrin adamı’ kimi zibidilerden yakınmakla yetindi. Kısacası; grevin ortaya çıktığı koşullarda, grevin başarıya ileriye götürülmesi için dayanılması gereken iki devrimci dayanak Belediye-İş sendikasının yöneticilerince hiç değerlendirilmedi. Ama karşı taraf; işçi kıyımının yarattığı baskıyı, DİSK ve Hizmet-İş’i, belediyelerdeki taşeronlaşmanın mücadelede yarattığı tahribatı sonuna kadar kullandı, sendikayı ve işçileri adım atamaz duruma getirmeye çalıştı.
Bırakalım başka şeyi; işçi sınıfının mücadelesinin kanıtladığı en bilinir gerçeklerden birisi; her grevde, karşı sendika ve sendikasız işçileri de (Belediye-İş koşullarında, sendika yönetimince temsil edilmediğini düşünen işçi çevreleri demek daha doğru olur) kapsayan, demokratik bir tarzda seçilmiş “grev komiteleri”nin, her grevin vazgeçilmez yetkili organı olduğudur. Ne var ki; Belediye-İş, Grev Komitelerine hiç yaraşmadı. Kimi yerlerde grev komitesi kurmaya kalkanlar da, kitaplarda böyle bir şey var dercesine, grevin işçi temelini genişletmek, daha çok işçiyi doğrudan mücadeleye çekmek yerine, grev yerindeki en dar siyasi kümelenmelerin kendi aralarındaki bir ‘yasak savma’ komitesi olmanın ötesine geçmedi. Ve daha da kötüsü, grev sırasında işçiler, grevin ortaya çıkaracağı sorunlar konusunda diğer işçiler ve semt sakinleriyle diyalog içine girmek yerine, sorunları istismar eden basına kızmakla yetindiler. Daha doğrusu sendika grevi, sadece iş yapmamaya dönüştürdü. Oysa bir genel hizmet grevi olduğu için, belediye hizmetlerinin durması başta temizlik olmak üzere pek çok sorun çıkaracağı bilinmeyen bir şey değildi. Ve bu durum küçük burjuvazi ve diğer halk kesimlerinden tepki alacaktı. Hele basın ve TV kışkırttığı zaman çok daha tehlikeli gelişmelere sahne olabilirdi grev. Ama olmadı; onca kışkırtmaya karşın olmadı, Belediye-İş’in bu konuda hiç bir faaliyet içine girmemesine karşın olmadı. Çünkü belediye ve grevin ortaya çıkardığı sorunlardan grevin amaçlarından da öte çıkarlar bekleyenlerin kışkırtmasına karşın, kent sakinleri, belki biraz hoşnutsuz oldular, gerici örgütlenmeler içindeki esnaf ve kabzımalların bir kaç grev kırma teşebbüsü olsa da, sonuçta bunlar ciddi çatışmalara varmadan önlendi. Kısacası kışkırtıcılar, bu anlamda bir çatışma yaratamadılar, ama TV, basın ve ‘aydınlara’ dayanarak, ‘herkesin’ greve karşı olduğu gibi bir hava yarattılar. Bunu da; grevin ertelenmesi deniyor, ama gerçekte yasaklanması için kullandılar. Bu gün çeşitli, işçilerden yana olduğunu iddia eden basın organlarında belediye grevi için kara tablolar çiziliyor, ‘keşke bu grev olmasaydı, başka grevler içinde engel olan bir grev oldu’ yollu ağıtlar yakılıyor, içten içe de bir daha grev olmasın duası yapılıyor. Oysa pek çok zaafına karşın belediye işçilerinin grevi önemli dersler içeren bir mücadele olmuştur, her şeyden önce grev öncesindeki binlerce işçinin çeşitli türden gösterileriyle, çoktandır başvurulmayan sokak gösterilerini yeniden gündeme getirmiştir. İşçiler, kendi ekonomik mücadelesi sınırları içinde kaldıkça yalnız başlarına olduklarını görmüşlerdir. En önemlisi de, TV, Basın, sosyal-demokrasi, SHP, DYP, demokratikleşme, grev hakkı, yasa yasal hak, mahkeme vb. pek çok şey konusunda ayrıntıda olmasa da bir şeyler öğrenmiş, içinde düzene karşı bir şeyler kıpırdamıştır.
Nihayet, grev ertelendiğinde bu birikim açığa vurmuş; işçiler, ileri işçiler ve işyeri temsilcileri sorunun genel bir grevle çözülmesi için talep öne sürmüşlerdir. Bu bir öz savunma, ya da işlerine öyle geldiği için öne sürülüyor gibi görülürse de, yapılan tartışmalarda dayanakların konuş biçimi; işçinin, bir işçi-burjuvazi, belediye, hükümet ve belediye işçisi zıtlaşmasının olduğunu, bu zıtlaşmada kendi yerini fark ettiğini göstermektedir. Nitekim işçilerin içten gelen tepkisi karşısında Fuat Alan ve Şevket Yılmaz, direnişten genel greve kadar her eylemde varız demek zorunda kaldılar. Ne var ki; tepkinin sendika ağalarını gerilettiği koşullarda devrimci mücadeleye önderlik etme iddiasındaki işçilerin de öne çıkıp işçinin sesi olması beklenirken, adeta ‘ağaların konuştuğu yerde herkes susar’ prensibi işlemiş, mücadelenin yükünü omuzlarında taşıyan işçiler, orada, ağaların işçileri aldatmalarının aleti durumuna düşmüşlerdir. Bu yüzden de, ağalar işçinin nefesini enselerinde hissetmemenin rahatlığı ile işi zamana bırakmışlardır. Ve aynı nedenle ileri işçiler, ağalara ve sendika yöneticilerine hesap sorma olanağını elden kaçırmışlardır.
