Topyekûn Saldırı, Topyekûn Mücadele

Ortak düşmanın “topyekûn saldırı”sını, püskürtmenin tek yolu, ona karşı bir “topyekûn mücadele”den geçmektedir. Bir kere daha tekrarlıyoruz: Türk işçi sınıfı ve emekçilerinin mücadelesi, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin “cephe gerisi” değildir; her iki mücadele, aynı safta, aynı siperlerde, aynı muharebe meydanlarında, aynı son kavga alanlarında buluşmalıdır.

Genel Kurmay Başkanı’nın ağzından, devlet, “PKK’ya karşı” olduğunu söylediği genel planının adını açıkladı: topyekûn saldırı!
Her şeyden önce, saldırının yalnızca PKK ile sınırlı kalmadığı, genel olarak bölgedeki tüm Kürt halk hareketini kapsadığı, geçmişteki ve bugünkü uygulamalardan açıkça görülüyor.
“Bölge” kavramı, birinci olarak, artık yalnızca Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi sınırlarını değil, ABD’nin terminolojisinde olduğu gibi, şu anda Kürtlerin yaşadığı her ülkeyi kapsıyor. Ayaca, “Bölge” kavramı, planlardaki gelişmeye bağlı olarak, giderek Kafkasya ve özellikle de İran’ı içine alan bir esneklik içinde kullanılıyor. Topyekûn Saldırı’nın yöneldiği coğrafya, yalnızca “Kürt Bölgeleri” ile sınırlı kalmadığı gibi, yalnızca genel emperyalist planların güncel uygulama alanlarını da kapsamıyor.
İkinci olarak “Bölge” terimi, Kürt halkının siyasi geleceğinin doğrudan doğruya bağlı olduğu toprakların tümünün yanı sıra, göçe zorlanmış Kürtlerin yaşadığı her ili, mahalleyi; işyerini de kapsıyor. “PKK’ya karşı mücadele”nin “topyekûn” hale gelmesi, aynı zamanda “nerede bir Kürt varsa, orada diktatörlüğün, dolaylı veya dolaysız saldırısı olacaktır” anlamına gelmek üzere genişliyor. “Kürtsüzleştirme” politikası, her meslekten emekçi Kürde yönelmiş bir uygulama olarak, Eğenin, Akdeniz’in, Karadeniz’in, Orta Anadolu’nun her kasabasında, ilinde örgütlenmeye çalışılan, alttan alta propagandası ve örgütlenmesi yapılan, yer yer de fiili saldırılar halinde kendisini gösteren bir saldırı halinde olarak genelleşiyor.
Üçüncü olarak “Bölge”, topyekûn Saldırı kavramı içinde, bütün işçi ve emekçi muhalefetinin canlandığı ya da canlanma potansiyeli taşıyan her ili, ilçeyi, giderek her sokağı ve fabrikayı da kapsayarak genişleme esnekliğinde bir kavram olarak genel bağlamdaki yerini alıyor. Çünkü başta Genel Kurmay olmak üzere, devleti yöneten temel güçlerin literatüründe “PKK’ya karşı mücadele”nin “cephe gerisi” de önemli bir yer tutuyor. Bu anlayışa göre, rejime yönelik bütün muhalefet odaklan, sınıf mücadelesinin bütün unsurları, kısacası işçi ve halk muhalefetinin her unsuru, devletin “PKK’ya karşı topyekûn saldırısı”nın cephe gerisini bozan, karmaşaya ve zayıflamaya yol açan faktörler olarak değerlendiriliyor. Böylece, “topyekûn” saldıranın gerçekte yalnızca PKK ve onun eylem sahasıyla sınırlı bir “bölge”de kalmayacağı, emperyalist ve burjuva sistemin bütün hayat alanlarını kapsayacağı görülüyor. Belediye işçilerinin grevi ile Şırnak olayları arasındaki ilişkiyi ele aldığımız daha önceki bir başyazımızda, “topyekûn saldıranın cephe arkasının ve cephe önünün, tek bir saldırının bütünlüğü içinde göründüğünü” belirtmiştik. Gelinen aşamada, diktatörlüğün bütün militer güçlerini “tek bir noktaya” topladığı ve toplumsal hayatın diğer alanlarının askeri müdahalenin dışında, sivil hükümete terk edildiği görüntüsü verilmeye çalışılıyor. Özellikle burjuva basının birinci sayfa manşetlerinde sürekli yer alan, savaşın “Peşmergelerle PKK arasında”ki bir aşamadan, ordunun “kıskaç ve imha” hareketi aşamasına geldiği propagandasına temel olan perspektif budur. Özellikle askeri hareket biçimiyle kamuoyuna yansıtılan saldırı, bu görüntüyü güçlendirmektedir. Ne var ki, bu görünüş aldatıcıdır. Önümüzdeki günlerde her grev girişimi, her kitle eylemi, “topyekûn mücadele”nin “bölge” ve “PKK” sınırları tanımadığını geçmişte olduğu gibi, açıkça ortaya koyacaktır.
Önemle belirtilmesi gereken gerçek şudur: Savaş, ne “Kürtlerle Kürtler arasında”dır, ne de ordu ile PKK arasında. Burjuva propaganda, işbirlikçi Kürt önderliklerinin kukla Federe Devleti’nin sözde kuvvetlerinin PKK kamplarına karşı giriştiği saldırıyı, “Kürtler birbirine girdi” propagandasıyla yansıttı. Bunun amacı, yalnızca, burjuva basını izleyen geri kitlelerin yüreğini soğurup milliyetçiliği körüklemekten ibaret değildir; aynı zamanda, Kürt halkının kendi mücadelesine duyduğu güveni de kırmaya yöneliktir. Savaş, Kürt halkının kendi kaderini devrimci tarzda tayin etme kavgasına karşı, emperyalizm ve bölge gericiliğinin örgütlediği bir saldırıdır. Bu saldırı, şimdi en belirgin hedef durumunda bulunan Kürt ulusal kurtuluş hareketine yönelmiştir; ne var ki, nasıl Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi, yalnızca Kürt emekçi halkının davası değil ve aynı zamanda bütün uluslardan işçilerin ve emekçilerin ortak kurtuluşu davasının bir parçası ise; ona yönelmiş olan saldırı da, hem yalnızca gerici ve işbirlikçi Kürt aşiret reislerinin saldırısı değildir, hem de yalnızca PKK’ya karşı değildir. Saldırının niteliği, bizzat onu örgütleyenler tarafından açıklanmıştır. Bu, ısrarla üzerinde durduğumuz bir noktayı tekrarlamamızı gerektiriyor: Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi, dünya çapındaki sınıf mücadelesinin özel bir görünümünden başka bir şey değildir. Özellikle kardeş Türk işçi ve emekçilerinin mücadelesinden hiç ayrı değildir ve her iki ulustan işçi ve emekçilerin düşmanı aynıdır. Ortak düşmanın “topyekûn saldırı”sını, püskürtmenin tek yolu, ona karşı bir ‘topyekûn mücadele”den geçmektedir. Bir kere daha tekrarlıyoruz: Türk işçi sınıfı ve emekçilerinin mücadelesi, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin “cephe gerisi” değildir; her iki mücadele, aynı safta, aynı siperlerde, aynı muharebe meydanlarında, aynı son kavga alanlarında buluşmalıdır.

Kasım 92

Barzani’nin “federe devlet”i, Emperyalizmin kürt planı ve ulusal özgürlük sorunu

Barzani ve Talabani kuvvetlerinin, Türk Genel Kurmayı ve Türk Ordusu ile işbirliği içinde, PKK’ya karşı 5 Ekim’de başlattığı saldırı, zaman zaman şiddetlenerek devam ediyor. Türk savaş uçakları, helikopterleri ve kara ordusunun da aktif olarak katıldığı bu saldırı savaşının hazırlıkları aylardır devam ediyordu. Körfez Savaşı sonrasında ABD’nin Ortadoğu’da sahnelemeye çalıştığı senaryoların bir parçası olan bu saldırı planının, MİT, Genel Kurmay ve Barzani ve Talabani arasında yapılan görüşmeler sırasında hazırlandığı bilinmekteydi ve gelişmeler şaşırtıcı olmadı. Her ne kadar, hazırlanan “ortak” plan gereği Barzani-Talabani güçlerinin başlattığı saldırının, kamuoyunda “Koca devlet bu işi çözemedi de, Peşmergeler mi çözecek?” türünden düşüncelerin dile getirilmesi üzerine Türk devlet ve hükümet yetkilileri, “ortak harekâtın söz konusu olmadığı” açıklamalarına ihtiyaç duyuyorlarsa da; Genel Kurmay’ın “iyi bir planının olduğu” ve sorunun “bu kez çözüleceği” biçimindeki sözleri ile bizzat Demirel, bir süre Önce bu saldırı planını haber vermişti. Yine, Dışişleri Bakanı Çetin, harekât planının “yedi-sekiz ay öncesinden hazırlandığını” söylerken, bilineni bir kez daha açıklamış oluyordu.
Barzani ve Talabani kuvvetlerinin, Kuzey Irak’taki PKK kamplarına ve PKK şahsında Kürt halkına karşı başlattığı saldırı, beklenmeyen bir gelişme olmamakla birlikte, bu saldırıyla aynı tarihe denk düşürülen “Federe Kürt Devleti” ilanı ile bir yönüyle, Kürt halkı arasında bilinç bulanıklığı yaratılması hedefleniyor ve emperyalistlerin ve Türkiye gericiliğinin elinde, kullanılıp bir kenara atılma ihtimali güçlü olan kukla devletin, “Kürtlerin rahat yaşaması yönünde” atılmış bir adım olduğu propagandasıyla hain saldırıya destek sağlanmaya çalışılıyor.
Bu eşzamanlılık, bir başka yönüyle de, Amerikan senaryosunun, Türk devletinin tepkisini minimuma indirecek bir düzenleme inceliği olarak da nitelendirilebilir. Hazırlanan emperyalist planın, başından beri TC ile koordineli oluşturulduğu bilinmekle birlikte, aynı şekilde bu planın içerdiği federe devlet ilanının, yine Türk Hükümeti için sürpriz olduğu da kuvvetle muhtemel. Fakat tüm bu ayrıntıların ötesinde, kesin olan bir şey var ki; ‘Kürt Federe Devleti” resmen tanınmasa da, Türk egemen sınıflarının, politikalarda, böyle bir oluşumu hesaba kattıkları ve onu muhatap kabul edip karşı çıkmadıkları görülmektedir.

EMPERYALİZMİN BÖLGE PLANI VE BUGÜNE UZANAN POLİTİKALAR
Bugünkü gelişmelerin doğru bir değerlendirilmesinin, bugüne getiren politikaların bilinmesiyle mümkün olacağı açıktır. Yine, yaşananlar, emperyalizmin bölgeye yönelik senaryolarıyla doğrudan bağlantılıdır. Başta ABD olmak üzere emperyalizmin bir Ortadoğu planı ve bu planın önemli bir bileşeni olarak da bir Kürt planı vardır.
ABD’nin Kürt planının, Ortadoğu planına bağlı olduğu, bunun her şeyden önce ve her koşulda emperyalist çıkarlar üzerinde şekillendiği, Kürt sorununun, Ortadoğu ve Kafkasya, Balkan ve Battık ülkelerine yönelik emperyalist hegemonya hesapları içinde bir anlama sahip olduğu, Kürt senaryolarının emperyalist çıkarlar kapsamında düzenlendiği, tüm diğer ezilen halkların olduğu gibi Kürtlerin köleliğinin sürdürülmesinin de bu senaryoların esasını oluşturduğu, ulusal çelişkilerin, tüm bölgenin ekonomik, politik ve askeri olarak kontrol altında tutulması ve yeraltı-yerüstü kaynaklarının sömürülüp yağmalanması amacıyla kullanıldığı biliniyor. Bölgenin, hem emperyalist çıkar çatışmalarının yoğunluk merkezlerinden biri, hem de Kürt, Filistin ve diğer ulusal sorunların ağırlıkla gündemde bulunduğu bir alan olması, emperyalistlerin, tek yönlü ve tek biçimli değil, değişken özellikler içeren çok boyutlu bir bölge politikası izlemesini koşullandırmaktadır. Bu bakımdan ABD emperyalizminin, hem Kürt sorununa doğrudan taraf olan bölge ülkelerinin “toprak bütünlüğünden yana olduğunu” propaganda etmesi ve hem de Irak’ın “fiilen bölünmesi”ne yol açan organizasyonları el altında tutması, çıkartan gerektiğinde, kendine bağlı sözde bağımsız, özerk ya da federe bir Kürt devleti kurdurtması şaşırtıcı olmamalıdır.
Emperyalizm için, Ortadoğu ve bugün yeni bir pazar olan eski Doğu Bloğu ülkeleri vazgeçemeyecekleri sömürü ve hegemonya alanlarıdır. Bu alanlarda emperyalist çıkarlara aykırı gelişebilecek her durum, emperyalist müdahaleyi “hak etmektedir”! Batılı emperyalistler, ekonomik ve siyasi güçleri oranında bu bölgelerde bir çıkar dalaşı içindedirler ve ulusal çelişkileri, bölge ülkeleri egemen sınıflarını “hizada tutmak” için kullanmaktan da kaçınmamaktadırlar. Onlar, esas olarak halkların mevcut kölelik koşullarının devamından yanadırlar. Bugünkü statükonun sarsılmasına yol açacak esaslı değişiklikler olmaksızın, “yeni oluşumları” devreye sokma ihtiyacı duymaları, emperyalist politika gereğidir. Emperyalistler için, Kürt sorunu ve “Kürt devleti’nin kurulmasının ancak bu çerçeve içinde bir anlamı vardır.
Bugün, hala Ortadoğu’nun esas patronu olan ABD’nin “Kürt politikasının, bölgedeki işbirlikçilerinin, bölge ülkeleri egemen sınıflarının konum ve çıkarlarını gözetmesi doğal ve kaçınılmazdır. Propagandası çokça yapılan, emperyalist “yeni dünya düzeni” politikasında, ABD’nin, bölge ülkeleri egemen sınıflan ve gerici rejimlerinin konum ve çıkarlarını gözetmeyen yeni oluşumlara yer vermesi ancak emperyalist çıkarlar açısından yaşamsal değişikliklerin gündeme gelmesi veya böyle bir ihtimalin güçlenmesi durumunda söz konusu olabilir. Emperyalist hegemonya sınırlarını zorlayan bir ulusal ya da sosyal kurtuluş harekeli bu tür değişikliklerin başlıca nedenleridir.
Kuzey Irak’ta ilan edildiği belirtilen “Federe Kürt Devleti”ni (bu “devlet”in, emperyalistler ve bölge gericiliklerinin yeni bir manevrasıyla “gayri meşru” ilan edilmesi ihtimal dışı değil, güçlü bir ihtimaldir) emperyalist politikanın ürünü saymak için yeterli neden mevcuttur. Bu “devlet ilanı”, Küt halkına karşı saldırı ilanıyla birlikte gündeme gelmiş, Kürt halkının, emperyalist-gerici boyunduruktan kuruluşu mücadelesinin yozlaştırması, düzen kanallarında boğulması politikası üzerinde yükselindir.
Kukla federe devlet ilanının, Kürt halkının ulusal baskı ve boyunduruktan kurtuluşuyla ve ulusların kaderlerini tayin hakkının kullanılmasıyla bir ilgisi yoktur. Ulusal kurtuluşun her şeyden önce emperyalizmden kurtuluş olması, anti-emperyalist bir içerik taşıması zorunludur. Kuzey Irakta yapılan seçimlere, oluşturulan parlamentoya ve ilan edilen federe devlete yön veren politika, ABD emperyalizminin özellikle Körfez Savaşı’yla birlikte izlemeye başladığı, Ortadoğu’da “yeni düzen” politikasıyla birleşmekte, ona dayanmaktadır. ABD emperyalizminin kontrolünde ilan edilen federe Kürt devletinin, Kürt ulusal hareketinde devrimci kurtuluşçu çizgiyi tasfiye, burjuva-reformist, işbirlikçi karşı-devrimci çizgiyi dayatma ve egemen kılma politikasının bir ürünü olduğunu bilmek gerekiyor.
Feodal-burjuva işbirlikçiler, yönlendirdikleri Peşmerge kuvvetleriyle, yıllarca dağlarda savaşmalarının sis perdesi ardına sığınarak, emperyalizm işbirlikçisi çizgilerini gizlemeye çalışsalar da, uzun süredir -özellikle Körfez Savaşı’ndan itibaren- ABD ve Türk devletinin aleti olarak, bölgede, Kürt halkının çıkarlarına aykırı gerici bir rol oynamaktadırlar. Onlar, ABD başta olmak üzere, emperyalistler ve TC ile kendi gerici çıkarları “gözetilmek” kaydıyla işbirliği içinde oldular. Körfez Savaşı sırasında emperyalist koalisyon ordularının Irak’ı harabeye çevirmesini bekleyerek ve gerici koalisyon cephesinin destek ve kışkırtmasıyla, sözde, Kürtlerin özgürlüğü için bir ayaklanma örgütlediler. ABD emperyalizmi, tüm tarafların güçten düşürülerek etkisiz kılınmasını çıkarlarına daha uygun gördüğü için Saddam’ın Kürtlere saldırısına örtülü bir izin verdi. Büyük Kürt katliamı ve yüz binlerin topraklarından sürülmesi, emperyalist planın ikinci bölümünün uygulamaya sokulmasını birlikte getirdi. Başta ABD olmak üzere emperyalistler ve ABD’nin bölge politikasının jandarmalığına, taşeronluğuna soyunan TC, “Kürt hamiliği” ve “koruyuculuğu” demagojisiyle Irak’a müdahale ettiler. “Koruyuculuk” gösterileri içinde Amerikan askeri birlikleri Kürdistan’a yerleşti.
Barzani ve Talabani, “Çekiç Güç”ü koruyucu olarak gördü. Ve bu gücün denetiminde Güney Kürdistan’da seçimler yapıldı. Bir “Kürt parlamentosu” oluşturuldu ve ardından “federe devlet” ilanı geldi. Bu işbirlikçiler, emperyalizmin bölge politikasının piyonları olduklarını gizlemek için, oluşturdukları “devlet”in “egemenlik alanında” güvenliği sağlamak gerekçesiyle “huzur bozucu” PKK’ya savaş ilan ederek saldırıya geçtiler.
Bu tablo, Türk devletinin Kuzey Irak’taki PKK güçlerini yok etme ihtiyacının yaşamsallığıyla tamamlanıyordu.
İKDP ve YNK’nın PKK’ya saldırısı, işte bu safhalardan geçip gelen, emperyalistlerin üzerinde konjonktürel bir uzlaşma içinde oldukları bütünsel politikanın sonucudur.
Türk Genel Kurmayı’nın yönlendiriciliğinde PKK’ya karşı girişilen ortak saldırı, aynı zamanda devrimci başkaldırıya, mücadeleci tutuma karşı girişilen bir saldırıdır.
Şu çok açık bir gerçek ki, Kürt ulusal hareketi içinde yer alan tüm “ayrı örgütlenme”ci gruplar arasında, PKK, uzlaşmaya açık, anti-Marksist anlayışları ve onaylanamayacak kimi yöntemlerine karşın, bütün ötekilerinden farklı olarak devrimci-radikal bir konumdadır; mücadele ve direniş çizgisini temsil etmektedir. Yüzlerce ve binlerce Kürt köylü, yoksul köylü ve öğrenci genci, Kürt halkının ulusal kölelikten kurtulması için faşist diktatörlüğe karşı mücadeleye seferber etmiş ve yüzlercesi bu mücadelede halkının özgürlüğü uğruna toprağa düşmüştür. İdeolojik-siyasi çizgisinin reformist ve uzlaşmaya açık özelliğine rağmen, onun bu pratik direnişçi tutumu, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinde bir kazanımı ve olmazsa olmazı ifade etmektedir. Gericiliğin, işbirlikçi burjuva-feodal çevrelerin, ezip etkisiz klimaya çalıştıkları, aynı zamanda bu direniş çizgisidir.
PKK’nın ezildiği yerde, devredeki işbirlikçilik, reformizm ve statükocu kölelik güç kazanacak, emperyalizm ve bölge gerici rejimlerinin çıkarlarıyla uyumlu bir Kürt politikası hayat bulacaktır. Beklenti ve hedef budur.

BÖLGE ÜLKELERİ EGEMEN SINIFLARININ VE GERİCİ-FAŞİST REJİMLERİN KÜRT POLİTİKASI ESASTA DEĞİŞMEDİ
Halkçı-devrimci çizgide bağımsız bir Kürdistan’ın kurulması, bölge gericiliklerinin ve onların efendileri emperyalistlerin istemediği bir şeydir. Bu bir yana, Kuzey Irak’taki kukla devlet karşısında dile getirdikleri düşünceler bile onların yüz yıllık geleneksel Kürt politikalarında dikkate değer bir değişim olmadığını gösterir. Türkiye, Irak, İran ve Suriye’deki Kürtlerin durumu farklılıklar göstermekle birlikte, bir Kürt devleti ihtimali tüm bu çevreleri telaşa ve yeri geldiğinde işbirliğine yöneltebilmektedir.
Kuşkusuz bu ülkeler egemen sınıflarının farklı çıkar ve hedefleri de vardır. İran-Irak Savaşı sırasında tarafların birbirlerine karşı Kürt kartını kullanmaya çalışması tutumuyla, Türk devletinin Barzani-Talabani çizgisini kullanma çabalarının benzer ve farklı yanları vardır. Türk egemen sınıflan, Kerkük, Musul gibi bölgelere yönelik emeller taşımakta, yanı sıra, Kürt ulusal varlığının inkârı ve Kürtlerin asimilasyonu politikasını sürdürmeye çalışmaktadır. Bu durum, İran, Irak ve Suriye Kürtleri açısından bir farklılığa denk düşmektedir.
Ancak Kürtlerin “ayrı devlet kurma ihtimali” tümünden toprak isteneceği, ya da taraf ülkelerdeki Kürtleri ayrılığa özendireceği endişesi, onları ortak tutum almaya yöneltmektedir. Irak Kürdistan’ındaki son gelişmeler üzerine Türk devlet ve hükümet yetkililerinin aldığı tutum bunu açıklıkla ortaya koymaktadır. Özal, “Türkiye istemeden ayrı devlet olmaz, Türkiye Irak’ın parçalanmasına, yeni devlet oluşumlarına müsaade etmez.” derken, Demirel’in, “Federe Kürt devleti” ihtimali karşısında, “Irak parçalanmaya gidiyor, bu durumda Bağdat rejiminin kendini savunma hakkı doğar, Bağdat idaresinin, gücünü kullanma hakkı meşrulaşır.” sözleriyle Saddam yönetimine göz kırpması bunun bir göstergesidir. Tam da “Federe Devlet”in ilan edildiği günlerde, Irak Meclis Başkanı’nın Türkiye’ye gelmesi ve “Çekiç Güç”ün çekilmesi durumunda, Kürt sorununu “birlikte çözebileceklerini” açıklaması, bu durumda PKK’yı kendilerinin söküp atabileceklerini söylemesi, Kürt halkına karşı birlikte hareket tutumunun diğer bir göstergesidir. İşbirliğinin geçmişteki çok sayıdaki örneği ise biliniyor.
Kuşkusuz, emperyalizmin uşağı egemen sınıfların Kürt politikaları, emperyalizmin Kürt politikasından da bağımsız değildir. Körfez Savaşı sonrası gelişmelerin bu politikada esaslı değişikliklere yol açtığı saptaması da doğru değildir. Kürdistan’da gelişen mücadelenin Kürt emekçi yığınlarını giderek genişleyen bir biçimde sarması ve direnişin yaygınlaşması, uluslararası burjuvazinin deneylerine sahip olan emperyalistleri, “Kürt kültürü, folkloru ve kimliği” sorununu, Kürt sorunu yerine ikame etme anlayışını egemen sınıflara empoze etmeye yöneltti. Onlar, böylece, ulusal kurtuluş mücadelesini güçten düşürme ve etkisizleştirme hedefine ulaşmak istiyorlar.
ABD’nin, askeri-siyasi stratejisine uyarlanmış politikalarıyla Türk egemen sınıfları, kendilerine rağmen Ortadoğu’da gelişebilecek güç dengesi değişikliklerine ve oluşumlara ayak uydurabilmek için de çaba göstermektedirler. Özal başta olmak üzere Türk devlet yetkililerinin Körfez Savaşı sırasında ve sonrasında izledikleri politikalardaki zig-zaklar, esasen emperyalist politikaya uyum çabasından kaynaklanmaktadır. Türk devlet ve hükümet yetkililerinin son gelişmelerle birlikte, bir yandan geleneksel politikaya uygun olarak, “Irak’ın toprak bütünlüğünden yanayız… Bağımsız Kürt devletini tanımayız” gibi açıklamalarda bulunurken, öte yandan, Irak Kürdistanı’nda kendilerine rağmen bir kukla devlet oluşumu gerçekleştiğinde, ondan yararlanma, onun aracılığıyla Musul-Kerkük petrollerinden pay alma hesapları yapmaları, yine emperyalist politikayla uyum çabasında içine düştükleri güçlüğün ifadesi sayılabilir.
Türk egemen sınıflarının Musul-Kerkük emellerinin tarihsel bir geçmişi vardır ve bölgede meydana gelen olaylar, bu yöndeki düşüncelerin sesli olarak ifadelendirilmesini olanaklı kılmaktadır. Özal’ın “Musul ve Kerkük üzerinde hakkımız var… Bizim boru hattı Kerkük’ten geliyor. Tek başına bu bile bizim ilgilenmemizi haklı kılar.” sözleri, yine Demirel’in, aynı doğrultudaki düşünceleri “Irak-Türkiye sınırı zamanında yanlış çizilmiştir. Kuzey Irak, Osmanlı’nın Musul eyaletidir.” biçiminde ifade etmesi, bu emellerin açığa vurulmasıdır. “Gerektiğinde işbirliği yap ve ez!” politikası devam ediyor. Türk devleti, Kürt sorununu, emperyalizm ve bölge devletleri yardımıyla çözmeye çalışıyor. Kuşkusuz kendi usulünce; terör ve katliamlarla…

BARZANİ VE TALABANİ ADAYLARI “BOŞLUĞU DOLDURMAK” İÇİN BEKLİYOR
Ulusal kurtuluş mücadelesini emperyalizme ve gericiliğe peşkeş çekme temelinde Kürt halkını temsile soyunanlar, Türkiye Kürdistanı’nda da eksik değildir. Türk devlet ve hükümet çevrelerinin, burjuva politikacı, yazar-çizer takımının, “akıllı” ya da “ılımlı Kürt aydınları” dedikleri bu çevreler, devletin Kürdistan’da giriştiği saldırı ve katliamların yoğunlaştığı, Türk Genel Kurmayı’nın Kürt halkına karşı “topyekûn mücadele” çağrısıyla harekete geçtiği, Kara Kuvvetleri’nin bütün insan potansiyelinin % 54’ünün, yetişmiş komando birliklerinin neredeyse tamamının, 10 kobra ve 110 diğer tür helikopterin, üç kolordunun, 32 bin kişilik mobil kuvvetin, polis, MİT ve korucuların Kürt emekçilerinin üzerine ölüm yağdırdığı bir dönemde, “her türlü şiddete karşıyız” demagojileriyle işbirlikçiliğin aktörlüğüne soyunmaya hazır olduklarını gösteriyorlar.
Yine bugün, “Kürt Marksist’i” olduklarını söyleyen ve fakat Barzani-Talabani çizgisinin işbirlikçi ve hain olmakla suçlanmasına karşı çıkan çevreler, Kürt halkının özgürlük mücadelesine zarar vermektedirler. “Yurtsever” dedikleri Kürt burjuva-feodal gericiliğinin, emperyalizmin aleti olarak, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesini arkadan hançerlediği tüm çıplaklığı ile ortada iken, Newroz Ateşi yazarları gibileri, hala, “Türkiye Solu ve Kürdistan Solu’nda, PKK ve bazı çevreler tarafından, Güney Kürdistan ulusal direnişinde dün ve bugün ağırlıklı bir yeri olan KDP ve YNK işbirlikçi ve hain ilan edilmektedir” diyerek, bu tutumu gösterenleri eleştiriyorlar. Bu dergi yazarlarının da içinde bulunduğu çevreler, farkında olmaksızın, Kürt toprak ağaları ve işbirlikçi Kürt burjuvazisinin savunuculuğuna soyunabilmektedirler. Barzani ve Talabani, emperyalizme ve gericiliğe karşı mücadele çizgisinde bir federe devlet kurmuş değildirler. Bütünüyle emperyalist politikaya uygun bir konumda bulunmaktadırlar. Bir eylemin ya da toplumsal bir oluşumun kime yaradığının göstergesi, onun hangi politikanın ürünü olduğuna, kime karşı ve kimden yana durduğuna bağlıdır. Sınıflı toplumlarda ve ulusal kurtuluş mücadelesinde, emperyalizme ve onunla bağlantılı olarak işbirlikçi yerli gericiliğe yönelmeyen bir hareketin halktan yana olması mümkün değildir. Barzani ve Talabani, kime saldırıyor? Kürt ulusunun özgürlüğü için mücadele eden ve bu mücadelede yüzlerce gerilla ve taraftarını kurban veren bir Kürt örgütüne, bu örgütü destekleyen Kürt halkına. Bu saldırıyla eşzamanlı oluşan “Federe Devlet’i, “Kürtlerin bağımsızlığının kurumlaşmış ifadesi” saymak için, Kürt halkına karşı bir konumda duruyor olmak gerekir. İlan edilmiş, bulunan “Kürt devleti”nin ne ölçüde inisiyatifli bir devlet olduğu da, TC’nin bitmek bilmez Kuzey Irak operasyonlarıyla ispatlanmış oluyor!
Yaşananlar, sınıflı toplumlar tarihinin sayısız kez kanıtladığı bir gerçeğin, Kürdistan’da da yeniden ve yeniden kanıtlanacağını gösteriyor. Ulusal hareket, proletarya ve burjuvazinin “ortak” hareketi olma görüntüsü verse de, gelişme sürecinde, her sınıf ve kesim, sınıf çıkarları doğrultusunda tutum almaktadır. Kürdistan’da, burjuva-feodal sınıfların, uzlaşmacı-işbirlikçi bir çizgi izlediklerinin yeterince örneğini göstermek mümkündür. Kürt halkının özgürlüğü, Kürt ulusal hareketinin bir işçi-köylü hareketi olarak gelişmesi ve ona önderlik eden politik gücün, bu sosyal temel üzerinde yükselmesi, onun çıkarlarını temel alması zorunludur. Egemenlerin esas korkusu, ezilenlerin başkaldırısının onları da hedeflemesidir. “Yurtsever toprak ağası”, nihayetinde toprak ağasıdır ve köylünün toprak talebine karşı mülkünü koruma mücadelesinden geri durmaz. Ezilen ulusun burjuvazisi için, sömürücü konumunun devamı, bütün öteki “idealler”den önce gelir. Emperyalizmle işbirliğinin kaynağı buradadır.
Kürt işçi ve köylülerinin ulusal baskı ve zulme karşı mücadelesi yükselip yaygınlaştıkça ve bu mücadelede radikal yöntemlere yöneliş eğilimi güçlendikçe, mücadeleyi saptırmaya yönelik reformist ve işbirlikçi eğilimler de, “mücadeleci” maskesini fırlatıp açık kimlikleriyle ortaya çıkıyorlar. Ezen ulus egemen sınıfları da, baskı ve terörün yanı sıra, bu işbirlikçi güçlere dayanarak başkaldırıyı ezmeye çalışıyorlar.
Ancak, geçmişe göre bugün Kürt halkı, gerçeği görmeye, dost ve düşmanını tanımaya daha yakındır. Yakılan özgürlük ateşinin söndürülmesine kolay izin vermeyecek bir deney ve birikime sahiptir.

Kasım 1992

Ekim Devrimi’nin Yarattığı Yeni Dünya

Büyük Ekim Sosyalist Devrimi’nin üzerinden, 75 yıl geçmiş bulunuyor. Ekim Devrimi’nin son kalıntılarının da tümüyle temizlendiğine inanan burjuvazi, bugün tüm dünyaya, “Yeni Dünya Düzeni” olarak adlandırılan bir sistemi kabul ettirmek için çaba göstermektedir. Çürümüş burjuva dünyasına ait tüm eski değerler, emperyalist ve yeni-sömürgeci politikanın bileşenleri olan, savaş, hegemonyacılık ve tekellerin hâkimiyeti, herkes için karşıtı bulunmayan tek yaşama biçimi olarak sunulmaktadır. İnsanlığın, bugün yaşanılan çirkeften başka bir seçeneğin mümkün olmadığına inanması ve geleceğe yönelik tüm umutlarını yitirmesi, “Yeni Dünya Düzeni” propagandacılarının başlıca hedefini oluşturuyor. “Yeni Dünya Düzeni”nin pekiştirmek ve sonsuza dek kalıcı olduğuna inandırmak istediği, sömürü, işsizlik, yoksulluk, ahlaki çöküntü, kültürsüzlük gibi bütün özelliklerinin, gerçekte binlerce yıllık sınıflı toplumun temel ve en eski özellikleri olduğunu görenler için, “Yeni Dünya Düzeni”, en eski dünya düzeni anlamına geliyor.
Proletaryanın Büyük Sosyalist Ekim Devrimi de, dünyaya yeni bir düzen sunmuştu. 75 yıl önce Sosyalist Devrim, bugün yeni diye dayatılan her şeyin, çürümüş burjuva dünyasına ait olduğunu açıkça ilan etmiş ve bunun tümüyle ortadan kaldırılarak, işçiler ve emekçiler tarafından, işçilerin ve emekçilerin çıkarları doğrultusunda, dolayısıyla bütün insanlığın çıkarlarına uygun, sömürüşüz, savaşsız, sınıf ayrıcalıklarından temizlenmiş, gerçekten yeni bir dünyanın kurulmasının mümkün olduğunu göstermişti. Ekim Devrimi, bütün insanlığa, eski ile yeni arasında gerçeğe uygun bir ayrım yapabilme fırsatını vermiş ve başta tüm dünya proleterleri olmak üzere, bütün insanlığa, sosyalist bir dünya düzeni kurma çağrısı yapmıştı.
Sosyalist Devrim, hangi güçler tarafından nasıl başarılmıştı? Rusya işçi ve emekçilerine ne getirmişti? Ekim Devrimi’yle kurulan yeni dünyanın özellikleri nelerdi?
Bu soruların cevabını, devrimin iki büyük önderinin, Lenin ve Stalin’in kaleminden sunuyoruz. Emperyalist kapitalizmin “Yeni Dünya Düzeni” ile işçi sınıfının ve emekçilerin “Yeni Dünya Düzeni” arasındaki farklılıkları görebilmek için…
Lenin’in makalesi, Ekim Devrimi’nin dünya ölçeğinde yarattığı etkiyi, özel olarak dünya proletaryasının devrimci hareketi ile emperyalist burjuvazinin saldırıları arasındaki ilişki üzerinden değerlendiriyor. Emperyalist burjuvazinin “demokrasi” kavramı etrafında yürüttüğü demagojik propagandanın karşısına, proletarya diktatörlüğünün, ya da Sovyet demokrasisinin temel özellikleriyle, bunun Rusya işçi ve emekçilerine verdiği olanakları anlatarak çıkıyor. Aynı zamanda, Sovyet demokrasisinin, bütün dünya işçileri arasında yarattığı etkileri özetliyor, dünya üzerinde, çalışanların kendi elleriyle kuracakları yeni düzenin temel unsurunun devrimci işçi ve halk hareketi içinde nasıl doğup yayıldığını göstererek, sosyalist yeni dünya düzeninin “burjuva demokrasisi” karşısında, bir bütün olarak burjuvazinin eski dünyası karşısında nasıl bir yer tuttuğunu gösteriyor. Lenin’in makalesinde, aynı zamanda, burjuvazinin suç ortağı olan Avrupalı sosyal-demokratların, proletarya diktatörlüğünü ya da Sovyet demokrasisini yolundan saptırmaya, içini boşaltmaya yönelik çabaları anlatılıyor. Diktatörlük ve demokrasi kavramlarının sınıflar mücadelesi içinde kazandıkları yeni anlamlara dikkat çekiliyor. Lenin, aynı zamanda, “özgürlük” kavramını da sınıf mücadelesi perspektifi içinde tartışarak, proletarya diktatörlüğünün, özgürlüğü kimler için ve kime karşı, ne şekilde gerçekleştirdiğini açıklıyor.
Stalin’in makalesi ise, özel olarak Ekim Devrimi’nin ezilen ulusların kurtuluş hareketi üzerindeki etkisini anlatıyor. Emperyalizmin, Ekim Devrimi’ne karşı, Lenin’in makalesinde özetlenen türden saldırılarının bir başka boyutuna, “boyunduruk altındaki emekçi halkların” kurtuluş savaşlarına katkısı dolayısıyla doğan saldırılarına açıklık getiriyor.
Her iki makale, Ekim Devrimi’nin, dünya işçi sınıfına ve ezilen halklarına verdiği devrimci ilhamı ve emperyalist burjuvaziyi içine sürüklediği ölümcül korkuyu özetlerken, aynı zamanda, eski burjuva dünyasına karşı, yeni proleter dünyasının başlıca niteliklerinin temel çizgilerini de gösteriyor.

