Çöp Ve Şırnak

Kürdistan’ı odak noktası olarak seçen ve Irak’taki durumla bağıntılı olarak uluslararası boyutta yürütülen emperyalist politikaların uygulanmasında, Türkiye’nin üstlendiği rol, iç politikanın yeniden düzenlenmesini, her türden halk hareketinin ve muhalefetin kesinlikle ve acilen susturulmasını gerektiriyor.
Türkiye’nin Kürt ve Türk, bütün emekçilerinin mücadelesinin birleşik bir hal alması, en azından bunun eşzamanlı biçimler kazanması, böyle bir politikanın yürütülmesinin olduğu kadar, faşist diktatörlüğün diğer bütün ekonomik ve siyasal yaptırımlarının da başlıca engeli olacaktır.

Ağustosta, iki toplumsal olay, başta üç büyük kent olmak üzere başlıca yerleşim merkezlerini etkileyen belediye işçileri grevi ve sonra da Şırnak Operasyonu, Türkiye’nin siyasal ve sosyal hareket zemininde, derin köklerle birbirine bağlandı. Bu bağıntı, hem toplumsal muhalefetin boyutlarını ve devrimci hareketin imkânlarını, hem de egemen sınıfların önümüzdeki süreçlere ilişkin projeksiyonlarını açığa çıkarttı.
Günlük basının “çöp grevi” adıyla kamuoyuna tanıttığı belediye işçileri grevinde, gerçekte temizlik işlerinde çalışanlar, greve katılanların ancak yüzde otuzu kadardı, Ancak, bir yandan olayın boyutlarını küçültmek ve katılan kitle sayısını olduğundan küçük göstermek isteyen, diğer yandan grevcilerin dayanışma olanaklarını ve diğer emekçi halk katmanlarıyla, özellikle de kent küçük burjuvazisiyle ilişkisini olumsuz etkilemek isteyen burjuva basın, çalışanların grevini böyle adlandırdı. Yaz sıcağında süratle çürüyen çöp yığınlarından rahatsızlık duyan, müşterisini kaybeden küçük esnaf, dükkâncılar, mahalle sakinleri, abartılmış bir “sağlığı tehdit” propagandasıyla, işçilere ve greve karşı kışkırtıldı. Özellikle grevin kamuoyundaki yükünü sırtlarında taşıyan temizİik işçileri, bütün çabalarına karşın, bu propaganda bombardımanının etkisini kırmayı başaramadı, Temizlik işçileri, “halk sağlığının düşmanı” bir tür “terörist” haline sokuldular. Devletin son günlerde sıkça kullandığı “teröristlerle halkı birbirinden ayırma” sloganının, mücadele eden bütün işçi ve emekçi kesimleri için geçerli bir slogan içeriği taşıdığı da böylece görüldü. Ekonomik ve demokratik hak ve çıkarları için mücadele eden bütün halk kesimleri, bundan böyle kendilerini “terörist” olarak gören bir politikayla karşı karşıya geleceklerinin ilk işaretini “çöp grevi” sırasında fark ettiler.
Devlet, hemen hemen bütün kurumlarıyla, belediye işçilerinin grevini kırmak için seferber olduğunda, basın tekellerinin, özel ve resmi televizyon kanallarının bütün şartlandırmalarıyla sağlanmış bir “kamuoyu desteği” görüntüsüne sığındı. “Bu iş bitsin” diyen halk çoğunluğunun aynı zamanda “İşçilerin hakkı verilsin ve bu iş bitsin” dediği ise, gazete sayfalarına ve televizyon ekranlarına “iş bitirilsin” diyen yanları öne çıkarılarak yansıtıldı.
Uluslararası planda, ABD’nin ve Avrupalı emperyalistlerin görünüşte “arapsaçı”na dönen politikaları ve askeri pratikleri yeniden Ortadoğu ekseninde yoğunlaşmaya yönelirken, “çöp grevi”nin büyük bir gayretle ve aceleyle çıkarılmış bir “emir”le kırılması, yalnızca belediye işçilerine yöneltilmiş ve yalnıza Türkiye’nin iç politikasıyla ilgili bir saldırıdan daha ötesinin düşünülmesi için de bir işaretti aslında.
İşaret, devletin Şırnak saldırısı ile kesinlik kazandı. Kürdistan’ı odak noktası olarak seçen ve Irak’taki durumla bağıntılı olarak uluslararası boyutta yürütülen emperyalist politikaların uygulanmasında, Türkiye’nin üstlendiği rol, iç politikanın yeniden düzenlenmesini, her türden halk hareketinin ve muhalefetin kesinlikle ve acilen susturulmasını gerektiriyor. Türkiye Kürdistanı’na yapılan askeri yığınak ve alınan siyasi tedbirler, yalnızca iç politikanın ihtiyaçlarından, yalımca iç sınıfı mücadelesinin yönelimlerinden kaynaklanmıyor. Ne var ki, Türkiye’nin Kürt ve Türk, bütün emekçilerinin mücadelesinin birleşik bir hal alması, en azından bunun eşzamanlı biçimler kazanması, böyle bir politikanın yürütülmesinin olduğu kadar, faşist diktatörlüğün diğer bütün ekonomik ve siyasal yaptırımlarının da başlıca engeli olacaktır. Böylece, “çöp grevi”nin karşı karşıya kaldığı çok yönlü saldırının, halk muhalefetinin kamuoyunda ön plana çıkmış bir yanına, birleşme olanaklarına, ardından getirebileceklerine ve özellikle de Kürdistan’a yönelik politikaların daha da sertleşeceği bir dönemin potansiyel engellerine karşı yapılmış bir saldırı olduğu görülüyor.
Belediye işçilerinin grevinin karşılaştığı son, aynı zamanda devletin diğer bütün grevlere karşı tavrının da bundan böyle nasıl olacağını göstermiştir. Kamu güvenliği, sağlığı tehdit eder boyutlar, ulusal çıkarlar vs. gibi, pek çok gerekçe, bundan sonraki grevlerin ertelenmesinin de gerekçesi olacaktır. Hiç bir ciddi grev, bu koşullarda, “yasaların işçilere tanıdığı bir hak” olarak ve yasaların çerçevesi içinde sürdürülemeyecektir.
Şırnak, “çöp grevi”nin açığa çıkardığı gerçeklerin maddi kanıtını sundu. Kürt emekçilerine ve ulusal kurtuluş mücadelesine karşı sürdürülen “kirli savaş”, artık “sivil halk” – “terörist” ayrımını tamamen silmiştir. Bosna’daki katliama karşı timsah gözyaşları dökenler, kendi siyasal sınırlan içinde bir başka “etnik arındırma politikası”nı açıkça yürürlüğe sokmuş bulunmaktadır. Bu olayda da, mücadele eden halk kitlelerinin tümü “terörist” durumuna sokulmuş, halkın geri kalan kısmıyla özellikle de Türk halkıyla olan ilişkilerinin ve bağlarının bu temelde koparılması esas alınmıştır.
Önümüzdeki süreçte devletin sıkıyönetim dâhil, karşı devrimci her yöntemi kullanmaya hazırlandığı görülüyor. Grev yasaklamaları, kanlı kitlesel katliamların “altyapısı”dır. Türk işçi ve emekçilerine yönelik her saldırı, devlet katında, Kürt işçi ve emekçilerine, ulusal kurtuluş mücadelesine yönelik saldırıları güçlendirecek bir “lojistik” tedbir olarak görülüyor. İşçi ve emekçi yığınları açısından ise, başlıca stratejik yönelim, yalnızca karşı devrimin “lojistik” tedbirlerini kırmak için değil, ama dolaysız olarak kendi geleceğini kurmak için yaptığı mücadeleyi sağlam bir temele oturtmak için, bütün uluslardan işçilerin ve emekçilerin birleşik eylem cephesini yaratmak olmalıdır.

Eylül 1992

Gap, her derde deva mı?

“GAP, ekonomimize altı Çukurova daha ekleyecek”, “GAP, Güneydoğu’da işsizlik sorununu çözecek”, “GAP, köylerden şehirlere göçü önleyecek”, “GAP, 2050 yılına kadar enerji problemimizi çözecek”, “GAP, Güneydoğu’nun makûs talihini yenecek”, “GAP bölücü terörün istismar ettiği sorunları ortadan kaldıracağı için bölücülük yok olacak”, vs. vs. Bunlar, burjuva düzen partilerinin, politikacıların, ekonomistlerin ve propagandacıların GAP’a yüklediği işlevler.
Egemen sınıflar ve onların her soydan sözcüleri ne zaman çözümsüzlüğe düşseler, bir takım ‘mit’ler yaratarak onun etrafında her yana boş umut yayan bir propaganda örgütlerler; yaratılan ‘mit’in her derde deva olacağı hayalini pompalarlar. Hele propaganda konusu, günün ölçülerine göre etkileyici büyüklükte bir projeyse, bütün yarattığı ve yaratacağı problemlerden arınmış bir tablo çizip, karşılaşılan akla gelebilecek her sorunun bu projeyle ortadan kalkacağı propagandasını yaparlar. Bu projenin gerçekleşmesiyle her şeyin günlük güneşlik olacağı, işsizlik, fiyat artışı yokluk ve yoksulluğun yok olacağı sanısını uyandırmaya çalışır, yığınları düzene bağlamanın bir aracı olarak kullanırlar. Örneğin ’60’lı yılların başında ERDEMİR, ’60’ların sonunda Keban Barajı, 70’lerin başında İSDEMİR ve Seydişehir Alüminyum böyle kullanılan projelerdi.
Son 10 yıldır da GAP, büyüklüğüne olduğu kadar burjuvazinin ihtiyaçlarına da bağlı olarak, işsizlik ve sefaletten Kürt ulusal mücadelesine kadar her sorunu çözecek sihirli değnek olarak lanse ediliyor. Sulanacak, arazi büyüklüğü, bugünkünün 50-60 katına çıkacak üretim, bu üretimin yaratacağı katma değer hesaplanıp, metafizik matematik çıkarsamalarla kumdan şatolar inşa ediliyor.
Sadece politikacılar ve burjuva propagandacılar değil, aydınlar ve uzmanlarda konuya ilişkin propagandacılarınkine benzer hamasi görüşler öne sürüyorlar. GAP üzerine yapılan spekülatif tartışmalar, GAP’ın bir cennet yaratacağından ülke ekonomisine yük, hatta enflasyonun azmasının nedeni olduğu iddialarına pek çok şey, ekonomi dergilerinden resmi ve “gönüllü raporlarına, günlük basına kadar her yerde tartışılmaktadır.

GAP BÜYÜK BİR PROJEDİR
GAP (Güneydoğu Anadolu projesi), hiç kuşkusuz bugüne kadar Türkiye’nin gerçekleştirmeye giriştiği en büyük projedir.
Proje, Adıyaman, Gaziantep, Diyarbakır, Mardin, Siirt, Şırnak, Batman ve Urfa illerini içine alan 73 bin 863 kilometrekare alanı ile Türkiye’nin toplam alanının % 9,5’ini oluşturan bir alanı kapsamaktadır.
GAP bölgesi olarak adlandırılan bu altı il, bugün 5 milyon 239 bin nüfusuyla Türkiye nüfusunun % 8,5’ni barındırıyor. Bölge nüfusunun % 54’ü kentlerde, % 46’sı ise köy ve mezralarda yaşıyor,
Fırat ve Dicle nehirlerinin aşağı kesimleri ile bunlar arasında uzanan Yukarı Mezopotamya ovalarında GAP, 7’si Fırat, 6’sı Dicle vadisinde olmak üzere 13 alt projeden oluşuyor. Proje, Fırat ve Dicle nehirleriyle bunların kolları üstünde 22 baraj ve 17 hidroelektrik santralinin kurulmasını öngörüyor. Projenin tümü bittiğinde, yaklaşık 1 milyon 693 bin 27 hektarlık bir alan sulanabileceği gibi, hidroelektrik santrallerinden de 23 milyar kilovat-saatlik elektrik enerjisi elde edilecek.
1992 fiyatlarıyla, bugüne kadar GAP’a, 60 trilyon TL dolayında harcama yapılmış olup, projenin tamamlanması için 138 trilyon daha harcanması gerekiyor.
Öte yandan GAP bölgesi, Türkiye’nin en geri kalmış bölgesi. 1988 verilerine göre, kişi başına ulusal gelir; Türkiye ortalaması 900 dolar iken, GAP’ta sadece 420 dolardır. Üstelikte bu oran, her plan döneminde azaltılacak iddiası yer almasına karşın giderek artmış, bugün de artma eğilimi içindedir.

GAP’IN SİYASAL ARKA PLANI
Güneydoğu’da, GAP ya da benzeri bir projenin gerçekleştirilmesi hevesleri 1930’lara dayanır. Özellikle bölgenin geriliği gündeme geldiğinde politikacılar ve hükümetler, ülkenin su ve toprak potansiyelini överek, bunlar kullanıldığında, bölgede geriliğin ve yoksulluğun kalmayacağı, bunu da Cumhuriyet hükümetlerinin yapacağını söyleye-gelmişlerdir.  Ama konunun ciddi olarak gündeme alınması, 1960’ların başında, “planlı kalkınma” dönemi ile olmuştur. GAP’ın ekonomik ve teknik boyutuna ilişkin tartışmalar, sonraki yıllarda da sürüp gitmiş, ancak 1980’lerden itibaren Atatürk Barajı ve Urfa tünellerinin yapımının başlamasıyla proje somuta geçmeye başlamıştır.
Burjuva politikacılar ve hükümetler için GAP, somuta geçmeden önce de sonra da, ağır bir ulusal baskı ve yoksulluk içindeki bölge halkını düzene bağlamak için kullanılmış, “Kafdağı’nın arkasındaki umut” olarak sunulmuştur.
Ama GAP projesinin ortaya çıkmasını, sadece Türk burjuvazisi ve hükümetlerinin kendi başlarına bölgenin daha iyi sömürülmesi için geliştirdikleri bir projeden ibaret görülmesi eksik olacaktır. Tersine bugün GAP olarak adlandırılan projenin köklerini 1950’ii yıllarda ABD’nin başını çektiği emperyalizmin geri ülkelere yönelik yeni sömürgecilik politikalarında bulmak mümkün.
Batılı emperyalistler, 1950’li yıllar ve sonraki yıllarda, geri ülkeleri bir yandan “hızla yayılan komünizme karşı” ileri karakol olarak kullanmak isterken, öte yandan azgelişmiş ülkeleri sebze-meyve bahçesi olarak organize etmeye yöneldiler. Dünya Bankası tarım kredileri yoluyla bu ülkelerin ekonomilerini yönlendirdi. Sanayide ise, ağır sanayi ve gelişmiş teknoloji yerine, tarıma dayalı sanayiler teşvik edildi. GAP projesi de Beş Yıllık Planlarda bu çerçevede yer aldı. Fizibilite çalışmaları bu doğrultuda gerçekleşti. Nihayet GAP Master Planı da, tarıma dayalı sanayilerle desteklenmiş, asıl olarak bir enerji ve sulama projesi olarak geliştirilmiştir. Bugünkü ekonomik hedefleri de bundan ibaret.
Demek ki GAP yörenin ekonomik potansiyelini harekete geçirmenin yanı sıra bir başka yönüyle de;
1) Emperyalizmin yeni sömürgecilik politikaları ile bağlantılı, bu nedenle de sanayi-tarım verimlilik farkına bağlı olarak emperyalist sömürünün gerçekleştirilmesinin bir unsuru olma özelliğini de taşımaktadır.
2) Türk burjuvazisinin Batı’daki enerji ihtiyacını karşılamanın, Güneydoğudaki “bakir” toprakları da kapitalist sömürüye açmanın bir aracadır.
1970’li, özellikle de 80’li yıllarda Kürt mücadelesinin yükselmesiyle birlikte GAP, Kürt ulusal mücadelesinin önüne de bir baraj olarak dikilmeye çalışılmış, Kürdistan’da yoksulluktan ulusal soruna kadar her sorunun GAP’la aşılacağı propaganda edilmeye başlanmıştır.
Diktatörlüğe göre; Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı diye bir sorunları yoktur. Bölge’de işsizlik, yoksulluk ve geri kalmışlık vardır, Bunlar “bölücüler” tarafından istismar edilmekte, yoksul insanlar kandırılarak, bir Kürt ulusal sorunu varmış gibi gösterilmektedir. GAP, üretimde büyük artışlar sağlayacağı, yeni iş olanakları yaratacağı için “bölücülük” taban bulamayacak, refaha kavuşacak olan yoksul Kürtler de artık Kürt ulusal özgürlüğünün peşinden” koşmayacaklardır! Ulusal sorunu basit ekonomik yaşam koşullarıyla çözümleyeceğini sanan bu ekonomist yaklaşım sadece burjuva politikacılar ve hükümetler tarafından değil, kendisine ilerici, devrimci, sosyalist diyen çevreler ve pek çok aydın tarafından bile ciddi ciddi savunulmakladır.
Birden çok ulusun yaşadığı ve aralarında ezen-ezilen statüsünün bulunduğu ülkelerde, genellikle ezen ulus ve ezen ulusun çoğunluk olduğu bölgeler ekonomik olarak da daha gelişkindir. Ama aradaki fark sadece bir bölge farkından ibaret değildir. Tersine ekonomik geri kalmışlıkla birlikte, ondan fazla ulusal baskı ve zorla asimilasyon yarattı ezilen ulusu rahatsız eden, onu başkaldırmaya iten başlıca etkenlerden birisi olur. Nitekim bazı ülkelerde ekonomik bakımdan ezilen ulusun yaşadığı bölgeler daha ileri olabiliyor (Hırvatistan ve Slovenya gibi); bu durumda bile ezilen ulus statüsü ortadan kalkmıyor ve ezilen ezene karşı, ulusal hakları için başkaldırıyor. Gelişmiş kapitalist ilişkiler ve gelişmiş olmak ezilen ulus burjuvazisinin ezen ulusa karşı başkaldırmasını daha çok kışkırtır. Kendi emekçilerini, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını kendisi sömürmek isteyen ezilen ulus burjuvazisi, emekçilerin taleplerini de kendi amacına varmak için kullanarak ezen ulusa karşı başkaldırıya katılır, hatta ona, bir proleter devrimi korkusu yoksa önderlik bile eder.
Ulus, kapitalizmin şafağında ortaya çıkan tarihsel bir olgu olduğu gibi, ulusal mücadelenin tüm ulusu kapsamasının da ancak az çok gelişmiş bir kapitalizm koşullarında olanaklı olduğunu yine tarih gösteriyor. Nitekim Kürdistan’da ulusal mücadelelerin ortaya çıkması, kapitalizmin uç vermeye başladığı koşullarda olmuş; 20. yüzyılın ilk yarısındaki Kürt ayaklanmaları ulus bilincinin ilk belirtileri olmuştur. Ama kapitalist gelişme henüz aşiret düzenini bozacak ölçüde gelişmediği için, ulusal başkaldırı bütün Kürtleri birleştirecek biçimde gelişmemiştir. Bundan dolayı, ulusal başkaldırılar diğer şeylerin yanı sıra aşiretler ve feodal beyler arası çatışmalar nedeniyle de başarısızlığa uğramıştır. Dahası hükümetler, aşiretleri devlet yanlısı ve devlet karşıtı olarak bölmeyi başarmış, aynı ulusun unsurları birbirine karşı kullanılmış, emekçi talepleriyle birleşmeyen başkaldırılar devlet, aşiret reisleri, şeyhler arasındaki pazarlıklarla bastırılmıştır.
Bugün de, Kürdistan’da aşiretçilik, şeyhlik, ağalık gibi feodal kurumlar hala canlıdır ve kitleler üstünde belirli bir etkinliği vardır. Ama bu, 20. yüzyılın ilk yarısıyla kıyaslanamayacak ölçüde zayıflamış olduğundan ulusal mücadele aşiret yapılarını da parçalayan bir etki göstermekte, aşiret önderliklerine rağmen Kürt emekçileri ulusal mücadeleye şu ya da bu ölçüde katılabilmektedir. Bu yüzden de Kürt ulusal mücadelesi bugün bir ya da bir kaç aşiretin başkaldırısını aşan, bir ulusun baskı ve ulusal ezgiye karşı mücadelesine dönüşebilme olanağını yaratmıştır,
Varsayalım ki; diktatörlüğün ömrü yetti de; GAP, projede amaçlanan bütün unsurlarıyla gerçekleşti. Bu durumda nasıl bir bölge ortaya çıkacaktır, kabaca özetleyelim: Göz alabildiğine sulanan ve bugünküyle kıyaslanamaz verimlilikte ovalar. Bu ovaların traktörden gübreye, biçerdövere kadar tarım ve makina teknolojisinin bütün olanaklarıyla işlenmesi ve uygun yerlerde yılda iki-üç ürünün alınması. Toprak sahiplerinin gelirlerinin devasa boyutlara varması. Kısacası bugün geri teknik ve yarı-feodal ilişkiler içinde gerçekleştirilen tarım yerine kapitalist tarım işletmeleri. Kürt toprak ağalarının, Türk ve Kürt sermayedarlarının büyük çiftliklerinin yanı sıra Alman, Japon, Fransız ve İngiliz vb. tarım tekellerinin uçsuz bucaksız plantasyonları. Ve tarıma dayalı sanayinin çeşitli dallarında fabrikalar. Tabii, bu geniş topraklarda ve fabrikalarda çalışan binlerce, on binlerce ücretli işçi. Sadece dağlık bölgelere sıkışmış, büyük nüfus yitimine uğramış köyler.
Bugün Kürdistan’da yürütülen ulusal mücadelenin asıl dayanağını ve silahlı mücadeleyi besleyen kaynağını yoksul Kürt köylülerinin oluşturduğu düşünülürse, GAP’ın bugünkü biçimiyle köyü ortadan tümüyle kaldırmasa da önemsizleştireceği ortada. Bu anlamıyla da Kürt ulusal mücadelesinin köylü ağırlığından işçi ağırlığına kayacağı inkâr edilemez bir gerçek. Ama bu ulusal mücadeleyi ortadan kaldırıcı, ulusun kendi kaderini tayin hakkını gereksiz kılıcı bir etken olamaz. Çünkü kapitalizm ulusu ve ulusal baskıyı ortadan kaldıran bir sistem değil, tersine geliştiği ölçüde ulusal baskıyı daha açık bir biçimde gözler önüne seren bir toplumsal sistemdir. Bu yüzden de Güneydoğu’nun bugünküne göre daha ileri kapitalist ilişkiler içine girmesi, Kürt ulusunun benliğini yitirmesine yol açmayacak, onu güçlendirecek. Dahası bugün kendisini hissettiremeyen işçi sınıfını da ulusal mücadelenin içine çekerek, ulusal çelişkinin yanısın sınıfsal çelişkiyi de mücadeleye ekleyerek, mücadelenin talepler temelini genişletirken, ona proleter bir muhteva da kazandıracaktır.
Verimliliği artacak, değerlenecek topraklar ve burjuvalaşmış Kürt toprak ağalarının kendi topraklarını ve işçilerini kendilerinin sömürme güdüsünü daha da kışkırtacağından Kürt kapitalistler, ulusal mücadelenin başına geçmekte bugünkünden daha hevesli davranacaklardır. Öte yandan bugün yarı-feodal ilişkiler içinde bulunan Kürt yoksul köylülerinin önemli bir çoğunluğu, üstü feodal ilişkiler tarafından örtülmüş sömürü ilişkilerinden, bugün kendisini avutmaktan başka bir işe yaramayan ağa ve toprak “güvencesinden” azade olmuş bir tarzda, artık zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan bir ücretli köle derekesine yükseltilmiş ya da düşürülmüş olarak, çıplak kapitalist sömürüyle yüz yüze gelecektir.
Ücretli işçiler ordusuna katılanlar sadece yoksul köylüler de olmayacak, bugün kendine yetecek kadar toprağa sahip olanların, çok büyük çoğunluğu da ellerindeki toprakları büyük toprak sahiplerine, banka ya da tefecilere bırakmak zorunda kalacaktır.
Kapitalist tarım işletmesi tıpkı bir sanayi kuruluşu gibi sermayeye (Traktör, tohumluk, pulluk, merdane, tırmık, gübre, sulama harcamaları, çalışacak ücretli işçi için değişken sermaye vb. için) ihtiyaç gösterir. Bu sermayeye sahip olmayan işletme sahibinin, topraklar kendine ait olsa bile, sermayeye sahip işletmeler karşısında hiç bir rekabet şansı olmayacak, topraklarını bir kaç yıl içinde elinden çıkarmak zorunda kalacaktır. Eğer bu toprak miktarı, toprak kirası ile sahibini geçindirecek kadar fazla değilse, toprak sahibi elinden bu toprakları sermaye sahiplerine satmak zorunda kalacaktır. Ve bu işletme sahipleri, eski hallerine yeniden dönmek üzere ellerindeki parayı da (toprak satışından elde ettikleri) çok kısa sürede çarçur ettikten sonra tarım ya da sanayinin bir kolunda işçi olmak üzere yollara düşeceklerdir. Dolayısıyla, herkese refah getireceği iddiasıyla uygulamaya sokulan GAP, sadece topraksız ve az topraklı köylüleri proleterleştirmeyecek, bugün pek gelecek kaygısı duymayan, geniş bir orta köylü kesimini de proleterleştirecektir. Çünkü GAP’ın tamamlanmasıyla birlikte devreye girecek sulama ve yeni tarım tekniklerini uygulayan işletmeler karşısında, bugün kendi yağıyla kavrulan aile işletmelerinin hiç bir rekabet şansı kalmayacağı ortadadır.
Bu gelişmelerin kaçınılmaz sonucu olarak, bugün 100 yoksul köylünün işini, gerekli makinaları kullanarak, sadece 7 işçi yapacak, geriye kalan 93 yoksul köylü “özgürleşerek” kendisine iş arayacaktır. Bunların bir bölümünün, gelişeceği iddia edilen sanayi ve oluşacak ara sektörler tarafından emileceği düşünülürse de, yine de topraklardan kopacak önemli miktarda bir yoksul köylü kitlesi kendisine iş aramak için belgedeki, ya da bugün olduğu gibi, Batı’daki kentlerde kendilerine iş aramak üzere işsizler, ordusuna katılacaktır.
Soruna bu gerçekçi çerçeveden bakıldığında, GAP’ın gerçekleşmesi sonrasında bölgede ulusal çatışma azalmayacağı gibi, buna işçi-kapitalist, diğer bir söyleyişle emek-sermaye çatışması da bütün çıplaklığı keskinliği ile eklenecektir.
Kuşkusuz mücadelenin sınıfsal bileşimindeki bu değişim, ulusal hareketin rengini de önemli ölçüde değiştirecek, ulusal kurtuluşu sosyal kurtuluşa bağlayacak; bu bağlantı gerçekleşmeden ulusal kurtuluşta da adım atılamayacak nesnel bir temel ortaya çıkacaktır. Bir bakıma Kürt ulusal mücadelesinin bugün de böyle bir yanı, daha doğrusu böyle bir zaafı vardır. Ama genel olarak Türkiye proletaryasının Kürt ulusal mücadelesine önderlik edecek pratik bir tutuma girmemiş olması ve Kürdistan’da proletaryanın nispeten cılız oluşu bu ihtiyacı can alıcı bir sorun olarak duyuramamaktadır.

GAP, BATI-DOĞU ARASINDA ve BÖLGEDE GELİR ADALETSİZLİĞİNİ AZALTACAK MI?
Hükümet ve burjuva propagandacıların iddialarına dayanak yaptıkları şeylerden birisi de, bugün Kürdistan’daki ulusal başkaldırının temelinde Kürt sorunu değil, Batı-Doğu arasındaki dengesizlik ve bölgenin kendi içindeki gelir adaletsizliğinin yattığıdır. İddiaya göre bunlar, GAP projesinin devreye girmesiyle, kapatılacaktır.
Bu iddia, kapitalist gelişmenin bilinen ve burjuva ekonomistlerinin de açıkça kabul ettiği bütün yasalarına aykırıdır. Çünkü kapitalist gelişmenin asıl motoru kar dürtüsüdür ve kar kapitalistler, kapitalist tekeller arasında korkunç bir rekabeti kaçınılmaz kılar. Rekabette ise her zaman orman yasaları geçerlidir. Güçlü olan büyüyerek ayakta kalır; güçsüzler ise yok olur. Bunun sonucu olarak, gerek tekeller gerekse birer birer kapitalistler arasında alttakilerin sürekli bir eriyiş ve yok oluşu sürerken yukarıdakiler sürekli olarak büyür.
Sömüren ve sömürülenler arasındaki ilişki açısından bakıldığında ise durum çok farklı değildir. Sömürülenler her gün daha fazla sömürülürken, sömürenler daha da semirir. Bu ilişki, kapitalizmin koşullarında kalındığı sürece hiç bir hukuki önlem ve şu ya da bu hükümetin iyi niyetli yaklaşımı, ahlaki yakınmalar ve reform programları tarafından ortadan kaldırılamaz.
Nitekim bütün cumhuriyet tarihi boyunca hükümetler, Güneydoğu’yu kalkındıracakları, Doğu-Batı arasındaki uçurumu azaltacakları doğrultusunda propaganda yapmışlar, sadece propaganda değil, çiftçiyi topraklandırma programlarından Toprak Reformu, Kalkınmada Birinci Dereceden Öncelikli Bölge planlarına kadar değişik girişimlerle bu vaatlerini gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Özellikle 1960 sonrası planlı dönemde, Beş yıllık Planlarda Güneydoğu için özel çabalara yer verilmiştir. Bütün bu girişimler sonuna kadar götürülmek için çalışılmamış olsa da, hükümetler bölgesel farklılığı kaldırmak müdahalelerde bulunmuşlardır. Ama bütün bu müdahalelere karşın bölgesel farklılıklar giderek büyümüştür.
Ve bu farklılığın engellenememesi devletin resmi belgeleri tarafından da kabul edilmektedir.
Örneğin, Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın verilerine göre; 1968’dc imalat sanayinde katma değerin yüzde 57,9 Ege ve Marmara Bölgelerinde üretilirken, 1974’te bu oran yüzde 66,5 yükselmiştir. Aynı dönemde Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin payı yüzde 5,5’ten yüzde 3,5’e gerilemiştir. Aynı tarihler arasında kişi başına düşen imalat katma değeri Ege ve Marmara’da 1.278 TL’den 2 bin 78 TL’ye yükselirken bu Doğu ve Güneydoğu’da 191 TL’den 181 TL’ye düşmüştür. Üstelik bu dönem, devletin ekonomiye oldukça fazla müdahale ettiği, geri bölgelere sübvansiyonlar verdiği bir dönemdir. Yine örneğin, 1975’de ulusal gelirden GAP illeri yüzde 5,33 pay alırken,’aynı illerin 1986’da ulusal gelirden aldığı pay yüzde 3,89 kadar gerilemiştir.
Kapitalist gelişmenin bu gerçeğini Dördüncü beş Yıllık Plan şöyle kabul etmektedir.
“Bölgelerarası dengesizlik 1. Plan’dan bu yana bir sorun olarak ele alınmış ve dengesizliğin giderilmesi için her üç plan döneminde de çeşitli politikaların uygulanması ön görülmüştür. Ancak, önerilen tüm politikalara ve harcanan çabalara karşın bölgeler arasındaki dengesizlik giderek artmıştır.”
Yukarıda da değinildiği gibi, bu olumsuz gelişme, Türkiye ve dünyada devletin ekonomiye müdahalesinin olağan karşılandığı, bölgesel dengesizliklerde zayıfın desteklenmesinin hoş görüldüğü, Türkiye açısından da bir planlamanın kabul gördüğü koşullarda gerçekleşmiştir. Bugün ise; devletin zayıf olanı desteklemesi ve sektörler ve bölgeler arasında düzenleyici olması ilkesel olarak reddedildiği gibi, güçlüler lehine devlet müdahalesinin moda olduğu bir dönem yaşanmakta, yeni dünya düzeni böyle bir yaklaşımla inşa edilmeye çalışılmaktadır. Bu koşullarda, GAP ile Batı arasında bir rekabetin olacağı şimdiden görülmektedir. Daha ortada “fol yok yumurta yok”ken Egeli büyük toprak sahiplerinin GAP’ın Ege ve Çukurova tarımını çökerteceği yollu propagandaları şimdiden büyük günlük gazetelerin ekonomi sayfalarında yer almaya başlamıştır. Egeli toprak sahiplerinin korkularının ne ölçüde gerçek olacağı tartışmalıdır, ama GAP’a göre, sanayisi bugün ve GAP sonrasında da daha gelişkin olacak olan Batı bölgesi, en gelişmiş tarıma göre emek verimliliği kat kat yüksek olan sanayisine dayanarak, GAP’ta yaratılan katma değeri Batı’ya transfer edeceğinden kuşku duyulamaz. Bu nedenle de, GAP ne kadar başarılı olursa olsun, bölgelerarası dengesizlik giderek azalmak yerine, artmaya devam edeceğini söylemek kehanet olmayacaktır.
Öte yandan; elbette, sulama ve modern tarım teknikleri bölgedeki üretimi devasa boyutlara çıkaracak, genel olarak bölgenin ekonomiye katkısı mutlak olarak artacaktır. Ama bu bölgedeki gelir adaletsizliği, işsizlik ve yoksulluğu ortadan kaldırmak bir yana derinleştirecektir.
Çünkü birincisi; kapitalizmi bütün öteki toplumsal sistemlerden ayıran başlıca özelliklerden birisi, emekçileri üretim araçlarından tecrit etmesi, üretim araçlarının mülkiyetinin kapitalist sınıfın elinde toplanmasını öngörmesidir. İkincisi, kapitalizm geliştiği ölçüde üretim araçlarının mülkiyetinin daha az elde yoğunlaşması kaçınılmazdır (böyle bir gelişmenin Güneydoğu koşullarında mülksüzleşme/proleterleşme açısından nasıl işleyeceğine yukarda değinildi) . Üçüncüsü ise, kapitalizmde teknoloji ne ölçüde kullanılıyorsa kapitalist sömürü de o ölçüde yüksek olur. Bunların anlamı, üretimin artmasına paralel olarak toplam ulusal ya da bölgesel gelirde bir artma olsa ve bu artıştan emekçiler de bir ölçüde yararlansa bile, burjuvaziye göre emekçilerin geliri sürekli bir azalma göstereceğidir. Bu da ahlaki ifadesiyle emekçilerle egemen burjuvazi arasında adaletsizliğin azalması değil, giderek artması demektir.
Kısacası GAP, burjuva propagandacı ve çokbilmiş ekonomistlerinin iddialarının aksine, ne bölgeler arasındaki dengesizliği gidermede ne de bölge içinde sömüren ve sömürülen sınıflar arasında gelir eşitsizliğini azaltıcı bir rol oynama işlevine sahiptir. Tersine, kapitalizm koşullarında GAP, her bakımdan dengesizlikleri, bölgeler ve sınıflar arasındaki çelişmeleri artırıcı bir gerginlik ve çatışma işlevine adaydır.

GAP VE KEMALİST-AYDIN ÜTOPYASI: TOPRAK REFORMU

1960’lı ve 70’li yıllar, “toprak reformculuğu”nun Kemalistler ve onlardan derin bir biçimde etkilenen aydın ve “sosyalist” çevrelerin her derde deva reçetelerinden birisiydi. Adeta bir ilericilik, devrimcilik alametiydi. Eğer Parlamento, bir toprak reformu yasası çıkarabilmiş olsa, çözülmedik sorun kalmazdı. Feodalizmin, gericiliğin, dinsel bağnazlığın dayanakları yıkılır, sanayileşmenin, uygar uluslara yetişmenin yolu açılırdı. Hatta bu yarı yarıya sosyalizm demekti! Bu uğurda, “toprak reformu yapacağını” ilan eden en gerici-faşist cuntalar bile desteklendi (12 Mart), Nitekim 12 Martçılar bir toprak, reformu yasası çıkardılar ve uyguladılar. Gerçi Kemalistler bu yasayı pek beğenmediler ama o günkü sınıf güçlerinin konumlanması koşullarında başka türlüsü de olamazdı.
Bugün ise; yeni dünya düzeni mülkiyet hakkını öylesine kutsadı ki; laf olsun diye yapılacak toprak reformlarına bile tahammül edilmiyor. Bu yüzdendir ki; 1986’da çıkarılan bir yasayla, 1973 toprak reformuyla kamulaştırılan topraklar eski sahiplerine iade edilirken, onlara ayrıca büyük çıkar sağlanmaktan da geri durulmadı. Bu aynı zamanda “toprak reformcularına” yeni dünya düzencilerinin attığı bir uyarı tokadıydı. Ama toprak reformcularımızın bir bölümü daha uyanmadıklarından olacak; Kürt mücadelesine GAP  barajı  çekme  propagandası  yaparken
GAP’ın delikleri yine toprak reformuyla kapatılacağını iddia edip, eğer toprak reformu yapılırsa GAP’tan umulan tüm gerici sonuçları elde edebilecekleri hayaline katkıda bulunuyorlar, Karşılarındakileri de, aksi halde bölgede çelişkiler derinleşir diye tehdit ediyorlar.
GAP’ın istenen amaçları gerçekleştirmesi için “toprak reformu” yeterli midir sorusuna geçmeden önce, bugüne kadar bölgede girişilen toprak reformlarının sonuçlarına kısaca değinmekte yarar var:
Türkiye’de ilk toprak reformu girişimi, 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu (ÇTK) ile oldu. 11.6.1945 tarihinde çıkarılan yasa ile çeşitli yerlerde kamulaştırmalar yapıldı ve bir miktar da toprak dağıtımı yapıldı. Ama kamulaştırılan toprakların % 99’u kamu ve vakıflara ait topraklardı. Toprak dağıtımı da, toprak yoğunlaşmasının en çok olduğu bölgelerden değil, büyük toprak sahibi ve nüfuzlu kişilerin olmadığı yörelerde başladı. Ve çok cüzi bir dağıtımından sonra reform çalışmaları durduruldu.
1947-72 yılları arasında reform yapıldıktan sonra bile topraksızların oranı, Urfa’da % 54.97, Diyarbakır’da % 46.85, Hakkari’de % 45.11, Siirt’te % 42, Mardin’de % 40.88’dir.
İkinci toprak reformu girişimi, 19.7.1973 tarihli ve 1757 sayılı Tarım ve Toprak Reformu Kanunu ile yapıldı. Ne var ki; yasanın ömrü çok kısa oldu ve sadece Urfa’da bir miktar toprak kamulaştırıldı, bunun da çok az bir kısmı dağıtıldı. Devletin kendi istatistiklerine göre, reform kapsamına alınan 697 köyden 329’unda kamulaştırma yapıldı ve bunlardan sadece 47 köyde toprak dağıtıldı. Başka bir söyleyişle, toprak talebinde bulunan 75 bin 700 aileden 10 bin 507’sinin istemleri incelendi ve 1.218 aileye toprak verildi. Kamulaştırılıp dağıtılmayan arazi ise, sembolik bir kira ile eski sahiplerine kiralandı.
Kamulaştırılan arazinin büyük bölümü taşlık kayalıktı ve bu işe yaramaz topraklar için toprak sahiplerine büyük paralar ödenmişti. Ama ağalar ve gericilik böyle bir yasayı bile mülkiyete saldırı olarak görerek Anayasa Mahkemesine başvurdu. Ve 1978’de yasa yürürlükten kalktı. Bununla da yetinilmedi, 1986’da çıkarılan bir “tersine toprak reformu yasasıyla” Kamulaştırılan araziler (27 köyde 70 bin dönüm) eski sahiplerine 19 yılda ödenmek üzere geri verildi.
Üstelik o günlerde toprak Reformu Müsteşarlığını üstlenen MHP’li faşistler, bu yasadan yararlanarak büyük yolsuzluklar yaptı, MHP’ye kaynak transferi yapıldı ve faşist parti yandaşları kayırıldı.
Bu iki toprak reformu girişimi ve bölgeye yönelik Birinci Derecede Kalkınmada Öncelikli yöre uygulamalarına karşın, bugün GAP bölgesindeki illerde topraksız çiftçi ailelerinin oranı çok yüksek olmaya devam etmektedir. Örneğin, 1981 Köy Envanter Etütlerine göre; köylülerin, Adıyaman’da % 21.1’i, Diyarbakır’da 45.1’i, Antep’te % 28.6’sı, Mardin’de 41.3’ü, Siirt’te % 44.6’sı ve Urfa’da % 42.1’i tamamen topraksızdır.
GAP bölgesinde 1950-81 arasında toprak dağılımının daha da adaletsiz olduğu gözleniyor: 1950’de, Diyarbakır’da 1-5 hektar toprağa sahip çiftçi aileleri toplam çiftçi ailelerinin %67’sini oluşturur ve bunlar toplam toprağın % 30’unu işlerken, 1981 sayımlarına göre aynı ilde, 1-5 hektar toprağa sahip çiftçi ailelerinin oranı % 76’ya yükselmiş, bu aileler toplam işlenebilir toprakların % 17’sine sahip hale gelmişlerdir. Bunun anlamı ise, 1-5 hektar toprağa sahip çiftçi ailelerinin sayısı artarken ellerindeki toprak yarıya yakın azalmıştır. İstatistikler, GAP bölgesindeki diğer illerde de benzer bir durumun geçerli olduğunu göstermektedir.
Az topraklı çiftçilerin sayısı artar ve ellerindeki toprak miktarı yarı yarıya azalırken, ellerinde 20 hektardan fazla toprak bulunan çiftçilerin ellerindeki toprak da büyük oranda artmıştır. 1950’de, Diyarbakır’da 20 hektardan fazla toprağa sahip çiftçiler, toplam çiftçilerin % 3’ü ve bunların ellerindeki toprak toplam işlenen toprakların % 19 iken, 1981’de, aynı ilde, 20 hektardan fazla toprağa sahip çiftçiler toplam çiftçilerin % 6’sına çıkmış, ellerindeki toprak da toplam işlenen toprakların % 57’sine ulaşmıştır.
Bizzat devlet kuruluşları tarafından saptanan bu rakamlar da açıkça gösteriyor ki; bölgede, 1950 ile 1981 arasında az topraklı çiftçilerin sayısı artarken, bunların ellerindeki toplam topraklar yarı yarıya küçülmüştür. Başka bir söyleyişle, bölgede bütün azaltılma çabalarına karşın adaletsizlik hızla artmış, büyük toprak sahiplerinin sayısı iki kat ve ellerindeki toprak miktarı üç katına yakın bir artış göstermiştir.
Reformcular diyecektir ki; her iki reformda da gerici güçler, feodaller, toprak ağaları reformları engellemişlerdir. Bu yüzden de reformlar gerçekleşememiş, istenen sonuçlan vermemiştir. Eğer reformlar engellenmese, topraklar dağıtılsaydı, bugün sosyal adaletsizlik daha az olurdu, vs. vs…
Ancak bu iddialarda unutulan şey, sözünü ettikleri toprak reformunun çıkarları karşıt sınıfların, varlığına dayanan, burjuvazi ve toprak ağalarının egemen sınıf olarak örgütlendiği bir toplumsal sistem içinde yapıldığıdır. Dolayısıyla da, mülkiyet ilişkilerinde az çok bir değişiklik yapmaya yönelik her girişimin, bütün gerici güçlerin direnişiyle karşılaşması kaçınılmazdır. Bu direnişi kıracak bir işçi ve emekçi muhalefetine, bir devrimci atılıma dayanmayan her reform girişimi düzenin değişik kanallarına akıtılarak başarısız olmaya mahkûmdur. Dahası kapitalist toplum mülkiyetin kutsandığı bir toplum olarak, arkasında geniş bir yoksul köylü hareketi olmadan, feodal topraklarda mülkiyet hakkına dokunmaktan, bu hakta ciddi gedikler açmaktan kaçınacaktır. Bu nedenledir ki; toprak reformu ya da toprak devrimi denilen olgular; ya burjuvazinin yoksul köylü yığınlarını da peşine takarak, feodalizme karşı savaştığı devrimci döneminde, ya da kapitalizmden sosyalizme geçişin bir basamağı olarak proletaryanın önderliği ya da etkisi altındaki devrimci-demokratik halk devrimlerinin bir unsuru olarak gerçekleşmişlerdir. Böyle bir devrimci kalkışmanın eşliğinde, doğrudan yoksul köylü komitelerinin inisiyatifinde olmayan bir toprak reformunun ne feodalizmi tasfiye ettiği, ne de büyük toprak mülkiyetini sarstığı, toplumlar tarihinde görülmemiştir.
Burjuva hükümetlerin, hele 20. yüzyılın ikinci yarısı gibi, burjuvazi ile feodalizmin çıkarlarının tümüyle iç içe geçtiği koşullarda, yoksul köylüleri toprak sahibi yapacak bir toprak reformu beklentisi, ancak sınıflar-üstü ve kutsal devlet ütopyasına inanan Kemalist aydınlara has bir beklenti olur.
Varsayalım ki; bu iki reform da başarıya ulaştı ve ağaların elinden alınan topraklar yoksul köylülere dağıtıldı. Gübre, tohumluk, sulama, modem tarım araç ve gereçleri için sermayeye sahip olmayan yoksul köylüler önce tefecinin ve bankaların eline düşmek, sonra da toprağını kaybetmek durumunda kalacaktı. Ve reformdan kısa bir süre sonra hiç reform olmamış gibi bir tablo ile karşılaşılacaktı.
Kısacası, GAP’a paralel bir toprak reformuyla sosyal adalet sağlanacağını düşünenler hayal kurmaktadırlar.

