Ekim Devrimi’nin Yarattığı Yeni Dünya

Büyük Ekim Sosyalist Devrimi’nin üzerinden, 75 yıl geçmiş bulunuyor. Ekim Devrimi’nin son kalıntılarının da tümüyle temizlendiğine inanan burjuvazi, bugün tüm dünyaya, “Yeni Dünya Düzeni” olarak adlandırılan bir sistemi kabul ettirmek için çaba göstermektedir. Çürümüş burjuva dünyasına ait tüm eski değerler, emperyalist ve yeni-sömürgeci politikanın bileşenleri olan, savaş, hegemonyacılık ve tekellerin hâkimiyeti, herkes için karşıtı bulunmayan tek yaşama biçimi olarak sunulmaktadır. İnsanlığın, bugün yaşanılan çirkeften başka bir seçeneğin mümkün olmadığına inanması ve geleceğe yönelik tüm umutlarını yitirmesi, “Yeni Dünya Düzeni” propagandacılarının başlıca hedefini oluşturuyor. “Yeni Dünya Düzeni”nin pekiştirmek ve sonsuza dek kalıcı olduğuna inandırmak istediği, sömürü, işsizlik, yoksulluk, ahlaki çöküntü, kültürsüzlük gibi bütün özelliklerinin, gerçekte binlerce yıllık sınıflı toplumun temel ve en eski özellikleri olduğunu görenler için, “Yeni Dünya Düzeni”, en eski dünya düzeni anlamına geliyor.
Proletaryanın Büyük Sosyalist Ekim Devrimi de, dünyaya yeni bir düzen sunmuştu. 75 yıl önce Sosyalist Devrim, bugün yeni diye dayatılan her şeyin, çürümüş burjuva dünyasına ait olduğunu açıkça ilan etmiş ve bunun tümüyle ortadan kaldırılarak, işçiler ve emekçiler tarafından, işçilerin ve emekçilerin çıkarları doğrultusunda, dolayısıyla bütün insanlığın çıkarlarına uygun, sömürüşüz, savaşsız, sınıf ayrıcalıklarından temizlenmiş, gerçekten yeni bir dünyanın kurulmasının mümkün olduğunu göstermişti. Ekim Devrimi, bütün insanlığa, eski ile yeni arasında gerçeğe uygun bir ayrım yapabilme fırsatını vermiş ve başta tüm dünya proleterleri olmak üzere, bütün insanlığa, sosyalist bir dünya düzeni kurma çağrısı yapmıştı.
Sosyalist Devrim, hangi güçler tarafından nasıl başarılmıştı? Rusya işçi ve emekçilerine ne getirmişti? Ekim Devrimi’yle kurulan yeni dünyanın özellikleri nelerdi?
Bu soruların cevabını, devrimin iki büyük önderinin, Lenin ve Stalin’in kaleminden sunuyoruz. Emperyalist kapitalizmin “Yeni Dünya Düzeni” ile işçi sınıfının ve emekçilerin “Yeni Dünya Düzeni” arasındaki farklılıkları görebilmek için…
Lenin’in makalesi, Ekim Devrimi’nin dünya ölçeğinde yarattığı etkiyi, özel olarak dünya proletaryasının devrimci hareketi ile emperyalist burjuvazinin saldırıları arasındaki ilişki üzerinden değerlendiriyor. Emperyalist burjuvazinin “demokrasi” kavramı etrafında yürüttüğü demagojik propagandanın karşısına, proletarya diktatörlüğünün, ya da Sovyet demokrasisinin temel özellikleriyle, bunun Rusya işçi ve emekçilerine verdiği olanakları anlatarak çıkıyor. Aynı zamanda, Sovyet demokrasisinin, bütün dünya işçileri arasında yarattığı etkileri özetliyor, dünya üzerinde, çalışanların kendi elleriyle kuracakları yeni düzenin temel unsurunun devrimci işçi ve halk hareketi içinde nasıl doğup yayıldığını göstererek, sosyalist yeni dünya düzeninin “burjuva demokrasisi” karşısında, bir bütün olarak burjuvazinin eski dünyası karşısında nasıl bir yer tuttuğunu gösteriyor. Lenin’in makalesinde, aynı zamanda, burjuvazinin suç ortağı olan Avrupalı sosyal-demokratların, proletarya diktatörlüğünü ya da Sovyet demokrasisini yolundan saptırmaya, içini boşaltmaya yönelik çabaları anlatılıyor. Diktatörlük ve demokrasi kavramlarının sınıflar mücadelesi içinde kazandıkları yeni anlamlara dikkat çekiliyor. Lenin, aynı zamanda, “özgürlük” kavramını da sınıf mücadelesi perspektifi içinde tartışarak, proletarya diktatörlüğünün, özgürlüğü kimler için ve kime karşı, ne şekilde gerçekleştirdiğini açıklıyor.
Stalin’in makalesi ise, özel olarak Ekim Devrimi’nin ezilen ulusların kurtuluş hareketi üzerindeki etkisini anlatıyor. Emperyalizmin, Ekim Devrimi’ne karşı, Lenin’in makalesinde özetlenen türden saldırılarının bir başka boyutuna, “boyunduruk altındaki emekçi halkların” kurtuluş savaşlarına katkısı dolayısıyla doğan saldırılarına açıklık getiriyor.
Her iki makale, Ekim Devrimi’nin, dünya işçi sınıfına ve ezilen halklarına verdiği devrimci ilhamı ve emperyalist burjuvaziyi içine sürüklediği ölümcül korkuyu özetlerken, aynı zamanda, eski burjuva dünyasına karşı, yeni proleter dünyasının başlıca niteliklerinin temel çizgilerini de gösteriyor.