ÜÇÜNCÜ ENTERNASYONAL VE TARİHTEKİ YERİ
V. İ. LENİN
İtilaf ülkelerinin emperyalistleri, Sovyet Cumhuriyetini, bir salgın merkezi olarak, kapitalist dünya ile ilişkisini koparma gayretiyle abluka altına alıyorlar. “Demokratik” kurumlarıyla böbürlenen bu insanlar, Sovyet Cumhuriyeti’ne olan nefretleriyle öylesine körleşmişlerdir ki, kendilerini ne gülünç duruma düşürdüklerini görmüyorlar. Düşünün bir, dişinden tırnağına dek silahlanmış ve bütün dünya üzerinde bölünmemiş askeri bir egemenlik kuran gelişmiş, en uygar, en “demokrat” ülkeler, harap olmuş, aç, geri ve hatta kendi deyimleriyle, yarı-yabanıl bir ülkeden gelen ideolojik enfeksiyondan ölümcül bir korkuya kapılıyorlar.
Tek başına bu çelişki, bütün ülkelerin çalışan yığınlarının gözlerini açıyor ve emperyalist Clemenceau, Lloyd George, Wilson’un ve bunların hükümetlerinin ikiyüzlülüklerinin gözler önüne serilmesine yardımcı oluyor.
Ne var ki biz, yalnızca kapitalistlerin Sovyetlerden körce nefretlerinden değil, aynı zamanda, birbirlerinin tekerlerine çomak sokmaya varan kendi aralarındaki çekişmelerinden de yardım görüyoruz. Gerçek bir sessizlik tertibi içine girmişlerdir, Çünkü genel olarak Sovyet Cumhuriyeti’ne ilişkin gerçek bilgilerin ve özel olarak da resmi belgelerin yayılmasından umutsuz bir korku duymaktalar. Gene de Fransız burjuvazisinin başta gelen organı Le Temps, Moskova’da Üçüncü Komünist Enternasyonalin kuruluşu konusunda bir haber yayınladı.
Bundan ötürü, Fransız burjuvazisinin başta gelen organına, Fransız şovenizminin ve emperyalizminin bu önderine en saygılı teşekkürlerimizi bildiririz. Bize sağlamakta olduğu etkili ve becerikli yardımını takdirle karşıladığımızın bir belirtisi olarak, Le Temps’a aydınlatıcı bir uyarı göndermeye hazırlanıyoruz.
Bizim radyo mesajlarımıza dayanarak Le Temps’in haberini derleyiş tarzı, para babalarının bu organını harekete geçiren nedeni açık ve tam bir biçimde açığa çıkarıyor. Wilson’u, “görüşmeye girdiğin insanlara bir bak” dermişçesine, dürtmek istemiştir. Para babalarının emirlerini yazıya geçiren bu alıklar, Wilson’u Bolşevik gulyabanisiyle korkutma girişimlerinin, çalışan halk üzerinde Bolşeviklerin reklâmı haline geldiğini görmüyorlar. Fransız milyonerlerinin organına bir kez daha en saygılı teşekkürler!
Üçüncü Enternasyonal, itilâf emperyalistlerinin ya da Almanya’da Scheidemann’lar, Avusturya’da Renner’ler gibi kapitalist uşaklarının küçük ve sefil oyunlarıyla, bu Enternasyonal’in haberlerini ve dünya işçi sınıfı arasında yayılmakta olan ilgiyi önleyecek engellerin elvermediği koşullardaki bir dünyada kurulmuştur. Bu koşullar, çok hızlı olarak her yerde açık bir biçimde gelişmekte olan proletarya devriminin büyümesiyle ortaya çıkmıştır. Bu koşullar, gerçekten de uluslararası bir güce erişmiş olan çalışan halk arasındaki Sovyet hareketi ile ortaya çıkmıştır.
Birinci Enternasyonal (1864-72), işçilerin sermayeye karşı, devrimci saldırılarını hazırlamak için, bunların uluslararası bir örgütünün temelini atmıştır. İkinci Enternasyonal (1889-1914), büyümesi, devrimci düzeyindeki geçici bir düşme sonunda, bu Enternasyonal’in utanç verici bir biçimde dağılmasına yol açan oportünizmin geçici bir kuvvet kazanması pahasına genişliğine bir gelişme gösteren proleter hareketin uluslararası bir örgütü idi.
Üçüncü Enternasyonal, fiili olarak 1918’de, oportünizme ve sosyal-şovenizme karşı yıllar boyu, özellikle de savaş sırasında verilen mücadelenin bir dizi ülkede komünist partilerinin oluşmasına yol açtığı bir zamanda ortaya çıktı. Resmi olarak Üçüncü Enternasyonal, 1919 Mart’ında Moskova’daki Birinci Kongresi’nde kurulmuştur. Ve bu enternasyonalin en belirleyici özelliği, Marksizm’in emrettiği şeylerin yerine getirilmesi, yerleştirilmesi ve sosyalizmin işçi sınıfı hareketinin yıllar boyu süren ülkülerinin gerçekleştirilmesi tarihi görevi -işte bu görev, Üçüncü Enternasyonal’in bu en belirleyici özelliği, yeni, üçüncü “Uluslararası İşçi Birliği”nin, bir ölçüde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerinin bir birliğine dönüşmeye başlamış olması olgusu içinde kendini hemen ortaya koymuştur.
Üçüncü Enternasyonal, sosyalizm için proleter mücadelenin, uluslararası mücadelenin temelini attı.
İkinci Enternasyonal, hareketin bir dizi ülkede, geniş yığınsal yaygınlaşmasının tabanının hazırlandığı bir dönemi belirlemiştir.
Üçüncü Enternasyonal, İkinci Enternasyonal’in, oportünist, sosyal-şoven, küçük-burjuva pisliklerini yakarak, onun çalışmalarının meyvelerini topladı ve proletaryanın diktatörlüğünü gerçekleştirmeye başladı.
Dünyanın en devrimci hareketine, sermayenin boyunduruğunu atma yolundaki proletarya hareketine önderlik etmekte olan partilerin uluslararası ittifakı, proletaryanın diktatörlüğünü gerçekleştirmekte olan ve uluslararası boyutları da kapitalizm üzerindeki zaferinin somutlaşması olan çeşitli Sovyet Cumhuriyetleri biçiminde, şimdi benzeri görülmedik sağlamlıkta bir temel üzerinde oturmaktadır.
Üçüncü Komünist Enternasyonal’in çağ açan önemi, Marx’ın baş sloganını, sosyalizm ve işçi sınıfı hareketinin yüz yıllar süren gelişmesini özetleyen sloganı, proletaryanın diktatörlüğü kavramı içinde ifade edilen sloganı gerçekleştirmeye başlamasında yatar.
Bu önsezi ve bu teori, -bir dâhinin önsezisi ve teorisi- bir gerçeklik haline geliyor.
Bu Latince sözcükler, şimdi çağdaş Avrupa’nın bütün halklarının dillerine, -dahası, dünyanın bütün dillerine- çevrilmektedir.
Dünya tarihinde yeni bir dönem başlamıştır.
Kendisini kölelikten kurtaran insanlık, ilk kez gerçek özgürlüğe doğru ilerliyor.
Nasıl oluyor da, Avrupa’nın en geri ülkelerinden biri, proletarya diktatörlüğünün kurulmasında ve Sovyet Cumhuriyeti’nin örgütlenmesinde ilk ülke oluyor? Rusya’nın geriliği ile burjuva demokrasisinden atlayarak, demokrasinin en yüksek biçimine, Sovyet’e, ya da proleter demokrasisine yapmış olduğu “sıçrama” arasında çelişki olduğunu söylersek pek yanılmış olmayacağız. Batıdaki halkın Sovyetlerin rolünü kavramada karşılaştıkları zorluğun ya da kavramada gösterdikleri yavaşlığın nedenlerinden biri, (sosyalist önderlerinin çoğunluğunun sırtına yüklenen oportünistçe alışkanlıkların ve dar kafalı önyargıların safrasından ayrı olarak), bu çelişki olmuştur.
Bütün dünyanın çalışan halkları, proleter mücadelesinin bir aracı olarak ve proleter devletin bir biçimi olarak, Sovyetlerin önemini içgüdüsel olarak kavradılar. Ama oportünizmle çürümüş “önderler”, hâlâ, genel olarak “demokrasi” diye adlandırdıkları burjuva demokrasisine tapmayı sürdürüyorlar.
Proletarya diktatörlüğünün kurulmasının, esas olarak, Rusya’nın geriliği ile onun burjuva demokrasisinin üzerinden “sıçraması” arasındaki “çelişki”yi doğurmuş olması şaşırtıcı değil midir? Tarih bize, bir dizi çelişkisi olmayan yeni bir demokrasi biçimi sağlamış olsaydı, bu şaşırtıcı olurdu.
Modern bilime ilişkin genel bir bilgisi olan herhangi bir Marksist’e ya da herhangi bir kişiye, gerçekten de, değişik kapitalist ülkelerin proletarya diktatörlüğüne geçişinin, aynı yolda ya da ona uyumlu bir simetri içinde olup olmayacağı sorulsaydı, hiç kuşkusuz yanıtı olumsuz olacaktı. Kapitalist dünyada uyumlu, ya da simetrik bir gelişme hiçbir zaman olmamıştır, olamazdı da. Her ülke, kapitalizmin ve işçi sınıfı hareketinin önce bir sonra da bir başka yönünü ya da özelliğini ya da özellikler grubunu daha güçlü olarak geliştirmiştir. Gelişme süreci eşit olmayan bir yolda oluştu.
Fransa, büyük devrimini gerçekleştirdiği ve bütün Avrupa kıtasını tarihsel olarak yeni bir yaşama gözlerini açmaya zorladığı zaman, İngiltere, aynı zamanda Fransa’dan kapitalist yönde daha çok geliştiği halde, karşı-devrimci koalisyonun başında bulunuyordu. Ne var ki, bu dönemin, İngiliz işçi sınıfı hareketi, geleceğin Marksizm’inin içerdiği şeylerin çoğunu, daha o zamanlar parlak bir biçimde yaşamıştı.
İngiltere, dünyaya, Chartizmi, ilk geniş, gerçekten de yığınsal ve siyasal yönden örgütlenmiş proletarya devrimci hareketini verdiği zaman, pek çoğu zayıf olan burjuva devrimleri Avrupa kıtasında görülüyordu ve Fransa’da proletarya ile burjuvazi arasında ilk büyük savaş patlamıştı. Burjuvazi, proletaryanın çeşitli ulusal gruplarını farklı ülkelerde farklı yollardan birer birer yendi.
İngiltere, Engels’in dediği gibi, burjuvazinin bir burjuva aristokrasisi yanında, proletaryanın gerçek bir burjuva üst tabakasını da yarattığı bir ülke modeli idi. Bir kaç on yıldan beri, bu gelişmiş kapitalist ülke, proletaryanın devrimci mücadelesinde geri kalmıştı. Fransa, dünya tarihi gelişmesine son derece önemli katkıları olan, burjuvaziye karşı 1848 ve 1871’de işçi sınıfının iki kahramanca başkaldırmasında proletaryanın kuvvetini tüketmiş görünüyordu. O zaman işçi sınıfı hareketinin enternasyonalinde önderlik, Almanya’ya geçti; bu, Almanya’nın iktisadi yönden İngiltere ve Fransa’nın gerisinde kaldığı 19. yüzyılın yetmişlerinde oldu. Ama Almanya, bu iki ülkeyi ekonomik yönden geride bırakınca, yani 20. yüzyılın ikinci on yılına doğru, Almanya’nın Marksist işçi partisi, bütün dünya için bir örnek olan bu parti, bir avuç alçağın alçağını -Scheidemann ve Noske’den, David ve Leigen’e kadar- en kirli edepsizleri, kendilerini kapitalistlere satan, monarşinin ve karşı-devrimci burjuvazinin hizmetinde bulunan iğrenç cellâtları başında buldu.
Dünya tarihi, yolundan sapmadan proletarya diktatörlüğüne doğru gidiyor, ama bunu pürüzsüz, yalın ve dosdoğru olmayan bir yolda yapıyor.
Karl Kautsky’nin hâlâ bir Marksist olduğu ve Sovyet ya da proleter demokrasisini-ne karşı burjuva demokrasisini desteklemeye başlamasıyla Marksizm’in döneği olmadığı zamanlar, “Slavlar ve Devrim” başlığını taşıyan bir makale -bu, yüzyılın dönümünde oluyordu- yazdı. Bu makalede, dünya devrimci hareketindeki önderliğin Slavlara geçme olasılığını gösteren tarihsel koşulları çizmişti.
Ve öyle oldu. Devrimci proleter enternasyonalinde, önderlik, bir süre için -hiç söylemeye gerek yok ki, kısa bir süre için- Ruslara geçmiş bulunmaktadır, tıpkı, 19. yüzyılın çeşitli dönemlerinde, önce İngilizlerin, sonra Fransızların, sonra da Almanların eline geçmesi gibi.
Büyük proleter devrimine başlamanın Ruslar için gelişmiş ülkelerden daha kolay olduğunu, ama onu sürdürmelerinin ve sosyalist toplumun eksiksiz örgütlenmesi anlamında, devrimi nihaî zaferine götürmelerinin daha zor olacağını bir kaç kez söyleme fırsatını bulmuştum.
Başlamak, bizim için daha kolaydı, birincisi, çünkü -20. yüzyıl Avrupa’sı için- çar monarşisinin eşi görülmedik siyasal geriliği, yığınların devrimci hücumlarına eşi görülmedik bir güç vermiştir. İkincisi, Rusya’nın geriliği, proletaryanın, burjuvaziye karşı devrimini, toprak beylerine karşı köylü devrimi ile kendine özgü bir yolla birleştirmiştir. Ekim 1917’de hareket noktamız budur ve eğer oradan başlamamış olsaydık, zaferi böyle kolay gerçekleştiremezdik. Daha 1856’da Marx, Prusya ile ilgili olarak proleter devrimi ile köylü savaşının özel bir bileşimi olasılığından söz etmişti. 1905’in başından itibaren Bolşevikler, proletaryanın ve köylülüğün devrimci-demokratik diktatörlüğü düşüncesini savunmuşlardır. Üçüncüsü, 1905 devriminin işçi ve köylü yığınlarının siyasal eğitimine çok büyük katkıları olmuştur, çünkü bu devrim, yığınların öncüsünü Batı’daki sosyalizmin “son sözü” ile ve gene çünkü yığınların devrimci eylemi ile tanışık hale getirmiştir. 1905’te yaptığımız gibi böyle bir “kostümlü prova” olmaksızın 1917 devrimleri -hem Şubat burjuva devrimi, hem de Ekim proleter devrimi- olanaksız olacaktı. Dördüncüsü, Rusya’nın coğrafi koşulları, onu öteki ülkelerden daha uzun süre kapitalistlerin, gelişmiş ülkelerin üstün askeri gücüne karşı direnme olanağı sağladı. Beşincisi, proletaryanın köylülüğe karşı özgül tutumu, burjuva devriminden sosyalist devrime geçişi kolaylaştırmıştı. Altıncısı, grev eylemlerindeki uzun süreli eğitim ve Avrupa’nın yığınsal işçi sınıfı hareketinin deneyimleri, Sovyetler gibi proletaryanın devrimci örgütünün böyle biricik bir biçiminin -derin ve hızla yaklaşan devrimci durumdan- çıkmasını kolaylaştırmıştır.
Bu sıralama, kuşkusuz tam değildir, ama şimdilik yeterli olacaktır.
Sovyet ya da proleter demokrasisi, Rusya’da doğdu. Paris Komünü ardından, ikinci bir çağ açan adım atıldı. Proleter ve köylü Sovyetçi cumhuriyeti, dünyada ilk kalıcı sosyalist cumhuriyet olduğunu kanıtladı. Yeni bir devlet biçimi olarak yok olması olanaksızdır. Bu devlet, bundan böyle tek başına olmayacaktır.
Sosyalizmin kurulması işinin sürdürülmesi ve tamamlanması için, daha çok, pek çok şey gereklidir. Daha gelişmiş ülkeler içerisinde, proletaryanın daha çok ağırlık ve etkinlik kazandığı Sovyet Cumhuriyetleri, bir kez proletarya diktatörlüğü yolunu tutunca, Rusya’nın ötekileri geride bırakması her türlü şansa sahiptir.
İkinci Enternasyonal’in iflası, şimdi ölmekte ve canlı canlı çürümektedir. Aslında, dünya burjuvazisine uşaklık rolünü oynamaktadır. Gerçek anlamda sarı enternasyonaldir. Önde gelen, Kautsky gibi ideolojik liderleri, burjuva demokrasisini yüceltmekte ve genel “demokrasi” olarak, ya da -daha da aptalcası ve daha da toycası- “saf demokrasi” olarak adlandırmaktadırlar.
Burjuva demokrasisi, gününü doldurmuştur, tıpkı İkinci Enternasyonal’in, hareketin görevi işçi yığınlarını, burjuva demokrasisi çerçevesinde eğitmek olduğu zamanlarda tarihsel olarak gerekli ve yararlı işler yapmış olduğu halde gününü doldurmuş olması gibi.
Ne denli demokratik olursa olsun, hiçbir burjuva cumhuriyeti, çalışan halkın sermaye tarafından baskı altına alınmasının bir aracı, burjuvazinin diktatörlüğünün, sermayenin siyasal yönetiminin bir aracı olma işlevini yapan bir makineden başka bir şey olmamıştır ve olamaz da. Demokratik burjuva cumhuriyeti, çoğunluk yönetimini vaat etmiş ve bunu ilan etmişti, ama toprağın ve öteki üretim araçlarının özel mülkiyeti var olduğu sürece bunu hiçbir zaman gerçekleştiremedi.
Burjuva demokratik cumhuriyetinde “özgürlük”, aslında zengin olan için özgürlüktü. Proleterler ve çalışan köylüler, bundan kendi güçlerini sermayeyi alaşağı etmek, burjuva demokrasisinin üstesinden gelmek amacıyla yararlanabilirdi ve yararlanmalıydı da, ama gerçekte çalışan yığınlar, genel bir kural olarak, kapitalizm koşullarındaki demokrasiden yararlanamamışlardı.
Sovyet ya da proleter demokrasisi, dünyada ilk kez, yığınlar için, çalışan halk için, fabrika işçileri ve küçük köylüler için demokrasiyi yaratmıştır.
Dünya, nüfusunun çoğunluğu tarafından kullanılan siyasal iktidarı, bu çoğunluk tarafından fiilen kullanılan iktidarı, Sovyet yönetimindeki benzer bir biçimde bugüne kadar henüz görmemiştir.
Bu demokrasi, sömürücülerin ve onların suç ortaklarının, “özgürlüğünü” baskı altına alır; sömürme “özgürlüğünden”, açlık üzerine kurulan “özgürlükten”, sermayenin egemenliğini yeniden kurma mücadelesi “özgürlüğünden”, kendi ülkelerinin işçileri ve köylülerine karşı yabancı burjuvazi ile anlaşmaya girme “özgürlüğünden” bunları yoksun bırakır.
Bırakın Kautsky, böyle bir özgürlüğü savunsun. Ancak Marksizm’in döneği, sosyalizmin döneği bunu yapabilir.
İkinci Enternasyonal’in, Hilferding ve Kautsky gibi ideolojik önderlerinin iflası, bunların Sovyet ya da proleter demokrasisinin önemini, onun Paris Komünü ile olan bağıntısını, tarihteki yerini, proletaryanın bir diktatörlük biçimi olarak onun gerekliliğini kavramadaki son derece yeteneksizliklerini hiçbir şeyde böylesine çarpıcı bir biçimde ifade etmemiştir.
Die Freiheit gazetesi, “Bağımsız” (namı diğer orta sınıf, dar kafalı, küçük-burjuva) Alman Sosyal-Demokrat Partisi organı, 17 Şubat 1915 tarihli 74. sayısında, “Almanya Devrimci Proletaryasına” bir bildiri yayınladı.
Bu bildiri, parti yöneticileri ve partinin bizim Kurucu Meclis’in Alman çeşitlemesi olan bütün Ulusal Meclis üyeleri tarafından imzalanmıştır.
Burjuvazinin diktatörlüğü ile, proletaryanın diktatörlüğünü uzlaştırmak, birleştirmek! Ne de kolay! Ne de parlak bir dar kafalı fikir!
Üzülecek tek şey, bunun Kerensky zamanında birleşmiş Menşeviklerle, sosyalist-devrimciler, şu kendilerini sosyalist sanan küçük-burjuva demokratları tarafından Rusya’da denenmiş olmasıdır.
Marx’ı okuyan ve kapitalist toplumda, her ağır durumda, her ciddi sınıf çatışmasında, seçeneğin ya burjuvazinin diktatörlüğü ya da proletaryanın diktatörlüğü olduğunu anlamayan her insan, Marx’ın iktisadi ve siyasi öğretilerinden hiçbir şey anlamamıştır.
Ama Hilferding’in, Kautsky’nin ve ortaklarının, burjuvazinin diktatörlüğü ile, proletaryanın diktatörlüğünü barışçıl yoldan birleştirme yolundaki parlak dar kafalı düşünceleri, eğer bu pek ilginç ve pek komik 11 Şubat bildirisinin içine yerleştiren iktisadi ve siyasal zırvaları kapsamlı olarak ele almak gerekirse, özel bir inceleme ister. Bunun bir başka makale için bir başka zamana bırakılması gerekecektir.
Moskova, 15 Nisan 1919
(Bu Makale, Vahap Erdoğdu’nun çevirisiyle Sol Yayınları tarafından yayınlanan “Marx, Engels, Marksizm” adlı derlemeden alınmıştır. Mayıs 1990, İkinci baskı; S. 275-284.)

EKİM DEVRİMİ VE ULUSAL SORUN”
J. V. Stalin

Şubat Devrimi, içinde uzlaşmaz iç çelişkiler taşıyordu. Devrim, işçilerin ve köylülerin (askerlerin) çabalarıyla gerçekleştirilmişti, fakat devrimin sonucunda iktidar, işçilerin ve köylülerin eline değil, burjuvazinin eline geçmişti. İşçiler ve köylüler, savaşa son vermek, barışı kurmak için devrim yapmışlardı, oysa dümen başına gelen burjuvazi, kitlelerin devrimci heyecanından, savaşı sürdürmek için, barışa karşı kullanmak için yararlanmak hedefini güdüyordu. Ülkedeki ekonomik sarsıntı ve beslenme krizi, sermayelerin ve sanayi işletmelerinin işçilerin yararına mülksüzleştirilmesini, çiftlik topraklarına köylülerin yararına el konulmasını gerektiriyordu. Milyukov-Kerenskiy burjuva hükümeti ise, Çiftlik sahiplerinin ve kapitalistlerin çıkarlarını koruyor, bunları işçilerin, köylülerin saldırılarına karşı kesin bir biçimde savunuyordu. Bu, işçiler ve köylüler tarafından sömürücüler yararına yapılmış bir burjuva devrimiydi.
Bu arada ülke, emperyalist savaşın, ekonomik yıkımın ve yiyecek kıtlığının altında ezilmeye devam ediyordu. Cephe çöküyor ve dağılıyordu. Fabrikalar ve işletmeler durmuştu. Ülkede açlık büyüyordu. İç çelişkileri ile Şubat Devrimi, “ülkenin kurtarılması”nda aczini açıkça ortaya sermişti. Milyukov-Kerenskiy hükümeti, devrimin temel sorunlarını çözmedeki yeteneksizliğini göstermişti.
Ülkeyi emperyalist savaş ve ekonomik çöküntü çıkmazından çıkarmak için yeni, sosyalist bir devrim zorunluydu.
Bu devrim, Ekim Devrimi’nin sonucu olarak geldi.
Ekim Devrimi, çiftlik sahiplerinin ve burjuvazinin iktidarını devirip onun yerine İşçi-Köylü hükümetini kurarak, Şubat Devrimi’nin çelişkilerini bir darbede çözdü. Büyük toprak sahiplerinin ve kulakların mutlak egemenliğinin kaldırılması ve toprakların kır emekçileri yığınlarının istifadesine devredilmesi; fabrikaların ve işletmelerin mülksüzleştirilmesi ve bunların yönetilmek üzere işçilere devredilmesi; emperyalizmle bağların koparılması ve soygun savaşına son verilmesi; gizli anlaşmaların yayınlanması ve yabancı bölgelerin ilhak edilmesi politikasının teşhir edilmesi; nihayet, ezilen halkların emekçi kitlelerinin kendi kaderlerini tayin hakkının ilan edilmesi ve Finlandiya’nın bağımsızlığının tanınması – işte Sovyet iktidarı tarafından, Sovyet devriminin başında alınan temel önlemler bunlardır.
Bu gerçekten sosyalist bir devrimdi.
Merkezde başlamış olan devrim, uzun zaman bu dar alanın çerçevesi içinde kalamazdı. Merkezde zafere ulaştıktan sonra, kaçınılmaz olarak kenar bölgelere yayılmak zorundaydı. Ve gerçekten de kuzeyden gelen devrim dalgası, devrimin daha ilk günlerinde Tüm Rusya’ya yayıldı ve kenar bölgeleri art arda sardı. Ne var ki oralarda Ekim’den önce kurulmuş olan “Ulusal Konseyler” ve “Bölgesel Hükümet”ler (Don, Kuban, Sibirya’daki gibi) engeline çarptı. Çünkü bu ulusal hükümetler, sosyalist ‘bir devrimin sözünü etmek bile istemiyorlardı. Burjuva niteliklerinden dolayı, eski burjuva düzenini yıkmaya kesinlikle niyetli değillerdi; aksine bu düzeni bütün güçleriyle ayakta tutmayı ve sağlamlaştırmayı görev biliyorlardı. Emperyalist niteliklerinden dolayı, emperyalizmle bağlarını kesinlikle koparmak istemiyorlardı, aksine fırsat düştükçe, “yabancı” ulusların topraklarından parçalar ve parçacıkları gasp etmeye ve buralarda egemenliklerini kurmaya her an hazırdılar. Bu nedenle kenar bölgelerdeki “ulusal hükümetlerin, merkezdeki sosyalist hükümete savaş ilan etmelerine şaşmamak gerekir. Nitekim bunlar, bu savaş ilanından sonra, Rusya’nın bütün karşı-devrimci unsurlarını çevrelerinde toplayan gericilik ocakları haline geldiler. Rusya’dan kovulan bütün karşı-devrimcilerin bu ocaklara gittikleri ve bu ocaklar çevresi içinde “ulusal” beyaz muhafız alayları oluşturdukları hiç kimse için bir sır değildir.
Ancak kenar bölgelerde “ulusal hükümet”lerden başka, ulusal işçiler ve köylüler de bulunmaktadır. Bunlar, Ekim Devrimi’nden önce merkezi Rusya’daki Temsilciler Sovyetleri örneğine göre, kendi devrimci Temsilciler Sovyetlerinde örgütlenmişlerdi ve kuzeyli kardeşleri ile bağlarını hiçbir zaman koparmamışlardır. Onlar da burjuvaziyi yenmeye uğraşıyorlardı; onlar da sosyalizmin zaferi için savaşıyorlardı. Dolayısıyla, bu işçi ve köylüler ile bunların “kendi” ulusal hükümetleri arasındaki çatışmanın günden güne keskinleşmesine şaşmamak gerekir. Ekim Devrimi, kenar bölgelerdeki işçilerin ve köylülerin Rusya’daki işçiler ve köylüler ile ittifakını sadece sağlamlaştırdı, sosyalizmin zaferine inançlarını pekiştirdi. “Ulusal Hükümetlerin Sovyet iktidarına karşı savaşı, ulusal kitlelerin bu “hükümet”lerle çatışmalarını onlardan tam bir kopuşa, onlara karşı açık bir ayaklanmaya kadar götürdü.
Ve böylece, tüm Rusya’nın işçileri ve köylülerinin, Rusya’nın kenar bölgelerindeki burjuva ulusal “hükümet”lerin karşı-devrimci ittifakına karşı sosyalist ittifakı gerçekleşmiş oldu.
Bazı kimseler, kenar bölge “hükümet”lerinin mücadelesini, Sovyet iktidarının “katı merkeziyetçiliğine” karşı bir ulusal kurtuluş savaşı olarak gösteriyorlar. Fakat bu kesinlikle yanlıştır. Dünyada hiçbir iktidar, Rusya’da Sovyet iktidarı kadar büyük bir âdemi-merkeziyetçiliğe izin vermemiş, dünyanın hiçbir hükümeti, halklara bu kadar tam bir ulusal özgürlük tanımamıştır. Kenar bölgelerdeki “hükümet”lerin mücadeleleri, burjuva karşı-devriminin sosyalizme karşı mücadelesiydi ve halen de öyledir. Burada ulusal bayrak sadece halk kitlelerini aldatmak için kullanılmaktadır, çünkü ulusal bayrak, ulusal burjuvazinin karşı-devrimci niyetlerini gizlemek için popüler ve elverişli bir araçtır.
Fakat “ulusal” ve bölgesel “hükümetlerin savaşının eşit olmayan bir savaş olduğu ortaya çıktı. Dışarıdan Rusya’nın Sovyet iktidarı ve içeriden “kendi” işçi ve köylüleri olmak üzere, iki yandan saldırıya uğrayan “ulusal hükümet”ler daha ilk çatışmalarda gerilemek zorunda kaldılar. Finlandiyalı işçiler ile Torppari’lerin ayaklanması ve burjuva “Senato”nun kaçışı, Ukraynalı işçi ve köylülerin ayaklanması ve burjuva “Radarım kaçışı; Don, Kuban ve Sibirya’da işçilerin ve köylülerin ayaklanması ve Kaledin, Komilov ve Sibirya “hükümet”lerinin çöküşü; Türkistan’da yoksul köylülerin ayaklanması ve “özerk hükümetin kaçışı; Kafkasya’da tarım devrimi ve Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan “ulusal konseylerinin kesin aczi – tüm bunlar, kenar bölgelerin hükümetlerinin “kendi” emekçi kesimlerine tamamen yabancılaşmasını gözler önüne seren herkesin bildiği olgulardır. Hezimete uğrayan “ulusal hükümetler, kendi “öz” işçi ve köylülerine karşı, yüzyıllardır bütün dünyanın milliyetlerini ezen ve sömüren Batılı emperyalistlerden yardım istemek “zorunda” kaldılar.
Böylece yabancı müdahale ve kenar bölgelerin işgal edilmesi dönemi başladı -“ulusal” ve bölgesel “hükümetlerin karşı-devrimci karakterini bir kez daha açığa çıkaran bir dönem.
Ulusal burjuvazinin, “kendi halkının” ulusal baskıdan kurtuluşu için değil, fakat bu halkın sırtından kâr elde etme özgürlüğü için, ayrıcalığını ve sermayesini koruma özgürlüğü için mücadele vermekte olduğu ancak şimdi herkes tarafından anlaşılıyordu.
Emperyalizmle bağlar koparılmaksızın, ezilen milliyetlerin burjuvazisi devrilmeksizin, söz konusu milliyetlerin emekçi kitleleri iktidarı ele geçirmeksizin, ezilen milliyetlerin kurtuluşunun düşünülemeyecek olduğu ancak şimdi herkes tarafından anlaşılıyordu.
Böylece “tüm iktidar ulusal burjuvaziye” sloganıyla birlikte kendi kaderini tayin ilkesinin eski burjuva kavranışı; bizzat devrimin seyri tarafından teşhir edilerek bir kenara atıldı. “Tüm iktidar ezilen milliyetlerin emekçi yığınlarına” sloganı ile kendi kaderini tayin ilkesinin sosyalist kavranışı, haklılığını ve uygulanma olanaklarını kazanmış oldu.
Bu şekilde, eski, burjuva-ulusal kurtuluş hareketlerine son veren Ekim Devrimi, ezilen ulusların işçi ve köylülerinin her türlü baskıya karşı -dolayısıyla ulusal baskı da dâhil-, “kendi” burjuvazisinin ve yabancı burjuvazilerin iktidarına, genel olarak emperyalizme karşı, yeni, sosyalist bir hareket çağını açmış oldu.

EKİM DEVRİMİ’NİN DÜNYA ÇAPINDAKİ ÖNEMİ
Rusya’nın merkezinde başarılı olduktan ve bir dizi kenar bölgeyi ele geçirdikten sonra Ekim Devrimi, Rusya topraklarında sınırlı kalamazdı. Emperyalist dünya savaşı ve alt halk tabakalarında egemen olan genel hoşnutsuzluk atmosferi içinde bu devrim, zorunlu olarak komşu ülkelere yayılacaktı. Emperyalizmle bağların koparılması ve Rusya’nın soygun savaşından çıkarılması; gizli anlaşmaların yayınlanması ve yabancı toprakların ilhak edilmesi politikasının resmen reddi; ulusal özgürlüğün ilan edilmesi ve bağımsız Finlandiya’nın tanınması; Rusya’nın “Ulusal Sovyet Cumhuriyetleri Federasyonu” ilan edilmesi ve Sovyet iktidarının bütün dünyaya yaptığı emperyalizme karşı savaş çağrısı – bütün bunların köleleştirilmiş Doğu ve kana bulanmış Batı üzerinde önemli bir etki yapmaması olanaksızdı.
Ve gerçekten de Ekim Devrimi, Doğu’nun boyunduruk altındaki halklarının emekçi kitlelerini, yüzyıllar süren uykularından uyandıran ve onları dünya emperyalizmine karşı savaşa sürükleyen dünyadaki ilk devrimdir. İran’da, Çin’de ve Hindistan’da, Rusya Sovyetleri örneğine göre oluşturulan işçi-köylü konseyleri bunu yeterince inandırıcı bir biçimde kanıtlar.
Ekim Devrimi, Batı’nın işçi ve askerlerine canlı, kurtarıcı bir örnek olan, onlara savaşın ve emperyalizmin boyunduruğundan kurtuluşun gerçek yolunu gösteren dünyadaki ilk devrimdir. Avusturya-Macaristan’da ve Almanya’da işçi ve askerlerin ayaklanması, işçi ve asker konseylerinin oluşturulması, Avusturya-Macaristan’ın tam haklarından yoksun bulunan halklarının ulusal baskıya karşı devrimci savaşı, bunu yeterince inandırıcı bir biçimde kanıtlar.
Önemli olan, Doğu’daki ve hatta bizzat Batı’daki savaşın henüz burjuva-milliyetçi etkilerden kurtulamamış olması değildir -önemli olan, emperyalizme karşı savaşın başlamış olmasıdır, sürdürülmesidir ve o kaçınılmaz olarak mantıki sonucuna varmak zorundadır.
Yabancıların müdahalesi ve “dış” emperyalistlerin işgal politikası, devrimci krizi sadece keskinleştirmekte, savaşa yeni halkların katılmasını sağlamakta ve emperyalizmle devrimci çatışmalar alanını genişletmektedir.
Böylece Ekim Devrimi, geri Doğu’nun ve ileri Batı’nın halkları arasında bağlantı kurarak, bunları emperyalizme karşı ortak bir savaş kampında birleştirmektedir.
Böylece ulusal sorun, kısmi bir sorundan, ulusal boyunduruğa karşı mücadele sorunundan, ulusların, sömürgelerin ve yarı-sömürgelerin emperyalizmden kurtuluşu genel sorunu haline gelmektedir.
II. Enternasyonalin ve onun önderi Kautsky’nin en büyük günahı, diğer şeylerin yanı sıra, durmadan ulusların kendi kaderini tayinin burjuva kavranışına sapması ve bu ulusal kendi kaderini tayinin devrimci anlamını kavrayamamış olması, ulusal sorunu emperyalizme karşı açık savaş devrimci zeminine koyma yeteneğinin veya isteğinin olmayışı, ulusal sorunu sömürgelerin kurtuluşu sorunuyla birleştiremeyişi veya birleştirmek istemeyişidir.
Bauer ve Renner türünden Avusturyalı sosyal-demokratların dar kafalılıkları, aslında tam da ulusal sorunun iktidar sorunuyla ayrılmaz bağını kavramayarak, ulusal sorunu politikadan ayırıp onu kültür ve eğitim sorunları çerçevesine sıkıştırmaya çalışmalarında, bu arada emperyalizm ve onun köleleştirdiği sömürgeler gibi “önemsiz şeylerin varlığını görmezlikten gelmelerinde yatmaktadır.
Yükselen sosyalist devrim durumunda, ulusların kendi kaderini tayin ve “anavatan savunması” ilkelerinin, bizzat olayların akışıyla kendiliğinden ortadan kalktığı söylenmektedir. Ne var ki gerçekte ortadan kaldırılan ulusların kendi kaderini tayin ve “anavatan savunması” ilkesi değil, bunların burjuva yorumlarıdır. Emperyalizmin boyunduruğu altında inleyen ve azimle kurtuluş için çaba harcayan işgal altındaki bölgelere bir göz atmak yeter; sosyalist anavatanın savunulması için emperyalist haydutlara karşı devrimci bir savaş yürüten Rusya’ya bir göz atmak yeter; Avusturya-Macaristan’da meydana gelen olaylar üzerinde az biraz düşünmek yeter; ülkelerinde şimdiden konseyler örgütlemiş olan sömürge ve yarı-sömürgelere (Hindistan, Iran, Çin) bir göz atmak yeter -ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin sosyalist yorumu içinde tüm devrimci önemini kavrayabilmek için bütün bunlara bir göz atmak yeter.
Ekim Devrimi’nin dünya ölçüsünde önemi esas olarak tam da şurada yatmaktadır ki, o;
1- Ulusal sorunun çerçevesini genişleterek, onu kısmi bir sorundan, Avrupa’da ulusal baskıya karşı mücadele sorunundan, boyunduruk altındaki halkların, sömürgelerin ve yarı-sömürgelerin emperyalizmden kurtuluşları genel sorununa dönüştürmüştür;
2- Batı’nın ve Doğu’nun ezilen halklarını, emperyalizme karşı muzaffer savaşın genel dalgası içine çekerek, bu halkların kurtuluşunu önemli ölçüde kolaylaştırmış ve bu kurtuluş için geniş olanaklar ve gerçek yollar açmıştır;
3- Bu sayede sosyalist Batı ve köleleştirilmiş Doğu arasında köprü kurarak yeni bir devrim cephesi inşa etmiştir, Batı’nın proleterlerinden, Rusya devrimi aracılığıyla, Doğu’nun boyunduruk altındaki halklarına kadar varan yeni bir cephe, dünya emperyalizmine karşı bir cephe.
Doğu’nun ve Batı’nın emekçi ve sömürülen kitlelerinin bugün Rusya proletaryasına karşı gösterdikleri tarif edilmez büyük coşku da aslında bununla açıklanır.
Bütün dünyadaki emperyalist haydutların, şimdi gözü dönmüş bir şekilde Sovyet Rusya’ya saldırmaları da esas olarak bununla açıklanır.
(Stalin, Ekim Devrimi ve Ulusal Sorun, 6-10 Kasım 1918, Eserler 4, İnter Yay. Şubat 1990)

