“GAP, ekonomimize altı Çukurova daha ekleyecek”, “GAP, Güneydoğu’da işsizlik sorununu çözecek”, “GAP, köylerden şehirlere göçü önleyecek”, “GAP, 2050 yılına kadar enerji problemimizi çözecek”, “GAP, Güneydoğu’nun makûs talihini yenecek”, “GAP bölücü terörün istismar ettiği sorunları ortadan kaldıracağı için bölücülük yok olacak”, vs. vs. Bunlar, burjuva düzen partilerinin, politikacıların, ekonomistlerin ve propagandacıların GAP’a yüklediği işlevler.
Egemen sınıflar ve onların her soydan sözcüleri ne zaman çözümsüzlüğe düşseler, bir takım ‘mit’ler yaratarak onun etrafında her yana boş umut yayan bir propaganda örgütlerler; yaratılan ‘mit’in her derde deva olacağı hayalini pompalarlar. Hele propaganda konusu, günün ölçülerine göre etkileyici büyüklükte bir projeyse, bütün yarattığı ve yaratacağı problemlerden arınmış bir tablo çizip, karşılaşılan akla gelebilecek her sorunun bu projeyle ortadan kalkacağı propagandasını yaparlar. Bu projenin gerçekleşmesiyle her şeyin günlük güneşlik olacağı, işsizlik, fiyat artışı yokluk ve yoksulluğun yok olacağı sanısını uyandırmaya çalışır, yığınları düzene bağlamanın bir aracı olarak kullanırlar. Örneğin ’60’lı yılların başında ERDEMİR, ’60’ların sonunda Keban Barajı, 70’lerin başında İSDEMİR ve Seydişehir Alüminyum böyle kullanılan projelerdi.
Son 10 yıldır da GAP, büyüklüğüne olduğu kadar burjuvazinin ihtiyaçlarına da bağlı olarak, işsizlik ve sefaletten Kürt ulusal mücadelesine kadar her sorunu çözecek sihirli değnek olarak lanse ediliyor. Sulanacak, arazi büyüklüğü, bugünkünün 50-60 katına çıkacak üretim, bu üretimin yaratacağı katma değer hesaplanıp, metafizik matematik çıkarsamalarla kumdan şatolar inşa ediliyor.
Sadece politikacılar ve burjuva propagandacılar değil, aydınlar ve uzmanlarda konuya ilişkin propagandacılarınkine benzer hamasi görüşler öne sürüyorlar. GAP üzerine yapılan spekülatif tartışmalar, GAP’ın bir cennet yaratacağından ülke ekonomisine yük, hatta enflasyonun azmasının nedeni olduğu iddialarına pek çok şey, ekonomi dergilerinden resmi ve “gönüllü raporlarına, günlük basına kadar her yerde tartışılmaktadır.
GAP BÜYÜK BİR PROJEDİR
GAP (Güneydoğu Anadolu projesi), hiç kuşkusuz bugüne kadar Türkiye’nin gerçekleştirmeye giriştiği en büyük projedir.
Proje, Adıyaman, Gaziantep, Diyarbakır, Mardin, Siirt, Şırnak, Batman ve Urfa illerini içine alan 73 bin 863 kilometrekare alanı ile Türkiye’nin toplam alanının % 9,5’ini oluşturan bir alanı kapsamaktadır.
GAP bölgesi olarak adlandırılan bu altı il, bugün 5 milyon 239 bin nüfusuyla Türkiye nüfusunun % 8,5’ni barındırıyor. Bölge nüfusunun % 54’ü kentlerde, % 46’sı ise köy ve mezralarda yaşıyor,
Fırat ve Dicle nehirlerinin aşağı kesimleri ile bunlar arasında uzanan Yukarı Mezopotamya ovalarında GAP, 7’si Fırat, 6’sı Dicle vadisinde olmak üzere 13 alt projeden oluşuyor. Proje, Fırat ve Dicle nehirleriyle bunların kolları üstünde 22 baraj ve 17 hidroelektrik santralinin kurulmasını öngörüyor. Projenin tümü bittiğinde, yaklaşık 1 milyon 693 bin 27 hektarlık bir alan sulanabileceği gibi, hidroelektrik santrallerinden de 23 milyar kilovat-saatlik elektrik enerjisi elde edilecek.