VE BAZI PROBLEMLER
GAP için pembe tablolar çizenler, onun ortaya çıkardığı ve çıkaracağı problemleri görmezden gelmeye çalışıyorlar. Ama gerçek durum hiç de öyle değil. Çünkü insan doğayı değiştirirken doğadan bir tepki görür ve değişikliğin olumsuz sonuçlarını ortadan kaldıracak önlemleri almazsa, doğadan yararlanmak için giriştiği doğayı değiştirme eylemi, kısa süre sonra, bir yararsızlığa, giderek zarara dönüşür. Bu yüzden de sanayi, maden ve tarım, hangi alanda olursa olsun, gerçekleştirilen projelerin doğada yaratacağı olumsuz değişikliklerin hesaba katılması, gerekli önlemlerin alınması bilimin ve toplumsal pratiğin kanıtladığı bir gerçektir. Ne var ki; kapitalizm kar, daha çok kar isteğiyle hareket ettiği için, sadece yer küreyi değil, atmosferi ve denizleri de tahrip etmiş, dünyayı insan yaşamı için tehlikeli olan bir sınıra getirip dayamıştır.
Eski verimli ova ve vadilerin çölleşmesi, yeşil alanların yok olması, deniz ve hava kirliliği, nihayet atmosferin kalkanı ozon tabakasının delinmesi gibi büyük doğal tahribat dünyadaki canlı yaşamını tehdit eda boyuttadır.
GAP gibi büyük projeler; gerekli önlemler alınmadığı zaman, zaten tehlikeli bir sınıra gelmiş olan doğa tahribatına umulanın ötesinde katkılar yapabilir. Örnekleri de vardır: Büyük umutlarla, büyük yararlar beklenilerek gerçekleştirilen ABD’nin California eyaletindeki sulama projeleri ve Mısır’daki Assuan projesi, 15-20 yıl içinde cennetten çöle dönüşmüş, tuzlanan topraklar tarıma elverişsiz hale gelmişlerdir. Ege’nin verimli ovaları ve GAP’ın öykündürüldüğü Çukurova’da da benzer alametler baş göstermiştir. Uzmanlar, GAP için de aynı tehlikeden söz etmektedirler; ama tam bir umursamazlıkla politikacıların ve kapitalistlerin hırslarına teslim olarak, “böyle bir şey için 15-20 yıl gerekir, o zamana kadar da elbet tuzlanmaya çare bulunur” gibi, ancak bir kaderciye yakışacak savlar öne sürmektedirler. Sadece “tuzlanma” da değil, yanlış sulama teknikleri yüzünden olacak erozyon, bölge ikliminin değişmesiyle ortaya çıkacak yörenin bitki ve hayvan türlerinin yok olması ve ortaya çıkabilecek bitki, hayvan ve insanları tehdit edecek hastalıklar ne politikacıları ne de yöreyi daha çok sömürmek için bekleyen paragöz kapitalistleri hiç ilgilendirmemektedir.
Dünyanın en eski yerleşim ve uygarlık merkezi olan Dicle ve Fırat havzalarındaki tarihi kalıntıların sular altında kalacağı da diğer bir sorundur. Ama, bir kaç çok göze batan kazı merkezi dışında kalan sayısız höyük ve harabelerin kurtarılması için hiç bir çaba harcanmamakta, böyle bir sorun yokmuş gibi davranılmaktadır.
Hükümetlerin bir sorun yokmuş gibi davrandıkları yönlerden birisi de Fırat ve Dicle nehirlerinden yararlanan diğer iki ülke Suriye ve Irak’la ortaya çıkan sorundur,
Türkiye’ye göre; mademki bu nehirler Türkiye’den çıkmaktadır, öyleyse suları islediği gibi kullanma hakkı da Türkiye’nindir. Kapitalistler, hükümet, devlet yetkilileri, basın ve aydınlarımıza bu mantık pek akla uygun gelmektedir. Gerçi sorun dışarıya karşı konuşmak olunca, yetkililer “biz komşularımızın ihtiyaçlarını düşünüyoruz, onları gerekli olan suyu bırakıyoruz, bırakacağız” demektedirler, ama hemen bu sözlerin arkasından dişlerini gösterip, “ama onlar da Türkiye’nin isteklerini gözetmelidir” diye eklemektedirler.
Bu konuda açıkça bir şantaj politikası izlenmekte, komşu ülkelerin kendi politikalarını izleyecekleri her konuda müdahale edilmek, istenmektedir. Bu ülkelerin şikâyetlerine ise; Türkiye’nin kalkınmasını istememek ya da istemeyen ülkelerin aleti olmakla suçlamaktadırlar. Bu şantajcı, ikiyüzlü politika, Türkiye ile Irak-Suriye arasındaki ilişkileri gerginleştirmekte, düşmanlık kronikleşmektedir. Boğazı sıkılan bu iki ülke ve halklarının düşmanlığı kazanılmaktadır.

GAP KÖTÜ MÜ?

Sınıflı bir toplumda, böyle pek sınıflar-üstü görünen bir proje için bile olsa “GAP kötü mü?” sorusunun basit, bir tek yanıtı yoktur. Nasıl ki; çekirdek fiziğindeki gelişmeler, yeni buluşlar, bir yandan insanoğluna sınırsız enerji kaynakları ve ileri teknolojinin yolunu açarken öte yandan da nükleer ve termo-nükleer silahların yapımı yolunu açmışsa, sanayi ve tarım projeleri de iki yönlü bir işleve sahip olmuşlardır. Bu tesisler, yapanların amaçlarından bağımsız olarak, üretimi artırarak genel olarak insanlığın ihtiyaçlarına yanıt verip ilerlemeye katkıda bulunurken bir yandan da emekçilerin daha çok sömürülmesi, emekçi sınıfların nispi refah düzeylerini düşüren, kapitalist sınıfı güçlendiren bir rol oynarlar. Özellikle proje GAP gibi büyük ve çok yönlü etkiye sahipse doğurduğu sonuçlar, “iyi” ve “kötü” daha da önemli olur.
Hiç kuşkusuz, GAP projesini uygulamaya sokanların ilerleme, emekçilerin refah düzeyini yükseltmek gibi bir amaçları yoktur. Onlar için GAP, Güneydoğu’nun yerüstü ve yeraltı kaynaklarını talan etme, Kürt emekçileri üstündeki sömürüyü yoğunlaştırma, Kürt ulusal mücadelesini engellemenin bir unsuru olarak kullanmak, komşularını GAP’ın olanaklarıyla hizaya getirmektir. Ama GAP, kurucularının niyetlerinden bağımsız olarak, bölgedeki üretici güçleri geliştirecek, devrimin sınıf güçlerini daha radikalleştirecek, ulusal mücadeleye proleter damgası vuracak olguları geliştirecektir. Bu, GAP’ın kapitalist sistem içinde, yol açacağı tek olumlu gelişmedir denebilir. Çünkü GAP’ın gerçek meyvelerini vermesi; emekçilerin refah düzeyini yükselten, sadece bölge halkının, Kürtler ve Türklerin değil bütün Ortadoğu halkları için bir bolluk, kardeşlik ve barış bölgesi olması, kişisel, sınıfsal ve ulusal çıkarların söz konusu olmadığı, baskısız ve sınıfsız bir dünyada olasıdır. Ancak o zaman barajlar emekçi ve Kürt mücadelesinin önüne değil yoksulluğun, zulmün, eşitsizliğin önüne kurulmuş barajlar olacak. Ancak o zaman GAP doğayı tahrip eden değil onu yeniden üreten bir insansal doğa olacak. Ancak o zaman, komünizmin dünyasında, GAP gerçek bir cennet olacak; bire bin veren topraklardan gerçekten ondan yararlanmaya hakkı olan herkes yararlanacaktır. Ancak o zaman GAP, bütün yönleriyle iyi, iyilik üreten bir bölge olacaktır.

Eylül 1992

Anti-Sosyalist Kampanya, Tarihin Çarpıtılması Ve Bazı Gercekler

Marksist teoriye, sosyalist inşa pratiğine ve Lenin ve Stalin başta olmak üzere, proletarya devrimlerinin önderlerine yönelik olarak uzun süreden beri yürütülen uluslararası gerici kampanya son dönemde, yeni güçleri de içine alarak yoğunlaştırıldı. S. Birliği ve Doğu Avrupa’daki gelişmeler, bu burjuva-emperyalist saldırı kampanyasında malzeme olarak kullanılıyor. “Kapitalizmin sosyalizme üstünlüğü”nün sözde kanıtları sayılıp dökülüyor(!) Marksizm’in iflas ettiği, komünizmin öldüğü söyleniyor.
Sosyalizme karşı sürdürülen bu çok yönlü saldırı kampanyasına, ülkemizin liberal burjuva aydınları, revizyonist ve reformist Türk ve Kürt çevreleri, kapitalist kazanç uğraşına girmiş dönek solcular ve dünyaya “ulus penceresinden bakan küçük-burjuva milliyetçileri de uzun bir süredir katılmış bulunuyorlar.
Bu ikinci kesimin özelliği, onların (sosyal konumları bir yana) “devrimcilik”, “sosyalistlik” adına konuşuyor olmalarıdır. Esas malzemeleri gerçeklerin çarpıtılması olan bu oportünist, troçkist, milliyetçi kesimin içinde D. Perinçek’in SP-İP’sinden “Dev-Yol”a, PKK’ya kadar uzanan çevreler yer almaktadır. Tümünün ortak yanı, yer yer Marksist terminolojiden aşırılmış fikirlerle, kendi saldırılarını, düşüncelerinin burjuva özünü gizlemeye çalışmalarıdır. Tümü sosyalizmin geçici yenilgisinin psikolojik, siyasal baskısı altında hareket etmekte, burjuva propagandadan fazlasıyla etkilenmektedirler. “Sosyalist’, “devrimci”, “yurtsever” olma iddiasıyla, bu anti-Marksist, anti-sosyalist kampanyaya katılanların tahlilleri yenilgi dönemini zemin olarak aldığı gibi; onların iddiaları da zaman ve mekândan bağımsız soyut suçlamalar niteliğindedir.
İkinci kesimin içinde yer alanlardan bazıları daha düne kadar, Sovyetler Birliği’nde kapitalist restorasyondan söz edenleri, “Maocu”, “şabloncu” vb. olarak ” suçluyor, sözde sosyalist olarak değerlendirdikleri “sosyalizm kampı”nı savunuyorlardı. 80’li yıllarda, Gorbaçovcuların, kapitalist emperyalizme açık entegrasyonu gerçekleştirmeleri üzerine, içine düştükleri açmazı devrimci bir tarzda aşma yerine, bu kez de, tüm yanlışlık ve kötülüklerin kaynağı olarak “reel sosyalizm” dedikleri, sosyalizmi göstererek ortaya çıktılar. 1917’den 1990lara kadarki süreci hiçbir ayırım yapmadan, -kendi içinde sosyalist ve kapitalist döneme ayrılmasına karşın- “70 yıllık reel sosyalizm dönemi” olarak göstermeyi amaçlarına uygun gördüler. Kapitalizm ve revizyonist-bürokrat burjuvazinin suçlarını, sosyalizme, gerçek Marksist-Leninistlere, Lenin ve Stalin’e fatura ettiler. Anti-sosyalist kampanyayı “devrimci konum’dan sürdürenlerden bazılarına göre “reel sosyalizm”in yıkılması iyi olmuştu! Böylece hem sosyalizme duyulan gizli öfkeyi açığa vuruyor, hem de burjuvaziyle girişilecek ilişkilere zemin hazırlanıyordu.
Marksist olmadıkları ve sosyalizmi hedeflemedikleri halde, çıkarları gerektirdiğinde öyle görünmeyi de elden bırakmayanlar, mistisizmi, dinciliği, milliyetçiliği, kapitalizmle iç içeliği Marksizm’e yamamaya, sosyalizmi, kaba eşitçilik olarak sunmaya çalışıyorlar. Bunlar, yaptıklarıyla övünüyor, sosyalizmin “sınıfta kaldığı”nı iddia ediyor ve Lenin ve Stalin’in çeşitli sorunlara ilişkin düşüncelerini “şaşkınlıkla, “zamanı geçmiş olmak”‘ve “laf-ı güzaf olarak değerlendiriyorlar.
Sovyet gerçeği ve sosyalist inşa pratiği çarpıtılmaktadır. Kapitalizmin sadık uşaklarının, Kruşçev’den Gorbaçov’a, revizyonistlerin suçları Marksist-Leninistlere yüklenmektedir. Türk ve Kürt işçi ve emekçilerinin, sosyalizm için mücadeleye yönelmesinin önü kesilmeye, tahrifat ve çarpıtmalarla proletaryanın sosyalist inşa pratiğinin zorlukları ve gerçeklerini doğru olarak değerlendirmesi engellenmeye çalışılmaktadır. Nesnel gerçekler, ulusal ve uluslararası koşullar görmezden gelinmekte, her şey iradeyle, iradi çabayla, sübjektif unsurlarla izah edilmeye çalışılmaktadır.
Bu yazı kapsamında, anti-sosyalist kampanyayı her yanı ile ele almak, reformist, revizyonist, Troçkist ve milliyetçi çevrelerin iddialarını tümüyle değerlendirmek mümkün değil. Ancak, sosyalizme inana zaafa uğratmak amacıyla, iddialarını tarihin ve tarihsel gerçeklerin çarpıtılması zeminine oturtmaya çalışanların konumlarının ve “sosyalizmin sorunları”nın daha iyi anlaşılması için, kısa bir tarih özetlemesi yapmak gerekiyor. Böylece tarih çarpıtıcılarının, burjuva propaganda kervanına katılmış olanların, sosyalizme küfredenlerin yüzü daha iyi görülecektir.

AZGELİŞMİŞ RUSYA: EMPERYALİST ZİNCİRİN ZAYIF HALKASI
Ekim Devrimi, kapitalizmin en gelişmiş olduğu, üretimin merkezileştiği kapitalizmin ana ülkelerinde değil, çelişkilerin en fazla keskinleştiği emperyalist kapitalizmin en zayıf halkasını oluşturan, emperyalizme bağımlı geri kapitalist bir küçük-burjuvalar ülkesinde gerçekleşti. Bu nesnel toplumsal durum, daha baştan, sosyalist ekonomiyi inşa etmenin sorunlarını ağırlaştırıcı bir etkendi. Sosyalizm küçük üretim üzerinde değil, büyük ölçekli fabrika üretimi üzerinde inşa edilen, üretim araçlarının kolektif toplumsal mülkiyete dönüştürülmesini öngören bir ekonomik-siyasal sistemdir. Kapitalizmin ileri düzeyde geliştiği, büyük fabrika üretiminin yoğunlaştığı, binlerce ve on binlerce proleterin büyük sanayi komplekslerinde bir araya geldiği, üretim araçlarının merkezileştiği ülkeler, sosyalizme geçiş için altyapının, sosyalizmin maddi göçlerinin en olgun olduğu ülkelerdir. Proletaryanın, siyasal sosyal devrimle iktidarı ele geçirmesi ve üretim araçlarını kolektif toplumsal mülkiyete geçirmesi sosyalist ekonominin inşası yolunda küçümsenemez olanaklar yaratır.
Büyük ölçekli devlet kapitalizminin sosyalizme geçiş için “hazır” bir maddi temel yarattığının söylenmesinin ve PTT, Demiryolu işletmeciliği gibi, merkezileşmiş komple, kapitalist devlet işletmelerinin sosyalist işletme biçimine “en yakın biçim” sayılmasının nedeni budur.
Ne ki; kapitalizmin ve proletaryanın en fazla geliştiği ülke ya da ülkelerde devrim için maddi koşulların olgunluğundan hareketle, devrimin önce buralarda gerçekleşmesi gerektiği sonucu çıkmaz. Devrim, sayısızca etkenin bir araya gelmesiyle mümkün hale gelmektedir. Kapitalizmin ileri düzeyde gelişmesi (ki bu tekellerle birlikte en üst düzeye çıkmıştır.), proletaryanın sayısal gelişimi ve yoğunluğu önemli bir maddi temel yaratmakla birlikte, bu kendiliğinden bir devrime götürmez. Proletaryanın büyük öğretmeni Lenin’in, birçok kez vurguladığı gibi; devrimin olabilmesi için, yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmeyi kabullenmediği, bir “milli kriz”in olgunlaştığı ve proletaryanın geniş kitlelerinin, bilinçli siyasal temsilcilerinden oluşan partisi öncülüğünde iktidar için ayağa kalktığı koşulların oluşması gerekir.
Lenin ve Stalin, birçok kez, Rusya gibi geri bir ülkede devrimin başarıya ulaşmasının nedenlerini irdelemişlerdi. Lenin, emperyalizmle birlikte; devrimin olanaklarının genişlediğini, çelişkilerin boyutunun değiştiğini, proletarya ile burjuvazi, emperyalizm ile ezilen halklar ve emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişkilerin keskinleşmesinin, emperyalist cephe zincirlerini en zayıf halkasında, bir ya da birkaç ülkede devrim ile yarmayı olanaklı hale getirdiğini ortaya koydu. Yine Lenin ve Stalin, Rusya gibi geri bir ülkede devrime kalkışmamayı ve Avrupa Devrimi’ni beklemek gerektiğini vaaz eden Troçki ile giriştikleri polemiklerde geri ülkelerde devrimin olanaklı olduğunu, nedenleriyle birlikte ortaya koydular. Herhangi bir ülkede (bu ülke isterse o dönemdeki Rusya gibi çok geri koşullara sahip olsun) koşullar bir devrimi dayattığında bundan geri durmayı cinayet olarak nitelediler. Troçki, tek ülkede sosyalist devrim yapmayı, sosyalist iktidarın kurulamayacağı gerekçesiyle reddediyordu. Troçki, “paralel uluslararası eylem” ve “sosyal devrimin perspektiflerine ulusal çerçeveden” bakmak adına, devrimi Avrupa Birleşik Devletleri’nin yaratılması fikrine bağlı olarak düşündüğünü söylüyor ve “Rusya’da (tek ülkede) devrim” fikrine bu yüzden soğuk bakıyordu. Lenin, 1915’te Troçki’nin bu düşüncelerini eleştirdiği “Avrupa Birleşik Devletleri Üzerine” adlı makalesinde şöyle diyordu.
“Ama bağımsız bir şiar olarak dünya birleşik devletleri şiarı hiç de doğru olmazdı. Çünkü birincisi, o, sosyalizme denk düşer; ikincisi tek ülkede sosyalizmin zaferinin imkânsızlaştığı yanlış anlayışını ve böyle bir ülkenin diğerleriyle ilişkileri üzerine yanlış bir anlayışı ortaya çıkarabilir. İktisadi ve siyasi gelişmenin eşitsizliği kapitalizmin mutlak bir yasasıdır. Bundan şu sonuç çıkar ki; sosyalizmin zaferi başlangıçta bir kaç kapitalist ülkede, ya da tek başına alınmış bir ülkede bile olanaklıdır. Bu ülkenin muzaffer proletaryası, kapitalistleri mülksüzleştirdikten ve kendi ülkelerinde sosyalist üretimin örgütlenmesinden sonra, kendini diğer kapitalist dünyanın karşısına koyacak ve diğer ülkelerin ezilen sınıflarını kendi yanına çekecek, onlarda kapitalistlere karşı isyanlar körükleyecek ve gerektiğinde sömürücü sınıflara ve onların devletlerine karşı hatta silah zoruna bile başvuracaktır.”
Ekim devrimi, 14 milyon işçi ve köylünün üretimden koparılarak askere alındığı, açlık, sefalet ve savaşın kasıp-kavurduğu, büyük emperyalist devletlerin birbirleriyle tutuştukları savaş nedeniyle, tüm güçleriyle müdahale edemedikleri, proletaryanın ana kitlesinin, Bolşevik Parti yönetiminde ve geniş köylü yığınlarının desteğini sağlayarak zulme, sefalet ve savaşa karşı ayağa kalktığı koşullarda gerçekleşti. Devrim, emperyalizmi kendi ‘metropol’ merkezlerinde sarsarken, emperyalizmin, sömürge ve bağımlı ülkeler üzerindeki egemenliğini de sarsıyor, onun cephe gerisine vuruyordu.
Devrim öncesinde halk, büyük bir kültürel gerilik ve ekonomik sıkıntı içindeydi. Rusya’nın en önemli sanayi dalları İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin ellerindeydi. Açlık, sefalet ve gerilik, çevre bölgelere doğru gidildikçe, daha amansız bir hal alıyordu. Böyle bir ülkede devrimi sürdürmek ve sosyalizmi inşa etmek, Marksizm’e derin inancı, Bolşevik kararlılığı ve halk kahramanlığını gerektiriyordu.
İktidarın proletarya tarafından alınmasıyla birlikte, emperyalist ülkelerin orduları devrim Rusya’sına saldırıya geçtiler. Moskova ve Petrograd’ı ele geçirip, devrimi boğmak için yürüyüşe geçen emperyalistler, beyaz ordu generallerinin karşı-devrimci ayaklanmalarını da destekleyip organize ediyorlardı. ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, Japonya, askeri müdahale yolunu tuttular. Bolşevikler üstün bir iradeyle, ekonomisi tahrip olmuş ve insanları büyük bir moral çöküntüsü içindeki bir ülkede devrimi sürdürmede tereddüt etmediler. 1917’den 1923 başına kadar, fiili emperyalist işgal ve saldırılarla iç ayaklanmalar devam etti. Proletarya ve Bolşevikler, bir yandan emperyalist ve gerici saldırıları püskürtmeye çalışırken, öte yandan üretim düzeyinin yükseltilmesi, üretim araçlarının toplumsal mülkiyete geçirilmesi, halklar arasında güven ve işbirliği ortamının oluşturulması vb. için olağanüstü bir çaba gösteriyorlardı. Emperyalistler arası çelişkilerden yararlanmak ve güç toplamak için, Almanlarla, Brest-Litovsky anlaşması imzalandı.
Mücadele, proletaryanın ve partinin safları içinde de sürüyordu. Troçkistler, Avrupa devrimine ilişkin beklentilerini ve bundan hareketle Rus Devrimi’ne gerekli önemi vermeme çizgisini sürdürdüler. Menşevikler ve Sosyalist-Devrimciler, beyaz orduların saflarında devrime karşı savaştılar. Bolşevik partisi artık iktidardaydı, ne var ki saflarındaki mücadele daha da keskinleşmişti. Başını, Troçki, Kamanev ve Zinovyev’in çektiği oportünist kesim, sosyalizmi inşa çabalarını baltalıyor, sürekli engel çıkarıyorlardı. Proletarya iktidarının korunup korunmaması bile tartışma konusu olabiliyordu. Örneğin, Moskova Parti Bürosu’nu ele geçiren “sol komünistler” Troçkist düşünceden esinlenerek “uluslararası devrimin çıkarları doğrultusunda, şimdi sadece biçimsel bir hale gelmiş Sovyet iktidarının olası yok oluşuna rıza göstermeyi amaca uygun buluyoruz” diyebiliyorlardı. Lenin, Sovyetler Birliği’nde devrimi sürdürme ve proletarya diktatörlüğünü sağlamlaştırmanın,   uluslararası devrim için hayati önemine dikkat çekerek, “sol komünistlerin düşüncelerini “canavarca” cinayet işlemek olarak niteledi. Sovyetler Birliği’nde, devrimin ve sosyalist inşanın zaferi, uluslararası devrimin, diğer ülkeler proletaryasının devrimci atılımının güçlenmesinin olanaklarının genişlemesi ve güç kazanması anlamı taşıyordu. 1920’li yıllar aynı zamanda uluslararası devrimci hareketin temposunda yavaşlamanın görüldüğü, Alman ve Macar proletaryasının devrimci kalkışmasının yenilgiye uğradığı yıllar oldu. Sovyetler Birliği
Proletaryası, daha çok kendi gücüne dayanarak ve köylülüğü kendi cephesine çekerek, sosyalist iktisadı, sanayiyi ve kolektif çiftlik üretimini geliştirmek ve devlet iktidarını sağlamlaştırmak suretiyle devrilmiş gericiliğin karşı-devrimci başkaldırısını ezmeliydi. Başkaca yolu yoktu. Lenin ve Stalin, yeni iş disiplininin, sosyalizmin başarısı için taşıdığı öneme dikkat çekiyor ve yoksulluğun ortadan kalkması için tam bir halk seferberliği gerektiğini belirtiyorlardı. Lenin, köylülükle 10-20 yıl doğru ilişkiler kurmak suretiyle, devrimin zaferi güvencelenmedikçe, diğer ülkelerde devrimin gecikmesi halinde, beyaz muhafız terörü altında eziyet çekme tehlikesinin bulunduğunu söylüyor, köylülüğün kooperatif üretimi içine çekilmesinin önemine vurgu yapıyordu. Devrime karşı dış ablukayla birleşen kulakların eyleminin ezilmesi, kırsal alanda ürünlerin kaldırılması ve şehre naklinin sağlanması için köylere işçi birlikleri gönderiliyordu. Lenin işçi sınıfına seslenirken şöyle diyordu:
“İşçi yoldaşlar; devrimin kritik bir durumda olduğunu unutmayın. Unutmayın ki devrimi yalnız siz kurtarabilirsiniz, başkası değil. Seçilmiş, siyasi bakımdan ileri, sosyalizm davasına sadık, rüşvete ve yağmaya itibar etmeyen ve kulaklara, vurgunculara, çapulculara, rüşvetçilere ve düzen bozuculara karşı demir bir güç yaratabilecek yetenekte on binlerce işçiye ihtiyacımız var.

DEVRİMİN ZOR GÜNLERİ VE SOSYALİST İNŞA FAALİYETİ
Geri bir ülkede, “devrimi kritik bir durum”dan kurtararak sürdürmek ve ekonomiyi ileri kapitalist ülkeleri geride bırakacak bir düzeye çıkarmak, Stalin’in başında bulunduğu Bolşevik Partisi ve proletarya tarafından başarıldı. Devlet iktidarının proletaryanın elinde olması, proletaryanın milyonlarca köylü ile ittifakı, tüm büyük çaplı üretim araçlarının proletarya devletinin şahsında toplumsallaştırılmış olması ve köylülerin kolektif kooperatif üretimi içine çekilmesi, Lenin’in deyişiyle “tam sosyalist toplumu kurmak için” gerekli olan şeylerdi ve proletarya bu imkânlara, tüm zorluklara karşın sahipti. Sosyalizm davasına sadık on binlerce ve yüz binlerce parti savaşçısının, emperyalist istilacılara, devrilmiş burjuvaziye ve kulaklara karşı mücadelede şehit düşmesi pahasına, devrim ve sosyalizm zafer kazandı. Sosyalizm ancak “modern bilimin en son buluşlarına dayanan büyük çaplı kapitalist işletmecilik” (Stalin) koşullarında; büyük sanayi üretimi üzerine, milyonlarca proleterin, büyük fabrikalarda bir araya geldiği, ataerkilliğin ve küçük çaplı üretimin aşıldığı koşullarda “on milyonlarca kişiyi üretim ve doğumda tek bir standardını kollanmasına yönelten planlı devlet örgütü” koşullarında ve kuşkusuz proletaryanın devlet olarak örgütlendiği, devleti elinde tuttuğu, yönettiği koşullarda inşa edilebilirdi. Rusya’da devlet önemli nesnel zorluklarla karşı karşıyaydı.
Bolşevikler, bir yandan uluslararası destekten yoksun olarak, sosyalist inşanın büyük sorunlarıyla boğuşurken, öte yandan, Batı ülkeleri proletaryası başta olmak üzere, proletaryanın devrimci atılımına ve ulusal kurtuluş mücadelelerine destek oldular. Sovyet devletinin ulusal baskı ve ulusal hak eşitsizliğinin ortadan kaldırılması için yürüttüğü mücadele ve içerde tüm fiili eşitsizliklere karşı başlattığı iyileştirme faaliyeti ezilen uluslara güven verdi, onların desteğini kazandı.
İngiltere, Fransa, Japonya ve Amerika’nın, Sovyet topraklarını işgal ederek, Beyaz muhafız ordularını ayaklandırmaları ve işgal ettikleri bölgelerde Sovyet iktidarını yıkmaları üzerine, iktidardaki Bolşevik Parti, ülkeyi “askeri kamp” ilan etti ve “iktisadi, kültürel ve siyasi yaşamı”nı savaş düzenine soktu. “Savaş komünizmi” uygulandı. Devrimin sürdürülmesi ve genç proleter devletin ayakta tutulabilmesi için, bizzat Lenin tarafından “işçi-köylü savunma konseyi” örgütlendi. Kızıl ordunun güçlendirilmesi, eğitimin sağlamlaştırılması, ülke savunması açısından büyük öneme sahipti. Bu iş için komünist komiserler seferber edildi.
Avrupalı işçi, gelişmiş ülkeler proletaryasının avantajlarını değerlendirecek, ayaklanarak “işin nasıl yapılacağını” gösterecekti. Ama o zamana kadar dayanmak, iktidarı sağlamlaştırmak, sanayide ve tarımda kolektif toplumsal üretim ve bölüşümü örgütlemek önemliydi. “Batı Avrupalı kapitalist ülkeler sosyalizme doğru gelişmelerini tamamlayıncaya kadar (dek) dayanabilecek miyiz!” diye soruyordu Lenin ve işçilere bunu başarmak için yapılması gerekenleri açıklıyordu. İşçilere, devrimi kurtarabilecek tek gücün onlar olduğunu söylüyor; sınıf düşmanlarına karşı “demir bir güç” yaratarak, köylülüğü yanına çekmelerinin önemini anlatıyordu. “Kulaklara karşı mücadeleden bir an bile vazgeçmeden ve aynı zamanda yoksul köylülere sağlam bir biçimde güvenerek, orta köylüyle bir anlaşmaya varmayı öğrenin” diyordu Lenin.
Dış müdahaleler ve iç savaş ekonomiyi tahrip etmişti. Fabrikaların çoğu çalışmaz hale gelmiş, maden ve kömür ocakları yıkılmış ve su baskınına uğramış, ulaşım tamamen durmuştu. Metal ve tekstil stokları hemen hemen tükenmiş, ekmek, yağ, et, ayakkabı, giyecek, tuz, kibrit, gazyağı gibi temel ihtiyaç maddelerinde dayanılmaz kıtlık baş göstermişti. İktidarın proletaryaya geçmesi üzerine, devrilmiş gericiliğin sabotaj ve zarar verme eylemleri artmıştı. Kulaklar tahıl ürünlerini stoklayarak açlığın daha etkili olmasını sağlamaya çalışıyorlardı.
Tüm bu sıkıntılar ve zorunlu olarak başvurulan “savaş komünizmi” uygulaması köylülük içinde ve işçiler üzerinde olumsuz etkiye ve hoşnutsuzluğa yol açıyordu. Sosyalizmin düşmanları, güç iktisadi durumdan ve köylülerin hoşnutsuzluğundan yararlanarak, karşı-devrimci ayaklanmalar örgütlediler. Kapitalistlerin ve çiftlik sahiplerinin, iktidarlarını geri getirme çabaları yoğunlaştı. Sibirya, Ukrayna ve Kronstadt’da ayaklanmalar baş gösterdi. Bu ayaklanmaların bastırılması için, proletaryanın seferber edildiği bir sırada, oportünist unsurların parti içi muhalefeti de yoğunlaştı. Başını Troçki, Kamanev ve Zinovyev’in çektiği grup, sürekli engel çıkarıyorlardı. Troçki, köylülere karşı zorun daha yoğun kullanılmasını savunuyor, onun desteklediği “işçi muhalefeti” tüm ülke ekonomisinin yönetiminin “üreticiler kongresine devredilmesi ve partinin yönetici rolünün zayıflatılmasını istiyorlardı. Bu istem, daha işin başında, proletaryanın iktidarının tehlikeye atılması anlamını taşıyordu. Lenin, Troçki ve “işçi muhalefeti”nin düşüncelerinin içerdiği tehlikeyi deşifre etti ve parti ezici bir çoğunlukla Lenin’i onaylayarak muhalefete karşı tavır aldı. Proletarya iktidarının, proletaryanın geri kesimlerini, yoksul köylüleri ve geniş küçük-burjuva yığınları bir süreç içinde sosyalist inşa faaliyetine çekmek ve dost güçler arasındaki uzlaşır mücadelenin varlığını dikkate almak zorunluydu.

GÜÇ TOPLAMAK İÇİN GERİ ÇEKİLME DÖNEMİ: NEP
Sosyalizmin iktisadi temelini güçlendirmek ve özel sermayeye karşı saldırıyı bu yolla artırmak amacıyla, bir güç toplama ve kaynak biriktirme politikası olarak NEP (Yeni Ekonomik Politika) uygulamasına geçildi. Bu, güç toplama ve kapitalizmin unsurlarına karşı daha komple bir saldırıyı örgütleme amacıyla başvurulmuş bir geri çekilmeydi. NEP’le, sosyalist sanayi ve tarımın örgütlendirilmesinin maddi temellerini güçlendirmek ve bu amaca ulaşmak için kapitalizmin unsurlarının gelişimine izin verildi. Bu, zamanı geldiğinde, geri çekilmeyi durdurarak, daha etkin saldırıda bulunmak amacıyla güç toplamayı sağlayacak bir uygulamaydı. Bir yıl sonra Lenin, “amaca ulaşıldığı”nı ve artık bu “geri çekilme politikasından vazgeçilmesi” gerektiğine işaret ediyordu.
Lenin, proletarya diktatörlüğü koşullarında, sosyalist bir sanayinin varlığı şartlarında, milyonlarca köylüyü kapsayan üretim kooperatifleri aracılığıyla köylülerin sosyalist üretim faaliyetine çekilebileceğini söylüyordu. Bu düşünce doğrultusunda, küçük köylü üretiminin, kolektif kooperatif üretim içinde birleştirilmesi yoluyla tarımın geliştirilmesi ve köylülerin bu yolla sosyalist ekonominin inşasına çekilmesi için yoğun çabaya girişildi.
Sovyet partisi ve devleti, kapitalist ülkelerde devrimin gecikmesi ve kapitalizmin istikrarı durumunda sosyalist inşayı durmaksızın geliştirmek gibi zorlu bir görevle karşı karşıyaydı. Emperyalist kuşatma ve saldırının, devrilmiş sınıfların artan gerici çabalarının ve parti içi muhalefetin engellemelerinin, sosyalist inşa çabalarını sekteye uğratmaması için proletaryanın kararlı sınıf tutumuna ve üstün devrimci iradeye ihtiyacı vardı. Batı Avrupa’da kapitalizmin kısmi ve geçici istikrara kavuşması savaş sonrası devrimci ayaklanmaların bastırılmasını olanaklı kıldı. Kapitalizm, devrimci atılımlara karşı yeni bir saldırı dalgası başlatma olanağı kazandı. Kapitalist burjuvaziye en büyük destek sosyal demokratlarca sağlanıyordu. Batı Avrupa ülkelerinde devrimin yenilgisi, emperyalistlerin, Sosyalist Sovyetler Birliği’ne karşı saldırı, abluka ve entrikalarını kolaylaştırıyordu. 1922’de İtalya’nın Cenova kentinde yapılan uluslararası toplantı, emperyalistlerin, Sovyetlere tehdit ve baskı arenasına dönüştü. Uluslararası fabrika ve işletmelerin yabancı kapitalistlere geri verilmesini ve Çarlık hükümetinin tüm borçlarının ödenmesini istiyorlardı. Sovyet devrimini Doğabileceklerini, Bolşeviklere boyun eğdirebileceklerini düşünüyorlardı. Lord Curzon yeni bir emperyalist askeri müdahale tehdidinde bulunuyordu. Sovyet hükümeti, emperyalistlerin bu istek ve tehditlerini reddederek yoluna devam elti.
Dışta, emperyalist baskı ve kuşatma, içte ise gerici ayaklanmalarla, iktidardan aşağı edilmiş sınıfların eski cennetlerini geri getirme çabalarıyla boğuşmak zorunda kalmasına rağmen, genç Sovyet devleti, işçi ve köylülerin devrimci seferberliği sonucu, sosyalist ekonomiyi inşada ve emekçilerin yaşamını iyileştirmede önemli adımlar attı. Burjuvaziyi siyasi olarak yenilgiye uğratan işçi sınıfının, onu iktisadi bakımdan da yenilgiye uğratması gerekiyordu. Sosyalizmin inşası ve yaşaması buna bağlıydı. Kuşkusuz, bu, uluslararası kapitalist kuşatmaya dayanabilme gibi muazzam önemde bir soruna da bağlıydı.
“Kapitalist iktisat sisteminin ortadan kaldırılması ve sosyalist iktisat sisteminin kurulmasında ifadesini bulan SSCB’de sosyalizmin zaferi, buna rağmen, yabancı silahlı müdahale tehlikesi, kapitalizmin restore edilmesi tehlikesi ortadan kalkmadıkça, sosyalizm ülkesi bu tehlikeye karşı hala… Nihai zafer olarak görülemezdi.” (Stalin) Sovyet devriminin yaşaması, olağanüstü direnme gücüyle birlikte, yeni devrimci atılımlarla, uluslararası proletaryanın desteğini almış olmasına bağlıydı. Stalin’in deyişiyle, “kapitalist ülkelerde proleter devriminin zaferi SSCB emekçileri için can alıcı bir sorundu.” S. Birliği’nde sosyalizmin kaderi sorunu, izlenecek ekonomik politikaya bağlıydı. Kapitalist ülkelerde devrimin geciktiği, kapitalizmin nispi bir istikrara kavuştuğu ve dış müdahale olanaklarının genişlediği koşullarda, sosyalizmin güçlerini her bakımdan güçlendirmek ve durmaksızın inşa faaliyetini sürdürmek hayati bir sorundu. Tüm bunlar, Sovyet partisinin karşısına pratik bir sorun olarak çıkıyor ve parti için mücadeleyi keskinleştiriyordu.