Kasım 1992

Tartışma Sürecinde Dev-Yol Gerçeği

Dev-Yol uzunca bir süredir bir iç tartışma yürütüyor. Bir şeyler yapmaya bir türlü karar verilemeyen uzun yıllardan sonra, Dev-Yol artık karar vermiş görünüyor: Bir şeyler yapılacak. Tartışma, ne yapılacağına ve nasıl yapılacağına ilişkin yürütülüyor.
Yapılacak olanın “sosyalizm” olduğu söyleniyor. Yürütülmekte olan tartışmanın yapılı hale getirilen belgelerinde uzun vadeli olarak “ne yapılacak” sorusunun yanıtı “sosyalizm” olarak veriliyor: “.Sorunun düğüm noktası, sosyalizmi inanılabilir bir program olarak sunmak ve buna uygun bir toplumsal pratik yaratabilmektir.”
Bu “sosyalizm”, öyle bilinen türden sosyalizm değildir ve tartışma örgütleyicilerine göre, olmamalıdır da. “Geleneksel sol” ya da sosyalizm çökmüş, “sosyalizmin bir tarihsel dönemi bitmiş”tir. “Bu bitişe yol açan gelişmeleri ve bunun yarattığı düşünsel-ideolojik-teorik krizi derinlemesine kavramak gerekmektedir.” Eski teori yetersiz ve geçersizdir, “eski kavramların sahip oldukları varsayılan tüm ‘açıklayıcılık’ güç ve anlamları yavaş yavaş siliniyor.” “Sosyalizm adına dile getirilen düşünceler (…) bugünü açıklamakta yetersiz kalma(ktadır).” Ve “eski kavramsal çerçevenin açıklayıcılık gücünü yitirmesi yeni bir kavramsal çerçevenin gerekliliğini ortaya koyar.” Bu, “ideolojik-teorik sorunların her hangi bir devrimci siyasi gelişme açısından yeniden bir ön (anahtar) mesele haline gelmesi demektir.” Ve “sosyalizm” yapıcılığına soyunacak “bir siyasal oluşuma yönetebilmek için sosyalizmin bugünkü sorunlarıyla ilgili üzerinde mutabakat sağlanmış bir amaçlar, politikalar ve uygun araçlar zemini gerekli görünmektedir, Bugünkü koşullarda böylesi bir mutabakatın ancak belirli bir surece yayılmış ciddi, demokratik, özgür bir tartışma sürecinde üretilebileceği kabul edilmelidir. Ancak en geniş kesimlerimizin katılacağı böyle bir tartışma sürecinde ortak bir siyasi iradenin ortaya çıkması sağlanabilecektir.”
Bir zaman tünelinden “çıkarken”, nihayet, “bir siyasal oluşuma yönelmek”, “bir siyasi irade oluşturmak”, orta ya da kısa vadeli bir hedef olarak gündeme alınabilmiştir. Ama “Devrim Hemen Şimdi” ya da somut olarak “Dev İşçi Hemen Şimdi”den bir adım geri atılmıştır. İş bir nebze ciddiye binince, ayak sürçülmektedir. “Siyasi irade” ve “siyasal bir oluşum”, “yeni kavramsal çerçeveli de ortaya çıkaracak bir “tartışma süreci”nin sonucuna bırakılmış, örgüt tartışmaya bağlanmış ya da peşkeş çekilmiştir.
Eskiden fetiş olan, ‘partileşme süreciydi. Geçip giden uzun yıllar partileşmek için bir türlü yeterli olmamıştı. Süreç-örgütlenme fetişizmi bütün örgütlenme faaliyeti için yön verici olmuş, yalnızca partiye değil, Dev-Yol yargılamalarında açıklandığına göre, parti-öncesi bir örgüte, her hangi bir örgüte bile ulaşılamamıştı. Belki bir “dergi örgütlenmesi”. Hepsi o kadar. Resmi durumla, karar verici irade ile somut durum Dev-Yol’da hep çelişik olmuştur: Epey önemli işler yapan bir Dev-Yol örgütü ya da örgütleri olduğu kesindi; ama yine kesin olan bir başka şey, bu örgütlerin merkezi bir örgütün bileşenleri olmaktan uzaklığıydı. “Partileşme süreci” yaşanmaktaydı; bir türlü federatif yapının, amatörlüğün ötesine atlanamıyor ya da atlanmıyordu. Dağınıklık ve gevşeklik sürdü ve 12 Eylül darmadağınıklığa, çöküntüye götürdü. Toparlanmanın gerçekleşebilirliğinin tartışmalı olduğu bir çöküntüye.
Bugün fetişleştirilen ise çok daha geri bir durumdur, ama koşullara uygun olan da ancak böyle bir fetiştir: “Tartışma süreci'” Bugün “ne yapılacak” ya da “ne yapılmak” sorusunun Dev-Yol’cu yanıtı “tartışma”dır, “tartışma süreci”dir; anahtar sözcük ya da fetiş, bugün bunlardır.
“Partileşme süreci” fetişinden daha ilkel olan “tartışma süreci” fetişinin yeni bir “belalı dönem”de “zaten tartışmıyorduk da” deninceye kadar ciddi bir örgüt var edemeyeceği açık olmalıdır. Bu fetiş bugünü kurtarmaya yöneliktir, Bugünkü dağınık, örgütsüz, çoğu esnaflaşmış, SHP’lileşmiş ve dökülmüş, her hangi bir devrimci siyasal pratik içinde olmayan Dev-Yol’cu konumunun ihtiyaçlarına karşılık düşen fetiştir. Devrimci eğilimlerle siyasal bir pozisyon tutmaya çalışan Dev-Yol’cular önüne dikilen bir tuzak-fetiştir.
Tartışma, kendisine Dev-Yol’cu diyen “herkes”i kapsamak ve düzen-içi konumlarda bulunanlarla devrimci eğilimler taşıyan ve siyasal ve-örgütlü çalışmaya en azından niyetli olanlar arasında “mutabakat”ı gerçekleştirmek üzere öngörülmektedir. Devrimci eğilimler taşıyan insanların, geleneğe bağlılıkları zaaf olarak kullanılarak, yalnızca tartışma fetişi aracılığıyla değil, aynı zamanda yaygın düzen-içi unsurların bu tartışmaya katılımı ve birlik ve “yeni siyasal oluşum” için onlarla “mutabakata zorlanma aracılığıyla da, bu eğilimlerinin törpülenmesi; artık Dev-Yol olmayan bir Dev-Yol’un, geçmişini tümden reddetmiş, öngörüldüğü üzere “siyasal kültürünü değiştirmiş” bir Dev-Yol’un dayatılması amaç ediniliyorsa, tartışmanın başarıya ulaşma şansı vardır. Ama devrimci bir gelişme amaçlayanlar açısından, yalnızca fetiş, niteliği ve katılanların bileşimi dolayısıyla değil, yazı boyunca üzerinde durulacak daha birçok nedenle bu tartışmanın başarılı sonuçlar vermesi olanağı yoktur. Biçim, içerik ve kapsam bakımından tartışmanın başarı şansı olan amaçlara sahip olduğu anlaşılıyor.

BİÇİM AÇSINDAN “TARTIŞMA SÜRECİ”
“Tartışma süreci” açısından biçim kategorisine girebilecek bir kaç unsur önem taşımaktadır.
Birincisi, tartışmaya katılanların bileşimidir. “Bir Tartışma Platformu İçin ön Notlar ya da Satırbaşları” başlıklı tartışmaya sunulan metin, aralarında “mutabakat” amaçlanan Dev-Yol’cu potansiyeli şöyle tanımlıyor:
“Bu potansiyel bugün geçilen sürecin bütün olumsuz, dağıtıcı, bozucu etkilerini üzerinde taşımaktadır. İnsanlar büyük çoğunlukla eski konumlarından uzaklaşmış durumdadır. Mevcut düzen ilişkileri içindeki yaşama uğraşına bağlı olarak yapılan işler ve yaşama biçimleri kaçınılmaz olarak kendine uygun (yeni) düşünüş biçimlerini ve alışkanlıklarım da üretmiştir. Pek çok insan çoğu kez yürütülen işlerin bir uzantısı olarak düzen içi yasal bir parti içinde yer alma yolunu seçmiştir. Buna rağmen hemen herkesin eski siyasal kimliklerini koruma kaygısı içinde oldukları da görülmüştür. Bunlara karşın Devrimci Yol anlayışını aynen koruma veya yeniden üretme adına yapılabilenler de diğer oluşum ve gruplaşmalarla birlikte bu geniş potansiyeli etrafında toplayabilecek ve ifade edebilecek bir çekim merkezi olma özelliğini sağlayamamıştır.”
Tartışmaya sunulan platform Dev-Yol’un nerede başlayıp SHP’nin nerede bittiğinin -ya da tersi- belli olmadığı durumu kabullenip resmileştirdiği görülüyor. SHP’li olup aynı zamanda Dev-Yol’cu olmak mümkündür; sadece bu da değil, SHP’liler ya da SHP’li Dev-Yol’cular (ya da Dev-Yol’cu SHP’liler) Dev-Yol’un geleceğinin belirleneceği  “tartışma’nın unsurları durumundadırlar! Burada da durulmuyor, -durulsaydı, SHP’liler azınlıkta kalıp tasfiye olabilirler denebilirdi- ve tartışmaya katılan “en geniş kesimlerimiz” arasında “mutabakat” ve bu mutabakat temelinde şekillenecek “ortak bir siyasi irade” ve “siyasi oluşum” öngörülüyor. Ya SHP’liler Dev-Yol’culaşacak ya da Dev-Yol’cular SHP’lileşecektir. Şimdiye dek olan Dev-Yol’cular ve Dev-Yol’un SHP’lileşmesidir ve doğal olan da budur. Diyelim ki burjuvalar, düzen içi unsurlar devrimcileşecek ve “eski siyasal kimliklerini koruma kaygısı” bunu kolaylaştıracaktır, böyle varsayılmaktadır.  Sadece Dev-Yol’cu değil, tüm eski solcu SHP’lilerin, yeni gelin örneği düzenin pisliklerine en sıkı sarılanlar olduğu gerçeği de dikkate alındığında böyle bir “dönüşüm’ün tamamen istisna olacağı kesindir. Eğer devrimci bir gelişme öngörülüyorsa, SHP’lilerin bu gelişmenin anahtarı olarak tasarlanan tartışmaya katılmasının ne tür bir açıklaması olabilir? “Potansiyelin bu tür döküntülerini tümüyle dışlamamak, onları karşıya itmemek ve hatta değişmelerine yardım edip kazanmak yaklaşımı, bu unsurların “devrimci bir siyasal oluşum” ve hele “yeni kavramsal çerçeveler” yaratma sürecine katılımlarını izahta yetersizdir. Böyle bir tartışmanın onların dışında örgütlenmesi ve tartışanların kazanıcı tutum izlemeleri, örneğin ayrıca onlarla da tartışılması ve durumlarına uygun pratik faaliyetler önerilmesi, devrimci bir tutumun asgari gereğidir.
Burada tartışmanın biçimine ilişkin sorunun içerikle de ilişkisi ortaya çıkıyor. “Eski kavramsal çerçeve”, “eski teori” yerine önerilen “yeni kavramsal çerçeve” ya da “teori”de burjuva partilerinin yeri, onlara karşı, sosyal demokrasiye karşı tutum ne olacaktır? “Yeni çerçeve” sadece önerilmekte ve ama içi doldurulmamaktadır. Ancak, tartışmanın biçimi ya da bileşenlerine ilişkin tutumdan çıkan odur ki, “yeni teori” ya da “yeni kavramsal çerçeve”de sosyal demokrasiyle birlik, en azından ittifak yer alacaktır. Ama böyle bir çerçeveyi “yeni” olarak sunmaya hiç gerek yoktur. Böyle bir unsura sahip “kavramsal çerçeve” öteden beri vardır. Kautsky’nin “çerçevesi” böyledir. En son bu unsuruyla ve “yenilik” iddiasıyla “çerçeve” sunan ise, kısa sürede pek pespaye durumlara düşen Gorbaçov ve SBP aracılığıyla bu tulumunu yaşama geçiren TKP ya da TBKP olmuştur.
Üstelik tartışmaya katılan düzen-içi unsurlar SHP’li Dev-Yol’culardan ibaret değildir. Geçim derdine düşüp çoğunlukla esnaflaşan, burjuvalaşan ve konumlarına uygun düşünüş biçimleri ve alışkanlıklar edinen pek çok unsur da tartışmaya katılmaktadır. Tartışmaya sunulan metin durumu saptıyor ve kabulleniyor. Yanılgısı ya da zaten amacı, böyle bir tartışmadan devrimci sonuçlar çıkmayacağı noktasındadır.
Yaşam karşısındaki pratik tutumları, düşünsel eğilimleri devrimci olan ve devrimci siyasal faaliyet içinde olan ya da buna yönelen insanlarla devrimci tutumlar geliştirilebilir, devrimci yollarda yürünebilir. Devrimci yolda yürümek, nostaljik sohbetler ya da düzen-içi unsurlarla “eğlenceler” düzenlemek olarak anlaşılmıyorsa, Dev-Yol potansiyelini kucaklamak adına devrimci olmayan ilişkilerden, hele geleceği kuracağı iddia edilen girişimlerden mutlaka vazgeçmek şarttır.
Tartışmalarda ileri sürülen ve yazılı olarak yayınlanan görüşlerden anlaşıldığı kadarıyla, böyle bir bileşime epey itiraz olmuş, başlıca devrimci olan ve siyasal faaliyet içinde bulunan insanlarla tartışma yürütülmesi gereği üzerinde durulmuştur. Örneğin tüm yazılı görüşlerin bir arada yayınlandığı broşürün 6., 8., 10. ve 12. sayfalarındaki yazılarda “kimlerle tartışma” sorusunun yanıtı “devrimcilerle” şeklinde verilmiştir. 6. sayfadaki “Metin Taslağı Üzerine Bir Eleştiri” başlıklı yazıda daha ileri gidilerek, bizim eleştirdiğimiz temel nokta da bir tarzda ifade edilmiştir: “Yazının üslubu mücadele, eden insanlara göre değil mücadele etmeyen insan çoğunluğuna göre belirlenmiştir, iddiasızlık ve inançsızlık da bu yüzdendir asıl olarak.” Ancak, “1. Turun Kısa Değerlendirilmesi”nde maddeler halinde toparlanan sonuçlara göre, ” ‘heterojen bir topluluk’ olmanın yarattığı handikaplar sürekli olarak kendini ortaya çıkarmış”, ” ‘kuşkuların’ egemen olduğu ortam kısmen de olsa sürmüş”, “kısmen şekilli ilişkiler açısından sunuş metninin moral bozucu etkileri görülmüş”, ama devrimciliği tartışmalı kişilerle devrimciliği tartışmalı metne bu yönleriyle yapılan itirazlar kısmen yatıştırılmış ve “gerilimin aslında öznel sübjektif bir içerik taşıdığı” belirtilerek “keskinlik” mahkûm da edilmiştir. Bu konuda itirazlar ileri sürenlerin tartışmayı bu biçimiyle sürdürmeye en azından razı oldukları anlaşılıyor. Amaçlanan devrimci olmayan yönde ilerleyişin, bu yönüyle, şimdilik de olsa sağlanabildiği, devrimci eğilimlerin törpülenip bastırılabildiği görülüyor.
İkinci olarak, tartışma örgütlü değildir, örgütlü olarak yürütülmemektedir; devrimci unsurlar arasında bir tartışma olmadığı gibi, bir siyasal çalışma içinde bulunan örgütlü devrimci unsurların içindeki bir tartışma hiç değildir. Bu yönüyle de devrimci bir siyasal oluşuma götürmesi olanağı yoktur.
Tartışmacılar, tartışmayı öngörenler, bugün Dev-Yol’un neyi nasıl yapacağının belirli olmadığını, her şeyin çok değiştiğini; bugünkü durumu, ne “eski sosyalist kavramsal çerçevenin” ne de eski Dev-Yol “kültürü”nün açıklayabildiğini, dolayısıyla belirsizlik temelinde bir örgüt kurulamadığını ve kurulamayacağını, belirsizliğin belirli bir oranda aşılacağı tartışmalarla yeni “kavramsal çerçeveler” ya da asgari olarak ortak bakış açıları oluşturulmasına bağlı olarak örgüte ulaşılabileceğini düşünüyorlar. Tartışmalarda bu noktaya ilişkin olarak da yaygın itirazlar ortaya çıkmıştır.
Sorunun birbirine bağlı iki yönü bulunuyor. Birincisi, tartışmanın asgari bir örgütlülük çerçevesinde yürütülmesine ilişkindir. İkincisi ise, tartışmanın, akademik bir çalışma, örneğin bir sempozyum olmanın ötesine geçecek ve örgütsüz yürütülmesi durumunda da kendiliğindenliğe uygunluk temelinde örgütlülükler sonucuna yol açabilecek düzen-içi burjuva yaklaşımların sistemleştirilmesine hizmet etmemesi isteniyorsa, devrimci bir örgüt tarafından yürütülmesi gerekmekle kalmaz; aynı zamanda devrimci örgütün, durmaksızın sürüp giden sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarınca belirlenecek, sadece teorik değil, son derece pratik de olan ihtiyaçlarından hareketle yürütülmesi zorunlu olur.
“Tartışmalardan” başlığı altında aktarılan, tartışmalarda ileri sürülen görüşleri özetleyen kısa notlarda yer alan şu yaklaşımlar tamamen doğrudur:
“Böyle geniş demokratik tartışmalar yoluyla devrimci bir yapılanma yaratılamaz.”, “Dünyada hiçbir örgüt böyle demokratik bir tartışma ile böyle şeyler yapmaya kalkmadı. Bu şekilde devrimci bir örgüt falan da kurulamayacaktır.”
Bu, “demokratik” tartışmalarla “örgüt kurma” inandırıcı olmayan fikri, örgüt geleneği olmayan bir “topluluğun”, bugünkü kendine güvensiz, karşılaştığı baskı ve zorluklardan, belalardan yitmiş, örgütlü devam etmeye cesaret edemeyen (bu durumda başa yeni belalar gelmesi tehlikesi vardır ve sertleşmiş koşullarda bedeller ağırlaşmıştır) dışındaki ve kendisine ilişkin çöküntü ve yenilgiler dolayısıyla “şaşkınlaşmış”, çoğu durumda savrulduğu düzen-içi konumlarda (esnaflaşma, SHP’lileşme vb.) düzene bağlanmış, onunla uzlaşmış haliyle faaliyetsizliği, göreceğimiz gibi teorisizliği, ama özel olarak en geri ve uç noktasında, en aşırıya vardırarak örgütsüzlüğü teorileştirme ve kendiliğindendi iği yüceltmesi anlamına geliyor.
Devrimciler, komünistler kuşkusuz tartışırlar ve kuşkusuz çeşitli sorunların çözümlenmesi, çözümlerin derinleştirilmesi, çeşitli konulardaki farklı görüşlerin giderilmesi amaçlı tartışmalar onların da ihtiyacıdır. Çözümlerin üretilmesi ve derinleştirilmesi başlıca araştırma ve inceleme faaliyetini gereksinir, ancak tartışmanın da özellikle belirli özel dönemlerde gerekli olduğu kesindir. Ama devrimci ve komünistler tartışmalarını da, diğer her şeyi olduğu gibi, sınıf mücadelesine ve onun ihtiyaçlarına bağlarlar. (Sınıf mücadelesine, dar kapsamlı ekonomik mücadeleyle sınırlı olarak anlaşılmayacağı açık olmalıdır).
Sınıf mücadelesi ve onun ihtiyaçlarının belirleyiciliği ne demektir? Her şeyden önce, tartışmalar, sınıf mücadelesine katılarak, onun gelişimini engellemek değil, ilerletmek üzere gerçekleşmelidir. Kıyısından-köşesinden tutmak değil de sınıf mücadelesine ciddi bir devrimci yaklaşım ve tutumla katılmak söz konusu edildiğinde, bunun ancak örgütlü bir tarzda olabileceği tartışma dışı bir doğrudur. Tartışmanın da yozlaşmaması, bir aydın gevezeliğine dönüşmemesi, amaç-hedefsiz sohbetler biçiminde gelişmemesi, tartışanların birbirlerini tüketmemeleri, verimli sonuçlara ulaşabilmesi ve sınıf mücadelesinin gelişmesine hizmet edebilmesi için, örgütlü bir mücadeleyi temel edinmesi ve kendisinin de örgütlü olması zorunludur. Hele Dev-Yol tartışmasında olduğu gibi bütün bir dünya sorunları, hem de “kavramsal eskime”nin de üstesinden gelmek üzere bir tartışma gündeme girmişse, içeriğe ilişkin söylenecekler bir yana, onun örgütlü bir biçimde yürütülmesi kesin bir ihtiyaç olacaktır. Aksi durumda zaten içeriği nedeniyle anlaşmazlıklara, farklılaşmalara, konuşmalara çağrılı olan bu tür bir tartışma, bir de örgütsüz yürütüldüğünde tam bir kaosa götürecek,      darmadağınıklık yerleşecek ve sistemleşecektir. Bu biçimde bir tartışmadan devrimci bir siyasal örgüt çıkmaz, ama tartışmanın bu biçimiyle kendisini ve öngörülerini reddetmenin koşullarını olgunlaştırarak, karşıtını geliştirmesi ve bir ya da bir kaç devrimci örgütün kaotik bir durum ortasından doğması ihtimal dışı değildir. Eğer devrimci eğilimler düzen ve düzen yanlısı eğilimler ve yönlendirme önünde boyun eğip uzlaşmaya yönelmeyecek ciddiyeti gösterirse, bir tikim tasfiye ve parçalanmalarla bugünkü biçim ve içeriğiyle tartışmanın üstesinden gelinerek devrimci örgüt ya da örgütlere ulaşılabilecek, bu ciddiyet gösterilemezse düzen-içi bir örgüt ya da bir yok oluşa varılacaktır. Bu ikinci durumda, tüketecek çok fazla bir şeyi kalmayan Dev-Yol, kendisini tümüyle tüketecek demektir. Kurtuluş’u hemen hemen tüketen Kuruçeşme Tartışmaları bu yönüyle de öğreticidir. Kurtuluşçular, sözü edilen tartışmalara örgüt fikri ve tutumundan uzak, “kimsenin kimseyi bağlamadığı” demokratizmleriyle hemen sadece bireyler olarak katıldılar. “özgür bireyler” ürettiler bir dizi grup içinde. En önemlisi de bu tartışmalara girmeden önce örneğin bir “İşçi Dünyası” yayınlanıyordu, işçiler içinde şöyle ya da böyle dağıtılıyordu; kendini feshetti; kısacası, örgütsüz tartışma, sınıf içindeki ilişkilerini dağıttı, örgütsel siyasal faaliyeti iyice geriletti ve örgütsüzleştirdi, onları sınıf mücadelesinden kopardı.
Şu kesindir: Dev-Yol bugün ne kadar örgütlüyse ve yürüteceği tartışma ne kadar örgütlü ilişkilerine dayanarak onların ve içinde yer tutmaya çalıştıktan sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına yanıt olacaksa o kadar devrimci sonuçlar verebilecektir. Bu nedenle “ön Notlar* olarak tartışmayı başlatan yazıdaki örgütsüzlüğü hareket noktası alan tutum değil, “Metin Taslağı Üzerine Bir Eleştiri” başlıklı yazıdaki “bu süreci istediğimiz yönde evirerek sıçratacak ve bu anlamda sürecin esas öznesi olacak olan verili ilişkilerimizdir” tutumu doğru ve gerçekçidir. Bu ikinci tutum başka yazılarda da ileri sürülmüş.
“1. Turun Kısa Değerlendirmesi’nde “varolan çalışmaların küçümsendiği, yapılanların yok-sayıldığı (…) başlıca itirazlar arasındaydı” saptamasıyla bu tutumun varlığı kabullenilmiş, ancak öznellik değerlendirmesiyle karşılanmıştır. Tartışmayı yönlendiren taslak metin “verili ilişkiler”i, olduğu kadarıyla örgütlülüğü temel almamakta, tüm dağınıklığı ve “şekilsizliği” ile tüm potansiyeli hareket noktası saymaktadır.
Bu tutum, örgüt-sınıf mücadelesi ilişkisine, sınıf mücadelesi karşısındaki konumlanış tasarımına da yansımaktadır.
“Ön Notlar”daki yaklaşım açık ve nettir. “Ön Notlar”, Dünya ve Türkiye’de büyük bir alt-üst oluş yaşandığını, “sosyalizmin bir tarihsel döneminin kapandığını”, “ideolojik-teorik bir kriz” yaşandığını, hemen tüm “eski” kavram ve kavramsal çerçevenin geçersizleştiğini, “yeni” kavramlar ve kavramsal bir çerçeve yaratılmak gerektiğini öne sürüyor ve devrimci siyasal bir gelişme için ideolojik teorik sorunların bir “ön (anahtar) mesele” haline geldiğini söylüyor. “Ön Notlar”, açık bir biçimde, “ortak bir siyasal iradenin ortaya çıkması” ve “bir kolektif siyasal varoluşa yönetebilmek” için İdeolojik-teorik “kriz’in aşılması” ve “yeni kavramsal çerçeve” üretimini, bunu sağlayacak bir “tartışma süreci”ni ön koşul sayıyor. Yani, önce “kavramsal çerçeve” oluşturulacak, “siyasal kültür değiştirilecek”, bunu gerçekleştirecek bir tartışma yaşanacak ve buna bağlı olarak siyasal oluşuma gidilebilecektir. “Ön Notlar” bugün bir siyasal oluşumun var olduğuna ilişkin bir şey söylemediği gibi, tartışmayı, bu siyasal oluşumun başka “devrimci” çalışmalarını yürütmenin yanı sıra yürütmesini de öngörmemiştir. Tersine, net bir şekilde, siyasal pratik çalışmalar yapacak bir siyasal oluşumun sağlanabilmesini ön koşulu “tartışma süreci” ve fikir üretimi olarak belirlenmiştir. Üstelik “Ön Notlar”da “…tartışma süreci, yulardır bütünsel bir siyasal hareketlilik içinde bulunmayan bir potansiyelin kendisini yeniden ifade etme çabası” olarak tanımlanmaktadır. “Bütünsel bir siyasal hareketlilik içinde bulunmayanlar”, yani merkezi bir örgütlülüğe sahip olmayanlar tartışmaktadır ve ancak bu tartışma sonucunda kendilerini “yeniden ifade” edecekler, yani bir “siyasi örgüt” ya da “oluşum” olacaklardır. “Ön Notlar”ın 2 numaralı paragrafı da “merkezi yapısı dağılmış” bir potansiyelden söz etmekte, çeşitli girişimlerin bu potansiyelin kendini ifade etmesini sağlayamadığını belirtmekte, üstelik olduğu kadarıyla da bu girişim ve gruplaşmaların nispeten örgütlü ilişkilerini tartışmanın zemini olarak yadsımaktadır. “Ön Notlar” paralelinde olan “Tartışmanın Yöntemi Üzerine” başlıklı yazıda söylenenler ise şunlardır: “Dev-Yol geleneği 82’den beri örgütsüz ve dağınık durumdadır…  Bugün için varolan bir araya gelişler, bireylerin belidi bir ideolojik-politik hat etrafında bir araya gelmesinden oluşmamıştır. Bu nedenle şu andaki mevcut durumun siyasal bir nitelik taşıdığını söylemek doğru değildir… Tartışma mevcut yapılanmaların etrafında, bu yapıların sınırları çerçevesinde yürütülmemelidir.”
Söylenenlerden anlaşılan, belirli girişimler olmakla, ve örgütlü denebilecek belirli ilişkiler olmakla birlikte (ne derece örgütlü olunduğu tartışmasını dışta tutuyoruz), tartışma bu örgütlülükler baz alınarak yürütülmemektedir. Bu ilişkiler içinde yer alanlar da “potansiyelin bir parçası” sayılmakta ve ama tartışma “potansiyel” olarak sürdürülmektedir. Bu “potansiyel” ise örgütsüzdür ve “mevcut durumun siyasal bir nitelik taşıdığı” söylenememekte; tersine tartışma örgülün oluşturulması amacıyla yürütülmektedir. Örgütlü ilişkiler yok sayılmasa bile, bu örgütlülüklerin çerçeve edinilmediği bir örgüt oluşturma sürecidir “tartışma Süreci.” Bunun anlamı şudur ki, bu süreçte sınıf mücadelesine örgütlü müdahalelerde bulunamayacak, örgütlü bir “pratik siyasal” faaliyet gerçekleştirilemeyecektir. “Önce tartışma, sonra pratik siyasal örgütsel faaliyet”! Bu, Troçkizm kaynaklı, sınıf mücadelesinden kopuk teorik faaliyet ve inşa anlayışıdır.
“Ön Notlar”ın bu açık anlayış ve tutumuna, daha çok “örgütlü ilişkiler” içinde yer alanlardan kaynaklandığı rahatça tahmin edilebilecek itirazlar gelmiş, sınıf mücadelesine katılmanın, pratik siyasal faaliyetin tanışmalar sonuna ertelenmesine karşı çıkılmıştır, “…öncelikle varolan ideolojik-teorik sorunları çözeceğiz de ondan sonra siyasal pratiğe yöneleceğiz türünden bir yaklaşım anlamlı olmayacağı gibi, hem ML hem de Devrimci Yol’un çok somut bir inkârına tekabül edecektir” gibi… “…ideolojik-teorik sorunlar birinci derecede en alt düzeyde bile olsa siyasal faaliyeti sürdürmeye, bunun için örgütlenmeye çalışan insanlar topluluğunun sorunlarıdır” gibi… Ve daha sertçe, “tüm Dev-Yol”luları gevezelikten ziyade pratiğe davet ediyoruz” gibi…
Kuşkusuz tartışmak, daha doğru deyimle ideolojik-politik çizgi oluşturmak gevezelik değildir, ama ciddi olunur ve gereği yerine getirilirse. Pratiğin ideolojik teorik inşanın karşısına konulması da yanlış olacaktır. Ama pratikten, sınıf mücadelesi ve ihtiyaçlarından kopuk bir tartışmacı tutumun, “Ön Notlar”daki tutumun, Kurtuluşun Kuruçeşme’deki tutumunun karşıtını, pratikçiliği geliştirmesi de kaçınılmazdır. Doğrusu, sınıf mücadelesine katılırken, bunun için elinde avucunda ne varsa onun olanaklı kıldığı kadar örgütlülükle ve yine onun olanaklı kıldığı kadarıyla siyasal faaliyet yürütürken, aynı zamanda tartışmayı başarabilmektir. Ama bu tutumu hayata geçirebilmek için, en başta olanaklı olan örgütlü oluşu, örgütlü ilişkileri sıkı sıkıya savunmak, onlardan hareket etmek ve onları geliştirmeyi hedef edinmek zorunludur. Başka türlü sınıf mücadelesine katılmak da, pratik de, tartışma, yani teorik inşa da olanaksızdır. Bunlardan her hangi birinin örgütsüzlükle başarılabildiğinin örneği dünyada yoktur.
“Ön Notla”la tartışmayı başlatanlar, eski önderlerin bir bölümü, ele alışa yöneltilen itirazlar karşısında geri adım atmak zorunda kaldılar. Broşürün sonuna eklenen “değerlendirme”nin yanında yer alan iki yazıdan birinin başlığı “Bir Geçiş Süreci Açısından İdeolojik Sorun ve Pratik Politik Mücadele’dir. Bu yazıda soruna ilişkin üç belli başlı tutum var:
“Birincisi, belirli bir geri adım atılmaktadır: “…metinde ideolojik sorunun ön mesele olarak belirlenmiş olmasının, bu sorunun pratik-siyasi örgütsel sorunlarla ilişkisi çerçevesinde ele alınması gereğini dışta tutan bir anlayışa tekabül etmediğinin ifade edilmesi gerekiyor.” Doğal ki, bunu ifade etmek yetmiyor, gereğini yapmak gerekiyor. “Yapma’nın anlamına geçmeden aynı geri adımın “Kısa Değerlendirme”de de olduğu söylenmeli: “Tartışma sürecinin bir akademik faaliyet, sosyalizmin bütün teorik sorunlarım çözen bir süreç olarak değil, ortak bir bakış açısını yakalamak için pratik politik faaliyetle paralel yürüyen, sonuçları ona tercüme edilebilir ve kendisi ondan etkilenen bir süreç olarak ele alınması” ortak nokta olarak belirleniyor.
İkinci tutum.
Peki, ne yapılıyor?
Tartışmanın örgütsüz bir potansiyelden hareketle yürütülmesi savunulmaya ve hayata geçirilmeye devam ediliyor. Yani örgütsüzlükte ısrar ediliyor “Ön Notlar”da örgütsüzlüğün en açık biçimiyle savunulduğu cümleleri şimdi aktaralım: ‘Her siyasi harekelin gelişme sürecinin bütün aşamalarında nesnel durumuna ve gereklerine uygun bir örgütlülük içinde bulunacağı ne kadar açıksa, bu gerekliliğin sınırlarının öznel ve keyfi bir şekilde zorlanmasının yanlışlığı da o kadar açık olmalıdır. Bugün ortada duran teorik sorunlar kolektif bir tartışma süreci içinde hiç değilse bir ölçüde aşılmadan siyasal mücadele ve örgütlenme alanında ciddi ilerlemeler kat edilemeyeceğine göre, gizemli ve katı örgütsel kalıplar, davranışlar ve ilişkiler dayatmak bu türden bugün için gereksiz bir zorlama sayılmalıdır.”
Soruna ilişkin ek yazıda, paragraf başında “nesnel duruma uygun örgütlülük”ten söz edildiği belirtiliyor. Ama aktarma yapılırken en baştaki “Her siyasi hareketin” öznesi atılıyor. Atılıyor çünkü “Ön Notlar”da bu bölüm “genel bir doğru” olarak yazılmıştır, Dev-Yol’un durumuna ilişkin değildir; çünkü yine aynı yazıda birkaç yerde Dev-Yolun bugün bir siyasal oluşum ya da hareket olmadığı, bunun yaratılmasının amaçlandığı belirtilmiştir. Yani “Ön Notlar”ın ilgili paragrafının böyle bir “genel doğru” ile başlaması “ek yazı”yı kurtarmamakta, örgütlülüğün savunulduğu iddiasını desteklememektedir. Burada önemli olan, örgütlülük önerisini “keyfi ve öznel zorlamalar” olarak niteleyip reddeden bölümle hemen ardından gelen reddiyedir. (Geçmeden söyleyelim, kendiliğinden örgütler dışında örgüt kurmak, politik örgütler kurup inşa etmek -nesnelliği temel alır- kuşkusuz öznel bir iştir; bilinçle, iradeyle, isteyerek kurulur politik örgütler. Ve “zorlama” da olumsuz değil olumlu anlamıyla kullanıldığında, örgüt kuruculuğu için gereklidir.)
“Gizemli” sıfatıyla mistisizm karşıtlığı çağrıştırılarak alaya alman “katı örgütsel kalıplar, davranışlar ve ilişkiler”, yani ÖRGÜT, “teorik sorunlar tartışma süreci içinde hiç değilse bir ölçüde aşılmadan” gerekli görülmemekte, “Ön Notlar”ın bu yaklaşımında ısrar edilmektedir. “Geri adım” göstermeliktir ve devrimci, örgütçü eğilimi yatıştırmaya yöneliktir. En azından şimdilik yatışma başarılmıştır.
Ve üçüncüsü, örgütsüzlükte ısrar tulumu, örgütlü başka sol grupların, sol örgütlerin küçümsenmesi, örgütlülüklerinin ve dolayısıyla genel olarak örgütlülüğün bir işe yaramadığı, Dev-Yol’un da örgütsüz durumuyla pek bir şey kaybetmediği ileri sürülerek, örgütlülüğün olumsuzlanması aracılığıyla pekiştiriliyor; “Bugün gelinen noktada ise sol (bütün sol) politika alanının tümüyle dışına düşmüş durumdadır.” Öznellik buradadır. Aksini kanıtlamaya çalışmak gerekmiyor.
Son olarak, tartışma yasallığı ilke edinmiştir.
Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullar bellidir. Devrimci örgütlenme ve siyasal faaliyetler yasaklar duvarına çarpmaktadır. Devrimi hedefleyen her hangi türden bir faaliyet yasal alana sığmadığı gibi, açık bir faaliyet olarak gelişme olanağından yoksundur. Burada devrimci faaliyetin esasının sözünü ediyoruz, yasal ya da açık sürdürülmesi mümkün, parçaya ilişkin ve “olanaklardan yararlanma” kategorisine giren türden faaliyetlerin değil. Devrimci örgüt kurmayı hedef edindiği iddiasındaki bir faaliyet ya da girişim yasal alanla sınırlanmamak ve örgütü daha kurulmadan teslim etmemek için açık faaliyet olarak gerçekleştirilmemek durumunda olmalıdır. Faşist diktatörlük ya da Dev-Yol’un “eski” kavramlarından olan “sömürge tipi faşizm” koşulları böyle dayatıyor. Ama Dev-Yol’un bu kavramı da eskimiş olmalı, şimdi “İdeolojik Sorun ve Pratik Politik Mücadele” başlıklı “ek yazı”, “12 Eylül gibi bir baskı dönemi sonrasındaki kısmi demokrasi ortamı’ndan söz açıyor.
Ve tartışma olanca açıklığıyla ortalıkta yürütülüyor. Hem yasal ve hem de açık olarak.
Burada artık bir başka şeye değinmek gerekiyor: korku!
Yenilginin derini etkilerinden biri, korkudur, yılgınlıktır. Ülke içinde devrimci hareketin yenilgisi ve ertesinde yaşananlar, bunların göğüslenemeyişi, moral çöküntüsüne, kendine güvensizliğe, “belalardan sakınma”cılığa, korkuya neden olmuştur. Sütten ağzı yanan tartışma açıcılar bugün yoğurdu üfleyerek yeme eğilimindedirler. Örgüt, örgütlü mücadele, sınıf mücadelesi ve hele yasa-dışılık, gizli faaliyetler hep bela getirmiştir. Gericiliğin bunlara tepkisi çok sert olmuştur. Şimdi “yeniden” başlarken, kendini “yeniden ifade etme”ye girişirken bu açıdan olağanüstü dikkat edilmekte, zararı görülen şeylerden uzak durulmaya, meşruiyet sınırlarını aşmamaya özen gösterilmektedir. Ve meşruiyet haklılıkta değil, düzen tarafından kabul edilirlikte aranmaktadır. Yoksa böyle yasal ve açık bir “örgüt kurma”ya girişmenin başka türden bir açıklaması yapılamaz. Söylediklerimizin kanıtını, “Tartışmalardan” başlığı altında yayınlanan ve bir ideolojik-siyasal yaklaşımdan çok ruh halini yansıtan ve yasal parti konusunda bile ciddi bir korkuyu ifadelendiren şu bölümle vermek istiyoruz:
“…yasal bir parti kurarak iddialı bir çıkış yapsak, ister yasal parti olsun ister başka şekilde iddialı bir politik çıkış olsun devlet gene saldıracak, baskılar katliamlar yapılacaktır. Bugün böyle bir şeyi göğüsleyemeyeceğimiz için böyle iddialı politik girişimlere girişmemeliyiz. Onun yerine alt düzeyde alanlarda demokratik mücadele düzlemlerindeki çalışmalarla adım adım güçlenmeye çalışmalı, belli bir güç biriktirdikten sonra, saldırıları göğüsleyebilecek duruma gelince yasal parti ve bu gibi iddialı politik girişimlerde bulunabiliriz.” Bu yaklaşım ve tutumla, hiçbir zaman güçlenilemeyeceği, güç biriktirilemeyeceği, saldırıları göğüsleyebilecek duruma hiç gelinemeyeceği ve iddialı politik girişimlerde de hiç bir zaman bulunulamayacağı, herhalde her devrimci tarafından kabul edilecektir. Burada korku var. Yüreklere sinmiş. Baskılar göğüslenmeye çalışılmaz, bu göze alınmazsa güç toplanamaz ve hiçbir devrimci iddiada hiçbir zaman bulunulamaz. Çünkü her şey mücadeleyle koparılıp alınır; güç mücadele edilerek, baskılar karşısında direnilerek toplanabilir. Tartışmacılar bu bölümün bir kişinin eğilimlerini yansıttığını söylemesinler. Bu pasaj tartışma açıcıların ruh halini ele veriyor. Neden örgüt istenmediğini, neden iddialı girişimlerden kaçınıldığını vb. vb. açıklıyor.