Komünist ve devrimci işçilerin zaaf ve eksikliklerine karşın, işçiler sıradan bir ekonomik grevden öğreneceklerinden çok daha fazla şey öğrenmişlerdir. Ki bu, belediye işçisi için bugünkü koşullarda elde edebileceği en önemli kazançtır. Daha iyisi olamaz mıydı? Neden olmasın! Sendika, kendisine, özellikle seçim sırasında, devrimciyim diyen sendika şube yöneticileri, ileri işçiler, sorunları kendi günlük ilişkileri ve kısa gün karı için istismar yerine sınıfın çıkarlarını esas alan, bir faaliyet içinde olsalardı, adına layık grev komiteleri örgütleyip bunları çalıştırmayı başarsalar, uygun taktiklerle, diğer işçi kesimlerin, memurları, şehir halkını kazanacak taktikler geliştirilebilseydi, bırakalım başka şeyleri, hükümet grevi ertelemeye cesaret edemeyeceği gibi, belediyeler de günlerce direnemezdi. Çünkü açıkça görünen o ki; belediyelerin uzlaşmazlığının arkasında grevin tam da böyle; ‘greve gidilir, her yan pislik dolar, halk pislikten bezer homurdanmaya başlar, hatta grevcilere saldırır, bunu bahane eden hükümet de grevi erteler,’ hesabı vardır. Böylece de belediyeler, hem işçiyi YHK’ya götürerek ücret ve sosyal hakları düşük tutarak kazanacaktır; hem de yaratılan kamuoyu sayesinde, özelleştirme-taşeronlaştırmayla ‘işçi sorunu’ geleceğe yönelik olarak da halledilmiş olacaktır. Elbette Belediye-İş yöneticileri de bunun farkındaydı, ama çatışma öyle keskindi ki; iki seçenekle yüz yüzeydiler: ya işçilerden yana tavır alıp belediyeler, hükümet ve iş çevreleriyle arayı bozacak, sınıf mücadeleci bir çizgiye geleceklerdi, ya da kafalarını kılıcın önüne uzatıp, sonlarına efendilerinin karar vermelerini bekleyeceklerdi. Belediye-iş yöneticileri, bugüne kadarki görgü ve alışkanlıkları doğrultusunda davranıp ikinci yolu seçmişlerdir. Ve öyle görünmektedir ki; eğer Belediye-İş, kendisini toparlayıp, yeni manevra alanları bulamazsa, sözleşmenin bu haliyle sonuçlanmasının belediyenin bundan sonra yapacağı saldırıların sorumlusu olarak görülecektir. İşçinin tepkisini kazanmış bir Belediye-İş’in, belediyeler, (hatta hükümet) Genel-İş ve Hizmet-İş tarafından paramparça edilmesi çok zor bir iş olmayacaktır. Hiç kuşkusuz, Sorunun böyle bir noktaya gelmesinde sadece Belediye-İş’in Genel Merkez ağaları sorumlu değildir. Mangalda kül bırakmayan, hemşerilikten, aşiretçiliğe kadar her yolu kullanan, ama kendisine devrimci demekten, şu ya da bu devrimci siyasi çizgiyi izlediğini söylemekten de geri durmayan şube başkan ve yöneticileri de o kadar, manevi bakımdan onlardan daha da fazla sorumludur. Çünkü daha grev öncesinde, işçi tepkisinin radikalleşmesini önleyen, mücadeleyi salt ekonomik talepler sınırı içinde tutup, işçilerin yalnızlaşması ve tecridini sağlayan yanlış politikaları bunlar ürettiği gibi, bugün de, yeni bir kalkışma için, ne olup bittiğini tartışıp yeni yönelişlere girmek için bir araya gelmek için bin bir bahane uyduranlar da bunlardır. Bugüne kadar, taşeron işçilerini de örgütleyip kadrolu işçilerle birleştirmek yerine taşeronlaştırmadan yakınmakla yetinen de Genel merkezle birlikte şubelerdir. Oysa henüz her şey kaybedilmemiştir; işçileri yeniden mücadeleye çağıracak, yeterince gür bir ses, işçi düşmanlarının heveslerini kursağında bırakabilir. Belediye işçileri şubelerden, ileri işçilerden, devrimci komünist isçilerden bunu bekliyor ve şubelerin, belediye isçileri içindeki devrimci ve komünist işçilerin bunu yapmak için olanak ve prestijleri henüz vardır. Ama önlerinde çok zamanları yoktur. Sözleşme bu haliyle imzalanır ya da YHK’dan çıkarsa, Belediye işkolundaki mücadelenin koşullan bugünküyle kıyaslanmayacak kadar zorlaşacak; yeni koşullar yeni taktık ve çalışma yöntemleri geliştirmeyi zorunlu kılacaktır.
Belediye-İş Sendikası, yöneticileri ve isçileri dar ve zor bir patikadan geçiyorlar. Enerjilerini ve olanaklarını yerinde ve sonuna kadar kullanabilirlerse bu dar geçidi kazasız-belasız geçme şanslarını hala koruyorlar.

Eylül 1992

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