SOSYALİZME İÇTEN SALDIRI: PARTİ-İÇİ MUHALEFET
Parti içi muhalefet, Lenin’in hastalığı ve ölümünü fırsat bilerek, partiye ve sosyalist inşa çalışmasına zarar veren faaliyetlerini hızlandırdı. Troçki, devrimin Almanya ve Bulgaristan’daki yenilgisinden de güç alarak eski tezlerini yeniden gündeme getirdi. Her zaman, siyasi iktidarsızlığı ve ilke adamı olmamakla dikkat çeken Troçki, Sovyet partisi ve devleti’nin en güç döneminde, etrafına “Demokratik merkeziyetçiler”, “sol komünistler” ve “işçi muhalefeti” hiziplerini de toplayarak, parti üyelerini partiye ve genç üyeleri eski parti kadrolarına karşı kışkırtmaya çalıştı. İktisadi krizin, Sovyet devletinin yıkılmasına yol açacağını düşünen Troçki, partiyi yeni bir tartılmaya zorladı. Ocak 1924’te toplanan XII. Parti Konferansı, Troçki’nin düşünce ve eylemlerini bir kez daha mahkûm etti. Stalin “Troçki yenilgiye uğratılmadıkça, NEP şartları altında zafere ulaşmak, bugünün Rusya’sını sosyalist bir Rusya’ya dönüştürmek imkansızdır” diyerek, Troçkizme karşı ideolojik mücadelenin önemine dikkat çekti.
21 Ocak 1924’te, Lenin öldü. Tüm Sovyet halkı ve dünya proletaryası yasa boğuldu. Troçki ise, Tiflis’te yandaşlarıyla birlikte lehine gösteriler düzenlemekle meşguldü. Krupskaya’nın, Lenin’in ölümünü bildiren telgrafına, ne cevap verdi, ne de cenaze törenine katıldı. Lenin’in ölümü, ileri ve partisiz işçilerin saflarında partiye katılma eğilimini güçlendirdi. Yüz binlerce işçi partiye katılma talebinde bulundu ve bunlardan 240.000’i partiye kabul edildi. “Lenin seferberliği” ilan edilerek, sanayi ve tarımda sosyalist yeniden inşanın örgütlenmesi çalışması hızlandırıldı. 1924-25 yılında tarımsal üretim savaş öncesi düzeyin % 87’sine ulaştı. Büyük sanayi üretimi savaş öncesi üretimin dörtte üçüne ulaşırken, yeni inşaatlara 385 milyon ruble yatırılabilecek bir düzen tutturulmuştu. Aynı yıllarda iktisadi açıdan zayıf düşmüş olan köylülüğe 290 milyon ruble yardım ayrılabiliniyordu.
Devrimi ve sosyalist inşayı sürdürmek güçlü bir sosyalist sanayiyi gerektiriyordu. Stalin; “ülkemizi bir tarım ülkesinden, ihtiyaç duyduğu makineleri kendi çabalarıyla üretebilecek durumda olan bir sanayi ülkesine dönüştürmek, -genel çizginin özü, temeli budur.” diyordu. NEP uygulamasıyla tarımın canlandırılmasını ve gıda ve hammadde birikimini arttırmayı hedefleyen Sovyet partisi, sosyalist sanayileşme planıyla, sosyalist inşayı güçlendirmeyi hedefliyordu; Eski donanıma sahip fabrikaların modern teknik donanımla yenilenmesi ve makina yapan yüzlerce fabrikanın kurulması için çabalar yoğunlaştırıldı. Bir dizi yeni sanayi kolu kurmak, makine, takım tezgâhları, otomobil, kimya, demir-çelik fabrikaları kurmak, enerji santralleri için motor ve makine aksamı üretimini örgütlemek maden ve kömür çıkarımını arttırmak için kollar sıvandı. Ülkeyi kapitalist saldırganlardan korumak için gerekli savunma sanayini yaratmak ve sosyalist iktisadi bütünlük için bireysel köylü üretimini, büyük çaplı üretim yapan kolektif çiftliklerde birleştirmek için traktör fabrikaları ve modern tarım makinaları yapan atölyeler kurmak zorunluydu. İşçi ve köylülerin devrimci seferberliği bunu olanaklı hale getirdi. Çiftlik sahiplerinin toprak üzerindeki mülkiyetine son veren Sovyet iktidarı, köylülüğü, her yıl çiftlik sahiplerine 500 milyon ruble ödemekten kurtardı. Ayrıca tarım makinaları köylü tarımının hayati ihtiyacını karşılıyordu. Buna karşılık köylülük Sovyet iktidarının yardımına koştu. Ancak, küçük köylü işletmelerinin kolektif kooperatif çiftliklerinde bir araya getirilmesi, kolektif üretim ve bölüşüm yolunda atılmış bir adım olsa bile; bununla çelişkili olarak, kolhoz ürünlerinin ve bahçelerinin çiftliklerin tasarrufunda bulunması, tarımın sosyalleştirilmesi hedefine aykırılığı içeriyordu. Küçük meta üretimi uzunca bir süre varlığını korurken, işçilerle köylüler, kafa emeğiyle kol emeği arasındaki farklar ve çelişki de devam ediyordu.
Tüm bunlar hızlı, bir imar ve iktisadi büyümenin sağlanmasına yol açtı. Hidroelektrik santralleri, traktör fabrikaları, otomobil ve tarım tezgâhı fabrikaları ve demiryolu yapımı hız kazandı. 1926-29’da genç Sovyet devleti’ sanayiye 1 milyar ruble yatırabiliyordu.
Savaşın tahrip ettiği, açlık ve sefaletin kol gezdiği bir ülkede proletarya iktidarı altında tümüyle iç kaynakların seferber edilmesiyle sağlanan bu hızlı gelişme, sosyalizmin üstünlüğünü, onun insanının insan gibi yaşamasına verdiği önemi ortaya koyuyordu.
1926 yılında Troçkistler ve Zinovyevciler, tüm yenilmiş muhalefet gruplarının artıklarını etrafına toplayarak, sosyalist inşa faaliyetinin karşısına dikildiler. Zinoyevci Sokolnikov, gerekli makinaların dışarıdan alınmasını ve hammadde ile gıda maddeleri üretimine hız verilmesini istiyordu. Onların izlenmesini istedikleri yolun, kapitalistlerin, sosyalizm ülkesini yeniden köleleştirmesine götüreceği kuşku götürmez bir gerçekti. “38’ler platformu” adıyla çıkan Zinovyevciler, yeni bir genel parti tartışması açılmasını istiyorlardı. Tam da bu sırada, başını İngiliz emperyalistlerinin çektiği komplo ve saldırılar arttı. İngiliz hükümeti, Sovyet hükümetiyle diplomatik ilişkilerini keserek, Sovyet büyükelçilikleriyle ticari temsilciliklerine karşı sabotajlara girişti.
Troçki, sözde kolektifleştirme hareketini destekliyor ve hatta bu işin yeterince hızlı yürümediğinden şikayetleniyordu. Gerçekte ise O, köylülerin sosyalist inşa çalışmasına çekilmesinin boş bir çaba olduğunu düşünüyordu. Troçki’nin başında bulunduğu hizbin tartışma talebi, onların tartışmayı fiili olarak açık alana dökmeleri ve fabrikalarda, işçi toplantılarında görüşlerini açmaları üzerine Parti Merkez Komitesi kararıyla Ekim 1927’de açıldı. Sonuç, ezici çoğunlukla Troçkist bloğun hezimete uğratılmasıydı. Mevcut üyelerin 724.000’i parti politikasını destekledi. Troçkist muhalefet ancak 4.000 oy alabilmişti. Troçkistler, parti kararına boyun eğeceğine, karşı faaliyetlerini yoğunlaştırdılar ve sokak hareketini örgütlemeye giriştiler. Bunun üzerine 14 Kasım 1927’de Troçki ve Zinovyev partiden ihraç edildiler. 15. parti kongresi ‘”muhalefetin Leninizm’den ideolojik olarak koptuğunu, Menşevik bir gruba yozlaştığını, uluslararası ve yerli burjuvaziye teslimiyet yolunu tuttuğunu, objektif olarak proletarya diktatörlüğü rejimine karşı, karşı-devrimin bir aletine dönüştüğünü” saptayarak, Troçkist muhalefetin görüşlerini propaganda etmenin Bolşevik parti saflarında kalmayla bağdaşmayacağı kararı alıyordu.
Bir yandan iç ve dış düşmanlara karşı mücadele yoğunlaştırırken, öte yandan sosyalist ekonominin geliştirilmesi çalışmaları sürdürülüyordu. Bu sırada sosyalist inşa faaliyeti ürünlerini vermeye başlıyordu. Sosyalist sanayi sektörünün payı 1924-25’te % 81,1926-47’de % 86’ya çıkmıştı. Ticaret alanında özel ticaretin payının düşürülmesi de aynı hızla sürdü. Özel tüccarın payı aynı yıllarda % 42’den % 32’ye düştü. Büyük ölçekli sosyalist sanayinin gelişme temposu daha da hızlıydı. 1927’de 26’ya göre artış % 18 gibi önemli bir rakama ulaşmıştı ki bu, ileri kapitalist ülke sanayilerinin erişemediği bir orandı. Tarımda ise tüm iyileştirmelere rağmen durum hala iyi sayılmazdı. Tarımda tam kolektif çiftlik üretiminin hızla devam ettirilmesi zorunluydu. Köylülerin ikna yoluyla Sovyet iktidarının kendi yararlarına olduğunu, kolektif üretimin durumlarını iyileştirdiğini görmeleri gerekiyordu. Lenin; “köylülere toprağın toplumsal, kolektif, ortaklaşa ar-tel biçiminde işlemenin üstün yanlarım pratikte göstermeyi başarırsak, ancak o zaman devlet iktidarını elinde bulunduran işçi sınıfı, köylülere haklı olduğunu gerçekten kanıtlayabilir ve milyonlarca köylüyü sağlam bir biçimde ve gerçekten kendi yanına çekebilir.” diyordu. Stalin ve Sovyet partisi, tarımda sosyalist üretimin örgütlendirilmesi çalışmalarını Lenin’in düşünceleri doğrultusunda sürdürdü. Stalin, mevcut durumdan daha ileriye yürümek için kolektivizasyonun önemini vurguluyor ve sağ muhalefeti eleştiriyordu. Şöyle diyordu Stalin “çıkış yolu, küçük, dağınık köylü çiftliklerinin, toprağın ortaklaşa işlenmesi esasına dayanan geniş birleşik çiftliklere geçmesinde; modern, daha ileri bir teknik temelinde toprağın kolektif işlenmesine geçişte yatmaktadır. Çıkış yolu küçük ve cüce köylü çiftliklerini tedricen ama yolundan şaşmaksızın, zorla değil, örnek göstererek ve ikna yoluyla, toprağı toplumsal, ortaklaşa kolektif bir şekilde; tarım makinelerinden ve traktörlerden tarımı entansifleştirmek için bilimsel yöntemler uygulayarak işleyen büyük ölçekli çiftliklerde birleştirmektir. Başka bir çıkış yolu yoktur.”
Geri kapitalist bir ülkede sosyalist ekonominin inşası, sosyalist sanayinin güçlendirilmesi ve tarımda makinalaşmayı sağlayarak, milyonlarca küçük köylü işletmesinin ikna yoluyla ve örnek gösterilerek kolektif büyük ölçekli işletmelerde birleştirilmesi olmaksızın mümkün değildi. Lenin bunu; “kooperatiflerden hareket ederek,  tam sosyalist toplumu kurmak için gerekli olan her şey”i elde etmenin yolu olarak değerlendiriyor ve işçileri, köylüleri yanına almadan, sosyalist ekonomik ve siyasi inşa çalışmasının başarıya ulaşamayacağı konusunda uyarıyordu.
Parti ve Sovyet devleti bir yandan parti içi sabotörlerin faaliyetini etkisiz kılmaya çalışırken, öte yandan kulakların direnişiyle karşılaşıyordu. Kulaklar köylülerin gözü önünde açık mücadeleyle yenilgiye uğratılmadığı sürece işçi sınıfının ve işçi ve köylülerden oluşan Kızıl Ordu’nun ihtiyaçlarının karşılanması ve kolektif köylü üretiminin gerçekleştirilmesi zordu. Durum kulaklara karşı gelen bir taarruzun başlatılmasını dayatıyordu. Kulakların tahıl fazlalarını devlete sabit fiyat üzerinden satmayı reddetmeleri üzerine, O güne kadar daha esnek olan kulaklara karşı tutum sertleştirildi. Sabit fiyat üzerinden satışı kabul etmeyenlerin tahıl fazlasına el konulmaya başlandı. El konulan tahılın % 25’i yoksul köylülere devrediliyordu.
Parti ve devlet cihazı içinde yer alan sağ oportünist Buharin ve Rikoy grubu, kulaklara karşı uygulamaya muhalefet ediyor, sosyalist ekonomiye kulaklar üzerinden geçişin mümkün olduğunu söylüyorlardı. Onlara göre kulak tarımındaki gerileme ve kolektif çiftlik üretiminin genişlemesi yolu tarımın gerilemesi anlamına geliyordu. Daha devrimin “ilk yılları” sayılabilecek bir dönemde ve devrilmiş burjuvazinin direnişinin “yüz kat, bin kat” arttığı koşullarda Buharin, Rikov grubu sınıf mücadelesinin “giderek söneceği” ve sınıf düşmanlarının, mevzilerini “direnmeden teslim edeceklerin vaaz ediyor ve bu nedenle kulaklara karşı saldın taktiğini gereksiz sayıyorlardı.
Marksist teori, sınıf mücadelesinin ve buna bağlı olarak devletin giderek söneceğini, baskı dirençle proletarya iktidarına karşı savaştığı, geniş kulak mülkiyetinin varlığını koruduğu, tüm içteki gerici sınıf ve kalıntılarının emperyalist gericilik tarafından desteklenip kışkırtıldığı, tarihsel süreç içinde gerçekleşecek olgulara göre pratik davranışı belirlemenin yanlışlığı da ortadaydı. Özel mülkiyetin ve onun sahiplerinin varlık koşullarında, “nasılsa sınıf mücadelesi sönecek” diyerek bu sınıflara karşı mücadeleyi ve “sert tulumu” gereksiz saymak, sınıf düşmanına taviz vermek, onun sosyalizme karşı faaliyetlerine göz yummak anlamına gelir. Buharin ve Rikov’un 1920’li yılların sonlarında kulaklara karşı taarruzu “gereksiz” saymaları, onların proleter sınıf tutumuna sahip olmadıklarının göstergesiydi. Sağ oportünist Buharin-Rikov grubu sosyalist sanayinin inşası çalışmasını zamansız görüyor, kulaklardan ağır vergi alınmasına karşı çıkıyorlardı. Onlara göre makine üreten sanayiye değil, hafif sanayiye kaynak aktarılmalıydı. 1929 başlarında Kamanev ve Trokçi ile bağ kurarak sağ oportünist görüşlerini yaygınlaştırmaya çalıştılar. Proletarya diktatörlüğünün iç ve dış muhalifleri, sınıf düşmanları parti içi muhalefeti “diktatörlüğü sarstığı” için “şükranla selamlamaktaydılar. Karşı devrimci burjuva -partileri, örneğin Milyukov’un partisi, sağ ve sol oportünistlerin muhalefetini övgüye boğarken, Sovyet devletinin yıkılması beklentisini şöyle ifade ediyordu: “Sovyet iktidarının en büyük düşmanı, şimdi, ona fark ettirmeden yaklaşan, onu duyargalarıyla çepeçevre kuşatarak, o bunun ayırtına varmadan onu tasfiye edendir. Hala süren hazırlık döneminde bu kaçınılmaz ve zorunlu rolü Sovyet muhalefeti oynamaktadır.
Sovyet iktidarını tasfiye için her türlü olanağı değerlendiren ve iç ve dış düşmanların manevi (sonraları maddi olarak da) desteğine sahip olan muhalefetin, sosyalist inşanın başarıları karşısında sinsi taktiklere başvurduğu, Krusçevcilerin karşı-devrimci yıkıcı faaliyetleriyle sonradan daha iyi görüldü. Stalin başkanlığındaki parti, sınıf düşmanlarına karşı kararlı proleter sınıf tutumun sürdürüp öldürücü darbelerle onları etkisiz kıldıkça, sınıf düşmanıyla işbirliği yolunu seçen Troçkist-Zinovyevist muhalefetin başı ezildikçe, gizlenme ve sinsi yollardan ikbal avcılığını sürdürme yolunu tutanlar, ikinci dünya savaşı sırasında, emperyalistlerin fiili saldırılarından da güç alarak parti içinde ve dışında, ekonomik ve siyasi alanda atağa kalktılar. Sonraki yıllarda Krusçevcilerin partiyi ve devleti ele geçirmelerini olanaklı kılan önemli nedenlerden biri de buydu.
Stalin; muhalefetin faaliyetini değerlendirirken, haklı olarak şöyle diyordu: “Partimizde sağ sapmanın bir zaferi, kapitalizmin güçlerini zincirlerinden boşandıracak, proletaryanın devrimci mevzilerini zayıflatacak ve ülkemizde kapitalizmin restorasyonu şansını arttıracaktır.”
Nitekim parti içi muhalif grupların eylemi dış düşmanlar tarafından anında değerlendirildi. Sınıf düşmanları, proletarya iktidarını zayıflatan her uygulama önerisinden ve uygulamadan yarar umuyorlardı. Örneğin onlar, özel sermayenin gelişmesine kontrollü de olsa izin verme politikası olan NEP’ten dolayı Bolşeviklere övgü düzerken, muhalefetin eylemlerini, parti birliğini sarstığı, proletarya diktatörlüğünü zayıflattığı ve yıkıcı faaliyetlerin zeminini olgunlaştırıp genişlettiği için övüyorlardı.
Emperyalistler, 1929’da sağ oportünistlerin eylemlerini,- S. Birliği’ni bir savaşın içine çekmek ve onun sosyalizmin inşası yolundaki yürüyüşünü durdurmak için fırsat olarak değerlendirdiler. Bu amaçla Çinli militaristleri Sovyetlere karşı kışkırttılar. Çinli beyaz muhafız birlikleri, Çin-Doğu demiryolunu ele geçirmek amacıyla saldırıya geçtiler, ancak kızıl ordu tarafından püskürtüldüler. S. Birliği Mançurya hükümetiyle barış anlaşması imzaladı.
Sovyet partisi ve devleti, bir yandan iç ve dış düşmanların saldırılarını püskürtürken, öte yandan sosyalist sanayiyi geliştirmek, Sovyet çiftlikleri ve kolektif çiftlikler kurma yolunda atılımlar sağlamak amacıyla sosyalist yarışmayı örgütledi ve birinci 5 yıllık plan hedeflerine süresinden de önce kavuşmak için çabalarını yoğunlaştırdı. Beş yıllık planla sanayi, ulaştırma ve tarımda plan hedeflerinin gerçekleşmesi için tüm emekçileri, sosyalist yarışmayı daha da geliştirmeye çağırdı. İşçi ve emekçiler, belirlenen hedefleri süresinden önce gerçekleştirdiler. Sovyet insanında ise karşı tavır değişmeye başlamış, çalışma ve hedefe ulaşma “bir onur ve haysiyet meselesine, yiğitlik ve kahramanlık meselesine” dönüşmüştü.
Büyük sosyalist seferberlik planı coşkuyla uygulanmış, yeni hidroelektrik santralleri, demir-çelik fabrikaları, traktör ve biçer-döver fabrikaları, yeni maden ocakları ve yüksek fırınların inşası hızlandırılmış, emek kahramanlığının tarihsel örnekleri sergilenmişti. Ülkede yeniden onarım ve inşa çalışması büyük bir hızla gelişiyordu. Sovyet devleti ilk yılların zorluklarını geride bırakma sürecine girmişti. Emek coşkunluğu kırın köylü kitlelerini de sarmış, traktör ve makinelerle donatılmış Sovyet çiftliklerinin oluşturduğu örnek, köylülerin hızla kolektif çiftlik üretimine yönelmesine yol açmıştı. Kolektif çiftliklerin ekim alanı yıllar itibariyle sürekli büyüyordu. Bu durum kulakların tasfiyesi koşullarını olgunlaştırıyordu.

SOSYALİST İNŞADA ARTAN BAŞARILAR
1929 büyük ekonomik bunalımının en az etkilediği veya hemen hemen etkilemediği tek ülke Sovyetler Birliğiydi. Krizin derinleştiği yıllarda (1930-33) S.B.’de sanayi üretimi iki misli artış göstermişti. 1933’de, 1929’a göre % 29 oranında daha fazla artış görüldü. Aynı yıllarda kapitalist dünyanın önde gelen ülkelerinde sanayide hızlı bir gerileme yaşanıyordu. ABD’de, 1933’te, 1929’daki seviyenin % 65’ne, İngiltere’de % 86’sına, Almanya’da % 66’sına ve Fransa’da % 77’sine düşmüştü. Kriz, kapitalist dünyada 24 milyon işsiz insanı açlığın ve yoksulluğun girdabına sürüklerken, SB’de emekçilerin yaşam düzeyi iyileşmeye devam ediyordu.
1929’da Sovyet partisinin uyguladığı kolektif çiftlikleri ve Sovyet çiftliklerini geliştirme politikası ve kıra traktör ve tarım makinaları sağlayan sosyalist sanayinin başarıları sayesinde, Sovyet çiftlikleri ve kolektif çiftlikler tahıl yetiştirme miktarında büyük artışlar sağladılar, ülkede tahıl ihtiyacı giderek daha iyi karşılanmaya başlandı. 1930’da pazar içi öngörülen hedefe ulaşıldı. Tüm kriz dönemi boyunca sanayi gelişmeye devam elti. 1937 sonunda, 1929 üretiminin % 428’ne ve savaş öncesi 7 misline ulaşmıştı. Tarımda da büyük ilerleme kaydedilmişti. 1929 yılı sonunda Sovyet iktidarı kulakları sınıf olarak tasfiye etme kararı almış, toprak kiralama ve ücretli emek üzerine yasaları kaldırarak, kulakları topraktan ve ücretli işçilerden yoksun bırakmış, kulakları mülksüzleştirmişti. Bu, karar ve uygulaması, tarımdaki gelişmeyi hızlandırıcı bir etki yaratmıştı. Stalin, bu konuda şöyle diyordu: “kutsal özel mülkiyet ilkesi! Sovyetler Birliği’nde kapitalizmin restorasyonunun rüyasını gören tüm ülkelerin kapitalistlerinin bu son umudu yıkılmakta ve yok olmaktadır. Salt toprağı kapitalizm için gübreleme malzemesi olarak gördükleri köylüler, çok övülen özel mülkiyet’ bayrağını kitleler halinde terk ediyor, kolektivizm yolunu, sosyalizm yolunu tutuyorlar. Kapitalizmin restorasyonunun son umudu da yıkılıyor.”
Kuşkusuz Stalin’in yaptığı, bir somut durum değerlendirmesiydi. O günün gelişmelerinin yorumlanması, köylü kitlelerinin kolektif çiftlik üretimi ve mülkiyetine yönelmelerinin ifadelendirilmesiydi. Buradan hareketle artık, geri dönüş umudunun söndüğü ve kapitalist restorasyon ihtimalinin tümüyle ve kesin olarak ortadan kalktığı sonucuna ulaşmak mümkün değildi ve Stalin’in söyledikleri de. bu anlama gelmiyordu. Sosyalizmin inşası ve proletarya diktatörlüğü uygulaması alanında ortaya çıkacak zaaflar, dış saldırılar, parti ve devlet aygıtında ortaya çıkabilecek yozlaşmalar, kapitalizmin restorasyonu rüyasının somut girişimlere dönüşmesine yol açabilecekti. Kapitalistler, kapitalizmin restorasyonu rüyasını görmeye devam ettiler. Rüya görmekle kalmayarak, restorasyonu gerçekleştirmek için her an tetikte oldular.
Tarımda kolektifleştirme faaliyeti kriz yıllarında yoğunlaştırılarak sürdürüldü. 1937’de 18,5 milyon köylü ailesi, yani tüm köylü hanelerinin % 93’ü kolektif çiftliklerde bir araya gelmiş bulunuyordu. Kolektif çiftliklerin tahıl ekim alanı tüm köylülerin tahıl ekim alanının % 99’unu oluşturuyordu. Bu muazzam bir gelişmeydi.
Sanayi ve tarımda sağlanan ilerlemeyle sosyalist yeni inşanın alt yapısı güçlendirildi. Sanayi, tarım, ulaştırma ve savunma alanında, önemli yeni teknik donanım sağlandı. Tüm teknik malzemeyi kullanacak ve bunlar aracılığıyla mümkün olan en büyük verim ve yararı sağlayacak yüz binlerce eğitilmiş, teknik alanda ustalaşmış insanın yetiştirilmesi hayati bir önem kazanmıştı. Stalin, partide ve ekonomi idaresinde görev alanlar arasında teknik eğitimin önemini küçümseyenleri sertçe eleştirerek, bir teknik eğitim seferberliği ilan edilmesini istedi. O, şöyle diyordu:
“…Tekniği harekete geçirmek ve ondan lam olarak yararlanmak için, tekniği kullanmasını bilen kimselere, bu teknikten sanatın bütün kurallarına uygun olarak yararlanmasını bilen kadrolarımıza ihtiyaç vardır. Birinci sınıf fabrikalarımızda bu tekniğe hâkim yeterince kadromuz olsaydı, ülkemiz bugünkünden üç kat, dört kal daha iyi sonuçlar elde ederdi. Şimdi insanlara, kadrolara, tekniği kullanmasını bilen işçilere ağırlık verilmesi bu nedenledir…”
“Dünyanın sahip olduğu bütün zenginlikler içinde en değerli ve en belirleyici olanın insanlar, kadrolar olduğunu anlamanın zamanı gelmiştir. Anlaşılmalıdır ki; bugünkü şartlarda ‘kadrolar her şeyi belirler. “Eğer sanayide, tarımda, ulaştırmada ve orduda iyi nitelikli ve çok sayıda kadrolara sahip olursak, ülkemiz yenilmez olacaktır. Eğer böyle kadrolara sahip değilsek ayakta kalamayız.”
Proletaryanın köylülükle birlikte iktidarı almasından sonra, sosyalist inşa faaliyetine burjuva uzmanlarla başlamak zorunda kalan ve bu uzmanların çeşitli sabotaj ve engelleme çabalarıyla karşılaşan, büyük maddi ve manevi zararlar gören S. Birliği partisi ve devletinin, yeni teknik donanımının bilgisine sahip çok sayıda sosyalist işçi uzmana ihtiyaç duyması anlaşılır bir şeydi. İzlenecek yolun belli olduğu koşullarda, kadrolar her şeyi belirleyecekti. Ayakta kalmak ve proletaryayı uluslararası kesin zafere taşımak ancak böyle teminat altına alınabilinirdi. Komünist uzman kadroların eğitimi ve sosyalist aydınların hiç değilse bir kesiminin doğrudan işçi sınıfı saflarından yetiştirilmesi büyük öneme sahipti. Stalin buna büyük önem verdi. Ancak 1936/37’lerde bu sayı henüz oldukça azdı. “Ezilip yok olmamak için” yeterli sayıda kadronun yetiştirilmesi zorunluydu. İşçilerden oluşmuş uzmanlar ordusunun ihtiyaç oranında yetişmemiş olması, işçilere göre yüksek ücret alan aydınlarla işçiler arasında çelişkiye yol açıyordu. Aydınlarda bürokratik eğilimler daha çoğunluktaydı ve proletaryanın devrimci disiplini zayıflatıldığında aydınların bu çelişkiyi kendi yararlarına kullanmaları mümkündü.

YÜKSEK BİR DEVRİMCİ DALGA
Yeni teknikle üretim artışında yeni bir hamle başladı. “Stahanov hareketi” olarak bilenen yeni sosyalist yarışma ile üretimin artışında yeni atılımlar sağlandı. Stahanov hareketi, sosyalist yarışmada, işin “bir onur ve haysiyet meselesi” sayılmasında yeni ve daha yüksek bir devrimci dalganın adıydı. İşçilerin ve köylülerin hayat standartları ikinci beş yıllık plan döneminde daha da yükseldi. İşçilerin ve hizmetlilerin yaşam koşullarının iyileştirilmesine, kültürel ihtiyaçlarının teminine sanatoryumun, dinlenme evi ve sağlık evlerine, doğum evlerinin, çocuk yuvalarının, süt merkezlerinin ve anaokulların inşasına ayrılan harcamalar merkezi plan dâhilinde arttırıldı. Kültür ve eğitim faaliyetlerine, ana dilde eğitim eşitliğinin sağlanması için gerekli alt yapı yatırımlarına önem verildi. Bütün bu alanlardaki iyileştirmeler için ayrılan pay yıllar açısından giderek arttırıldı. Tüm ülkede çok sayıda okul yapıldı. Ana dilde eğitim yapan okulların açılmasıyla ve diğer iyileştirme tedbirleriyle halklar arasındaki fiili eşitsizlikler giderilmeye çalışıldı. İlk ve ortaokullardaki öğrenci sayısı 28 milyona çıkmıştı (1914’te sayı 8 milyondu) üniversite öğrencisi sayısı da aynı dönemde 112.000’den 542.000’ne yükseldi. Stalin; “Bizim devrimimiz kapitalizmin zincirlerini parçalayıp halka özgürlük getirmekle kalmayan, aynı zamanda halk için müreffeh bir hayatın maddi şartlarını da yaratan tek devrimdir.” diyordu. Devrim, halkın kültür düzeyinde de köklü bir iyileşme ve yükselme sağladı. Devrim öncesinde nüfusun % 90’ına yakını okuma-yazma bilmiyordu.
Sovyetler Birliği’nde sağlanan tüm gelişmelere ve sanayideki yüksek gelişme temposuna karşın, gelişme düzeyi henüz geriydi. Sanayinin gelişme hızının düşürülerek tarıma ağırlık verilmesini isteyenler, sosyalizmin yaşayabilmesi için gerekli olan sosyalist birikimin gelişmişlik düzeyinin önemini kavramıyorlardı. Stalin bu türleri “sınıf düşmanının ajanları” olarak değerlendirirken tümüyle haklıydı. Kent ve kırdaki kapitalist unsurlarla savaşmak ve onları yenilgiye uğratmak için yalnızca mülkiyetin ve emeğin sosyalist örgütlenmesine değil, aynı zamanda yeni bir tekniğe de ihtiyaç vardı. Yeni tekniğin tüm üretim alanlarında kullanılması gerekiyordu. Komünist idarecilerin önemli bir kesiminin, teknik sorunların ‘uzmanların işi olduğu’ düşüncesinde olmaları; Stalin’in bu konuya özel bir önem vermesine yol açtı. “Eğer bu fabrikada yöneticiyseniz, fabrikanın bütün işlerine karşın, her şeyiyle ilgilenin, hiçbir şeyi gözden kaçırmayın, öğrenin, tekrar öğrenin. Bolşevikler tekniği iyice öğrenmelidirler. Bolşeviklerin kendilerinin birer uzman olma zamanı gelmiştir.” diyordu.
Stalin, yöneticilerin tekniğe ilgisizliğine dikkat çekerken de şunları söylüyordu: “Böylece komünist idareciler kendilerini ‘genel’ yönetim görevine, kağıt imzalamaya verirken, burjuva ‘uzmanlar’a üretimde istedikleri gibi at oynatma olanağı verildi. Tanıtlamaya gerek yok ki, böyle bir tutumla, ‘genel’ yönetimin yozlaşarak iradecilik oyununa, kısır bir kâğıt imzalamaya, boş vere kâğıtlarla uğraşmaya dönüşmesi kaçınılmazdı.”
Kırsal alanda da tüm iyileştirmelere rağmen çeşitli zorluklar yaşanıyordu. Mülksüzleştirilen kulaklar, taktik değiştirerek kolektif çiftliklere sızıyor, sabotajlar düzenliyorlardı. Partide ve işletmelerde yeterli uyanıklığın olmadığı her durumdan yararlanarak çiftliklere sızıyor, onların düzenini ve çalışma disiplinini bozuyor, hasat hesaplarında ve yapılan işlerin kayıtlarında karışıklık yaratıyor, çiftlik atlarını öldürüp sakatlıyor, traktör ve tarım makinalarına zarar veriyor ve böylece sosyalist inşa faaliyetini sabote etmeye çalışıyorlardı.
Sovyet partisi, kulakların sabotajlarını ve sosyalist tarımı örgütleme çabalarına karşı giriştikleri oyunları etkisiz kılmak için, makine-traktör istasyonlarında siyasi şubeler açma karan aldı ve Ocak 1933’te 17000 parti üyesi kırlık alana gönderildi. Siyasi şubelerdeki partililerin çabasıyla kolektif çiftliklerin durumu düzeltildi. Kulakların sabotajları en alt düzeye indirildi.
1934’te toplanan 17. parti kongresine sunduğu raporda Stalin, ülkede kaydedilen gelişmelere dikkat çekerken, çeşitli tehlikeler konusunda da partiyi ve Sovyet işletmelerinin yöneticilerini uyarıyordu. İdeolojik ve siyasi önderliğin önemini vurgulayan Stalin; parti düşmanlarının, oportünistlerin, milliyetçiliğin ideolojilerinin kalıntılarına dikkat çekiyor ve ideolojik etki kalıntılarının bazı tek tek parti üyelerinin kafalarında varlığını sürdürdüğünü ve ortamını bulduğunu, sık sık su yüzüne çıktığını söylüyordu.
Kapitalizmin, iktisadi hayatta ve insanların düşüncelerinde kalıntılar biçiminde de olsa, varlığını sürdürmesi, yenilgiye uğratılmış anti-Marksist ideolojilerin canlanması için elverişli ortamı sağlıyordu. Burjuva düşüncelerin kalıntıları daha uzun zaman zihinlerde yalamaya devam edecekti. Yine kapitalist dünya, kapitalizmin kalıntılarını canlandırmak için tüm olanaklarını seferber etmekten kaçınmazdı. Stalin, elde edilen tüm başarılara rağmen, uyanıklığın elden bırakılmamasını istiyor, “partiyi uyuşukluğa kaptırmamak, aksine uyanıklığını arttırmalıyız. Ninniyle uyutmamalı, eyleme hazır tutmalıyız; silahsızlandırmamalı, tersine silahlandırmalıyız; terhis etmemeli, tersine daha seferberlik halinde tutmalıyız.” diyordu.
Stalin, öngörülerinde isabetliydi; çünkü parti içi muhalefet gelişmelere göre tutum belirliyor, kritik anlarda partinin ve işçi sınıfının sosyalizmi inşa faaliyetini sabote etmeye çalışıyordu. Sağ oportünistler, parti politikasının zaferi onların görüşlerinin kofluğunu ortaya koydukça, sinsi yöntemlere başvuruyorlar ve ülkenin sosyalizm yolunda ilerleyişini durdurmaya çalışıyorlardı. Birçok kez özeleştiri yapmalarına, partiye ve Sovyet devletine bağlılık yeminleri etmelerine karşın, gizli gizli hizip faaliyetlerini sürdürdüler. Troçki, Buharin, Rikov, Kamanev ve Zinovyev bu “muhalefet” gruplarının başını çekiyorlardı. Bolşevik partisi, Stalin ve Sovyet hükümeti, bu oportünist çevreye karşı yeterince sabırlı davranmış, onlara düzelmeleri için çokça olanak tanımıştı. Şimdi ülke yeni bir saldırı tehlikesiyle karşı karşıyaydı ve iki ateş arasında kalmak ölüm demekti. 1934’te Kirov bu hizipçilerin entrikaları sonucu öldürülmüştü. Parti yönetimine karşı komplolar devam ediyordu. Kirov’un katili Zinovyevcilerle ilişkisini açığa vermişti. Troçki, bu muhalif grupların tümüyle ilişkiliydi.
Kirov’un öldürülmesi ve partiye karşı tertiplerin su yüzüne çıkması, partide siyasi uyanıklığın yetki olmadığını gösteriyordu. Bu durumu dikkate alan Sovyet Partisi ve hükümeti uyanıklığın arttırılması çağrısında bulundu. Parti örgütlerine yayınlanan genelgede şöyle deniyordu:
“a) Biz güçlendikçe ehlileşeceği ve zararsızlaşacağı yanlış varsayımdan çıkan oportünist rahatlığa son vermeliyiz. Bu varsayım tam bir safsatadır, düşmanlarımızın yavaş yavaş sosyalizme yaklaşacağı ve sonunda hakiki sosyalistler haline geleceği yolunda herkese garanti veren sağ sapmanın yeniden ortaya çıkmasıdır. Bolşevikler kazandıkları başarılarla yetinemezler, nöbette uyumamalıdırlar. Bizim rahatlığa değil, uyanıklığa, gerçek devrimci Bolşevik uyanıklığa ihtiyacımız vardır. Düşmanlarımızın durumu umutsuzlaştığı ölçüde Sovyet iktidarıyla mücadelede yenilgiye mahkum olanların son çare olarak başvurdukları ‘aşırı yollar’a o kadar sıkı sarılacaklarını hatırlayalım. Bunu hatırlayalım ve uyanık olalım.”
Yönetim silahlı ve işçi köylülerin eline geçtiği, her kademedeki yönetici ve görevlilerin seçimle işbaşına geldiği ve istendiği zaman geri alındığı proletarya diktatörlüğü koşullarında kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde, henüz sömürücü sınıf kalıntılarının ve özellikle de onların ideolojik etkenlerinin varlığını sürdürdüğü dönemde, proletaryanın partisinin saflığının korunması ve proleter uyanıklığın gösterilmesi, sosyalist inşanın başarısı için hayati önem taşımaktadır.
Sınıf mücadelesi -biçiminde değişiklikler olmakla birlikte- sosyalizm koşullarında devam eder. Başarmak ve zaferi sağlamlaştırmak için sınıflar ortadan kalkana kadar dayanmak, yeni bir düşünme, hareket ve yaşam tarzını egemen kılmak gerekir. Öte yandan sınıfların ortadan kalkması, sömürücü sınıfların ortadan kalkmasıyla sınırlı değildir. Köy ile şehir, kafa emeğiyle kol emeği arasındaki farklılıkların da ortadan kalkması gerekir. “Şurası açıktır ki; sınıfların tümüyle ortadan kalkması için yalnızca sömürücü sınıfların, büyük toprak sahiplerinin devrilmesi, yalnızca üretim araçlarının (özel) mülkiyetinin lağvedilmesi yetmez, aynı zamanda köy ile şehir arasındaki, kafa ve kol emekçileri arasındaki farklılığın da ortadan kalkması gerekir.”
Sosyalizm, kapitalizmden komünizme geçiş dönemidir. Bu dönemde kapitalizmle komünizmin unsurları uluslararası gelişmelere bağlı olarak uzun bir süre bir arada bulunur ve nihai olarak kimin kazanacağı bu süreçteki sınıf mücadelesine, zorlu çatışmalara bağlıdır. Egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın yalnızca devrilmiş sınıfların kalıntılarıyla değil, dost sınıflarla da çelişkisi vardır. Proletarya diktatörlüğü, bu geçiş sürecinin devleti olarak, bir sınıf mücadelesi aracı rolünü oynamayı sürdürür, tenin şöyle diyordu: “onlar, proletarya diktatörlüğünün sınıflar tasfiye edilmediği sürece kaçınılmaz olarak bir sınıf mücadelesi dönemi olduğunu ve kapitalizmin çökertilmesinden sonraki ilk dönemde, biçim değiştirerek, özellikle şiddetli bir hal alarak özel bir karakter üstleneceğini itiraf etmekten korkuyorlar. Proletarya iktidarı alınca sınıf mücadelesini bırakmaz, tersine, ama tabii ki farklı koşullarda, farklı biçimlerde ve farklı araçlarda, sınıflar ortadan kalkıncaya kadar sürdürülür.”
S. Birliği’nde sosyalizmin inşası henüz kafa ve kol emeği arasındaki farklılıkların ve bundan kaynaklanan çelişkilerin ortadan kalktığı aşamaya varmamıştı. Sömürücü sınıf kalıntılarının faaliyetleri devam ediyordu. İş karşısında bilinçli sosyalist yeni tavrın yaygın olarak yerleşmesinde henüz açıklar vardı. Üretimin ve bölüşümün sayım ve kontrolünün halk tarafından yapılması ciddi bir kültürel seferberliği ve işe karşı yeni tavrın egemen hale gelmesinin işin bir “yiğitlik ve kahramanlık meselesi” sayılmaktan öte, zevkle yapılır duruma gelmesi gerekiyordu. Küçük üretimin uzun yıllar sürmesi, özel kolhoz bahçeleri işletmeciliğinin 50’li yıllara dek varlığı (Stalin’den sonra bunun kapsamı genişletildi ve özel işletmeler yaygınlaştırıldı.) çelişkilerini besleyen etkenlerdi. Bütün bunlar sınıf mücadelesinin sürdürülmesini gerektiriyordu. 1934’lerde Stalin, konuya ilişkin olarak şöyle diyordu:
“Partimin 17. Konferansı ikinci beş yıllık plan’ın hemen temel siyasal görevlerinden birinin ‘kapitalizmin geri kalıntılarını ekonomide ve insanların bilincinde yenmek’ olduğunu belirtiyor. Pek doğru bir düşünce. Her şeye karşın, kapitalizmin ekonomideki bütün kalıntılarını daha şimdiden yenilgiye uğrattığımız söylenebilir mi! Elbette ki söylenemez. Kapitalizmin insanların bilincindeki kalıntılarını yendiğimiz hiç söylenemez. Bunu söylemek olanaksızdır, yalnızca insanların bilincini, onların ekonomik durumlarına göre geride olmasından değil, ayrıca bu, SSCB’de ekonomide ve insanların bilincinde kapitalizmin kalıntılarını yeni baştan canlandırmaya çalışan kapitalist kuşatmanın daima hazır durumda elması nedeniyle de olanaksızdır ve biz Bolşevikler, bu kapitalist kuşatmaya karşı barutumuzu her zaman kuru tutmak zorundayız.”
Stalin tarafından dikkat çekilen tehlikelerin, bu uyarının yapıldığı dönemi takip eden yıllarda daha da arttığı, kapitalizmin kalıntılarının canlandırılması çabasıyla yetinmeyen emperyalistlerin, SB’ye fiili saldırıya geçerek işi bitirmeye çalıştıkları bilinen bir gerçektir.
Lenin de sınıfların ortadan kalkmasına uzun ve zorlu mücadelelerin gerektirdiğini belirtiyor ve kalıntılara dikkat çekerken şöyle yazıyordu:
“Bu çok uzun süreli bir görevdir. Başarılması için güçlerin gelişmesinde çok büyük bir adım atmamız, küçük çaplı üretimin çok sayıdaki kalıntılarının direncini kırmamız (genellikle pasiftir, kısmen inatçıdır ve kırılması zordur.) bu kalıntılarla bağlantılı olan muazzam alışkanlık ve ataletin üstesinden gelmemiz gerekmektedir.”
Sovyet partisinin saflarına, bazı örgütlerin uyanık ve sorumlu davranmamaları sonucu yabancı unsurlar sızabilmişti. Sınıf düşmanları bu durumdan yararlanarak ellerine geçirdikleri parti kartlarını casusluk, yıkıcılık vb. gibi faaliyetlerinde maske olarak kullanabiliyordu. Parti örgütlerinde birçok yöneticinin yeni üye kaydı ve parti kartlarının verilmesinde sorumlu davranmadıkları, bu işe gereken önemi vermedikleri tespit edilmişti. Partiye üye kaydı, bu tür yöneticiler tarafından, denenmemiş ve güvenilir olup olmadıkları bilinmeyen üyelere terkedilmişti. Bu aynı duyarsızlık, parti örgütleri ve işletme yöneticiliği organlarında” yozlaşma ve bürokratizmi de besliyor ve sonraki yıllar için de tehlike olma özelliği taşıyordu.
Partinin bu ciddi tehlikeden kurtarılması, parti saflarının temizlenip sağlamlaştırılması, sosyalist inşaya karşı sabotajların etkisiz kılınması için partide yeni bir seferberlik ilan edildi. 1936’da konuya ilişkin MK kararında şöyle deniyordu. “Bolşevik uyanıklığı en yüksek dereceye çıkarmak, Leninist partinin bayrağını yüksekte tutmak ve parti saflarını, yabancı, düşman ve tesadüfî unsurların sızmasına karşı korumak her parti örgütünün görevidir.”
Aynı yıllarda ülkenin ekonomik-kültürel yapısında büyük iyileşme sağlanmıştı. Kapitalist unsurlar esas olarak tasfiye edilmiş, iktisadi hayatın tüm alanlarında sosyalist sistem egemen kılınmıştı. Güçlü bir sosyalist sanayi yaratılmıştı. Modern makinelerle donatılmış ve dünyada en büyük tarımsal üretimin yapıldığı kolektif çiftliklerin ve Sovyet çiftlikleri biçimindeki sosyalist çiftlik, tarımda egemen hale gelmişti. Kulaklar sınıf olarak tasfiye edilmiş ülkenin iktisadi yaşamında önemli bir rol oynayan küçük köylüler kolektif kooperatif çiftliklerinde bir araya getirilmişti. Üretim araçları üzerinde kamu mülkiyeti sağlanmış ve insanın insanı sömürmesinin maddi temeli esas olarak ortadan kaldırılmıştı. Sosyalizmin inşası sürecinde sömürücü unsurlar, “kapitalistler, vurguncular, tüccarlar ve kulaklar” tasfiye edilmişti. Ancak bu, tehlikenin bittiği anlamına gelmiyordu. Sömürücü sınıfların kalıntıları hala varlığını sürdürüyordu ve bu durum, “eski cennetin geri getirilmesi” çabalarına maddi zemin sağlıyordu. Siyasal ve ekonomik alanda, parti’de ve işletme yönetimlerinde ortaya çıkabilecek yozlaşmalar kazanılan mevzilerin kaybedilmesi tehlikesini yok etmiyordu. İkinci Dünya Savaşı koşulları, üretici güçlerdeki gelişmeyi ve inşa faaliyetini olumsuz etkiledi. Partideki sorunlar, savaş sonrasında, savaş koşullarının da etkisiyle daha da ağırlaştı. 1952’deki 19. Parti Kongresi bu sorunlara değindi. Stalin tarafından hazırlanan raporda, bürokratik bozulmaya, fırsatçılık ve bozgunculuk eğilimlerinin güçlenmesine dikkat çekildi. Partideki bozulma, proletarya diktatörlüğü uygulamasında ve sosyalist ekonominin inşasında tahrip edici bir rol oynayacaktı ve buna karşı mücadele edilmeliydi. Stalin bu mücadeleyi başlattı, ancak sonuçlandırmaya ömrü yetmedi. Ayrıca parti ve devlet organlarında kazanılan başarıların abartılması ve bunun yol açacağı rehavete kapılma tehlikesi de yozlaşma ve bürokratlaşma eğilimlerinin güçlendiğini belirtiyor ve buna karşı mücadele çağrısı yapıyordu

KAPİTALİZMİN KRİZİ VE DIŞ MÜDAHALE
Kapitalizmin krizi yeni bir savaşın koşullarının hızla olgunlaşmasına yol açtı. 1932’de Japon emperyalistleri, Avrupa ve Amerika’nın iktisadi zorluklarını da değerlendirerek, Çin’i ele geçirmek amacıyla birliklerini Mançurya’ya çıkardılar. Japonlar Milliyetler Cemiyetinden çekilerek Çin’i ezmeyi ve Sovyetler Birliği’ne saldırmayı hedefliyorlardı. İktisadi kriz, Almanya’da da huzursuzlukları arttırdı. Alman sermayesi, gelişen işçi ve komünist hareketi bastırmak için, faşistlerin iktidara gelmesini zorunlu görüyordu. 1933’de Hitler iktidara geldi. İçte işçi sınıfı ve halka karşı azgın faşist saldırı kampanyası başlatılırken, dışa karşı Avrupa’da sınırların zorla değiştirilmesini sağlamak amacıyla savaş hazırlıkları hızlandırıldı. Kriz devrevi özellikler taşımakla birlikte, esas olarak derinleşti. Krizin uluslararası özelliği, emperyalistler arası çelişkileri de keskinleştiriyordu. Saldırgan emperyalist devletler, zayıf ülkeleri işgal edip sömürerek krizi atlatmayı denediler. 1935’te İtalya Habeşistan’a saldırdı. Bu, aynı zamanda, İngiltere’ye karşı başvurulmuş bir hareketti. Almanya tek yanlı olarak Versay Anlaşması’nı geçersiz saydı ve 1936’da İtalya ile birlikte, İspanyol faşistlerini desteklemek üzere İspanya’ya saldırıya geçti. 1938 başında Alman faşistleri Avusturya’yı işgal ettiler. Almanya ve İtalya; Asya ve Afrika’da, İngiltere ve Fransa’nın etki alanlarını daraltmak ve onların aleyhine mevzi kazanmak istiyorlardı. 1937’de Japonlar, Pekin’i işgal ederek Şanghay’a kadar ilerlediler. Savaş, bir anda, 500 milyon insanı içine çekerek yaygınlaştı ve bir dünya savaşına dönüştü. “Demokratik” devletler denen ABD, İngiltere ve Fransa önce bir bekleme tutumuna girdiler. Amaçları, faşist saldırganları sosyalist Sovyetler Birliği üzerine salmaktı.
Avrupa’da işçi hareketini ve Asya’da milli kurtuluş hareketlerini ezmek için, faşist saldırılarını genişlettiler.
Bu gelişmeler, sosyalist Sovyetler Birliği’ne yönelik emperyalist saldırı ve işgalin planlandığını gösteriyordu. Sosyalist anavatanı ayakta tutmak ve emperyalistlerin saldırılarını püskürtmek için, diplomatik, politik çabalar yoğunlaştırıldı. Yanı sıra ülkenin korunması ve savunulması için ordu ve donanmanın savaş gücünün arttırılması çalışmalarına girişildi. Fransa, Çekoslovakya, Moğolistan gibi ülkelerde karşılıklı yardımlaşma ve saldırmazlık anlaşmaları imzalandı.
1939’da, savaş, dünyanın çok geniş bölgelerine yayıldı. Avrupa ve Asya, savaşın şiddetlendiği alanlardı. Emperyalistler, fırsatı yakalamışken sosyalizme son vermeyi ve SB topraklarını tekrar kapitalist pazara katmayı amaçlıyorlardı. Bu planların boşa çıkarılması ve savaşın engellenmesi için barış politikasını uygulayan Sovyet devleti, emperyalistlerin yağma savaşına karşı hazırlıksız yakalanmamak amacıyla, savunma tedbirlerini hızla arttırdı. Amerika ve İngiliz-Fransız emperyalistlerinin, Alman faşistlerini, Sovyetler ülkesi üzerine sürme politikasını boşa çıkarmak amacıyla ve zaman kazanmak için Almanya ile bir saldırmazlık anlaşması imzalandı. Stalin, Hitler’in bu anlaşmayı çiğneyeceğini biliyor ve ona göre ülkeyi hazırlıyordu.
SSCB’de sosyalizmin başarıları “sermayeye karşı mücadelelerinde tüm ülkelerin işçilerinin devrimci mevzilerini” güçlendirirken, uluslararası •burjuvazinin ve sermayenin gücünü darbeliyordu. Bu bakımdan, sosyalist SB’ni, bu muazzam devrim üssünü ortadan kaldırmak, uluslararası burjuvazinin başta gelen amacıydı.
1941’de Alman orduları Sovyetler Birliği’ne saldırıya geçtiler. Emperyalistler-arası savaşın özelliği değişti ve S. Birliği ve dünya halkları için, faşist saldırganlık savaşına dönüştü. Sosyalist anayurdun savunulması ve sosyalizmin yaşatılması birincil önem kazandı. Sovyet proletaryası ve halkları, Stalin’in ve partinin önderliğinde, emperyalist işgale karşı büyük yurtsever savaşı başlattılar. Milyonlarca Sovyet işçi ve emekçisi, partinin yüz binlerce üyesi bu savaşta şehit düştüler. Sovyetler Birliği proletaryası ve emekçilerinin büyük fedakârlıklarıyla faşist saldırganlar püskürtüldü ve Almanya’ya kadar kovalandı. Sosyalizm ülkesi ayakta kalmayı, büyük acılar pahasına da olsa başarmıştı. Ne ki savaş, sosyalist inşa faaliyetini ve sosyalist ekonomiyi darbeleyen bir şeydi. Ülke kaynaklarının önemli bir bölümünün savunma sanayi alanına çekilmesine yol açan, işçi ve köylü kitlelerinin yönetim aygıtında yer alması çabasını geciktiren ciddi bir etkendi. İkinci Dünya Savaşı’nın sosyalizmin inşasına verdiği zararın boyutları sonradan daha iyi anlaşılacaktı. “Kapitalizmin restorasyonu rüyası”nı görenler, savaş koşullarından yararlanarak, sosyalizmin tasfiyesi faaliyetini yoğunlaştırdılar: Sonradan gerçekleşen restorasyon, biraz da bu süreçte ortaya çıkan olgular üzerinde yükseldi. “Sovyet iktidarının en büyük düşmanı” rolünü oynayan ve gizlice faaliyet sürdürenler, Sovyet partisini ele geçirme olanaklarını elde edebildiler. Bu bakımdan kapitalizmin restorasyonu sorununu savaştan bağımsız ele almak doğru olmayacaktır.
Savaş ve anavatanı savunma görevinin öne çıkması sosyalist inşa faaliyetini baltalayan, zayıflatan ve fırsat kollayan düşman unsurların faaliyetlerinin olanaklarını genişleten bir rol oynadı. Gizlenmiş unsurlar ve sömürücü sınıf kalıntıları başlarını kaldırdılar. Parti saflarındaki bozulma güç kazandı. Ekonominin ve işletmelerin yönetimindeki- unsurların saflarında bürokratik bozulma ve yozlaşma eğilimleri gelişme olanağı buldu. Partiye sızma ve içten ele geçirme çabaları arttı. Sosyalizm için her zaman gerçek bir tehlike olan emperyalist kapitalizmin, kapitalizmin restorasyonu için doğrudan askeri müdahale olanağı bulmuş olması, içerdeki sınıf düşmanlarını da cesaretlendirdi ve hiçbir zaman vazgeçmedikleri ‘yeniden iktidar olma’ emellerine kavuşmak için faaliyetlerini arttırmalarını mümkün hale getirdi.
Kapitalizmin restorasyonu, bir anlık bir darbeyle değil, tüm bu süreçte yaşanan sınıf mücadeleleri sonucu, bir süreç içinde mümkün hale geldi, gerçekleşti.
Sovyetler Birliği, savaştan büyük kayıplar pahasına zaferle çıktı. Savaş, dünya dengelerinin değişmesine yol açtı. Balkanlar’da, Doğu-Avrupa ve Asya’da yeni devrim ocakları ortaya çıktı. Emperyalizmin pazar alanı daraldı. Sosyalizmin prestiji giderek arttı. Sovyetler Birliği’nin büyük yurtsever anti-faşist savaşla, Hitler’ci faşist işgalcileri ininde boğması, dünya halklarının saflarında sosyalizme güveni pekiştirdi. Arnavutluk, Doğu Almanya ve Çin’de halk demokrasisi devletleri kuruldu. Bulgaristan, Macaristan, Çekoslovakya, Polonya ve Romanya gibi ülkeler, emperyalist kapitalizmden koparak, merkezinde sosyalist Sovyetler Birliği’nin yer aldığı devrim cephesine katıldılar. (1) Proletaryanın ve ezilen halkların mücadelesi yükseliş içine girdi. Sosyalizm ve sosyalist SB’nin dünya proletaryası ve halkları üzerinde büyük bir prestiji vardı. Dünya topraklarının 5/1’i emperyalist kapitalizmden kopmuştu. Anti-emperyalist kurtuluş hareketleri, Sovyetler Birliği’nin şahsında sosyalizmin desteğine sahiptiler.
Emperyalist burjuvazi, oluşan yeni güçler dengesini değerlendirdi ve yeni taktikler geliştirdi. Savaş, emperyalistlere, sosyalizme karşı mücadelenin kapsamını genişletmeleri gerektiğini gösterdi. Emperyalist cephede ABD, en güçlü mali, ekonomik ve askeri güç olarak öne çıktı. İkinci savaşın çıkmasında, emperyalizmin en saldırgan kıtalar olarak rol oynayan Alman faşistleri ve müttefiklerinin yenilmesi, ABD’nin kapitalizmin patronu olarak öne çıkmasını ve bu ülkeler üzerinde de baskı kurmasını sağladı.
ABD burjuvazisinin etkin rolüyle emperyalizm, sosyalizme karşı çok yönlü bir saldın dalgasını başlattı. Sosyalizmin Avrupa ve Amerika proletaryası üzerindeki etkisini kırmak ve yeni devrimleri engellemek için çok yönlü taktikler geliştirdi. Proletaryayı aldatma, işçi aristokrasisini daha etkin kullanma, sosyal devlet demagojisini geliştirme ve yeni sömürgeci politikanın uygulanması bu kapsamdaydı. Sosyal güvenlik önlemleri ve sendikal haklar alanında iyileştirmelere gidildi. Bilim ve teknikte kaydedilen gelişmeler, yeni teknolojik buluşlar, proletaryanın mücadelesine karşı devreye kondu.
Emperyalist burjuvazinin, sosyalizmle, proletarya ve halkların mücadelesine karşı çok yönlü yeni saldırı taktikleri geliştirdiği ve sosyalizmin yeni sorunlarının Sovyet partisi ve devleti bünyesinde tartışıldığı bir dönemde, Stalin öldü.
Stalin, baştan beri Bolşevik-Marksist çizginin kararlı savunucusu ve uygulayıcısıydı. Ölümünden önce, 19. Parti Kongresi’nde, partide ve devlet aygıtındaki bürokratik bozulmaya, ikbal avcılığı yapanlara ve anti-sosyalist anlayışlara dikkat çekmişti. Ölümüyle birlikte, onun daha önce bir tehlike saydığı ve öldürücü darbe vurmaya fırsat bulamadığı ya da vuramadığı, parti ve işletmelerdeki bürokrat unsurlar rahat hareket etme olanağı buldular.