İÇERİK OLARAK TARTIŞMA FETİŞİ
Dev-Yol’cu tartışmadığın, bir fetiş haline sokulan, bütün umutların bağlandığı ve bütün çözümlerin kendisinden beklendiği, dolayısıyla tüm belirsizlik, teorisizlik, örgütsüzlük ve faaliyetsizliğin kendisine yüklenerek “meşrulaştırdığı”, önünde tüm Dev-Yol’a diz çöktüren tartışma ve “tartışma süreci’nin biçimine ilişkin devrimci olmayan durumu, kuşkusuz onun içeriği belirtiyor.
Peki, bu tartışmaya yüklenen içerik nedir?
Önce, yine fetiş haline getirilmiş, tüm sorunların çıkış noktası yapılan bir yenilginin sözü edilmektedir. Öyle ki, yenilmiştik ruh hali ve yılgınlık tüm her şeyin, tüm yaklaşım ve düşüncelerin içine sinen, belirleyici bir öğe durumundadır. İlk yenilgi 12 Eylülle gelmiştir. Bu, Dev-Yol’u berbat eden temel etkendir. “Ön Notlar” ve “ek yazılar”da 12 Eylül, yenilgi ve Dev-Yol ilişkisi üzerine sadece bir cümlelik bir saptama yapılmakta (: “Dev-Yol, 12 Eylül yenilgisi sonrasında merkezi yapısı dağılmış ve bütünsel bir siyasi etkinlik sürdürememiştir.”), bu yenilginin Dev-Yol üzerindeki etkileri ve nedenleri üzerine her hangi bir değerlendirmede bulunulmamaktadır. Yenilgi ve Dev-Yol’un yenilgi karşısında aldığı tutum, Dev-Yol’un tüm zaaflarını açığa çıkarmış, dağılmasının yanında, bugünkü belirsizlik, örgütsüzlük ve faaliyetsizliğin temel ne-‘ deni olmuştur. Bu noktada ciddi bir çözümleme ve nedenleri giderme tutumuna yönelmeden Dev-Yol’un iflah olması olanaksızdır, ama tartışma ve yönlendirilmesinde konuya ilgi gösterilmemektedir. 12 Eylül ve sonuçlarına tek atıf, yenilgi fetişini işlevsel kılmak üzere yapılmıştır.
“Ön Notlar”da hareket noktası olarak kullanılan ve asıl fetiş edinilen ikinci yenilgi SSCB’nin çöküşüdür. Dev-Yol’un ötesinde tüm sol açısından genelleme yapılarak şöyle söyleniyor: “Sol hareketler 12 Eylül yenilgisinin getirdiği (benzer her yenilgi döneminde görülen) sorunları aşma çabası içindeyken Sovyetlerde Gorbaçov dönemiyle başlayan ve SSCB’nin tarih sahnesinden silinmesine uzanan büyük çarpıcı gelişmelerin derin etkisiyle yüz yüze geldiler.” Tartışmacılardan biri ise daha açık konuşuyor: “…dünyada yaşanan büyük değişimler ve gelişmeler ve özellikle de SB’nin dağılması solu hazırlıksız bir şekilde yakalayarak tam bir şaşkınlık içinde bıraktı.”
Bir kere, Dev-Yol açısından 12 Eylül’ün getirdiği “sorunlar”, “benzer her yenilgi döneminde görülen” türden olmamıştır. Burada, 12 Eylül’ün başka sol gruplar üzerindeki etkileri ardına sığınarak Dev-Yol’un özel durumunu gizlemeye çalışmak ciddi ve devrimci bir tutum olmamaktadır. 12 Eylül karşısında, sonrasında ve bugün, faal olan belli başlı sol gruplardan farklı olarak Dev-Yol ayırt edici özelliklere sahiptir, onun özel bir durumu vardır. Bunun üstünü örtme çabası anlamsızdır ve her şey bir yana Dev-Yol’a bir şey kazandırmaz, tersine onu yok oluşa götüren tam da budur.
SSCB’nin dağılması, buna yol açan gelişmeler ve nedenleri karşısında Dev-Yol’un içine düştüğü “şaşkınlık”ı, “çarpıcı gelişmelerin derin etkileri’ni de tüm sola mal ederek işin içinden sıyrılmak mümkün değildir. Sorunları sol açısından genelleştirme ve kendi durum ve özelliklerini tüm sola mal etme tutumu Dev-Yol’un pek sevdiği bir şey. Ama bu yöntemle gerçeklerden kaçılamaz ve Dev-Yol kendi gerçek durumunu gizlemeyi başaramaz. Çok açıktır ki, SSCB’nin dağılmasına yol açan gelişmeler, SB’ni yıllardır kapitalizmle suçlayan ve yine yıllardır geri dönüş ve nedenleri üzerine kafa patlatan, kendisini ve kadrolarını bu temelde eğitip geliştiren “sol’la, komünistlerle Dev-Yol ve türdeşleri açısından farklı etkilerde bulunmuştur. Komünistler gelişmelere hiç de hazırlıksız yakalanmamış, hiç de şaşkınlığa düşmemiş, tersine gelişmeler ortaya koydukları düşünceleri, SB’ne karşı yaklaşım ve tutumlarını, ideolojik, politik ve pratik tavırlarını doğrulamıştır. Ama Dev-Yol ve benzer “orta yolcu” grupların bir şaşkınlığa düştükleri de kesindir. Kısacası, SB’nin çöküşünün komünistler ve Dev-Yol açısından anlamı ve etkisinin temelden farklı olduğunu söylemek gerçekçi olmanın bir gereği durumundadır. Bu farklılık, çöküş karşısındaki tutumların farklılığıyla da kanıtlıdır. Komünistler yollarında yürümeye devam ederek gelişmeleri özellikle ideolojik alanda karşı saldırıyla karşılamışlar; Dev-Yol ise, bu “yenilgi’yi fetiş edinerek ve göreceğimiz gibi, Gorbaçov’un ve onu oluşturduğu kavramsal çerçeve ve politik pratiği yönüyle teşvik edip üretken biçimde destekleyen emperyalist burjuvazinin ideolojik olarak derin etkisi altında henüz yeni tartışmaya başlayabilmiştir.
Uzun süre şaşkınlığını üzerin-‘ den atmaya çalışıp durup düşünen Dev-Yol ileri gelenleri, ideolojik açıdan belirsizliğin ve doğal ki emperyalist burjuvazinin ve meDev-Yolasının etkisine terket-tikleri Dev-Yol tabanının mark-sizm karşıtlığı ve pespaye burjuva demokratizmini kabullenmek üzere yeterince olgunlaştığını düşündüklerinde, iflasçı mantıklı bir tartışmayı  gündeme   getirdiler. Tamamen “çağdaş” yaklaşım ve tutumlar geliştiriyorlar.   Sosyalizm ve Marksizm karşıtı bir demokratizm öngörüyor, her alanda son derece “demokratik” tutumlar sergiliyorlar.
“Sosyalizmin bir tarihsel dönemi sona ermiştir” saptaması yapılmaktadır. “Ön Notlar” yazarlarının henüz “sosyalizmin iflası” iddiasını açıktan ileri sürmeye dili varamamaktadır. Ama yön verici fikirleri budur, tüm mantıksal yönelimleri budur ve aslında bunu söylüyorlar da. Tersini söylüyor gibi yapıp, “sosyalizmin iflası” iddiasının burjuva liberallere ait olduğunu (broşür, sf. 20) belirtip kendi tezleri olarak geliştiriyorlar.
“Gelişmelerin sosyalizm idealinin, sınıfsız, eşitlikçi ve özgür bir toplum idealinin iflası anlamına gelmediği doğrudur” diyor “Ön Notlar”. Tersinin iddiası olanaksızdır. Bu, öylesine muğlak bir ideal, öylesine genel bir özlemdir ki inkarı imkansızdır. Sözü edilen, insanlığın altın çağına özlemdir. Kölecilikten bu yana tüm ezilenlerin duyduğu özlem. Spartaküs’ün, Şeyh Bedrettin’in, Münzer’in, daha pek çok sosyalist olmayan, sosyalizmi tasarlaması bile olanaksız ezilenler temsilcilerinin özlemidir bu. İlkel komünizme özlem. İnsanlığın bir zamanlar yaşadığı sınıfsız-sömürüsüz, özgür toplumsal ilişkilere duyduğu özlem. Bir ütopya. Bu özlem, bu ideal kuşkusuz reddedilemez. Ama sosyalizm bir ütopya mıdır? “iflas etmeyen” yalnızca bu ideal midir? Dev-Yol’a göre yalnızca budur. Bu ideal ötesinde, sosyalizm, her şeyiyle, teorisiyle, politikalarıyla, uygulamalarıyla tüm yönleriyle iflas etmiştir!
Haksızlık mı ediyoruz? Abartıyor muyuz? Dev-Yol iflasçı mantığa sahip değil mi? Hayır, Dev-Yol tamamen iflasçı bir mantığa sahiptir.
“…dünya çapındaki önemli değişim ve gelişmeler insanlık tarihinde yeni bir dönemin başladığını ortaya koyuyor, özellikle Doğu Bloğu ülkelerinde yaşanan toplumsal ve politik değişim ve yine batı ülkelerinde teknolojik gelişmeye bağlı olarak ortaya çıkan kapitalizmin işleyişindeki farklılıklar hem sosyalizm açısından hem de kapitalizm açısından farklı bir döneme girildiğini gösteriyor.”
Böyle midir? “İnsanlık tarihinde yeni bir dönem” mi başlamıştır?
Bu “değişim” fetişi bu içeriğiyle son olarak Gorbaçov tarafından kullanılmıştır. “Kapitalizmdeki değişiklikler”! Şimdi Dev-Yol, ona “Doğu Bloğundaki değişimler”i ekliyor. Gorbaçov’dan fark bu noktadadır. Gorbaçov “kendinden önceki sosyalizm”in yanlış kendisininkinin doğru olduğunu söylerdi (kuşkusuz şimdi bundan da caydı), Dev-Yol ise Gorbaçovunki dâhil tümünün yanlışlığını ve “inandırıcı olmadığını” ileri sürüyor. Dev-Yol’a göre bir süredir, kapitalizmin kendisini, teknolojik gelişme ve işleyiş farklılıklarıyla yenilediği, sosyalizmin ise onunla baş etmeye güç yetiremediği bir dönemde yaşıyoruz! “Yeni bir dönem”! “İnsanlık tarihinin yeni bir dönemi”!
Kapitalizmin hiç değişmediği, 19 yy.’da olduğu haliyle kaldığını kimse ileri sürmemektedir, süremez. Ama kapitalizmin de kendini yenilediği “yeni bir dönem” tezi, bu Gorbaçovcu tez, hele dönemin sosyalizm açısından da farklılaşmasıyla birlikte ileri sürüldüğünde farklı bir anlam kazanmaktadır. Biz emperyalizm ve proleter devrimleri döneminde yaşandığını sanıyorduk, şimdi Dev-Yol’dan böyle olmadığını, o “tarihi dönem’in kapandığını, bir yenisinin başladığını öğreniyoruz!
Sorun sanki oymuş gibi, Dev-Yol iddia ediyor: “19. yy. kapitalizmi ile 21. yy. kapitalizminin farklı özellikler taşıdığı çok açıktır.” Farklılığın ne olduğuna dair hiçbir şey söylenmiyor, ama kuru kuruya iddia ediliyor: farklıdır! Kuşkusuz farklıdır. Her şeyden önce birincisi rekabetçi, ikincisi tekelcidir. Ama özü, öze ilişkin her hangi bir öğesi değişmiş midir? Kapitalizm kategorisinden sonra ayrıntılandırılmıştır, ayırt edici yanları ve sosyalizmin arifesi olması özelliği nedeniyle tekelci kapitalizm, yani emperyalizm döneminin sözü edilmiştir. Şimdi bir yeni dönem mi? Dev-Yol bu iddiadadır. Ama ona göre, bu yeni döneme kendine özgü niteliğini veren “kapitalizmin işleyiş farkları’nın yanı sıra “sosyalizmin çöküşü” olmaktadır. Hiçbir tez bu ulu ortalıkla ortaya atılmamıştır. Değişmiştir! Yeni dönem! Yeni kapitalizm! Peki, neresi değişmiş, nasıl bir dönem, nasıl bir kapitalizm? İsim takmakla bir yere varılmaz, içerik doldurulmalıdır. “Bugünkü emperyalist-kapitalist sistem, bir asırdan fazla bir zaman önce Marx’ın işleyiş yasalarını inceleyerek eleştirdiği ekonomik-toplumsal sistemden olduğu kadar, Lenin’in tanımladığından da oldukça büyük farklılıklar taşımaktadır.” Birincisi bu “farklılıklar” belirtilmelidir. İkincisi, hem “yeni bir dönem” nitelemesini yaptıracak “farklılıklar”dan söz edip hem de hala “emperyalist-kapitalist sistem” kavramını kullanıp “eski” tanımlamayı yapma çelişmesi çözülmelidir. Ve üçüncüsü, değişme ve farklılıklar açıklanmadan, bunların kendince bir çözümlemesi yapılmadan, “değişim” ve “farklılıklar” iddiasında bulunmanın salt ideolojik bir yaklaşım olduğu bilinmelidir. “Değişimden söz edildiğinde Marksizm’in elementer doğrularını artarda sıralayarak ajitatif yanıtlar üretmektedirler” diyerek karşı saldırıya geçmeyi deneyen Dev-Yol’cu “ek yazı”cı, öncelikle “değişim”in ne olduğunu açıklamayı denemelidir. Bunu yapmadıkça, ajitasyonu “değişim” lehine yapıyor, “değişim’i salt ideolojik kaygılarla, sahibi olan Gorbaçovu yok oluşa götüren o meşum yolda yürüme seferberliğinin ihtiyaçlarını karşılamak üzere gündeme getiriyor demektir. Önce “değişim”i temel edinen bir ideolojik yönelim içine girecek iflasçı mantıkla “değişim”ci yolda yürümeye başlayacaksın, sonra da “yeni kavramlar” ve “kavramsal çerçeve” üretmek için tartışma ve hele ne demekse “özgür tartışma” diyeceksin! (Buradaki “özgürlük” örgütsüzlüğün ve yönlendirme altında olmayışın özgürlüğü olarak anlatılmak istenmektedir.) Ama “yeni kavramlar”, “değişim” kavramında olduğu gibi, başka kavramlarla ilgili olarak göreceğimiz gibi baştan belirlenmiştir, tartışma, saptadık demeden saptanmış “yeni kavramlar”la başlatılmıştır. Kimse kimseyi aldatmasın, tartışmaya yönü verilmiştir, tartışma yönlendirme altında yürütülmektedir. Nereden başladığı belli olduğu gibi, varacağı yer de şimdiden bellidir. “Özgürlük”, yalnızca tek tek Dev-Yol’cuların kendilerini “özgür” hissetmelerinin sağlanmaya çalışılmasından ibarettir.

“TEORİDE KRİZ” VE “ESKİ KAVRAMIAR”-“YENİ KAVRAMLAR”
“Merkezi plan düşüncesinin piyasa ekonomisi karşısında geçersiz kaldığı kanıtlanmış mıdır? Sosyalist ülkelerdeki insanlar neden Batı toplumlarına has yaşam biçimlerini tercih etmişlerdir? Sosyalist ülkelerdeki üretim ve teknoloji neden kapitalist toplumlara göre geri kalmıştır? Komünizmin tümüyle iflas ettiği, gerçekleşmesi imkânsız bir ütopya olduğu kanıtlanmış mıdır? İflas eden sadece bürokratik sosyalizm anlayışları mıdır, yoksa Leninist (hatta Marksist) teori midir? Vb. vb. Sorular uzatılabilir.
“Kuşkusuz bu ve benzeri sorulara kendi içinde ‘tutarlı’ yanıtlar bulmak mümkündür. Ancak verilecek hiçbir yanıt kısa vadede (…) derin ideolojik tahribatın etkilerini ortadan kaldırma gücüne sahip olmayacaktır.”(Ön Notlar)
Görünüşe bakılırsa, bu sorular tartışmaya sunulmak için değil, durumu, ideolojik tahribatın derinliğini yansıtmak içindir. Ama görünüşle yetinilmezse, Dev-Yol “Ön Notlar”ının hem nesne ve hem de özneleri arasında olduğu, tahribattan hem etkilendiği, onun ya da yenilgi ve sonuçlarının altında ezildiği ve hem de bu eziklik, etki ve dolayısıyla tahribatın taşıyıcılığını yaptığı görülecektir. Bu sorular niçin sorulur ve üstelik “soruların doğru sorulması” vurgusu yapılırken, neden yanlış ve sahte sorular sorulur ve önemlisi, yanlış sorular niçin bir de yanlış sorulur? Hadi soruldu diyelim. Neden gerçek hiçbir yanıtlarının olmadığı öne sürülür. Ne tür bir yanıt olursa olsun -kısa vadede- bir yararı olmayacaksa, ya bu soruların gerçek yanıtları yoktur veya olumsuzdur ya da doğru yanıtların bile işe yaramayacağı, sosyalizmin üstesinden gelmeye güç yetiremeyeceği, iflasın dayatıldığı bir durum çağrıştırılıyor demektir. İflasçı mantık, kısa vadede yapılacak şey olmadığını yayarak morali zaten bozuk olan Dev-Yol’cuları demoralizasyon sürecinde ilerletmeye, onları, gerinin gerisi, Gorbaçovcu emperyalizm beslemesi ideolojik yaklaşımları kabule hazırlamaya yönelmiştir.
İflasçı mantıkla “Ön Notlar”, yıllardır yürütülmüş olan geri dönüş ve kapitalizmin restorasyonu tartışmalarına karşın, hala iflas edip çökenin sosyalizm olduğu düşüncesindedir. “Batı yaşam biçimini tercih eden insanlar” sosyalist ülkelerin insanları değildir, bu “tercih”ten yıllarca öncesinden beri insanlar o ülkelerde artık sosyalizm koşullarında yaşamıyorlardı. Revizyonizm ve Sovyet kapitalizmini sosyalizm olarak görüp değerlendirme şeklindeki körlüğünü hala sürdürmekte ısrarlı olan Dev-Yol “On Notlar”ı, doğal olarak gelişmeleri açıklayamamakta ve üstelik soruları da yanlış sormaktadır, insanlar “tercih” edecekleri somut bir sosyalist alternatif olmadığı koşullarda Batı kapitalizmi ve yaşam biçimini devletçi Doğu kapitalizmi ve revizyonizme, onun yaşam biçimine tercih etmeye yönelmişlerdir. Yine, iflas eden, “bürokratik-mürokratik” sosyalizm değildir, revizyonist kapitalizmdir. Ama başına “bürokratik” sıfatını takmakla kendisini “sosyalizmin iflası”nı saptayıp savunmakta özgür kılmak isteyen “Ön Notlar”, bugün hala, Gorbaçov’un elinde kötülemiş haliyle iflas edenin “sosyalizm” olduğu anlayışıyla soruları yanlış sormaya devam etmektedir.
Dev-Yol “ek yazı’sına göre, yenilgi ya da “değişimler” o boyuttadır ki, “bütünüyle sol düşüncenin burjuva düşünüş biçimleri karşısında inandırıcılığını yitirdiği bir tarihsel eşikte olduğumuz söylenebilir.” “Ön Notlar”da ise, “Dünya çapındaki değişimler, sadece İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan dünya dengelerinin ve ona ilişkin kavramların ortadan kalkmasıyla kalmıyor, (…) Ekim Devrimiyle başlayan bütün bir tarihsel dönemi fiilen sona erdiriyor. (…) Eski kavramların sahip oldukları varsayılan tüm ‘açıklayıcılık’ güç ve anlamları yavaş yavaş siliniyor.” saptaması yapılıyor. Başka yerlerde pek görülmeyen mantık tutarlılığı burada vardır. Madde değişince, ilişkiler değişince, kapitalizm ve “sosyalizm” değişince, kavramlar da “eskimektedir”, “eski kavramlar”ın açıklayıcılıkları kalmamaktadır! “Ön Notlar” bu durumu açıkça belirtiyor: Aktarmıştık, “bugünkü kapitalist-emperyalist sistem” Marx’ın da, Lenin’in de tanımladığından “büyük farklılıklar” taşıyordu. “Bu bakımdan” diye devam ediyor “Ön Notlar”, “bugün kapitalist emperyalist sistemin eleştirisinin ve sosyalizmin ortaya konuluşunun yüzyıl önceki koşulların ürünü olan kavram ve düşünce kalıpları içinde kalınarak başarılamayacağı kabul edilmek zorundadır.”
Açıktır ki, tartışmaya sunulan Dev-Yol yazıları yenilgiyi konjonktürel ya da geçici ve öze ilişkin olmayan bir yenilgi olarak görmemektedir. Her ne kadar dil ucuyla sosyalizmin iflas etmediği söylense de, yaklaşım bunun tersidir, sahip olunan iflasçı mantıktır. Dev-Yol, yenilgiyi ya da SSCB’nin çöküşünü, Marksistlere üstesinden gelmeleri gereken yeni görevler yükleyen revizyonizmin çöküşü olarak değil, “Ekim Devrimiyle başlayan bütün bir tarihsel dönemi sona erdiren” sosyalizmin tarihsel yenilgisi olarak açıklıyor. “Ekim Devrimiyle başlayan tarihsel dönemin sona ermesi” saptamasının, “ek yazı”da ileri sürülen “Sovyetler Birliği’nde uygulanan ve çöken sosyalizm modeli” tezinin ve yanı sıra Marx ve Lenin’in kavramsallaştırmasını eskiten, yetersizleştirip gereksizleştiren, “açıklayıcı” gücünü yok eden büyüklükte “değişim’in “yüzyıl önceki koşulların ürünü olan kavram ve düşünce kalıplan içinde kalınarak” kapitalizmle onun karşıtı olarak sosyalizmin açıklanmasını imkânsızlaştırdığı iddiasının sosyalizmin yalnızca uygulama olarak, “modeller” olarak değil, teorik olarak da iflasının yüksek sesle dile getirilmesinden başka ne anlamı olabilir?
“Yüzyıl önceki koşulların ürünü olan kavramlar”ı Marx’ın ortaya koyduğu ve sonra da Lenin’in geliştirdiği biliniyor. Eğer deyim doğru kabul edilecekse, “düşünce kalıpları” da onlarındır. Ve yetersizlik ve geçersizlik iddiası doğrudan Marx ve Lenin’in kavramlarına, düşünce sistemine ve teorisine yöneliktir. (Kuşkusuz ne Marx ve ne de Lenin düşüncelerini kalıplara dökmemişler, en başta bunu eleştirmişlerdir. Onların yaptığı, madde ve düşüncenin hareketinin yasalarını ortaya koymak ve bunu özelde kapitalizme uygulayarak, onun kaçınılmaz sonunu ve bunun gereklerini göstermek, Marksizm’i, sürekli gelişip zenginleşecek bir eylem kılavuzu olarak kurup geliştirmek olmuştur.) Dev-Yol’cu tartışmacıların saldırısı doğrudan onlara, onların teorisine, Marksizm Leninizm’e yöneltilmiştir. Bunu açık olarak ifade ediyorlar: “Marx’ın yöntemi ve yine kapitalizmin işleyiş yasalarına ilişkin ortaya koydukları sağlam bir kalkış noktasıdır. Ancak Marx’ın bir eğilim olarak ortaya koyduğu birçok şey artık geride kalmış sayılmalıdır. Benzer bir durum Lenin’in tezleri için de geçerlidir.” (“ek yazı”) Marx ve Lenin, tezleri, Marksizm Leninizm sadece bir “kalkış noktası” olabiliyor artık, onlar eskimiştir; örneğin yalnızca diyalektik yöntem ve kapitalizmin yasalarına ilişkin bazı genel “şeyler” kullanılabilir durumdadır, diğer “şeyler” geride kalmıştır, artık öğretileri “açıklayıcı”  güce sahip değildir, Marksizm Leninizm artık bir eylem kılavuzu sayılamaz!
Hayır, Dev-Yol’cu tartışmacılara göre, sosyalizm geçici bir gerileme dönemini yaşamamaktadır, uygulamaları ve teorisiyle çökmüş, iflas etmiştir; “eski teorinin ve çalışma tarzının bazı rötuşlarla”, “bazı teorik düzeltmeler ve eklemeler yapılarak” bile işe yarar hale getirilebilmesi olanağı yoktur. (Ama nedense, Marx bir kalkış noktası olabilir deniyor; cesaret eksikliği vardır, açık ve tümden bir Marx ve Lenin karşıtlığının henüz tartışmaya katılan devrimci eğilimli insanlar tarafından hoş karşılanmayacağı düşüncesiyle mantığın doğal sonucuna vardırılmasından kaçınılmaktadır. Yazılanların anlamı tektir: Marx ve Lenin, Marksizm Leninizm aşılmıştır, eskimiştir!) Eskime ve değiştirme ihtiyacı “teorinin krizi’ne ilişkin yazılanlarla da vurgulanmaktadır:
“Kitlelerin bugün sosyalist düşüncelere itibar etmemesinin altında yatan en önemli neden sosyalizm adına dile getirilen düşüncelerin bugünü açıklamakta yetersiz kalmasıdır. Bu ise doğrudan bir tarzda teorinin krizi olarak görülmelidir.” (“ek yazı”)
Marksist teori krizdedir ve tartışmacılar bu krizi tartışma süreciyle aşacaklardır!
Dikkat edildiyse Dev-Yol’cu tartışmacıları Marx’tan, Lenin’den alıntılarla, Marksizm Leninizm’i referans göstererek eleştirmiyoruz. Dev-Yol bugünkü durumuyla bu “lüks’ten kurtulmuştur. Dev-Yol’u artık Marksist Leninist olmamak, onu yozlaştırmak vb. ile eleştirmek olanaksızdır ve Dev-Yol’a haksızlık olur. Artık yapılması gereken mantıksal tutarsızlıkları ve gerçeklerle çelişen tutum ve saptamaları eleştirmek olabilir ki, biz de bunu yapmaya çalışıyoruz.
Peki, “eski kavramlar”, “eski kavramsal çerçeve”, “eski teori”, özetle Marksizm Leninizm geçersizleştiğine göre ne yapılacaktır?
“Eski kavramsal çerçevenin açıklayıcılık gücünü yitirmesi yeni bir kavramsal çerçevenin gerekliliğini ortaya koyar.” (“ek yazı”)
“…’düşünsel-ideolojik-teorik krizi’ derinlemesine kavramak gerekmektedir. Çünkü her tarihsel dönem kendine özgü bir kavram dünyasına sahiptir ve yine ‘her dönem bir anlatımı talep eder’. Bir önceki tarihsel dönemin kavramsal çerçevesi ile bir sonra gelenin kavramsal çerçevesi arasındaki ilişkilerin, kesiklik ve sürekliliklerin kavranması dünyanın çözümlenmesi ve değiştirilmesi için gerekli olan düşünsel araçların (kavramların) yaratılması için atılması gereken ilk adım sayılmalıdır.”
“Yeni kavramlar” ve “kavramsal çerçeve” yaratılacaktır! Peki nasıl? Nasıl bir “kavramsal çerçeve” nasıl yaratılacaktır?
“Yeni kavramsal çerçeve”nin ne türden bir çerçeve olacağına ilişkin ideolojik tutum ve değiştirici-inkarcı bir bakış açısının dışında söylenen somut şey yoktur, ayrıntı yoktur. Bunlar yazılmamaktadır henüz. “Kısa Değerlendirme”de, “sosyalizm düşüncesi derin bir krize sürüklendi” saptamasından sonra, “böylesine önemli bir dönüm noktasının hemen her toplumsal hareket açısından yeni bir değerlendirmeyi, yeni bir duruş noktası saptamayı gerekli kıldığı” belirtilmekte ve “eski kavramsal çerçevenin yetersizliğini kavramak bu noktada ortak bir bakış açısına ulaşmak, yeni bir kavram çerçevesinin tanımlanabilmesi için uygun bir vasat olarak görülebilir” denerek sorun noktalanmaktadır. “Bakış açısı” ve “duruş noktası” saptanmaktadır, bu salt ideolojik saptamadır, araştırmasız, incelemesiz, ayrıntılı çözümlemelere girilmeden yapılan bir saptama. Mahkeme kararı gibidir; önce karar verilmekte, arkasından yargılama ve gerekçelendirme gelmektedir. Ve üstelik Dev-Yol tartışmacıları “elementer doğruların sıralanmasına, soyut ideolojik tutumlar alınmasına karşıdırlar! Onlar sosyalizmin savunulmasına karşıdırlar, eleştireceksen ideolojik davranabilirsin, salt bakış açılarıyla, duruş saptamalarıyla tavır belirleyebilirsin! Derinliksiz, sığ tekrarlarla “değişim”, “eski kavram-yeni kavram”, “tartışma süreci” vb. vb., sözlerini edip durabilir ve kendine bir yol tutturabilirsin!
Sorun sadece bakış açısı saptamakla kalmamaktadır kuşkusuz; eleştiri, yerine konulacak olanın asgari ipuçlarına sahip olunmadıkça zaten ileri sürülemez. Her eleştirinin, her bakış açısının hareket ettiği bir zemin kuşkusuz vardır; tersi olanaksızdır, bu durumda eleştiri yapılamaz. Dev-Yol’cu tartışmacılar, “eski kavramlar” ve “kavramsal çerçeve”yi yadsırken yalnızca bir bakış açısına sahip değillerdir, bakmayın siz “yeni kavramlar” ve “yeni kavramsal çerçeve”nin tartışma sürecinde yaratılacağı sözlerine. Aslında “çerçeve”siyle birlikte “yeni kavramlar”, belki henüz bütünüyle sistematize edilmemiş haliyle, ama kesinlikle hazırdır ve zaten kullanılmaktadır. İşte “yeni kavramlar”: “değişim”, “yenilenme”, “mutabakat”, “yeni kavramlar”, “gizemli ve katı örgütsel kalıplar”, “çok sesli bütünsellik”, “kısmi demokrasi ortamı”, işçi yerine “emekçi”, “yaratıcı, özgür ve demokratik tartışma”… Bunlar kimindir? Ve “yeni” midir? Bunlar burjuva demokratizminin kavramları değil mi? En son moda edicisi Gorbaçov değil mi?
Ve Dev-Yol’cu tartışmacı yazarlar bir noktada ayrıntıya giriyorlar. Üç cümlelik… SB’nde uygulanıp çöken “sosyalizm modeli” konusunda. Diyorlar ki; “…çöken sosyalizm modeli, bir komünist partisinin üst yönetim kademesinin iktidar tekelini elinde tuttuğu, buna karşı işçi ve emekçi halk kitlelerinin tüm yönetim ve karar mekanizmalarının dışında tutulduğu bir yönetim anlayışıyla birlikte ekonomizme dayalı bir sistem olarak gelişmiş…” (”ek yazı”) Sovyet sosyalizmine yöneltilen bu eleştiri kimindir? Troçki’nin. Troçki’nin Stalin’e ve dolayısıyla Sovyetlerde inşa edilen sosyalizme yönelttiği başlıca iki eleştiri, “bürokratizm” ve “ekonomizm’dir. “Yenilik”!
“Yeni kavramsal çerçeve’nin nasıl yaratılacağına ilişkin: Bu, “,..her şeyden önce tutucu ve dogmatik bir rol oynayan eski kavramsal çerçeveyle devrimci bir hesaplaşmaya bağlıdır (…) Bugünkü kriz esas olarak geleneksel sol anlayışların krizidir. Çözüm bu gelenekçi anlayışın dışında onu parçalayarak bulunabilir.” (“ek yazı”)
“Devrimcilik”! Ne hale düşürülüyor! Okurken, Yeltsin ya da Gorbaçov’la emperyalizmin meDev-Yolasını dinler gibi oluyor insan. Artık sıra her şeyin tersine dönüştürülmesine gelmiştir. Emperyalist meDev-Yolanın “komünizm” olarak nitelediği SSCB’de yıkılmakta olan şeyi yıkmaya uğraşanları “radikal” ve hatta “devrimci”, karşı koyma durumunda olanları ise “tutucu” ve “muhafazakâr” olarak tanımladığı biliniyor. Dev-Yol da komünizmi savunmanın “tutuculuk” ve “dogmatiklik”, karşıtlığının ise “devrimcilik” sayıldığı noktaya gelmiştir! Yazık! Marx ve Lenin’le “devrimci hesaplaşma”… Buyurun!
Dev-Yol’cu tartışmacılar doludizgin burjuva liberalizmine koşuyorlar. “Bir bütün olarak siyasal kültürümüzü değiştirmeliyiz” diyorlar. Tam bir “devrimci hesaplaşma”… Dev-Yol’cu tartışmacılar, başkalarına (örneğin Marx’a, Lenin’e) saldırmanın ötesinde, Dev-Yol’da devrimci olan ne varsa ona saldırıya geçmişlerdir. Bunu açıkça ilan ediyorlar. Dev-Yol’u devrimcilikten arındırmaya çalışıyorlar ve bunu da “devrimci” yöntemle yapacaklar! Dev-Yol’cuları direnmeye çağırıyoruz.
Dev-Yol’cular tartışmacıların “Dev Yolculuk” nostaljisinden medet ummalarına, örneğin Fatsa, “direniş komiteleri” gibi yönleriyle geçmiş Dev-Yol politikaları ve pratiğine sahip çıkıyor görünmelerine aldanmamalıdırlar. Örneğin, “Fatsa’da sembolize olan bu anlayış (halkın gücüne dayalı demokrasi ve yönetim anlayışı-ÖD), tarihsel olarak çöküp gitmekte olan bir ‘sosyalizm’ anlayışı karşısında bugün sağlam bir temel oluşturmaktadır.” (“ek yazı”) deniyor. Burada, Fatsa’da direnenlerin, kanı dökülenlerin sermaye haline getirilmeye çalışıldığı görülmelidir. Ayrıntıya girmeyeceğiz. Ama SSCB çökerken Fatsa çökmemiş gibi davranarak duyguları okşamaya girişenlerin nereye yöneldiklerini görmek gerekiyor. Ve zaten hemen ardından ilave ediyorlar: Ancak bunun (Fatsa’da sembolize olan Dev-Yol anlayışının -ÖD) sadece bir çıkış noktası sayılması gerektiği (tıpkı Marx’ın ve yönteminin olduğu gibi -ÖD) ve bugün yüz yüze olunan sorunlar karşısında yeterli görünemeyeceğini de kabul etmek gerekir.” (Agy) Yine aynı doğrultuda diyorlar ki: “Devrimci hareketin tezleri de geçmiş koşullarda son derece doğru olmalarına karşın bugünün dünyasını açıklamakta yetersiz kalmaktadır. İnkârcılık suçlamasından kurtulmak adına geçmişin aşılması için atılacak adımlardan uzak durmak bizi bugün tarih dışı duruma sürükleyecektir. Bunun için bir bütün olarak siyasal kültürümüzü değiştirmek zorundayız.” (“ek yazı”)
Devrimci eğilimler taşıyan Dev-Yol’culara sesleniyoruz. Hayır, dünya bu kadar değişmedi. Her şeyi değiştirmeyi, bütün bir devrimci siyasal kültürü değiştirmeyi gerekli kılacak kadar değişmedi dünya. Burada değiştirilmek istenen devrimciliktir. Biz, Dev-Yol’un geçmişini aşması gerektiği düşüncesindeyiz. O geçmişte yanlışlar ve zaaflar vardı. Ama geçmişi aşma adına tümüyle bir değişiklik, geçmişin devrimci değerleri ve yönlerine, devrimci tutum ve yaklaşımlarına saldırı anlamına gelir. Biz Dev Yol’un devrimci kalması ve bu doğrultuda kendisini aşarak ilerlemesinden yanayız. Her zaman devrimin ve devrimciliğin yanındayız, yanında olacağız.
Devrim ve devrimciliğe yönelik saldırılara boyun eğilmemelidir. Kendilerini devrimci olarak tanımlayan herkes “geleneksel sol anlayışı” değil fetişleri parçalamalıdır.

Kasım 1992

Dinazorların krizi”ne çare işyeri sendikacılığı mı

Özgürlük Dünyası, eski Dev-Yol çevresinin bugün içinde bulunduğu kaosun çeşitli yönlerini değişik zamanlarda eleştirdi. Geçen zaman içinde, bu çevrede bir durulma, kimi temel konularda bir netliğe varmak yerine her şey daha da bulanıklaştı. Ama bütün bu belirsizlik içinde belirsizliğin “parçalanmama” politikası olarak benimsendiği belirli hale geldi.
Bu çevreden gelen, adı eskiden beri bilinen ya da yeni yeni ad yapan, kim olursa kalemi eline alan, konu ne olursa olsun, emperyalizmin geçirdiği “değişim”den memur sendikalarına kadar her şeye değinip, pek çok şey yazıp, net hiç bir şey söylememeyi adet edinmiş bulunuyor. Sanki her şeyi açık açık konuşup yazmak yasakmış gibi, kitaplara cinaslı isimler konuyor; Türkiye’de bir sorunla ilgili bir şey söylemek için Avrupa’dan Latin Amerika’ya kadar bu konuda edilmiş laflar tartışılıp, hepsinde ‘doğruluk’ ve ‘yanlışlıklar’ keşfediliyor, ama sonuçta Türkiye’yle ilgili ne dendiği de laf kalabalığı arasında unutturuluyor, unutturulduğu sanılıyor.
Dinozorların Krizi, bu çevrenin artık yabancısı olmadığımız tarzda yazılmış kitaplarından birisi. Kitap Çiğdem Çidamlı, Tonguç Çoban, Yaşar Kambur, Ferda Koç, Metin Özuğurlu, Mehmet Tok tarafından yazılmış ve Çetin Uygur tarafından yayına hazırlanmış.
Kitabı yazanlar ve yayına hazırlayan açıkça söylemese de, iddia, tezlerin “yeni”, “orijinal” olduğudur. Dahası savunulan sendikacılık anlayışının yeni dünya düzeni savucularına, uzlaşmacı sendikacılık yanlılarına karşı, devrimci, işçi sınıfından yana bir sendikacılık anlayışı geliştirildiği iddiası açıkça belli olmaktadır.
Her bölüm değişik kişilerce kaleme alındığı ve özellikle kitabın ikinci yarısında, savunulup savunulmadığı belli olmadan değişik görüşlere yer verildiği için, bu kitabın, bir bütün olarak alınıp, bir dergi yazısı içişinde eleştirilmesi olanaksız. Ama ayrıntıdaki farklılıklara karşın ana noktalarda yazarların ortak olması ve sınıf tutumlarındaki aynılık gözetilerek sorunun özüne ilişkin konularda Dinozorların Krizi’ni değerlendirmek gerekiyor.