1992 fiyatlarıyla, bugüne kadar GAP’a, 60 trilyon TL dolayında harcama yapılmış olup, projenin tamamlanması için 138 trilyon daha harcanması gerekiyor.
Öte yandan GAP bölgesi, Türkiye’nin en geri kalmış bölgesi. 1988 verilerine göre, kişi başına ulusal gelir; Türkiye ortalaması 900 dolar iken, GAP’ta sadece 420 dolardır. Üstelikte bu oran, her plan döneminde azaltılacak iddiası yer almasına karşın giderek artmış, bugün de artma eğilimi içindedir.
GAP’IN SİYASAL ARKA PLANI
Güneydoğu’da, GAP ya da benzeri bir projenin gerçekleştirilmesi hevesleri 1930’lara dayanır. Özellikle bölgenin geriliği gündeme geldiğinde politikacılar ve hükümetler, ülkenin su ve toprak potansiyelini överek, bunlar kullanıldığında, bölgede geriliğin ve yoksulluğun kalmayacağı, bunu da Cumhuriyet hükümetlerinin yapacağını söyleye-gelmişlerdir. Ama konunun ciddi olarak gündeme alınması, 1960’ların başında, “planlı kalkınma” dönemi ile olmuştur. GAP’ın ekonomik ve teknik boyutuna ilişkin tartışmalar, sonraki yıllarda da sürüp gitmiş, ancak 1980’lerden itibaren Atatürk Barajı ve Urfa tünellerinin yapımının başlamasıyla proje somuta geçmeye başlamıştır.
Burjuva politikacılar ve hükümetler için GAP, somuta geçmeden önce de sonra da, ağır bir ulusal baskı ve yoksulluk içindeki bölge halkını düzene bağlamak için kullanılmış, “Kafdağı’nın arkasındaki umut” olarak sunulmuştur.
Ama GAP projesinin ortaya çıkmasını, sadece Türk burjuvazisi ve hükümetlerinin kendi başlarına bölgenin daha iyi sömürülmesi için geliştirdikleri bir projeden ibaret görülmesi eksik olacaktır. Tersine bugün GAP olarak adlandırılan projenin köklerini 1950’ii yıllarda ABD’nin başını çektiği emperyalizmin geri ülkelere yönelik yeni sömürgecilik politikalarında bulmak mümkün.
Batılı emperyalistler, 1950’li yıllar ve sonraki yıllarda, geri ülkeleri bir yandan “hızla yayılan komünizme karşı” ileri karakol olarak kullanmak isterken, öte yandan azgelişmiş ülkeleri sebze-meyve bahçesi olarak organize etmeye yöneldiler. Dünya Bankası tarım kredileri yoluyla bu ülkelerin ekonomilerini yönlendirdi. Sanayide ise, ağır sanayi ve gelişmiş teknoloji yerine, tarıma dayalı sanayiler teşvik edildi. GAP projesi de Beş Yıllık Planlarda bu çerçevede yer aldı. Fizibilite çalışmaları bu doğrultuda gerçekleşti. Nihayet GAP Master Planı da, tarıma dayalı sanayilerle desteklenmiş, asıl olarak bir enerji ve sulama projesi olarak geliştirilmiştir. Bugünkü ekonomik hedefleri de bundan ibaret.
Demek ki GAP yörenin ekonomik potansiyelini harekete geçirmenin yanı sıra bir başka yönüyle de;
1) Emperyalizmin yeni sömürgecilik politikaları ile bağlantılı, bu nedenle de sanayi-tarım verimlilik farkına bağlı olarak emperyalist sömürünün gerçekleştirilmesinin bir unsuru olma özelliğini de taşımaktadır.
2) Türk burjuvazisinin Batı’daki enerji ihtiyacını karşılamanın, Güneydoğudaki “bakir” toprakları da kapitalist sömürüye açmanın bir aracadır.
1970’li, özellikle de 80’li yıllarda Kürt mücadelesinin yükselmesiyle birlikte GAP, Kürt ulusal mücadelesinin önüne de bir baraj olarak dikilmeye çalışılmış, Kürdistan’da yoksulluktan ulusal soruna kadar her sorunun GAP’la aşılacağı propaganda edilmeye başlanmıştır.