ÜÇÜNCÜ ENTERNASYONAL VE TARİHTEKİ YERİ
V. İ. LENİN
İtilaf ülkelerinin emperyalistleri, Sovyet Cumhuriyetini, bir salgın merkezi olarak, kapitalist dünya ile ilişkisini koparma gayretiyle abluka altına alıyorlar. “Demokratik” kurumlarıyla böbürlenen bu insanlar, Sovyet Cumhuriyeti’ne olan nefretleriyle öylesine körleşmişlerdir ki, kendilerini ne gülünç duruma düşürdüklerini görmüyorlar. Düşünün bir, dişinden tırnağına dek silahlanmış ve bütün dünya üzerinde bölünmemiş askeri bir egemenlik kuran gelişmiş, en uygar, en “demokrat” ülkeler, harap olmuş, aç, geri ve hatta kendi deyimleriyle, yarı-yabanıl bir ülkeden gelen ideolojik enfeksiyondan ölümcül bir korkuya kapılıyorlar.
Tek başına bu çelişki, bütün ülkelerin çalışan yığınlarının gözlerini açıyor ve emperyalist Clemenceau, Lloyd George, Wilson’un ve bunların hükümetlerinin ikiyüzlülüklerinin gözler önüne serilmesine yardımcı oluyor.
Ne var ki biz, yalnızca kapitalistlerin Sovyetlerden körce nefretlerinden değil, aynı zamanda, birbirlerinin tekerlerine çomak sokmaya varan kendi aralarındaki çekişmelerinden de yardım görüyoruz. Gerçek bir sessizlik tertibi içine girmişlerdir, Çünkü genel olarak Sovyet Cumhuriyeti’ne ilişkin gerçek bilgilerin ve özel olarak da resmi belgelerin yayılmasından umutsuz bir korku duymaktalar. Gene de Fransız burjuvazisinin başta gelen organı Le Temps, Moskova’da Üçüncü Komünist Enternasyonalin kuruluşu konusunda bir haber yayınladı.
Bundan ötürü, Fransız burjuvazisinin başta gelen organına, Fransız şovenizminin ve emperyalizminin bu önderine en saygılı teşekkürlerimizi bildiririz. Bize sağlamakta olduğu etkili ve becerikli yardımını takdirle karşıladığımızın bir belirtisi olarak, Le Temps’a aydınlatıcı bir uyarı göndermeye hazırlanıyoruz.
Bizim radyo mesajlarımıza dayanarak Le Temps’in haberini derleyiş tarzı, para babalarının bu organını harekete geçiren nedeni açık ve tam bir biçimde açığa çıkarıyor. Wilson’u, “görüşmeye girdiğin insanlara bir bak” dermişçesine, dürtmek istemiştir. Para babalarının emirlerini yazıya geçiren bu alıklar, Wilson’u Bolşevik gulyabanisiyle korkutma girişimlerinin, çalışan halk üzerinde Bolşeviklerin reklâmı haline geldiğini görmüyorlar. Fransız milyonerlerinin organına bir kez daha en saygılı teşekkürler!
Üçüncü Enternasyonal, itilâf emperyalistlerinin ya da Almanya’da Scheidemann’lar, Avusturya’da Renner’ler gibi kapitalist uşaklarının küçük ve sefil oyunlarıyla, bu Enternasyonal’in haberlerini ve dünya işçi sınıfı arasında yayılmakta olan ilgiyi önleyecek engellerin elvermediği koşullardaki bir dünyada kurulmuştur. Bu koşullar, çok hızlı olarak her yerde açık bir biçimde gelişmekte olan proletarya devriminin büyümesiyle ortaya çıkmıştır. Bu koşullar, gerçekten de uluslararası bir güce erişmiş olan çalışan halk arasındaki Sovyet hareketi ile ortaya çıkmıştır.
Birinci Enternasyonal (1864-72), işçilerin sermayeye karşı, devrimci saldırılarını hazırlamak için, bunların uluslararası bir örgütünün temelini atmıştır. İkinci Enternasyonal (1889-1914), büyümesi, devrimci düzeyindeki geçici bir düşme sonunda, bu Enternasyonal’in utanç verici bir biçimde dağılmasına yol açan oportünizmin geçici bir kuvvet kazanması pahasına genişliğine bir gelişme gösteren proleter hareketin uluslararası bir örgütü idi.
Üçüncü Enternasyonal, fiili olarak 1918’de, oportünizme ve sosyal-şovenizme karşı yıllar boyu, özellikle de savaş sırasında verilen mücadelenin bir dizi ülkede komünist partilerinin oluşmasına yol açtığı bir zamanda ortaya çıktı. Resmi olarak Üçüncü Enternasyonal, 1919 Mart’ında Moskova’daki Birinci Kongresi’nde kurulmuştur. Ve bu enternasyonalin en belirleyici özelliği, Marksizm’in emrettiği şeylerin yerine getirilmesi, yerleştirilmesi ve sosyalizmin işçi sınıfı hareketinin yıllar boyu süren ülkülerinin gerçekleştirilmesi tarihi görevi -işte bu görev, Üçüncü Enternasyonal’in bu en belirleyici özelliği, yeni, üçüncü “Uluslararası İşçi Birliği”nin, bir ölçüde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerinin bir birliğine dönüşmeye başlamış olması olgusu içinde kendini hemen ortaya koymuştur.
Üçüncü Enternasyonal, sosyalizm için proleter mücadelenin, uluslararası mücadelenin temelini attı.
İkinci Enternasyonal, hareketin bir dizi ülkede, geniş yığınsal yaygınlaşmasının tabanının hazırlandığı bir dönemi belirlemiştir.
Üçüncü Enternasyonal, İkinci Enternasyonal’in, oportünist, sosyal-şoven, küçük-burjuva pisliklerini yakarak, onun çalışmalarının meyvelerini topladı ve proletaryanın diktatörlüğünü gerçekleştirmeye başladı.