SORUNUN ELE ALINIŞINDA BELKEMİKSİZIİK
Çetin Uygur, kitaba yazdığı ‘SUNUŞ’ yazısında dönemi çok keskin çizgilerle tanımlıyor: “Böyle bir anlayışın (işyeri komite ve konseyleri anlayışı/Ö.D.), sosyalizmin tarihsel bir döneminin fiilen sona ermeye yöneldiği 1970 sonlamda, sosyalizmin tarihsel dönemini fiilen başlatan ilk adımlar olduğunu hatırlatmak, sanırız ki, olup bitenler göz önüne alındığında, fazla abartılı bir değerlendirme sayılmayacaktır.”
“… Sosyalizmin inanılır bir ideoloji olarak yeniden üretiminde, bizlere küçümsenmeyecek köşe taşları sunabilmektedir.
Araştırmalarımızda bu gerçeği de ortaya koymaya çalıştık.”
“Devrimciler sosyalizmin ideolojik-teorik sorunlarını tartışıyorlar.”
“Özellikle sosyalizmin tarihsel bir dönemini yeniden ve fiilen başlatmaya soyunduğumuz bir süreçte…” (abç)
Dönem böyle keskin hatlarıyla ortaya konunca, sonraki tutum da buna uygun olmak durumunda. Gerçekten de dönem çok keskin hatlarıyla çizilmek durumunda. Emperyalist ideolojinin bütün türevlerine ve ona dayanak olan orta-yolculuğa, uzlaşmacılığa karşı tavizsiz olunması gereken bir dönemde yaşanıyor. Hele sosyalizm adına (ama Marksist sosyalizm adına) yola çıkanların burjuvazinin Marksizm’i tahrif ettiği her alanda sarsılmaz bir kararlılıkla savaşmak gerekiyor. Sadece ideolojik platformda değil emperyalist ideolojiye, bu ideolojiden türemiş çeşitli türden ideolojik, politik, sendikal akımlara karşı da aynı sertlikle tutum almak gerekir. En azından kitabın devamında bu sertliğin ortaya konması gerekir. Ne var ki; kitabın sonraki bölümleri hiç de böyle yaklaşmıyor sorunlara. Tersine öne sürülen her tez, aksi de söylenebilecek açık kapılarla örülüyor. En pespaye kuramlar bile uzun uzun aktarılarak laf kalabalığı arasında onlarda uzlaşılacak “iyi yanlar” aranıyor, bulunuyor. Örneğin, “bugün sosyalist düşüncenin bütün öngörüleri yanlış çıkmış… Tarihsel özne işçi sınıfıyla sınırlı olmaktan çıkmış çoğulculaşmış bulunuyor” diyen bir kuramın ‘bazı yönleri’ ‘Dinozorların Krizi’ yazarlarınca “tartışılmaya değer” bulunuyor!
“Kısaca bu anlayışa göre yaşanan öyle bir değişimdir ki, kapitalizm yeni bir aşamaya ulaşmıştır ve sosyalist düşüncenin temel öngörülerinin hepsi yanlış çıkmıştır.” (Dinozorların Krizi, s. 26) Böyle bir tez karşısında, bir Marksist’in yapacağı şey, bu teze cepheden saldırmaktır. Ama Dinozorların Krizinin yazarı gayet soğukkanlı; tezin bütün zırvalarını özetledikten sonra, bu teze ilişkin şöyle diyor: “İki önermeyi tartışmaya değer görüyoruz:” Böyle pespaye bir tezde bile tartışmaya değer iki önerme bulan yazara “pes!” deyip, acaba hangi önermelermiş diye merak edip okumaya devam ediyorsunuz: “birincisi, ‘üretimin basit ve tabi bir vidası rolündeki geleneksel işçinin yerine bilimsel teknik niteliği yüksek, yaratıcılığa sahip, tabi kılınması kolay olmayan yeni bir işçi’ tezidir, ikincisi ise, ‘gerek işçi sınıfının gerekse burjuvazinin geleneksel kimliğinin dağılması’ tezidir”. 1960’lı yıllarda Euro-komünizmin, günümüzde ise, Euro-komünistlerle birlikte sivil toplumcu çeşitli fraksiyonların bu temel tezini yazar “tartışmaya değer” buluyor. Yazar, böyle temel bir konuda tartıştığına göre sonra neden sadece iki önermeyi “tartışmaya değer buldu” diye merak ediyorsunuz. Bu bay yazar, tezin tümünü “tartışmaya değer”, hatta kabule değer bulmalıydı! Çünkü tezin asıl üstüne oturduğu varsayımlar bunlar.
Burada, “tartışmaya değer bulmak”la kabul aynı şey değildir diye düşünülüp, yazara haksızlık edildiği sanılırsa da; iki nedenden böyle değildir. Birincisi, her Marksist’in açıkça ve kararlıca tavır alması gereken, işçi sınıfının tarihsel ve toplumsal rolü ile sınıf niteliği gibi bir konuda, “Bunu tartışalım!” demek, emperyalist ideologlarla aynı platformdan tartışmaya katılınacağından kabul edilmezdir. İkincisi ise, sonraki sayfalarda, yazarlar işçi sınıfının rolü ve sınıf niteliğini kendileri de tartışma konusu yapmakta, ilerleyen sayfalarda aktaracağımız gibi, •yenilik adına en eski revizyonist tezlere dönmektedirler. Ek olarak eski DY çevresi, uzunca bir zamandan beri, tartışma fetişizmi arkasında, burjuvazinin Marksizm’e karşı saldırıları karşısında “hoşgörülü” tutum alarak, kendilerini, Marksizm’in ilkelerini “savunma” “yükünden” kurtarmak istiyorlar.

MEMURLAR, MÜHENDİSLER İŞÇİ Mİ OLDU?
Marksist sosyalizmin ana ekseni işçi sınıfıdır. İşçi sınıfının Marksist tanımlanması ve ona yüklenen devrimci misyon, devrim sorunundan sendikal mücadeleye, sosyalizmin kurulması sorunlarına kadar, bütün alanlardaki çözümlemelerde kalkış noktasıdır. Bu temel tanımlamalara sadık kalınarak Marksizm tahrif edilemez. Bu yüzden de, Marksist sosyalizmden ayrılmak isteyen, ya da onu sulandırarak kendi idealist dünya görüşü ve burjuva politikalarına alet etmek isteyenler, eğer inandırıcı olmak istiyorlarsa, “çağ değişti”, “teknolojik gelişmeler, yeni koşullar ortaya çıkardı” vb. adı altında, öncelikle bu temel tanımlamaları değiştirmek, ‘yeniden yorumlamak’, revize etmek zorunda kalmışlardır. Bernstein’den Gorbaçov’a, günümüzün sözde sosyalistlerine kadar bütün Marksizm tahrifatçılarının tutumu ve izledikleri yöntem bu olmuştur. Nitekim ‘Dinozorların Krizi’nin yazarları da; çarpık, “yeni” dedikleri ama Proudhon, Bernstein, Kruşçev, Gorbaçov ve benzerlerinden ödünç aldıkları fikirlerine inandırıcılık kazandırmak için aynı yola başvurmak zorunda kalıyorlar; işçi sınıfının bileşimini değiştirerek, mühendis, memur gibi hizmet görevi yapanları da “70 sonrasının gelişmeleri” bahanesiyle işçi sınıfının içine katıyorlar. Böylece, tersten giderek de olsa, ‘işçi sınıfı dağılıyor, uzlaşmaz sınıf çıkarları dönemi geride kalmıştır’ tezine destek veriliyor.
Yazarların iddiası ve gerekçeleri şöyle;
“1970’lere kadar, modern sanayi üretim süreci ve emeğin örgütlenmesinde belirleyiciydi. Fabrika içi ayrıntılı işbölümüyle küçük bir kesim tasarım, mühendislik, araştırma-geliştirme gibi kafa emeğinin ağırlıkta olduğu bölümlerde çalışırken, emek gücünün daha büyük kesimi doğrudan tezgâh başında çalışıyordu. Kafa emeği ile kol emeği ayırımı belirgindi.
Bu ayırım uzunca bir süre işçi sınıfını sadece kol emeği sahipleri olarak tanımlama gibi yanlış bir yaklaşıma kaynaklık etti. Oysa fabrika içi ayrıntılı işbölümünde üretim, ürünün tasarlanmasıyla başlar, nihai olarak tüketilir hale gelmesiyle son bulur. Yani tasarımcının emeği de üretken emeğin bir parçası olmasına rağmen uzunca bir süre tasarımcılar, mühendisler ve kontrol elemanları işçi sayılmadılar. Bunda kuşkusuz, kol emeği sahiplenirinin üretim sürece üzerinde hiçbir denetim hakları olmamasının kafa emeği sahiplerinin ise en azından tasarım ve denetim gibi iki işlevle de olsa üretim sürecine yaratıcı tarzda katılmalarının da bir payı vardı.” (s.31-32)
“Bilginin maddi üretimden kopması kapitalizmin temel ilişki biçimlerinden biridir. (!) …
1960’larda başlayan ve 1970’lerde giderek artan bir hızla gelişen bir olgu bilginin metalaşmasıdır. Bu süreçte bilgi, bir kar kaynağı olarak alınıp satılabilen bir üretim nesnesine dönüşmüştür.
… (bilginin) artı değer kaynağı bir meta haline dönüşebilmesi son 20-30 yılda gerçekleşmiştir. Bilgi (tasarım, bilgisayar, yazılım vb. ) üzerinde tekel gücü korunabildiği sürece bir kar kaynağı olarak kalır… Üretilen bilgi, patent hakları, Copyright sistemleri gibi koruma yöntemleriyle bir kar kaynağı olarak saklanır.
“Meta olarak bilgi üretimi bu alandaki emek gücünün kapitalist sömürü altında olması anlamına gelir.”(s.54)
“. Maddi mal üretimindeki işgücü arzı azalırken, hizmet ve enformasyon sektörlerindeki iş-gücü arttı. (s.32)
Okuyucunun sabrını zorladığını biliyoruz. Ama bu iddialı kitabın tutumunun anlaşılması için bu alıntıları aktarmadan söyleyeceğimiz şeyler anlaşılır olmayacaktı. Hatta bu uzunca aktarmalara karşın bile bazı açıklamalar yapmak gerekiyor. Örneğin, yazar tasarımcıların, mühendislerin ve benzerlerinin ‘işçileşmesi’ni bir yandan 60’larda başlayıp 70’lerde yoğunlaşan bir süreç olarak tanımlarken, bir başka paragrafta, bunun kapitalizmin bütün tarihi boyunca böyle olduğunu, ama kol emeğinin yaygınlığı ve kafa emeğinin üretim sürecine ‘yaratıcı’ katılımı yüzünden bu gerçeğin anlaşılamadığını iddia ediyor. Marks, Engels, Lenin anlayamamışlar, ama günümüzün ‘mikro-elektronik’, ‘biyo-genetik’ gibi ‘gizemli’ çağrışımlar yapan bir kaç teknolojik terimi karşısında kafa karışıklığına uğrayan yarı aydını, “Bugüne kadar…”la başlayıp, “…anlaşılamamıştır…”la süren pek çok cümleyle yeni keşifler(!) yapıyor. Burada Marks, Lenin gibi sosyalizmin büyük öğretmenlerinin adını geçirmemizin nedeni yazarı kendi yanlışına ikna etmek değil; sadece okuyucuya, yazarların Marksizm’e itirazlarını, sadece son yıllardaki gelişmelerin açıklanamamasından dolayı değil, itirazlarını Marks’a kadar geri götürdüklerini anımsatmaktır. Çünkü bu kitabın yazarlarında, sosyalizm, sınıf mücadelesi, devrim gibi sözcüklerin anlamı asla Marksizm’le bağlantılı değil. Onlar, kerameti kendinden menkul bir sosyalizm ve sınıf mücadelesini kastediyorlar. Dahası bu yazarların içinde bulunduğu çevre, Çoktan beridir artık Marksizm’i kılavuz edinilecek bir kuram olarak görmüyor.
Yukarıdaki alıntı dikkatle okunduğunda, daha ilk paragrafında itirazın Marksizm’e olduğu açıkça görülür.
“Uzunca bir süre”, tasarımcının, mühendisin, kontrolörün emeğinin artı değer yaratan emek olduğunun görülmediğini savunan yazar, bunun ancak 70’li yıllardan sonra teknolojideki gelişmelerle açığa çıktığını yazıyor. Yoksa 70’ler sonrasında teknolojideki gelişmeler bunların sınıf konumunu değiştirdi demiyor. Eskiden de böyleydi, ama üretim sürecindeki karmaşıklık bunun üstünü örtüyordu diyor.
Yazar itirazına mühendislerin, tasarımcıların sınıf konumlarının anlaşılmadığı iddiasıyla başlıyor, kitabın sonunda (aynı yazar ya da onunla aynı görüşleri paylaşan bir başkası) sınıf kavramını yeniden tanımlayarak, kitap boyunca öne sürülen bütün anti-Marksist saçmalıklara ve eklektizme bir temel yaratmaya çalışıyor.
Yeni bir sınıf tanımlaması yapıyor yazar ya da yazarlar:
“Bugüne kadar ağırlıkla ekonomik bir kategori olarak değerlendirilen sınıf kavramının, ekonomik olduğu kadar sosyal ve siyasal bir olgu alarak da ele alınması; toplumsal sınıfları sadece toplumsal servetin yaratılma sürecindeki yerleriyle değil, toplumsal sistemin yeniden üretilmesi süreci ve sınıf mücadelesi içinde ele alınması ve tüm çalışanların birlikte örgütlenmesini hedefleyen bir mücadele programı yaratılması gerekmektedir.” (s.218)
Yukarıda aktardığımız ‘sınıf tanımında, aslında çağdaş ve eski revizyonizmin bütün tezleri içerilmiş durumda. Bir sınıfı tanımlarken, onun üretimdeki yeri, maddi yaşam koşullan (yazarın deyimiyle ekonomik) ve sosyal konumu önemlidir ve sınıfın, sınıflar mücadelesi içindeki yeri bu özellikler tarafından belirlenir. Ama sınıfın siyasal bir kategori olarak da nitelenmesi anlaşılır değildir. Yani sınıfın şu ya da bu politik kategori içine konması tümüyle koşullarla bağıntılıdır. Örneğin burjuvazi belirti tarihsel koşullarda devrimci politik kategori içinde değerlendirilirken bugün gericidir. Sınıf niteliği, üretimdeki yeri değişmemiştir ama politik konumu tümüyle değişmiştir. Ya da başka tarihsel koşullarda ara sınıflardan biri ya da bir kaçı devrimci bir konumda yer alırken başka koşullarda gerici rol oynayabilir. Demek ki, sınıf için politik tutum yaşanan koşullara, hatta sınıfın politik bilinç düzeyine bağlı ve bir toplumsal sistem boyunca birçok kez değişebilirken, sınıfın sınıfsal özellikleri bir toplumsal sistem boyunca değişmeden kalır. Bu yüzden de, politik tutum konusunu doğrudan sınıf özelliği olarak değerlendirmek pek çok yanlışlara yol açacağı gibi, sınıflar mücadelesinin nesnel değerlendirilmesini de olanaksız kılar. Örneğin Çin ve diğer birçok ülkede olduğu gibi, bir dönemde; işçi sınıfı hareketsizken, köylüler başkaldırmışsa, bu, sınıfsal olarak köylülüğün işçi sınıfından daha devrimci olduğu anlamına gelmez. Ama Dinozorların Krizi yazarlarına göre böyle olması gerekir.
‘Sınıf tanımına’ yukarıdaki türden yaklaşımın, bugün hükümetle çatışmaya giren, zaman zaman da işçilerden daha atak sokak çatışmalarına giren memurları, onların üretimdeki yerleri ve sosyal konumlan göz önüne almadan hemen işçi sınıfına dâhil etmesi için yeterli oluyor.
Aynı sınıf tanımlaması içinde, “toplumsal sistemin yeniden üretilmesi” ibaresini de anlamak mümkün değil. Marksist terminolojide, yeniden üretim, bir sürecin bir üst boyutta yinelenmesidir. Ama toplumsal sistemlerin yeniden üretilmesi anlamsızdır. Çünkü bir toplumsal sistem doğar, bir süre yaşar ve yok olur. Onun yerini yeni bir toplumsal sistem alır. Bu yeni toplumsal sistemi eski toplumun bağrında gelişen yeni güçler kurmuştur ama bu eski sistemin yeniden üretilmesi değil, eski toplumun yıkılarak, (yeni toplum eskinin yeniden üretilmesi değil, eskiden bir devrimle kopan bir toplumdur) bir nitelik değişikliği gerçekleştirilerek yıkılmış eski toplumun kalıntıları üstüne yeni bir toplumun kurulmasıdır. Kapitalist sistemin yeniden üretilmesi kaygısı olsa olsa reformcuların, kapitalizmi ebedileştirme düşü görenlerin isteğidir. Yazar ya da yazarlar, bu anlaşılmaz ibareyle anlaşılır ve kalkış noktalan göz önüne alındığında kaçınılanız bir sonuca varıyorlar; “tüm çalışanların birlikte örgütlenmesini hedefleyen bir mücadele programı” Eğer tek başına böyle program önerilseydi kimse bir şey diyemezdi. Ama, yeni bir sınıf tanımlaması yaparak, sınıf tanımlamasını tüm çalışanlara indirgeyen bir anlayış bunu iddia ediyorsa, bundan, tüm çalışanların çatışmasız bir bütün olduğu iddiası çıkar. Nitekim yazarlar, işçilerle memurların sadece aynı konfederasyonda değil, aynı sendikalarda örgütlenmesini de savunmakta, sınıf tanımına “siyasi” gerekleri ekleyerek, düzene karşı çıkan her emekçiyi işçi saymak gerektiğini iddia etmektedirler. Bu durumda ‘Dinozorların Krizi’ yazarlarının gözünde, memurla (mühendisle, tasarımcı, denetçi zaten işçi) işçi arasındaki tek fark ayrı yasalara tabi olmalarıdır.
Mücadele ve emekçilerin birliğine yapılan vurgu ilk bakışta devrimci niyetlerden kaynaklanıyor sanılırsa da, soruna sınıflar mücadelesi ve Marksizm’in işçi sınıfına yüklediği tarihsel misyon göz önüne alındığında, öne sürülen “yeni” sınıf kavramının eski Marcuse’ci “yeni sınıf (1960’larda yükselen gençlik hareketine bakıp gençliği ‘yeni sınıf, bununla da yetinmiyor, en devrimci sınıf ilan ediyordu Marcuse. Emperyalist propaganda merkezleri, bu tezleri uzun zaman Marksizm’e karşı bir seçenek olarak her yana yaymaya çalıştı.) tanımlamasını çağrıştıran bir tanımlama olduğu ortadadır.
Kitabın sonunda verilen bu tanımlama daha baştan, bütün bölümlerin kurgusu içine yerleştiğinden, ‘Dinozorların Krizi’ baştanbaşa Marksizm’in sınıf ve sınıf mücadelesi anlayışına bir saldırı, sınıf sendikacılığına karşı (sadece bugün değil, sınıf sendikacılığının dününü de inkâr eden) “sınıf ve kitle sendikacılık” ile onun en reformcu örgütlenmesi olan işyeri komite ve konseylerini savunan bir manifesto’ oluyor.
‘Dinozorların Krizi’, mühendis, tasarımcı vb. işçi sayılmasını son 30 yıl içindeki gelişmelerin, bilgiyi ‘metalaştırmasına’ bağlıyor. Ve 1950’lerde, öncüllerinin (Kesintisiz Devrim) 2. Dünya Savaşı sonrasının teknolojik gelişmeleri karşısında “3. Bunalım Dönemi” kuramıyla savrulmaları gibi, bugünkü devamcılar, arkalarında bir anti-emperyalist mücadele fırtınası da kesilmiş olması nedeniyle, emperyalizm önünde diz çökmenin, sınıflar mücadelesini, işçi sınıfının tarihsel rolünün inkârının teorisini yapıyorlar. Marksizm’in sadece eskimiş değil, eskiden de yanlış olduğunu keşfediyorlar!
Böylesi bir bilgiçliği de bilgi konusunda, kapitalist gelişmeyi ve kapitalizmin bilgi karşısında tutumunu az-çok bilen birisini çileden çıkaracak bir cahillikle yapıyorlar. Örneğin, robot üretimi ve sanayide kullanılmasının en gelişmiş ülkelerde bile henüz devede kulak olduğunun burjuva ekonomicilerce kabul edildiği, dahası bu teknolojinin kapitalizm koşullarında kullanılmasının sınırları olacağı, bu alandaki gelişmenin kapitalist sömürünün zorunlu yasaları gereği sınırlı bir biçimde mümkün olduğunun bilindiği bilmezden gelinerek metafizik çıkarsamalara gidiliyor. En gelişmiş kapitalist ülkelerde nüfusun azımsanmayacak bölümünün açlık sınırının altında yaşadığı bilindiği halde, biyo-genetik üzerine kurgubilim filmlerini imrendirecek fantastik çıkarsamalar yapılarak, işçi sınıfının “tüketim fonu”nun giderek azalacağından dem vurulabiliyor. Dahası patent, Copyright gibi bilgiyi kapitalist denetimine veren uygulamaların 70 sonralarının uygulaması değil, 20. yüzyıl boyunca bütün kapitalist dünyada yaygın uygulama olduğu Mahir Çayan’ın 60’larda yazdığı, ama 1940’h, 50’li yıllardan, Troçkist yazarlardan özetlediği yazılarda da vardır. Dahası o dönemde sanayi, bilgi casusluğu, filmlerin bile konusuyken, bilgi saklamanın, bilginin denetlenmesinin, tekellere geçmesinin son 30 yılın eğilim olarak saptanması kapitalizmin bütün tarihini son 30 yıldan başlatmak olur. Çünkü bilgi, eğitim ve araştırmanın devlet denetimine girmesi, (bırakalım burjuvazinin egemen sınıf olmasının bilgiye de egemen olmasını kaçınılmaz kılar gibi bir genel doğruyu) ancak devletlerin ve büyük kapitalist işletmelerin finanse edebileceği bir iş olmasından beri, ya da laboratuarların ev ve küçük atölyelerde kurulmasının olanaksız olacağı kadar büyümesinden bu yana (yaklaşık 18. yüzyılın başı) bilgi, kapitalistler arasındaki rekabette bir silah olarak kullanıla-gelmiştir. Dolayısıyla da, bilginin kullanılması bakımından 100-200 yıl öncesiyle bugün arasında ciddi hiçbir fark yoktur. Yeter ki sorunu inceleyenler, burjuva uzman ve propagandacıların öne sürdüğü “yeni iddialarla kafası karışmayacak kadar diyalektiği özümsemiş, tarih bilgisine sahip olsunlar.

“DİNAZORLAR”IN SEÇENEĞİ İŞYERİ SENDİKACILIĞI MI?
İşçilerin ulusal ve uluslararası çapta örgütlenmiş büyük sendikalarda birleşmesinin mi, yoksa işyeri ve yerel düzeyde sendikaların mı daha uygun olduğu Marksizm’le her türden anarko-sendikalist arasında süregelen eski bir tartışmadır. Ama işçi sınıfı, (Marksizm’in sınıf içinde az çok bir otorite olmasından önce bile, ulusal çapta örgütlenmelere giderek tutumunu belli etmişti.) ulusal çapta sendikaları tercih ederek tümünü ortaya koymuş, 19. yüzyılın sonu gelmeden belli başlı kapitalist ülkeler bir yana, sendikaların uluslararası birliği bile hemen tüm kapitalist ülkelerdeki sendikaları içine alarak genişlemişti.
Gelişmiş sanayi ülkelerinden sürülen anarko-sendikalizm ise, Avrupa’da Latin ülkelerinde (İtalya, İspanya ve Fransa) kıyıda köşede, Latin Amerika’da ise, hayli güçlü olarak kaldı. Ne var ki, anarko-sendikalistlerin güçlü olduğu ülkelerde bile sendikalar, ulusal ve uluslararası çapta örgütlerde birleştiler, ama sendikal hareket içinde anarko-sendikalistler, bu yaşamın reddettiği tezlerini savunmaya devam ettiler. Özelikle kriz dönemlerinde büyük sendikaları suçladılar. Bu yazının konusu olan kitap da, adına kadar bütün gıdasını, anarko-sendikalistlerden alıyor.
Kitabın içinde aynen geçen bu anarko-sendikalist görüşü, verdiği öneminden olsa gerek, Çetin Uygur, SUNUŞ yazısının en başına almış: “Dinozorların neden yok olduğuna dair çeşitli rivayetler var. Bilim adamları bulgularını bu rivayetleri teorize etmek için yarıştırmıyorlar elbet… (dinozorların) doğal ayıklanma nedeniyle yok oldukları şeklinde açıklamalar ilk akla gelenler…
“Ama kitabımızın isminin ‘Dinozorların Krizi’ olmasının alakası ne? Latin Amerika Sendikalar konfederasyonu (CLAT) yöneticilerin E. Maspero sendikaların dünya düzeyinde erimeye yönelişini dinozorların yok oluşuna benzetmişti.” deyip, başka yöne yöneliyor Uygur, ama kitabın içindeki bölümlerde Maspero’nun sözleri aktarılıyor: “Tüm bir sendikal hareket, itibarının ve taban karşısındaki gücünün erimesine yol açan derin ve karmaşık bir krizle karşı karşıyadır. Üstelik kriz, sendikaların güçlerinin hem kendi ülkeleri hem de dünya çapında erimesine yol açmaktadır. Ve krizden en çok etkilenen sendikalar, en zengin, en güçlü, en fazla üyeye ve hükümetlerle en güçlü siyasal bağlara sahip olanlardır. Bu krizin nedenleri, dinozorların yok olmasına nedenlerin aynısıdır: büyük bir vücut, çok fazla ağdık, küçük bir kafa, az miktarda öz ve nitelik.”
Elbette kitabın yazarları, yukarıdaki görüşe aynen katılmaktan çekiniyorlar. Çünkü o zaman “Müslüman mahallesinde salyangoz satar” durumda kalırlardı. Bu, bütünüyle faydacılık üstüne kurulmuş çevre birliğini sarsabilirdi. Bundan kaçınabilmek için laf kalabalığı arkasına sığınılmaya çalışılıyor. Ama kitabın adının bile yukarıdaki anarko-sendikalist yaklaşımdan alındığı ve bu sözler olumsuzlanmadan aktarıldığına göre en azından zımni bir katılış vardır. Kaldı ki, her vesileyle, ‘dinozorların krizi’ne bir seçenek olan “işyeri komite ve konseyi” türünden örgütlerin anarko-sendikalizmin en saf biçimiyle pek uyumlu örgüt modelleri olduğunu görmek için hiç de fazla bir araştırma yapmaya gerek yoktur.
Bilindiği gibi, işyeri komite ve konseyleri, varolan sendikal çalışmada pratik bir dayanak olmaktan çok ulusal ve uluslararası planda ‘dinozor sendikalar’a karşı bir seçenek olarak sunulmakta, ‘Dinozorların Krizi’nde de bu üstü kapalı ya da açıkça defalarca yinelenmektedir. Bu durumda eski sendikalara karşı bu model, bir seçenek olacaksa, seçenek sendika, “büyük bir vücut, çok fazla ağırlık”ı olmayan bir sendika olmalı. O da, bugün adı “işyeri komite ve konseyleri” olan bir “sendika” oluyor ki bu bir “işyeri sendikasıdır. Çünkü bu modelin (işyeri komite ve konseylerinin)ne işkolu düzeyinde ne de ülke düzeyinde örgütlenmesi yoktur. Perspektifi de yoktur. Bu haliyle de anarko-sendikalist E. Maspero’nun bütün suçlamalarından azade geleceğin sendikası olmaktadır!   Bunlar, (işyeri komite ve konseyleri) işyeri sendikacılığı ile  ‘Japon sendikacılığı’na, keskin laflar arkasında tam bir küçük burjuva, uzlaşmacı sendikacılığı savunmakla ‘anarko-sendikalizm’e, “Üreten Biziz Yöneten de Biz Olacağız” çizgisiyle ‘çağdaş sendikacılığa’ yaklaşıyorsa da, belirli bir ideolojik ve politik tutumu olmayan kerameti kendinden menkul bir eski devrimci çevreden daha az eklektik bir sendikacılık çizgisi de beklenemezdi.
‘Dinozorların Krizi’ kitabı üstüne ayrıntıya inildiğinde, elbette pek çok şey söylenebilir, söylenecektir de. Ama yazarların soruna asıl yaklaşımları yukarıdaki çerçevededir. Şimdilik bu tutum saptamasını yapmakla yetiniyor.