REVİZYONİST KARŞIDEVRİM VE KAPİTALİZMLE BÜTÜNLEŞME
Krusçev’in başını çektiği bir darbeyle parti yönetimi Stalin ve Lenin çizgisini savunanlardan temizlendi. Ekonomide ve politikada, hızla burjuva-kapitalist çizgiye kayış ve yeni bürokrat tabakanın egemenliğini tesis için Krusçevliler kolları sıvadılar. Marksist söylemi kullanmayı elden bırakmayan, sosyalist birikimin üzerine basarak, bir yandan Leninist devlet, devrim ve proletarya diktatörlüğü teorisinin tahrifatına girişirken, öte yandan parti bürokrasisi ve işletme yöneticilerinin maddi gelir elde etmesini ve palazlanmasını sağlayacak yeni teşvik ve bölüşüm politikası geliştirdiler. Partiyi, proletaryanın devrimci sınıf partisi, devleti, proletaryanın devrimci diktatörlüğü olmaktan çıkararak, sözde, çelişkilerin olmadığı demagojisiyle “tüm halkın partisi”, “tüm halkın devleti”ne dönüştürdüler! Yeni revizyonist bürokrat burjuvazinin parti ve devlet yönetimini garantilemesinin tüm tedbirlerini aldılar. Bir yandan Lenin ve Stalin’in izleyicilerini temizlemeye ve katletmeye girişirken, öte yandan “Liberman reformları” olarak bilinen reformlarla, kapitalizmi güçlendirmenin yeni yöntemlerini uygulamaya soktular. Mülkiyet, “devlet tekeli” görünümü altında bürokrasinin elindeydi. Üretimin bölüşümünde bürokratik kast lehine bir uygulamaya geçildi. İşletmelerin merkezi plan dışında kâr amaçlı özel planlar yapması ve kârın işletme yöneticilerinin hiyerarşik konumuna göre bölüşümü, burjuva unsurların parti ve işletmelerde güçlenmesine. Yol açtı. Yapılanların “sosyalizmi güçlendirme gereği” olarak reklâm edilmesi, proletaryanın aldatılmasını sağladı.
Sosyalist Sovyetler Birliği bir süreç içinde kapitalizmin restore edildiği sosyal-emperyalist bir ülke haline getirildi. Artık, kapitalizm kampıyla kavga, sosyalizm-kapitalizm mücadelesi olmaktan çıkmış, nitelik değiştirerek, pazarların ve hammadde kaynaklarının ele geçirilmesi ve denetlenmesine yönelik, kapitalistler arası kavgaya dönüşmüştü. Yeni Sovyet burjuvazisi, sosyalizmin prestijinden yararlanıyor, sosyalist biçimleri ve Marksist terminolojiyi kullanarak, halkları aldatma imkânı bulabiliyordu. Bu durum, onun, halk demokrasili ülkeler üzerindeki etkisinin sürmesini sağlıyor, bu ülkenin ekonomileri modern revizyonistler tarafından sömürülüyordu. Yine “sosyalist olma” görüntüsü anti-emperyalist halk devrimlerinin ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin, modem revizyonistler tarafından hegemonya mücadelesinin araçlarına dönüştürülmesine yol açıyordu. Afrika’da ve Latin Amerika ülkelerinde gelişen anti-sömürgeci mücadeleler, Vietnam, Kamboçya, Nikaragua,-Mozambik vb. ülke halklarının kurtuluş mücadeleleri karşısında revizyonist-bürokrat burjuvazi hep aynı görüntüden yararlandı. Ezilen halkların köleleştirilmesi kavgasına sosyal-emperyalistler de katıldılar. Çekoslovakya ve Afganistan işgalleri böyle gelişti.
İktidarı alan yeni burjuvazi, ülke ekonomisini, kapitalist rekabet gereği militarize etti. Tüm yatırımlar, silah sanayisine yöneltildi. Eskimiş makina, fabrika ve tekniğin yenilenmesi yoluna gidilmedi. Tarımda ve sanayide, Stalin döneminde, sağlanan ilerlemeler durduruldu ve o dönemin birikimi hoyratça harcanmaya başlandı. Bu durum ve kapitalizmin gelişmesi yeni bunalımları da birlikte getirdi.
Bunalım, kapitalistleşmenin hızıyla paralel derinlik kazandı. Dışarıda tekeller-arası rekabete katılma gündeme gelirken, içeride işsizlik ve hayat pahalılığı arttı, yatırımlar durma noktasına geldi, milliyetçi duygular gelişti ve ulusal çatışmalar boy verdi. Kruşçev ve Brejnev’in yolunda ilerleyen Gorbaçov’un emperyalizme açık entegrasyonu savunarak, sosyalist biçimleri ve Marksist söylemi tümüyle terk etmesiyle Stalin aleyhtarlığının, gerçekte Marksizm ve sosyalizm düşmanlığı olduğu daha açık olarak, bizzat Gorbaçov’cu revizyonistlerin ağzından dile getirildi.
Yaklaşık 30 yıldır kapitalizm ve burjuvazinin boy verdiği ve egemen olduğu bir ülkede meydana gelen bugünkü olayları, tarihi çarpıtarak sosyalizme mal etmeye çalışanlar, baştan beri anlattığımız süreçleri ve gelişmeleri görmezden gelerek, kapitalizmin ve burjuvazinin suçlarını, kapitalizmden kaynaklanan işsizliği, yaşam pahalılığını, fiyat artışını, ulusal çatışmaları sosyalizme fatura etmektedirler.
Sosyalizmin, proletaryanın yeni devrimci dalgalarıyla desteklenmemesi ve iktidarda olduğu bu ülkelerde, iktidarın korunamaması vb. nedenlerle yenilgiye (ki bu geçicidir) uğraması sonucu oluşan koşullarda, yenilginin ruh haliyle, burjuvazinin anti-sosyalist gerici kampanyasına güç verme anlamına gelen bu tutum, devrimci ve Marksist değildir. Tutumun temelinde, gelişmelerin, tarihsel süreçlerin ve olguların yanlış tahlilinden kaynaklanan, devrime, proletaryanın devrimci sınıf niteliğime ve sosyalizmin zaferine inancın yitirilmesi yatmaktadır.
Şimdi; tüm tarihsel dönemlerde olduğundan daha güçlü bir anti-sosyalist, anti-Marksist saldırı kampanyası karşısında, bulunuyoruz. Şimdi, kitlelere sınıf işbirliğinin, dine ve milliyetçiliğe sarılmanın önerildiği, burjuva felsefi-ideolojik görüşlerin egemen kılınmak istendiği bir dönemde yaşıyoruz.
Ama bu geçici bir evredir. Kapitalist dünya, çelişkileriyle parçalanmıştır. Ortadoğu, Kafkasya, Balkanlar, Latin Amerika kaynamaktadır. Avrupa proletaryasının huzursuzlukları artmaktadır. Yeni devrimler kaçınılmazdır. Proletarya kazanacaktır.
Her fırsatta kapitalizme övgü düzüp, sosyalizme küfredenlerin, kapitalizmin ebediliği rüyası, bir karabasan gibi onları boğacaktır. Toplumsal gelişmenin yönü sosyalizmedir ve bu engellenemez.

Eylül 1992

DİPNOT:
(1) Anti-sosyalist kampanya sürdürenler, bilinçli bir tarzda, Doğu Avrupa ülkelerindeki gelişmeleri SB ile aynı göstermeye çalışırlar. Bu ülkelerde sosyalizme geçişin olup olmadığı onları ilgilendirmediği gibi, kasıtlı olarak, bu ülkelerde devrimin başlangıcını, dolayısıyla da “sosyalizmin inşasını” Sovyetler Birliği’nde devrimin zaferi ve inşa faaliyetiyle birlikte başlattılar, böyle bir imaj yarattılar. Örneğin Doğu Almanya, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya’dan ayrılmasına ve revizyonistlerin ihanetiyle çok kısa bir süre sonra, (1956 Sovyet partisinin 20. kongresiyle yönetimi gasp eden Kruşçevciler, SB’nin prestiji ve etkisini kullanarak, halk demokrasili ülkeleri etkileri altına aldılar ve onların partilerini kendi yollarını izlemeye zorladılar. Arnavutluk ve Çin buna farklı açılardan direnirken, ötekiler boyun eğdiler) süreç kesintiye uğrar ve bu ülke, revizyonizmin yoluna girmişken, bunu gizleyen ve “sosyalizmin geriliği’ni bu ülkeyi Batı Almanya ile karşılaştırarak ispatlamaya çalışanlar hiç az değildir. Bunlardan biri de HEP Genel Sekreter yardımcısı Kemal Okutan’dır. Okutan, 6 Temmuz tarihli “Özgür Gündem” gazetesinde yayınlanan yazısında, Almanya yolculuğu sırasında “2 saatlik boş bir zaman’da, iki Almanya’yı karşılaştırma imkanı bulduğunu söylüyor ve “sosyalizmin ilkellik” olmadığı demagojisiyle, sosyalist dediği Doğu Almanya’nın geriliğinden hareketle, sosyalizmin kapitalizme göre geri olduğu sonucuna varıyor.
Kemal Okutan, bu yazısında, halklara, proletaryaya ve sosyalizme karşı sorumluluk duymayan bir kişinin hafif davranışını sergilerken, sosyalizme duyduğa öfkenin gerçek nedenini de ortaya koyuyor: “Evet! kendilerini dünya sosyalizminin öncüleri sayanlar, dünyanın en mazlum halklarından, Kürtlerden hiç bahsetmemişler. Maşallah ne sosyalizm?” diyor. Kemal Okutan kendisi gibi düşünenlerin düşüncelerine tercüman oluyor ve sosyalizmden öç alma yolunu seçiyor. “2 saatlik boş zaman”da gördüklerine ve konuştuğu doğru “bir proleter”in söylediklerine dayanarak, “Ortadoğu’nun kalbi Ali Fırat”ın (!) “gerçekçi perspektifi”nin doğrulandığı (!) sonucuna varıyor ve fetvayı veriyor:
“Reel sosyalizm her yönüyle çürümüştü ve yıkıldı. Yıkılması gerekirdi.” Almanya’nın Batı’sı ve Doğu’sunu gezerken, “iki saatlik boş zamanda”, “gerçekleri yerinde inceleme fırsatı” bulduğunu söyleyen bu kişi, Doğu Almanya’da sosyalizmin ne zaman ve nasıl kurulduğu gibi bir sorunu bir yana itiyor, burjuvazinin anti-sosyalist söylemine sarılarak, Doğu’nun geriliğini, sosyalizmin geriliği olarak gösteriyor ve “sosyalizmin yıkılması gerektiği” fetvasını veriyor.
Hayır bay Okutan! Çöken ve çürüyen sosyalizm değil, kapitalizm idi. Doğu Almanya’da sosyalizm zaten olmadı. Gördüğün “yıkık-dökük proleter evleri, plakaları parçalanmış iki kişilik arabalar, bozuk yollar vs.” de kapitalizmin çirkefliğinin ürünleridir. “Gördüklerimiz reel sosyalizmin geriliğini ve ilkelliğini tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyordu. Duvarın iki yanını kıyaslayarak” diyorsun. Kapitalizm savunucusu bir kişinin daha farklı konuşması beklenemezdi ama yine de mümkündür.
Bay Okutan’ın, “gerçekçi perspektifin, hiç değilse dürüst olmayı ve olguları esas almayı, her bir süreci kendi koşullarıyla değerlendirmeyi gerektirdiğini bilmesi gerekir. Eğer bir kıyaslama kapitalizm ile sosyalizm arasında yapılacaksa, neden sosyalizmin inşa edildiği -ki tümüyle harap olmuş bir alt yapı üzerinde gerçekleştirildi- 1930’ların, ‘40’ların, ‘50’lerin Sovyetler Birliği ölçü alınmıyor.
Belki de bu, Marksizm ve sosyalizme ‘Kürt sorunu’ yüzünden duyulan öfke nedeniydiler.

Belediye İşçileri Grevinin Ardından

1992’nin ilk sekiz ayı içinde, emekçi sınıfların mücadelesi bakımından, en önemli iki olaydan birisi (diğeri kamu çalışanlarının Haziran-Temmuz eylemleri) belediye işçilerinin grevlerinin yasaklanmasıyla sonuçlanan mücadeledir.
Ortaya çıktığı koşullar olağansa, ekonomik nedenlerden ortaya çıkan grevler de olağandışı bir özellik göstermezler. Bu türden grevler, uzun ya da kısa bir zaman sürdükten sonra, bir süre sonra greve katılanlar dışında pek kimsenin anımsamadığı bir başarı ya da başarısızlıkla sona ererler; sonra da unutulup giderler. Her yıl gerçekleşen onlarca grevin çok büyük çoğunluğu bu türden grevlerdir. Ama grevin ortaya çıktığı koşullar (hem diğer işkollarındaki koşullar hem de ülkenin siyasi ekonomik koşulları) olağandışı özellikler taşıyorsa (greve katılan işçi sayısının çokluğu, işkolunun özellikleri, greve neden olan istemin işveren için kabulünün sonuçları, para, iş güvencesi vb.) greve katılan kişi az ya da grev çok kısa da sürse, bıraktığı izlerle anımsanır. Zonguldak, MESS grevleri ve en son belediye grevi gibi.
Nedir belediye grevine, her hangi bir ekonomik grevin sınırlarını aşan özellikler yükleyen etkenler; kısaca göz atalım:
a) 3 Ocak ve Zonguldak sonrasında, nispeten geri çekilen işçi mücadelesinden yararlanan kapitalistler, intikam alırcasına bir işçi kıyımına girişmişler; işçi kıyımı ’91 sonlarında, taşeronlaştırma, şirketleşme yoluyla kamu sektörüne de yansımış; özellikle İzmir ve İstanbul belediyelerinde çok sayıda işçi ya işten atılmış ya da iş güvencesi tehdit altına alınmış olarak TİS görüşmelerine başlanmıştır. Bu durum belediye sözleşmelerinde, önceki yıllardan farklı olarak, iş güvencesinin sağlanmasını en önemli sorun olarak masayı getirmiş, grev için ücret dışında daha temelli bir kaldıraç işlevi görmüştür.
b) Pek çok belediyede başvurulan şirketleştirme ve işlerin taşeronlara devredilmesine gidilmesi; bu uygulamaların gelecekte bütün belediyelere yaygınlaştırılacağı doğrultusundaki söylentiler ve belirtilerin ortaya çıkması, bütün belediyelerde hoşnutsuzluğu had safhaya çıkarmıştı. Öyle ki, grev öncesinden de pek çok belediye işçisi, bu uygulamalara karcı mücadele için direnişteydi. Bu durum grev için olumlu bir dayanak oluşturuyordu.
c) Newroz sonrasında bir bocalama devresi geçiren Kürt ulusal mücadelesi, yatla birlikte daha atak bir görünüm kazanmıştı. Büyük kentlerdeki, Kürt esnaf işportacılara karşı, belediye-polis işbirliği, önemli bir kesimi Kürt olan belediye işçilerini burjuva basınının ve politikacılarının hedefi yapmak için yeni bir gerekçe oluşturuyordu. Ama belediye sendikalarını ele geçiren reformcu ve kendi kendisine devrimci demekten öte devrimcilikle bir ilişkisi kalmamış sendikacılar, yükselen Kürt mücadelesi ile belediye işçilerinin mücadelesi arasında bir ilişki kurmaktan özellikle kaçınmış, belediye ve basının kamuoyunun dikkatini “bilmem kaç milyonluk ücrete” çekilmesi oyununun aleti olunmuştur.
Belediye’de hoşnutsuzluğun arttığı, yer yer gösterilerin başladığı günlerde, kamu emekçileri de yoğun mücadele günleri yaşıyor, binlerce memur Ankara’da “hükümetin kapısına dayanıyor”du. Ama ne belediye işçileri memurların eylemlerini desteklemek için ciddi bir tutum alıyor, ne de memurlar belediyecileri yüreklendirecek bir tutum içindeydiler. Sendikacılar, ne greve gelen süreçte, ne de grev sırasında grevin gidişatını olumlu etkileyecek bu iki dinamiği, memur ve Kürt mücadelesiyle dayanışmayı görmezden geldiler. Tam da belediye hükümetlerin istediği gibi, kendilerini tecrit ettiler.
d) DİSK’in örgütlenme çabaları içine girmesi sorunun saptırılmasına dayanaklık eden nedenlerden bir diğeri oldu. Belediye, özellikle sosyal-demokrat belediye başkanlarıyla yakınlık, hatta amir-memur ilişkisi içinde bulunan DİSK ve DİSK’e bağlı Genel-İş’in irili ufaklı yöneticileri, grevin başarılı olmaması için ellerinden geleni yaptıkları, ciddiye alınması gereken iddialardan birisi. Çünkü İstanbul Büyükşehir Belediyesi adına TİS görüşmelerine oturanlardan biri, ne yazık ki bugün DİSK’in üst yöneticilerinden biridir. Öte yandan RP’li belediyelerde Hizmet-İş’i devreye sokmuştur. Böylece belediyeler Genel-İş ve Hizmet-İş’i devreye sokarak bir yandan Belediye-İş’i tehdit etmişler, bir yandan da Belediye-İş’in başarısızlığından yararlanarak sendikayı bölmeyi amaçlamışlardır.
Belediye işçilerinin grevi için, grevi olumlu ve olumsuz bir biçimde etkileyecek bu unsurların yanı sıra, grevin belediye işçilerinin istemlerini aşan bir-kaç özelliği daha vardı. Bunlardan birincisi; bir önceki sözleşmeden geliyordu. ’90 sözleşmesinde belediye işçileri kararlı ve mücadeleci tutumlarıyla belediyeleri geriletmiş, önceden çıkılması düşünülmeyen bir ücret zammı sağlamışlardı. Dahası, bu ücret zammı, sonraki sözleşmelere de emsal teşkil ettiğinden, bu rakamın altındaki sözleşmelere sendikacıların imza atması pek olanaklı olamamıştı. O günden başlayarak burjuvazinin sözcüleri, her vesile ile belediye sözleşmesini kötü örnek olarak göstermiş, belediye işçilerini, “çöpçüler”, “ver yesin ört ölsün”, “çöpçü maaşı genel müdür maaşından fazla” vb. gibi spekülatif verilere dayanan bir propaganda ile, aralıksız olarak belediye işçilerine ve olası “yüksek ücret” istemlerine karşı kamuoyu oluşturmayı sürdürmüştür. Dolayısıyla burjuvazinin sözcüleri, sorunun belediye işçilerini ücret ve iş güvencesi değil, öteki işçilere de emsal olacak bir özellik taşıdığını fark etmiştir. İkincisi ise, şirket-taşeron uygulamasıyla ilgili: Taşeronlaştırma belediye hizmetlerinin “ucuza görülmesi”nin bir yolu olarak sürekli olarak yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. Eğer bu uygulama başında nihayet ‘seçilmiş’ yöneticilerin olduğu belediyelerde engellenemezse, başında “atanmışların” bulunduğu, diğer kamu kuruluşları ve özel sektörde hiç engellenemez imajı yaratılmaya çalışılıyordu. Ya da aksine, eğer belediyede taşeronlaşma engellenirse, diğer kuruluşlara emsal teşkil edeceğinden, taşeronlaşmaya başvurulan her yerde direnişler, grevler kaçınılmaz olacaktı. Bu yüzden belediye ve hükümet, 90 sözleşmesinde yer alan (taşeron ve şirketleşmeyi anlamsız hale getiren ’90 sözleşmesinin 5. maddesi) düzenlemeyi bu sene kabul etmeyerek, sendika ve işçileri teslim almak istiyordu. Üçüncüsü ise; belediye işyerleri kentlerin ortalarındaydı ve her belediye grevi öncesi ve sonrası kent protestolara sahne oluyor, ana caddeler işçi gösterilerine sahne olarak herkese ‘kötü örnek’ oluyordu. Burjuvazi ve hükümetler bundan tedirgin oluyor, bu kötü görüntülere bir çare arıyorlardı. Son grevde, geleceğe yönelik bu hesabı da yaptılar. Çünkü temizlik işi bütün kent halkını doğrudan ilgilendiren bir işti ve bu yüzden grev nedeniyle bir kamuoyu tepkisi kaçınılmazdı. Asıl önemli olan tepkinin işçiler lehine mi yoksa aleyhine mi olacağı idi.

UZUN VADELİ HESAPLARA GÜNÜ KURTARACAK POLİTİKALARLA KARŞI DURULAMAZ
Gelişmelere bakıldığında, hükümet ve belediyelerin geleceğe yönelik planları değerlendirildiğinde; belediyeler, hükümet ve burjuvazi için; belediye işçileri, mücadele edemeyecek biçimde dağıtılmalı, toplu olarak belediyelerin karşısına çıkamamalı, kentlerde hizmeti durduracak eylemler olmamalıdır. Taşeronlaştırma, belediye hizmetlerini ‘ucuzlatmaktan’ çok işçi mücadelesini parçalamaya yönelik bir uygulamadır. Ve şu bilinmelidir ki; belediyeler bir daha ki sözleşme döneminde, karşısında 50-100 bin kişiyi temsil eden sendika görmek istememekte, daha doğrusu, hizmeti kendisiyle sözleşme yapmayan taşeronlara ihale ederek ‘işçi derdinden’ kurtulmayı hesaplamaktadırlar. Bunda ne ölçüde başarılı olacaklarını belirleyen de, işçilerin mücadelesi olacaktır. Eğer işçiler, sınıfın öteki kesimlerinin sorunlarıyla kendi sorunlarının, memur mücadelesiyle kendi mücadelelerinin, Kürt özgürlük mücadelesiyle işçi sınıfı mücadelesinin ortaklığını kavrar, bu kavrayıştan kalkan politikalar doğrultusunda bir eylem çizgisi izlemeyi başarırlarsa, belediye başkanları ve hükümet amaçlarına varamaz. Değilse, bir dahaki sözleşmeler, belediyelerle değil, eğer taşeron işçilerinin örgütlenmesi başarılabilirse, taşeronla yapılabilecektir.
Kısacası; hükümeti de arkalarına alan belediyeler, günlük kaygılarla hareket etmiyor, tersine en azından önümüzdeki bir kaç yılın hesabını yapıyor, işçilerin ve sendikanın yanlış ve zaaflarından yararlanarak planlarını yaşama geçirmeye çalışıyor. Ama karşılaştığı sorunları aşmak için çok daha titiz olması gereken sendikanın hiç bir planı görünmüyor. Bırakalım planı bir kaç gün sonra grevi çıkıp çıkmayacağını bile tahmin etmekten aciz, işçilerden kopuk sendika. İşçilerin öfkesini görünce keskin nutuklar atıyorlar, ama gerçekte ortalığı bir an önce “yatıştırmak”, işçileri devre dışı bırakmak için entrika çeviriyorlar. Bu grevin başarısının kendileri için de son şans olduğunu görmüyorlar.

DİRENİŞLERDEN GREVE
TİS görüşmelerinin uyuşmazlıkla sonuçlanacağının belli olmasından sonra, işçilerin tepkileri de yoğunlaştı. İstanbul ve Ankara başta olmak üzere işçilerin yoğun olduğu yerlerde sayısı binlere varan kalabalıklarla, vizite eyleminden sokak gösterilerine bir dizi eylemler yapıldı. Bu süre içinde şu çok açık görüldü; gelinen aşamada, belediyenin kabul ettiği koşullarda bir sözleşmeye imza atılmasını işçileri kabul etmeyecekti. Bu yüzden de, Belediye-İş yönetimi sözleşmeyi imzalayamadı.
TİS görüşmeleri boyunca belediyeler, işçi isteklerinin olanaklarını aştığını, iddia ederek, bir işçinin aylık ücret isteminin 11-21 milyon TL arasında değişen hesaplarla, özellikle küçük burjuva çevrelerden tepki oluşturmaya çalıştılar. Abartılmış rakamlar, mühendis, doktor, profesör vb. maaşlarıyla kıyaslanarak işçi istemlerinin toplumsal bir “haksızlık” yaratacağı intibaı uyandırılmaya çalışıldı. Dahası, “mezar parası”, “sünnet” vb. gibi, daha çok sendika içi ‘sen-ben’ kavgalarının ifadesi olarak taslaklara giren bu türden “garip” istekler öne çıkarılarak işçiler, hem ne isteyeceğini bilmeyecek kadar cahil, hem de her şeyi isteyecek kadar aç gözlü, bencil kimseler olarak tanıtılmaya çalışıldılar. Burjuvazi, sendika ve işçileri, sadece ekonomik olarak köşeye kıstırmayı amaçlamadı, ideolojik olarak da; çirkin, cahil, kendisinden başka kimseyi düşünmeyen bir tip çizmeye, işçileri yalnızlaştırılmaya çalıştı. Resmi ve özel TV kuruluşları ile büyük başının bütün olanakları, belediye ve burjuvazi tarafından sonuna kadar kullanıldı. Sendika ise, burjuvazinin bu ideolojik saldırısı karşısında bir şey yapmaktan adeta kaçındı. Elbette Belediye-İş yöneticilerinden işçi sınıfının dünya görüşünden kaynaklanan bir tutum, bir tutarlılık beklenemezdi. Ama onlar, hiç olmazsa girdikleri dar boğazı aşacak kimi pragmatist politikalar izleyebilirlerdi. Örneğin, ayağa kalkmış memur yığınlarına açık ve lafta olmayan bir destek vermek, memur hareketini belediye işçilerinin eylemiyle destekleyip, memurları kazanmak için bütün koşullar uygunken, sendika bundan şiddetle kaçındı. İşçilerin çeşitli kentlerde memur eylemini desteklemeye yönelik girişimleri de bir jest olmanın ötesine geçemedi. Dahası, Sendika, memur hareketi yanı sıra Kürt mücadelesine yakın durmaktan grev boyunca da özen gösterdi. Burjuvazinin öne çıkardığı ücretler üzerindeki spekülatif propagandayı Kürt mücadelesine ilişkin çıkışlarla tepetakla etmek mümkünken, sendika burjuvaziden değil de iletişim araçlarında görevli, ‘her devrin adamı’ kimi zibidilerden yakınmakla yetindi. Kısacası; grevin ortaya çıktığı koşullarda, grevin başarıya ileriye götürülmesi için dayanılması gereken iki devrimci dayanak Belediye-İş sendikasının yöneticilerince hiç değerlendirilmedi. Ama karşı taraf; işçi kıyımının yarattığı baskıyı, DİSK ve Hizmet-İş’i, belediyelerdeki taşeronlaşmanın mücadelede yarattığı tahribatı sonuna kadar kullandı, sendikayı ve işçileri adım atamaz duruma getirmeye çalıştı.
Bırakalım başka şeyi; işçi sınıfının mücadelesinin kanıtladığı en bilinir gerçeklerden birisi; her grevde, karşı sendika ve sendikasız işçileri de (Belediye-İş koşullarında, sendika yönetimince temsil edilmediğini düşünen işçi çevreleri demek daha doğru olur) kapsayan, demokratik bir tarzda seçilmiş “grev komiteleri”nin, her grevin vazgeçilmez yetkili organı olduğudur. Ne var ki; Belediye-İş, Grev Komitelerine hiç yaraşmadı. Kimi yerlerde grev komitesi kurmaya kalkanlar da, kitaplarda böyle bir şey var dercesine, grevin işçi temelini genişletmek, daha çok işçiyi doğrudan mücadeleye çekmek yerine, grev yerindeki en dar siyasi kümelenmelerin kendi aralarındaki bir ‘yasak savma’ komitesi olmanın ötesine geçmedi. Ve daha da kötüsü, grev sırasında işçiler, grevin ortaya çıkaracağı sorunlar konusunda diğer işçiler ve semt sakinleriyle diyalog içine girmek yerine, sorunları istismar eden basına kızmakla yetindiler. Daha doğrusu sendika grevi, sadece iş yapmamaya dönüştürdü. Oysa bir genel hizmet grevi olduğu için, belediye hizmetlerinin durması başta temizlik olmak üzere pek çok sorun çıkaracağı bilinmeyen bir şey değildi. Ve bu durum küçük burjuvazi ve diğer halk kesimlerinden tepki alacaktı. Hele basın ve TV kışkırttığı zaman çok daha tehlikeli gelişmelere sahne olabilirdi grev. Ama olmadı; onca kışkırtmaya karşın olmadı, Belediye-İş’in bu konuda hiç bir faaliyet içine girmemesine karşın olmadı. Çünkü belediye ve grevin ortaya çıkardığı sorunlardan grevin amaçlarından da öte çıkarlar bekleyenlerin kışkırtmasına karşın, kent sakinleri, belki biraz hoşnutsuz oldular, gerici örgütlenmeler içindeki esnaf ve kabzımalların bir kaç grev kırma teşebbüsü olsa da, sonuçta bunlar ciddi çatışmalara varmadan önlendi. Kısacası kışkırtıcılar, bu anlamda bir çatışma yaratamadılar, ama TV, basın ve ‘aydınlara’ dayanarak, ‘herkesin’ greve karşı olduğu gibi bir hava yarattılar. Bunu da; grevin ertelenmesi deniyor, ama gerçekte yasaklanması için kullandılar. Bu gün çeşitli, işçilerden yana olduğunu iddia eden basın organlarında belediye grevi için kara tablolar çiziliyor, ‘keşke bu grev olmasaydı, başka grevler içinde engel olan bir grev oldu’ yollu ağıtlar yakılıyor, içten içe de bir daha grev olmasın duası yapılıyor. Oysa pek çok zaafına karşın belediye işçilerinin grevi önemli dersler içeren bir mücadele olmuştur, her şeyden önce grev öncesindeki binlerce işçinin çeşitli türden gösterileriyle, çoktandır başvurulmayan sokak gösterilerini yeniden gündeme getirmiştir. İşçiler, kendi ekonomik mücadelesi sınırları içinde kaldıkça yalnız başlarına olduklarını görmüşlerdir. En önemlisi de, TV, Basın, sosyal-demokrasi, SHP, DYP, demokratikleşme, grev hakkı, yasa yasal hak, mahkeme vb. pek çok şey konusunda ayrıntıda olmasa da bir şeyler öğrenmiş, içinde düzene karşı bir şeyler kıpırdamıştır.
Nihayet, grev ertelendiğinde bu birikim açığa vurmuş; işçiler, ileri işçiler ve işyeri temsilcileri sorunun genel bir grevle çözülmesi için talep öne sürmüşlerdir. Bu bir öz savunma, ya da işlerine öyle geldiği için öne sürülüyor gibi görülürse de, yapılan tartışmalarda dayanakların konuş biçimi; işçinin, bir işçi-burjuvazi, belediye, hükümet ve belediye işçisi zıtlaşmasının olduğunu, bu zıtlaşmada kendi yerini fark ettiğini göstermektedir. Nitekim işçilerin içten gelen tepkisi karşısında Fuat Alan ve Şevket Yılmaz, direnişten genel greve kadar her eylemde varız demek zorunda kaldılar. Ne var ki; tepkinin sendika ağalarını gerilettiği koşullarda devrimci mücadeleye önderlik etme iddiasındaki işçilerin de öne çıkıp işçinin sesi olması beklenirken, adeta ‘ağaların konuştuğu yerde herkes susar’ prensibi işlemiş, mücadelenin yükünü omuzlarında taşıyan işçiler, orada, ağaların işçileri aldatmalarının aleti durumuna düşmüşlerdir. Bu yüzden de, ağalar işçinin nefesini enselerinde hissetmemenin rahatlığı ile işi zamana bırakmışlardır. Ve aynı nedenle ileri işçiler, ağalara ve sendika yöneticilerine hesap sorma olanağını elden kaçırmışlardır.
Komünist ve devrimci işçilerin zaaf ve eksikliklerine karşın, işçiler sıradan bir ekonomik grevden öğreneceklerinden çok daha fazla şey öğrenmişlerdir. Ki bu, belediye işçisi için bugünkü koşullarda elde edebileceği en önemli kazançtır. Daha iyisi olamaz mıydı? Neden olmasın! Sendika, kendisine, özellikle seçim sırasında, devrimciyim diyen sendika şube yöneticileri, ileri işçiler, sorunları kendi günlük ilişkileri ve kısa gün karı için istismar yerine sınıfın çıkarlarını esas alan, bir faaliyet içinde olsalardı, adına layık grev komiteleri örgütleyip bunları çalıştırmayı başarsalar, uygun taktiklerle, diğer işçi kesimlerin, memurları, şehir halkını kazanacak taktikler geliştirilebilseydi, bırakalım başka şeyleri, hükümet grevi ertelemeye cesaret edemeyeceği gibi, belediyeler de günlerce direnemezdi. Çünkü açıkça görünen o ki; belediyelerin uzlaşmazlığının arkasında grevin tam da böyle; ‘greve gidilir, her yan pislik dolar, halk pislikten bezer homurdanmaya başlar, hatta grevcilere saldırır, bunu bahane eden hükümet de grevi erteler,’ hesabı vardır. Böylece de belediyeler, hem işçiyi YHK’ya götürerek ücret ve sosyal hakları düşük tutarak kazanacaktır; hem de yaratılan kamuoyu sayesinde, özelleştirme-taşeronlaştırmayla ‘işçi sorunu’ geleceğe yönelik olarak da halledilmiş olacaktır. Elbette Belediye-İş yöneticileri de bunun farkındaydı, ama çatışma öyle keskindi ki; iki seçenekle yüz yüzeydiler: ya işçilerden yana tavır alıp belediyeler, hükümet ve iş çevreleriyle arayı bozacak, sınıf mücadeleci bir çizgiye geleceklerdi, ya da kafalarını kılıcın önüne uzatıp, sonlarına efendilerinin karar vermelerini bekleyeceklerdi. Belediye-iş yöneticileri, bugüne kadarki görgü ve alışkanlıkları doğrultusunda davranıp ikinci yolu seçmişlerdir. Ve öyle görünmektedir ki; eğer Belediye-İş, kendisini toparlayıp, yeni manevra alanları bulamazsa, sözleşmenin bu haliyle sonuçlanmasının belediyenin bundan sonra yapacağı saldırıların sorumlusu olarak görülecektir. İşçinin tepkisini kazanmış bir Belediye-İş’in, belediyeler, (hatta hükümet) Genel-İş ve Hizmet-İş tarafından paramparça edilmesi çok zor bir iş olmayacaktır. Hiç kuşkusuz, Sorunun böyle bir noktaya gelmesinde sadece Belediye-İş’in Genel Merkez ağaları sorumlu değildir. Mangalda kül bırakmayan, hemşerilikten, aşiretçiliğe kadar her yolu kullanan, ama kendisine devrimci demekten, şu ya da bu devrimci siyasi çizgiyi izlediğini söylemekten de geri durmayan şube başkan ve yöneticileri de o kadar, manevi bakımdan onlardan daha da fazla sorumludur. Çünkü daha grev öncesinde, işçi tepkisinin radikalleşmesini önleyen, mücadeleyi salt ekonomik talepler sınırı içinde tutup, işçilerin yalnızlaşması ve tecridini sağlayan yanlış politikaları bunlar ürettiği gibi, bugün de, yeni bir kalkışma için, ne olup bittiğini tartışıp yeni yönelişlere girmek için bir araya gelmek için bin bir bahane uyduranlar da bunlardır. Bugüne kadar, taşeron işçilerini de örgütleyip kadrolu işçilerle birleştirmek yerine taşeronlaştırmadan yakınmakla yetinen de Genel merkezle birlikte şubelerdir. Oysa henüz her şey kaybedilmemiştir; işçileri yeniden mücadeleye çağıracak, yeterince gür bir ses, işçi düşmanlarının heveslerini kursağında bırakabilir. Belediye işçileri şubelerden, ileri işçilerden, devrimci komünist isçilerden bunu bekliyor ve şubelerin, belediye isçileri içindeki devrimci ve komünist işçilerin bunu yapmak için olanak ve prestijleri henüz vardır. Ama önlerinde çok zamanları yoktur. Sözleşme bu haliyle imzalanır ya da YHK’dan çıkarsa, Belediye işkolundaki mücadelenin koşullan bugünküyle kıyaslanmayacak kadar zorlaşacak; yeni koşullar yeni taktık ve çalışma yöntemleri geliştirmeyi zorunlu kılacaktır.
Belediye-İş Sendikası, yöneticileri ve isçileri dar ve zor bir patikadan geçiyorlar. Enerjilerini ve olanaklarını yerinde ve sonuna kadar kullanabilirlerse bu dar geçidi kazasız-belasız geçme şanslarını hala koruyorlar.