Dünyanın en devrimci hareketine, sermayenin boyunduruğunu atma yolundaki proletarya hareketine önderlik etmekte olan partilerin uluslararası ittifakı, proletaryanın diktatörlüğünü gerçekleştirmekte olan ve uluslararası boyutları da kapitalizm üzerindeki zaferinin somutlaşması olan çeşitli Sovyet Cumhuriyetleri biçiminde, şimdi benzeri görülmedik sağlamlıkta bir temel üzerinde oturmaktadır.
Üçüncü Komünist Enternasyonal’in çağ açan önemi, Marx’ın baş sloganını, sosyalizm ve işçi sınıfı hareketinin yüz yıllar süren gelişmesini özetleyen sloganı, proletaryanın diktatörlüğü kavramı içinde ifade edilen sloganı gerçekleştirmeye başlamasında yatar.
Bu önsezi ve bu teori, -bir dâhinin önsezisi ve teorisi- bir gerçeklik haline geliyor.
Bu Latince sözcükler, şimdi çağdaş Avrupa’nın bütün halklarının dillerine, -dahası, dünyanın bütün dillerine- çevrilmektedir.
Dünya tarihinde yeni bir dönem başlamıştır.
Kendisini kölelikten kurtaran insanlık, ilk kez gerçek özgürlüğe doğru ilerliyor.
Nasıl oluyor da, Avrupa’nın en geri ülkelerinden biri, proletarya diktatörlüğünün kurulmasında ve Sovyet Cumhuriyeti’nin örgütlenmesinde ilk ülke oluyor? Rusya’nın geriliği ile burjuva demokrasisinden atlayarak, demokrasinin en yüksek biçimine, Sovyet’e, ya da proleter demokrasisine yapmış olduğu “sıçrama” arasında çelişki olduğunu söylersek pek yanılmış olmayacağız. Batıdaki halkın Sovyetlerin rolünü kavramada karşılaştıkları zorluğun ya da kavramada gösterdikleri yavaşlığın nedenlerinden biri, (sosyalist önderlerinin çoğunluğunun sırtına yüklenen oportünistçe alışkanlıkların ve dar kafalı önyargıların safrasından ayrı olarak), bu çelişki olmuştur.
Bütün dünyanın çalışan halkları, proleter mücadelesinin bir aracı olarak ve proleter devletin bir biçimi olarak, Sovyetlerin önemini içgüdüsel olarak kavradılar. Ama oportünizmle çürümüş “önderler”, hâlâ, genel olarak “demokrasi” diye adlandırdıkları burjuva demokrasisine tapmayı sürdürüyorlar.
Proletarya diktatörlüğünün kurulmasının, esas olarak, Rusya’nın geriliği ile onun burjuva demokrasisinin üzerinden “sıçraması” arasındaki “çelişki”yi doğurmuş olması şaşırtıcı değil midir? Tarih bize, bir dizi çelişkisi olmayan yeni bir demokrasi biçimi sağlamış olsaydı, bu şaşırtıcı olurdu.
Modern bilime ilişkin genel bir bilgisi olan herhangi bir Marksist’e ya da herhangi bir kişiye, gerçekten de, değişik kapitalist ülkelerin proletarya diktatörlüğüne geçişinin, aynı yolda ya da ona uyumlu bir simetri içinde olup olmayacağı sorulsaydı, hiç kuşkusuz yanıtı olumsuz olacaktı. Kapitalist dünyada uyumlu, ya da simetrik bir gelişme hiçbir zaman olmamıştır, olamazdı da. Her ülke, kapitalizmin ve işçi sınıfı hareketinin önce bir sonra da bir başka yönünü ya da özelliğini ya da özellikler grubunu daha güçlü olarak geliştirmiştir. Gelişme süreci eşit olmayan bir yolda oluştu.
Fransa, büyük devrimini gerçekleştirdiği ve bütün Avrupa kıtasını tarihsel olarak yeni bir yaşama gözlerini açmaya zorladığı zaman, İngiltere, aynı zamanda Fransa’dan kapitalist yönde daha çok geliştiği halde, karşı-devrimci koalisyonun başında bulunuyordu. Ne var ki, bu dönemin, İngiliz işçi sınıfı hareketi, geleceğin Marksizm’inin içerdiği şeylerin çoğunu, daha o zamanlar parlak bir biçimde yaşamıştı.
İngiltere, dünyaya, Chartizmi, ilk geniş, gerçekten de yığınsal ve siyasal yönden örgütlenmiş proletarya devrimci hareketini verdiği zaman, pek çoğu zayıf olan burjuva devrimleri Avrupa kıtasında görülüyordu ve Fransa’da proletarya ile burjuvazi arasında ilk büyük savaş patlamıştı. Burjuvazi, proletaryanın çeşitli ulusal gruplarını farklı ülkelerde farklı yollardan birer birer yendi.
İngiltere, Engels’in dediği gibi, burjuvazinin bir burjuva aristokrasisi yanında, proletaryanın gerçek bir burjuva üst tabakasını da yarattığı bir ülke modeli idi. Bir kaç on yıldan beri, bu gelişmiş kapitalist ülke, proletaryanın devrimci mücadelesinde geri kalmıştı. Fransa, dünya tarihi gelişmesine son derece önemli katkıları olan, burjuvaziye karşı 1848 ve 1871’de işçi sınıfının iki kahramanca başkaldırmasında proletaryanın kuvvetini tüketmiş görünüyordu. O zaman işçi sınıfı hareketinin enternasyonalinde önderlik, Almanya’ya geçti; bu, Almanya’nın iktisadi yönden İngiltere ve Fransa’nın gerisinde kaldığı 19. yüzyılın yetmişlerinde oldu. Ama Almanya, bu iki ülkeyi ekonomik yönden geride bırakınca, yani 20. yüzyılın ikinci on yılına doğru, Almanya’nın Marksist işçi partisi, bütün dünya için bir örnek olan bu parti, bir avuç alçağın alçağını -Scheidemann ve Noske’den, David ve Leigen’e kadar- en kirli edepsizleri, kendilerini kapitalistlere satan, monarşinin ve karşı-devrimci burjuvazinin hizmetinde bulunan iğrenç cellâtları başında buldu.