Kasım 1992

Toplumsal mutabakat, çağdaş sendikacılık ve DİSK

Bugün başını DÎSK, Otomobil-İş ve Kristal-İş’in çektiği sendika bürokratları, program ve pratikleriyle sendika ve işçi hareketini Yeni Dünya Düzeni’ne entegre etme uğraşı içindeler.
“Teknolojik gelişme”, “Toplumsal Mutabakat”, “İşçi Sınıfının niteliğinin değiştiği” vb. tezleriyle, emperyalist ideolojinin işçi sınıfı içerisine yayılmasının aracılığını üstlenen Çağdaş Sendikacılar, sendikaların sınıf mücadelesindeki yeri ve rolünü kapitalizmin devamını sağlamanın aracı olarak görüyorlar. Onlara göre adı sendika olsun ama işlevi kitleleri düzene bağlamak olsun. Diğer bir tanımla, burjuvaziye karşı çıkar gibi görünsün ama, onun devletine, düzenine dokunmasın, aksine sağlamlaştırmaya çalışsın.
Bir kaç sendika istisna tutulursa, mevcut sendikaların program ve belgeleriyle izledikleri pratik gözden geçirildiğinde, baskı ve sömürüden kurtulmak, sömürüşüz ve sınıfsız bir dünya için mücadele etmek diye bir şeye rastlamak mümkün değil. Hatta başta DİSK olmak üzere, sendika yönetimlerinin çoğunluğunun, “bağımsızlık”, “demokrasi”, “sosyalizm”, “faşizme karşı mücadele” vb. kavranılan kullanmaktan özenle kaçındıkları görülmekte.
İdeolojik gıdasını emperyalist ideolojiden alan Çağdaş Sendikacılık akımı bazı sol kavramları şimdilik atamıyor, ara sıra kullanıyorsa, buna inandıklarından değil, kitleleri kandırmada geçerli zannettikleri ve esas olarak sınıf düşmanı tutumlarını gizlemek içindir.
Çağdaş Sendikacılık denildiğinde akla hemen Otomobil-İş, Kristal-îş, DİSK ve DİSK’e bağlı bazı sendikalarla, çoğunlukla TBKP kalıntısı revizyonist ve reformistlerin etkin olduğu sendikalar ve sendikacılar gelmekte. Aslında aşağıda görüleceği gibi bir kaçı dışta tutulursa hemen hemen bütün sendikalar ve Yıldırım Koç’un da aralarında bulunduğu çeşitli çevreler açık veya üstü örtülü olarak Çağdaş Sendikacılık’ı savunuyor. Nebioğlu ne kadar, “Bizim dünya görüşümüz ayrı” dese de, Çağdaş Sendikacılığı savunan DİSK ile Türk-İş ve Hak-İş’in siyasal-sendikal görüşü arasında öze ilişkin bir farklılık yok. Aralarındaki fark görünüş ve söylemlerin ötesinde, işçi sınıfı hareketinin gelişmesini önlemedeki yöntemdedir.
Sınıf mücadelesi değil, sınıf uzlaşmasını esas alan Çağdaş Sendikacılık, bütün laf kalabalığı altında işçi sınıfı ve emekçi halka şunları empoze etmeye çalışıyor: “Gelişen teknoloji işçi sınıfının yapısında ve taleplerinde değişikliğe yol açtı, bir uluslararası hukuk sistemi, bir uluslararası vicdan oluştu, işçi sınıfı artık eski işçi stnıft değil, sınıflar arası farklılık giderek ortadan kalktığından işçi sınıfının toplumsal rolü de değişmiştir, daha iyi yaşam ve çalışma koşullarına ilişkin sorunlar eskisi gibi ‘zincirlerinden başka kaybedecek şeyi yoktur’ anlayışıyla değil, toplumsal mutabakatla çözülür” vs. vs.
İleri sürülüp savunulan ve işçi sınıfına kabul ettirilmeye çalışılan bu karşı-devrimci “teoriler”
tek tek incelendiğinde bunların rasgele söylenmiş, birbirinden bağımsız sözler olmadığı, aksine, daha fazla zulüm ve sömürü demek olan Yeni Dünya Düzeni’ne hizmet eden, bütünlüklü bir saldırının parçaları olduğu görülecektir.
“Bilimsel teknolojik devrim işçi sınıfının yapısını ve bileşimini de değiştirdi. Günümüz işçi sınıfını klasik işçi sınıfından ayıran yeni özellikler söz konusudur. Bu özellikler sendikal hareket açısından büyük önem taşımakta…
“İşçi sınıfı yapısı ve beklentileri açısından farklılaşmış çeşitlenmiştir.”  (İbrahim Eren, 11. Genel Kurul Konuşması).
“İşçinin zincirlerinden başka kaybedecek şeyi yoktur deyimi artık geçerliliğini yitirdi.
İşçiler arasında evi olan var, otomobili olan var. Hepsinin evinde buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyonu var. En önemlisi geleceğe yönelik düşleri var. Artık işçilerin de kaybedecek şeyleri var. İşçiler artık çatışmadan yana değil” (Otomobil-İş).
“Bilim ve teknik gelişmenin üretim sürecini yeniden etkilediği koşullarda sendikaların örgütlenmesi, bazı temel noktalarda geçmiş yapılardan farklılık göstermelidir. Daha önce işaret edilmeye çalışılan işçinin niteliği, işsizlik olgusu, dikey farklılaşma gibi sorunları göz önüne almak zorunludur” (DİSK Ören Belgeleri).
“İşçilerin niteliğinde ortaya çıkan değişmenin, talepleri farklılaştırması gerçeğidir.
Teknolojinin sonuçları ülkemizde yaygın bir şekilde kullanılmakta, işçi hareketi bunu özellikle sendikasızlaştırma girişimlerinde görmektedir. O halde şu tespiti yapabiliriz: İşçi ve emekçilerin sanayi devrimi ile içine girilen süreçte yaşadıkları tüm sorunların kaynağında, temsil ettikleri emeğin, bilim ve teknolojiden yani bilgi, bilgi üretim faaliyetinden -zihni emekten- ayrıştırarak, giderek mekanik bir işlemin ifasına kadar varan bir kol emeğine indirgenmiş, indirgenmekte oluşu vardır. Böyle bir emeği temsil ettiği sürece işçi zayıftır, düşük ücrete, ağır çalışma koşullarına zorlanabilir, sömürülür ve toplumdaki rolü bu emek tarafından belirlendiği için toplumsal ve siyasal ağırlığı bireyler ve gruplar olarak çoğu kez Kaile dahi alınmaz” (DİSK Ören Belgeleri).
“Bilim ve teknik dünyasında l yaşıyoruz ve bu dünyada ideolojiye yer yoktur. Bu ortamda büyüyen gençlerin gözünde, dünyayı değiştiren fikirler değil bilimdir. Gençler bir şeyle ilgileniyorsa o da atomdur, sosyalizm değil” (Fransa Genel Emek Konfederasyonu İşgücü CGT-FO).
Görüldüğü gibi yayınlar değişik dalga ve frekansta yapılıyor olsa da hepsinin kaynağı aynı olduğu gibi bir bütünün parçalarını oluşturmaktalar. “Teknolojinin geliştiği, gelişen teknoloji işçi sınıfının yapısını ve niteliğini değiştirdiği” noktasından hareket eden çağdaş sendikacılar, soluğu kapitalizmin yüceltilmesinde alıyor. Revizyonist ve reformistlerin iddiasına göre, bilim ve teknolojinin gelişmesi, “işçi sınıfının hayat şartlarını yükseltip sosyal gelişmeye yol açmıştır.” Sosyal bir gelişme kaydeden işçi sınıfı artık iktidarı değiştirmek istemiyor, tersine kapitalizmle bütünleşme sürecine giriyor.
Olay, olgu ve sınıf mücadelesindeki gelişmelere, sınıf sendikacılığı ve işçi sınıfı çıkarlarının savunulması açısından değil, “kapitalizmin geliştirilmesi ve mükemmelleştirilmesi” açısından yaklaşan çağdaş sendikacılar için böyle tespitler yapmak kaçınılmaz olmakta. DİSK Baş Danışmanı Faruk Pekin ve onun yol gösterdiği DİSK ve diğer reformist ve revizyonist bürokratlar, bir tarafta teknolojik gelişmenin rolünü abartıp onu fetişleştirirken, diğer yandan işçi sınıfı hareketi ve toplumsal gelişmeleri bütünüyle teknolojinin gelişmesiyle açıklamaya çalışıyorlar.
Teknolojinin gelişmesiyle beraber işçi sınıfının ‘niteliğinde ve taleplerinde” değişme olduğunu iddia edenler nedense gelişen teknolojinin işçi sınıfının üretim içindeki yeri, üretim araçları karşısında konumu ve sömürünün devam edip etmediği konularına girmiyor.
İşçilere, “Teknoloji meselesi sendikaların baş gündemini oluşturmalı ve geniş geniş tartışmalıdır” öğüdünü veren Faruk Pekin, aynen DİSK’in Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ASK) Temsilcisi Yücel Top gibi “sınıf, “sınıf mücadelesi” kavramlarının kullanılmasına da tahammül edemiyor.
Teknolojinin geliştiği günümüzde, artık bu kavramlara yer olmadığı, “bunları kullanmanın ve militan sendikal mücadele sürdürmenin” aynen Güney Sendikalarında olduğu gibi üye kayıplarına neden olacağını ileri sürüp, kendini gelişen teknolojiye göre ayarlamayan sendikaların sermaye tarafından “kaile alınmayacaklarını” iddia edecek kadar saçmalayan Faruk Pekin’in bununla demek istediği, “eğer işçi sınıfının çıkarları için militan bir mücadele verirseniz, üye kayıpları bir yana sermaye sizi kaile almaz, onların yanında yüzünüz olmaz.” Yapmanız gereken şey “sınıf kavgası”, “militan mücadele vb.” şeyleri bir kenara bırakıp sermayeyle kafa kafaya verip sömürünün kaça katlanacağının hesabını yapmaktır.
Elbette Pekin ve DİSK yöneticilerinin, barikatın hangi yanında yer alacaklarına kendileri karar vereceklerdir. Pekin’in kendi deyimiyle “Bu bir tercih sorunudur.” İşçi sınıfı saflarında görünüp sermayeye, hakim sınıflara hizmet eden revizyonist ve reformistlere “neden tercihinizi sömürücü sınıflardan yana koydunuz” demek elbette gereksiz, ama onları teşhir ve tecrit ederek işçi sınıfı saflarından dışarı atmak       “kirli ellerinizi işçi sınıfının yakasından çekiniz” demek de bizim için önemli ve gereklidir.
Gelişen teknoloji, revizyonist ve reformistlerin iddia ettikleri gibi, işçi sınıfı ve emekçi halk ile egemen sınıflar arasındaki çelişkiyi azaltıp sınıf farklılığını ortadan kaldırmamış, onun niteliği ve taleplerinde bir değişikliğe yol açmamıştır.
Evinde çamaşır makinesi, buzdolabı, televizyon olan bir işçi, ne burjuvalaşmış ne de sömürüden kurtulmuştur. İşçi sınıfının sermayeye karşı verdiği mücadelenin amacı sömürüden kurtulmaktır, sadece yukarıda sayılan eşyalara sahip olmak değildir.
Sermayenin çıkarlarından başka şeyi gözü görmeyen çağdaş sendikacılara göre, işçi sınıfının amacı, sermayeye karşı sömürünün ortadan kaldırılması, sınıfsız topluma varma falan değil, bu tür eşyalara sahip olmaktır. Aşağı yukarı işçilerin evlerinde bunlardan birikişi olduğuna göre sınıf savaşımı bitmiş, yerine “sınıf uzlaşması” gelmiştir. Eğer işçiler bu eşyalara sahip değillerse, META örneğinde olduğu gibi, sendika bu eşyaları pazarlamalıdır. Bilindiği gibi ödeme “güçlüğüne” düşen META işverenine yardım için Otomobil-İş Sendikası, fabrikada üretilen TV ve müzik seti gibi ürünlerin pazarlanmasını üstlenerek işvereni ayrıca pazar sorunundan da kurtardı!
Ama gerçek, bunların iddialarının tam tersidir.. Gelişen teknoloji işçi sınıfının niteliğinde bir değişikliğe yol açıp sınıf savaşını ortadan kaldırmamış, aksine Nebioğlu’nun iddia ettiği “İşçi sınıfının tarihi toplumsal rolü”değişmemiştir.
Sömüren ve sömürülenin olduğu kapitalist toplumda, ezilenlerin, sömürülenlerin, üretim araçlarını elinde bulunduran egemen sınıflara karşı mücadelesi sürmekte ve bu mücadele sınıflar ortadan kalkana kadar da sürecektir. Sınıf savaşımı ne bir uydurma ne de bir seçimdir. Bu, kapitalist toplum gibi çıkartan birbirine temekten karşıt sınıflara bölünmüş bir toplumun kaçınılmaz var oluş biçimidir. Bir gerçekliğin saptanmasıdır. Bu nesnel gerçeklik Nebioğlu, Pekin, Eren istedi diye değişmez, yok olmaz. Yine Faruk Pekin ve Yücel Top’un iddia ettiğinin aksine işçi sendikaları militan mücadele yürüttükleri için değil, sermaye ve faşizme karşı mücadele yürütmedikleri, onunla uzlaştıkları için üye kaybediyor, geriliyor.
İşçi sınıfını işçi sınıfı yapan onun giyiniş biçimi, otomobili, buzdolabı sahibi olması değildir. Bunlar her insanın yaşamında sahip olması gereken en doğal ihtiyaçlarıdır. Her işçi ailesinin bunlara sahip olmasının zorunluluğu bir yana, işçiler bunları burjuvazi kullansın diye de üretmiyor.
İşçi sınıfına özelliğini ve-ren onun üretim içindeki yeri, üretim araçları karşısındaki konumudur. “Üretim araçlarının mülkiyetinden uzaklaştırılıp yoksun bırakılması ve işgücünü kendini sömüren üretim aracı sahiplerine satarak yaşamak zorunda olması olgusudur.”
İşçilerin belli eşyalara sahip olmalarından kalkarak işçi sınıfı artık “zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayan, işçi sınıfı değildir”, “işçi sınıfının niteliği ve talepleri değişmiştir” teorileri burjuva revizyonistlerin saptırmasıdır.
Elbette ki işçi sınıfı daha iyi yaşam ve çalışma koşulları için mücadele edecektir. Ama hiçbir zaman da kendini bununla sınırlamaz. Günlük çıkarlar için mücadele eden işçi sınıfı, geleceği için, sömürünün ortadan kalkması için de mücadelesini sürdürür. Ve bu mücadele, toplumun tümden değişimiyle, yani kapitalizmin ortadan kaldırılması, yerine sosyalizmin geçmesi ve sınıfsız toplumun kurulmasına kadar kesintisiz olarak sürer.
Teknoloji hayranı çağdaş sendikacılar, kaderlerini emperyalistlerle birleştirmiş, onlarla aynı duygu ve düşünceleri paylaşıyor olmalarına rağmen maskeleri düşer diye sosyalizme açıktan saldıramıyor, saldırılarını daha çok, sinsi ve “demokrat” maskesi altında sürdürüyor.
Kapitalizmin tüm insanlığa ve daha çok da işçi sınıfına verdiği korkunç boyutlardaki zararlar ortada olduğundan, bu ikiyüzlüler açıktan kapitalizm iyidir diyemiyor, ama dilleri varıp kötü olduğunu da söylemiyorlar. Tersine, ince ve sinsi bir biçimde sosyalizme ve onun temel ilkelerine saldırarak kapitalizmi kutsuyorlar.
“İşçi sınıfının toplumsal rolünün değiştiği” safsatasına gelince, bu, Nebioğlu ve Pekin’in icat ettiği bir teori değil. Burjuva ve revizyonist ideologlar yıllardır işçi sınıfının devrimci niteliğinin ve tarihi önder rolünün değiştiği, geçersizleştiği üzerine vaazlarını aralıksız sürdürdüler ve sürdürüyorlar.
Revizyonist kampın dağılmasıyla bu saldırılar “sosyalizm öldü yaşasın kapitalizm” vb. karşıdevrime propagandalarla birleştirilerek genel bir kampanya biçiminde sürdürülmeye başlandı.
Bu işçi sınıfı düşmanlarına göre evrime uğrayan “tekelci kapitalizm artık eskisi kadar sömürücü değil. Proletersizleşmeye doğru giden kapitalist toplumda işçi sınıfı yavaş yavaş yok olarak burjuvalaşıp kapitalizmle bütünleşme sürecine girmiştir.”
Bu tespitlerden yola çıkan çağdaş sendikal akımın ülkemizdeki temsilcileri, işçi sınıfının mücadeleci ruhunu yitirdiği, artık toplumun devrimci dönüşümüyle ilgilenmediği, tarihi ve toplumsal ve önder rolünden vazgeçtiği vb. saçmalıklarını ileri sürerek, bu tezlerin sendikal plana yansıması olarak, sendikaların kapitalizmle işbirliği yapmasını, aralarındaki sorunları burjuva sistemi ve anayasası çerçevesinde görüşmeler yoluyla çözmesini savunuyorlar.
Revizyonist ve reformistlerin iddialarının aksine, işçi sınıfı ne burjuvalaşmış ne de kapitalizmle bütünleşmiştir. Hele sermaye ve faşizme karşı mücadele ruhunu hiç yitirmemiştir. Sömürülmesi ve yoksullaşması şiddetlenerek devam eden işçi sınıfı, sermayeyle olan sorunlarını burjuva ajanlarının istediğinin tersine görüşmeler yoluyla değil, sınıfın sınıfa karşı mücadelesinin dayattığı yöntemle çözmeyi savunmaktadır.
“Teknolojik gelişme, -onlar ‘teknolojik devrim’ diyorlar- tekelci kapitalizm ve işçi sınıfının niteliğinde değişime neden oldu” önerilerine gelince… Dünyada meydana gelen önemli değişiklikler ve ortaya çıkan yeni olgular, kapitalizmin doğasını ve niteliğini değiştirmemiş, sadece, onu daha saldırgan, daha vahşi ve daha zalim yapmıştır.
Ülkemizde, başta DİSK yöneticileri olmak üzere çağdaş sendikacıların çok sözünü ettikleri ve her fırsatta kendi uzlaşmacılıklarına gerekçe olarak göstermeye çalıştıkları “1980 öncesine göre çok şey değişti, teknoloji her şeyi değiştirdi, artık eski, klasik sendikacılık yapılamaz* tezlerinin kaynağı da emperyalist ideolojidir.
Evet, 1980 öncesine göre ülkemizde de bir takım değişiklikler oldu, her şey aynısı değil. Ama bu değişim kapitalizmin niteliğinde ve işçi sınıfının toplumsal rolündeki değişiklik değil 1980 öncesine göre değişen nedir diye sorulacak olursa, kaba hatlarıyla şunlar sayılabilir: Öncelikle sermaye ile emek arasında güç ilişkileri değişti. Sermaye ve onun iktidarı, işçi sınıfı ve emekçi halk tarafından açılan gedikleri 12 Eylül aracılığıyla kapattı. Anti-demokratik yapı geliştirilip kısmi de olsa var olan demokratik hak ve özgürlükler tırpanlandı. İşçi sınıfını doğrudan ilgilendiren sendikalarla ilgili olarak anti-sendikal bir yapı yerleştirildi. Sözleşmeli personel, taşeron, fason iş yaptırma gibi sendikasızlaştırmaya yönelik istihdam biçimleri geliştirildi. Mücadeleci bir sendikal yapının ortaya çıkmaması için kendilerine göre önlemler getirildi… Ki bu değişikliklerin ne teknolojinin gelişmesiyle, ne de tekelci sermayenin sömürüden vazgeçmesi, uysallaşmasıyla ilgisi var.

TOPLUMSAL MUTABAKAT VE SENDİKALAR
TİSK, MESS, TÜSİAD gibi işveren örgütlerinden DİSK, Hak-İş, Türk-İş gibi sendikalara, hükümetten ILO’ya kadar çeşitli örgüt ve çevreler işçi sınıfıyla sermayeyi Toplumsal Mutabakat” adı altında uzlaştırma çabası içinde. “Sosyalizmin çöktüğü”, “kapitalizmin alternatifinin olmadığı” tezleri, ilişkilerde teknolojinin gelişmesiyle işçi sınıfının niteliğinde de değişiklik oldu teorileriyle birleştirilerek, işçi sınıfına şu mesaj verilmek isteniyor: “Sorunlar kavgayla değil, daha çok masada çözülebilir” (Nebioğlu).
Sermaye kanadı, öteden beri Türk-İş ile ortaklaşa götürdüğü işbirliğine hukuki bir statü kazandırmak isterken, örgütleri aracılığıyla Ekonomik ve Sosyal Konsey’in ülke için ihtiyaç olduğu ve hükümet dahil bütün tarafların, bunun gerçekleşmesi için çaba sarf etmeleri gerektiği çağrısını yapıyor. “Yasaların değiştirilmesi konusunda Türk-İş ile aramızda görüş ayrılığı yoktur” diyen Refik Baydur, DİSK yöneticileri için “İş barışını en iyi savunandır, destekliyoruz” ifadesini kullanıyor.
Sendikalar, işverenlere paralel görüş açıklamakta gecikmiyorlar. Başoğlu, “İşverenlere barış çağrısında bulunuyoruz. Ben işverenlere karşı değilim. İşçi de olmalı işveren de. Bizim işverenleri sevdiğimiz kadar işverenlerin de bizi sevmesini isliyoruz.” (Dedeman Oteli’ndeki konuşma). Nebioğlu ise bir gazeteye “Nasıl serbest piyasa koşullarının çağdaş şartlara göre işlemesi isteniyorsa, sosyal sorunlar da buna göre çözülmeli. İşte çağdaş sendikacılık burada başlıyor” açıklamasını yapıyor.
Sermaye kesiminin bu girişimleri hükümet üzerinde hemen etkisini gösteriyor. Çalışma Bakanı Mehmet Moğultay 1992-bütçe görüşmelerinde yaptığı konuşmada “Devletin, işveren ve işçilerle birlikte verimlilik, istihdam, işsizlik ve gelirler gibi konularda taraflara yol gösterecek ve tavsiye niteliğinde kararlar alacak, demokratik ve eşit katılımcı yapıya sahip bir iş ve istihdam kurulu oluşturulmasında büyük yarar görüyoruz” diye girişimlerde bulunacağının işaretini verdi ve bugüne kadar geçen süre içinde çalışmalarını ta marnlayarak taraflara sundu.
Konfederasyonların tutumlarına gelince, işçi sınıfının sorunlarının “toplumsal mutabakat” çerçevesinde “çözüleceği, çözülmesi gerektiğini” ileri süren konfederasyon yöneticileri zaten işçi sınıfına karşı “toplumsal mutabakat” oluşturmuş durumda. O nedenle işverenlerin çağrısına hiç biri “biz işverenlerle birlikte hareket edemeyiz, Konseyde de yer alamayız” diyemedi. Aksine TİSK’in çağrısına her üç konfederasyon da olumlu yaklaştı. TİSK’in çağrısına, DİSK “devlet sendikacılığı yapıyor” diye suçladığı yılların sarı sendikacısı Türk-İş yöneticilerinden önce “biz varız” yanıtını verdi.
Kristal-İş Sendikası öteden beri “demokratik toplumsal bir mutabakata dayanmayan çözümlerin iflas ettiği” görüşünde, DİSK’e bağlı Maden-İş Sendikası “Çağdaş sendikanın kimliğinin temel unsurunun çoğulculuk ve katılımcılık olduğunu” savunuyor, Tekstil Sendikası, “12 Eylül öncesi sendikacılık anlayışımızı, toplumsal tavır ve eylemlerimizi belirleyen siyasal ve ekonomik tespitlerimizin, toplumsal yargılarımızın çoğu büyük ölçüde geçersizleşti. Demokrasi anlayışına ulaşmanın ön koşulu demokratik toplumsal mutabakat ortamının yaratılmasıdır. ‘Demokratik Toplumsal Mutabakat’ toplumun farklı sınıflarının, çıkar gruplarının eşit koşullarda bir arada var olmayı kabul etlikleri bir zemindir” diyerek Selimiye’de teslim olma kuyruğuna girdikleri gibi uzlaşma kuyruğunda sıradaki yerlerini almaktalar.
Çağdaş sendikacılıkta başa oynayan Otomobil-İş Sendikası ise uzlaşmacılıkta adeta sınır tanımıyor, Uzlaşma için en ufak olanağı değerlendirme ve mücadeleye yol açacak tüm kapıları kapatmada diğer sendikalara fark atan Otomobil-İş, MESS ile olan son toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde Endüstri İlişkiler Kurulu diye bir oluşum önerdi. İşçi temsilcisinden çok işverenlerin teklifine benzeyen öneride, oluşumun görevleri şöyle sıralanmakta.
“İşçilerin mesleki alanda yetkinleşmesi, otomasyon, mekanizasyon ve teknolojik gelişmeler sonucu niteliği değişen işler ve prodüktivite artırılması.”
“İşyeri ve işverenin sırlarını saklama ve genel durum hakkında kimseye bilgi vermeme.”
Özelde MESS ile genelde sermaye ve devletle işbirliğini savunan Otomobil-İş, “Toplumsal Mutabakata” ilişkin olarak şunları söylüyor:
‘Kapitalizmin demokratik yollarla geliştirilmesinden yana olan herkesle birlikte bir platform oluşturulması gerektiğine inanıyoruz. Partilerin, işçi, işveren sendikalarının, meslek odalarının, tüm kurumların katkısına açık olacak böylesi bir birlikte, tartışılabilir, ortak çözümler aranabilir.”
“Ayrıca belirtmek gerekir ki, ücret belirlenirken verimliliğin de dikkate alınmasına alışmalıyız.”
“İşçi kesiminde, verimliliğin artırılmasının sonuçlarından kendisinin de yararlanacağına ilişkin bir bilinç değişikliği kendini dayatmaktadır.” (Temel Sendikal Yaklaşımlar 17-19)
Otomobil-İş’ten farklı düşünmeyen Hak-İş, kendisini işçinin temsilcisi değil, işçi ile işveren arasında bir hakem olarak görmekte. Yayınladığı “uzlaşma mı çatışma mı?” broşüründe savunduğu düşünce öz olarak sömürünün “adil ölçüler” içerisinde sürmesidir.
Hak-İş, işverenlerin önerdiği işçi, işveren, hükümet formülüne; işçi, işveren ve Hak-İş (hakem olarak) formülüyle yaklaşıyor.
1976’da kurulurken, “Hak-İş, işçi ve işveren hakkım hat terazisinde tartacak, korkmadan, yılmadan hakkı olanın hakkını teslim edecektir” diye yola çıkan Hak-İş’in 16 sene sonra geldiği nokta, yönetici olarak kendilerinin uzlaşmacı çizgilerini işçilere de kabul ettirmeye yönelik çaba olmuştur.
“İşçinin işverenine sahip çıkması, burada işçi işveren münasebetlerinin fevkalade uygar medeni ölçüler içerisinde yürütüldüğünü gösteriyor. Türkiye’nin yakalamaya çalıştığı bana göre doğru seviye de budur” (Antalya Özelleştirme Seminer konuşması Necati Çelik). Bu düşüncedeki Hak-İş çoktan ekonomik ve sosyal konseyde yer almaya hazır.
Konfederasyon olarak İslamcı bir sendikal akım yaratmayı düşünen ama bir türlü başaramayan, Türk-İş’e, “tencere dibin kara” örneği eleştiri yönelten, kuruluşundan itibaren iktidar ve hükümetlerle iyi geçinen, mücadele yerine uzlaşma diyen bir siyasal-sendikal düzlemde olan Hak-İş, DİSK’i sınıf sendikacılığını, Türk-İş’i kapitalizmi savunduğu için eleştirirken, mevcut antidemokratik yasalara ve askeri cuntaya bazen karşı çıkan, bazen savunan tutumuyla “renksiz” ve eklektik, ama sınıf işbirlikçisi çizgide istikrarlı bir görünüm sergilemektedir.
“Kapitalist sistemin savunucusu Türk-İş yerine komünist sistemin savunuculuğunu yapan DİSK kurulmuştur. DİSK’in temel ilkesi sınıf sendikacılığıdır. Tarihin bir sınıf kavgasından ibaret olduğunu iddia ederek Türkiye’yi sınıf kavgası ortamına sürüklemişlerdir.”
5. Genel Kurul Çalışma Raporu’nda bunları cuntaya yaranmak için yazan Hak-İş, DİSK’e olmadık misyonlar yüklemesinin yanında, sınıf mücadelesine, sınıf sendikacılığına ne derece karşı olduğunu gösteriyor.
Son dönemlerde mevcut anayasa ve çalışma yasalarının anti-demokratik olduğu ve değişmesi gerektiği üzerine çıkışlar yapan, seminer, panel ve toplantılar düzenleyen Hak-İş’in Genel Başkanı Necati Çelik 2821-22 sayılı yasaların çıkarıldığı dönemde yasaları ve çıkaranları da desteklemekle sabıkalıdır.
“Bu kanunlar geçmiş olumsuzluklar dikkate alınarak hazırlanmıştır. Şu kanaatimi de ifade etmek isliyorum. Bu kanunları çıkaran insanlar samimiyetle hareket etmişlerdir. Çalışma hayatı tekrar eski anarşik döneme dönmesin, devamlı huzur, sükûn, güven sağlansın prensibinden hareket edilerek yürürlüğe konulmuştur, dolayısıyla kanunların yürürlüğe konuşu konusundaki temel gaye bize göre doğrudur” (aktaran Y.Koç Temel Sendikal Eğitim).
12 Eylül’ün işçi sınıfı ve emekçi halkın üstüne bir karabasan gibi çöktüğü dönemde Hak-İş yöneticilerinin kimin için ve nasıl “sükûn ve güven” istedikleri ve kimlerin yanında oldukları ortada.
“12 Eylül yönetiminin gerek ülkemiz içinde ve gerekse uluslararası münasebetlerdeki keskin ve kararlı tavrını gönülden destekleyen” Necati Çelik, işçi sınıfına zorla giydirilmiş “hukuksal deli gömleği” 12 Eylül yasalarını savunmak ve doğru yapıldığını söylemekle aynen Türk-İş gibi 12 Eylül faşistlerini aklamakta. Dün, değiştirilen yasaların “huzur ve sükûnu” getirmek için getirildiğini savunanların bugün “değiştirilmelidir” sözleri, Demirel’in “Dün dündür, bugün bugündür” sözlerine denk düşen, inandırıcı olmaktan uzak sözlerdir.
Hükümetle “konsensüs” arayan, hükümetin buna yanaşmamasını eleştiren Hak-İş, uzlaşmacı ve işbirlikçi siyasal-sendikal çizgisiyle Türk-İş ile temel konularda aynı çizgide ve aralarındaki fark sadece etikettedir.
Türk-İş’e gelince, bugün Türk-İş’in, işçi sınıfının çıkarlarını savunduğu, anti-emperyalist, anti-faşist olduğu, sömürüye karşı olup sömürüşüz bir dünya için mücadele ettiğini söyleyebilecek bir akıllı bulmak herhalde olanaksız.
Mevcut kapitalist sistemi “koruyup geliştirmek” demek olan Amerikan Sendikacılığında kat ettiği mesafe bilinen, Türk-İş için artık “Kuruluşunda Amerika’nın rolü büyüktü, Amerikan dolarlarıyla beslendi, yöneticilerinin çoğu (600 kadar) Amerika’da eğitildi, AAFü ile ilişkisi var, bunlar tamamen sınıf işbirlikçisi bir sendikal çizgi izliyor” demek yanlıştır. Aynı şekilde, “neden burjuvaziye hizmet ediyorsun” demek de gereksizdir. Çünkü onlar ve onlar gibi düşünenlerin varlığı böyle “soylu” bir görevi başarıyla yerine getirmelerine bağlı. ABD ve yerli işbirlikçilerinin Türk-İş’e yaptıkları “yardımın”, onların hizmetlerinin karşılığı olduğu unutulmamalıdır.
Türk-İş ve onu ayakta tutan Türk-Metal, Tes-İş, Teksif ve son günlerde üyelerine askeri eğitim yaptıran Şeker-İş gibi sendikaların 40 yıllık pratiklerine bakıldığında sermaye tarafından verilen görevi yerine getirmede bir hayli başarılı oldukları söylenebilir. Bu konuda haklarını teslim etmek gerek.
Sermayenin böyle bir konsey oluşturulmasındaki amacı sendika ağalarının ve hükümetin iddia ettiği gibi işçi sınıfının sorunlarını çözmeye yönelik değildir. Aksine var olan sorunların faturasını işçi sınıfının sırtına yıkmanın aracı olarak düşünülmektedir. Ekonomik ve Sosyal Konsey yararlı olacağı propagandalarının altında yatan diğer bir amaç ise devlet ve hükümetin “tarafsız, “hakem” olduğu safsatalarının işçilere benimsetilmesidir.
Yıllardan beri sırtını devlete dayayıp devrimcilere ve halka karşı mücadele etmiş, işçi sınıfı ve emekçi halkın yeminli düşmanı revizyonist, faşist sendika bürokratı ve ideologlarına göre devlet “bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki baskı aracı” değil, “sınıflar üstü” ve “tarafsız” bir kurumdur. Kurulacak olan Konsey’de de devlet işçi ve işverenler arasındaki sorunların çözümünde “hakemlik” edecek ve işçilerin sorunlarının çözümünde yardımcı olacak!
Her zaman ve mutlaka bir sınıfın organı olan devletin “sınıflar üstü” ya da “sınıflar arası” bir kurum olduğu yolundaki görüşler, onu, ezen ve ezilen sınıflar arasındaki mücadelede “tarafsız” kalabileceği, “hakem” olacağı, halka ve halk düşmanı sınıflara “eşit” davranacağı şeklindeki görüşler safsatadır, karşı-devrimcidir.
İdeolojiler (kültür, hukuk vs.) ve kurumlar (ordu, polis, mahkeme vs.) aracılığıyla etkinlik gösteren devlet, sömürüye dayanan üretim tarzlarında sömürücü sınıfların yani burjuvazi ve toprak sahiplerinin, sosyalist toplumda ise, proletaryanın elindedir.
İşçi sınıfının tarihsel görevi bu sömürücü devleti yıkıp yerine kendi devletini kurmasıdır. DİSK Genel Başkanı Kemal Nebioğlu’nun “değiştireceğiz” dediği “rol” işte bu görevdir. Nebioğlu konseyin oluşumunun buna da hizmet etmesi gerektiği düşüncesinde.
Oluşturulması düşünülen Ekonomik ve Sosyal Konsey, çağdaş sendikacıların “Toplumsal Mutabakat” konusunda atmayı düşündükleri ileri bir adım olacaktır. Ayrıca Konseye işçileri temsi-len hangi konfederasyon katılırsa katılsın (veya her üçü de katılsın) Konsey, alacağı karar ve pratikleriyle işçi sınıfı ve emekçi halka saldırıda “yeni” bir araç, bir odak olacaktır. Böyle bir oluşumda yer alarak işçi sınıfına yarar sağlanabileceğini ileri sürmek sadece DİSK yönetimi ve Çağdaş Sendikacılara özgü bir teoridir.

SINIF SENDİKACILIĞI VE DİSK
Geçmişin kısmen de olsa var olan olumlu yanlarını tümüyle törpüleyen DİSK, bugünkü konumuyla tümüyle revizyonist-reformist bir sendikal platformdadır. Bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm için mücadele bir yana bu kavramlara belge ve konuşmalarında bile yer vermemeye özel itina gösteriyorlar.
Genel Başkan Nebioğlu ise, geçmiş belgelere gözünü kapatıp “eski ilkeleri terk etmedik” diyebiliyor. Geçmişte savunulan ilkelerin ne ölçüde hayata geçirildiği/geçirilmediği bir yana Nebioğlu’nun hafızasının yenilenmesi için bir iki örnek verelim:
“DİSK, işçi sınıfının ekonomik, politik ve ideolojik mücadelenin bütünlüğünün bilincinde olarak BAĞIMSIZLIK, DEMOKRASİ ve SOSYALİZM için mücadele eder”
“DİSK, kapitalist sömürü ve baskıya karşı mücadelede işçi sınıfının dünya görüşü olan bilimsel sosyalizmin ilkelerine göre davranır.”
“Başlıca amacımız emperyalist zincirin kırılarak, ülkemizin bağımsızlığa kavuşması, işçi sınıfının öncülüğünde başta yoksul köylülük olmak üzere tüm emekçilerle oluşturulacak iktidarın, giderek sosyalizmin kurulmasıdır.” (DİSK, Sınıf ve Kitle Sendikacılığının İlkeleri, 1979)
Dün, DGM Direnişleri, Faşizme İhtar Eylemi düzenleyen ya da düzenlemek zorunda kalan DİSK yöneticilerinin bugün sermayeyle işbirliği aramaları, işbirliğinin teorilerini savunmaları ve buna rağmen yine de “eski ilkelerimiz değişmedi” demesini en hafifinden unutkanlık belirtileri i diye değerlendirmek gerek.
DİSK yöneticilerinin çok sık kullandıkları demokrasi sözünden ise ne anladıkları, neyi kastettikleri yukarıda savundukları düşünce ve sermaye ile ittifak önerilerinde yeterince açık. DİSK yöneticilerine göre ülkede demokrasi de yok, faşizm de. Ne kuş ne deve örneği. Onlara göre demokrasinin yerleşmesi sömürücü sınıflarla sağlanacak “Toplumsal Mutabaka”tın hayata geçmesine bağlıdır.
İşçi sınıfı ve bütün emekçi halkın en korkunç düşmanı olan faşizme karşı mücadelede, sendikalar, önemli siperlerden biridir. Sermaye ve faşizme karşı uzlaşmaz bir mücadele vermeyen sendikalar burjuvazinin elinde işçi sınıfına karşı bir araç haline geleceklerdir. Ekonomik ve Sosyal Konsey’de yer alarak “Toplumsal Mutabakatı” sağlamaya çalışan DİSK yöneticilerinin yapmak istedikleri de sendikaları bu duruma düşürmektir.
DİSK yöneticileri sınıf ve kitle sendikacılığı; kavramını kullanmayı şimdilik çıkarları açısından uygun görüyorlar. Ama program ve pratikleri buna uygun olmamış, önemli değil! Belki bir süre daha işçi sınıfını kandırabilirim düşüncesinden hareketle kendilerinin sınıf ve kitle sendikacılığını savunduğunu söylüyorlar. Aslında izledikleri siyasal ve sendikal çizginin sınıf sendikacılığıyla uzaktan yakından ilgisinin olmadığını kendileri de iyi biliyorlar.
Sınıf sendikacılığı nedir diye kısaca belirtmek gerekirse, sendikal harekette iki temel sendikal çizgi vardır. Proletaryanın çıkarlarını savunan ve onu temsil eden sınıf sendikası ile burjuvazinin çıkarlarını savunan ve onun işçi sınıfı içerisinde temsilciliği görevini üstlenen her renkten burjuva sendikal akımlar. Bu iki temel sendikal akım, işçi sınıfının ve sendikal hareketin hedefleri, görüşleri ve izlenmesi gereken yola ilişkin olarak tam bir zıtlık içindedir.
“Bir yandan kapitalist sistemi ve sınıf işbirliğini kabul eden, sendikal hareketin, proletaryanın ve milli ve sosyal kurtuluş için genel siyasal hareketinden ayrı tutulmasını ve tecrit edilmesini, sendikal harekelin günün büyük sorunlarının halline karışmamasını, reformcu bir sosyal hareket olarak kalmasını ve acil ekonomik talepler için mücadele etmekle yetinmesini, burjuva sistemin legalitesi çerçevesinde burjuvaziye boyun eğmesini ve de kapitalist sistemin bir parçası, bileşkeni haline gelmesini isteyen oportünist reformcu ve revizyonist çizgi.”
“Diğer yanda, sendikal harekelin kapitalist sömürüye karşı bir direniş ve örgütlenme merkezi, işçi sınıfının kesin kurtuluşu için bir kaldıraç ve proletaryanın sınıf mücadelesi okulu, genel devrimci cephenin bir bölümü, kapitalist sömürünün ortadan kaldırılması, burjuvazinin bozguna uğratılması ve işçi sınıfının zaferi için mücadelede önemli bir güç haline gelmesini isteyen anti-emperyalist ve devrimci sınıf çizgisi” (Fil ip Kota Sendikal Harekette İki Karşıt Çizgi 94-95).
Burada gözden kaçırılmaması gereken nokta ve yukarıdaki tanımlamalardan çıkarılması gereken sonuç, sınıf sendikalarının programının, Proletarya Partisi’nin azami ve asgari programının sendikal alana özgülleştirilmiş olduğudur. O nedenledir ki, sınıf sendikaları eyleminin merkezine ücretli-kölelik sisteminin ortadan kaldırılması, sosyalizmin kurulması ve sınıfsız topluma varma görevini koymuştur.
DİSK’in Örende ortaya koyduğu programına bakıldığında orada ücretli kölelik sisteminin yıkılması değil, devamının esas alındığı görülüyor. İzlediği pratikle de barikatın karşı safında yerini almıştır. Ve burjuva sendikacılığının tüm gerekçelerini yerine getirmek için üstün bir performans gösterdiğini kendileri de inkâr edecek değiller. Bu konuda birkaç örnek vermek gerekirse:
— İşkence ve sokak infazlarını olağan hale getiren, Kürt halkı üzerindeki baskıyı zulümden öte soykırıma dönüştüren, “demokratikleşme paketi” adı altında temel insan hak ve özgürlüklerini ortadan kaldıran, işçi sınıfının sendikal hak ve özgürlüklerini karşılayacağını söyleyip, kazanılmış hakları da almaya çalışan, DYP-SHP hükümetini ve devletin almış olduğu her kararı destekleyen DİSK’in, sınıf sendikası olduğunu söylemeye hakkı yoktur.
— Düzenli her konuda mutabakat içinde olacağını, “akıllandıklarını” artık eskisi gibi kavgalı olmayacaklarını, işçi sınıfının mücadelesinin düzene yönelmesini en iyi kendilerinin önleyeceğini kanıtlamak için egemen sınıflara yaranmaya, güvence vermeye çalışmanın, dizginsiz bir baskı ve sömürü çarkını elinde tutan, yüz binlerce işçiyi sokağa terk eden, “yirmi yıl bizim anamız ağladı şimdi sıra onlarda” diyen işçi sınıfının yeminli düşmanlarına “mutabakat” önermenin sınıf sendikacılığıyla uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur.
— “Klasik ücret sendikacılığı anlayışının dışına çıkamamış, zaman zaman kendisini aşan bazı eylemlere rağmen, sessiz ve uzlaşmacı çizgisi nedeniyle, sadece işçilerin değil tüm toplumun sendikacılığa güveninin sarsılmasına neden olmuştur” ve “devlet sendikacılığı yapıyor” dediği Türk-İş ile “12 Eylül yönetiminin gerek ülkemiz içinde ve gerekse uluslararası münasebetlerdeki keskin ve kararlı tavrını gönülden destekliyoruz” diyen, Hak-İş’e birlik çağrısı yapmanın, onlarla uzlaşmaya çalışmanın, 1 Mayıs’ı salonlara hapsetmede eylem birliği yapmanın sınıf sendikasıyla bir ilişkisi yoktur.
— “Eski ilkelerimiz değişmedi”, “biz sınıf sendikasıyız” demek arkasından Türk-İş ve Hak-İş ile aynı kulvarda koşacağını ilan etmek sadece burjuva sendikacılara özgü bir tutumdur.
Başoğlu ve Bamyacı’nın “Türk-İş ile DİSK arasında bir farklılık yok, DİSK sosyalizmi savunuyordu. Ondan da vazgeçti, söylemlerinde de terk ettiler. Bizden ayrı ne düşünüyorlarsa söylesinler” dediği bir ortamda elbette ki DİSK “ayrı varoluşunu açıklamak konusunda güçlüklerle karşılaşabilecektir.” Diğer iki konfederasyonla her konuda fikir ve eylem birliği içinde olup “Bizim dünya görüşümüz ayrıdır” demek inandırıcı olmaktan uzaktır.
Açıktır ki, sınıf sendikası olduğunu ilan eden bir sendikanın, kendini burjuva sendikalar arasına yerleştirme diye bir derdi olamaz. O, barikatın bu yanındadır, programı ilkeleri ve izlediği siyasal-sendikal çizgiyle farklılığı ortadadır ve ayrıca “ben bunlardan farklıyım, dünya görüşümüz ayrıdır” demesine de gerek yoktur. Burjuva sendikal platformda yer alıp burjuva ikiyüzlülüğüne sığınarak sınıf sendikası olduğunu söylemek, bunu işçi sınıfına izah etmek zordur.
— “Katılımcı” ve “bu düzen içerisinde kendi sorunlarına çözüm yolları üreteceği” bir sendikal eğitimi öngören DİSK’in, bu anlayışının sınıf sendikacılığıma bağdaştığını söylemek için herhalde DİSK yöneticisi olmak gerekecek.
İnsanların baskı, zulüm ve sömürüden kurtuluşunu “abartılmış, geleceği belirsiz hedefler” olarak değerlendiren DİSK işçilere sömürüyü ortadan kaldırmayı değil “vatandaşlık” hukuku çerçevesinde bilinç verecek bir sendikal eğitimden bahsetmekte ve yapılacakları şu alt başlıklar altında toplamaktadır:
— İşçinin vasfının geliştirilmesi ve teknolojinin kavratılmasına yönelik Mesleki Eğitim vermek.
— “Türkiye’de toplumsal yapı ve değişim” işçi sınıfının “toplumsal ve tarihi rolü ve niteliğindeki değişiklik” teknolojik gelişme çerçevesinde işçilere kavratılmaya çalışılacak.
— “Kapitalist toplumun işleyişi” adı altında uzlaşmacılık, toplumsal mutabakat, verimlilik, istihdam vb. konular işlenecek.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. DİSK yönetimi, eğitim anlayışı, program ve izledikleri sendikal çizgiyle burjuva bir anlayışa sahiptir. Bugünkü “Emekliler Kulübü”ne benzeyen yönetimiyle radikal bir çizgi izleyip sınıf sendikasına da dönüşmesi olanaksızdır. Belediyelerdeki örgütlenmelerine bakarak reformcu bir konfederasyon şeklinde yapılanması varabileceği en ileri nokta olacaktır. Türlü hesaplar içinde olan revizyonist ve reformistlerin başına çöreklenmiş olduğu DİSK’in sınıf sendikacılığı bir yana devrimci-demokrat bir çizgiye gelerek “Yeni Dünya Düzenine” tamamen entegre olmaktan kurtulması zor olduğu kadar bir anlamda da bunların tasfiyesine bağlıdır.
Ancak son günlerde topladığı Balkan Sendikaları Konferansı’nda görüldüğü gibi, revizyonistler bunlara yeni yeni görevler yükleyerek uzlaşmacılıkta epeyce yol aldırdı. Yakında Türkî Cumhuriyetleri’ndeki sendikaların örgütlenmesi görevi de ASK tarafından DİSK’e verilirse şaşmamak lazım.
Bilindiği gibi DİSK, Avrupa Sendikalar Konfederasyonu’na (ASK) 1974 yılında başvurmuş, ancak “sosyalizmi savunduğu” gerekçesiyle üyeliğe kabul edilmemişti. Ancak 1984’ten sonra sosyalizmi savunmaktan vazgeçildiği konusunda güvence verildiği için üyeliğe kabul edilen DİSK’e bugün için biçilen misyon Balkan ülkelerindeki sendikalarla Türkî Cumhuriyetlerdeki sendikalar arasında köprü görevi görmektedir.