Eylül 1992

Mao Zedung Ve Çin Devrimi Üzerine Bir Özet

Eylül Mao Zedung’un ölüm ayı. Fikirleri ve pratiğiyle ’30’lardan başlayarak uzun süre, yalnız Çin’deki değil dünyadaki gelişmeleri de etkileyen önemli kişilikler arasında yer alan Mao Zedung, yaşamı boyunca sürekli tartışmaların ve çatışmaların içinde oldu. Tartıştı, çatıştı; fikirleri ve pratiğiyle tartışıldı. Bu durum, Çin’in ekonomik ve siyasal açıdan önemli büyük bir ülke olmasının yanı sıra ve bundan da çok Mao’nun ileri sürdüğü fikirler ve pratiğinin orijinalliği ve etkinliğinden de kaynaklanıyordu.
Sonuçta, büyük gelişkin bir sanayi ülkesi haline geldiği söylenemese de Çin, yüzyılın başlarında çeşitli emperyalist ülkelerin ekonomik, siyasal, askeri vb. varlıklarıyla topraklarında cirit attığı, zaman zaman milyonlarca kilometre karelik bölümü işgal edilen, feodal parçalanmışlık koşullarında onlarca savaş ağasının birbirleriyle çatışma içinde kan kusturduğu yüz milyonlarca köylüsü ve az sayıda işçisi ile sömürgeleştirilme sürecinde, yarı feodal ve olağanüstü yoksul bir ülkeydi. Halkı açlık ve çıplaklık sınırında olan Ortaçağ karanlığında yaşayan bu ülke, bir önceki yüzyılın sonuyla 20. yüzyılın başlarında uyanmaya başladı.
Özellikle kapitalizmin nispeten geliştiği kıyı şehirleri ve güney bölgelerde, tarım, sanayi ve ticareti pençesine alan krizlerin sürükleyici etkisiyle ezilen yığınlar ayağa kalkıyordu. Önce feodal despotizm ve imparator hedeflendi. İmparatorluğun yıkıntıları üzerinde çeşidi bölgesel savaş ağası hükümetleri yanında ayaklanmalardan bir de milli ordu ve Kanton Hükümeti doğdu.
“Üç halk ilkesi”ni ortaya atan Sun Yat-sen’in başında bulunduğu Guomindang’ın en güçlü dönemini yaşadığı, bu partinin yönettiği milli ordu ve hükümetiyle Çin Cumhuriyeti’nin geliştiği ve Sovyetler Birliği ile dostluk politikası izlendiği koşullarda, ülkenin Marksizm’le tanışmış ileri unsurları küçük bir grup olarak Çin Komünist Partisi içinde örgütlendiler ve ÇKP bir ulusal cephe partisi olan Guomindang içinde yer alarak mücadele etmeye başladı.
Ancak gelişen kapitalizm burjuvaziyi bölmüştü, emperyalizm yanlısı olan ve onunla birleşen, uzlaşmacı ve radikal burjuva konum ve tutumlar görülüyordu artık.
Geleneksel yabancı karşıtlığının da etkisiyle feodalizmi hedeflemenin yanı sıra anti-emperyalist bir yönelim içine de giren halk hareketi milli ordu ve hükümeti doğuran temel etkendi ama aynı zamanda parçaladı da.
Guomindang kurucularından Çan Kay Şek bir darbeyle hükümet yönetimini olduğu gibi parti yönetimini de tamamen ele geçirerek halka karşı emperyalizmle birleşen ve feodallerle dayanışan bir çizgi izlemeye yöneldi. Bu darbe Şanghay’ın da içinde yer aldığı bir kaç büyük şehirde, yenilgiye uğrayan halk ayaklanmalarıyla karşılandı. Ama ÇKP yönetiminde örgütlenmiş olan nispeten küçük iki ordu birliği Güney Çin’in köylü ayaklanmalarından geçmiş bir bölgesinde savaşarak var olmaya ve gelişmeye devam etmenin uygun koşullarını buldu. Mao Zedung henüz ÇKP başkanlığına gelmemişti, ancak, bu andan başlayarak O’nun Çin devrimiyle neredeyse özdeşleştiğini görüyoruz.
Daha Guomindang içinde çalışma ve onunla işbirliği döneminde ÇKP’nin tutması gereken yol ve yönelimleri üzerine tartışma başlamıştı. Burjuva demokratik reformlar için mücadele, Guomindang’la birlik ve ÇKP’nin bağımsızlığı, Guomindang tarafından yönetilen örgütler ve sendikalara dayanmamak gerektiği, önderliği demokratik burjuvaziye bırakmamak, Sovyetler lehine sistemli bir propaganda yürütmek ve en kısa zamanda işçi ve köylü Sovyetlerinin kurulması için hazırlık Komintern’nin öngördüğü çizgiydi. Özellikle sendikal alanda belirli basanlara ulaşılmasına ve ÇKP’nin oldukça büyümesine karşın, parti kararlı bir önderlik gerçekleştiremedi ve çeşitli sağ “sol” eğilimlerin egemenliğinde Kanton ve Şanghay’daki ayaklanmaların ezilmesi ve gerici darbeye gelindi.
Darbe sonrası Mao ünlü “kızıl siyasi iktidarlar” üzerine görüşlerini formüle etti. Daha sonra, hatalı teorik temelleriyle, kır-şehir arasında kurulan yanlış ilişkiyle mutlaklaştırılıp evrenselleştirilerek büyük bir iddiayla, tüm geri ülkeler için önerilen “halk savaşı”, başlangıçta mütevazı hedefleriyle gerçek durumu çözümlüyordu. Devrimin karşı devrimle savaş halinde gelişmesini “Çin Devriminin kendine özgü niteliklerinden ve üstünlüklerinden biri” olarak değerlendiren Stalin’in saptamasından hareketle, devrimci durumun gelişmesi ve gericilik içinde şiddetli çelişme ve çatışmaların devamı koşullarında “küçük kızıl bölgeler”in uzun süre dayanacağı ve “ülke çapında siyasi iktidarın ele geçirilmesini sağlayacak birçok güçten biri haline geleceği”ni öne süren Mao, tezini kararlılıkla savunup uygulayarak devrimin uzun yıllar içinde oluşmuş silahlı güçlerinin korunmakla kalmayıp, geliştirilmesinin yolunu açmış oldu.
1927 darbesi ve Guomindang’la kopuşma sonrası 2. İç Savaş döneminde üç eyaletin sınırlarındaki küçük devrimci iktidar bölgeleri devrime üsler olarak hizmet ettiler, ama bir yandan da şehirlerdeki ve işçi sınıfı içindeki çalışmanın küçümsenmesinin kendiliğinden bir etkeni olarak da rol oynadılar. Bunun nedeni, ÇKP’nin sağ ve “sol ” eğilimlerle çalkalanan oturmamış yapısı ve Sovyetler Birliği’nin güçlü etkisiyle oluşan Marksizm’e eğiliminin henüz gelişkin olmayışı ve muğlâklığı, Çin’in geleneksel fikir mirasının köklü bir eleştirisiyle bilimsel sosyalizme dayalı bir ülke ve görevler çözümleme ve saptaması yapılmamış oluşuydu. Çözümlemeleri daha çok pratik ihtiyaçlar dayatıyor ve yönlendiriyordu. Bu kendiliğindenlik içinde “üs bölgeleri” gibi doğru bir çözümleme bile tek yanlılığa ve mutlaklaştırmalara yol açabiliyor ve Mao “birçok güçten biri” derken, pratikte “tek güç” haline dönüşebiliyordu.
Gelişmesi içinde Çin Devrimi şehirlerden hemen bütünüyle koptu ve şehirlerdeki, proletarya içindeki devrimci çalışma pek de önemsenmez oldu. Bunda, şehirlerdeki çalışma ve eylemin çözüm olmadığı ve yenilgiye götüreceği şeklinde hatalı çıkarsama ve yorumlan teşvik eden “solcu” ÇKP önderliğinin (Li Li San) 1930’da hazırladığı birkaç eyalette kentleri de ele geçirmeyi hedefleyen ayaklanmanın kentlerde ezilmesi, birkaç büyük şehirde işçi ve emekçilerle bazı devrimci ordu birliklerinin kırılmasının da etkisi oldu. Bu ayaklanma ve yenilgisi, aynı zamanda içlerinde Mao da olmak üzere ÇKP’nin çeşitli eğilimlerinin yön verici olarak gördükleri Komintern ile karşı karşıya gelmelerine neden oldu. Mao, bilgi birikimi ve tecrübelerinden yararlanabileceği önemli bir destek gücü başlıca bu dönemden sonra karşısında görmeye başladı. Ve kırlardaki, köylülüğe dayanan çalışma ve devrimci eyleme daha bir hız verildi.
Bu dönemde, başlıca feodalizmi, onunla birleşen komprador kapitalizmi ve destekleyicileri ve besleyicileri olarak emperyalizmi hedef alan ve toprak devrimi temeline oturan devrimci eylemin sürdürülmesi konusunda hemen tüm ÇKP ve Komintern fikir birliği içindeydi. Her şeye rağmen bu dönem ÇKP’nin Guomindang’dan bağımsız bir parti olarak örgütlendiği ve mücadele içinde geliştiği bir dönem oldu.
Ama ÇKP esas gelişmesini, Anti-Japon savaş içinde gerçekleştirdi. 1931 Eylül’ünde Çin’e saldıran Japonya’ya karşı başlayan Ulusal direniş Çin’deki çeşitli sınıf ve partilerin ilişkilerinde değişikliklere yol açtı. Devrim ulusal kurtuluş savaşı biçimine büründü ve yeniden, ezilen halkın burjuvaziyle ve ÇKP’nin Guomindang’la ittifakı gündeme geldi. Programa ve onun gerçekleştirilmesine ilişkin tutumu tartışabilir olmakla birlikte, ÇKP ve ulusal savaş içinde 1935’de diğer hiziplerin etkinliğini kırarak parti yönetimine gelen Mao Zedung Japon emperyalizmine karşı kararlı ve uzlaşmaz bir mücadele yürütüp yönlendirdiler. Bu mücadele içinde özellikle askeri açıdan dâhice bir yönetim gösteren, gerilla savaşının stratejik rolüne ilişkin değerli fikirler geliştiren ve pek uzun olmayan bir süre içinde Çin’in en geri bölgelerini bile etkileyerek ulusal savaş içine çeken ve güçlü ve büyük düzenli birlikler oluşturan Mao ve ÇKP, geniş emekçi kitlelerin gerçek önderi durumuna yükseldiler.
Guomindang’ın zaman zaman dönüp ÇKP ve yönettiği devrimci birliklere saldırdığı anti-Japon savaşta oluşturduğu güçlerle Japonların tesliminden sonra Çay Kay Şek’in karşısına dikilen ÇKP, 4 yıllık bir savaş sonunda onu Formaza’ya sürmeyi ve demokratik bir cumhuriyet ilan etmeyi başardı.
Emperyalistlere tanınan imtiyazlar kaldırıldı. Büyük toprak ağalarının ellerindeki topraklara el konuldu, işgücünün seferberliği yoluyla işsizliğin üstüne yüründü, yoksulluğa karşı mücadele açıldı. Savaş içinde yıkılmış ülkenin ekonomisinin yeniden örgütlenmesi doğrultusunda bir dizi adım atıldı. Kurtuluştan sonraki ilk 4-5 yıl içinde sanayide kolektifleştirme ve tarımda komünler kurulmasına girişme gibi sosyalizm yolunda ilerleme eğiliminin bazı özelliklerini gösteren bir dizi reformlara girişildi. Bunlar Çin Devrimi’nin zafer taçlarıydı.
Çin, sosyalizmin eşiğine kadar gelmiş, sosyalizmin yolu hemen tamamen temizlenmişti. Ancak daha ileri gidilemedi. Çünkü sosyalizmin güçleri oluşturulmamıştı. Elinde bilimsel teorisiyle bir sınıf örgütlenmesi söz konusu değildi. O derecede ki, Şanghay “kurtarıldığında”, orada ancak 4-5 tane parti hücresi bulunuyordu. Oysa ÇKP’nin milyonlarca üyesi vardı. Örgütlü olan, kırsal alan ve köylülüktü. ÇKP ve onun yönetimindeki en başta gelen örgüt biçimi olan halk ordusu, tüm ağırlıklarıyla köylü örgütleriydiler.

* * *
Mao Zedung, dev anti-emperyalist ve demokratik atılımlara önderlik etmiş büyük bir devrimcidir. Tutarlı bir demokrattır. Sosyalizm karşısındaki konumu itibariyle ise, sosyalizmden etkilenmenin ötesinde ciddi Marksist bir eğitimden geçmemiş, eşitlikçilik, komüncülük, özgürlükçülük gibi muğlak fikirlerle bir tür ütopik köylü sosyalizmi savunucusu durumundadır. Marksizm’in en temel ilke ve tezlerini savunmamaktadır.
Mao’da milliyetçi bir yan vardır ve o bu yanıyla köylülüğün dar bakışlı yabancı düşmanlığını seslendirmektedir. Marksizm’in evrensel ilkeleri ve Komintern karşısında bile kendini yabancı hissetmesi, sınıf tutumunun özel olarak bu ifade edilişinden de kaynaklanmaktadır. Mao, emperyalizm ve feodalizme karşı dayanışma içinde olsa da, Komintern’in farklı sınıf yaklaşımları karşısında “Çin”in çıkarlarını savunma ihtiyacı içine girmiştir. Bu, “ulusal Marksizm” ya da “Marksizm’in Çinlileştirilmesi” ihtiyacıyla çakışmaktadır: Aynı durum, “Çin’in kendine özgü ülke oluşu”ndaki, yani Çin’de Sovyet Rusya’da geçerli olandan farklı yaklaşımların gerekliliğindeki ısrarında da karşımıza çıkmaktadır. Ve Mao, “ulusal Marksizm” bilgisinin kaynağı olarak kitleleri, doğal ki milyonlarla ifade edilebilen köylüyü görmekte, “bütün bilgelik kitlelerden gelir” demektedir.
Mao’nun “Ulusal Marksizm’i” proleter sınıf temeline oturmamaktadır. En yoksul olanın en devrimci olduğunu düşünmekte; sosyalizmi, kapitalist üretim ve değişim ilişkilerinin tasfiyesine değil, bu ilişkilerin doğal bir sonucu olan bölüşüm ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi ve bölüşümdeki bozukluğun, yoksulluğun giderilerek halkın refahının sağlanmasına bağlamaktadır. Sosyalist eleştiri adına bulanık bir yoksulluk tablosu çizip onu hedef almakta ve mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesini değil yine bulanık bir “refah”ı amaçlamaktadır.
Bu yaklaşım, Mao’nun demokratik devrimin zaferinden sonra burjuvazi ve kapitalizm karşısındaki tutumunda da görülmektedir. Mao 1956’da milli burjuvaziyi halk içinde saymış, onunla işçi sınıfı arasındaki çelişmeyi uzlaşabilir çelişme olarak ortaya koymuş, “sosyalist dönüşümün kabulüne yanaşma”yı burjuvazinin karakteristik bir özelliği olarak belirtmiştir. Mao, sosyalist dönüşümler dönemi olarak ilan edilen dönemde burjuvazi ve kapitalizmi karşısına alıp yok edilmelerini öngörmemiş, yalnızca “kâr her şeyden önce gelir zihniyetine sahip” “bazı kötü kapitalistleri” eleştirmiş, onları da yine kazanmayı hedeflemiştir. “Milli burjuvaziyle birleşmek”, “kapitalizmi yıkmak değil düzene sokmak”, “emekle sermayenin uyumunu sağlamak” ve işçileri “hem devlet sektörünün ve özel sektörün, hem de emek ve sermayenin çıkarlarına hizmet etmeye ikna etmek”, “sosyalist devrim” döneminde Mao’nun yönelimleri olmuştur. Bu yönelimlerin soyut “yoksulluğa karşı mücadele ve refah” tablolarıyla ilişkisi açıktır. Kapitalizmin var olmaya devam ettiği ama aşın kötülüklerinin sınırlanmaya çalışıldığı koşullarda ara sınıfların, özellikle köylülüğün “kurtuluşu” ve “refahı” yakalanmaya çalışılmıştır.
Burjuvazi özel teşebbüs olarak varlığını korurken, bir kısmıyla da devlet teşebbüslerine ortak edilmiş ve onlara sermayeleri karşılığı olarak sabit tutulmuş bir oranda faiz ödenmesi yoluna gidilmiştir. Ve on yıllarca sürüp “geri çekilme”nin hiç bir zaman sona ermediği bu uygulama NEP’e benzetilmeye çalışılmıştır. Sonuç açıktır: kapitalistler tüm mal-mülklerini geri almışlar ve Çin ekonomisinin kapılan yalnızca özel teşebbüse değil emperyalist tekellere de ardına kadar açılmıştır. Mao’nun Seçme Eserleri’nin 5. cildinde burjuvazinin önüne çıkar yol olarak koyduğu “devlet ile özel sermayenin ortak yönetimi yoluyla sosyalizmle bütünleşme” kaçınılmaz olarak tam tersi sonuç vermiş ve dizginsiz kapitalizmde “bütünleşme” sağlanmıştır.
Tarımda kurulan kooperatifler ve komünler açısından durum farklı değildir. Özel mülkiyet halindeki toprağın, koşum hayvanları ve tarım araçlarının hisseler halinde birleştirilmesiyle oluşturulan kooperatiflerin özel mülkiyet temelinde kurulduklarını, Mao da söylemektedir. Köy komünleri yalnızca daha büyük bir birleştirme konusu olmuşlar ye gelişmeleri içinde yalnız tarımsal değil, ilkel sanayi üretimine de yönelmişlerdir. Üstelik Mao, kooperatiflere “dürüstlüklerini kanıtlamış” toprak ağalarıyla, zengin köylülerin alınmaları gerektiğini de savunmuştur.
Köylü yaklaşımı, tarımla sanayi ağır ve hafif sanayi arasındaki ilişkinin ele alınışında da kendisini ortaya koymuş, büyük ölçekli üretimi ve mutlaka ağır sanayi kuruluşunu gereksinen sosyalist ekonominin inşası, küçük ölçek, tarım ve hafif sanayiye taranan öncelikler dolayısıyla da olanaksızlaşmıştır.
Burjuvazi ve kapitalizmi tasfiyeyi hedeflememiş. Mao’nun toplumun siyasal örgütlenişine, devlet sorununa ilişkin olarak burjuvaziye yaklaşımında da görülmektedir. Burjuvazi, Mao’ya göre, işçi sınıfı, köylülük ve küçük burjuvazi ile birlikte devlet yönetiminde yer almak durumunda olan sınıftır ve hiç dışlanmamaktadır.
Kesintisiz devrim fikrini de reddetmek üzere Mao, “yeni demokrasi” devletini, burjuva diktatörlüğü de proletarya diktatörlüğü de olmayan “üçüncü tür” bir diktatörlük, dön sınıfın ortak diktatörlüğü olarak tanımlamakta, burjuvaziyle proletaryanın birlikte diktatörlüğü olarak öngörmekte ve uygulamaktadır. Bunun olanaklı olmadığı, işçi sınıfıyla burjuvazinin ne denli bir araya konulmaya çalışılırsa çalışılsın birbirlerini dışladıkları kesindir. Burjuvazinin yönetimde olduğu bir diktatörlük, burjuva diktatörlüğünün biçimlerinden biri olabilir ancak ve böyle bir diktatörlükle sosyalizme yönelme olanaksızdır. Sosyalizme kesintisiz geçiş öngörebilecek bir diktatörlük, ancak işçi sınıfının emekçi sınıflar, başlıca köylülük ile ortak diktatörlüğü olabilir ve sosyalist dönüşümler için bunun da proletaryanın kimseyle, hiç bir sınıfla paylaşamayacağı kendi diktatörlüğüne dönüştürülmesi gerekirken, dört sınıflı diktatörlük fikrinin burjuvazinin “sosyalizmle bütünleşmesi” fikriyle bağlantılı olduğu ve kapitalizmin tasfiyesini içermeyen bir “sosyalizm” anlayışını ifadelendirdiği açıktır. Bu diktatörlük, “emekle sermayenin uyumu”nu ve kapitalizm koşullarının devamını öngörür ve Çin pratiği de bu yönde olmuştur.
Dört sınıflı diktatörlük Mao’nun hedefiyle demokratik devrim ya da “yeni demokrasisi”, komünizm hedefli bir azami programın zorunlu bir uğrağı ya da aşaması, bir asgari program konusu değil, bir son hedef ya da azami program olabilirdi ancak; nitekim de öyle olmuştur.
Bu yaklaşımla “yeni demokratik devrim” de sosyalist görevlerin doğru ele alınması, bu süreçte bütün halkla birlikte emperyalizm, komprador kapitalizmi ve feodalizmi hedefleyen bir tür savaş yürütürken, yanı sıra, köylülüğün yoksul kesimleriyle birlikte burjuvaziye karşı ikinci tür bir savaşın yürütülmesi ve sosyalizme doğru ilerlemenin garanti altına alınması kuşkusuz imkânsızdı.
Yine bu yaklaşımla devrimin “kilit sorunu”nun hatalı ele alınması kaçınılmazdır. Kesintisiz sosyalizme yönelecek bir demokratik devrimde sorun, köylülüğü proletaryanın mı yoksa burjuvazinin mi kazanacağı sorunuyken, Mao soruyu değiştirmiştir; “Burjuvazi mi proletaryanın, proletarya mı burjuvazinin peşine takılacak”! Aynı sorunun bir başka ortaya konulusu olarak, demokratik devrimde proletarya köylülükle birleşip küçük burjuvaziyi kazanarak burjuvaziyi tecride yönelmek durumundayken, Mao Zedung milli burjuvaziyi, yalpalayan ama tecrit edilmesi değil kazanılması gereken bir “müttefik” olarak görmüş, böylelikle sosyalizme geçişi imkânsızlaştırmıştır.
Mao Zedung tüm demokratik devrim süreci boyunca milli burjuvaziyle birlikten yana olmuş, ona devlet iktidarında yer vermiş, bunu garantilemek üzere “üç üçte bir sistemi” adını verdiği iktidar organlarında sandalyelerin paylaşımı sistemini uygulamıştır.
Ve iş çığırından çıkmış, Mao Zedung hiçbir zaman komünist partisinin tek parti diktatörlüğünden yana olmadığı, yani hiçbir zaman proletarya diktatörlüğünü savunmayacağı ve demokratik diktatörlüğün hiçbir zaman proletarya diktatörlüğüne dönüştürülmesini benimsemediğini açıklamıştır. Sosyalizmin inşası, proletarya ile çelişmesi uzlaşabilir çelişme haline” getirilebilen” burjuvazi ile birlikte gerçekleştirilmesi gerektiği gibi, burjuva ve küçük burjuva çeşitli partilerin varlığı, yani politik çoğulculuk ve onlarla “uzun süreli bir arada yaşama ve karşılıklı denetim” ilişkisi çerçevesinde sürdürülmelidir! Mao bunun “Çin’in somut tarihi koşullarının bir ürünü olduğunu” söylemektedir.
Burjuvazinin ekonomik ve siyasi yönüyle “sosyalizmin inşası”na katılması fikri, onlara ideolojik platformlar sunulması fikrine yol açmazlık edemezdi ve nitekim “yüz çiçek açsın” teorisi bu çerçevede ortaya atıldı. Halk “zehirli otlan” da tanımalıydı! Ama her şeye rağmen bu fikirler ve örgütlenme, genellikle ÇKP içinde hizipler olarak, Mao’nun iktidarına zarar verir hal aldığında, “Kültür Devrimi”nde, sonra Lin Biao’ya karşı kampanyada, daha sonra “sağ sapmalı kara kasırga”ya karşı mücadelede olduğu gibi saldın konusu yapılıyordu.
Bu koşullarda, kuşkusuz sosyalizm yolunda ilerlenemezdi.
“Kültür Devrimi”, söylendiği gibi, bu “yaygın demokrasi” ortamında iktidar ipleri Mao ve hizbinin elinden kaçma noktasına geldiğinde gündeme getirildi. Bu “devrim”, kültürel alanda bir devrim olmaktan çok “sosyalist devrim”den sonra da varlığını sürdürmeye devam eden kapitalistlere ve onlardan da çok “kapitalist yolcu iktidar sahipleri”ne yöneltilmiş siyasal bir devrim olarak sunuldu. “Kapitalist yolcular”ın zaman zaman başlarını kaldırmaları kaçınılmazdı ve yine zaman zaman kültür devrimlerine ihtiyaç olacaktı!
“Kültür Devrimi”, parti önderliğinde kültürel yaşamın devrimcileştirilmesi hedefiyle yürütülmedi. Hedef, Mao’nun iktidarını tehdit eden Liu Şao Çi ve Deng Siao Ping ve etraflarındaki çetenin etkisizleştirilmesi, bunun araçları ise kızıl muhafızlar olarak örgütlenen gençlik ve orduydu. Mao Liu-Deng hizbine karşı bir etkisizleştirme kampanyası düzenlemeye çalışırken, ekonomik ve siyasal başarısızlıkların biriktirdiği toplumsal hoşnutsuzlukla patlayan kendiliğinden ve güçlü öğrenci hareketinin yarattığı kaotik bir durum olarak oluşmuştur “kültür devrimi”.
Giderek geniş boyutlar kazanmasına ve toplumun diğer kesimlerini de etkisi altında almasına rağmen, “Kültür Devrimi” esasta öğrenci hareketi olarak gelişmiş, bir yandan ordunun müdahalesiyle çeki düzen verilmeye çalışılmış, diğer yandan da iktidar kavgası yürüten çeşitli hizipler tarafından kendi amaçlarına uygun olarak kullanılmaya çalışılmıştır. Mao’nun, “karargâhları bombalayın” çağrısıyla partiye karşı yönelttiği bu “devrim” çoğu yerde işçi sınıfına, onun kitlesel örgütleri ve sendikalarına da saldırıp bunları dağıttı. Ve bu “devrim” radikal kızıl muhafızlar tarafından burjuvazinin ekonomik ve siyasal varlıklarına saldırılarla geliştirilmeye çalışıldığında, öğütlere rağmen ikna edilemeyen bazı gençlik önderleri ve etkiledikleri gençler ordu tarafından kuvvet kullanılarak hizaya getirildi.
“Kültür Devrimi”nin de gösterdiği gibi, ama sadece bu “devrim” boyunca değil, diğer bütün zamanlarda da Mao, partiye, Leninist parti öğretisine uygun olarak yaklaşmamıştır. Mao’ya göre parti, proletaryanın Marksizm’le silahlanmış bir öncü müfrezesi olarak gerekli değildir, çünkü ona göre önderlik ilkesi “kitlelerden kitlelere”dir. Parti kitlelerden öğrendiklerini, en çok, sistemleştirilerek kitlelere sunacaktır. Bu yaklaşım partiyi kitlelerin “duydukları ve düşündüklerini” “kaydetmekle yetinir” hale sokmuş, onu, özellikle köylülüğün ve daha geniş anlamda burjuvazinin zaman zaman farklılaşmalar ve sapkınlıklar gösteren demokratik özlemlerinin basit bir yansıtıcısı kılmıştır. Kendiliğinden fikirlerin yansıtıcısı. “Kültür Devrimi”nde daha aşın bir noktaya varılmış ve “biricik yöntem”in “kitlelerin kendi kendilerini kurtarmaları, kendi kendilerini eğitip öğrenmeleri” olduğu ileri sürülmüştür. “Ulusal Marksizm’in bunu gereksindiğinden kuşku yok!
ÇKP, sınıfın bir parçası olarak örgütlenmediği gibi bu yönde gelişmesi de teşvik edilmedi. Hemen tümüyle köylülere ye az sayıda aydına dayanan ÇKP’nin, işçi sınıfı içinde çalışmayışının doğal bir sonucuydu bu. Ve Mao proletarya ile parti arasındaki ilişkiden söz etmek durumunda kaldığında, bağlantıyı, ancak “ideolojik önderlik”i savunarak kurabilmek zorunda kalıyordu.
ÇKP’nin “en üst örgüt biçimi” olduğu da tartışmalıdır. Çin’de her zaman ordu karar verici korumda olmuş ve çoğu kez kitlelerin örgütlenmesi ve hatta parti hücrelerinin kurulmasında olduğu gibi partinin fonksiyonlarını da üstlenmiştir. Mao, hemen her zaman ordunun olduğu gibi, “Kültür Devrimi” sırasında görüldüğü üzere, gençliğin ve gençlik örgütlerinin de partinin fonksiyonlarını üstlenmesini öngörmüş ve teşvik etmiştir.
Mao’nun partiye ilişkin olarak ileri sürdüğü ve en tehlikeli sonuçlara yol açan yanlış, onu irade birliği olarak varlığını imkânsız kılmak üzere, “iki çizgi mücadelesinin örgütü olarak tanımlanmasıdır. Karşıtların birliği yasasından hareketle, ama abese varılarak ileri sürülen “iki çizgi mücadelesi” tezi, diyalektiğin ancak nasıl yanlış kullanılabileceğinin örneği olabilir. Ama öte yandan proletarya partisinin ancak içinde birden fazla çizgi bulunduğunda canlı bir organizma olabileceği, aksi halde parti içi yaşamın durgunlaşıp canlılığını yitireceği kaygısı, partiyi proletaryanın örgütü olmaktan çıkarmaya ve işlevsizleştirmeye yöneliktir. Çünkü parti, içinde tartışmalar yürütülmesine rağmen, kararlılıkla tek bir çizgiyi savunup uygulama iradesinden, irade birliğinden yoksunsa bir tartışma kulübüne dönecektir. Parti, üstelik gönüllü bir irade birliği olarak, bir arada kalabilecek ve kalmak isteyen üyelerin birliği olabilir. Aksi durumda farklı çizgiler sürekli farklı uygulamalar üretecek, bunu hiçbir iyi niyet engelleyemeyecektir.
Mao, göreceğimiz gibi, sosyalizmde burjuvazinin sınıf olarak tasfiye edilmesi ama daha uzun süre var olmaya devam edecek kapitalizmin kalıntılarıyla, kapitalist unsurlarla, onları tasfiyeye yönelik mücadelenin süreceği ve bunun da kapitalizmden komünizme bir geçiş dönemi oluşturan proletarya diktatörlüğü döneminin temel çatışma konusunu oluşturacağını da anlayamamakta ve bu dönemde burjuvazinin varlığım şart koşmakta, bunu da karşıtların birliği yasasına bağlamaktadır. Ama nasıl burada karşıtların birliği yasası burjuvazinin varlığını gerekli kılmıyorsa, parti içinde de burjuvaziyi ve “iki çizgi mücadelesini gerek-sinmemektedir.
Partinin, içinde mücadele ettiği kapitalist toplumdan kopuk, onun dışında Ye onun her türlü etkisinden arınmış olmadığı kolaylıkla anlaşılır bir şeydir. Dolayısıyla çeşitli burjuva unsur, fikir ve eğilimlerin partiye sızmaya çalışmasının ötesinde, sızmasının kaçınılmazlığını açıklamaya gerek yoktur. İşçi sınıfının bürokrat ve aristokrat unsurlarıyla, ona küçük burjuvaziden yeni katılmalar bu “sızıntı”nın sosyal temelini oluşturur. Burada tehlikeli olan, kaderciliğe götüren ve partiyi elden çıkarmaya götürecek şey, bu sızmalarla mücadele, onları etkisizleştirme ve tasfiye yoluyla partiyi arındırarak sosyalizm mücadelesi yürütme yeteneğini koruma yerine, bu sızmaların çizgi ve giderek bu çizgiyi savunup uygulamak üzere grup oluşturmalarını doğal görme ve partiyi bu tür çizgi mücadelelerinin arenası olarak kavramaktır. Proletaryanın partisi, burjuva partisinin karşıtı olarak onunla birlik halindedir diyalektiğe göre. Ve bu karşıtının etkisinden de tümüyle muaf olamadığından, kendi içinde baş gösterecek burjuva eğilimlere karşı uyanık ve tasfiyeci olmak zorundadır. Bu, kuşkusuz her türlü fikir ayrılığının burjuvalıkla damgalanıp tasfiyeciliğe yönelmek anlamına gelmez. Ama hiç gelmeyeceği anlam ise, kolları kavuşturup hatalı eğilimlerin çizgileşmesini beklemek ve bunu doğal ve zorunlu görmektir. Üstelik içinde bir burjuva çizginin oluşması, partinin canlılığının değil ancak çürümesinin, yozlaşmasının bir göstergesi olabilir. Marksist bir partide şüphesiz Marksist ölçütler ve tüzük çerçevesinde en geniş ve sert tartışmalar yapılır, yapılabilir; ama örneğin böyle bir partide Marksizm’in açık ya da üstü örtülü eleştirisine yer olmayacaktır.
“İki çizgi”ciliğin doğal sonucu partinin oportünist unsurlardan arınarak gelişebilir oluşunda zaaf ve hiziplerin varlığına izin verilmesidir. ÇKP, kuruluşundan itibaren çeşitli çizgiler ve hiziplerin çatışma alanı durumunda olmuştur, ama bugün bulunduğu yer ortadadır.
Mao Zedung’un en iddialı olduğu alan felsefe, diyalektik ve onun biricik temeli olarak düşündüğü çelişmedir; ancak, “iki çizgi” sorununda olduğu gibi, yanlışlarına kaynaklık eden de, felsefe ve çelişmeye yaklaşımı olmaktadır. O, iradeyle uzlaşmaz karşıtlığın “uzlaşabilir” hale getirilebileceğini savunmakta, örneğin Çin’de doğru ele alınırsa burjuvazi ile proletarya arasındaki uzlaşmaz çelişmenin “uzlaşılabilir çelişme”ye dönüştürülebileceği düşüncesiyle bir yandan idealizme, diğer yandan da çelişmeye yaklaşımda yanlışa düşmektedir. Konuya ilişkin bir başka hatalı yaklaşımı, çelişmenin çözümünü, bir fideliğin yerini bir başkasının alması olarak^değil, çelişmenin kutuplarının birbirine dönüşmesi olarak anlaması, böylelikle karşıtların birliğini, bir arada bulunuşunu mutlaklaştırıp, mücadelesini ve bu mücadelenin, niceliğin niteliğe ve niteliğin niceliğe dönüşmesi yoluyla gerçekleştiği fikrini küçümsemesidir. Bu durumda şeyler ve olgular arasındaki ilişkide ancak basit yer değiştirmeler mümkün olabilmekte ye gelişmeler açıklanamaz olmaktadır. Burjuvazi ve kapitalizmi tasfiyenin gereksizliğine felsefi temel sağlamak üzere karşıtların birliğini vurgulayıp dönüşümü, burjuvaziyle proletarya arasındaki çelişmenin kutuplarının yer değiştirmesi olarak anlayan Mao Zedung, sosyalist toplumda, dönüştürülmüş haliyle proletaryanın yöneten ve burjuvazinin yönetilen durumuna geleceğini ve geldiğini, ama burjuvazinin sınıf olarak ortadan kalkmayacağını öne sürer. Burada sosyalist bir dönüşüm olmadığı, sosyalizmin, burjuvazinin sınıf olarak tasfiyesi durumunu, yani çelişmenin kutuplarının birbirine dönüşümünü değil, tersine, çözümüyle, burjuvaziyle proletaryanın birliğine dayanan eski niteliğin tümüyle yerini sosyalizmi niteleyecek yenisine bırakmasını gereksindiği açıktır.
Mao, niceliğin niteliğe dönüşümünü önemsemeyerek, salt karşıtların birliği olarak çelişmeyi önemli gördüğü için, süreçler ve onları niteleyen çelişmelerin birbirleriyle ilişkileri sorununda da yanlışa düşmektedir. İlgilenilen şeye, sürece niteliğini veren çelişme çözülmedikçe sürecin esas özelliğinin değişmeyecek oluşu, ilgili süreçle ilişkili başka süreçlerin onu ancak etkileyeceği, ama bu başka süreçlerin ve niteliklerinin değişmesinin ilgili süreç ve dönüşümü yerine geçirilemeyeceği açıkken, Mao, önemli siyasal sonuçlara yol açmak üzere bu konuda da yanlışa düşmüştür. İlgilenilen sürecin niteliğinin değişmesini onunla ilişkili bir başka sürecin çelişmesinin çözümüne bağlayan Mao, bu noktada hatalı bir “baş çelişme” anlayışı geliştirmiş; belirli bir çelişmenin çözümü için çeşitli anlarda önem kazanan başka çelişmelerin çözümünü şart koşmuş ve o belirli çelişmenin çözümünü “baş çelişme” dediği çelişmenin çözümüne tabi tutmuştur. Doğal ki, burada esas çelişme ve sürecin ihtiyaçları önemini yitirmekte ve ilgili ikincil süreç ve çelişme diğerinin yerine konmuş olmaktadır. Örneğin anti-Japon savaş döneminde Japon emperyalizmiyle Çin halkı arasındaki çelişmeyi baş çelişme olarak saptayan Mao, demokratik devrim sürecine asıl özelliğini veren çelişmenin genel olarak emperyalizm ve iç gericilikle Çin halkı arasında olduğunu önemsiz görüp genel olarak anti-Japon savaşın ihtiyaçlarını sürecin anti-emperyalist ve demokratik niteliği ve ihtiyaçlarının önüne geçirmiş, Amerikan işbirlikçilerinin anti-emperyalist cephede yer alabileceği düşüncesini geliştirebilmiş, onlara karşı tutumunu olağanüstü yumuşatmış, düşman olduklarını unutan açıklamalar yapmış, tutumlar geliştirmiştir.
Japonlara karşı mücadeleden kalkınarak tüm emperyalistlere ve işbirlikçilerine karşı mücadeleyi sürdürmek ve genel olarak demokratik anti-emperyalist devrim sürecinin gereklerine uygun davranmak zorunluyken Mao, “baş çelişme” kavrayışı uyarınca Japonya’ya karşı olmak noktasında daraltılmış “özel program” ve “özel strateji”lerle yalnızca bu “baş çelişme”nin çözümüne yönelmiş ve temel çelişmeyi “baş çelişme”ye tabi kılmıştır. Burada önemli siyasi sonuç, Çan Kay Şek örneğinde olduğu gibi, onun bir Amerikan uşağı olarak Japon emperyalistleriyle arasındaki çelişmeden gericiler arası bir çelişme olarak devrimin geliştirilmesi için yararlanmak yerine, onu düşmanlar arasından çıkarmak ve düşmanı Japonlarla işbirlikçiliklerine kadar daraltmak olmuştur.
Mao, benzer bir yaklaşımla dünya devrim sürecini, dünyadaki başlıca çelişmeleri ele alıp emperyalizmle ezilen uluslar arasındaki çelişmeyi “baş çelişme” olarak tespit ederek sürecin diğer çelişmeleri olan proletarya ile burjuvaziye sosyalist ve kapitalist ülkeler arasındaki çelişmelerin çözümünü bu çelişmenin çözümüne bağlamış, dünya proleter devrimini ulusal kurtuluş savaşlarına tabii kılmıştır. Buradan çıkan stratejik formülasyon dünya kırlarının dünyanın şehirlerini kuşatıp kurtarması olmuştur.
Mao Zedung, kuşkusuz Çin halkına büyük ve önemli hizmetlerde bulunmuş büyük bir devrimci, mümkün olan en ileri noktada tutarlı bir anti-emperyalist ve demokrasi savaşçısıdır. Bu yönüyle kuşkusuz anılmaya ve sahiplenilmeye layıktır. Ama ne var ki Marksizm ve sosyalizm karşısında gerici bir konumdadır.

MAOCULUK ETKİLERİ VE NEDENLERİ
Mao Zedung ve ÇKP, özellikle ’60 sonrası, gerici “üç dünya teorisi”ni formüle edinceye kadar uluslararası alanda ve bu arada Türkiye’de önemli bir etki gücüne sahip oldular. Bu etki, azalarak da olsa bugün hala hükmünü sürdürdüğü devrimci demokrat çevreler açısından geçerli olmakla kalmadı, komünist güçler üzerinde de görüldü. Hatta bu zaman dilimi içinde uluslararası komünist hareket kendisini Maoculuktan ayırt edemedi, şu ya da bu ölçüde Maoculukla bulaşık olarak var oldu.
Nedenler oldukça çeşitlidir.
Birincisi, Mao Zedung, kendisini başlı başına bir inceleme ve yeniden değerlendirme konusu olarak dayatan “üç dünya teorisi “ni formüle edinceye kadar açık-seçik ve vurgulanmış anti Marksist fikirler ileri sürüp bu yönde pratikler içine girmekten kaçınıyordu. Mao kuşkusuz bu döneme kadar da anti-Marksist düşünce ve pratiklere sahipti; ancak bunlar, O’nu büyük devrimci eylemi içinde öne çıkaran sosyalize edilmiş devrimci demokrat fikirler ve pratikleriyle bir aradaydı, özel olarak vurgulanmıyordu ve karakteristik eklektizmiyle Mao bir dizi Marksist fikir ve tezler de savunmaktaydı. Bu durum, kapsamlı bir incelenmesinin gerekli görülmediği koşullarda Mao Zedung’un büyük bir Marksist olarak ön-varsayılmasının unsuru oldu.
İkincisi -ve araştırılma ihtiyacı duyulmadan böyle bir ön-varsayımda bulunulmasının nedenlerini de açıklamak üzere-, Mao neredeyse bir kıtayı kucaklayan devasa bir devrimci eylem içinden gelmekteydi. Çin devriminin önderiydi ve bu devrime, bir “komünist partisinin başında, Marks, Engels, Lenin ve Stalin’e herhangi bir şekilde “karşı çıkmadan”, tersine onların eserlerini “sahiplenerek” ve başında Stalin’in bulunduğu Sovyetler Birliği’ni “savunup” O’nunla birlik “kurarak” önderlik etmişti. Bu görünümüyle Mao Zedung’un Marksistliğinden kuşku duymaya gerek olmuyordu.
Üçüncü neden ikincisiyle doğrudan bağlantılıdır. Mao, Marksizm karşıtı fikirlerini sadece vurgulamamaya değil, açığa vurma-maya da büyük bir özen gösterdi. Mao uzun süreler boyunca yazılarını yayınlamadığı gibi, Çinliler, gerektiğinde her yana çekilebilecek diplomatik açıklamalar dışında ÇKP belgelerini de yayınlamıyor; ortalıkta yalnızca propaganda broşürleri ve birer uzlaşma ve diplomasi dokümanı niteliğinde Kongre karar ve raporları dolaşıyordu. Önce Mao’nun Seçme Eserleri’nin yalnızca iki cildi biliniyordu, üçüncü ve dördüncüsü ölümüne yakın, beşincisiyse ölümünden sonra yayınlandı. Bugün hala Mao ve ÇKP’nin birçok konuda tutumu ve nedenleri, örneğin “Kültür Devrimi” üzerine, SBKP ve Stalin değerlendirmeleri üzerine fikirleri, parti içi tartışmalar, kararlar ‘bilinmezlik zırhı ardındadır. Sadece bilinmesi istenenlerin açıklandığı koşullarda Mao’nun Marksist ön-varsayılması, en azından bir yönüyle anlaşılabilir olmalıdır.
Dördüncüsü, Sovyetler Birliği’nin modern revizyonizm ve geri dönüş yoluna girmesi, Mao ve ÇKP anti Marksizm’inin saptanmasını zorlaştırıcı ve geciktirici bir etken olmuş; Mao, Sovyet modern revizyonizmine karşı mücadele görüntüsü altında anti-Marksist fikirlerini daha bir süre gizleyebilme şansını yakalamıştır. Bu alanda en temel etken, Sovyet revizyonizmi, Marksizm’e yönelttiği suçlamaların ötesinde, teori ve pratikte devrime, devrim ihtimaline, devrimci şiddete, ulusal kurtuluş savaşlarının gerekli oluşuna ve giderek bizzat ulusal kurtuluş savaşlarına saldırır ve emperyalizmle, özellikle Amerikan emperyalizmiyle uzlaşma ve işbirliğini, “barışçıl geçiş”, “barış içinde bir arada yaşama ve yarış” gibi devrim karşıtı tezleri savunurken Mao ve ÇKP’nin, bir yönüyle anti-emperyalist devrimci bir konumdan, diğer yönüyle de Çin’in ulusal ihtiyaçlarını gözeterek (başka bir yön ise, kendi anti-Marksist Fikir ve tutumlarını gizleme ihtiyacıdır) devrimi savunarak onunla mücadele içine girmesidir. Diğer nedenlerle birlikte bu durum da Mao ve ÇKP’nin Marksist ön-varsayılmalarının önemli bir etkenidir. Birçok devrimci,’başlıca bu nedenle Mao’yu devrim ve Marksizm’in önderi olarak görmüştür.
Beşincisi, o dönemde Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın birçok ülkesine yayılan ulusal kurtuluş savaşlarının ağırlıklı olarak köylü karakterli oluşu, bu yönüyle Rus değil Çin devrimini çağrıştırır ve Mao’nun açıklanmış hemen tüm görüşlerini, bu arada açıklanmış olanlar içinde yanlış olanları da doğrular bir tablo görüntüsü yaratmış olmasıdır. “Dünya kırları”nın kuşatmakta olduğu “dünya şehirleri”ni neredeyse “kurtaracağı” propagandasını güçlendirici bu tabloda, ulusal çerçevelerde, çeşitli ülkelerde, Mao’nun “kırın şehri kurtaracağı” yanlışının yakalanması bir yana, bu önermenin etkili oluşu anlaşılır bir şeydir.
Altıncısıysa, Mao’dan etkilenenlerin kendilerine ve konumlarına ilişkindir. Sovyet revizyonizminin yarattığı ve peşinden hemen tüm eski komünist partileri sürükleyerek oluşturduğu bulanıklık ortamında birçok ülkede komünist güçler yeniden oluşmaktaydı ve Türkiye gibi bazılarında ise komünist bir mirastan da yoksun durumdaydılar. Bir çok ülkede yeni oluşmakta olan komünist güçler henüz burjuvazi ve küçük burjuvaziden tamamen kopmamışlardı, kendi üzerlerinde güçlü ya da az küçük burjuva ve özellikle köylü etkiler taşıyorlar ve hatta bir kısmı dolaysızca köylü hareketi olarak ortaya çıkıyorlardı. Üstelik yeni ortaya çıkmakta oluşun, çoğu yerde mirassızlığın ideolojik geriliğini üzerlerinde taşıyorlardı. Yine çoğu yerde, bulanıklık yaratmış olan revizyonizmden de kaynaklanarak Marksizm’in, aralarında en basitleri bile bulunan bir çok tez ve ilkesini yeniden keşfetme durumunda kalmışlardı.
Mao Zedung bu koşullarda büyük bir Marksist olarak da kabul gördü ve önemli uluslararası etki gücüne sahip olabildi.
Devrimci komünistler bugün O’nu, Marksizm karşısındaki konumu açısından eleştirirken, kendi üzerlerindeki etkilerini temizlemenin verdiği güvenle, aynı zamanda büyük bir devrimci demokrat olarak da selamlıyorlar.