Diktatörlüğe göre; Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı diye bir sorunları yoktur. Bölge’de işsizlik, yoksulluk ve geri kalmışlık vardır, Bunlar “bölücüler” tarafından istismar edilmekte, yoksul insanlar kandırılarak, bir Kürt ulusal sorunu varmış gibi gösterilmektedir. GAP, üretimde büyük artışlar sağlayacağı, yeni iş olanakları yaratacağı için “bölücülük” taban bulamayacak, refaha kavuşacak olan yoksul Kürtler de artık Kürt ulusal özgürlüğünün peşinden” koşmayacaklardır! Ulusal sorunu basit ekonomik yaşam koşullarıyla çözümleyeceğini sanan bu ekonomist yaklaşım sadece burjuva politikacılar ve hükümetler tarafından değil, kendisine ilerici, devrimci, sosyalist diyen çevreler ve pek çok aydın tarafından bile ciddi ciddi savunulmakladır.
Birden çok ulusun yaşadığı ve aralarında ezen-ezilen statüsünün bulunduğu ülkelerde, genellikle ezen ulus ve ezen ulusun çoğunluk olduğu bölgeler ekonomik olarak da daha gelişkindir. Ama aradaki fark sadece bir bölge farkından ibaret değildir. Tersine ekonomik geri kalmışlıkla birlikte, ondan fazla ulusal baskı ve zorla asimilasyon yarattı ezilen ulusu rahatsız eden, onu başkaldırmaya iten başlıca etkenlerden birisi olur. Nitekim bazı ülkelerde ekonomik bakımdan ezilen ulusun yaşadığı bölgeler daha ileri olabiliyor (Hırvatistan ve Slovenya gibi); bu durumda bile ezilen ulus statüsü ortadan kalkmıyor ve ezilen ezene karşı, ulusal hakları için başkaldırıyor. Gelişmiş kapitalist ilişkiler ve gelişmiş olmak ezilen ulus burjuvazisinin ezen ulusa karşı başkaldırmasını daha çok kışkırtır. Kendi emekçilerini, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını kendisi sömürmek isteyen ezilen ulus burjuvazisi, emekçilerin taleplerini de kendi amacına varmak için kullanarak ezen ulusa karşı başkaldırıya katılır, hatta ona, bir proleter devrimi korkusu yoksa önderlik bile eder.
Ulus, kapitalizmin şafağında ortaya çıkan tarihsel bir olgu olduğu gibi, ulusal mücadelenin tüm ulusu kapsamasının da ancak az çok gelişmiş bir kapitalizm koşullarında olanaklı olduğunu yine tarih gösteriyor. Nitekim Kürdistan’da ulusal mücadelelerin ortaya çıkması, kapitalizmin uç vermeye başladığı koşullarda olmuş; 20. yüzyılın ilk yarısındaki Kürt ayaklanmaları ulus bilincinin ilk belirtileri olmuştur. Ama kapitalist gelişme henüz aşiret düzenini bozacak ölçüde gelişmediği için, ulusal başkaldırı bütün Kürtleri birleştirecek biçimde gelişmemiştir. Bundan dolayı, ulusal başkaldırılar diğer şeylerin yanı sıra aşiretler ve feodal beyler arası çatışmalar nedeniyle de başarısızlığa uğramıştır. Dahası hükümetler, aşiretleri devlet yanlısı ve devlet karşıtı olarak bölmeyi başarmış, aynı ulusun unsurları birbirine karşı kullanılmış, emekçi talepleriyle birleşmeyen başkaldırılar devlet, aşiret reisleri, şeyhler arasındaki pazarlıklarla bastırılmıştır.