Kasım 1992

‘Lenin’in vasiyeti’ üzerine

Doğrudan, Leninizm’i reddedip sosyal-demokratlaşmış ve açıkça düzene entegre olmuş kesimleri saymazsak, yaklaşık son yetmiş yılın bütün revizyonist akımlarının, Leninizm’e karşı yürüttükleri savaşımda ortak söylemleri hep Stalin düşmanlığı oldu. Troçki’den günümüze bütün revizyonist ve dönekler, Marksizm’i değiştirmek, anti-kapitalist içeriğini boşaltmak, onu, burjuvazinin sahiplenebileceği ve devlet kapitalizmini gizlemede bir maske olarak kullanabileceği hale dönüştürebilmek için, Stalin’e, onun teorik ve pratik yapıtlarına saldırmak zorundalardı.
Revizyonistlerin, yıllarca bir yandan Leninizm’e sahip çıkar görünürken, bir yandan Stalin’e ve onun partinin başında bulunduğu döneme, azgınca saldırmalarının ardında şu gerçek yatıyordu: Lenin’in başlattığını Stalin sürdürmüş ve başarıya ulaştırmıştı. Bu zorlu süreçte, dünya ve Rus burjuvazisinin restorasyon umutları hep başka bahara kalmış, Menşeviklerinden Troçkistlerine, ajanlarından sabotörlerine, nepmanlarından (1) kulaklarına (2) kadar, tüm gerici sınıflar ve temsilcileri Stalin ve Bolşevik Partisi’nin çelikten birliği ile ezilmiş, halkın muhteşem seferberliği ile kırda ve kentte sosyalizm inşa edilmiş, sömürücü sınıflar ortadan kaldırılmıştır. Emperyalist saldırganlığın en azgın biçimi olan Hitler faşizmi, başında Stalin’in bulunduğu Sovyet halkı ve Kızıl
Ordusu tarafından ezilmiştir. Halk demokrasilerinin kuruluşu ve sosyalizme doğru gelişmesinde, başında Stalin’in bulunduğu Sovyet Kızıl Ordusu’nun Sovyet Devleti ve halklarının unutulmaz fedakarlıkları ve yardımları olmuştur. Kısaca özetlersek, Lenin’in düşlediği ve ilk adımlarını attığı bu süreç, Stalin ve yoldaşlarınca tamamlanmıştır. Gerek sosyalist kampın varlığı anlamında, gerekse kapitalist ülkelerde komünistlerin prestij ve etkinliği anlamında, bugüne değin, sosyalizmin dünyada yaşadığı en görkemli yükseliş dönemi Stalin’in dönemidir.
Lenin’in 1924te öldüğü yıllar Sovyetler Birliği’nde henüz NEP dönemidir. NEP, bilindiği gibi, kapitalizme zorunlu geçici tavizler vermeyi gerektiren bir dönemin adıdır. Kısmi bir geri çekilme dönemidir. Şu andaki sorunumuz NEP’i zorunlu kılan koşullar değil; ancak, bizi ilgilendiren yönü, Lenin öldüğünde henüz NEP döneminin yaşanıyor olması, proletarya diktatörlüğü allında, kapitalist sektörün belli sınırlar içinde varlığını sürdürüyor olmasıdır. NEP’e resmen son verip kırda ve kentte kapitalizmin bütün kalıntılarına karşı savaşımı başlatan Stalin olmuştur. Bu yüzden burjuvazi ve revizyonizm, Lenin’le Stalin’i karşı karşıya getirmeye, Lenin’i daha uysal ve yumuşak; Stalin’i ise acımasız ve sert, milyonlarca insanı gözünü kırpmadan ölüme gönderebilecek bir megaloman olarak göstermeye çalışırlar. Troçkistler, “tek ülkede sosyalizm teorisi”nin Lenin’de olmadığı, bunu Stalin’in uydurduğu yalanını öne sürerler. Buharin, “Kulakların kolhoz ve sovhozlara alınarak sosyalizmle bütünleşmeleri” teorisini Lenin’e dayandırmaya çalışır. (3) Hepsinde amaç aynıdır. Mademki “tek ülkede sosyalizm kurulamaz”, mademki “kırdaki kapitalist kulaklar sosyalizme kazanılabilir” o halde burjuvaziye zor kullanmak gereksizdir! Uzun süreli birlikte yaşama ve ikna yöntemiyle kazanma! Troçki’ye göre “en azından Avrupa devrimi imdada yetişesiye kadar kapitalizmi tasfiye edebilmek olanaksızdır.”
İşte bütün tu teslimiyetçi teorileri ezip geçtiği, Leninizm’e, devrime ve halka sonsuz inanç ve güveniyle yola koyulup, sosyalist inşa faaliyetinin zaferle sonuç1 andırılmasına öncülük ettiği için, Stalin, burjuvazi ve revizyonizmin ne kadar nefretini kazansa azdır.
Stalin’e yönelik saldırılardan biri de, Troçkistlerin ve revizyonistlerin, onun, “Lenin’in Vasiyeti”ni çiğnediği, partiden ve halktan gizlediği yalanlarıdır.
Ortada “vasiyetname” olarak kaleme alınmış herhangi bir belge söz konusu olmamakla birlikte yetmiş yıldır sürdürülen (1924’ten beri) Troçkist yalan, Lenin’in ölmeden önce yazdığı bir “vasiyet” ile, kendisine halef olarak Troçki’yi gösterdiği masalıdır. 1925 yılında bizzat Troçki tarafından, böyle bir “vasiyet”in gerçek dışı olduğu kabul edilmiş olmasına karşın, bu masal yazılı-sözlü yıllardır anlatıla-gelmiş ve çeşitli Troçkist çevrelerce günümüze taşınmıştır.
“Vasiyetname” iddialarının kaynağı, bir zamanlar Bolşevik Parti üyesi olup daha sonra partiden çıkarılmış olan Max Eastman adlı bir Amerikalı Troçkisttir. Eastman’a göre; Lenin 1923 yılında bir “vasiyetname” yazmış, bu “vasiyetname”de, Troçki’nin, genel sekreterlik için Stalin’den daha uygun olduğunu belirterek, Parti’den, Stalin’i Genel Sekreterlikten alarak yerine Troçki’yi getirmelerini istemiştir. Ancak Stalin bu “vasiyetname”yi bir kasada kilitli tutarak parti ve halktan gizlemiş, Lenin’in “vasiyeti”ni çiğneyerek Genel Sekreterlik görevini sürdürmüştür. Üstelik daha sonra partiyi gerçek Leninistler olan Troçkistlerden temizleyerek, kişisel egemenliğinin aleti haline getirerek Leninizm’e bir kez daha ihanet etmiştir!
Böyle bir vasiyetin varlığı yokluğu konusunda, bizzat Troçki’nin kendisi, 8 Ağustos 1925’te New York Daily Worker isimli gazetede bir mektubunu yayımlatır; bu mektupta, “bu türden söylentilerin Partinin çıkarlarının gerçek iradesine yönelik zararlı uydurmalardan ibaret” olduğunu belirten Troçki, açıkça şunları yazar:
‘”Vasiyete gelince, Lenin hiç böyle bir şey bırakmadı ve hem partiyle olan ilişkilerinin hem de Partinin kendisinin yapısı böyle bir ‘vasiyet’i kesinlikle olanaksız kılıyordu.” (Bkz. Büyük Komplo, Michael Sayars, E. Kahn, Yurt Yay. sf. 194)
Bu gerçeğe karşın, Eastman; her nasılsa ele geçirdiği (!) “vasiyet”i 1928 yılında hem Troçki’nin bir kitabının çevirisine yazdığı önsöz içinde, hem de ayrıca, broşür olarak yayınlar. Ancak ortada görülen herhangi bir vasiyet değil, yalnızca Lenin’in örgütlenme sorunlarına ilişkin, deforme olmuş mektuplarındaki Parti’ye yönelik bir kaç tavsiyesidir.
Bu ünlü “vasiyet” öyküsü 1924-1927 yılları arasında Stalin’in muhaliflerince Parti gündemine de getirilir. Özellikle 1927’deki 15. Kongre’de Stalin muhaliflerinin bütün saldırılarına yanıt vererek, Troçki-Kamenev-Zinovyev hizbinin, hizipçi ve komplocu bütün faaliyetlerini açığa çıkarır. Ve parti sırtındaki karşı-devrimci kamburu atarak yoluna devam eder.
Muhalefetin, “Lenin’in Vasiyeti” olarak öne sürüp spekülasyon yaptığı belge nedir? Bu belge, Lenin’in 23-26 Aralık 1922 tarihleri arasında kaleme aldırdığı ve “24 Aralık 1922 tarihli mektuba Ek” bölümünü ise 4 Ocak 1923’te yazdırdığı, Kongre’ye Mektup’udur. Lenin, bu mektubunun partinin olağan kongresine iletilmesini istemiş, onun bu isteğine uygun olarak da bu mektup, 23-31 Mayıs 1924 tarihleri arasında toplanan SBKP (B) 13. Parti Kongresi delegelerine okunmuş ye üzerinde uzun uzun tartışılmıştır. Kongre, bu mektubun kongreye tavsiye niteliğinde bir mektup olduğunu, yayınlanması amacıyla kaleme alınmamış olduğunu belirterek, mektubun yayınlanmaması kararına varmıştır.
Troçkistler, Lenin’in Parti Kongresi’ni yazdığı tavsiye niteliğindeki mektubunu “Vasiyet” olarak adlandırarak “Leninci” bir mevziden Stalin şahsında üye sayısı yüz binlerle ifade edilen Bolşevik Partisi’ne saldırırken, ne kadar anti-Leninist bir konumda olduklarını ikrar etmiş oluyorlar. Can alıcı soru şudur: Bu türden bir “vasiyet”, komünist parti yaşantısına ne kadar uygundur?
Bolşevik Partisi’nin kurucusu ve büyük önderi olarak Lenin’in, elbette, partisine ve yoldaşlarına öneride bulunma hakkı vardır. Ama bu öneriyi değerlendirecek en üst organ, parti kongresidir ve kongre, mektup üzerinde tartışmış, buna rağmen Stalin’i oybirliği ile parti genel sekreteri seçmiştir. Eğer tavsiyeyi, Türkiye’deki MGK’nın tavsiyeleri gibi algılamıyorsak, başka türlüsü düşünülebilir mi?
Aktardığımız pasajda Troçki’nin de itiraf ettiği gibi, tarihin tanıdığı en gelişmiş komünist örgüt olan Bolşevik Partisi’nin yapısı, yaşantısı ve işleyişi böyle bir vasiyeti kabul edecek özellikte değildir. “Sosyalist demokrasiyi dillerine pelesenk edenler, uydurdukları “vasiyet” masalını Lenin’e mal ederken, partinin en demokratik tarzda ortaya koyduğu iradesine karşı, sahtekârca Lenin’e mal ettikleri “vasiyet”e sarılıyorlar. Hem partide “kişi diktatörlüğü”ne karşı çıkıp hem partinin vasiyetlerle yönetileceğini savunmak, tam da Troçkistlere yaraşır bir ikiyüzlülük olsa gerek!
Türkçede ilk kez Ser Yayınları tarafından Mayıs 1975’te yayınlanan Lenin’in “Son Yazıları, Son Mektuplar” adlı derleme yapıtında (son olarak Ekim Yayınevi yayınladı) ilk bölüm, bu, Kongre’ye Mektup kısmını içerir. Türkiye’de de “Lenin’in Vasiyeti’ olarak bazı kesimlerce sözü edilen belge, işte bu belgedir.
Stalin’in despotluğunu, kasaplığını “kanıtlamak” için Lenin’den iyi bir dayanak bulduklarına inananlar, her fırsatta bu mektupta Lenin’in Stalin’le ilgili değerlendirmelerini aktarırlar. Mektupta Lenin, örgütsel sorunlara değinmekle birlikte, partinin önder kadroları hakkında tek tek değerlendirmeler de yapmaktadır. Partide istikrar sorunu üzerine değinen Lenin, istikrar sorununun temel etmenlerini Merkez Komitesi’ndeki Stalin ve Troçki gibi üyeler olarak değerlendirir. Mektup okunduğunda görülecektir ki, Lenin, partide yeni bir bölünme kaygısı taşımakta ve bunun nedeninin Stalin ve Troçki arasındaki ilişkilerin bozukluğu olduğunu düşünmektedir. Alınacak diğer tedbirlerin yanı sıra Merkez Komitesi üyelerinin 50 ya da 100’e çıkarılmasının yararlı olacağı kanısındadır. Bundan sonraki değerlendirmeleri bizzat Lenin’in kaleminden izleyelim:
“Yoldaş Stalin, Genel Sekreter olması nedeniyle elinde sınırsız yetki toplamış durumdadır ve yoldaş Stalin’in bu yetkiyi her zaman yeterli dikkat ve ihtiyatla kullanabileceğinden kuşkuluyum. Öte yandan yoldaş Troçki, Ulaşım ve Haberleşme Halk Komiserliği konusunda Merkez Komitesi’ne karşı yürüttüğü mücadelede kanıtlamış olduğu gibi, sadece çarpıcı yetenekleriyle sivrilmemektedir. Yoldaş Troçki, kişisel yetenek açısından bugünkü Merkez Komitesi’nin belki de en güçlü, en üstün yetenekli üyesidir; ne var ki, o da kendine aşırı güven göstermiş ve işlerin sadece idari yönüne aşırı ölçüde önem vermiştir.
Bugünkü Merkez Komitesinin ileri gelen bu iki liderinin özellikleri, kaçınılmaz biçimde bölünmeye yol açabilir ve Partimiz bunu önlemek için gerekli tedbirleri almadığı takdirde, bölünme beklenmedik bir anda patlak verebilir.” (Lenin, Son Yazılar, Son Mektuplar, Ser Yay. sf. 13,14)
Lenin, mektubun devamında Zinovyev ve Kamenev’in Ekim ayaklanması sırasındaki tavırlarının rastlantısal olmadığını, (4) Buharin’in kuramsal görüşlerinin tam anlamıyla Marksist olmadığını, onun hiçbir zaman diyalektiği incelemediğini ve yeterince kavramadığını, Pyatakov’un ise üstün irade sahibi ve yetenekli bir merkez komitesi üyesi olmakla birlikte ciddi siyasal konularda güvenilemeyecek, idarecilik konusunda aşırı hevesli olduğuna dikte ettirir.
“24 Aralık 1922 tarihli mektuba Ek” kısmında ise Stalin’le ilgili şunları yazdıracaktır. “Stalin, aşırı kaba bir insandır ve biz komünistler arasındaki ilişkilerde ve bizim içimizde hoşgörüyle karşılanabilecek olan bu kusur, bir Genel Sekreter için hoş görülemeyecek niteliktedir. İşte bu nedenle, Statin’i o görevden uzaklaştırmanın ve yerine, yoldaş Stalin’e oranla bir tek üstünlüğü olan, yani daha hoşgörülü, daha sadık, daha saygılı, daha nazik ve daha az kaprisli davranan birini getirmenin yolunu aramalarını yoldaşlarıma öneriyorum. Bu durum, ihmal edilebilecek önemsiz bir ayrıntı gibi görünebilir. Oysa olası bir bölünmeye karşı savunma açısından ve yukarda değindiğim gibi Stalin ile Troçki arasındaki ilişkiler açısından, bunun önemsiz bir ayrıntı olmadığı, sonucu etkileyebilecek önemde bir ayrıntı olduğu kanısındayım.”(Lenin, age, sf. 15, 16)
Gerek bu mektupta, gerekse ömrünün son yıllarında Lenin tarafından yazılmış, yazdırılmış hiçbir belgede, Troçki’nin halef olarak düşünüldüğüne dair bir andırma bile yoktur. Lenin’in dikte ettirdiği yazılardan çıkarabildiğimiz genel eğilim, herhangi bir isim vermemekle birlikte, onun, Stalin ve Troçki dışında bir Merkez Komitesi üyesinin Genel Sekreterliğe getirilmesini uygun gördüğüdür. Ve şu noktanın altı çizilmelidir ki, Lenin, yeni genel sekreterin, Stalin’e göre tek üstünlüğü olmasını, “yoldaşlarına karşı daha nazik ve saygılı” olmasını beklemektedir. Troçki’nin geçmişini bilenler, onun Lenin hakkında bile defalarca sarf ettiği iğrenç küfürleri bilirler. Zaten, Lenin’in Troçki’yi bu göreve layık görseydi bunu çekinmeden yazacağı ve partiye ismen önereceği de açıktır. Mektubun hiçbir yerinde de Stalin’e karşı Troçki savunulmamaktadır.
Tarihsel süreç açısından bakıldığında, Stalin ve Troçki arasındaki sorunlar daha iyi anlaşılabilir sorunlardır. Stalin Rus Devrimi boyunca her zaman Partinin ve Lenin’in yanında olmuş, kararlı bir Bolşevik’tir. Lenin’in uyarılarıyla düzelttiği bir iki yanılgısı dışında hiçbir zaman Parti ve Lenin’le çelişkisi olmamıştır. En büyük hatasının 1917 Nisan ayında, bir haftalık süren eski sloganlara ve eski Bolşevik taktiğine sahip çıkma olduğunu, ancak Lenin’in Nisan Tezleri ile birlikte yaklaşık bir hafta sonra hatasını düzeltip, partideki büyük tartışmada Lenin’in safında yer aldığını biliyoruz. Ki, bu hata Stalin’in şahsi bir hatası değildi. Bütün Parti, Nisan Tezleri öncesinde eski çizgiyi sürdürüyordu. Yani Lenin yurtdışından döndüğünde Parti karşısında tek başınaydı ve ilk yanında yer alanların başında Stalin geliyordu.
Troçki’nin yaşamı ise Ekim’e kadar, menşevizm ile kendi hizbi arasında gidip gelen anti-Bolşevik bir tarihsel kesiti içerir. Demokratik devrimin reddi, köylülüğün reddi, parti disiplini ve Bolşevik Parti kurallarının reddi, tasfiyecilik, her dönem Lenin’e karşı çok yönlü ideolojik ve örgütsel mücadele… (5) Troçki, partiye katılırken bile bir Bolşevik olarak değil, kendi grubuyla birlikte ve o günkü nesnel koşulların dayatmasıyla katılmıştır. Eski “teorilerini” savunmama konusunda dikkatle davranmakla birlikte, hizbini dağıtmama ve ilişkilerini sürdürme konusunda da çabayı elden bırakmamıştır. Devrim sonrası parti içinde “kabak tadı veren” hizip faaliyetleri konusunda en fazla uyarılan ve eleştirilen ve hatta bu konuda parti kararı çıkartılması (bütün hiziplerin dağıtılıp yasaklanması kararı) zorunda kalınan parti üyelerinin başında hep Troçki gelmiştir. 1918 Brest-Litovsk antlaşmasının sabote edilmesi, (6) 1921 Sendikalar Konusu’ndaki anti-Marksist ve bürokratik/despotik tutumu (7) Lenin ve Parti tarafından mahkûm edilen Troçki’nin devrim sonrası önemli çıkışlarıdır. Her seferinde Lenin ve Parti tarafından mahkûm edilen Troçkizm, onun ölümünden sonra, yedi yıl boyunca kısmen kızağa çektiği görüşlerini tekrar piyasaya sürmüş, (Sürekli Devrim vb.) ancak bu kez de karşısında Stalin’i bulmuştur. Bu yüzden şu konunun altını çizmekte yarar vardır. Partinin bölünmesi değil, ama Troçkist komploculardan temizlenmesinin nedeni, hiç de Stalin’in kabalığı, ya da Stalin ve Troçki arasındaki kişisel sorunlar olmamıştır. Lenin, belki Troçki’nin ıslah olabileceği, hizipçi faaliyetlerinden vazgeçebileceği umudu taşıyordu; ancak, Troçki, onun ölümünün hemen ardından bütün eski (kızağa çekilmiş) teorilerini yeniden yayınlatarak Parti’ye ve onun Merkez Komitesi’nin çizgisine karşı savaşı başlatmıştır. Yani tartışma tümüyle siyasal bir çizgi ekseninde yürümüştür ve kaybeden muhalefet olmuştur.
“Muhalefet, yenilgisini kişisel nedenlerle, Stalin’in kabalığıyla, Buharin ve Rikov’un inatçılığı ile vb. açıklayabileceğini düşünmektedir” diyor Stalin. “Bu çok ucuz bir açıklamadır. Açıklama değil, hokkabazlıktır. Trotski, 1904’ten beri Leninizm’le savaşmaktadır. 1904’ten 1917 Şubat devrimine kadar, sürekli olarak umutsuzca Lenin’in partisi ile savaşarak Menşeviklerle dolaştı. Bu dönemde Trotski, Lenin’in partisi karşısında bir kaç kez yenilgiye uğradı. Neden? Yoksa kabahat Stalin’in kabalığında mıydı? Ama o zamanlar Stalin, henüz M.K. sekreteri değildi. Troçki ile Lenin arasındaki mücadele dışarıda verildiği halde, Stalin dışarıda değil, Rusya’daydı, yeraltında çarlıkla savaşıyordu. Onun için Stalin’in kabalığının bununla ne ilgisi var?
Ekim devriminden 1922ye kadar olan dönemde, Bolşevik Partinin üyesi olan Trotski, Lenin’e ve partisine karşı iki büyük çıkış yapmayı becerdi. 1918’de -Bresi Barışı Sorunu Üzerine, 1921’de -Sendika Sorunu Üzerine. Her iki çıkış da Troçkinin yenilgisiyle sonuçlandı. Neden? Yoksa burada da kabahat Stalin’in kabalığında mıydı? Ama o zamanlar Stalin henüz M.K. sekreteri değildi. Sekreterlik mevkileri, o zamanlar, ünlü Troçkistler tarafından işgal edilmişti. Onun için Stalin’in kabalığının bununla ne ilgisi var?
Daha sonra Troçki, partiye karşı bir kaç yeni çıkış daha yaptı (1923,1924,1926,1927) ve her çıkış, Troçki’nin yeni bir yenilgiye uğramasıyla sonuçlandı.” (Stalin, Troçkizm mi, Leninizm mi? Sol Yay. 1976,2. genişletilmiş baskı)
Biz yeniden Lenin’in “vasiyeti” sorununa dönelim. Lenin’in “Kongreye Mektup”unun kaderi ne oldu? Partinin 15. Kongresi’ndeki konuşmasında Stalin, bu soruna değinir ve şunları söyler:
“Şimdi Lenin’in “vasiyetine gelelim. Muhalefettekiler, burada, Parti Merkez Komitesi Lenin’in “vasiyetini gizledi” diye bar bar bağırdılar, siz de işittiniz onları. Biliyorsunuz, sorunu Merkez Komitesi ve Merkez Denetim Komisyonu toplantısında bir kaç kez tartıştık. (Bir ses: Defalarca.) Hiç kimsenin hiçbir şey gizlemediği, Lenin’in ‘vasiyeti’nin On Üçüncü Parti Kongresine hitaben yapıldığı, bu nedenlerin yanı sıra, Lenin’in kendisinin de bunun yayınlanmasını istemediği ve yayınlanması talebinde bulunmadığı için, Kongrenin oybirliği ile bunun yayınlanmamasına karar verdiği defalarca tanıtlanmıştır. Bizim gibi, muhalefet de bunu biliyor. Gene de Merkez Komitesinin ‘vasiyeti’, ‘sakladığını’ ilan etme cüretini gösteriyor.” (Stalin, age, sf. 394)
Konuşmanın sonrasında Lenin’in mektubunda yazılı olanlar üzerine de değinen Stalin, 13. Kongre sonrası gelişmeleri de şöyle aktarır:
“Yoldaş Lenin’in ‘vasiyetinde, Kongreye, Stalin’in kabalığını göz önünde tutarak Genel Sekreter olarak, Stalin’in yerine bir başka yoldaşı koymayı düşünmesi gerektiğini önerdiği söylenmektedir. Bu tamamen doğrudur. Evet, yoldaşlar, ben, partiyi büyük ölçüde ve vefasızca harap eden bölenlere karşı kabayım. Bunu hiçbir zaman gizlemedim, şimdi de gizlemiyorum. Belki de bölücülere karşı biraz yumuşaklık gereklidir, ama ben bu işte başarılı değilim. On Üçüncü Kongre’den sonra, Merkez Komitesinin ilk toplantısında Merkez Komitesi üyelerine, beni Genel Sekreterlik görevlerinden almalarını rica ettim. Kongrenin kendisi bu sorunu tartıştı. Bu sorun ayrı ayrı her delegasyon tarafından tartışıldı ve Troçki, Kamenev ve Zinovyev de dahil olmak üzere tüm delegeler oybirliği ile, Stalin’i görevde kalmaya zorladılar.
Ne yapabilirdim? Görevimi terk etmek mi? Bu benim yapıma uymaz; hiçbir zaman, hiçbir görevi terk etmedim ve bunu yapmaya da hakkım yoktur, çünkü bu kaçmak olur. Daha önceden de söylediğim gibi, ben hareketlerimde özgür değilim ve parti bana bir zorunluluk yüklerse, itaat etmem gerekir.
Bir yıl sonra, toplantıdan beni serbest bırakmalarını gene istedim, ama gene görevimde kalmaya zorlandım.
Başka ne yapabilirdim?” (Stalin, age, sf. 397)
“Muhalefet, Lenin’in ‘vasiyeti’ni bir koz olarak kullanmaya çalışmaktadır, ama bunun onlar için hiç de bir koz olmadığını anlamak için, bu ‘vasiyeti’ okumak yeter. Tam tersine, Lenin’in ‘vasiyeti’ muhalefetin bugünkü liderleri için öldürücüdür.
Gerçekten de, Lenin’in ‘vasiyeti’nde Troçkiyi Bolşevik olmamakla suçladığı ve Kamenev ve Zinovyev’in Ekim sırasında yaptığı hataya ilişkin olarak, bu hatanın rastlantısal olmadığını söylediği doğrudur. Bu ne demektir? Bu ‘Bolşevik olmayan’ Troçkiye ve hataları ‘rastlantısal’ olmayan ve yinelenebilen ve kesinlikle yinelenecek olan Kamenev ve Zinovyev’e siyasal olarak güvenilemeyeceği demektir. (Stalin)
Vasiyet’te Stalin’in hatalar yaptığına ilişkin bir tek sözcük, bir tek ima olmaması tipiktir. ‘Vasiyet’, yalnızca, Stalin’in kabalığına değinmektedir. Ama kabalık, Stalin’in politik çizgisinde ve tutumunda bir kusur değildir ve böyle sayılamaz.”(age, sf. 398)
1924-1927 arasında süren tartışmalar sonrasında Parti’nin, Lenin’in çizgisini sürdürme konusundaki kararlılığını gösteren Stalin’le birlikte tavır aldığı, bu yüzden Lenin’in kaygı duyduğu “partide bir bölünmenin” gerçekleşmediği görüldü. Lenin’in her zaman ısrarla savunduğu, “partinin oportünist öğelerden arınarak güçleneceği” gerçeği bir kez daha yaşandı ve kanıtlandı yalnızca. Çünkü “bölünme” partiyi zaafa uğratabilecek, işlevlerini aksatabilecek ve güçsüzleştirebilecek bir durumdu ve Lenin böyle bir durumdan kaygı duymakta haklıdır. Ancak, Stalin’le Troçki-Komenev-Zinovyev saflaşmasının sonucu, muhalefetin tam bir çöküşü ve Parti’nin oportünist öğelere karşı zaferiyle sonuçlandı. Partide son günlerini yaşadıkları günlerde, son bir umutla sarıldıkları tüm Bolşevik Parti üyelerini kapsayan referandumda 740.000 Leninist-Stalinist oya karşılık, yalnızca 4000 oy alabildiler. Bu, bütün entrikaları ve yalanları ile birlikte Troçkist muhalefetin tükenişi demekti. Stalin, üç yıl boyunca tek bir iyi niyetli kadronun bile heba edilmemesi için, büyük bir sabırla Troçkizmin ve Troçkist teorik-pratik faaliyetin deşifre edilmesi için var gücüyle çalıştı. Hatta muhalefet önderlerini bile gittikleri karanlık yoldan çevirebilmek için onlara yardım elini uzattı. 1927 Ağustos sonunda toplanan Merkez Komitesi ve Merkez Denetim Komisyonu’nun son toplantısında Troçki ve Zinovyev’in Merkez Komitesi’nden hemen atılmaları isteklerine karşı yoldaşlarını ikna etmeye çalıştı. “Yumuşak” davranmakla eleştirildi ve “azarlandı.” Ancak muhalefet 8 Ağustos’ta özel bir “bildiri” yayınlayarak hiziplerini dağıtacaklarına dair verdikleri sözü tutmadıkları gibi, “muhalefet”lerini parti dışına iyice kaydırarak gizli matbaalar ve cephanelikler oluşturmaya başladılar. Artık hizip olmaktan da öte, bir komplo örgütü haline gelmişlerdi. Kamenev’in Troçkist bloktan çekilmesi sonucu Troçki ve Zinovyev önce Merkez Komitesi’nden, sonra Parti’den çıkarılacaklardır.
“Lenin’in Vasiyeti” tartışmalarını da içeren ve onun ölümü sonrasında Partiyi üç yıl boyunca meşgul eden tartışmaların özet seyri bunlardır. Elbette konumuz Troçkizmin her yönüyle teşhiri olmadığı için, sadece belirli bir konu eksenindeki olayları aktarmaya ve yorumlamaya çalıştık. Bolşevik Partisi Tarihi üzerine yıllardır okuduğumuz taraflı- “tarafsız” birçok belgeden bizim ulaştığımız sonuç şu oldu: Stalin, her insan gibi “kusurlarıyla” insandır. Zaten kendisi de birçok yerde, Leninizm’in sadık bir öğrencisi olduğunu, bazen hatalar yaptığını, ancak hatalarında hiçbir zaman ısrar etmediğini, yanılmazlık diye bir iddiası olmadığını belirtir. (8) Yine de biz geçmişe şöyle bir dönüp baktığımızda, onun pek az konuda yanılgı ve zaaf gösterdiğini, oysa onun siyasal muhaliflerinin bütün yaşamlarının siyasal yanılgı ve yanlışlıklar zincirlerinden oluştuğunu görüyoruz.
Lenin’le Stalin arasında hiçbir dönem siyasal ve örgütsel yol ayırımı olmamış; oysa Lenin ve Troçki arasında gerçek bir siyasal-teorik birlik hiçbir dönem yaşanmamış, örgütsel birlikler ise ‘grupların birliği” sınırını aşamamıştır. Buna Ekim ve Ekim sonrası dönem de dâhil edilmelidir.
Ve son olarak: Lenin’in ölümüyle partide alevlendirilen tartışma, Stalin’in kabalığı değil (böylesi öznel bir sorun değil), köylülüğü kazanarak sosyalist inşanın sürdürülüp sürdürülemeyeceği tartışmasıydı. Aslında bu tartışma Lenin-Troçki tartışmasının bir mirası olarak yaşanmıştır ve 1905ten beri (Troçki, “Sürekli Devrim” adlı kitabını 1905’te yazmıştır) sürmektedir. En son Lenin’le Troçkiyi karşı karşıya getiren iki farklı bakışın tarihi 1922’dir. 1922 yılında Moskova Sovyet’inin genel toplantısında, NEP’e ilişkin görüşlerini açıklayan Lenin, “NEP Rusya’sından sosyalist Rusya’nın doğacağına inancını belirterek sözlerimi bitirmeme izin veriniz” diyerek konuşmasını tamamlarken, aynı yıl yayınlanan “Barış Programı” başlıklı yazısının “Sonsöz”ünde Troçki, Lenin’in tam tersi bir bakışla şunları yazacaktır:
“Öbür Avrupa ülkelerinde burjuvazi iktidarda kaldıkça, biz, ekonomik tecride karşı mücadelede, kapitalist dünya ile anlaşma olanağım araştırmak zorundayız; bu anlaşma ekonomimizin bazı yaralarını sarmada ve bir kaç adım ilerlemede bize en iyi şekilde yardımcı olabilir, ama bir devletin ulusal sınırlan içinde, tecrit edilmiş olarak sosyalizmin kurulmasına olanak olmadığına.. Rusya’da sosyalist ekonominin gerçekten gelişmesinin, ancak proletaryanın önemli Avrupa ülkelerindeki zaferinden sonra gerçekleşebileceğine açık bir kanıttır”(Troçki, 1917 Yık, cm)
Şimdi düşünelim: Lenin, bu satırların yazarına mı ülkenin ve Parti’nin geleceğini emanet edecektir? Lenin’in, olsa olsa tek vasiyeti olabilirdi yoldaşlarına: Yılmayın, halka, emekçilere, işçi ve köylülere dayanın ve sosyalizmi kurun! İşte Troçki ile Stalin’i karşı karşıya getiren Lenin’in bu ideali, özlemi, deyim yerindeyse “vasiyet” olmuştur.
Ve onun bu ‘vasiyet’ini yerine getiren Stalin önderliğindeki Sovyet Partisi ve halkı oldu.
Troçki’nin partiden atıldıktan sonra ve sürgündeki karşı devrimci faaliyetleri ise ayrı bir yazı konusudur. (9)

DİPNOTLAR

1. NEP döneminde kentlerde türeyen yeni zengin kapitalist sınıf.
2. Kır zengin ve kapitalistler sınıfı.
3. Bu konuda Leninizm’in Sorunları (Stalin) adlı kitap en doyurucu kaynaktır.
4. Zinovyev ve Kamenev, Ekim ayaklanması öncesi Merkez Komitesinin ayaklanma kararını yarı sosyalist, yarı-burjuva gazete Novaya Jizn’de açıklayıp eleştirirler. O dönemde Lenin, bunların partiden derhal atılmalarını ister: Ayaklanmanın ateşi içerisinde bu gerçekleştirilemez.
5. Bu konuda birçok kitaptan parça parça bilgiler edinilebilirce de, özet olarak Lenin’in Sol Yayınlarında yayınlanmış Tasfiyecilik Üzerine adlı kitabını öneririz. Ayrıca Yar Yayınları’nın Ekim 1976 basımlı Leninizm’in Düşmanı Troçkizm adlı derlemesi, Lenin’in Troçki ile ilgili polemikleri, demeçleri, karar ve tutanaklarını içeren yararlı bir kitaptır.
6. Büyük Komplo adlı kitapta bu konuda ayrıntılı bilgi vardır.
7. Bu konuda Lenin’in sendikalarla ilgili birçok kitabından (örneğin “Anarko-Sendikalizm” Sol Yay.) ve son olarak Honca Yayınları’nca yayınlanan “Sendikalar, Bugünkü Durumu ve Troçki’nin Hataları Üzerine’ adlı yapıtından bilgi edinilebilir.
8. Örneğin, Stalin, 1917 Mart’ında bir dereceye kadar yalpaladığını, ancak Lenin’in 1917 Nisan’ında gelişi üzerine bu yalpalamasının son bulduğunu, Ekim Yolunda adlı yapıtının Ekim Devrimi ve Rus Komünistlerinin Taktiği adlı önsözünde belirtir. Yine dış ticaret tekeline ilişkin bir yanlışının Lenin’le görüştükten sonra düzeltildiğini söyler. Bu türden hatalarla Troçkizmin ideolojik çizgisi kıyaslanamaz bile. (Bkz. Stalin, Troçkizm mi, Leninizm mi? sf. 248, 239).
9. Bu konuda Türkçeye kazandırılmış en sağlam belgelere dayalı yapıt Büyük Komplo’dur.

Kasım 1992

‘Sağlık reformu’ ve Sosyal Devlet

Seksenli yıllar boyunca zaman zaman gündeme getirilen, gündeme geldiği günlerde sağlık emekçilerini ve onların içinde bulundukları örgütleri tedirginliğe sokan “sağlıkta reform” tartışmaları yeniden başlatıldı. Eğer, Sağlık Bakanlığı “reform” önerilerine yönelik tepkileri savuşturabilirse, Sağlık çalışanları bu bilmem kaçıncı kez hortlatılan, yeniden ısıtılarak ortaya sürülen tehdidi bu kez atlatamamış olacaklar. Bunun gelip geçen bir dalga olduğunu düşünüp yükselen dalganın yumuşayarak geri çekilmesini derin bir nefes almayı umarak bekleyemeyecekler. “Daha öncekiler de denedi, bundan bir şey çıkmaz, uygulanması zor, bu yüzden yapamazlar” rehavetine düşen sağlık örgütlerinin şimdilik görünür bir tepkide bulunmamalarının, Tabip Odalarının kırılan kolu yen içinde tamir etmeyi uygun görerek, diplomatik girişimlerle sorunu çözmeye çalışmasının bu dalganın geri çekilerek tasarının iptal edileceğini ummakla ilgisi var. Zaten itirazlar, ağırlıklı olarak, Sağlık Bakanlığı tarafından hazırlanan “Ulusal Sağlık Politikası Taslak Dokümanında unutulan ve söz edilmeyen hususlar işaret edilerek “bunlar niye yok” deme noktasından daha uzağa gidemiyor. Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyi’nin yayınladığı değerlendirme raporunda, reform paketine olduğu gibi karşı çıkılsa da, alternatif olarak bir şey sunulamıyor ve yeni dalgaya karşı mevcut durum savunuluyor. Tek tek tabip odalarının durumları ise daha kötü. Sağlık çalışanlarının örgütlendiği sendikalar ortaya çıktıklarından bu yana “Özelleştirmeye Hayır” sloganını atıyor olsalar da, özelleştirmenin takvim belirlenerek daha başka şeylerin yanı sıra dayatıldığı bu günlerde talep, “Grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı” üzerine yapılan vurgu içinde eriyor ve sendikal mücadelede dişle tırnakla söke söke kazanılan mevzileri yitirme tehdidi altında tutan yeni durum yeterince idrak edilemiyor.
Sağlık hizmetlerinin reforma tabi tutulması ile ilgili ilk girişimler bundan on yıl önce, ilk cunta hükümeti Bülent Ulusu hükümeti tarafından gündeme getirilmişti. Sonra, her nedense geri çekilerek beklemeye alındı. Sağlık hizmetlerinden asgari düzeyde bile olsa yararlanma işçiler ve emekçiler açısından her zaman bir ızdıraptı ama önerilen reformun mevcut durumu aratmaması için gereken ön hazırlıklara ihtiyaç vardı. Bülent Ulusu hükümetinin her türlü örgütlü karşı çıkışların tehdit edildiği, muhalefet odaklarının susturulduğu, kendileri için şanslı sayılabilecek bu dönemi değerlendiremeden geçtiğini, hani neredeyse bir aymazlık durumuna girdiğini düşünmek doğru değil. “Reform”un kısaca onlar için de miadı gelmemişti. Kısmi özelleştirmeler ve kamuoyu oluşturma çabalarıyla bu uygun zaman beklendi. İkinci kez, ANAP hükümeti döneminde bir yasa tasarısı hazırlandı. Halil Şıvgın bu tasarıyı tartışmaya açtı. Bu ikinci dalga da gücünü yitirerek geriye çekildi. Şimdi aynı senaryo bir kez daha oynanıyor. Bu kez Koalisyon hükümeti soruna el attı ve on yıllık sancıdan sonra bu sorundan bir an önce kurtulmak istiyor.