Eylül 1992

Sosyalizmde Ordu Sorunu

Revizyonist Blok’un yıkılışının ardından, umudunu ona bağlamışlardan tutun da, Marksizm’i yeniden keşfetme, yeni “sosyalist teoriler” oluşturma vb. meraklısı teorisyenlere kadar hemen herkes bu çöküş üzerine bir şeyler yazdı, yorumlar yaptı, sonuçlar çıkardı.
Bu alandaki en trajikomik evrimi, Brejnev’in süper devlet ve ordusuna hayranlıktan, Gorbaçov’un burjuva barışçıl-hümanizmine, oradan da açık burjuva demokratlığına ve pasifizmine atlayan TKP ve benzerleri yaşadı. Dünün, Sovyet militarizmi ile gözleri kamaşmış, sözde “Kızıl Ordu”nun tankları ve uçakları ile ülkelerini kurtaracakları günü dört gözle bekleyen, sosyal-emperyalist işgal ve müdahalelerin şakşakçıları, dıştan gelecek “sosyalizm”den umudu kesince, kurtuluşu içteki kapitalizmin kollarına sığınmada buldular. Burjuva kampın sosyal-demokrat, yeşilci, sivil toplumcu vb. kanatlarına sığınarak evrimlerini noktaladılar.
Gorbaçovcu rüzgârların güçlü estiği bir alan da, geçmişte neredeyse silahı fetişleştiren, devrimciliğin ölçüsünü silah ve silahlı eylem sayısıyla özdeşleştiren çevrelerin bir kısmı oldu. 12 Eylül’ün ölü toprağını üzerlerinden atmada isteksiz bu teorisyenler, “masum orduların olamayacağı, bütün orduların katil olduğu” üzerine sayfalar döktürdüler.
“Geriye dönüş sorunları” ile ilgili tartışmalar, tümden çöküşten sonra, öyle “altyapı sosyalist, üstyapı revizyonist” gibi ne şiş yansın ne kebap mantığı ile çözülemez hale gelince, çöküşün sorumlusu (ya da sorumluları) aranmaya başlandı. Kimi, suçu “zavallı” Gorbaçov’a yüklerken, kimi, Stalin’e olan kinini ortaya koymak için vesile bulmuş oldu ve O’nun sosyalist inşada yaptığı yanlışlıklar “kavrandı”, “70 yıllık sosyalizm modelinin iflası” onaylanarak yeni teorilere doğru yollara düşüldü.
Bir diğer yönelim ise, Marx ve Engels’e “dayanılarak”, sosyalizmde ordu olmayacağı, geriye dönüşün nedeninin düzenli bir Kızıl Ordu örgütlenmesinde yattığı teorisi oldu. Teoriyi, yaşamdan ve yaşanan süreçlerin dayattığı zorunluluklardan koparan bu teorik önerme, Marksistlerde ve Marksizm’e yakın çevrelerde kafa karışıklıklarına yol açtı.
Bu yazıda, sosyalizmde ordu sorununun Marx, Engels, Lenin ve Stalin’de ortaya konuluşu ve tarih boyunca pratik evrimi üzerinde duracağız.

MARX ve ENGELS’te DEVLET ve ORDU SORUNU
1848’de, Marx ve Engels Komünist Manifesto’yu yayınladıklarında, proletaryanın tarihsel rolünü her yönü ile ortaya koyarken, onun komünizme giden yolda, öncelikle “proletaryanın egemen sınıf olarak devlet iktidarına sahip olması ve demokrasi savaşımını kazanması” gerekliliğinden söz ederler. Burada “proletarya diktatörlüğü” terimi henüz kullanılmamakta, iktidara geliş biçimi konusunda da yeterli bir açıklık bulunmamaktadır.
1848-50’li yıllarda yaşanan büyük toplumsal çalkantıların ve özellikle proleter hareketlerin deneyimlerini dikkatle gözleyen Marx ve Engels, devlet iktidarını ele geçirdiği oranda, burjuvazinin bu aygıtı, tümüyle halktan tecrit ettiğini, proletaryanın ve emekçilerin ezilmesi için daha da geliştirip güçlendirdiğini görürler. Giderek kafalarında, bu devletin ele geçirilemeyeceği, onun yıkılması gerektiği düşüncesi netleşir.
Marx, 1852’de devletin kırılması (brechen) ve yıkılması (zersterung) gerekliliğini ortaya koyar. 1871’de ise “parçalamak” (zenbrechen) terimini kullanırlar.
Neyi parçalamak? Burjuva devlet mekanizmasını, onun kurumları olan bürokrasi ve düzenli orduyu.
Weydemeyer’e yazdığı ünlü mektubunda “proletarya diktatörlüğünün zorunluluğundan” söz eden Marx, bu diktatörlüğün, ancak yıkılmış olan burjuva devlet makinasının yıkıntıları üzerine inşa edilebileceği sonucuna varıyordu.
12 Nisan 1871’de ise, Kugelman’a yazdığı mektubunda şunları belirtecektir: “Fransız devriminin gelecek girişimi, artık bundan önce olduğu gibi, bürokratik askerî cihazı bir elden diğerine geçirmek değil, ama onu parçalamak olacaktır ve bu, kıtadaki her gerçek halk devriminin başlıca koşuludur.’
Ancak ne Marx’ın, ne Engels’in, Komün öncesinde, proletaryanın devletinin ne şekilde bir kurumsal örgütlenme olarak şekilleneceği üzerine detaylı bir projeleri yoktur. Bu, teori ile pratiğin karşılıklı etkileşimi ve teorinin pratik yaşamla olan diyalektik bağı düşünüldüğünde, anlaşılır bir şeydir.
Paris Komünü, kendi pratiği ile gerekli yanıtı da verir onlara. Engels, Marx’ın “Fransa’da İç Savaş” adlı yapıtına yazdığı Önsöz’de şunları söyler:
“Son zamanlarda Alman burjuva kamuoyu bir defa daha proletaryanın diktatörlüğü kelimeleri ile dehşete kapılmıştır. İyi güzel ama baylar, bu diktatörlüğün neye benzediğini bilmek istemez misiniz? Paris Komünü’ne bakınız: Proletarya diktatörlüğü işte o idi.”
Ancak, halkların ve proletaryanın mücadelesinin yaratabileceği onlarca siyasal biçim olasılığı ile, Komün’ü proletarya diktatörlüğünün tek biçimi olarak düşünmemişler, Komün’ün, proletarya diktatörlüğünün “özgül bir biçimi” olduğunu belirtmişlerdir. Gerçekten de Sovyet deneyimi ve Halk Demokrasileri süreçleri, proletarya diktatörlüğünün çeşitli örgütlenme biçimlerini insanlık tarihine ve proletaryanın hazinesine katarak günümüze kadar gelinmiştir.
Komün, evrensel özellikleri ile, kendisinden sonraki bütün sosyalist teori ve pratiklerin de önünü açmıştır. Komün’de ifadesini bulan üç temel özellik, proletaryanın, sosyalizm sürecinde gerçekleştirmesi gereken üç ana halkayı oluşturur:
1- Burjuva devlet mekanizmasının parçalanıp, yerine halkın silahlı diktatörlüğünü koyma zorunluluğu,
2- Yasama ve yürütme yetkisinin tek bir elde, halk meclislerinde toplanması, bütün devlet memurlarının seçilerek göreve gelmesi ve istenildiği anda görevden alınabilmesi olanağı,
3- Kamu görevlilerinin maaşlarını işçi maaşları düzeyine indirerek, yönetenlerin farklılaşarak, ayrıcalıklı bir yaşam olanaklarının önüne geçilmeğe çalışılması.
Komün’ün ilk kararnamesi daimi ordunun kaldırılması ve onun yerine silahlandırılmış halkın milis kuvvetlerinin geçirilmesi olmuştu.
Paris Komünü 72 gün yaşatılabildi. Kahramanca kuruldu, kahramanca savunuldu ve yenildi. Nedenleri ve zaafları yazımızın konusu değil. Ancak, konumuz açısından önemli olan yönleri şunlardır: Komün, Paris dışına çıkarılıp, ulusal bir örgütlenme boyutuna getirilemedi. Böylelikle, bu olasılık gerçekleşecekse, karşılaşacağı sorunlar, devlet örgütlenmesinde almak zorunda kalacağı kararlar ve önlemler neler olacaktı soruları, yanıtlarıyla birlikte kendini bir ileriki sürece, Ekim Devrimi sonrasına erteleyecekti. Kapitalist dünya kuşatması altında Sosyalist bir Fransa yaratılamadı; ancak Komünarların yolunda ilerleyen Rusya halkları, kendi devletlerini yarattılar, uzunca bir süre korudular ve bu süreçte, sosyalist anavatanı korumaya ve savunmaya gerekli araçlar aradılar, yarattılar ve kullandılar. İşte Sosyalist ordular gerçeği, bu tarihsel zorunlulukların üzerinde, emperyalizm çağının gerçekleri karşısında doğdu ve biçimlendi.
Marx ve Engels’in beklentileri, Avrupa’da zincirleme devrimler ile, hemen hemen eşzamanlı bir süreçte sosyalizmin inşası ve topluca komünizme geçiş üzerineydi. Bu yüzden, onların zihinlerinde “tek ülkede sosyalizm” fikrinin olmadığı, on yıllar boyu kapitalist kuşatma altında yaşamak zorunda kalacak sosyalist devletleri düşünmedikleri açıktır. Bunun doğal sonucu olarak, kapitalist kuşatmaya karşı bir ordu oluşturulması fikrinin de ortaya çıkmadığı ve çıkamayacağı söylenmelidir. Örneğin, Anti-Dühring’de Engels, devlet sorununu kapitalizm ve komünizm boyutuyla tartışır. Sosyalist devrimin zaferinden sonra, devletin çözülmesi gerekliliğinden söz eder. Bu, bürokrasisi ve ordusuyla devletin çözülmesi demektir. Engels’in (tek ülkede sosyalizm diye bir bakışı olmadığı için) “sosyalistleşmiş bir Avrupa” için söylediklerinin, emperyalizm döneminin, hepimizin gördüğü ve yaşadığı gerçekleri karşısında Marksizm adına savunulması, Marksizm’in diyalektik özünü iğdiş etmekten başka hangi anlama gelir?
Stalin, dogmatizmin, geriliğin elinde Marksizm’e karşı nasıl kullanılmak istendiğini, konumuza ilişkin olarak şöyle ortaya koyuyor:
“Engels, Anti-Dühring’de, sosyalist devrimin zaferinden sonra, devletin çözülmesi gerektiğini söylemiştir. Bu yüzdendir ki ülkemizde sosyalist devrimin zaferinden sonra, partimizdeki papaz çömezleri ve talmutçular, devletimizin bir an önce çözülmesi için, devlet örgütünü dağıtmak için ve sürekli bir ordudan vazgeçmek için (altını ben çizdim – H. Urgan) partinin önlemler almasını istemeye koyuldular.
Oysa dönemimizdeki dünya durumunun incelenmesine dayanarak Sovyet Marksistleri şu sonuca vardılar ki, kapitalizmin kuşatması olgusu karşısında (altını ben çizdim – H. Urgan), sosyalist devrimin zaferi bir tek ülkede sağlanmışken ve kapitalizm bütün öteki ülkelerde egemenken, devrimin zafer kazandığı ülke, kapitalist kuşatma tarafından ezilmeyi istemiyorsa, devletini, devlet örgütlerini, istihbarat kurumlarını, orduyu zayıflatmak değil, ama her önleme Engels’in formülü, sosyalizm bütün ülkelerde ya da ülkelerin çoğunda zafere ulaşmasını göz önüne almakladır, bu formül sosyalizmin olarak ele alınan bir tek ülkede zafere ulaştığı ve kapitalizmin bütün öteki ülkelerde egemen olduğu durumlarda uygulanmaz. (Stalin, Son Yazılar, Sol Yay. sf:51)
Lenin’in “Nisan Tezleri” kitabı gündeme getirilerek, burada “Sürekli bir orduya” kesinlikle karşı olunduğu, bunun yerine Komün’deki gibi, halkın genel silahlanması ve polisin yerine milislerin savunulduğu söylenecektir. Bu tez üzerine durmakta da yarar vardır.

LENİN VE STALİN’DE SORUNUN ORTAYA KONULUŞU VE PRATİK

1917 Nisan Tezleri, Lenin’in İşçi, Köylü ve Asker Sovyetlerine dayanarak oluşturmayı hedeflediği devlet örgütlenmesine bakışını da içeren tezler durumundadır. Lenin, bu tezlerinde Sovyetleri, Paris Komünü ile “aynı tipte bir iktidar” olarak değerlendirir. Aynı Komün gibi, Sovyetlerde de;
“Halktan ayrı ve halka karşı kurumlar olan polis ve ordunun yerine, tüm halkın doğrudan silahlanması geçmiştir; bu iktidar altında kamu düzeninin korunması silahlı işçiler ve köylüler, silahlı halk kendileri gözetirler.” (Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Sol Yay, Sf: 17)
“Polisin yeniden kurulmasını engellemek için, yalnızca bir yol var: ordu (sürekli ordu yerine geçen halkın genel silahlanması) ile bir bütün oluşturan bir halk milisi kurmalı. Yaşları 15-65 arasında olan kadın-erkek tüm yurttaşlar, istisnasız bu milise katılacaklardır!’ (age, sf: 53)
Devam edelim. Çeşitli partilerin, devrimin ve devlet iktidarının alması gereken biçimlere ilişkin düşüncelerinin değerlendirildiği bölümde Bolşeviklerin bakışı şöyle verilmektedir:
“ŞU ANDA PATİLER NE ÇEŞİT BİR DEVLET İSTEMEKTEDİRLER?
Bolşevikler: Bir işçi, asker, köylü vb. vekilleri Sovyetleri Cumhuriyeti. Bütün halkın silahlanmasıyla yeri doldurulacak olan sürekli ordunun ve polisin kaldırılması; ücretleri iyi bir işçininkinden yüksek olmaması gereken memurların, yalnız seçilebilir değil, işlerinden de geri alınabilir olmaları “(age, sf:83)
“DEVLETE BİLDİĞİMİZ TİPTE BİR POLİS VE SÜREKLİ ORDU GEREKLİ MİDİR?
Bolşevikler: Hayır, kesinlikle. Derhal ve mutlaka bütün halkın genel silahlanması; halkın milisle ve ordu ile kaynaşması yoluna gidilmelidir!’ (age, sf:86)
“SUBAYLAR ASKERLER TARAFINDAN SEÇİLMELİ MİDİR?
Bolşevikler: Subayların seçilmesi bizim için yeterli değildir. Askerlerin vekilleri subayların ve generallerin bütün faaliyetlerini denetlemelidirler, “(age, sf:87)
“ASKERLERİN ÖNDERLERİNİ GERİ ÇEKMESİ, ÜSTLERİNİ GÖREVDEN ALMASI YARARLI MIDIR?
Bolşevikler: Her bakımdan yararlı ve zorunludur. Askerler ancak seçilmiş olan otoritelere itaat ederler ve onları sayarlar” (age, sf:87)
Görüldüğü gibi, yukarıdaki alıntılarda, bir yandan sürekli ordunun gereksizliğinden söz edilirken, diğer yandan askerler ve subaylar arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi üzerine öneriler vardır. Bu bir çelişki midir? Her şeyden önce burada tartışılan ordunun “bildiğimiz tipte bir ordu” sözcüklerinde anlamını bulan burjuva ordusu olduğunu belirtelim. Yani halkın silahsızlanmasına karşılık dişinden tırnağına, silahlanan halka karşı ordulardır söz konusu olan. Bu yüzdendir ki, alternatif olarak “bütün halkın genel silahlanması; halkın milisle ve ordu ile kaynaşması” gerektiği yazılıdır.
Ordunun antidemokratik işleyişinin kırılması ise, subayların, askerler tarafından seçilmesi, denetlenmesi ve geri alınabilmeleri savunusu ile sağlanmağa çalışılmıştır.
Eski Çarlık ordusunun 1918’e kadar varlığını sürdürdüğü, 1918 ve sonrasında Kızıl Ordu örgütlenmesinin savunulup organize edildiği göz önüne alınırsa, sorun, Bolşeviklerin düzenli orduya karşı olup olmamaları yönüyle değil, bunun sürekli bir ordu olarak muhafaza edilip edilmeyeceği yönüyle tartışılmazdır.
Sürekli ya da süreksiz, komünistlerin, halkın silahlanması dışında oluşturulacak her türlü “ordu” teorilerinin düşmanı olacağı açıktır. Yeni tipte bir ordu, Kızıl Ordu ya da Halk Ordusu, ancak Sovyetler ya da halk meclisleri biçiminde iktidara gelmiş olan proletarya ve emekçilerin eliyle ve halkın silahlı egemenliğinin bir ordu oluşturulabilir, ne de ülkenin ve halkın savunması sağlanabilir.
Sovyet Kızıl Ordusu, iç savaşın ve Ekim Devriminin ateşleri içinde, savaşan işçilerin, köylülerin ve komünistlerin ayaklanma ve iktidar organları olan Sovyetlerden doğmuştur. İçte süren ayaklanmaları, dıştan müdahaleler ve cephelerde süren savaş, bir an önce eski Çarlık Ordusu artıklarının da tasfiyesini, yerine gönüllülerden oluşan bir devrimci ordunun kurulmasını zorunlu kılmaktaydı. Kızıl Ordu düşüncesi Parti gündemine böyle getirilmişti.
1918 yılının ilk yarısı, ülkenin iç ve dış gerici-emperyalist savaşla kaynadığı yıllardı. Parti, bu durum karşısında bütün ülkeyi askeri bir kamp ilan eder. Lenin, “Her şey Cephe İçin!” sloganıyla halkı direnişe ve Sovyet ülkesi için savaşa çağırır. Yüz binlerce gönüllü işçi ve köylü, Kızıl Ordu saflarına katılıp cephelere koşar.
Ancak, bu gönüllüler ordusu ile savaşın bir bütün olarak her cephede sürdürülebilmesi ve zaferin kazanılmasının o koşullarda olanaksızlığı bir süre sonra ortaya çıkar. RKP(B) 8. Kongresi toplandığında, en önemli sorunlardan biri “demir disiplinli bir ordunun gerekliliği ve zorunlu askerlik” üzerinedir 21 Mart 1919’da, Kongre’de “Askerî Sorun Üzerine” söz alan Stalin, şunları söyler:
“Burada değinilen bütün sorunlar, Rusya’da sıkı disiplinli bir düzenli ordunun kurulup kurul-mamasında düğümlenmektedir. .
Altı ay önce, eski Çarlık ordusunun çöküşünden sonra, kötü örgütlenmiş, kolektif biçimde yönetilen, verilen emirlere her zaman uymayan yeni bir gönüllüler ordumuz vardı. Bu, Antant’ın saldırıya geçtiği dönemdi. Ordu, tam değilse de işçilerden oluşuyordu. Bu gönüllüler ordusunda disiplin yetersiz olduğundan, emirler her zaman yerine getirilmediğinden ve ordunun yönetimi içinde dez-organizasyon hakim olduğundan, Krasnov güneyden başarıyla ilerlerken, biz yenilgiye uğramış ve Kazan’ı düşmana bırakmıştık… Bir gönüllüler ordusunun tehlikelere dayanamayacağını, eğer disiplinin ruhuna işlediği, iyi örgütlenmiş bir siyasi şubeye sahip, ilk emirde düşmana karşı yürüyebilecek düzenli bir ordu kurmazsak, Cumhuriyetimizi savunamayacağımızı olgular kanıtlamaktadır.
Ordumuzun çoğunluğunu oluşturan unsurlar işçi değil, köylü unsurlardır ve bu unsurların, sosyalizm için kendi istekleriyle mücadele etmeyeceklerini söylemek zorundayım. Bir dizi olgu buna işaret etmektedir. Cephe gerisindeki ve cephelerdeki birden fazla isyan, cephelerdeki bir dizi taşkınlıklar, ordunun çoğunluğunu oluşturan proleter olmayan unsurların kendi istekleriyle komünizm uğruna savaşmayacaklarını göstermektedir. Bu nedenle bizim görevimiz, bu unsurları demir bir disiplin ruhuyla eğitmek, bunların sadece cephe gerisinde değil, cephelerde de proletaryanın önderliğine güvenmelerini sağlamak, onları ortak sosyalizm davamız için savaşmaya zorlamak ve savaş süresince ülkeyi savunabilecek, gerçek, düzenli bir ordunun inşasını tamamlamaktır.
Önümüzdeki sorun şudur:
…ya sıkı disiplinli, düzenli, gerçek bir İşçi-Köylü Ordusu kurarız ve Cumhuriyeti savunuruz, ya da bunu yapamayız ve o zaman da davamız mahvolur.” (Stalin, Eserler 4, İnter yay. sf:227,228)
Kongre oldukça tartışmalı geçer. “Askerî Muhalefet” adı altında örgütlenen grup, “düzenli bir Kızıl Ordu yaratılmasına, askerî uzmanlardan yararlanılmasına ve askerî demir disipline” karşı çıkarak, gönüllü birliklerden oluşan çete savaşları ile savaşın sürdürülmesini savunurlar. Sonuçta Leninist görüş üstün gelir. 29 Mayıs 1918’de askerlik resmen zorunlu hale getirilir. Rütbe sistemi geri getirilir ve Çarlık ordusunun eski subay ve askerî uzmanlarının bir kısmına, partinin ve Sovyet devletinin emri altında orduda görev almaları için çağrı yapılır. Cepheden kaçanlar ve disiplini bozanlar için ölüm cezası dâhil cezalar konulur.
1919 yılının 17 Kasımı’nda Kızıl Süvari Ordusu kurulur.
Donanma yeniden örgütlenir.
1919 yılı boyunca dört cephede savaş sürer ve Kızıl Ordu’nun asker sayısı 5 milyonu aşar.
1920 yılı sonunda iç savaş esas olarak bitmiş, karşı devrimci ayaklanmalar bastırıldığı gibi, daha birçok Çarlık toprağında Sosyalist Sovyetler kurulmuştur. Bu, partinin ve Kızıl Ordu’nun büyük başarısıdır.
1921 Martı’ndaki Kronştad Ayaklanmasını da bastıran Kızıl Ordu birlikleri, Ekim 1922’de, istilacıların elindeki son Sovyet toprağı olan Vladivostok’u da Japonların elinden kurtarır.
Bütün bu gelişmeler süresince, Bolşeviklerin kafasında Kızıl Ordu’nun ne kadar süre ile varlığını sürdüreceği konusunda netleşmiş bir düşünce tam olarak yoktur. Daha doğrusu pratik olguların zorunlulukları, düzenli bir orduyu da zorunlu kılmıştır ve ömrünü de yine bu belirleyecektir.
Yine de, başlangıçta Bolşeviklerin yıllar ve on yıllarca sürekli bir ordu besleyecekleri düşüncelerinin olmamaları gerekir. Bunun da nedeni, I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın, Avrupa’daki sonuçlan, Avrupa, Balkanlar ve sömürgelerde devrimci bir kabarışın doğuşu ve gelişmesi, özellikle, beklenen Alman devrimidir.
1918 yılında, Sovyetler 3. Kongresinde Lenin, umut dolu sözlerle: “olayların gelişiminin, dünya sosyalist devriminin öncü rolünü Rus Bolşeviklerine verdiğini” söyleyerek, ekler: “Rus başladı, Alman, Fransız, İngiliz tamamlayacak ve sosyalizm zafere ulaşacak.”
Burada kastedilen, öyle uzun yıllara yayılmış devrim beklentisi değildir. Çünkü gerçekten de Avrupa, devrimci bir durumla çalkalanmaktadır. Lenin ve Bolşevikler, bir yandan savaşarak, gerektiğinde Bresk-Litovsk anlaşmasındaki gibi tavizler vererek ve geri çekilerek, ancak sosyalist inşa faaliyetini asla aksatmadan, Avrupa’dan gelecek devrim haberlerini de beklerler. Ancak bu beklentiler gerçekleşmez. Özellikle hain sosyal-demokrat parti önderlerinin yardımıyla, burjuvazi, bu ölüm kalım kavgasını o an için de olsa kazanır.
Ocak 1919’da Berlin proletaryasının ayaklanması, Alman Sosyal-Demokrat hükümeti aracılığıyla kanlı bir şekilde bastırılır. Avusturya’da Sosyal-demokratlar burjuvaziyle birlikte hareket edip, iktidarın onun elinde kalmasını sağlarlar. İtalya’da 1920 Eylül’ünde Milano, Cenova ve Torino’da fabrikaları ele geçiren işçiler, sendika bürokratlarının ihaneti ile fabrikaları bırakırlar. 13 Nisan 1919’da Bavyera Sovyet Cumhuriyeti ilân edilir ve karşı-devrimci güçlerce 1 Mayıs 1919’da yıkılır. Macaristan’da 22 Mart 1919’da kurulan Sovyet yönetimi, Sosyal-Demokrat Parti’nin ihaneti sonucu faşistlerin eline geçer. 1918 Eylülü’nde Bulgaristan’da ordu içindeki isyan bastırılır. Daha sonra Komünist Partisi önderliğindeki 1923 Eylül Ayaklanması da faşist diktatörlükçe kanlı bir şekilde alt edilir. Bunun dışında, Romanya, Yugoslavya ve bir dizi ülkede hükümetler, sosyal-demokratlar kanalı ya da yardımlarıyla kitlelerin siyasal-sendikal haklarına saldırırlar ve ezerler.
Savaş sonrası ve Ekim Devrimi ile birlikte, burjuva dünyada faşizm uç verir ve adım adım gelişmeye başlar.
Önceleri, devrimin Avrupa’da olgunlaşmakta olduğunu ve bu güce yardım edilmesi gerektiğini söyleyen Lenin, “ancak bu yardımın nasıl yapılması gerekliğinden” söz eder ve ekler: “Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, açıkça ordusu olmadığı bir dönemde yıkılmaya bırakılırsa, ona yardım edilmiş olmayacaktı, tersine ona zarar verilmiş olacaktır.” (Lenin, Devrimci lafazanlık üzerine, Arkadaş Kitabevi Yay. sf: 69,70)
“Liebnecht, iki üç hafta içinde (imkânsız değil ya) burjuvaziye karşı zafer kazanırsa, bizi tüm güçlüklerimizden kurtaracaktır. Bu tartışılmaz. Fakat biz bugün taktiğimizi Liebnecht’in önümüzdeki haftalardaki mutlak zaferine sloganlarını, devrimi lafazanlık düzeyine düşürmüş oluruz.” (age, sf: 70)
Bu yazı 1918 yılında, henüz gönüllülerden oluşan Kızıl Ordu’nun kurulma döneminde yazılmıştır. Ancak, Avrupa’da beklenen devrimlerin gerçekleşmemesi üzerine Bolşevikler, şu açık gerçeklerle baş başa kalırlar: Avrupa’da devrim yenilmiştir ve yığınların bir daha ne zaman ayağa kalkacakları şimdilik belirsizdir. Bütün ekonomik geriliği, zorlukları ile Sovyetler ülkesi, bundan böyle belirsiz bir tarihi süreç boyunca, emperyalist kuşatma altında tek başına ayakta kalmağa çalışacaktır. Lenin, sonuçta şu zorunlu saptamayı yapar:
“Üç yıl içinde, uluslararası devrime oynamanın, belirli bir tarihe bel bağlamak olacağını anlamaya başladık” (Lenin’den aktaran, J. Elle Loştan, Devrimlerin Devrimi, sf:l66)
Emperyalistler, kendi ülkelerindeki ayaklanma ve isyanları bastırmış olmanın morali ve rahatlığıyla gözlerini Sovyetlere dikerler. Bu dönemde, birçok saldırı hazırlığı ve tahrik örneği verdikten sonra Stalin, şunları kaleme alacaktır:
“Tüm bunlar ve pek çok benzer görüntüler, kuvvetli ihtimalle Rusya’ya karsı yeni bir saldırı genel hazırlığının tek tek halkalarıdır.
İktisadi mücadelenin askeri mücadele ile birleştirilmesi, içten gelecek hücumla dışlan yapılacak hücumun birleştirilmesi -bu saldırının en muhtemel biçimi budur.
Bu saldırıyı önleyebilmemiz veya -buna rağmen başlarsa- dünya burjuvazisine karşı ölümcül bir silaha çevirebilmemiz, cephe gerisindeki ve ordudaki komünistlerin uyanıklılığına, ekonomik alandaki çalışmalarımızın başarısına ve son olarak Kızıl Ordu’nun sağlamlığına bağlıdır.” (18 Aralık 1921 – Stalin, Eserler 5, İnter Yay. Sf: 106)
Lenin ve Stalin’in kafasında “sürekli ordu” gerekliliği artık netleşmiştir. Şimdi sorun, onun siyasi düzeyini yüksek tutmak, parti ve halkla olan ilişkilerde, orduyu, hem anavatan savunmasının vazgeçilmez bir aracı, hem de Sosyalist inşada, insan öğesinin değerlendirildiği, eğitildiği, yurt ve sosyalizm sevgisiyle yetiştirildiği bir yuvaya dönüştürmektir.
“… Ordu, Partiyi işçiler ve yoksul köylülükle bağlayan muazzam bir aygıttır -der Stalin- Ordu, tüm Rusya’nın, bütün Federasyonun çeşitli il ve bölgelerinden gelen insanların bir araya geldikleri, öğrendikleri ve siyasi yaşama alıştıkları bir rezervuardır.” (17 Nisan 1923, Stalin, Eserler 5, sf: 175)
1922’de İtalya’da, 1933’te Almanya’da ve aynı yıllarda Japonya’da faşizmin işbaşına gelmesi, savaş tehlikesinin büyümesi ve ihtiyacı daha da arttıracaktır.
1924’te Lenin’in ölümü sonrasında toplanan SSCB Sovyetleri II. Kongresinde Stalin, şunları söyleyecektir:
“Lenin, Kızıl Ordu’yu güçlendirmenin ve geliştirmenin Partimizin en önemli görevlerinden biri olduğunu birçok kez belirtti. Arkadaşlar, öyleyse Kızıl Ordumuzu ve Kızıl Donanmamızı güçlendirmek için hiçbir çabayı esirgemeyeceğimize söz verelim.” (Bolşevik Parti Tarihi, Bil ve Sosyalizm yay., sf: 335)
Bu ordunun, dünya halkları açısından en büyük zaferi, bilindiği gibi, muazzam faşist Alman ordularını dize getirmesi ve Avrupa’da gerçekleşen anti-faşist devrimlere yaptığı katkıdır.
Bütün bu gerçekler karşısında bile, ordu konusunda gelebilecek en büyük itiraz, onun militarist bir kurum olarak halkın karşısında dikilebileceği kaygısıdır. Bu kaygı haklı ve sonuçları açısından ele alındığında Sovyetlerde Çin’de, Varşova Paktı ülkelerinde ve en son Arnavutluk’ta gerçekleşmiş olmasına rağmen, yine de itiraz sahiplerinin bakışında bir darlık vardır. Bürokratik ve militarist kurumları ile devlet, her zaman ve her yerde bu tehlikeyi bağrında taşır. Ancak, Marksistler ve anarşistler arasındaki en önemli ayrım noktası da şudur ki, Marksistler, belirli bir tarihsel dönemde, proletarya diktatörlüğü şeklinde devletin varlığını zorunlu görürler. “Burjuvasız burjuva devlet”, “yarı-burjuva devlet” terimleri ile ifade edilen proletaryanın devleti, Marx’a göre, “proletaryanın mutlaka başından atması gereken bir baş belasıdır.” Ama günü gelince, kesinlikle daha önce değil! Bu yüzden Marksizm, her türden devlete, her türden orduya, her türden şiddete vb. karşı değildir. Lenin’in dediği gibi, “orduların nerede durduğu değil, kimin ordusu olduğudur önemli olan.” Stalin, Kızıl Ordu’nun gücünü iki şeye bağlar: Sosyalist ordu örgütlenmesine karşı çıkmak, tepeden tırnağa silahlı bir düşman karşısında, kendimizi vurma olasılığından dolayı silahsız çıkmak gibi bir anlam ifade eder. Emperyalist devletlerin muazzam silahlı orduları karşısında sadece halk milisleri ile savaşmamız gerektiği savunusu, Lenin’in tam da “devrimci lafazanlık” dediği şeydir. Düzenli bir ordunun örgütlenmesi gerektiğini savunduğu “Devrimci Lafazanlık Üzerine” başlıklı makalesinde (1918) şunları yazıyordu:
“Şimdiye kadar karşımızda (dünya emperyalizmine kıyasla) acınacak, aşağılık ve önemsenmeyecek düşmanlar vardı, aptal bir Romanov, palavracı bir Kerenski, askeri öğrenci çeteleri ve zengin çocukları. Ve şimdi karşımıza, teknik bakımdan üstün bir şekilde teçhiz edilmiş ve hayran olunacak derecede örgütlü dev dünya emperyalizm ordusu dikiliyor. Onunla savaşmak gerekir. Ona karşı savaşmayı bilmek gerekir.” (sf: 69)
Ancak emperyalist kuşatma, yerini sosyalist kuşatmaya bıraktığında, işte o zaman Engels’in haklı istemi gündeme gelecek, devlet, bütün kurumları ile birlikte çözülme ve yok olma sürecine girecektir.
Ekim Devrimi’nden yaklaşık 30 yıl sonra kurulacak olan Halk Demokrasileri de, bu tarihsel gerçeğe uygun olarak, genel silahlanmalarını, kendi sosyalist ordularını örgütleyerek geliştirme yoluna gitmişlerdir.
Geriye dönüş sorunları ile ilgili, suçu sadece, ya da esas olarak ordunun varlığına yüklemek isteyenler yanılıyorlar. Biz, ordunun kapitalist restorasyondaki rolünü reddetmiyor ve küçümsemiyoruz. Ancak hiçbir Sosyalist ülkede de restorasyonun bir ordu darbesi ile başlatılmadığını biliyoruz.
Bir bütün olarak ve en başta partinin, sonrasında Sovyetlerin, kitle örgütlerinin ve ordunun zaafları ve yozlaşması sonucu bu süreç yaşandı ve bu konuda bir şeyler söylenecekse, bu çok yönlü boyutuyla ve ciddi bir araştırma ile söylenmelidir. Aksi takdirde, orduyu tek başına günah keçisi haline getirmenin, anarşistlerin devleti bütün kötülüklerin anası olarak görmelerinden bir farkı yoktur. Tartışılması gereken nokta nasıl olup da proletaryanın elinden çıktığı gerçeğidir.
Sosyalist ordular, sosyalist anavatanı korumak ve her koşulda savunmak için vardır. Olağanüstü modern bir teknolojik temelde, her an hazır ve tetikte olmak zorundadırlar. Elbette, sosyalist bir ülke, emperyalist bir talan devletinin saldırganlığından dolayı oluşturduğu kalabalık ordulara gereksinme duymaz. Savunmasını garanti altına alacak, olabildiğince az sayıda, ama olabildiğince de en modern silahlar ve araç-gereçle donanmış bir orduya sahip olmak için çalışır. Düzenli ordunun yanı sıra, halkın silahlı eğitimini de sürdürür. Savaş zamanında bütün halk, ordunun bir parçası haline gelir. Savaşta ve barışta, ordunun temeli, kaynağı ve yöneticisi, parti ve halktır. Son sözü, Arnavutluk’taki halk ordusu üzerine Enver Hoca’ya bırakalım:
“Ülkemizde Parti, Halk ve Ordu, bölünmez bir bütün teşkil ederler. Ordumuz güçlü ve yenilmez bir ordudur. Çünkü Partiyle ve halkla et ve tırnak gibi kaynaşmıştır, çünkü Parti çizgisini sadakada savunur ve uygular, çünkü Partinin, halkın ve anavatanın davası uğrunda en büyük fedakârlığı yapmaya daima hazırdır.” (Revizyonizm ve Maceracılık Yenilgiye, Marksizm-Leninizm Zafere Götürür, AEP VL Kongre Raporu, Aydınlık Yay, sf:96)
Yazımızı bitirmeden, sosyalist orduda rütbe sorununa da değinelim. Kızıl Ordu’nun 1918 yılı ikinci yarısından sonra rütbeli bir ordu olarak örgütlendiğini, II, Paylaşım Savaşı sonrası kurulan Halk Demokrasilerinin de, orduda rütbe sistemini kabul ettiğini biliyoruz. Arnavutluk’ta 1944 Perme Konferansı’nda, rütbe esasına dayalı, sürekli bir ordu kararı alınmıştır. Ancak tarihsel çeşitli zorunluluklarla alınan bu kararlar, mutlak ve her dönem zorunlu değildir. Rütbeli ordu sistemi, “yönetici kadrolarla asker kitlesi arasında sıkı ve yoldaşça ilişkilerin kurulmasını önlüyor, küçük-burjuva kibirliliğini ve gururunu körüklüyor, yaratıcı inisiyatifin gelişmesini köstekliyor ve böylece subayların ve generallerin kitlelerden kopma tehlikesini getiriyordu.” (AEP Tarihi III, Bora Yay. sf:88)
Bu tehlikeyi sezen Arnavutluk Emek Partisi ve Halk Cumhuriyeti Devleti, koşullar uygun olduğunda, 1966 yılında ordusundaki rütbe sistemini kaldırdı. Orduyu, siyasi komiserlikler ve parti hücreleri vasıtasıyla doğrudan bulunduğu bölgelerdeki Halk Konseyleri’ne bağlı hale getirdi. Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerde, 1960’lı yılların kapitalizme dönüş süreci yaşanmasa, büyük bir olasılıkla onlarda da bu süreç yaşanacaktı. Revizyonist egemenlik altında ise, değil rütbelerin kaldırılması; subaylarla erler, ordu ile halk arasındaki farklılaşmanın ve kopuşun gitgide derinleşeceği ve bunun realitede de böyle yaşandığı açıktır.

Eylül 1992

İnsan Hakları Ve İnsan Hakları Mücadelesi

Bu yazı, İHD üyesi Kamil T. SÜREK’in geçtiğimiz aylarda İstanbul’da gerçekleştirilen insan Hakları Kurultayı’na sunduğu tebliğin metnidir. Kamil SÜREK, kavram olarak “insan hakları”nın tarihini, evrimini ve sırf içeriğini tartışıyor, bu mücadelenin hangi eksende yürütülmesi gerektiği sorusuna cevap veriyor. Eylül ayında yapılacak İHD merkez ve şube kongreleriyle canlanacak tartışmalara katkısı olabilecek bu yazıyı okuyucularımıza sunuyoruz.

Demokratik hak ve özgürlüklerin kırıntılarının bile yok edildiği 12 Eylül’ün ardından; demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması mücadelesi ve bu mücadeleyi diktatörlüğün şiddetle bastırma tavrı, insan hakları konusunu sürekli olarak gündemde tutuyor.
12 Eylül’le çok ciddi darbeler alan devrimci örgütlerin henüz zayıflığı ve sosyalizmin geniş kitlelere ulaştırılamamasından yararlanan bazı çevrelerin (Gorbaçovculuğun da desteği ile) düşünsel ve pratik olarak sosyalizm yerine insan hakları mücadelesini geçirme çabaları da insan haklarını sıkça tartışılan bir konu haline getirdi.
Bu koşullarda, insan hakları nedir ve insan hakları mücadelesi nasıl olmalıdır sorularına cevap aramak gerekiyor.