Dünya tarihi, yolundan sapmadan proletarya diktatörlüğüne doğru gidiyor, ama bunu pürüzsüz, yalın ve dosdoğru olmayan bir yolda yapıyor.
Karl Kautsky’nin hâlâ bir Marksist olduğu ve Sovyet ya da proleter demokrasisini-ne karşı burjuva demokrasisini desteklemeye başlamasıyla Marksizm’in döneği olmadığı zamanlar, “Slavlar ve Devrim” başlığını taşıyan bir makale -bu, yüzyılın dönümünde oluyordu- yazdı. Bu makalede, dünya devrimci hareketindeki önderliğin Slavlara geçme olasılığını gösteren tarihsel koşulları çizmişti.
Ve öyle oldu. Devrimci proleter enternasyonalinde, önderlik, bir süre için -hiç söylemeye gerek yok ki, kısa bir süre için- Ruslara geçmiş bulunmaktadır, tıpkı, 19. yüzyılın çeşitli dönemlerinde, önce İngilizlerin, sonra Fransızların, sonra da Almanların eline geçmesi gibi.
Büyük proleter devrimine başlamanın Ruslar için gelişmiş ülkelerden daha kolay olduğunu, ama onu sürdürmelerinin ve sosyalist toplumun eksiksiz örgütlenmesi anlamında, devrimi nihaî zaferine götürmelerinin daha zor olacağını bir kaç kez söyleme fırsatını bulmuştum.
Başlamak, bizim için daha kolaydı, birincisi, çünkü -20. yüzyıl Avrupa’sı için- çar monarşisinin eşi görülmedik siyasal geriliği, yığınların devrimci hücumlarına eşi görülmedik bir güç vermiştir. İkincisi, Rusya’nın geriliği, proletaryanın, burjuvaziye karşı devrimini, toprak beylerine karşı köylü devrimi ile kendine özgü bir yolla birleştirmiştir. Ekim 1917’de hareket noktamız budur ve eğer oradan başlamamış olsaydık, zaferi böyle kolay gerçekleştiremezdik. Daha 1856’da Marx, Prusya ile ilgili olarak proleter devrimi ile köylü savaşının özel bir bileşimi olasılığından söz etmişti. 1905’in başından itibaren Bolşevikler, proletaryanın ve köylülüğün devrimci-demokratik diktatörlüğü düşüncesini savunmuşlardır. Üçüncüsü, 1905 devriminin işçi ve köylü yığınlarının siyasal eğitimine çok büyük katkıları olmuştur, çünkü bu devrim, yığınların öncüsünü Batı’daki sosyalizmin “son sözü” ile ve gene çünkü yığınların devrimci eylemi ile tanışık hale getirmiştir. 1905’te yaptığımız gibi böyle bir “kostümlü prova” olmaksızın 1917 devrimleri -hem Şubat burjuva devrimi, hem de Ekim proleter devrimi- olanaksız olacaktı. Dördüncüsü, Rusya’nın coğrafi koşulları, onu öteki ülkelerden daha uzun süre kapitalistlerin, gelişmiş ülkelerin üstün askeri gücüne karşı direnme olanağı sağladı. Beşincisi, proletaryanın köylülüğe karşı özgül tutumu, burjuva devriminden sosyalist devrime geçişi kolaylaştırmıştı. Altıncısı, grev eylemlerindeki uzun süreli eğitim ve Avrupa’nın yığınsal işçi sınıfı hareketinin deneyimleri, Sovyetler gibi proletaryanın devrimci örgütünün böyle biricik bir biçiminin -derin ve hızla yaklaşan devrimci durumdan- çıkmasını kolaylaştırmıştır.
Bu sıralama, kuşkusuz tam değildir, ama şimdilik yeterli olacaktır.
Sovyet ya da proleter demokrasisi, Rusya’da doğdu. Paris Komünü ardından, ikinci bir çağ açan adım atıldı. Proleter ve köylü Sovyetçi cumhuriyeti, dünyada ilk kalıcı sosyalist cumhuriyet olduğunu kanıtladı. Yeni bir devlet biçimi olarak yok olması olanaksızdır. Bu devlet, bundan böyle tek başına olmayacaktır.
Sosyalizmin kurulması işinin sürdürülmesi ve tamamlanması için, daha çok, pek çok şey gereklidir. Daha gelişmiş ülkeler içerisinde, proletaryanın daha çok ağırlık ve etkinlik kazandığı Sovyet Cumhuriyetleri, bir kez proletarya diktatörlüğü yolunu tutunca, Rusya’nın ötekileri geride bırakması her türlü şansa sahiptir.
İkinci Enternasyonal’in iflası, şimdi ölmekte ve canlı canlı çürümektedir. Aslında, dünya burjuvazisine uşaklık rolünü oynamaktadır. Gerçek anlamda sarı enternasyonaldir. Önde gelen, Kautsky gibi ideolojik liderleri, burjuva demokrasisini yüceltmekte ve genel “demokrasi” olarak, ya da -daha da aptalcası ve daha da toycası- “saf demokrasi” olarak adlandırmaktadırlar.