REFORM PAKETİNDE NE VAR
Türkiye halkını sağlıkta reform iddiaları altında nelerin beklediği hemen hemen hiç bir basın organının gündemine giremedi. Bu konuda haftalık haber dergisi Gerçek’te yayınlanan bir araştırma dışında günlük ya da haftalık basında herhangi bir bilgiye rastlanmadı. Çoğu kez gazeteler ve renkli boyalı haftalık dergiler, Bakan Yıldırım Aktuna’nın cinsel tercihlerini ve aşklarını daha çok ilgiye değer gördüler ve sayfalarını bunun için açtılar. Popülize edilmiş bakan profilinde hastanelerde parası olmadığı için rehin tutulan, ya da aynı nedenle tedavi göremeyen insanların, bir reçete yazdırabilmek için SSK koridorlarında sabahın köründe sıraya giren, yine de SSK’nın içinde bulunduğu herkesçe malum durumdan dolayı ilacını alamayan hastaların acıları utanmazca eritildi. Patlama noktasına gelen öfkeler ise, onmaz bir hastalığa tutulan ve yurt dışında tedavi görebilmesi gereken çocuklar için gazetelerde açılan bağış kampanyalarıyla yatıştırılmaya çalışıldı. Sağlık, kişisel bir sorun gibi ve çözümünde de herkesin kendi başının çaresine bakması gereken özel bir durum olarak görülsün isteniyordu, bu problemin kamusal yanı kişilerin gönüllülüklerine bağlı olarak katıldıkları kampanyalara sıkıştırılıyor, sağlık hizmetlerinden yararlanma konusunda kişinin yalnız kalmasının doğal, tersinin ise, rastlantısal olduğu izlenimine katkıda bulunuluyordu.
“Reform’cular tarafından bütün bu mevcut durumdaki rahatsızlıklar baz olarak alındı. Buraya kadar, yani mevcut durumun eleştirisinde herkes hemfikirdi. Genel Sağlık Sigortası ve Aile Hekimliği gibi kulağa hoş gelen kavramlarla da önerilen durum için destek alınabileceği umulmaktaydı. Oysa önerilen yeni durum, sağlık alanındaki problemleri derinleştirmekte ve bugünkü durumdan daha geri bir noktaya savurmaktadır.
“Ulusal sağlık politikası” adıyla lanse edilen bakan imzalı çalışmada -ki bu dokümanın altında görünmeyen imzalardan, dokümanın asıl sahiplerinden daha sonra söz edeceğiz- sağlık alanındaki düzenlemelerin, üç sacayağı üzerinde durduğu görülüyor. İlk ikisi, az önce sözü edildiği gibi Genel Sağlık Sigortası ve Aile hekimliği üçüncüsü ise Özelleştirmedir. Bunların her biri diğer ikisinin varlığını şart koşuyor. Tek başına aile hekimliği, eğer özelleştirme ve genel sağlık sigortası düzenlemeleriyle desteklenmemişse hiç bir işlerliğe sahip değildir.
Genel Sağlık Sigortası şimdiye dek sağlık harcamaları için bütçeden yüzde üçten fazla pay ayırmamış devleti, bu kamburdan da kurtarmayı hedefleyen bir finansman sistemidir. Öyle görülmesi istendiği gibi; kişilere genel bir sağlık sigortası kapsamında parasız ve her istenildiği zamanda sağlık hizmeti verilmesiyle bir ilgisi yoktur. Finans kaynağı olarak yine her zamanki gibi işçi, memur ve diğer çalışanların ücret ve maaşlarından yapılacak ek kesintiler görülmekte ve bu prim adı altında toplanacak yeni vergileri ödeyemeyecek durumda olan işsizler ve teknik bakımdan prim toplamanın güç olduğu yoksul köylüler için de yine bir havuzda toplanan sağlık primlerinden yararlanılacağı söylenmektedir. Durum bu olduğu halde; devlet artık sağlık harcamaları için bütçeden herhangi bir fon ayırma zahmetinden muaf tutulduğu, havuza prim aktarmış emekçiler kendi primleriyle diğer yoksul kesimin de sağlığının teminatı olarak görüldüğü halde, bu kesimin sağlık harcamalarının devlet tarafından finanse edilmiş olacağı propaganda ediliyor.
Hastaların her birini asgari birer yıl süreyle başka hiç bir hekime başvuru hakkına sahip olmadan bir hekime bağlayan, dolayısıyla insanın bedensel sağlığını bir kişinin iradesine bağımlı kılan aile hekimliği uygulaması ise finansmanın bu biçimde sağlandığı sağlık hizmetlerinin tamamlayıcı unsuru. Bu konuda da birçok hekim, hastayla arasında para sohbetinin geçmeyeceği güvencesiyle kandırılıyor. Gerçekten de, doktorları -Tabi bazılarını- hekimlik etiği bakımından sağlığın alınır satılır bir meta olarak işlem görmesi zor duruma sokuyor, bu yüzden aile hekimliğinin kendilerini ahlaki bakımdan temizleyeceğine inananların sayısı hiç de az değil. Söz konusu olan hekimlik etiği için aile hekimliğinin ahlaki deformasyonlara daha fazla açık bir alan olduğunu görmekte şimdilik zorlanılıyor. Aile hekimliği kurumu, sağlık hizmetlerinin içinde az da olsa rastlanan bazı ahlaki normları bu alanın tamamen piyasa kurallarına açılmasıyla tehdit ediyor. Her bir hekim bugün sağlık ocaklarının görmekle yükümlü olduğu temel sağlık hizmetlerinden ve bir takım koruyucu sağlık hizmetlerinden ve ana sağlığı hizmetlerinden tek başına sorumlu tutulacak. Bu sorumluluğu yerine getirirken de, kendi adına açtığı aile hekimliği muayenehanesinde bakanlığın öngördüğü asgari düzeyde, fiyatları yüz milyonları bulan cihazlara sahip olmak zorunda bırakılacak. Yanında çalışan yardımcı sağlık personelinin maaşlarını kendi ödeyecek, içine girdiği bu maddi yükün altından kalkabilmek için hekimlik etiğini piyasada her gün bir kez daha satacak. Genel sağlık sigortasından biraz daha para alabilmek için hastasından gereksiz laboratuar tetkikleri isteyecek, gereksiz müdahalelerde bulunacak, daha çok reçete yazacak. Burada hakkını teslim etmek gerekiyor ki; Ulusal Sağlık Politikası, hastaları bu duruma karşı koruyucu bir mekanizma öneriyor, aile hekimine yılda üç kez başvurulabilecek. Dördüncü kez hastalanmışsanız, kronik bir rahatsızlığınız varsa şansınıza küsmeniz gerekiyor.
Hekimlik etiği bir kez daha vuruluyor: Taslak dokümanda “iyi hekim” diye bir kavram kullanılıyor. Her üç bin kişinin bağlandığı aile hekimini hastalar bir yıl sonra isterlerse değiştirebilirler. Hastaların değiştirme ölçüsü bir metanın aynı türden diğerine tercihindeki ölçütler, piyasa kurallarına göre neyse o olacağı için, hekimleri de piyasanın kuralları içinde rekabet ve reklâmcılık bekliyor. Mesleki dayanışma duygusundan yoksunlaştırılmış ve atomize edilmiş binlerce doktor muayenehane açmak için girdiği onca kredi borcunu öderken hasta kaybetmemek amacıyla şekilden şekle girecek, meslektaşının kuyusunu kazacak, hastasına yalan söyleyecek. Aile hekimliği muayenehanesinde çağdaş teknolojinin düzeyine uygun tıbbi cihazları bulundurduğu ölçüde “iyi hekim” sayılacak. Çünkü iyi hekimin piyasa karşılığı bu. Bu nedenle On bin kişi için bir tek ultrason yeterliyse şimdi her muayenehaneye bir tane satmak için medikal tekeller harekete geçmiş durumda. Hekimler arasında şu anda varolan statü farklılığını ve sınıfsal ayrımları derinleştirecek olan, bunu yaparken de birçok sağlık emekçisini işsiz bırakacak olan bu uygulamanın mihnetini elbette emekçiler yaşayacak: sağlık hizmetlerinin maliyeti arttıkça ya primlerin miktarı arttırılacak ya da ek bir ücret ödeyecekler.
Genel Sağlık Sigortası’nın bir finansman kuruluşu olarak sağlık hizmetlerini vermesi zaten düşünülmüyor, sistem bu hizmetleri prim sahibi adına, özel sağlık kuruluşlarından satın almayı öngörüyor. Bu konuda da bir kısıtlama var tabi ki. Hangi sağlık hizmetlerinin satın alınacağı dokümanda açıkça belirtiliyor. Aile hekimleri birinci basamak sağlık hizmetlerinin ancak bir kısmını görebilecekler. İkinci basamak sağlık hizmetleri için yine, özelleştirilmiş daha büyük kuruluşlar, yani hastaneler devreye girerken aile hekimleri bu durumlarda sevk merkezleri olarak çalışacaklar. Koruyucu sağlık hizmetleri özel muayenehanelere bırakılıyor ama bu para getirmeyen işlere hekimlerin pek de gönüllü olmayacaktan “reform”un mantığından çıkıyor. Hastalar birinci basamak sağlık hizmetleri kapsamında görülmeyen bazı rahatsızlıklar için doğrudan bir para ödemesinde bulunacaklar, “maliyete katkıda bulunmaları” gerekli görülüyor çünkü.
Ulusal Sağlık Politikasının üçüncü ayağı olan özelleştirme ise yukarıdaki tabloyu tamamlıyor. Sacayağının diğer iki ayağının tersine özelleştirme, yeni bir olgu değil. Hastaneler en alt düzeydeki hizmetlerinden başlamak üzere zaten özelleştirilmeye başlanmıştı. Temizlik hizmetleri, hastalara verilecek diyet yiyecekler özel şirketlere ihale edildi. Birçok hastanede bakanlığın bütçesinden sadece üst düzey sağlık personelinin maaşları ödeniyor. Döner sermaye sistemiyle de buradan gelen gelirin önemli bir bölümü hastane bürokratları tarafından paylaşıldıktan sonra kalan kısımla hastane giderlerinin bir kısmı görülebiliyor. Mevcut resmi hastanelerin yanı sıra giderek artan oranda açılan özel hastaneler ve birinci basamak sağlık hizmeti veren ve az da olsa daha komplike tedavileri de yapabilen özel poliklinikler, son on yılın fenomeni olarak, özelleştirmenin önemli bir bölümünün tamamlandığını gösteriyor. Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyi’nin hazırladığı raporda sağlık hizmetleri için kullanılan kaynakların yüzde 34’ünün devlet kökenli olduğu, yüzde 17’sinin sigorta kuruluşlarından geldiği ve yüzde 49’unun da kişisel harcamalardan oluştuğu belirtiliyor. Harcamaların yüzde 60’ı ise özel işletmelerin kasasında toplanıyor ve kamu yönetimindeki sağlık kurumları finansmanını giderek daha fazla kişisel harcamalardan ve sigorta fonlarından sağlıyor. 1980’den bu yana tüm sağlık harcamaları içinde devlete ait harcamalar yüzde 66’dan 51’e düşmüş ve yine aynı dönemde özel harcamalarda yüzde 65 oranında artma olmuştur. Bu rakamlar da gösteriyor ki, sağlık hizmetleri giderek daha çok devletin elini çektiği bir alan haline geliyor ve özelleştirme konusunda epey yol kat edilmiş bulunuluyor. Son on iki yılda giderek artan özel sağlık harcamalarının tümü muayenehaneleri de kapsayan özel sektöre akmıştır. Üstelik kamu hastaneleri ve SSK da özel sağlık kuruluşlarına kaynak aktarır hale gelmiştir. Sağlık alanında özelleştirme konusunda verilen takvime göre bu işlem 1992’de başlatılıp 95’te tamamlanacak.

SOSYAL DEVLET NEREYE
Türkiye’de ilk sosyal güvenlik kurumu 1946’da kuruldu. O zaman henüz sosyal güvenlik kapsamına çalışanların sadece hastalık sigortaları almıyordu. Daha sonraki yıllarda kapsam genişletildi, eş ve çocuklar, daha sonra da anne babalar bu kapsama alındı. SSK’nın kurulması da bu zincirin bir halkasıdır. 196l’de 224 sayılı yasayla yaygın sağlık ocaklarının kurulması öngörülür ve bu kurumlarda ücretsiz birinci basamak sağlık hizmetlerinin verilmesi teminatı verilir.
Türkiye’de 1946’da başlayan sağlık sigortacılığı Avrupa’da ve Amerika’da ikinci savaş ertesinde uygulanmaya başlayan sosyal devlet anlayışının yansımasıdır. Türkiye burjuvazisinin sosyal devletçiliği, emperyalistlerin ona biçtiği diğer her türlü rolde olduğu gibi “Bon pour L’Orient”tir. Yani Sosyal Devlet Türkiye’de, Avrupa’da olduğu gibi bütün kurumlarıyla uygulanmaz, güdük kalır.
İkinci emperyalist savaştan utkuyla çıkan Sovyetler Birliği, Nazi ordularını Berlin’e dek kovalayıp geçtiği her yerde Faşist Hitler çizmelerinin ezdiği topraklarda yaşayan halkların sempatisiyle karşılanmıştı. Bu sempatide kuşkusuz faşizmin açık işgaline ve işgal tehditlerine karşı bu ülkelerde mücadele eden en önemli, çoğu kez tek güç olan komünistlerin payı vardır. İkinci savaş sonrasında birbiri ardından kurulan halk demokrasileri, sosyalizmi Sovyet ülkesinin en ileri emperyalist ülkeye yetişmiş ekonomik düzeyi ile birlikte, yüzölçümü büyümüş bir yeryüzü ülkesi haline getirmişti. Savaş sırasında ülkelerini Nazilere teslim eden burjuvazinin ipliği halkların gözünde, anti-faşist ve yurtsever mücadele veren yerel partizanların mücadelesiyle pazara çıkmıştı. Avrupa’da bir çok ülkenin geçmişinde burjuvazinin ve halkın belleğinden silinmemiş devrimci başkaldırılar vardı. Savaş bittiğinde bütün ezilen ve sömürülen sınıfların yüzü, kendi kollarıyla bir dünya kurmuş ve orada egemen sınıf olarak örgütlenmiş Sovyet proletaryasının ülkesine dönmüştü. Avrupa, yaralarını Hitler faşizminin yenilgiye uğratılmasında son andaki katkılarını olağanüstü büyütüp zaferden pay almaya soyunan ABD’nin yeni döneme uygun Keynes’çi refah toplumu ideolojisiyle sarmaya başladı. Sovyetlerde uygulanan beş yıllık planları kendi anarşik ve istikrarsız kapitalist ekonomilerini ıslah etmek amacıyla ihraç ettiler. Bir takım halkçı çözümleri aktarıp kendi sistemlerini -yaşanabilir hale getirmeye çalıştılar. Kapitalizmin yeni sosyo-konjonktürel koşullarda kendini yeniden üretebilmesinin olanaklarını sosyal devlet- hukuk devleti organizasyonuyla hazırladılar. Eğitim ve sağlık hizmetleri başta olmak üzere birçok sosyal hizmet ücretsiz hale getirildi. İşsizlik sigortası uygulaması başlatıldı. Böylece kapitalizmin olmazsa olmaz bir unsuru olan issizlik toplumsal bir patlamanın etkeni olmaktan çıkarılmaya çalışıldı. Tabi bunda savaş sırasında milyonlarca insanın ölmesiyle ortaya çıkan işgücü açığının da payı vardı. Refah toplumu ideolojisi herkesin her an sınıf atlayabileceği tezlerini Norma Jean’in (Sonradan Marlyn Monroe) ve Grace Kelly’nin yaşam öyküleriyle popülize etti. Sokaktan ve “çöplükten” gelip herkes ABD başkanı, Hollywood yıldızı, hatta bir prenses olabilirdi. Sınıfsal farklılıklar bu şekilde rasyonalize edildi, mazur gösterildi.
Sovyet ülkesi ve periferindeki halk demokrasisi ülkeleri doğudan, emperyalist ülkeleri halkların gönlünü çelerek tehdit edip dururken, kapitalist üretim ilişkilerinin kendini yeniden üretebilmesi için burjuvazinin birtakım fedakârlıklarda bulunması kaçınılmazdı. Sosyal hizmetler çalışanlara ücretin bir kısmı olarak geri döndü. İnsan faktörüne çok önem verildiğinin propagandası yapıldı. Medya aracılığıyla bütün dünyaya sınıflı toplumların öteki yüzü olan sefalet içinde yüzen insanların görüntüleri değil, banliyölerde yaşayan küçük burjuva Amerikan tipi ailelerin görüntüleri yayıldı, kapitalizmin kendini yeni koşullara göre uyarlaması demek olan Avrupa demokrasisi sosyalizmin alternatifi olarak öne çıkarıldı. Kapitalizm yaşanabilir tek sistem olarak lanse edildi. Sosyal devletçilik iktidarda sosyal demokrat partilerin olup olmadığına bakılmaksızın bir dönem bütün Avrupa ülkelerinde burjuvazinin bir sınıf olarak tercihi oldu. Bizim gibi ülkelerin az gelişmiş aydınları da her türlü sorunda Türk burjuvazisinin kulağını, sosyal devletin gereklerini ve hukuk devletinin prensiplerini hatırlatarak çekti.
Emperyalist burjuvazi, kurduğu bu sosyal devlet nizamının kendisi için pahalıya mal olduğunu fark ediyor. Devrim ve sosyalizm tehdidine karşı, her ülkenin kendi burjuvazisinin kendi halkına karşı verdiği bu ödün, kambur olarak görülmeye başlandı. Halklar, hem kendi mücadelelerinin bir ürünü, hem de sosyalizmin uluslararası kazanımlarının bir yansıması olarak kazanılmış olan mevzilerini birer birer yitiriyorlar. 70’li yıllardan bu yana geriye doğru atılan küçük küçük adımlar artık devasa adımlara dönüştü. Daha bir kaç gün önce Hürriyet gazetesi “İsveç’te refah toplumunun ölümü” başlıklı bir yazı yayınlayarak, sosyal demokrasinin kalesi bu ülkede alınan yeni önlemleri anlattı.
80’li yıllar Sovyetler Birliği ve diğer revizyonist ülkelerin, kapitalist pazara eklemlendiklerini açık açık ifade ettikleri yıllar oldu. Bu süreçte, kapitalizmin yaşanabilir tek dünya olduğuna dair propagandalardan etkilenmiş bir yığın insan revizyonist ihanetin kendi ülkelerinde açtığı tahribatı kişisel olarak, kendi hayatlarında onarabilmek amacıyla “sosyalizme lanet olsun” diyerek karşı tarafa geçtiler. Kapitalizmin sosyal devlet anlayışının ancak sosyalizmin varlığında mümkün olduğunu “evcil” bir kapitalizmin ve batı demokrasisi denen şeyin ancak sosyalizmle söz konusu olacağını fark etmediler. Onlar İtalyan gemileriyle “özgürlüğe” koştuklarını sanırken, emperyalistler boğazlarında tuttukları son nefesi salıverdiler. Artık rahattılar. “Sosyalizm ölmüştü”. Son on yıla damgasını vuran Teatcherizm’le Sosyal devletin ölümü Teatcher’in ifadesiyle şöyle açıklanmıştı: “Devlet insanların kazandıklarından daha fazla para kaynağına sahip değildir. Başarı daha fazla müsrif harcama programları yaratılarak elde edilemeyecektir. Hizmet parasız değildir. Onun için bir şeyler ödemelisiniz.” Bundan sonra İngiltere’de, sağlık sigortası NHS’ye verilen destek azaltıldı. Meksika, İsveç, Danimarka, Finlandiya ve Hollanda’da sigorta kapsamına giren ilaç ve yatak ücretlerinin ödenmesinde kısıtlamaya gidildi. Cerrahi uygulamaların bazıları kapsamdan çıkartıldı.
Sosyal devletin 1946’da başlayan serüveni sona erdi. Türkiye için de ulusal sağlık politikasına giden yol Dünya Bankası’nın 1987 tarihli “Gelişmekte Olan Ülkelerde Özel Sektör Aracılığıyla Sağlık Hizmetlerinin Güçlendirilmesi” adlı raporu ve ILO’nun “Gelişmekte Olan Ülkelerde Sağlık Sigortası” başlığıyla aynı yılda yayınlanan raporuyla açıldı. Taslak dokümanın altındaki gerçek imzalar işte bunlardır. Sosyal Devlet anlayışından bütün dünyada vazgeçilirken uluslararası finans çevreleri Türkiye’ ye de bu adımların hızla atılmasını dayatıyorlar. Türkiye zaten şimdiye dek Avrupa’ya özenerek Meşrutiyetten beri süregelen batı hayranlığıyla yetinmişti. Sosyal Devlet, sosyal demokrasinin ağzında gevelediği bir terane olmaktan öteye geçemedi, uygulanması da “doğu için muteber” düzeyde oldu. Geçmişi ihtilalsiz olan bir ülke için bu çok doğaldı. Emperyalist kapitalist sisteme eklemlenmenin bir sonucu olarak uygulanmak zorunda kalınan ücretsiz eğitim ve sağlık sigortacılığı hizmetleri, yine aynı sistemin reorganizasyonunun gereklerine uygun olarak geri çekiliyor. Kapitalizmin bunalımının ulaştığı düzeyde sosyal devlet gibi vitrinlerin işlevi çoktan bitti.
Eski solcu liberal aydınların ve özellikle belirtmek gerekiyor ki, Çetin Altan ve mahdumlarının bir kaç ay önce heyecanla başlattıkları İkinci Cumhuriyet tartışmalarının bu yeni durum için kamuoyu oluşturulmasında büyük yararı olmuştur. İkinci Cumhuriyet, Türkiye için bir yeni demokrasi olarak öne sürüldü. Maastricht Anlaşmasıyla Avrupa’da gündeme gelen birleşme ve “ulusal devletlerin sona erme dönemi”nin ihtiyaçları Türkiye açısından yorumlanarak, devletin kendini yeni duruma uygun olarak yeniden düzenlemesi gerektiği vurgulandı. Bu yeni düzenlemeye göre devlet, bürokratik hantallıktan kurtulmalı, ekonomiye müdahale etmekten vazgeçmeli, piyasanın piyasa kurallarına göre işlemesi sağlanmalıydı. Devlet tarım ürünleri için destekleme alımlarından vazgeçmeli, yılda sadece otuz beş gün çalışıp diğer günler yan gelip yatan köylü, şansını rekabette aramalı, memur sayısında azaltmaya gidilmeli “iktisat ilminin” gereklilikleri gözetilerek devlet bütçesinden yapılan sosyal harcamalar kısıtlanmalıydı. Yani kısacası, devlet devletliğini bilmeliydi. İkinci Cumhuriyet tanışmalarının diğer unsurları konu dışında olduğu için bir yana bırakılırsa, sonuçta devlet için biçilen rol, onun asıl karakterine uygun olarak sosyal görünümlerinden sıyrılmış çıplak terör aygıtı olarak görünmeye başlamasıydı.
Kürdistan’da sürdürülen iç savaş, devletin finansman kaynağı olarak bütün ilgisini Kürt Ulusal mücadelesinin bastırılmasına yöneltmesini gerektiriyordu. Bu nedenle Türkiye burjuvazisi, kendi özel sorunlarından dolayı da sosyal devletçilikten vazgeçmeye mecburdu. Eğitim ve Sağlık hizmetleri için ayrılacak fonun orduya aktarılarak iç savaşta daha donanımlı olmasının koşullarının böyle hazırlanması umuluyor. Tansu Çiller’in ekim ayı başında enflasyonun nedenlerine ilişkin yaptığı açıklamada sosyal güvenlik hizmetlerinin ve Kürdistan’daki savaşa kaynak aktarılmak zorunda kalınmasının payı vurgulanıyordu.
İkinci cumhuriyetçilerin Birinci cumhuriyetin ilkelerine karşı çıkarak yapmak istedikleri reorganizasyon; Lozansız, Misak-ı Milli’siz yeni bir düzen kurmak, faşist diktatörlüğün onca önleme ve yasal düzenlemeye rağmen burjuvaziye yetmeyen zorbalığı, üzerindeki son tüllerinden de arındırılmış sopayla güçlendirmektir. Bu yüzden burjuvazi için sosyal devlet, hukuk devleti gibi zaten çağı geçmiş evcilliklere bu dönemde hem gerek, hem de yer yoktur. Yine bu yüzden; Yeni Dünya Düzeni’nde Türkiye’nin yeni dönemi, işçi ve emekçiler için sosyalizm değilse barbarlıktır.

Kasım 1992

Komünizmin İlkeleri

Bilimsel Sosyalizmin kurucularında Friedrich Engels’in Komünizmin İlkeleri adını taşıyan Ekim 1847 tarihli eseri, bilimsel sosyalist yazının ilk önemli belgelerinden biridir. Türkçeleştirilmiş metinde 24 sayfa tutan bu belge, soru-cevap tarzında kaleme alınmıştır ve 25 soruya verilen cevaptan oluşmaktadır. Oldukça küçük hacimli bu belgeyi, yazılışının üzerinden 150 yıla yakın bir zaman geçmiş olmasına karşın, komünist literatürün başköşesinde koruyan birçok özellik sıralanabilir. Fakat belgenin en önemli özelliği, onun, komünizmle tanışan işçi hareketinin bir program etrafında örgütlendirilmesi çabasının doğrudan ürünü olmasıdır.
Komünizmin İlkeleri, Marx ve Engels’in de içinde bulunduğu Komünist Birliğin program taslağı olarak kaleme alınmış, bu belge komünizmin uluslararası programı Komünist Manifesto’nun yazılmasına da temel olmuştur.
Komünizmin İlkeleri, işçi hareketinin bütün Avrupa’yı sararak serpilip geliştiği, sosyalizm adına burjuva düşünce sisteminin sınırlarını aşmayan düşüncelerin savunulduğu koşullarda kaleme alındı, sosyalizmin bütün burjuva türlerinden farklı olarak, tasarlanan toplum projesinin maddi gücüne özellikle vurgu yaptı.
Bu belgenin içine doğduğu tarihsel koşullan anlayabilmek için, yazılışına ön-gelen tarihsel sürecin kısa bir özeti yararlı olacaktır.
1789 Fransız Devrimi, burjuva demokratik fikirlerin yayılmasına devrim öncesiyle kıyaslanamayacak bir hızla itici gücü oldu. Avrupa, bir kaç on yıl boyunca devrimci fikir akımlarıyla, demokratik mücadelelerle çalkalandı durdu. Ta ki 1815’te Napolyon kuvvetlerinin yenilgisi üzerinde toplanan Viyana Kongresine kadar. Tarihe “Restorasyon Dönemi” olarak geçen, monarşinin galibiyetini kesin olarak ilan ettiği bir dönem başladı. “Kutsal İttifakın her türlü demokratik kıpırdanmayı şiddetle boğduğu bu dönem uzun süremezdi. Çünkü yalnızca toplumsal hayatta değil, ondan daha çok ekonomik hayatta da kapitalizm, sanayi devriminin kazandırdığı itkiyle büyük bir hızla gelişmekte, egemen üretim biçimi olmaktaydı. Burjuva gövde üzerine giydirilen bu feodal soylu elbise, her bir tarafından patlamaya mahkûmdu.
Nitekim 1830 ve onu izleyen yıllarda, Avrupa’nın birçok merkezinde demokratik ayaklanmalar baş gösteriyor, burjuvazi ile birlikte feodal soyluluğa ve ayrıcalıklara karşı savaşan işçi sınıfı, bu demokratik mücadelede, sık sık burjuvazinin ihanetiyle karşılaşıyor, kendisi için de bir şeyler istemekten kendisine ait bir toplum kurma sezgisi kazanıyordu.
1847ye gelindiğinde, Avrupa’nın belli başlı bütün ülkelerinde bir devrimin bütün önbelirtileri mevcuttu. Engels, yaklaşan fırtınayı tahlil ediyor ve 1847 yılının özelliklerini şöyle anlatıyor:
“1847 yılı, uzun bir zamandan beri, kesinlikle, en hareketli olanıydı. Prusya’da bir anayasa ve bir birleşik Diyet, İtalya’da siyasal yaşamda beklenmedik bir hızlı uyanış ve Avusturya’ya karşı genel bir silahlanma çağrısı, İsviçre’de bir iç savaş, İngiltere’de kesinlikle radikal bir eğilime sahip yeni bir parlamento, Fransa’da skandallar ve reform ziyafetleri, Amerika’da Meksika’nın Birleşik Devletler tarafından istilası -bu, son yıllarda görmediğimiz artarda gelen değişiklikler ve hareketler dizisidir.”
Bütün bu gelişkinliğe, devrim koşullarındaki olgunlaşmaya proletaryanın bilinç ve örgütlenme düzeyi eşlik etmiyordu. Proletarya hareketi cılızdı ve daha da önemlisi, var olduğu kadarıyla hepsi de son tahlilde burjuva olan çeşitli sosyalizm türlerinin etkisi altındaydı. Marx ve Engels, inşa ettikleri bilimsel teoriyi, proletaryanın şahsında maddi gücüne kavuşturmak için bütün enerjileriyle çalışıyorlardı, işte Komünizmin İlkeleri, yüzü komünizme dönük en önemli işçi örgütlerinin başında gelen Adalet Birliği’nin kongresinde elde edilen başarının bir sonucu olarak Birliğin program taslağı olarak kaleme alındı.
O tarihe kadar, Marx ve Engels, kendi teorilerini, sosyalizmin burjuva türlerine karşı mücadele içinde inşa etmişler, teorilerinin bilimselliğini yazdıkları eserlerle kanıtlamışlardı. Ama buradan, gerçeğin işçi hareketine kavratılmasına, işçi hareketi üzerindeki Weitling, Fourier, Proudhon, Babeuf havasının dağıtılmasına epeyce yol vardı.
Bu amaçla, Marx ve Engels, bir yandan bilimsel çalışmalarını aralıksız sürdürür, kitap ve dergi makaleleri yayımlarken, bir yandan da çeşitli işçi örgütleriyle ilişkiye geçtiler ve, Bürük-sel’deki İrtibat Komitesi’nde olduğu gibi, bizzat örgütler kurmaya giriştiler. Merkezi Paris’te bulunan ve çoğunlukla Alman işçilerinden oluşan Adalet Birliği, Marx ve Engels’in ilişkide oldukları bir örgüttü. İlişkide olmalarına rağmen, Marx ve Engels, bu örgütün burjuva sosyalizmin değişik renklerdeki akımlarının fazlasıyla etkisi altında bulunmaları yüzünden, örgüte üye olmamışlar, o sırada Brüksel’de yaşayan Marx’ın çevresinde uluslararası nitelikte ama küçük bir örgüt olan Komünist İrtibat Komitesi’ni kurmuşlardı. Fakat Adalet Birliği, onların fikirlerini serbestçe ifade etme hakkı tanıyınca, 1847 başında birliğe girdiler. Bu, aynı zamanda, Birliğin Marx ve Engels’in fikirlerine belirli bir derecede yakınlığının da ifadesiydi. Birliğin Marx’ın bulunamadığı Haziran 1847’de toplanan kongresi, Birliğinin adının amacına uygun olarak Komünistler Birliği olarak değiştirilmesine karar vermesinin yanında, Engels’i birliğin program taslağını hazırlamakla görevlendirdi. Bu, Marx ve Engels’in zaferiydi ama yine de kongrede uzun tartışmalar olmuş, bütün noktalarda anlaşma sağlanamamıştı. Bu bakımdan Engels’in kaleme aldığı, bir çok yönüyle Komünizmin İlkeleri’nin aynısı olan Taslak, bazı muğlâk ifadelere de sahiptir. Fakat bu, uzun sürmedi. Sadece bir kaç ay sonra, Engels, Birlikten aldığı yetkiyle Kasım’daki kongre’ye sunulmak üzere program taslağını kaleme alma yetkisi aldı ve Komünizmin İlkeleri olarak bilinen belgeyi yazdı.
Engels Marx’a yazdığı mektupta, soru-cevap şeklindeki biçimin bir program için çok elverişli olmadığını belirtir. Marx, Engels’in önerilerinin de ışığında ve Komünizmin İlkeleri’nden yararlanarak bütünlüklü bir komünist program olan Komünist Manifesto’yu yazar. Tarih, Şubat 1848’in başlandır. Devrime, Avrupa’yı sarsacak olan o 1848 fırtınasına sadece günler vardır. Böylece, Komünizmin İlkeleri’nden geçerek, Manifesto, Marx ve Engels’in ellerinde Avrupa Devrimi’nin içine doğar.
Bu tarihsel şartlar içinde değerlendirdiğimizde, ancak, Komünizmin İlkeleri’nin gerçek değerini anlayabiliriz.
Komünizmin İlkeleri, birinci soruya verdiği yanıtta, komünizmi, “proletaryanın kurtuluş koşullarının öğretisi” olarak tanımlayarak başlar.
Devam eden 9 soruda, Engels, komünizmin maddi gücü olarak proletaryanın tanımını, doğuşunu ve gelişmesini, onu köleci ve feodal toplumların emekçi sınıflarından ayıran özelliklerini ve kapitalist toplumdaki diğer sınıf ve tabakalardan farklarını ele alır. Bir program içinde, proletaryanın tanımının böyle ağırlıklı bir yer tutması, ilk başta gereksiz görünebilir. Ama o günkü koşullarda, Marksizm’i diğer akımlardan ayıran en temel noktalardan biri bu sorun üzerineydi. Bütün ütopikler ve onların, gelişmiş kapitalizm koşullarında tamamen gerici olan ardılları, sosyalizmi istiyor, işçilerin daha rahat yaşayacağı bir toplum projesi tasarlıyorlardı fakat bunun biricik maddi gücünün proletaryanın kendi eylemi olduğunu ve bu durumun kapitalist üretim sisteminin ortaya çıkardığı bir zorunluluk olduğunu kavrayamıyorlar, projelerini diğer sınıflara yaptıkları duygusal çağrılarla gerçekleştirmeye çalışıyorlardı. Çeşitli türden revizyonist akımın Proletarya ile diğer sınıflar arasındaki sının belirsizleştirmeye, diğer çalışanları da proletaryaya dahil ederek, aynı anlama gelmek üzere proletaryanın ortadan kalktığını iddia ettikleri günümüzde Engels’in açıklamaları dikkatle okunmalıdır.
11, 12 ve 13. sorular, kapitalist gelişme içinde sanayi devriminin rolünü, onun proletaryayı besleyerek güçlendiren özelliğini ve doğurduğu sonuçlan ele alır ve gelişmesi içinde, kapitalizmin kaçınamayacağı bunalımların onun ölüm saatini yaklaştırdığını ortaya koyar.
Devam eden sorularda, kapitalizmin çelişkilerinin kaynağına işaret ederek, kapitalizmin her geçen gün artan oranda toplumsallaştırdığı üretime karşılık, mülk edinmenin özel niteliğinin korunduğunu, bunun da kapitalizmin kendi yıkımına yol açacak temel çelişkisi olduğunu ortaya koyar. Bilimsel sosyalizmin, diğer bütün kurgusal sosyalizm projelerinden farkını ortaya koyan Engels, sosyalizmi getirecek devrimin (o sıralar pek revaçta olan Blanqui ve Bakunin’in fikirlerinin aksine) komploya ya da bir takım önderlerin iradelerine bağlı olamayacağını, “belirli partilerin ve koskoca sınıfların irade ve önderliklerinden bağımsız koşulların zorunlu sonuçları” olduğunu özellikle belirtir. Fakat Engels, karşı devrimin şiddeti karşısında proletaryanın sosyalizmi gerçekleştirmek için ortaya koyduğu her türlü eylemi “komplo” olarak görmekten de, Blanquiciliğe olduğu kadar uzaktır.
19. soruya yanıtta, devrimin tek bir ülkenin ulusal sınırlarına hapsolmayacağını, en azından uygar ülkelerin çoğunda eşzamanlı bir seyir izleyeceğini öne sürer. Bu, büyük sanayinin “bütün uygar ülkelerde toplumsal gelişmeyi öylesine eşitle”diği koşullarda doğruydu. Ama kapitalizmin, elbette o zaman da bağrında taşıdığı, fakat emperyalizmle birlikte bütün karakteristikleriyle belirginleşen eşitsiz gelişimin bir kaç ya da sadece (Rusya’da olduğu gibi) bir tek ülkede devrimi olanaklı kıldığı koşullarda geçerli olmaktan çıkmıştır.
20. sorunun cevabında ise özel mülkiyetin kaldırılmasının sonucunun, sınıfsız komünist toplum olduğu vurgulanır. 24 ve 25. sorularda, o sıralarda Avrupa’da hayli yaygın olan (Marx ve Engels, kendi sistemlerin bunlardan ayırmak için komünist adını tercih etmişlerdi) sosyalist akımlarla komünistler arasındaki farklara ve o gün kurulu bulunan çeşitli partiler karşısında komünistlerin tutumunun ne olması gerektiğine değinir.
Komünizmin tikeleri ve ardından Manifesto, bilimsel sosyalist öğretiyi işçi hareketinin tartışılmaz yol göstericisi haline getirmenin yolunu açtı; artık eşitlikçi, sömürücü sınıflan yüce adaletin ve vicdanın kollarına çağıran sosyalizm sayfası kapanmak zorundadır. Felsefe o güne kadar yorum aracı iken, dünyayı değiştirmenin aracı olmuştur ve maddi silahını proletaryanın devrimci eyleminde bulmuştur. İşte Marx ve Engels, Komünizmin İlkeleri ve ardından tamamen Komünizmin İlkeleri’ndeki konuları ele alan Manifesto ile bunu ilan etmişler, 150 yıldır dünya işçilerinin elinde bir savaş çağrısı rolü oynayan şian eserlerinin sonuna almışlardır:
BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ BİRLESİNİZ!
1848 Devrimi’nin yenilgisiyle geçici bir ilgisizlik döneminin ardından Manifesto, Avrupa’nın hemen bütün dillerinde sayısızca baskı yapar ve Marksizm, sosyalizmin bütün öteki gerici türlerini işçi hareketinin dışına sürerek, işçi hareketi içinde kesin bir galibiyet kazanır. Fakat son derece tarihsel bir anlamı olan, içerdiği konularla ve Manifesto’ya temel oluşuyla çok önemli bir belge olan Komünizmin İlkeleri, ancak ölümünden sonra Engels’in belgeleri arasında bulunmuş ve ilk olarak 1914 yılında yayınlanmıştır.
(Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri adlı derleme içinde, Sol yayınları, Çeviren Muzaffer Erdost)

Kasım 1992

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