İNSAN HAKLARI, BURJUVA BİR KAVRAM OLARAK ORTAYA ÇIKMIŞTIR
İnsan hakları, bireylerin salt insan olmakla kazandıkları haklar biçiminde tanımlanmaktadır. Her birey için geçerli, değiştirilemez yaşam, özgürlük, mülkiyet, doğal durumda eşit olma gibi hakların genel ve evrensel niteliği vurgulanır ve bu hakların doğuştan kazanıldığı ileri sürülür.
Ezeli ve edebi, doğuştan kazanılmış, genel ve evrensel haklar tanımı kanımızca gerçekçi değildir, insan hakları kavramını toplumsal ilişkiler içinde ve tarihsel gelişimi ile irdelemek ve açıklamak daha gerçekçi ve doğru bir yöntem olabilir.
İnsan hakları şeklinde tanımlanan, insanların eşitlik ve daha iyi yaşam talepleri tarihsel süreç içinde gözlemlendiğinde, içerik itibarıyla birçok farklılıklar göstermektedir. Yine bu taleplerin toplumdaki çeşitli sınıflarca da farklı kavrandığı ve bu farklı kavrayışların taleplerin içeriğini de farklılaştırdığı” görülmektedir.
İlk eşitsizliklerin ortaya çıkmasıyla birlikte, insanlarda eşitlik düşüncesi doğmuş ve eşitlik için mücadele de başlamıştır. “Bütün insanların insan olarak ortak bir şeye sahip bulundukları ve bu ortak şey ölçüsünde eşit oldukları fikri, kuşkusuz dünya kadar eski bir fikirdir.” (Engels) Köleci toplumda kölelerin eşitlik talepleri ile köle sahiplerinin eşitlik anlayışları aynı değildi. Köleler yurttaş olma hakkı için mücadele ederken köle sahipleri antik şehir devletlerinde sadece yurttaşların siyasi yaşamdaki eşitliği üzerine tartışıyorlardı. Spartaküslerde somutlaşan köle isyanları, bu eşitlik (özgür yurttaş olma hakkı) talepleri uğrunaydı. Hıristiyanlık, eşitlik ve kardeşlik sloganları ile kölelerin dini haline geldi, fakat Hıristiyanlığın egemen din olması kölelerin kurtuluşunu sağlamadı. “Hıristiyanlık, bütün insanlar arasında yalnızca bir eşitlikten, kendi köleler ve ezilenler dini olma niteliğine tastamam uygun düşen, eşit ilk günah eşitliğinden başka bir eşitlik tanımadı.” (Engels)
Bugünkü insan hakları ile ilgili taleplerin öncelleri olan eşitlik talepleri feodal aristokrasinin baskısına karşı, gelişmekte olan burjuvazinin talepleri olarak ortaya çıktı. “Bütün insanların insan olarak ortak bir şeye sahip bulundukları ve bu ortak şey ölçüsünde eşit oldukları fikri, kuşkusuz dünya kadar eski bir fikirdir. Ama modern eşitlik istemi bundan adamakıllı farklıdır; istem, daha çok, bu insan olma ortak niteliğinden, insanların bu insan eşitliğinden, bütün insanların, ya da en azından bütün yurttaşların, bir toplumun bütün üyelerinin eşit bir siyasal ve toplumsal değere sahip olma hakkının çıkarılmasına dayanır. Bu ilk göreli eşitlik fikrinden, devlet ve toplum içinde bir hak eşitliği sonucunun çıkartılabilmesi için, binlerce yıl geçmesi gerekti ve binlerce yıl geçti” (Engels)
Kölelerin, ezilenlerin dini Hıristiyanlık kısa sürede hâkim sınıfların dini haline geldi. Feodal aristokrasinin en önemli dayanağı oldu. Burjuvazi bir taraftan feodal aristokrasiye karşı gelişmesinin önünü açacak talepler ileri sürerken, dine ve kiliseye de saldırıyor ve ateizm propagandası yapıyordu. Burjuvazi kendi öz sınıfsal çıkarlarını, geniş işçi ve köylü kitlelerini de peşine takmak amacıyla insanlığın evrensel hak ve özgürlükleri olarak sunuyordu.
“Ama ekonomik ilişkilerin özgürlük ve hak eşitliği istediği yerde, siyasal rejim onların karşısına her adımda loncasal engeller ve ayrıcalıklar çıkartıyordu. Yerel ayrıcalıklar, farklılaştırılmış gümrükler, he türlü ayrım yasaları; ticaretlerinde yalnız yabancılar ya da sömürgelerde yaşayan halk için değil, ama çoğu kez devlet uyrukları için de zararlı oluyordu; loncasal ayrıcalıklar, yapımevi sanayisinin gelişme yolunu keserek, her yerde varlığını sürdürüyordu. Burjuva rakipler için, hiçbir yerde, ne yol açık, ne de şanslar eşitti. Ve bununla birlikte istemlerin en başta geleni ve kendini gitgide daha çok duyuranı da, işte buydu.
Bu, feodal eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasıyla feodal engellerden kurtuluş ve hak eşitliğinin kurulması istemi, toplumun ekonomik gelişmesi tarafından geniş boyutlar kazanmaktan geri kalamazdı. Her ne denli bu istem, sanayi ve ticaret yararına ileri sürülüyorduysa da, aynı hak eşitliğinin, tam bir toprak köleliğinden başlayarak, köleliğin bütün derecelerinde, çalışma zamanlarının en büyük bölümünü, karşılıksız olarak, iyiliksever feodal beylerine ayırmak ve ayrıca ona ve devlete sayısız vergiler ödemek zorunda olan geniş köylüler yığını için istenmesi de gerekiyordu, öte yandan, feodal üstünlüklerin, soyluların vergi bağışıklığının, çeşitli zümrelerin siyasal ayrıcalıklarının kaldırılmasını istemekten de geri kalınamazdı. Ve artık Roma İmparatorluğu’nda olduğu gibi, evrensel bir imparatorlukta değil, ama birbirleriyle eşitlik ilişkileri kurmuş ve burjuva gelişmesinin aşağı yukarı eşit bir düzeyinde bulunan bağımsız bir devletler sistemi içinde yaşandığı için, bu istemin tek bir devletin sınırlarını aşan genel bir nitelik alması ve özgürlük ve eşitliğin İnsan hakları olarak ilan edilmesi gerektiği kendiliğinden anlaşılıyordu. Ama bununla birlikte, insan haklarını ilk tanıyan anayasa olan Amerikan Anayasasının, Amerika’da yaşayan renkli insanların köleliğini bir solukta doğrulaması, bu insan haklarının özgül burjuva niteliğini açıkta gösteren bir şeydir; sınıf ayrıcalıkları kaldırılmış, ırk ayrıcalıkları onaylanmıştır.
Bununla birlikte, bilinir ki, burjuvazi, feodal burjuvazi krizalitinden çıktığı, ortaçağ zümresi (ordre) modern sınıf (classe) durumuna dönüştüğü andan başlayarak, burjuvazinin gölgesi olan proletarya, ona durmadan ve kaçınılmaz bir biçimde eşlik edecektir. Ve aynı biçimde, proleter eşitlik istemleri de burjuva eşitlik istemlerine eşlik edecektir Sınıf ayrıcalıklarının kaldırılması burjuva isteminin ortaya konduğu andan başlayarak bunun yanı sıra, sınıfların kendinin kaldırılması, proleter istemi, önce ilkel Hıristiyanlığa dayanarak, dinsel bir biçim altında, sonra burjuva eşitlik teorilerinin ta kendilerine dayanarak, oraya çıkar. Proleterler, burjuvazinin önerisini hemen benimserler: eşitlik yalnızca görünüşte, yalnızca devlet alanında değil, ekonomik ve toplumsal alanda da gerçek olarak kurulmalıdır.” (Engels)
Engels’ten yaptığımız bu uzun alıntıda da çok güzel anlatıldığı gibi, Avrupa ve Amerika’da burjuva devrimlerinin bayraklarına yazılan ve o günden bu güne anayasalara yazılması adet olan temel hak ve özgürlükler, feodal aristokrasiye karşı mücadele eden burjuvazinin siyasi, sosyal ve ekonomik çıkarlarının somutlaşmış ifadeleriydi. Fakat bu sloganlarla yola çıkan burjuvazi siyasi iktidarı ele geçirir geçirmez, aynı talepleri kendine karşı ileri süren işçi sınıfı ve emekçi halkın sesine kulaklını tıkıyordu. Zenciler, Kızılderililer insan sayılmıyor, sömürge halkları ya bu özgürlükleri kullanacak olgunlukta sayılmıyor ya da bu halklar yokmuş gibi davranılıyordu. Zenciler, Kızılderililer, sömürge halkları vb. dışında yurttaş kabul edilenler bile siyasi haklardan eşit olarak yararlanamıyordu. Yurttaşlar aktif yurttaş, pasif yurttaş (az vergi veren) ayrımına tabi tutuluyor, daha zengin olanlar siyasi haklardan daha fazla yararlanıyordu. Yine kadınlar birer yurttaş olarak siyasi haklardan (seçme, seçilme vb.) uzun bir süre yararlanamadılar.
Bu dönemin “özgürlükçü” parlamentolarının önemli bir gündemi, proletaryanın burjuvaziden devraldığı temel hak ve özgürlük taleplerini nasıl bastıracakları idi.
ABD’de 1776 Bağımsızlık İlanı’ndan önce tek tek koloniler özgürlük bildirileri ve anayasalarla temel hak ve özgürlükleri tanıdıklarını ilan ederken köleliğin kaldırılması yüzyıl sonra 1865’de gerçekleşti. Yine zencilere karşı ırkçı yasaların egemenliği ancak 1960’larda kırılmaya başlandı. 1964’de ABD’nin güney eyaletlerinde okullar, restoranlar ve ulaşım araçlarında zenci-beyaz ayrımı hâlâ devam ediyordu. 1964’te ABD’de zencilerin sadece yüzde yedisi oy kullanabiliyordu.
İnsan Haklarının, hak ve özgürlüklerin savunucusu tanrıtanımaz burjuvazi, siyasi iktidarı ele geçirdikten sonra kiliseyle uzlaşıyor, dini halkı uyutmanın aracı olarak kullanıyor, kendi ayrıcalıklarını işçi sınıfına karşı kıskançlıkla savunuyordu.
Burjuvazinin tanıdığı ilk insan hakkı, işgücünün eşit ölçüde burjuvalar tarafından sömürülme hakkı idi.
Böylece bütün insanlık için ileri sürülen hak ve özgürlük taleplerinin aslında sadece burjuvazinin talepleri olduğu ortaya çıkıyordu. Sınıflı toplumlarda herkes için hak bir aldatmacadır. Hak herkes için olursa, hak olmaz.
Siyasi eşitliği, hukuki eşitliği gerçekleştirdiğini savunan burjuva devlet, insanların doğuştan, mevkiinden, eğitiminden ve yaptığı işten kaynaklanan eşitsizlikleri siyasi ya da hukuki olmayan farklar olarak görüyor. Böylece doğuştan, mevkiinden, eğitimden ve işten dolayı eşitsizliklerin devamını onaylamış oluyor. Siyasi ve hukuki eşitliği gerçekleştirdiğini savunan burjuva devlet, diğer eşitsizliklerin korunmasının güvencesi oluyor.
“Modern devlet tarafından insan haklarının tanınmasının ilkçağ devleti tarafından köleliğin tanınmasından başka bir şey anlamına nasıl gelmediği kanıtlanmıştır. İlkçağ devletinin doğal temeli, kölelik idi; modern devletin doğal temeli (ise-Ç) burjuva toplum, burjuva toplum insanı, yani ötekine (öbür insanlara-ç) özel çıkar ve bilincinde olmadığı doğal zorunluluktan başka hiçbir bağla bağlanmış bulunmayan bağımsız insan, çıkara dönük emeğin, kendi öz bencil gereksinmesi ile ötekinin bencil gereksinmesine köleliğidir. Doğal temeli işte bu olan modern devlet, evrensel insan haklan bildirisinde, onu işte böyle tanımıştı. Ve bu haklan modem devlet yaratmamıştı. Kendi öz evrimi ile, eski siyasal engelleri aşmaya götürülen burjuva toplumun ürünü olan modem devlet, kendi başına, insan haklarını ilan ederek, kendi öz köken ve kendi öz temelini tanımaktan başka bir şey yapmıyordu” (Marx)
İnsan haklarının içeriğini inceleyecek olursak, bu hakların esas olarak siyasi-hukuki eşitlikle sınırlı olduğu görülecektir. Burjuva iktidarında, işçi sınıfı ve emekçi halk için siyasi özgürlüklerin tek başına yeterli olmadığı ortaya çıktı. İşçi sınıfı, siyasi özgürlüklerle birlikte ekonomik ve sosyal özgürlükler ve eşitlik de istiyordu. “… İnsan haklarının insanı dinden kurtarmadıkları, ama ona din özgürlüğü sağladıkları; onu mülkiyetten kurtarmadıkları, ama ona mülkiyet özgürlüğü sağladıkları; onu yaşamını az ya da çok temiz biçimde kazanma zorunluluğundan kurtarmadıkları, ama tersine ona girişim özgürlüğü sağladıkları…” (Marx) işçi sınıfı tarafından anlaşıldı.
İnsan haklarının önemli bir önermesi de bireysel özgürlüğün sağlanması idi. Burada bireysel özgürlükten kastedilen şey başkasına zarar vermeyecek her şeyin yapılabilinmesi hakkıdır. Bireyin başkasını rahatsız etmeden hareket edeceği sınırlar yasa ile belirlenir. Bu bireysel özgürlük Eskişehir I. Tipi Cezaevi’nde tek kişilik hücrelere konulan insanların özgürlüğüne benzer. Birbirlerinden kalın duvarlarla ayrılmış insanların kendi hücrelerinde istediklerini yapabilmeleri özgürlüğü… Burada özgür birey diğerlerinden tecrit edilmiş bireydir. Bu özgürlük insanın insana bağlılığına değil tecridine dayalı özgürlüktür. Bu özgürlük tecrit edilme özgürlüğüdür. “Modem dünyada, her birey aynı zamanda hem köle hem de topluluk üyesidir. Ama burjuva toplumun köleliği, görünüşte en büyük özgürlüğü oluşturur; çünkü birey kendi yaşamının örneğin mülkiyet, sanayi, din, vb. gibi kendisine yabancılaşmış öğelerin anarşik hareketlerini kendi öz özgürlüğü olarak gördüğünden, görünüşte bireysel bağımsızlığın gerçekleşmesidir bu kölelik…” (Marx)
Bu insan hakları anlayışında egoist bireyin ilerisine geçilememektedir. Egoist birey, burjuva toplumun üyesi olarak kendi özel çıkarlarına, kendi başı-buyrukluğuna dönük, toplumun ortak çıkarlarından soyutlanmıştır. Bireyleri “bir araya getiren ve ilişki içine sokan tek güç, bencillik, kazanç ve özel kişisel çıkardır.” (Marx) Burjuva özgürlük anlayışında insan diğer insanda kendi gerçekleşmesini değil, bireysel özgürlüğün sınırlarını bulur. İnsani özgürleşme, her bireyin diğerinde kendi genişlemesini, zenginleşmesini, tamamlanmasını bulması ile mümkündür. “Ne zaman hakiki bireysel insan, soyut devlet vatandaşını kendi içine geri alır ve bireysel insan olarak görünür hayatında, bireysel işlerinde, bireysel ilişkilerinde herkesin eşit olduğu bir grupta eriyip birleşirse (hakiki insan olursa) ne zaman ki insan kendi gücünü toplumsal güç olarak tanır ve örgütlerse ve böylece toplumsal gücü politik güç olarak kendisinden ayrılmazsa işte o zaman insani kurtuluş (özgürleşme) tamamlanmış olacaktır.” (Marx)
İnsan hakları kapsamında tanınan bireysel özgürlük gibi din ve vicdan özgürlüğü de insani özgürleşmeyi sağlamaz. Din ve vicdan özgürlüğü, laisizm bir insan hakkı olarak aslında siyasi kurtuluştur. İnsan böylece dinin baskısından kurtulmuş fakat dinden kurtulmamıştır.
İşçiler üzerindeki ekonomik baskı, her çeşit siyasi baskıya ve toplumsal aşağılamaya, yığınların ruhsal ve moral yaşamının bayağılaşıp kararmasına kaçınılmaz olarak yol açar. İşçiler ekonomik kurtuluşları uğruna savaşmak için daha çok veya daha az bir siyasi özgürlük kazanabilirler; ama sermaye gücü alt edilinceye kadar, hiçbir özgürlük niceliği onları yoksulluktan, işsizlikten ve baskıdan kurtarmayacaktır.
Burjuva insan hakları (temel hak ve özgürlüklerimin kazanılmasıyla insanın kurtuluşu (özgürleşmesi) mümkün değildir. İşçi sınıfı hak-hukuk ve demokrasisi bir toplum, insanlığın altın çağı için mücadele ederken, burjuva hak ve özgürlükleri de göz ardı etmez. Onları nihai hedefine giderken atlama taşları olarak kullanır. İçeriğini dönüştürür ve zenginleştirir. Siyasi eşitlik taleplerine ekonomik ve sosyal taleplerini ekler.
“Burjuvazi, proletaryanın eline silah vermeden, siyasal iktidarı için mücadele edemez ve bu iktidarını bir anayasa veya kanunlarda dile getiremez-. (Burjuvazi) doğuştan ayırt edilen zümrelere, eskiye karsı insan haklarını… bayrağına yazmak zorundadır… Sonuçlarına götürecek biçimde, genel ve doğrudan seçim hakkım, basın, toplanma ve demek kurma özgürlüğünü ve tek tek sınıflara ve ya halka karşı olağanüstü kanunların kaldırılmasını istemek zorundadır. Bunlar ama aynı zamanda proletaryanın ondan istemek durumunda olduğu ihtiyaçlardır. Böylece proletarya nihai zaferi için ihtiyaç duyduğu silahları eline almaktadır. “(Engels)
İşçi sınıfı burjuvazinin silahlarını elinden aldı, fakat bununla da yetinmedi. 19. yüzyılda, 20. yüzyıl başlarında gittikçe güçlenen işçi sınıfı mücadelesi sonucu siyasi eşitlik istemlerine ekonomik ve sosyal eşitlik istemleri de eklendi. Böylece insan hakları talepleri açısından bir genişleme oldu. Taleplere 8 saatlik iş günü, adil ücret, çalışma hakkı, sendika ve grev hakları, parasız eğitim hakkı, parasız sağlık hizmetleri, ihtiyarlık sigortası, ana sağlığı ile ilgili talepler, kreş ve çocuk evleri talepleri, çocukların sağlıklı bir ortamda gelişmesi gibi talepler de eklendi.
İşçi sınıfının ekonomik ve sosyal eşitlik hedefine yönelik talepleri, uzun v.e çetin mücadeleler sonucu burjuva devletin anayasa ve yasalarına yazıldı. Büyük Ekim Devrimi ile birlikte bu hakların hemen hemen tamamının Sovyet yasalarıyla güvence altına alınması, kapitalist ülkelerdeki mücadeleyi de hızlandırdı. Artık 18. yüzyılın insan hakları daha genişlemiş ve daha sosyal bir nitelik kazanmıştı. Liberalizm yerini sosyalizme, liberal jandarma devlet yerini sosyal devlete, sosyalist devlete bırakıyordu.
İnsan haklarına ya da temel hak ve özgürlüklere ekonomik ve sosyal hakların eklenmesi açısından en gelişmiş örnek 1936 SSCB Anayasası idi.
1936 SSCB Anayasası ile tanınan temel haklar” içinde özellikle çalışan sınıflara yönelik sosyal ve ekonomik hakların zenginliği, genişliği işçi sınıfı hareketinin burjuva soyut eşitlik anlayışına karşı verdiği mücadelenin bir kazanımı olarak görülmelidir.
Bu anayasa, ekonomik ve sosyal eşitsizliği örten bir insan hakları anlayışı yerine, gerçekte yaşayan insanın ekonomik ve sosyal eşitliğini temel alan bir anlayışın ürünüdür.
1936 Anayasası’nın 118 ile 133- maddeleri arasında “Yurttaş Hak ve Görevleri” başlığı ile toplanmış bu haklardan bazıları şöyledir;
Mad. 118. Çalışmak SSCB yurttaşlarının- hakkıdır. Yani, tam çalışmaya ve nicelik ve niteliğe göre yaptıkları işten ücret almaya haklan vardır…
Mad. 119. Dinlenmek SSCB yurttaşlarının hakkıdır.
Dinlenme hakkı endüstri, daire ve meslek işçileri için iş gününün yedi saat olarak tespiti, güç işlerde iş saatlerinin altı saate indirilmesi ve iş şartları çok güç olan yerlerde dört saate indirilmesi, ücretlerin ödenmesi suretiyle endüstri, daire ve meslek işçileri için yıllık izin tesisi, işçilerin ihtiyaçlarına geniş bir sanatoryumlar, dinlenme yurtları ve kulüpler ağı ayrılması yollarıyla elde edilir.
Mad. 120. SSCB yurttaşları, ihtiyarlıklarında, hastalıklarında ve çalışma yeteneklerini kaybettiklerinde maddi hayatlarının sağlanması hakkına sahiptirler.
Bu hak, gideri devlete ait olmak üzere, endüstri, daire ve meslek işçilerinin sosyal sigortasının geniş olarak gelişmesi, işçiler için ücretsiz sağlık yardımı, işçilerin emrine bir sağlık istasyonları ağı kurulması yollarıyla elde edilir.
Mad. 121. SSCB yurttaşlarının öğrenim hakkı vardır.
Bu hak genel ve ücretsiz yedi yıllık öğrenim, on yıllık öğrenimin geniş olarak gelişmesi, yüksek ücretsiz eğitim, yüksek okullarda çalışmalarında üstünlük gösteren öğrencilere yerilen devlet bursları sistemi, okullarda ana dilinde eğitim yapılması, fabrikalarda, devlet çiftliklerinde, makina ve traktör istasyonlarında ve kolektif çiftliklerde ücretsiz mesleki, teknik ve tarım eğitimi yoluyla elde edilir.
Mad. 122. SSCB’nde, ekonomik, medeni, kültürel, siyasal ve diğer sosyal alanlarda kadına erkek kadar eşit haklar verilmiştir.
Kadınların bütün bu haklarının gerçekleşmesi imkânı iş, ücret, dinlenme, sosyal sigorta ve öğrenimde kadınlara erkekler kadar eşit haklar verilmesi, ananın ve çocuğun çıkarlarının devlet tarafından korunması, kadına ücretinin devamı suretiyle gebelik izni verilmesi, geniş bir doğum, çocuk bakımevleri ve bahçeleri ağı ile elde edilir.
Mad. 123. SSCB yurttaşlarının, milliyet ve cins farkı gözetilmeksizin ekonomik, medeni, kültürel, siyasal ve diğer sosyal alanlarda eşitliği değişmez bir yasadır.
Eşitliği doğrudan doğruya veya vasıtalı olarak sınırlama, ya da tersine mensup bulundukları ırka ve milliyete göre yurttaşlara doğrudan doğruya yahut vasıtalı olarak taranan ayrıcalıklarla ırk veya milliyet dolayısıyla her türlü ayrılık ya da kin ve nefret propagandası kanunen cezalandırılır.
Mad 124. yurttaşlara vicdan özgürlüğü sağlamak için SSCB’nde kilise devletten ve okul da kiliseden ayrılmıştır. Tapınma özgürlüğü gibi dine karşı propaganda özgürlüğü de bütün yurttaşlara tanınmıştır. …
Klasik burjuva insan haklarına eklenen bu gibi haklar o gün için en ileri haklardı. Bu gün bu haklar daha da geliştirilmeli ve günün koşullarına uydurulmalıdır. Örneğin çevrenin tahribinin önlenmesi bugünün önemli taleplerinden biridir.

İNSAN HAKLARI MÜCADELESİ VE İHD
Yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi insan hakları perspektifi ile insanın özgürleşmesi hedefine ulaşmak mümkün değildir. İnsan hakları mücadelesi esas olarak demokrasi mücadelesinin bir bileşenidir. İnsan hakları mücadelesi günün demokrasi mücadelesi ihtiyaçlarına göre şekillenir. Demokrasi ve sosyalizm mücadelesinden bağımsız bir insan hakları mücadelesi savunmak, insan hakları mücadelesinin nihai hedefinin sınıfsız toplum olduğunu ileri sürmek, insan hakları mücadelesinin politik projesini oluşturmak gibi parlak sözler altında insan hakları ideolojileri uydurmak, insan haklan mücadelesini sınıfsal içeriği ve tarihsel gelişim sürecinden bağımsız ele almak sadece kafaları karıştırmaya hizmet eder ve demokrasi mücadelesine zarar verir.
Bazı aydınların bu yöndeki çabalarının kaynağı, “sosyalizm öldü” safsatalarına ciddi olarak inanmaları ve insanlığın kurtuluşu için komünizm yerine yeni bir ideoloji, insan hakları ideolojisi koymaya çalışmalarıdır.
Burjuvazi yüz elli yıldır Marksizm’e karşı ideolojik mücadele sürdürüyor. 1920-1950 yılları arasındaki sosyalizmin büyük prestij kazanması karşısında Marksizm’e karşı ideolojik alanda gerileyen burjuva ideolojisi son otuz yılda sosyalizmin bütün kalelerinin tek tek emperyalist kapitalizm tarafından fethedilmesi, Amerikan Emperyalizminin “Yeni Dünya Düzeni” girişimleri ve Gorbaçovculuğun sosyalizm öldü çığlıklarıyla yeniden güç kazandı. Sosyalizmin ölmesini neredeyse dört gözle bekleyen bazı “solcu” aydınlar ise bu durumdan cesaret alarak yeni teoriler üretmeye koyuldular. Bugün üretilmeye çalışılan teoriler aslında yeni değildir. Yüz elli yıldır Marksizm tarafından defalarca burjuva nitelikleri kanıtlanmış teorilerin yinelenmesidir. Sosyalizmin gerileyişi görecedir. Kapitalizm ve işçi sınıfı var oldukça Marksizm de varolacaktır.
Burjuva ideolojisinin Marksizm’den başka alternatifi yoktur. “Sosyalizm ve vahşi kapitalizm öldü, artık çağımız ekonomide liberalizm, siyasette insan haklarının eksen alındığı evrensel demokrasi çağıdır” teorileri, Amerikan emperyalizminin egemen süper güç olarak dünya hegemonyası mücadelesinin ideolojik düzlemdeki ifadesidir.
İnsan Hakları Derneği’nin kuruluşu birkaç talep etrafında gerçekleşti. Bu talepler günün can alıcı sorunları etrafında odaklanıyordu. İdam cezalan, cezaevlerindeki vahşi uygulamalar, 12 Eylülün korkunç işkenceleri ve gülünç hukuku başlıca talep konularıydı. Derneğin kurucuları bir grup tutuklu ailesi, demokrat avukat, gazeteci, aydın ve sanatçı idi. İdamlara, işkencelere, cezaevlerindeki uygulamalara karşı mücadeleye giderek ulusal baskı, kadının ezilmesi ve aşağılanmasına karşı, çalışanların ekonomik ve sendikal haklarının kısıtlanmasına karşı, cinsel azınlıklara yapılan baskılara karşı, çocuklara yönelik baskılara, çevrenin tahribine yönelik uygulanmalara karşı mücadeleler eklendi. Bu talepler için mücadele, tabii ki demokrasi mücadelesinin bir parçası idi. Mücadelenin siyasi iktidara, devlete ve kapitalizme yönelmesi kaçınılmazdı. İHD’nin kendiliğinden gelişen mücadele yöntemleri ve ele aldığı-talepler açısından hatalı bir tutum içinde olduğu söylenemez. Belki tartışılması gereken pratik sorunlar, sorunların çokluğu, İHD’nin mücadelesinin esasları konusunda yanlışlıklar var görüntüsünü vermektedir. Bizce İHD’de tartışılması gereken sorunlar, insan hakları mücadelesine bazı çevrelerce değişik misyonlar yüklenmeye çalışılması, bu konularda teoriler oluşturma çabaları ve iç işleyişle ilgili pratik sorunlardır.
İHD bir kitle örgütü değildir. Kitle örgütü olma çabaları da gereksizdir. Kitleler esas olarak öz örgütlerinde örgütlenmelidirler. Bunlar partiler, sendikalar, kadın ve gençlik örgütleri ve meslek örgütleridir. Kitleler bu örgütleri aracılığıyla siyasi iktidar veya demokrasi mücadelesi yürütürler. İHD’nin mücadele ettiği talepler aynı zamanda bu örgütlerin de uğruna mücadele ettikleri taleplerdir. İHD’nin programı diğer örgütlere göre daha dardır. İHD’nin demokrasi mücadelesine önderlik iddiası olamaz böyle bir iddia ile ortaya çıktığında İHD bir parti işlevine soyunmuş olur. İHD’nin demokrasi mücadelesine katılan kitle örgütlerinden farkı, belli bir sınıf, meslek, cins vb. özel sosyal kesime dayanmaması, içinde tüm sınıf ve kesimlerden insanı barındırması ve ikinci olarak uzman bir etkinlik göstermesi ya da böyle bir etkinlik göstermesi gerekliliğidir. İHD uzman bir örgüt olmalıdır. Her sınıf ve kesimden insan, bu örgüt içinde özel bir etkinliğin parçası olmalıdır. İHD içinde yer alan insanlar aynı zamanda bir parti ve bir parti ile birlikte bir sendika, meslek örgütü, gençlik örgütü, kadın örgütü içinde de örgütlü olabilir ve olmalıdır. Fakat buna rağmen bu insanlar İHD içinde de yer almalıdır. İHD diğer örgütlere alternatif, diğer örgütlerin yerine bir örgüt olmamalı, bu işleve soyunmamalıdır. İHD’yi bir insan haklan partisi gibi düşünmek, insan hakları mücadelesinin özgün bir mücadele olduğunu ileri sürerek devrimci, Marksist, devrimci demokrat, burjuva demokrat gibi tanımlar yanına bir de insan haklan savunucusu gibi tanımlar eklemek boşunadır. Zaten Marksistler, devrimciler, devrimci demokratlar, burjuva demokratlar vb. kavramlar insan hakları savunuculuğunu da içerir.
İHD, benzeri uluslararası kuruluşlarla çok sıkı bir ilişki ve işbirliği kurmalıdır, çok iyi’ bir bilgi toplama merkezi olmalıdır, sözüne yurtta ve yurtdışında değer verilen ciddi ve tutarlı bir örgüt olmalıdır, demokrasi mücadelesinde partilere, sendikalara, kitle örgütlerine çok önemli destek sağlayan uzman bir çalışma yürütmelidir. İHD’nin misyonundan fazla şeylerin ondan beklenmesi ya da bu misyonun ona yüklenmeye çalışılması geçicidir, devrimci partilerin, işçi ve memur sendikalarının, kadın örgütlerinin, kitle örgütlerinin bugünkü zayıflığındandır. Bu örgütler işlevlerini yerine getirdiklerinde sorun kendiliğinden çözülecektir. Fakat biz duruma şimdiden müdahale etme olanağına sahibiz.
İHD’de, üyelerinin çeşitli sınıf ve kesimlerden gelmesi nedeni ile insan hakları mücadelesine tek bir yaklaşım sağlamak güçtür ve zorunlu değildir. Marksistler bu mücadeleye demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak bakarlar, mücadeleyi sosyalist mücadeleye tabii kılmaya çalışırlar, sınıfsız toplum hedefini kerteriz alırlar… Burjuva demokratlar mücadeleyi burjuva demokrasisi ile sınırlı tutarlar… Burjuva milliyetçiler mücadeleyi milli sorunu çözme ve ulusal hakları elde etme olarak anlarlar vb. Fakat bütün bu insanlar ortak bir platform oluştururlar, bu farklılıklar İHD’nin mücadelesi için engel teşkil etmez.
İHD’de taraflar birbirini tasfiyeye yönelmemelidir. Yukarıda saydığımız bütün kesimleri içinde toplayamayan örgüt İHD olmaktan yavaş yavaş uzaklaşır. İHD’yi küçültür, başka bir örgüt haline getirir ve İHD’nin yapısına ters düşer.
İHD’nin bugünkü örgüt şeması küçük değişiklikler mümkün olmakla birlikte esas olarak amacına uygundur. Geniş bir yönetim kurulu, bu yönetim kurulunda çeşitli kesimlerin temsilinin sağlanmaya çalışılması, yönetim kurulunun kongreler dışında da yapısının değiştirilebilinmesi olanaklarının yaratılması… İHD’nin yapısına daha uygun düşer. İHD’nin etkinlik konularının her biri için kalıcı etkinlik sürdüren, sürekli komisyonlar kurulmalıdır. Bu komisyonlar haftada bir toplanmalı, günübirlik sorunlarla ilgili etkinliklerin yanı sıra belli bir program çerçevesinde sürekli bir etkinlik sürdürmeyi esas almalıdır. Örneğin Eskişehir Cezaevi gibi bir sorun gündeme gelmediğinde de cezaevi komisyonunun yapacak işleri olmalıdır.
Eskişehir Cezaevi sorunu olmasa da Türkiye’de kurumsal olarak bir cezaevleri ve cezaların infazı sorunu vardır. Cezaların infazı konusunda demokratik bir çözüm ve yapı oluşturuluncaya kadar bu komisyon etkinliğini sürdürmelidir. Her komisyon için durum aynıdır.
Komisyonların hepsi ile yönetimin aylık periyodik toplantıları olmalı bu toplantılarda aylık çalışmalar değerlendirilmelidir.
İki ayda bir genel üye toplantıları yapılmalı, bu toplantılarda yönetim çalışma raporu sunarak üyelerin önerilerini almalıdır.
Komisyonlar kendi çalışmaları ile ilgili raporlar hazırlamalı bu raporları veya çalışmalarını yazılı olarak üyelere, çeşitli örgütlere ve basına sunabilmelidir. Yine yönetimde benzer rapor ve çalışmalarını yayınlayabilmelidir.
Aylık bülten çıkarılmalı, bu bültenden Türkiye’deki bir aylık insan hakkı ihlalleri ve etkinlikler öğrenilebilmeli ve bu konularla ilgili görüşler alınabilmelidir.
Dış ilişkiler komisyonunun etkinliğine özel önem verilmeli, bu komisyonda yönetimden bir kişi görev almalıdır.
Ciddi bir arşiv komitesi kurulmalı, bu kurulda bir kişi yönetimden ve bir kişi de profesyonel olarak yer almalıdır. Çok geniş bir arşiv çalışması yapılmalıdır. İnsan hakları ile ilgili aranan her bilgi bu arşivden elde edilebilmeli, diğer örgütlerin ve kişilerin arşivden yararlanabilmesi sağlanmalıdır.
Mali sorunların çözülmesi İHD saymanı başkanlığında bir komitenin görevi olmalı. Bu komitenin ciddi ve sürekli çalışması sağlanmalıdır,
İHD’nin başarılı olması için tüm olanaklar mevcuttur. İHD bugüne kadarki başarılarına yeni başarılar ekleyecek, demokrasi mücadelesindeki yerini kalıcı ve unutulmaz kılacaktır.

Eylül 1992

“Emirle Gelen İdam Kararı” Üzerine

İÇ-SAVAŞ HUKUKUNDAN BİR KESİT
“68’li yılların ‘açık ve mevcut tehlikesi”, anti-emperyalist mücadelenin yaygınlığı ve bu mücadelenin giderek daha radikal biçimler, daha radikal kalkışma biçimleri almasıydı. 12 Mart Rejimi, anti-emperyalist yaygınlığı ve eylemliliği ‘boğma’ girişiminin siyasal bir ifadesini oluşturuyordu. “Ekonomik gelişmeyi aşan sosyal gelişme” 12 Mart rejimi ile durdurulmak, dondurulmak istendi. Darağaçları, katliam ve işkenceler, toplu tutuklamalar, ‘kurulu düzen’in anti-emperyalist bir kalkışmaya karşı öfke ve kininin dışavurumuydu. Burada ‘hukuk’ tartışması çok büyük bir fazlalık oluşturur. Hatta idam tartışması da… Başkaldırıya karşı ‘kurulu düzen’in mesajı, 1972 ilkyazında kurulan üç darağacında somutlandı. Bunu en veciz bir biçimde, Ankara ‘Sıkıyönetim Komutanlığı emekli askeri savcılarından Baki Tuğ dile getiriyor. Şimdi DYP Ankara Milletvekili ve TBMM Milli Savunma Komisyonu Başkanı olan Baki Tuğ, Tempo dergisinin 26 Nisan 1992 tarihli sayısında yayınlanan bir demecinde “onlar”, biz yanlış yaptık, demiş~olsalardı, idam edilmezlerdi” diyor.”
68’liler Birliği Vakfı Deniz Gezmiş Enstitüsü Yönetim Kurulu üyesi Veli Yılmaz’ın hazırladığı ve geçtiğimiz ay Tümzamanlar yayıncılık tarafından okuyucuya sunulan Emirle Gelen İdam Kararı kitabında, THKO’nun kurucu önderleri Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın 1972 6 Mayısı’nda idam edilmiş olmalarıyla ilgili yukarıdaki siyasal saptama yapılıyor.
Emirle Gelen İdam Kararı ‘popüler’ kitaplardan değil. Anılar demetini kapsamıyor, ’68-71 radikal çıkış sürecine ilişkin değerlendirmeleri de kapsamıyor. Bir hukuk kitabı da değil. Halit Çelenk’in Önsöz’de belirttiği gibi, Emirle Gelen İdam Karan “12 Mart infazlarının ve giderek 12 Eylül infazlarının içyüzünü, hukuksuzluğunu, siyasal yönlerini ve ayrıca AP ve CHP’nin 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinin gelişmeleri karşısındaki tavırlarını, belgelere ve TBMM tutanaklarına dayanarak aydınlığa” kavuşturuyor.
Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idam edilmelerinin gerekçesi olarak sunulan hukuk sisteminin ‘anlamı’ ve ‘uygulama alanına dökülmesi’, Emirle Gelen İdam Kararı’nın temel eksenini oluşturuyor. Somut bir olgudan yola çıkılarak burjuva toplumunun genel hukuk normları çerçevesinde Türkiye’nin hukuk-siyaset ilişkisine dair net bir panorama çiziliyor.
Önemli bir sonuca işaret ediliyor: “İnsan hakları zeminine oturan hukukun üstünlüğü tezi, sadece hukukçulara ait bir. İyi niyeti ifade eder. Siyasal sistemin yapısından ve sosyal sınıf gerçeğinden soyutlanmış hukuki gerçekler arayışı, sadece bir arayıştır.”
“Hukuk, başkaldırıya karşı rejimin verdiği cevabın sadece bir üst başlığı idi. Siyasetin bir üst başlığı olmasının ötesinde, hukuka, çok fazla bir işlev yüklememek gerekiyor. Demokrasilerde de hukuk, farklı bir işlev taşımıyor.”

GENELKURMAY EMRİ YA DA EMİR-KOMUTA HUKUKU
Siyasetin belirleyiciliğinin ilk adımı, Genelkurmay Başkanlığı’nın doğrudan devreye girmesi ile atılıyor. Üzerindeki örtü büyük bir hızla kaldırılıyor, siyasal hukuk, emir-komuta hukuku olarak yeniden şekilleniyor.
Daha” 1971 döneminin başlangıcında Genelkurmay Başkanlığı, Askeri Yargıtay Başsavcılığından alınan bir ‘mütalaa’ yazısına dayanarak, THKO ve benzeri örgütlere ilişkin siyasal davaların TCK’nın 146. maddesinden açılmasına dair Sıkıyönetim Komutanlıklarına ve Sıkıyönetim Askeri Savcılıklarına bir ’emir’ yayımlama gereğini duyuyor. Davalar, Genelkurmay Emri’ne uygun olarak açılıyor. ‘Siyasal irade birliği’ Genelkurmay Emri’ne uygun kararlar vermekten kaçınan bir kısım askeri mahkemelerin lağvedilmesi veya yargıçlarının ‘görevden alınması’ ile sağlanıyor.
‘Emir’ ve ‘Mütalaa’ yazıları ile 12’li Mart ve Eylül dönemlerinde ’emir-komuta hukuku’ çerçevesinde ‘irade birliğimin gerçekleşmesini sağlayan toplu somut örnekler, ilk kez, Emirle Gelen İdam Kararı’nda yayımlanıyor.
“Genelkurmay Emri’nin asıl önemi, sadece 12 Mart Dönemi ile sınırlı kalmamasıdır. Siyasal yargılamalar ve yargılama hukuku bakımından Eylül rejimi, 12 Sait’in çoğaltılmış bir nicelikte sürdürülmesi demek oluyor. 12 Mart bir başlangıç oluşturuyor. Eylül rejimi altında, yerel sıkıyönetim mahkemeleri ile Askeri Yargıtay arasında, bu anlamda da fazlaca bir ‘sorun’ çıkmıyor. Hangi eylem, ne maksatla yapılırsa, TCK’nın hangi maddesi kapsamında değerlendirilir? Cevabı bir şablon olarak adeta hazır durumda. 12 Mart, hukuk zemininde de, bir şablon oluşturması bakımından da tarihsel bir başlangıç sönüyor. Prof. Dr. Çetin Özek, Genelkurmay Emri’nde ve Askeri Yargıtay Başsavcılığı Mütalaası’nda ifadesini bulan askeri otoritenin öngördüğü görüşlerin, 12 Eylül döneminde Askeri Yargıtay Daireler Kurulu’nun kararlarıyla da kabul edilerek uygulamaya sokulduğuna işaret ediyor.”
Rastlantı olarak bakmamak gerekiyor: “Genelkurmay Başkanı’nın emriyle Sıkıyönetim Komutanlıklarına ve Sıkıyönetim Askeri Savcılıklarına gönderilen yazılı emrin tarihi Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının Ankara’da davalarının başladığı tarihle aynı: 16 Temmuz 1971.”
Emir-komuta hukukunun uygulanması için, Genelkurmay Emri yeterli oluyor.
Genelkurmay Emri’ne ‘hukukun üstünlüğü1 tartışmalarının bir tekzibi olarak da bakmak gerekiyor.
Emir-komuta hukuku, ‘yasal hukuk’un, yasama organınca rejimin gereksinim duyduğu değişikliklerin yapılması ile tamamlanıyor. 1402 Sayılı Sıkıyönetim Yasası’nın ve Anayasa değişikliklerinin AP ve CHP eliyle TBMM’den geçirilmesi ile rejimin siyasal gereksinimleri karşılanmış, sivil şahısların sıkıyönetim askeri mahkemelerinde idam cezasına mahkûm edilmeleri için yasal hukuk zeminini sağlanmış oluyor.
12 Eylül, 12 Mart’ın sadece bir devamı olarak ortaya, çıkmıyor, eksiklerini de tamamlıyor. İç-savaş hukuku, 12’li Mart ve Eylül rejimleri ile takviye ediliyor. Ve bugüne uzanıyor.

İÇ-SAVAŞ HUKUKU
“Türkiye’de hep iç-savaş hukuku yürürlükte. Radikal bir sosyal muhalefetin varlığı ve gelişme potansiyeli taşıması, iç-savaş hukukunun sürekli yürürlükte tutulmasının maddi temelini oluşturuyor.
12 Mart hukukuna ve geliştirilmiş devamı olarak 12 Eylül hukukuna bir iç-savaş hukuku olarak bakmak gerekiyor.
1964 yılında Kara Kuvvetleri Komutanı’nın imzası ile bütün askeri birliklere, uyulması ve uygulanması için gönderilen ve en yoğun uygulama alanına 1980 sonrasında kavuşan Gayrinizamî Kuvvetlere Karşı Hareket Talimnamesi hükümleri, iç-savaş hukukunun en belirleyici ve tamamlayıcı parçasını oluşturuyor.
Hatta ‘gayrinizami kuvvetlerin yeraltı unsuru’ kimliği ile, artık, devleti oluşturan kuruluşların en legali olarak yerüstünde faaliyet gösteren Kontrgerilla örgütü, devletin doğrudan yönetici çekirdeğidir. ‘Faili meçhul cinayetler’in, ‘ölü ele geçirme1 operasyonlarının hukuki dayanağını oluşturan Gayrinizamî Kuvvetlere Karşı Hareket Talimnamesine ise, yasalardan önce, temel bir hukuki belge olarak değer biçmek gerekiyor.
Yasal hukuk sadece bir vitrindir, bu üst başlıktır. Yasal hukukun, iç-savaş ilanı koşullarında, vitrinin güzelleştirilmesinin Ötesinde fazlaca bir işleve sahip olmadığını görebilmek mümkün.
İç-savaş hukuku kendi kurumlarıyla birlikte varoluyor. ‘Gayrinizamî kuvvetlerin yeraltı unsuru’, popüler adı ile Kontrgerilla örgütü, yargısız infazlar için bir yargı organı işlevine sahip. Yargılı infazlar için de Sıkıyönetim Mahkemeleri veya Devlet Güvenlik Mahkemeleri görev yapıyor.
Bir kurumun boşluğu, diğer kurumların varlığı ile tamamlanıyor, iç-savaştan ‘olumlu sonuç’ alınması için de bir arada kullanılmaları gerekiyor. Eski Genelkurmay Başkanlarından ve Eylül rejimi altında kendisini Devlet Başkanı ilan eden emekli Orgeneral Kenan Evren, Kontrgerilla’nın, 1972 Kızıldere Operasyonu’nda kullanıldığını 1990 yılında söyledi. Özel Harp Dairesi’nin “Güney-doğu’da kullanılmakta olduğu” Genelkurmay brifinginde açıkladı.
DYP-SHP Koalisyon Hükümetinin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, 1992 Mayıs’ında, günlük gazetelere “bir gerilla savaşı var, tabii ki oyunu kurallarına göre oynarız. Gerilla savaşının kendine özgü kuralları var. Gerilla savaşında onun yöntemlerine göre hareket edeceksiniz, yani onun anladığı dilden konuşacaksınız” sözleriyle biten demeçler verdi.
Bu açıklamalardan bir sonuç çıkarılabilir: Yasal hukuk ve uluslararası standartlara atıf yapılarak sürdürülen ‘demokratikleşme’ tartışmaları, sadece, bir vitrindir, aynı zamanda, devletin legal zemindeki varlığına gölge düşürmeme çabalarının bir ürünüdür.
Toparlanırsa, her siyasal dönemin kendi karakterine uygun düşen bir hukuk sistemi yarattığı söylenebilir.
Kendisini siyasal gelişmelere göre belirlemesi, burjuva hukukunun çifte bir norm taşımasını beraberinde getiriyor. Yasaların, devlet tarafından açıkça onaylanan, .yürütme ve davranış kuralları olduğu biliniyor.
Hukukun, devletin, siyasal politikalarını, siyasal zoru onaylamaktan başka, fazlaca önemli bir işlevi olmadığı da açık, biliniyor.
12’li Mart ve Eylül rejimleri hep ‘hukuk dişilik’ olarak nitelenir, hukuksuzluk sayılır.
Bu nitelendirmenin, dilin günlük kullanımı dışında fazlaca bir şey ifade etmediğini söylemek gerekiyor.
Tarihin tanıdığı en büyük siyasal barbarlıklar da, Mitler ve Mussolini faşist rejimleri gibi, bir hukuk sistemine dayanıyordu.
Mart ve Eylül rejimleri, emsalleri gibi, hukuki bir zırh taşıyor, hem yadsıyarak içinden geldiği, hem de siyasal gereksinimlerine göre oluşturduğu bir hukuk düzenine sahip.
Her ‘olağanüstü’ yapılanma, olağan dönemin değerlerini ve ölçülerini zorlar, ama olağan değerlerin toplamının oluşturduğu değerler sisteminin dışında, apayrı bir kategori oluşturmaz.
Mart ve Eylül hukuku, tarihteki emsalleri gibi, mevcut burjuva hukukunu zorluyor, ama burjuva hukukunun dışında da bir hukuk sistemi oluşturmuyor. Sistemin Anayasası’ndan yönetmelik ve kararnamelerine kadar uzanan tüm hukuk metinlerine, rejimin terörcü ruhu siniyor.
Mart ve Eylül rejimleri, çokça yazılanın tersine, hukukun ihlal edilmesinin değil, yasa ve kurumlarıyla terörize edilmesinin siyasal ifadesini oluşturuyor, terörün hukukunu temsil ediyor.
Terör hukuku, rejime kalıcı bir yasal çerçeve çiziyor. 1991 tarihli Terör Yasası, hem 1980 Eylül rejimini yeniden meşrulaştırmayı hedefliyor, hem de Eylül hukukunun, uygulamada ortaya çıkan boşluklarını ve eksiklerini tamamlıyor.
Terör Yasası, Eylül hukukunu tamamlayarak sürdürüyor.
Terör Yasası, tarihsel bir sürekliliğin hukuk alanında son halkasını temsil ediyor.
İstiklal Mahkemeleri’nden Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri’ne ve DGM’lere, Takrir-i Sükûn ve Mecburi İskân kanunlarından, SS Kararnamelerine, Olağanüstü Hal Rejimi hukukundan Terör Yasasına ve hepsinin üzerinde de Gayrinizamî Kuvvetlere Karşı Hareket Talimnamesi’ne kadar uzanan kurum ve yasalar, kurum ve yasaların hukuki çerçevesi, tarihsel bir çizgide kopuşsuz bir sürekliliğin belirli uğrak noktalarını oluşturuyor.
Tek tek parçalar birbirini tamamlıyor, bütünü tarihsel çizgide bir hukuk sistemi oluşturuyor.
Bütünün içinden bir parçanın çekip alınması, sistemin, tarihsel ve siyasal olarak oturduğu ‘meşru’ zemini kaybetmesi anlamına gelir.
Ortaya, olağan burjuva hukuk normları ile doldurulamayacak kadar muazzam bir hukuk boşluğu çıkar.
Olağanüstü Hal Rejimi Hukuku ile takviye edilen 12’li Mart ve Eylül rejimlerinin hukukuna, Türkiye’nin varolan normal ve olağan hukuk sistemi olarak bakmak gerekiyor.
1971 yargılamalarının ve Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan hakkında verilen idam kararlarının perde arkası ve oturduğu hukuk zemini, bunun bir göstergesi ve sonrası için bir başlangıç oluşturması açısından önem kazanıyor.”
(Emirle Gelen İdam Kararı, s. 55-58)
(Emirle Gelen İdam Kararı, Veli Yılmaz, Tümzamanlaryayıncılık)

Eylül 1992

Emek Gücünün Yeniden Üretimi Ve Kadın

Kapitalizm, aile kurumunu önceli toplumsal örgütlenmelerden devralır. Ama bu pasif bir aktarma değildir. Aile, işlevi bakımından yeni sistemin ihtiyaçlarına göre yeniden tanımlanır. Kapitalizm bu kuruma ait kimi özellikleri olduğu gibi alarak kimi özelliklerini değiştirip dönüştürerek, eskimiş ve çağdaş gereksinimlere yanıt vermeyen öğeleri de süreç içinde temizleyip atarak aileyi kendi sisteminin önemli öğelerinden biri haline getirir.
Temel özellikleri bakımından aile kurumu, çok uzak geçmişten bu yana süreklilik gösterir ve bu yüzden sıradan insanın bilincinde bir tarihe sahip değilmiş izlenimini uyandırır. Geçmişi, dolayısıyla bir geleceği de olmadığı düşünüldüğünde aile kurumunun bugünkü işlevlerinin tanınması da zorlaşır. O, yaygın kamuoyu tarafından tanrının insan için uygun gördüğü bir ihsan, başka türlüsü olmayacak bir yaşam tarzı olarak algılanmaya devam eder.
Ailenin, özel mülkiyetin ve devletin ortaya çıktığı sürecin bir ürünü, kendi oluşumuyla da sürece katkıda bulunan bir olgu olduğunun vurgulanması önem taşıyor. Çünkü bir kurumun tarihselliğinin saptanması, ondan gelecek zaman kipini kullanarak söz edilmesini mümkün kılar. Ancak bu yazıda, ailenin geleceğiyle ilgili öngörülerden değil, kadının çifte sömürülmesinin yaşandığı alanlardan biri olarak aile kurumu içinde, bu sömürünün hangi mekanizma ile sürdürüldüğünden söz edilecektir.
Kadının ezilmesinin koşullarından biri olarak, değiştirilmek istenen aile içi ilişkilerin bugün nasıl örüldüğünü, kurumun nasıl ve neden örgütlendiğini, kapitalizmin, sosyoekonomik koşulların içsel evriminin bir sonucu olarak, giderek kendi sınırlarını zorlayarak, çağdışı bir kurum olduğunu her yönden açığa çıkarsa da aile kurumuna neden ihtiyaç duyulduğunu ^anlamak gerekiyor. Bu yüzden, belirli bir anda gözlemlenen bütün diğer kurumlar gibi aile kurumunu da bu belirli an için geçerli olan üretim ilişkileriyle bağıntısı içinde tanımak önem taşıyor.
Kadının çifte sömürülüşünün bir ucunda, iş yaşamına dair genel sömürüden payına düşeni yaşamak yer alır, diğer ucunda da ev içinde sürdürdüğü faaliyetler aracılığıyla özel bir sömürünün nesnesi haline gelişi bulunur. Kuşkusuz bu iki sömürülme biçimi, birbirinden bağımsız birbirinden yalıtılmış değildir ve yaşamın bütün alanlarına, toplumsal dokunun bütün gözelerine dağılmış, bazen teşhisi kolaylaştıran görünümleri olan bazen kendini kolay ele vermeyen ince ve sinsi yöntemlerle gizlenen genel bir kadın sömürüsünün, genel bir kadın ezilmesinin kaynağında birlikte ve içice bulunurlar.
Her kadın özel ve kişiselmiş gibi görünen birbirinden yalıtılmış yaşam alanlarında yani evlerde bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjiyle, her gün aynı işi yapmaktadırlar. Ev yaşamı bütün kadınlar için aşağı yukarı aynı şekilde sürdürülür. Bu aynılığın saptanması çok kolaydır. Ama evdeki küçük ayrıntıların kapitalizmle varolma ilişkisi içinde olduklarını keşfetmek ise biraz daha güçtür. Kadının elindeki toz bezinin, evyedeki bulaşık suyunun simgelediği zararsız ve masum uğraşların ekonomi, politika ve ideoloji ile hiç bir ilgisi yokmuş gibi görünür. Oysa bu masum uğraşların niteliği ve kadının bunlar aracılığıyla dünyayla kurduğu ilişki ekonomi, politika ve ideolojinin çağdaş biçimleriyle çok yakından ilişkilidir.
Kadınların evde, aile kurumu içindeki bütün faaliyetleri kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretimi sürecine katkıda bulunur. Bu katkı özel bir biçim altında ve özel bir yolla gerçekleşir, kadınlar evdeki faaliyetlerini kadın olmanın doğal bir sonucu, erkekle aralarında kurulmuş normal bir işbölümü olarak algılarlar. Üstelik onlara, ev içindeki ilişkilerin ve kadınca etkinliklerin aile fertlerine karşı duyulan sevginin gerektirdiği önemsiz bir içsel özgeci olduğu öyle çok işlenmiştir ki, kadınların bu ideolojik barikatı aşarak durumlarının bilincine varmaları zorlaşır.
Aile ve kapitalizm arasında yeniden üretime dair bir ilişki kurabiliyorsak bu kavramdan ne anlamak gerektiğini kısaca yinelemek gerekiyor. Marx, Kapitalde “Sermayenin ve özgürleşmiş emek gücünün tarihsel bir olgu olarak ilk kez delirişleri, başka şeylerle desteklenmiş belirgin bir devamlarının olmasını gerektirir bu aynı zamanda da geçmiş üretim şekillerinde olduğu gibi, bu şekil ne olursa olsun sürecin devamlı olması, devresel olarak aynı evrelerden sürüp gitmesi gerekmektedir” der. (Kapital 1 sf; 581) Yeniden üretim biçimsel olarak aynen üretimin biçimsel özelliklerini korur. Bu yönüyle yeniden üretimin koşulları üretimin koşullarıdır. Kapitalizm başlangıçta nasıl modern sınıf ilişkileri ortaya çıkararak var olmuşsa bugün de bu çelişkilere dayanarak ve onları yeniden üreterek ayakta durmaktadır. Ücretlinin “Toplumla ön-varsayılmış ilişkilerinin (tarihsel süreç içinde doğmuş ama geleneksel hale gelmiş) bir yandan emeğin koşulları ile öbür yandan da diğer çalışanlarla ilişkileri içinde özgül, önceden belirlenmiş nesnel varoluş tarzının yeniden üretilmesi” gerekir. Bu gelişimin temelidir. Tersi durum sistemin doğarken ölümü anlamına gelir. Bu konuda sermaye için de aynı şey geçerlidir. Sermaye de kendine içkin özel yasaya göre artmak ve genişlemek eğilimindedir.
Kısaca; kapitalizmin kendi bünyesinde yeniden üretmek zorunda olduğu durum: bir yüzünde sermaye şeklindeki birikmiş emeğe, üretim araçlarına sahip burjuvazinin, diğer yüzünde bütün bunlardan yoksun mülksüz ve sadece emek gücünü satabilecek kadar bir özgürlüğü olan ücretli işçinin yer aldığı madalyondur.
Kadın, cinsiyetine biçilen rol ve ona yüklenen özel işlevle bu üretim ilişkilerinin yeniden üretimine katkıda bulunur. Burjuva aile kurumu kapitalist üretim ilişkilerinin yanı başında organize olurken, sistem içindeki seyri bundan sonra da emek-sermaye kutuplaşmasıyla yazgı ortaklığı içinde sürer.