Burjuva demokrasisi, gününü doldurmuştur, tıpkı İkinci Enternasyonal’in, hareketin görevi işçi yığınlarını, burjuva demokrasisi çerçevesinde eğitmek olduğu zamanlarda tarihsel olarak gerekli ve yararlı işler yapmış olduğu halde gününü doldurmuş olması gibi.
Ne denli demokratik olursa olsun, hiçbir burjuva cumhuriyeti, çalışan halkın sermaye tarafından baskı altına alınmasının bir aracı, burjuvazinin diktatörlüğünün, sermayenin siyasal yönetiminin bir aracı olma işlevini yapan bir makineden başka bir şey olmamıştır ve olamaz da. Demokratik burjuva cumhuriyeti, çoğunluk yönetimini vaat etmiş ve bunu ilan etmişti, ama toprağın ve öteki üretim araçlarının özel mülkiyeti var olduğu sürece bunu hiçbir zaman gerçekleştiremedi.
Burjuva demokratik cumhuriyetinde “özgürlük”, aslında zengin olan için özgürlüktü. Proleterler ve çalışan köylüler, bundan kendi güçlerini sermayeyi alaşağı etmek, burjuva demokrasisinin üstesinden gelmek amacıyla yararlanabilirdi ve yararlanmalıydı da, ama gerçekte çalışan yığınlar, genel bir kural olarak, kapitalizm koşullarındaki demokrasiden yararlanamamışlardı.
Sovyet ya da proleter demokrasisi, dünyada ilk kez, yığınlar için, çalışan halk için, fabrika işçileri ve küçük köylüler için demokrasiyi yaratmıştır.
Dünya, nüfusunun çoğunluğu tarafından kullanılan siyasal iktidarı, bu çoğunluk tarafından fiilen kullanılan iktidarı, Sovyet yönetimindeki benzer bir biçimde bugüne kadar henüz görmemiştir.
Bu demokrasi, sömürücülerin ve onların suç ortaklarının, “özgürlüğünü” baskı altına alır; sömürme “özgürlüğünden”, açlık üzerine kurulan “özgürlükten”, sermayenin egemenliğini yeniden kurma mücadelesi “özgürlüğünden”, kendi ülkelerinin işçileri ve köylülerine karşı yabancı burjuvazi ile anlaşmaya girme “özgürlüğünden” bunları yoksun bırakır.
Bırakın Kautsky, böyle bir özgürlüğü savunsun. Ancak Marksizm’in döneği, sosyalizmin döneği bunu yapabilir.
İkinci Enternasyonal’in, Hilferding ve Kautsky gibi ideolojik önderlerinin iflası, bunların Sovyet ya da proleter demokrasisinin önemini, onun Paris Komünü ile olan bağıntısını, tarihteki yerini, proletaryanın bir diktatörlük biçimi olarak onun gerekliliğini kavramadaki son derece yeteneksizliklerini hiçbir şeyde böylesine çarpıcı bir biçimde ifade etmemiştir.
Die Freiheit gazetesi, “Bağımsız” (namı diğer orta sınıf, dar kafalı, küçük-burjuva) Alman Sosyal-Demokrat Partisi organı, 17 Şubat 1915 tarihli 74. sayısında, “Almanya Devrimci Proletaryasına” bir bildiri yayınladı.
Bu bildiri, parti yöneticileri ve partinin bizim Kurucu Meclis’in Alman çeşitlemesi olan bütün Ulusal Meclis üyeleri tarafından imzalanmıştır.
Burjuvazinin diktatörlüğü ile, proletaryanın diktatörlüğünü uzlaştırmak, birleştirmek! Ne de kolay! Ne de parlak bir dar kafalı fikir!
Üzülecek tek şey, bunun Kerensky zamanında birleşmiş Menşeviklerle, sosyalist-devrimciler, şu kendilerini sosyalist sanan küçük-burjuva demokratları tarafından Rusya’da denenmiş olmasıdır.
Marx’ı okuyan ve kapitalist toplumda, her ağır durumda, her ciddi sınıf çatışmasında, seçeneğin ya burjuvazinin diktatörlüğü ya da proletaryanın diktatörlüğü olduğunu anlamayan her insan, Marx’ın iktisadi ve siyasi öğretilerinden hiçbir şey anlamamıştır.
Ama Hilferding’in, Kautsky’nin ve ortaklarının, burjuvazinin diktatörlüğü ile, proletaryanın diktatörlüğünü barışçıl yoldan birleştirme yolundaki parlak dar kafalı düşünceleri, eğer bu pek ilginç ve pek komik 11 Şubat bildirisinin içine yerleştiren iktisadi ve siyasal zırvaları kapsamlı olarak ele almak gerekirse, özel bir inceleme ister. Bunun bir başka makale için bir başka zamana bırakılması gerekecektir.
Moskova, 15 Nisan 1919
(Bu Makale, Vahap Erdoğdu’nun çevirisiyle Sol Yayınları tarafından yayınlanan “Marx, Engels, Marksizm” adlı derlemeden alınmıştır. Mayıs 1990, İkinci baskı; S. 275-284.)

EKİM DEVRİMİ VE ULUSAL SORUN”
J. V. Stalin

Şubat Devrimi, içinde uzlaşmaz iç çelişkiler taşıyordu. Devrim, işçilerin ve köylülerin (askerlerin) çabalarıyla gerçekleştirilmişti, fakat devrimin sonucunda iktidar, işçilerin ve köylülerin eline değil, burjuvazinin eline geçmişti. İşçiler ve köylüler, savaşa son vermek, barışı kurmak için devrim yapmışlardı, oysa dümen başına gelen burjuvazi, kitlelerin devrimci heyecanından, savaşı sürdürmek için, barışa karşı kullanmak için yararlanmak hedefini güdüyordu. Ülkedeki ekonomik sarsıntı ve beslenme krizi, sermayelerin ve sanayi işletmelerinin işçilerin yararına mülksüzleştirilmesini, çiftlik topraklarına köylülerin yararına el konulmasını gerektiriyordu. Milyukov-Kerenskiy burjuva hükümeti ise, Çiftlik sahiplerinin ve kapitalistlerin çıkarlarını koruyor, bunları işçilerin, köylülerin saldırılarına karşı kesin bir biçimde savunuyordu. Bu, işçiler ve köylüler tarafından sömürücüler yararına yapılmış bir burjuva devrimiydi.