Bugün de, Kürdistan’da aşiretçilik, şeyhlik, ağalık gibi feodal kurumlar hala canlıdır ve kitleler üstünde belirli bir etkinliği vardır. Ama bu, 20. yüzyılın ilk yarısıyla kıyaslanamayacak ölçüde zayıflamış olduğundan ulusal mücadele aşiret yapılarını da parçalayan bir etki göstermekte, aşiret önderliklerine rağmen Kürt emekçileri ulusal mücadeleye şu ya da bu ölçüde katılabilmektedir. Bu yüzden de Kürt ulusal mücadelesi bugün bir ya da bir kaç aşiretin başkaldırısını aşan, bir ulusun baskı ve ulusal ezgiye karşı mücadelesine dönüşebilme olanağını yaratmıştır,
Varsayalım ki; diktatörlüğün ömrü yetti de; GAP, projede amaçlanan bütün unsurlarıyla gerçekleşti. Bu durumda nasıl bir bölge ortaya çıkacaktır, kabaca özetleyelim: Göz alabildiğine sulanan ve bugünküyle kıyaslanamaz verimlilikte ovalar. Bu ovaların traktörden gübreye, biçerdövere kadar tarım ve makina teknolojisinin bütün olanaklarıyla işlenmesi ve uygun yerlerde yılda iki-üç ürünün alınması. Toprak sahiplerinin gelirlerinin devasa boyutlara varması. Kısacası bugün geri teknik ve yarı-feodal ilişkiler içinde gerçekleştirilen tarım yerine kapitalist tarım işletmeleri. Kürt toprak ağalarının, Türk ve Kürt sermayedarlarının büyük çiftliklerinin yanı sıra Alman, Japon, Fransız ve İngiliz vb. tarım tekellerinin uçsuz bucaksız plantasyonları. Ve tarıma dayalı sanayinin çeşitli dallarında fabrikalar. Tabii, bu geniş topraklarda ve fabrikalarda çalışan binlerce, on binlerce ücretli işçi. Sadece dağlık bölgelere sıkışmış, büyük nüfus yitimine uğramış köyler.
Bugün Kürdistan’da yürütülen ulusal mücadelenin asıl dayanağını ve silahlı mücadeleyi besleyen kaynağını yoksul Kürt köylülerinin oluşturduğu düşünülürse, GAP’ın bugünkü biçimiyle köyü ortadan tümüyle kaldırmasa da önemsizleştireceği ortada. Bu anlamıyla da Kürt ulusal mücadelesinin köylü ağırlığından işçi ağırlığına kayacağı inkâr edilemez bir gerçek. Ama bu ulusal mücadeleyi ortadan kaldırıcı, ulusun kendi kaderini tayin hakkını gereksiz kılıcı bir etken olamaz. Çünkü kapitalizm ulusu ve ulusal baskıyı ortadan kaldıran bir sistem değil, tersine geliştiği ölçüde ulusal baskıyı daha açık bir biçimde gözler önüne seren bir toplumsal sistemdir. Bu yüzden de Güneydoğu’nun bugünküne göre daha ileri kapitalist ilişkiler içine girmesi, Kürt ulusunun benliğini yitirmesine yol açmayacak, onu güçlendirecek. Dahası bugün kendisini hissettiremeyen işçi sınıfını da ulusal mücadelenin içine çekerek, ulusal çelişkinin yanısın sınıfsal çelişkiyi de mücadeleye ekleyerek, mücadelenin talepler temelini genişletirken, ona proleter bir muhteva da kazandıracaktır.
Verimliliği artacak, değerlenecek topraklar ve burjuvalaşmış Kürt toprak ağalarının kendi topraklarını ve işçilerini kendilerinin sömürme güdüsünü daha da kışkırtacağından Kürt kapitalistler, ulusal mücadelenin başına geçmekte bugünkünden daha hevesli davranacaklardır. Öte yandan bugün yarı-feodal ilişkiler içinde bulunan Kürt yoksul köylülerinin önemli bir çoğunluğu, üstü feodal ilişkiler tarafından örtülmüş sömürü ilişkilerinden, bugün kendisini avutmaktan başka bir işe yaramayan ağa ve toprak “güvencesinden” azade olmuş bir tarzda, artık zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan bir ücretli köle derekesine yükseltilmiş ya da düşürülmüş olarak, çıplak kapitalist sömürüyle yüz yüze gelecektir.
Ücretli işçiler ordusuna katılanlar sadece yoksul köylüler de olmayacak, bugün kendine yetecek kadar toprağa sahip olanların, çok büyük çoğunluğu da ellerindeki toprakları büyük toprak sahiplerine, banka ya da tefecilere bırakmak zorunda kalacaktır.