EMEK-GÜCÜNÜN YENİDEN ÜRETİMİ SÜRECİNDE KADININ EV EMEĞİ
Emek-gücü bir metadır ve bütün metalar gibi üretilmesi için gerekli şeylerle belirlenir. Ama diğer metalardan farklı olarak o canlı bir organizmanın gücü ve bir kapasitesidir. “Belli bir bireyin emek-gücü üretimi, onun kendisini yeniden üretmesinden ya da varlığının devamından oluşur. Bireyin varlığını sürdürebilmesi için belli miktarda geçim aracına gereksinimi vardır. Emek gücünün değeri, emekçinin varlığını sürdürmesi için gerekli olan geçim araçları değeridir”( Kapital 1 sf; 186) Emekçi emek gücünün karşılığında kendi yeniden üretimini sağlayabilmek için ücret alır. Bu ücret ona önce kendi geçim araçları için gereken sonra da artı-değer olarak kapitaliste aktarılacak üretimi gerçekleştirdikten sonra ödenir. Kendi gereksinimlerini bu artı-değeri oluşturma koşuluyla sağlayabilir.
İşçi, iş gücünü satarak elde ettiği kazançla ertesi gün de, işyerinde sağlıklı olarak hazır bulunmayı güvenceler. Emek gücünün yeniden üretimi için gereken koşullar, sadece beslenmeyi değil, toplumsal gelişmişlik düzeyinin gerektirdiği standartlarda barınma, giyinme, ısınma ve eğitim ihtiyaçlarının giderilmesi için gereken araç ve malzemeleri de içerir.
Ayrıca, emek gücü süreklilik kazanmalıdır. İşçi sınıfı sınıfa yeni katılan üyelerle sürekli çoğalmalı, bu kesimin nüfusu artmalıdır. Yani varolan bir işgücü kuşağının yerini bir başkası almalıdır. ” Aşınma, yıpranma ve ölüm nedeniyle pazardan çekilen emek gücünün yerini bir başkası almalıdır.
Hiç değilse aynı miktarda emek gücünün boşalan yeri sürekli olarak doldurması gerekir. Böylece bu özel meta sahipleri soyunun pazarda varlıklarını sürdürebilmeleri için gerekli geçim araçları toplamı emekçinin yerini dolduracak olanların yani çocukların gereksinimlerini de karşılayacak şekilde olmalıdır” (kapital 1 sf; 187)
Kapitalizme ait üretim ilişkilerinin yeniden üretiminin, işçi sınıfının bir sınıf olarak sürekliliğinin sağlanmasını gerektirdiği olgusu bu sınıfın fiziksel çoğalmasını öngörür, “sermaye bu konuda işçi sınıfının üreme içgüdüsüne güvenir”
Emek gücünün yeniden üretiminin bir boyutu, çocuğun doğumundaki biyolojik rolünden yola çıkılarak bakımının da kadının omuzlarına yüklenmesiyle gerçekleşir. Bu yüzden kadının bir ev kölesi haline getirilmesi, yaşamının çocuklarının ihtiyaçlarına bağlanması gerekmektedir. İş yaşamından merkezkaç bir eğilimle dışlanmaya çalışılmasının nedeni de budur. Bu güçlü dalgaya karşın kadını bir başka zorunluluk, geçimini sağlama zorunluluğu çalışma yaşamına iter. O koşullarda bile çocukların nasıl bakılacağı sorununu toplumsal çözümlerden kaçan burjuvazinin siyasal iktidarı yerine aileler kendi olanaklarıyla çözmeye çalışırlar, çocuk bakımının ailelerin özel bir sorunuymuş gibi algılanması gerekmektedir. Çünkü sosyalleştirme harcamaları artı-değer miktarını tehdit etmektedir.
Feodal toplumsal örgütlenmede ev hem bir üretim hem de tüketim ünitesidir. Kadının Üretim ve yeniden üretimdeki işlevi birbirinden ayrılmamıştır. Kapitalizm ise, üretimin ev dışına çıkmasıyla birlikte üretim ve yeniden üretim süreçlerini birbirinden ayırır. Kadına ağırlıklı olarak emek gücünün yeniden üretiminden sorumlu olmak bırakılır. Kadının Emek gücünün yeniden üretimi sürecindeki rolü, sadece, çocukların bakımı, eğitilmesi, işçi sınıfının bir sınıf olarak idame etmesini sağlamak değildir.
Kadın, kendisi çalışıyorsa kendisinin de, ama daha çok erkek işgücünün ertesi gün işyerinde dinlenmiş ve yenilenmiş olarak bulunabilmesinin koşullarını hazırlar. Erkeğin aldığı ücret bu bakımdan kadının gereksinimlerini de karşılayacak miktarda tutulmalıdır.
Kuramsal olarak kapitalizm, kadının her koşul altında ağırlıklı olarak emek gücünün yeniden üretiminden sorumlu tutulmasını öngörür. Ama durum her zaman bu biçimde gelişmez. Çok uzun zamandan beri kadınlar ev dışında varlık göstermenin olanaklarını arıyorlar daha doğrusu buna zorunlu kalıyorlar. Kapitalizmin onmak bilmez krizi zaman zaman kadınları kitlesel olarak iş yaşamına sürüklüyor, görece iyi zamanlarda ise kadınların eve dönmesi gerektiğine ilişkin ideolojik bombardımanlara başlanıyor ve kadının ev kadınlığı kimliği ve analığı ısrarla vurgulanıyor. Ancak her halükarda kadın, hangi kariyerde bulunursa bulunsun, hangi işi yaparsa yapsın öncelikle ev kadını ve annedir. Ona dışarıda çalışma hakkı bu işlevleri de yerine getirmek kaydıyla tanınmıştır sanki. Ancak ortalama yaşam standartlarının çok altında bir yaşam sürdürmek zorunda kalan işçi sınıfının kadınları için, her şeyi birden yapma ayrıcalığı bile yoktur. Onlar için çalışmak çocuklardan ciddi ve zorunlu bir fedakârlık, annelik üzerine yapılan burjuva edebiyatının yaygın bir kamuoyu oluşturması nedeniyle de bir vicdan azabıdır. Toplumsal bakım olanaklarından yoksun binlerce çocuk, ancak karın doyurmaya yetecek üç kuruş para kazanmak için saatlerce çalışan kadınların iç sızıları eşliğinde sokakta büyür.
Burjuvazi, sanayi devriminin hemen sonrasında ev dışına çektiği kadınları, sınıfın bekası için eve geri gönderirken geçimlerini kocalarının üzerine yıkmıştı. Sonraki refah dönemlerinde de bu yöntemi izledi. Bugün ise artık bir kişinin kazancıyla bir ailenin geçimi sağlanamıyor. Burjuvazi iş yaşamında kadını da erkek gibi, üstelik çifte standarda tabi tutarak sömürüyor ve bir kişilik ücretle iki kat artı-değer elde ediyor. Kimi zaman kadını eve dönmeye zorlayarak, kimi zaman da fabrikalara kitleler halinde çekerek onlardan her an elinin altında bulunan bir yedek işgücü ordusu olarak yararlanabilmesinin, erkek işgücü karşısında bir rekabet ve tehdit faktörü olarak kullanabilmesinin koşulu da kadının emek gücünün yeniden üretimindeki vazgeçilmez konumudur. Kadının emek-gücünün bedelinin yani ücretinin de neden düşük tutulduğunu bu formül açıklar.
Kadın emeği sürekliliği olmayan bir emektir, aslolan erkek emeğidir, kadının çalışması aile bütçesine “katkı”da bulunma amacını taşır. Birçok ailede kadının çalışması olmazsa olmaz bir zorunluluk haline gelmişse de, burjuvazi böyle bir bilinçaltı oluşturmuştur, ideolojik söylem kadın faaliyetinin geçiciliğini ve ikincilliğini ısrar ve özenle vurgular.
Lise Vogel Marksist Teoride Kadın adlı yapıtında “Burada kadın ve erkeğin gerekli iş ve iş fazlası ilgili farklı rollerle görevlendirilmesinde cinsiyete göre emek ayrımı için bir neden bulunduğu açıktır. Kadının rolü, gerekli iş sürecine katılımında ve özellikle çocuk yetiştirme sorununda daha fazla olan sorumluluklarıyla farklıdır” diyor, kadını üretimden kopmaya, kopmasa bile acılı bir süreç yaşamaya zorlayan koşullar erkeğin kendisi için zorunlu emeğinin sınırlarını genişleterek, sınıflı toplumda bağımlı sınıfın ailesi “gerekli iş sürecinin devamı ve yenilenmesinde başlıca toplumsal bir birim haline gelir.” (Vogel sf; 146)

EV EMEĞİNİN NİTELİĞİ
Sıradan kadın için evde yaşanan her şey özel ve kişiseldir. Bu özel ve kişisel nitelikteki ilişkilerin, “kadına fedakarlıklar”ın altında kapitalizmin ve genel olarak sınıflı toplumun olduğu saptaması bu kadınlar için yadırgatıcı bir tavır, fesatça bir kuruntu gibi görünebilir. Oysa, kapitalizm denince kadınlar için akla gelebilecek kötülükler onların yedek işgücü ordusunu oluşturmaları, düşük ücret alıyor olmaları, fuhuş ve sefalet gibi hemen görünen olgular değildir sadece, kadınların her gün yaptıkları “zararsız ve masum” uğraşlar sermaye düzeninin kadınlar için sunduğu bütün öteki kötülüklerin yanı başında yer alır. Bunlar, yedek işgücü ordusunun yedekte beklerken neyle iştigal ettiğini, kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretimine nasıl katkıda bulunduğunu, yedekte beklemediği zamanlarda ise nasıl iki kat daha fazla sömürülmesine imkân yarattığını açıklar.
Meta üretimi sürecinde harcanan zorunlu emeğin iki unsuru vardır. Birincisi, işçinin kendisinin geçim araçlarını üretmek için harcadığı emek diğeri de ev kadınının evde harcadığı emektir. “Harcanan emek kapitalist üretimin dışındaki bir emektir ve zorunlu emeğin görünmeyen bileşenini oluşturur. Emek gücünün çoğalımı için her iki bileşen de zorunludur. Emek karşılığında alınan ücret, işçinin mal satın almasını sağlar, ama ek bir emek olan ev emeği bu malların tüketilmesinden önce yapılması gereken iştir. Ayrıca emek gücünün yeniden üretilmesinde, kuşaklarla çoğalma olgusu cindeki süreçler de ev emeğinin bir parçasıdır. O halde artık emek ve-zorunlu emeğin iki yönlü olduğu söylenebilir. Artık emekle zorunlu emeğin ayrımı ücret sistemi ile örtbas edilmiştir. Öte yandan zorunlu emeğin ikinci bileşeni olan ev emeği ücretli emekten ayrılır.” (Vogel sf; 152)
Biyolojik yeniden üretimde olduğu gibi, emek gücünün günlük ihtiyaçlarını sağlayarak fiziksel olarak yeniden üretiminden de kadın sorumludur. Kapitalizmin kadını ev işi yapar konumda bulundurmak istemesi kimseyi yadırgatmamalıdır; Bu faaliyet burjuva düzenin dayanak noktalarından biridir.
Sermayenin bir parçası olan ücretli işçinin bütün gün çalıştıktan sonra gelip evde ev işleri yapar konumda kalması tercih edilecek bir durum değildir. İşçi, ertesi gün işyerinde sağlıklı olarak bulunabilmek için gerekli dinlenme süresinde başka işler yaparak yorulmamalıdır. Böyle olduğu takdirde, iş gücünden burjuvazi için azami kar sağlanamaz. Çünkü ev işi, işçinin artı-değer üretimine katkısını azaltır. Dolayısıyla da sermaye birikimini olumsuz etkiler, onunla çelişir. İşçinin bütün enerjisi burjuva için yapılan üretime ait olmalıdır. İşçi iş saati sonunda eve gelip de ev işleri yapmak durumunda kalırsa ücretli emeğin enerjisini harcamış olacaktır. Eğer ev işleri önceden yapılmış olup da dinlenme zamanları için konforu sağlanmış olursa; hazır yemek bulup, iyi ısıtılmış bir eve gelirse ücretli emeğin kapasitesi de daha yüksek olacaktır. Erkek işçi bu konforun karşılığında ücretiyle karısının geçimini de sağlamakla yükümlü olacaktır.
Kadınların evde yaptıkları işler, sermaye birikimini dolaylı olarak etkiler. Dolaylılık, evde yapılan işlerin toplumsal üretimin dışında olmasından kaynaklanır. Kapitalizmin karakteristiği meta üretimi temeline dayanmasıdır. Ev emeği ise meta üretimi sisteminde görülen diğer emek türlerinden farklıdır. Evde harcanan emek için para alınmaz, evde üretilen ürünlerin değişim değeri de yoktur. Dolayısıyla evde harcanan emek meta üretmez. Ama emek gücünün ertesi gün yeniden pazarda yerini alabilmesi için yapılması gerekir.
Emek sermaye kutuplaşması, kutupların birbirleriyle varolma ilişkisine girdikleri bir kutuplaşmadır. Emek gücünün yeniden üretimi süreci sermaye birikiminin de koşuludur. Bu yüzden kadının sosyal üretimdeki emeği gibi kadıncıl işler arasında harcadığı emek de kapitalizmin destek direğidir.

EV EMEĞİNİN DİĞER SONUÇLARI
Emek gücünün yeniden üretimi işlevinin aile kurumu içinde görülüyor olması sermayenin bir başka açıdan, bir kez daha işine yarar. Her gün ayrı ayrı evlerde birbirinin aynı olan bitmez tükenmez yorucu ve barbar işlerin yapılıyor olması kadınları bu işleri kolaylaştırıcı olanaklar aramaya sevk eder. Bu yüzden de ev işlerini kolaylaştırıcı cihaz ve mekanik aletlerin iyi bir pazar olduğunun keşfedilmesiyle burjuvazi bu alana yatırım yapmaya yönelir.
Parasal karşılığı olan hiç bir değer üretmeyen ev işlerinin toplumsallaştırılması burjuvazi için pahalıya mal olan, elde ettiği artı-değer miktarından feragat etmesini gerektiren bir sosyal hizmet olacağından bu yol şimdiye kadar kapalı tutulmuştur. İhtiyaçların ev dışında topluca giderilebildiği kurumlar yine de vardır ama bu kurumlar özel ve kişiye ait işletmeler olup kar amacını güderler ve hizmetlerini para karşılığımda sunarlar. Üstelik yaygın da değildirler. Dolarıyla herkesin kolayca ulaşabileceği bir yakınlıkta değil de parası olanların yararlanabileceği uzaklıkta bulunurlar. Gereksinimlerin aile kurumunda karşılanması; yemeğin evde yapılıp yenmesi, çamaşırların evde yıkanması, çocukların evde bakılması ücretlinin bütçesine de uygundur. Ancak bu koşullarda emek gücünün günlük yeniden üretim maliyeti en düşük sınırda tutulabilir.
Kadınların iş yaşamına katılarak ev işlerinin onların biricik uğraşları olmaktan çıkması ama diğer yandan da bu işlerden hala sorumlu tutuluyor olmaları, ev işlerinin daha az zaman alan daha az emek harcanan etkinlik düzeyine getirilmesini zorunlu kılar. Bu evrede, birçok mekanik aygıt ve makine evlerde yerini almaya başlar.
Henüz yüzyılın başında, problem olan ev işleri bugün oldukça kolaylaşmıştır. O zamanlarda, kadınlar çamaşır yıkamak için önce kendi çabalarıyla evde sabun üretmek, bahçelerde ateş yakarak su ısıtmak ve tabi, suyu uzak bir yerlerden taşımak sonra da leğenin başına oturup iki büklüm iş görmek zorundaydılar. Bu kadınların çektiği sıkıntılar bugün bize ne kadar uzak gelir. Şimdi artık her orta sınıf ailenin evinde taksitli satışlardan edinilmiş, tek bir düğmeye dokununca bir dolu çamaşırı kendi kendine yıkayan çamaşır makinaları bulaşığın yağını pisini dert olmaktan çıkaran bulaşık makinaları, ve tozla savaşmak için elektrikli süpürgeler, aspiratörler var: Teknoloji kadınlar için her gün yeni doyum olanakları yaratarak gelişiyor.
Ev işleri makina sesleri eşliğinde daha kısa zamanda yapılır hale geliyor, kolaylaşıyor. Bundan en çok pratik çıkar sağlayan çalışan kadınlardır. Çünkü onlar, erkekler gibi yani kocalan gibi dışarıda günün büyük bir bölümünü çalışarak geçirseler de, akşam eve gelip ev işleriyle uğraşmak aile bireylerinin gereksinimlerini karşılamak zorundadırlar. Erkek eşlerin kadınlara yardım etmesi tamamen onların gönüllülüklerine bırakılmıştır. Üstelik evde “kadın işi” yapan erkek, kamuoyunun eleştirel yaklaşımını göze almaya incitici sözlere göğüs germeye hazır olmalıdır.
Ev cihaz ve makinalarının ev kadınlarına da, kendilerine başka uğraş alanları yaratabilmeleri bakımından zaman kazandıracağı sanılır. Gerçekte ise böyle olmaz. Çünkü işler bu aletlerle kolaylaşmış olsa da bütünüyle ortadan kalkmamıştır. Ayrıca kadına ilgisini yöneltmesi için sunulan seçenekler o kadar sınırlı ve yollar o kadar kapalıdır ki, kalan enerji yine ev içinde yapılan önemsiz küçük işlere dağıtılır. Kadıncıl işler bir türlü yakayı bırakmaz. Daha sık çamaşır yıkanıp daha çok ütü yapılır, daha çok dantelâ ve yün örülür. Koşullar uygunsa iki yerine üç çeşit yemek yapılıp, yeni edinilmiş tariflere göre pasta ve börek çeşitleri denenir. Ve elbette zaman yine de artıyordur, Bu yüzden de bir evden çıkılıp başka evlerde periyodik olarak düzenlenen kadın toplantılarına “günlere gidilir. Günler için çeşit çeşit ikramlar hazırlanır. Ertesi gün de yapılacak iş çıkmıştır: Konukların geride bıraktıkları pisliklerin temizlenmesi saatleri alır. Sonuçta ev işleri hiç bitmez ve elde ne kadar zaman varsa o zamana yayılır.
Elektrikli ev aletleri evlere girinceye dek kadın psikolojisi üzerinde bir dizi işlem yapılır. Kadınlar her yeni üretilen alet ya da eşyayla reklâmlar aracılığıyla tanıştırılır. Kadın psikolojisinin yeni malzeme ya da marka için hazırlanması işlevini gören reklâm kampanyalarında; ev kadınlığının kendisi çağdışı bir kurum haline gelmişken, kadınlar, “çağdaş ev kadını” olmaya özendirilir. Onlara, eve girecek olan her aletle yaşamlarına yeni bir mutluluk öğesi katılacağı, yuvanın ve kadının modern bir görünüm kazanacağı empoze edilir. Milyonlarca lira harcanarak hazırlanan reklâm kampanyalarında ev kadınlarının kendilerini özleştirmeleri salık verilen model kadınlar ya bir ev cihazını ya bir deterjanı ya bir margarini ya da bir başka türden eşyayı tanıtırlar^ Bu model kadınlar şık giysileri, bakımlı saçları ve makyajlı yüzleriyle bulaşık yıkarlar yeni marka bir fırında yemek pişirirler, yeni bir deterjanla lavabo ovarlar. Çağdaşlık bu markalara sahip olmanın yanı sıra, bütün bu pis işlerin altından bakımlı ve bozulmamış bir makyajla çıkabilmektedir. Öyle ya çağdaş bir ev kadını aile bireylerine daima güzel, sağlıklı ve bakımlı görünmelidir. Ev kadınları bunun öyle olmasının ne kadar zor olduğunu kendi yaşam biçimlerinden dolayı çok iyi bilmektedirler oysa. Kendi pratikleri model kadınlarınkine benzemez. Benzemezlik karşısında sistem onların kendi kadınlıklarını yaşayış biçimlerinden eziklik duymalarını bekler. Ezikliği, reklâmı yapılan isala alıcı olarak yönelmekle ödünlemek olanağı vardır ama.
Yeni bir aletle çağdaşlaşacağına inanan kadın, bu aleti edinir edinmez büyük bir güven duygusu kazanmalıdır. Çünkü ev işleri için sekiz yaşındaki bir çocuğun zekâ düzeyi yeterli olacağı halde bu işleri gerektiği gibi yapmamış olmak kuşkusu kadınların yakasını bir türlü bırakmaz. Örneğin küçük çocuğuyla yeterince ilgilenemediğini düşünür, onun için iyi bir anne olamadığına hayıflanır, içsel bir huzursuzluk duyar. Yeni bir alet ve makina ona çocuğuna ayırabileceği zamanı kazandıracaktır. Son zamanların gözde markasının reklâm programlarında küçük bir çocuğun sesinden sunulan “annem bana kalır, sevgiye zaman kalır” sloganının kullanılması rastlantı değildir. Üzerinde işlem yapılan kadın psikolojisi çok iyi yakalanmıştır ve bu reklâm aracılığıyla yeniden üretilmektedir.
Kadınlara küçük bir kız çocuğu oldukları zamandan başlayarak yetersiz ve yeteneksiz oldukları aşılanır. Kadının kendini ifade edebileceği tek alan ev ve ailedir. Yetenek ve yaratıcılık ise kendini ancak bu alanda tanımlayabilir ve bu sınıra sıkışır. Onlar kamusal yaşamdan özgüvenleri zedelenerek dışlanırken her kadının kendi kalesi demek olan evinde yapacağı küçük küçük keşifler, buluşlar dışa kanalize olamamış kadınca yaratıcılığın tezahürü olarak görülür ve yüklendirilir. Bu yaratıcılık dışarıda kullanılabilecek, geliştirilebilecek yeteneklerin yerine geçirilir. Piyasada satılan çeşit çeşit ev malzemesinin keşfedilmesi, özel bir tanesinin diğerlerinden ayırt edilişi kadınca iş bilirliğinin geliştiğinin göstergesi olmaktadır. Ve her bir firma kendi ürünü için bu anlayışı işleyerek tanıtım yapar.
Pis, barbar ve köreltici ev işlerine karşı kadınların sevgi duyması, iş yapmaya istekli olmaları gerekmektedir. Bu, aile düzeninin sürüp gitmesi, statükonun korunması için kaçınılmazdır. İdeolojik süreç burada ev işlerinden hoşlanmayan kadınların kadınlıklarını kuşku konusu yaparak işler. Her kadının doğuştan ve doğal olarak ev işlerinden haz aldığı öyle kesin bir doğruluk taşır ki, tersini düşünen kadınların kendileri bile o kötücül suçluluk duygusundan kendilerini kurtaramazlar. Kadınların ev işlerinden hoşlanır konumda tutulabilmeleri için onlara işin sunduğu eğlence olanakları tanıtılır. Ev işi özel uzmanların geliştirilebileceği zengin bir alan görünümüne girer. Kadın öteki kadınların bilmediği kendine ait özel yöntemler geliştirebilmelidir. Örneğin “çamaşır yıkarken, renkli çamaşırlar içiş, bile, biraz aklandırıcı çamaşır suyu kullanırım… böylece çamaşırlar daha temiz oluyor” (Kate Millet) gibi buluşları olabilmelidir.
Ev hayatının küçük ve önemsiz ayrıntıları bütün zamanını alır. Bütün dünya bu ıvır zıvır işlerle kaplanmış olduğuna göre sohbetlerin konusu da hiç bir zaman bunların dışına çıkamayacaktır. İş yaparken bulunan küçük sırlar “püf noktaları” kadın sohbetlerinde keyifle aktarılır.
Ev işlerinin her bir kadın için yeterince iyi yapılıp yapılamadığının ölçülmesi için özel bir kontrol mekanizması da gelişmiştir. Bu mekanizma dedikodudur. Her kadın komşusunun ve yakınlarının kontrolörlüğünü üstlenir ve kadın meclislerinde silinmeyen tozların, temizlenmeyen aynaların, kirli lavabo ve havluların konusunu eder, komşusunun balkonda asılı çamaşırlarına bakarak yeterli beyazlığı sağlamakta başarılı olup olmadığına dair not verir.
Kendisi de diğer kadınların gözlerini üzerinde hissettiğinden daima titiz ve dikkatlidir.

Eylül 1992

Leninizmin İlkeleri

Leninizm’in İlkeleri adıyla yayınlanan kitap Jozef V. Stalin’in 1924’de Leninizm’in İlkeleri başlığı altında verdiği bir dizi konferansın metinlerini ve 1926’daXeninizmin Sorunları adıyla yayınlanan yapıtını kapsıyor.
Stalin, Leninizm’i “genel olarak proleter devrimin teori ve taktiği, özel olarak proletarya diktatörlüğünün teori ve taktiği” olarak çok özlüce tanımlıyor. Bu özlü tanım, mevcut kapitalist-emperyalist sistem içinde bir devrimin hazırlanması ile iktidarın alınması, korunması, sağlamlaştırarak sosyalist kuruluşun gerçekleştirilmesi ve sosyalizmin kesin zaferine kadar olan süreç içindeki proletaryanın uzun maratonunun teori ve taktiğini içeriyor. Kitabın sistematiği bu sürece uygun biçimde, Leninizm’in İlkeleri ve Leninizm’in Sorunları büyük başlıklarıyla; birinci bölümde daha çok proletarya devriminin sorunlarını, ikinci bölümde ise daha çok iktidardaki proletaryanın sorunlarını inceliyor.
Kitabın Leninizm’in İlkeleri kısmında ele alınan konular Marksist-Leninist öğretinin, üzerine devrim ve sosyalizmin inşa edileceği yapının iskeletini oluşturuyor. Marksist öğretinin, emperyalizm çağının sorunlarını içererek geliştirilmesi de olan bu iskeletin öğretinin zengin hazinesi içinden Stalin tarafından öğretici ve duru bir üslupla ve devrimin neferleri için temel sağlayacak şekilde derlenip açıklandığı görülüyor. 1917’de emperyalist-kapitalist zincirin parçalandığı ve bugün yeniden dünyanın emperyalist ekonominin tam egemenliği altında olduğu çağımızda Leninizm’in İlkeleri, proletaryanın bu egemenliği kırarak, kendi egemenliğini kurması için gerekli ve geçerli teori ve taktiği daha ayrıntılı bir incelemesine esas olacak “temel hareket noktalanın” veriyor. Böylece bir özet olmasının yanında Rus Devrimi ve Sovyetler pratiğine yön vermiş ve aynı pratik tarafından doğrulanmış teori ve taktiğin pratik sonuçları ile bütünlüklü bir sunuşunu da kapsıyor. Bu bütünlük içinde iskeleti oluşturan Yöntem, Teori, Kendiliğindenlik Teorisinin eleştirisi, proleter devrim teorisi, proletarya diktatörlüğü, proletaryanın yedek gücü olan köylülük ve Köylü Sorunu; yine sömürge ve bağımlı ülkelerde ulusal sorun ve ezilen halkların kurtuluş hareketi ve proleter devrimi ilişkisi; Strateji ve Taktik ve Parti, Çalışma Tarzı konuları ele alınıyor.
Kitabın Leninizm’in Sorunları kısmında ise tanım, “Sürekli” Devrim Sorunu, ilk kısımda incelenmiş olan Proleter Devrimi ve Proletarya Diktatörlüğü sorunları derinlemesine inceleniyor. Proletarya Diktatörlüğünde Parti ve İşçi Sınıfı, Bir Tek Ülkede Sosyalizmin Zaferi Sorunu ve Sosyalist Kurtuluşun Zaferi için Savaşım konulan işleniyor. Bu sistematik içinde Leninizm’in, sınıf hareketinin akışı içinde onunla sıkı ilişkisi ve oportünizme karşı eleştiri süreci içinde, geliştiğini ve yönteminin netleştiğini öğreniyoruz.
Leninizm’in tarihsek kökleri, Marx ve Engels’in yaşadığı dönemde henüz emperyalist aşamasına varmamış kapitalizmin bu aşamasında devrim öncesi Rusya’nın emperyalizmin çelişkilerinin düğüm noktasını oluşturduğu koşullara dayanıyor, Proleter devrimi teorisinin kuruluşunu zorlayan bu olguların saptanması ve Marksist öğretinin ışığında analizi Leninizm’in tarihsel kökenlerini oluşturduğu gibi Marx-Engels ile Lenin arasında uzunca bir döneme damgasını vuran İkinci Enternasyonal partilerinin teorisi ve siyaseti ile genel olarak gözden geçirilmesini de zorunlu kılıyor. Bu süreç içinde “teorinin ve parti siyasetinin pratik içinde işe yarayıp yaramadığının, slogan ve kararlara göre değil partinin eyleminin dikkate alınarak sınanması, partinin devrimci tarzda yeniden örgütlenmesi ile kendi yanılgılarından aldığı derslere dayanarak eğitimi (özeleştiri)nin kitlelerin devrimci savaşıma hazırlanması nedeniyle” gerçekleştirilmesi olarak özetlenebilecek Leninist yöntem netleşiyor. Stalin bu sürece “Augias ahırlarının genel bir temizliğini yapmak” diyor ve bu onurun Leninizm’e düştüğünü belirtiyor.
Teorinin Leninizm’de pratik ile sıkı bir bağ içinde olması yöntem sorunun netleşmesi ile temel bir dayanak noktası oluşturuyor. Teori, Marksist-Leninist öğretide “sınıf hareketine güvenliği, yönünü belirleme gücünü verir ve olayların iç bağıntılarının anlaşılmasını sağlar.” Kendiliğinden eylemin yerine bilinç öğesi ile donanmış, tarihi dönüştürücü eylemdeki içeriği oluşturur. Bu içeriğin, Marksist-Leninist devrimci olması ile oportünist olması arasındaki ayrım, sınıf hareketinin yönünü ve niteliğini belirleyici bir etkendir. Teori, “sınıfların bugün hangi yönde ve nasıl hareket ettiklerini, bununla birlikte en yakın gelecekte hangi yönde ve nasıl hareket edecekleri pratiğinin anlaşılmasını” sağlar. Leninizm’de teorinin önemi, kendiliğinden hareketi yücelten ve dolayısıyla hareket içindeki bilinç öğesinin rolünü azaltan ve sınıf partisinin öncü rolünü yadsıyan oportünizmden farklı olarak, teori ve pratik arasındaki sıkı bağ ile sınıf bilinci ile donanmış proletarya partisinin öncü ve yönetici rolünde karakterize olur. Bu özellik, devrimi sosyalizmin kesin zaferine götürecek proletaryanın ancak teori ile donanmış öncü partisi aracılığıyla bunu başarabileceğinin tarihsel olarak tanıtlanmasından ortaya çıkar.
Proletarya Devrimi Teorisi sınıf hareketinin deneyimleri ile sınanmış evrensel tezlere dayanırken, öte yandan her türden oportünizme karşı eleştiri içinde biçimlendi. Bu teori, çağımızda kapitalizmin emperyalist niteliğe büründüğü, çelişkilerinin had safhaya vardığı, dünyanın bir avuç “uygar” egemen ulusça paylaşılması kavgasının arenasını oluşturan sömürge ve bağımlı ülke halklarının bağımsızlık mücadelesinin zorunlu olarak emperyalizme karşı olacağı; bu nedenle bağımsızlık mücadelelerinin emperyalizme karşı, kapitalizmi yıkma hedefine varması gerektiği; emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasının emperyalist savaşları kaçınılmaz kıldığı, bütün bu olguların kapitalist ülkelerin proletaryası ile sömürge ve bağımlı ülke halklarının ekonomik tek bir cephe olan emperyalizme karşı ittifak içinde bir dünya cephesi oluşturma olanaklarını iç (kapitalist ‘metropollerde’) ve dış (sömürge ve bağımlı ülkelerde) patlama ve ayaklanma öğelerini artırdığı tezlerine dayanmaktadır. Zorunlu olarak emperyalizme karşı yönelecek devrimin sonuna kadar ilerleyebilmesi için proletaryanın önderliğinde bir devrim olması zorunluluğu bu saptamalardan çıkan sonucu oluşturuyor. Rus Devrimi bunun gerçekleşmesiydi. Bugün de bu temel tezler bütün canlılığı ile geçerliliğini korurken, proleter devrim teorisinin evrensel niteliğini de tanıtlamaktadır.
Devrimin burjuvaziyi iktidardan alaşağı ettiğinde, gelişmesinin belirli bir aşamasında proletarya diktatörlüğü biçiminde özel bir organ yaratmasının zorunluluğu proleter devrim teorisinin temel tezlerinden biridir. Zira iktidarın alınması, burjuvazinin iktidardan uzaklaştırılması yetmez, iktidarın korunması ve sağlamlaştırılması gerekir. Bunu başarmak için burjuvazinin direncini kırmak, proletaryanın emekçileri çevresine toplaması, kuruluş çalışmasını örgütlendirmesi, dış düşmanlara ve emperyalizme karşı-devrim ordusunu yaratması için proletarya diktatörlüğü biçiminde özel bir organ yaratması gerekir. Çünkü bunlar, zaferin “ertesi günü” başarılması gereken işlerdir. Proletarya diktatörlüğü bu acil görevlerin dışında yani devrimin aleti olmasının dışında proletaryanın burjuvazi üzerinde egemenliği için de gereklidir. Çünkü burjuvazi iktidardan uzaklaştırılmış olsa da daha büyük bir hırsla kaybolan “cenneti” yeniden fethetmek için savaşacak ve arkasından küçük burjuvazinin büyük kitlesi, devrimin zorluklarından, yenilgilerinden, yarı-yenilgilerinden korkan, paniğe kapılan, duraksayan, sallanan kitlesi duracaktır.
Proletarya diktatörlüğü, eski düzenin koşullarında gelişmiş olup, sosyalizmin kuruluşunun ihtiyaçlarına cevap veremeyecek olan eski örgüt biçimlerinin yerine, proleter devlet iktidarının temeli olmaya yetenekli yeni örgüt biçimlerini, Sovyetleri kurmak durumundadır. Bütün ezilen ve sömürülen kitleleri kucaklayan, “bütün devlet biçimleri içinde kitlesel niteliği en belirgin olan” işçi ve köylü kitlelerinin savaşım ve faaliyetlerinde ittifakı ve işbirliğini sağlayan, “nüfusun çoğunluğunun azınlık üzerindeki egemenliği”, “iktidarı” olan Sovyetler, aynı zamanda bütün devlet örgütlerinin en enternasyonal olanıdır, iler türlü ulusal baskıyı yok ederek, ayrı ayrı uluslardan emekçileri tek bir devlet içinde toplama yeteneğinde olan bir iktidardır Sovyetler. Proletaryanın devlet biçimidir.
Proletarya diktatörlüğü, “mekanizması” bakımından onu oluşturan, günlük çalışmalarının yerine getirilmesini sağlayan, Sovyetlerle birlikte “hareket iletici kayışlar” işlevine sahip proleter kitle örgütleri ve yönetici güç olarak partiye dayanır. Hareket iletici kayışlar olarak tanımlanan kitle örgütleri, sendikalar, Sovyetler, kooperatifler, gençlik federasyonu şeklinde örgütlü tüm ezilen sınıflar, partinin, kitle örgütlerindeki seçkin proleterleri bağrında toplayan ve bunlar aracılığıyla kitlelerin gücünü, faaliyetini koordine eden yapısıyla, tek hedefe, sosyalist kuruluşun zaferine yönelirler. Eski düzende ezilen ve sömürülen tüm kitleler, örgütlü bir seferberlik içinde ve bunun mekanizmalarım sağlayan bir iktidar,içinde proletarya diktatörlüğünün parti yöneticiliğindeki yapısını oluştururlar. Kitabın Leninizmin Sorunları kısmında derinlemesine tartışılmış olan bu soruna Leninizmin. temel teorik tezlerinden olması nedeniyle kısaca değinmiş bulunuyoruz. Aslında Leninizmin İlkelerinde ele alınan konulardan hiçbiri diğerinden daha az önemde ve değerde değildir. Her biri bir bütünü, pröleteryanın bütün bir dünyasını kurma savaşımının aynı ölçüde ihmal edilemez, her biri bu bütünü olmazsa olmaz şekilde tamamlayan donanımlardan biridir. Bunlardan biri örneğin parti, yöntem, teori, strateji ve taktik vs. herşey mükemmel varsayılsa bile o olmaksızın devrimin sosyalizmi kurma ve kesin zafere varma yeteneği bulamayacağı bir zorunlu koşuludur. Tümü bir bütünü, emperyalist kapitalist sistemin tek alternatifi devrim ve sosyalizm mücadelesinin ve proletaryanın kurulacak egemenliğinin teori ve taktiğini oluşturur.
Yazının sonunu, devrim ve sosyalizm mücadelesinin başarısının önkoşulu olan komünist çalışma tarzı hakkında Leninizm’in İlkeleri’nde ele alınan bölümden geniş bir özete ayırıyoruz. Çalışma Tarzı konusunda Stalin, “… Leninizm’in pratiğinin belirli bir kendine özgü niteliğinden, Leninist militanın özel tipini yaratan şeyden söz etmek istiyorum. Leninizm, partide ve devlet aygıtında da özel tipte “militan yetiştiren, çalışmada özel bir tarzı, Leninist tarzı yaratan teorik ve pratik bir okuldur” der. Bu tarzın özelliklerini, Rus devrimci atılımı ve Amerikan pratiği anlayışının parti ve devlet çalışmalarında birleştirilmesi olarak tanımlar. “Rus devrimci atılımı eylemsizliğe, yerleşmiş verimsiz alışkanlıklara, tutuculuğa, zihin durgunluğuna, eski geleneklere kölece bağlılığa panzehirdir. Rus devrimci atılımı öyle canlandırıcı bir güçtür ki; zihin açar, ileriye doğru iter, eskiyi parçalar, perspektifler açar. Ama pratikte Amerikan pratiği anlayışıyla birleşmezse, bu atılımın boş, ‘devrimci’ Manilovizm’e dönüşmesi çok olasıdır” der. Lenin’in, kökeni, her şeyi yoluna koyabilen, değiştirebilen kararnamelerin kerametine körü körüne inanma olan bu ‘devrimci’ işgüzarlık hastalığını “komünist böbürlenmesi” diye nitelediğini ve “…henüz kovulmadığı komünist partisinin üyesi olan ve komünist kararnamelerle bütün ödevlerini yerine getireceğini hayal eden adamın gerçeğidir” dediğini aktarır. Amerikan pratiği anlayışının ise bu işgüzarlığa panzehir olduğunu belirterek “…engelleri tanımayan, her cins ve her türlü engeli verimli çalışmayla deviren, önemsiz de olsa başladığı işi kesinlikle bitiren ve ciddi bir kuruluş çalışmasında kesenkes edinilmesi zorunlu olan yılmaz bir güçtür” der. Ama Amerikan pratiği anlayışının Rus devrimci atılımı ile birleşmezse yozlaşıp, dar ve ilkesiz işgüzarlık derekesine düşeceğini belirtir. Stalin, çalışmada Leninizm’in özünün, Leninist militan tipinin, Leninist tarzın bu iki özelliğin birleşmesi ile ortaya çıkacağını ifade ediyor. Lenin’in Menşevik muhalifi Dan’ın Lenin hakkında söyledikleri, Leninist militan tipinin Lenin’in kişiliğinden öğretisine yansıdığını düşündürüyor: “Her günün tüm yirmi dört saati boyunca devrimle uğraşan, düşünen ya da sadece devrim hayal eden başka hiç kimse yoktur. Böyle bir adamla ne yapabilirsiniz?” (*) Şöyle söylemek gerekiyor: Böyle bir adamla Rus halkı devrim yaptı. Ama sadece böyle ‘bir adamla’ değil, onun yolunu izleyenlerle birlikte
Leninizm’in İlkeleri, J. V. Stalin, Sol Yayınları, Çeviren: Muzaffer Erdost
(*) Aktaran Christopher Hill, Lenin ve Rus Devrimi, Evrensel Basım Yayın

Eylül 1992

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