Bu arada ülke, emperyalist savaşın, ekonomik yıkımın ve yiyecek kıtlığının altında ezilmeye devam ediyordu. Cephe çöküyor ve dağılıyordu. Fabrikalar ve işletmeler durmuştu. Ülkede açlık büyüyordu. İç çelişkileri ile Şubat Devrimi, “ülkenin kurtarılması”nda aczini açıkça ortaya sermişti. Milyukov-Kerenskiy hükümeti, devrimin temel sorunlarını çözmedeki yeteneksizliğini göstermişti.
Ülkeyi emperyalist savaş ve ekonomik çöküntü çıkmazından çıkarmak için yeni, sosyalist bir devrim zorunluydu.
Bu devrim, Ekim Devrimi’nin sonucu olarak geldi.
Ekim Devrimi, çiftlik sahiplerinin ve burjuvazinin iktidarını devirip onun yerine İşçi-Köylü hükümetini kurarak, Şubat Devrimi’nin çelişkilerini bir darbede çözdü. Büyük toprak sahiplerinin ve kulakların mutlak egemenliğinin kaldırılması ve toprakların kır emekçileri yığınlarının istifadesine devredilmesi; fabrikaların ve işletmelerin mülksüzleştirilmesi ve bunların yönetilmek üzere işçilere devredilmesi; emperyalizmle bağların koparılması ve soygun savaşına son verilmesi; gizli anlaşmaların yayınlanması ve yabancı bölgelerin ilhak edilmesi politikasının teşhir edilmesi; nihayet, ezilen halkların emekçi kitlelerinin kendi kaderlerini tayin hakkının ilan edilmesi ve Finlandiya’nın bağımsızlığının tanınması – işte Sovyet iktidarı tarafından, Sovyet devriminin başında alınan temel önlemler bunlardır.
Bu gerçekten sosyalist bir devrimdi.
Merkezde başlamış olan devrim, uzun zaman bu dar alanın çerçevesi içinde kalamazdı. Merkezde zafere ulaştıktan sonra, kaçınılmaz olarak kenar bölgelere yayılmak zorundaydı. Ve gerçekten de kuzeyden gelen devrim dalgası, devrimin daha ilk günlerinde Tüm Rusya’ya yayıldı ve kenar bölgeleri art arda sardı. Ne var ki oralarda Ekim’den önce kurulmuş olan “Ulusal Konseyler” ve “Bölgesel Hükümet”ler (Don, Kuban, Sibirya’daki gibi) engeline çarptı. Çünkü bu ulusal hükümetler, sosyalist ‘bir devrimin sözünü etmek bile istemiyorlardı. Burjuva niteliklerinden dolayı, eski burjuva düzenini yıkmaya kesinlikle niyetli değillerdi; aksine bu düzeni bütün güçleriyle ayakta tutmayı ve sağlamlaştırmayı görev biliyorlardı. Emperyalist niteliklerinden dolayı, emperyalizmle bağlarını kesinlikle koparmak istemiyorlardı, aksine fırsat düştükçe, “yabancı” ulusların topraklarından parçalar ve parçacıkları gasp etmeye ve buralarda egemenliklerini kurmaya her an hazırdılar. Bu nedenle kenar bölgelerdeki “ulusal hükümetlerin, merkezdeki sosyalist hükümete savaş ilan etmelerine şaşmamak gerekir. Nitekim bunlar, bu savaş ilanından sonra, Rusya’nın bütün karşı-devrimci unsurlarını çevrelerinde toplayan gericilik ocakları haline geldiler. Rusya’dan kovulan bütün karşı-devrimcilerin bu ocaklara gittikleri ve bu ocaklar çevresi içinde “ulusal” beyaz muhafız alayları oluşturdukları hiç kimse için bir sır değildir.
Ancak kenar bölgelerde “ulusal hükümet”lerden başka, ulusal işçiler ve köylüler de bulunmaktadır. Bunlar, Ekim Devrimi’nden önce merkezi Rusya’daki Temsilciler Sovyetleri örneğine göre, kendi devrimci Temsilciler Sovyetlerinde örgütlenmişlerdi ve kuzeyli kardeşleri ile bağlarını hiçbir zaman koparmamışlardır. Onlar da burjuvaziyi yenmeye uğraşıyorlardı; onlar da sosyalizmin zaferi için savaşıyorlardı. Dolayısıyla, bu işçi ve köylüler ile bunların “kendi” ulusal hükümetleri arasındaki çatışmanın günden güne keskinleşmesine şaşmamak gerekir. Ekim Devrimi, kenar bölgelerdeki işçilerin ve köylülerin Rusya’daki işçiler ve köylüler ile ittifakını sadece sağlamlaştırdı, sosyalizmin zaferine inançlarını pekiştirdi. “Ulusal Hükümetlerin Sovyet iktidarına karşı savaşı, ulusal kitlelerin bu “hükümet”lerle çatışmalarını onlardan tam bir kopuşa, onlara karşı açık bir ayaklanmaya kadar götürdü.
Ve böylece, tüm Rusya’nın işçileri ve köylülerinin, Rusya’nın kenar bölgelerindeki burjuva ulusal “hükümet”lerin karşı-devrimci ittifakına karşı sosyalist ittifakı gerçekleşmiş oldu.