Kapitalist tarım işletmesi tıpkı bir sanayi kuruluşu gibi sermayeye (Traktör, tohumluk, pulluk, merdane, tırmık, gübre, sulama harcamaları, çalışacak ücretli işçi için değişken sermaye vb. için) ihtiyaç gösterir. Bu sermayeye sahip olmayan işletme sahibinin, topraklar kendine ait olsa bile, sermayeye sahip işletmeler karşısında hiç bir rekabet şansı olmayacak, topraklarını bir kaç yıl içinde elinden çıkarmak zorunda kalacaktır. Eğer bu toprak miktarı, toprak kirası ile sahibini geçindirecek kadar fazla değilse, toprak sahibi elinden bu toprakları sermaye sahiplerine satmak zorunda kalacaktır. Ve bu işletme sahipleri, eski hallerine yeniden dönmek üzere ellerindeki parayı da (toprak satışından elde ettikleri) çok kısa sürede çarçur ettikten sonra tarım ya da sanayinin bir kolunda işçi olmak üzere yollara düşeceklerdir. Dolayısıyla, herkese refah getireceği iddiasıyla uygulamaya sokulan GAP, sadece topraksız ve az topraklı köylüleri proleterleştirmeyecek, bugün pek gelecek kaygısı duymayan, geniş bir orta köylü kesimini de proleterleştirecektir. Çünkü GAP’ın tamamlanmasıyla birlikte devreye girecek sulama ve yeni tarım tekniklerini uygulayan işletmeler karşısında, bugün kendi yağıyla kavrulan aile işletmelerinin hiç bir rekabet şansı kalmayacağı ortadadır.
Bu gelişmelerin kaçınılmaz sonucu olarak, bugün 100 yoksul köylünün işini, gerekli makinaları kullanarak, sadece 7 işçi yapacak, geriye kalan 93 yoksul köylü “özgürleşerek” kendisine iş arayacaktır. Bunların bir bölümünün, gelişeceği iddia edilen sanayi ve oluşacak ara sektörler tarafından emileceği düşünülürse de, yine de topraklardan kopacak önemli miktarda bir yoksul köylü kitlesi kendisine iş aramak için belgedeki, ya da bugün olduğu gibi, Batı’daki kentlerde kendilerine iş aramak üzere işsizler, ordusuna katılacaktır.
Soruna bu gerçekçi çerçeveden bakıldığında, GAP’ın gerçekleşmesi sonrasında bölgede ulusal çatışma azalmayacağı gibi, buna işçi-kapitalist, diğer bir söyleyişle emek-sermaye çatışması da bütün çıplaklığı keskinliği ile eklenecektir.
Kuşkusuz mücadelenin sınıfsal bileşimindeki bu değişim, ulusal hareketin rengini de önemli ölçüde değiştirecek, ulusal kurtuluşu sosyal kurtuluşa bağlayacak; bu bağlantı gerçekleşmeden ulusal kurtuluşta da adım atılamayacak nesnel bir temel ortaya çıkacaktır. Bir bakıma Kürt ulusal mücadelesinin bugün de böyle bir yanı, daha doğrusu böyle bir zaafı vardır. Ama genel olarak Türkiye proletaryasının Kürt ulusal mücadelesine önderlik edecek pratik bir tutuma girmemiş olması ve Kürdistan’da proletaryanın nispeten cılız oluşu bu ihtiyacı can alıcı bir sorun olarak duyuramamaktadır.
GAP, BATI-DOĞU ARASINDA ve BÖLGEDE GELİR ADALETSİZLİĞİNİ AZALTACAK MI?
Hükümet ve burjuva propagandacıların iddialarına dayanak yaptıkları şeylerden birisi de, bugün Kürdistan’daki ulusal başkaldırının temelinde Kürt sorunu değil, Batı-Doğu arasındaki dengesizlik ve bölgenin kendi içindeki gelir adaletsizliğinin yattığıdır. İddiaya göre bunlar, GAP projesinin devreye girmesiyle, kapatılacaktır.
Bu iddia, kapitalist gelişmenin bilinen ve burjuva ekonomistlerinin de açıkça kabul ettiği bütün yasalarına aykırıdır. Çünkü kapitalist gelişmenin asıl motoru kar dürtüsüdür ve kar kapitalistler, kapitalist tekeller arasında korkunç bir rekabeti kaçınılmaz kılar. Rekabette ise her zaman orman yasaları geçerlidir. Güçlü olan büyüyerek ayakta kalır; güçsüzler ise yok olur. Bunun sonucu olarak, gerek tekeller gerekse birer birer kapitalistler arasında alttakilerin sürekli bir eriyiş ve yok oluşu sürerken yukarıdakiler sürekli olarak büyür.