Bazı kimseler, kenar bölge “hükümet”lerinin mücadelesini, Sovyet iktidarının “katı merkeziyetçiliğine” karşı bir ulusal kurtuluş savaşı olarak gösteriyorlar. Fakat bu kesinlikle yanlıştır. Dünyada hiçbir iktidar, Rusya’da Sovyet iktidarı kadar büyük bir âdemi-merkeziyetçiliğe izin vermemiş, dünyanın hiçbir hükümeti, halklara bu kadar tam bir ulusal özgürlük tanımamıştır. Kenar bölgelerdeki “hükümet”lerin mücadeleleri, burjuva karşı-devriminin sosyalizme karşı mücadelesiydi ve halen de öyledir. Burada ulusal bayrak sadece halk kitlelerini aldatmak için kullanılmaktadır, çünkü ulusal bayrak, ulusal burjuvazinin karşı-devrimci niyetlerini gizlemek için popüler ve elverişli bir araçtır.
Fakat “ulusal” ve bölgesel “hükümetlerin savaşının eşit olmayan bir savaş olduğu ortaya çıktı. Dışarıdan Rusya’nın Sovyet iktidarı ve içeriden “kendi” işçi ve köylüleri olmak üzere, iki yandan saldırıya uğrayan “ulusal hükümet”ler daha ilk çatışmalarda gerilemek zorunda kaldılar. Finlandiyalı işçiler ile Torppari’lerin ayaklanması ve burjuva “Senato”nun kaçışı, Ukraynalı işçi ve köylülerin ayaklanması ve burjuva “Radarım kaçışı; Don, Kuban ve Sibirya’da işçilerin ve köylülerin ayaklanması ve Kaledin, Komilov ve Sibirya “hükümet”lerinin çöküşü; Türkistan’da yoksul köylülerin ayaklanması ve “özerk hükümetin kaçışı; Kafkasya’da tarım devrimi ve Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan “ulusal konseylerinin kesin aczi – tüm bunlar, kenar bölgelerin hükümetlerinin “kendi” emekçi kesimlerine tamamen yabancılaşmasını gözler önüne seren herkesin bildiği olgulardır. Hezimete uğrayan “ulusal hükümetler, kendi “öz” işçi ve köylülerine karşı, yüzyıllardır bütün dünyanın milliyetlerini ezen ve sömüren Batılı emperyalistlerden yardım istemek “zorunda” kaldılar.
Böylece yabancı müdahale ve kenar bölgelerin işgal edilmesi dönemi başladı -“ulusal” ve bölgesel “hükümetlerin karşı-devrimci karakterini bir kez daha açığa çıkaran bir dönem.
Ulusal burjuvazinin, “kendi halkının” ulusal baskıdan kurtuluşu için değil, fakat bu halkın sırtından kâr elde etme özgürlüğü için, ayrıcalığını ve sermayesini koruma özgürlüğü için mücadele vermekte olduğu ancak şimdi herkes tarafından anlaşılıyordu.
Emperyalizmle bağlar koparılmaksızın, ezilen milliyetlerin burjuvazisi devrilmeksizin, söz konusu milliyetlerin emekçi kitleleri iktidarı ele geçirmeksizin, ezilen milliyetlerin kurtuluşunun düşünülemeyecek olduğu ancak şimdi herkes tarafından anlaşılıyordu.
Böylece “tüm iktidar ulusal burjuvaziye” sloganıyla birlikte kendi kaderini tayin ilkesinin eski burjuva kavranışı; bizzat devrimin seyri tarafından teşhir edilerek bir kenara atıldı. “Tüm iktidar ezilen milliyetlerin emekçi yığınlarına” sloganı ile kendi kaderini tayin ilkesinin sosyalist kavranışı, haklılığını ve uygulanma olanaklarını kazanmış oldu.
Bu şekilde, eski, burjuva-ulusal kurtuluş hareketlerine son veren Ekim Devrimi, ezilen ulusların işçi ve köylülerinin her türlü baskıya karşı -dolayısıyla ulusal baskı da dâhil-, “kendi” burjuvazisinin ve yabancı burjuvazilerin iktidarına, genel olarak emperyalizme karşı, yeni, sosyalist bir hareket çağını açmış oldu.

EKİM DEVRİMİ’NİN DÜNYA ÇAPINDAKİ ÖNEMİ
Rusya’nın merkezinde başarılı olduktan ve bir dizi kenar bölgeyi ele geçirdikten sonra Ekim Devrimi, Rusya topraklarında sınırlı kalamazdı. Emperyalist dünya savaşı ve alt halk tabakalarında egemen olan genel hoşnutsuzluk atmosferi içinde bu devrim, zorunlu olarak komşu ülkelere yayılacaktı. Emperyalizmle bağların koparılması ve Rusya’nın soygun savaşından çıkarılması; gizli anlaşmaların yayınlanması ve yabancı toprakların ilhak edilmesi politikasının resmen reddi; ulusal özgürlüğün ilan edilmesi ve bağımsız Finlandiya’nın tanınması; Rusya’nın “Ulusal Sovyet Cumhuriyetleri Federasyonu” ilan edilmesi ve Sovyet iktidarının bütün dünyaya yaptığı emperyalizme karşı savaş çağrısı – bütün bunların köleleştirilmiş Doğu ve kana bulanmış Batı üzerinde önemli bir etki yapmaması olanaksızdı.
Ve gerçekten de Ekim Devrimi, Doğu’nun boyunduruk altındaki halklarının emekçi kitlelerini, yüzyıllar süren uykularından uyandıran ve onları dünya emperyalizmine karşı savaşa sürükleyen dünyadaki ilk devrimdir. İran’da, Çin’de ve Hindistan’da, Rusya Sovyetleri örneğine göre oluşturulan işçi-köylü konseyleri bunu yeterince inandırıcı bir biçimde kanıtlar.