Sömüren ve sömürülenler arasındaki ilişki açısından bakıldığında ise durum çok farklı değildir. Sömürülenler her gün daha fazla sömürülürken, sömürenler daha da semirir. Bu ilişki, kapitalizmin koşullarında kalındığı sürece hiç bir hukuki önlem ve şu ya da bu hükümetin iyi niyetli yaklaşımı, ahlaki yakınmalar ve reform programları tarafından ortadan kaldırılamaz.
Nitekim bütün cumhuriyet tarihi boyunca hükümetler, Güneydoğu’yu kalkındıracakları, Doğu-Batı arasındaki uçurumu azaltacakları doğrultusunda propaganda yapmışlar, sadece propaganda değil, çiftçiyi topraklandırma programlarından Toprak Reformu, Kalkınmada Birinci Dereceden Öncelikli Bölge planlarına kadar değişik girişimlerle bu vaatlerini gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Özellikle 1960 sonrası planlı dönemde, Beş yıllık Planlarda Güneydoğu için özel çabalara yer verilmiştir. Bütün bu girişimler sonuna kadar götürülmek için çalışılmamış olsa da, hükümetler bölgesel farklılığı kaldırmak müdahalelerde bulunmuşlardır. Ama bütün bu müdahalelere karşın bölgesel farklılıklar giderek büyümüştür.
Ve bu farklılığın engellenememesi devletin resmi belgeleri tarafından da kabul edilmektedir.
Örneğin, Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın verilerine göre; 1968’dc imalat sanayinde katma değerin yüzde 57,9 Ege ve Marmara Bölgelerinde üretilirken, 1974’te bu oran yüzde 66,5 yükselmiştir. Aynı dönemde Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin payı yüzde 5,5’ten yüzde 3,5’e gerilemiştir. Aynı tarihler arasında kişi başına düşen imalat katma değeri Ege ve Marmara’da 1.278 TL’den 2 bin 78 TL’ye yükselirken bu Doğu ve Güneydoğu’da 191 TL’den 181 TL’ye düşmüştür. Üstelik bu dönem, devletin ekonomiye oldukça fazla müdahale ettiği, geri bölgelere sübvansiyonlar verdiği bir dönemdir. Yine örneğin, 1975’de ulusal gelirden GAP illeri yüzde 5,33 pay alırken,’aynı illerin 1986’da ulusal gelirden aldığı pay yüzde 3,89 kadar gerilemiştir.
Kapitalist gelişmenin bu gerçeğini Dördüncü beş Yıllık Plan şöyle kabul etmektedir.
“Bölgelerarası dengesizlik 1. Plan’dan bu yana bir sorun olarak ele alınmış ve dengesizliğin giderilmesi için her üç plan döneminde de çeşitli politikaların uygulanması ön görülmüştür. Ancak, önerilen tüm politikalara ve harcanan çabalara karşın bölgeler arasındaki dengesizlik giderek artmıştır.”
Yukarıda da değinildiği gibi, bu olumsuz gelişme, Türkiye ve dünyada devletin ekonomiye müdahalesinin olağan karşılandığı, bölgesel dengesizliklerde zayıfın desteklenmesinin hoş görüldüğü, Türkiye açısından da bir planlamanın kabul gördüğü koşullarda gerçekleşmiştir. Bugün ise; devletin zayıf olanı desteklemesi ve sektörler ve bölgeler arasında düzenleyici olması ilkesel olarak reddedildiği gibi, güçlüler lehine devlet müdahalesinin moda olduğu bir dönem yaşanmakta, yeni dünya düzeni böyle bir yaklaşımla inşa edilmeye çalışılmaktadır. Bu koşullarda, GAP ile Batı arasında bir rekabetin olacağı şimdiden görülmektedir. Daha ortada “fol yok yumurta yok”ken Egeli büyük toprak sahiplerinin GAP’ın Ege ve Çukurova tarımını çökerteceği yollu propagandaları şimdiden büyük günlük gazetelerin ekonomi sayfalarında yer almaya başlamıştır. Egeli toprak sahiplerinin korkularının ne ölçüde gerçek olacağı tartışmalıdır, ama GAP’a göre, sanayisi bugün ve GAP sonrasında da daha gelişkin olacak olan Batı bölgesi, en gelişmiş tarıma göre emek verimliliği kat kat yüksek olan sanayisine dayanarak, GAP’ta yaratılan katma değeri Batı’ya transfer edeceğinden kuşku duyulamaz. Bu nedenle de, GAP ne kadar başarılı olursa olsun, bölgelerarası dengesizlik giderek azalmak yerine, artmaya devam edeceğini söylemek kehanet olmayacaktır.