Ekim Devrimi, Batı’nın işçi ve askerlerine canlı, kurtarıcı bir örnek olan, onlara savaşın ve emperyalizmin boyunduruğundan kurtuluşun gerçek yolunu gösteren dünyadaki ilk devrimdir. Avusturya-Macaristan’da ve Almanya’da işçi ve askerlerin ayaklanması, işçi ve asker konseylerinin oluşturulması, Avusturya-Macaristan’ın tam haklarından yoksun bulunan halklarının ulusal baskıya karşı devrimci savaşı, bunu yeterince inandırıcı bir biçimde kanıtlar.
Önemli olan, Doğu’daki ve hatta bizzat Batı’daki savaşın henüz burjuva-milliyetçi etkilerden kurtulamamış olması değildir -önemli olan, emperyalizme karşı savaşın başlamış olmasıdır, sürdürülmesidir ve o kaçınılmaz olarak mantıki sonucuna varmak zorundadır.
Yabancıların müdahalesi ve “dış” emperyalistlerin işgal politikası, devrimci krizi sadece keskinleştirmekte, savaşa yeni halkların katılmasını sağlamakta ve emperyalizmle devrimci çatışmalar alanını genişletmektedir.
Böylece Ekim Devrimi, geri Doğu’nun ve ileri Batı’nın halkları arasında bağlantı kurarak, bunları emperyalizme karşı ortak bir savaş kampında birleştirmektedir.
Böylece ulusal sorun, kısmi bir sorundan, ulusal boyunduruğa karşı mücadele sorunundan, ulusların, sömürgelerin ve yarı-sömürgelerin emperyalizmden kurtuluşu genel sorunu haline gelmektedir.
II. Enternasyonalin ve onun önderi Kautsky’nin en büyük günahı, diğer şeylerin yanı sıra, durmadan ulusların kendi kaderini tayinin burjuva kavranışına sapması ve bu ulusal kendi kaderini tayinin devrimci anlamını kavrayamamış olması, ulusal sorunu emperyalizme karşı açık savaş devrimci zeminine koyma yeteneğinin veya isteğinin olmayışı, ulusal sorunu sömürgelerin kurtuluşu sorunuyla birleştiremeyişi veya birleştirmek istemeyişidir.
Bauer ve Renner türünden Avusturyalı sosyal-demokratların dar kafalılıkları, aslında tam da ulusal sorunun iktidar sorunuyla ayrılmaz bağını kavramayarak, ulusal sorunu politikadan ayırıp onu kültür ve eğitim sorunları çerçevesine sıkıştırmaya çalışmalarında, bu arada emperyalizm ve onun köleleştirdiği sömürgeler gibi “önemsiz şeylerin varlığını görmezlikten gelmelerinde yatmaktadır.
Yükselen sosyalist devrim durumunda, ulusların kendi kaderini tayin ve “anavatan savunması” ilkelerinin, bizzat olayların akışıyla kendiliğinden ortadan kalktığı söylenmektedir. Ne var ki gerçekte ortadan kaldırılan ulusların kendi kaderini tayin ve “anavatan savunması” ilkesi değil, bunların burjuva yorumlarıdır. Emperyalizmin boyunduruğu altında inleyen ve azimle kurtuluş için çaba harcayan işgal altındaki bölgelere bir göz atmak yeter; sosyalist anavatanın savunulması için emperyalist haydutlara karşı devrimci bir savaş yürüten Rusya’ya bir göz atmak yeter; Avusturya-Macaristan’da meydana gelen olaylar üzerinde az biraz düşünmek yeter; ülkelerinde şimdiden konseyler örgütlemiş olan sömürge ve yarı-sömürgelere (Hindistan, Iran, Çin) bir göz atmak yeter -ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin sosyalist yorumu içinde tüm devrimci önemini kavrayabilmek için bütün bunlara bir göz atmak yeter.
Ekim Devrimi’nin dünya ölçüsünde önemi esas olarak tam da şurada yatmaktadır ki, o;
1- Ulusal sorunun çerçevesini genişleterek, onu kısmi bir sorundan, Avrupa’da ulusal baskıya karşı mücadele sorunundan, boyunduruk altındaki halkların, sömürgelerin ve yarı-sömürgelerin emperyalizmden kurtuluşları genel sorununa dönüştürmüştür;
2- Batı’nın ve Doğu’nun ezilen halklarını, emperyalizme karşı muzaffer savaşın genel dalgası içine çekerek, bu halkların kurtuluşunu önemli ölçüde kolaylaştırmış ve bu kurtuluş için geniş olanaklar ve gerçek yollar açmıştır;
3- Bu sayede sosyalist Batı ve köleleştirilmiş Doğu arasında köprü kurarak yeni bir devrim cephesi inşa etmiştir, Batı’nın proleterlerinden, Rusya devrimi aracılığıyla, Doğu’nun boyunduruk altındaki halklarına kadar varan yeni bir cephe, dünya emperyalizmine karşı bir cephe.
Doğu’nun ve Batı’nın emekçi ve sömürülen kitlelerinin bugün Rusya proletaryasına karşı gösterdikleri tarif edilmez büyük coşku da aslında bununla açıklanır.
Bütün dünyadaki emperyalist haydutların, şimdi gözü dönmüş bir şekilde Sovyet Rusya’ya saldırmaları da esas olarak bununla açıklanır.
(Stalin, Ekim Devrimi ve Ulusal Sorun, 6-10 Kasım 1918, Eserler 4, İnter Yay. Şubat 1990)

Kasım 1992

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