Öte yandan; elbette, sulama ve modern tarım teknikleri bölgedeki üretimi devasa boyutlara çıkaracak, genel olarak bölgenin ekonomiye katkısı mutlak olarak artacaktır. Ama bu bölgedeki gelir adaletsizliği, işsizlik ve yoksulluğu ortadan kaldırmak bir yana derinleştirecektir.
Çünkü birincisi; kapitalizmi bütün öteki toplumsal sistemlerden ayıran başlıca özelliklerden birisi, emekçileri üretim araçlarından tecrit etmesi, üretim araçlarının mülkiyetinin kapitalist sınıfın elinde toplanmasını öngörmesidir. İkincisi, kapitalizm geliştiği ölçüde üretim araçlarının mülkiyetinin daha az elde yoğunlaşması kaçınılmazdır (böyle bir gelişmenin Güneydoğu koşullarında mülksüzleşme/proleterleşme açısından nasıl işleyeceğine yukarda değinildi) . Üçüncüsü ise, kapitalizmde teknoloji ne ölçüde kullanılıyorsa kapitalist sömürü de o ölçüde yüksek olur. Bunların anlamı, üretimin artmasına paralel olarak toplam ulusal ya da bölgesel gelirde bir artma olsa ve bu artıştan emekçiler de bir ölçüde yararlansa bile, burjuvaziye göre emekçilerin geliri sürekli bir azalma göstereceğidir. Bu da ahlaki ifadesiyle emekçilerle egemen burjuvazi arasında adaletsizliğin azalması değil, giderek artması demektir.
Kısacası GAP, burjuva propagandacı ve çokbilmiş ekonomistlerinin iddialarının aksine, ne bölgeler arasındaki dengesizliği gidermede ne de bölge içinde sömüren ve sömürülen sınıflar arasında gelir eşitsizliğini azaltıcı bir rol oynama işlevine sahiptir. Tersine, kapitalizm koşullarında GAP, her bakımdan dengesizlikleri, bölgeler ve sınıflar arasındaki çelişmeleri artırıcı bir gerginlik ve çatışma işlevine adaydır.
GAP VE KEMALİST-AYDIN ÜTOPYASI: TOPRAK REFORMU
1960’lı ve 70’li yıllar, “toprak reformculuğu”nun Kemalistler ve onlardan derin bir biçimde etkilenen aydın ve “sosyalist” çevrelerin her derde deva reçetelerinden birisiydi. Adeta bir ilericilik, devrimcilik alametiydi. Eğer Parlamento, bir toprak reformu yasası çıkarabilmiş olsa, çözülmedik sorun kalmazdı. Feodalizmin, gericiliğin, dinsel bağnazlığın dayanakları yıkılır, sanayileşmenin, uygar uluslara yetişmenin yolu açılırdı. Hatta bu yarı yarıya sosyalizm demekti! Bu uğurda, “toprak reformu yapacağını” ilan eden en gerici-faşist cuntalar bile desteklendi (12 Mart), Nitekim 12 Martçılar bir toprak, reformu yasası çıkardılar ve uyguladılar. Gerçi Kemalistler bu yasayı pek beğenmediler ama o günkü sınıf güçlerinin konumlanması koşullarında başka türlüsü de olamazdı.
Bugün ise; yeni dünya düzeni mülkiyet hakkını öylesine kutsadı ki; laf olsun diye yapılacak toprak reformlarına bile tahammül edilmiyor. Bu yüzdendir ki; 1986’da çıkarılan bir yasayla, 1973 toprak reformuyla kamulaştırılan topraklar eski sahiplerine iade edilirken, onlara ayrıca büyük çıkar sağlanmaktan da geri durulmadı. Bu aynı zamanda “toprak reformcularına” yeni dünya düzencilerinin attığı bir uyarı tokadıydı. Ama toprak reformcularımızın bir bölümü daha uyanmadıklarından olacak; Kürt mücadelesine GAP barajı çekme propagandası yaparken
GAP’ın delikleri yine toprak reformuyla kapatılacağını iddia edip, eğer toprak reformu yapılırsa GAP’tan umulan tüm gerici sonuçları elde edebilecekleri hayaline katkıda bulunuyorlar, Karşılarındakileri de, aksi halde bölgede çelişkiler derinleşir diye tehdit ediyorlar.
GAP’ın istenen amaçları gerçekleştirmesi için “toprak reformu” yeterli midir sorusuna geçmeden önce, bugüne kadar bölgede girişilen toprak reformlarının sonuçlarına kısaca değinmekte yarar var:
Türkiye’de ilk toprak reformu girişimi, 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu (ÇTK) ile oldu. 11.6.1945 tarihinde çıkarılan yasa ile çeşitli yerlerde kamulaştırmalar yapıldı ve bir miktar da toprak dağıtımı yapıldı. Ama kamulaştırılan toprakların % 99’u kamu ve vakıflara ait topraklardı. Toprak dağıtımı da, toprak yoğunlaşmasının en çok olduğu bölgelerden değil, büyük toprak sahibi ve nüfuzlu kişilerin olmadığı yörelerde başladı. Ve çok cüzi bir dağıtımından sonra reform çalışmaları durduruldu.
1947-72 yılları arasında reform yapıldıktan sonra bile topraksızların oranı, Urfa’da % 54.97, Diyarbakır’da % 46.85, Hakkari’de % 45.11, Siirt’te % 42, Mardin’de % 40.88’dir.
İkinci toprak reformu girişimi, 19.7.1973 tarihli ve 1757 sayılı Tarım ve Toprak Reformu Kanunu ile yapıldı. Ne var ki; yasanın ömrü çok kısa oldu ve sadece Urfa’da bir miktar toprak kamulaştırıldı, bunun da çok az bir kısmı dağıtıldı. Devletin kendi istatistiklerine göre, reform kapsamına alınan 697 köyden 329’unda kamulaştırma yapıldı ve bunlardan sadece 47 köyde toprak dağıtıldı. Başka bir söyleyişle, toprak talebinde bulunan 75 bin 700 aileden 10 bin 507’sinin istemleri incelendi ve 1.218 aileye toprak verildi. Kamulaştırılıp dağıtılmayan arazi ise, sembolik bir kira ile eski sahiplerine kiralandı.
Kamulaştırılan arazinin büyük bölümü taşlık kayalıktı ve bu işe yaramaz topraklar için toprak sahiplerine büyük paralar ödenmişti. Ama ağalar ve gericilik böyle bir yasayı bile mülkiyete saldırı olarak görerek Anayasa Mahkemesine başvurdu. Ve 1978’de yasa yürürlükten kalktı. Bununla da yetinilmedi, 1986’da çıkarılan bir “tersine toprak reformu yasasıyla” Kamulaştırılan araziler (27 köyde 70 bin dönüm) eski sahiplerine 19 yılda ödenmek üzere geri verildi.
Üstelik o günlerde toprak Reformu Müsteşarlığını üstlenen MHP’li faşistler, bu yasadan yararlanarak büyük yolsuzluklar yaptı, MHP’ye kaynak transferi yapıldı ve faşist parti yandaşları kayırıldı.
Bu iki toprak reformu girişimi ve bölgeye yönelik Birinci Derecede Kalkınmada Öncelikli yöre uygulamalarına karşın, bugün GAP bölgesindeki illerde topraksız çiftçi ailelerinin oranı çok yüksek olmaya devam etmektedir. Örneğin, 1981 Köy Envanter Etütlerine göre; köylülerin, Adıyaman’da % 21.1’i, Diyarbakır’da 45.1’i, Antep’te % 28.6’sı, Mardin’de 41.3’ü, Siirt’te % 44.6’sı ve Urfa’da % 42.1’i tamamen topraksızdır.
GAP bölgesinde 1950-81 arasında toprak dağılımının daha da adaletsiz olduğu gözleniyor: 1950’de, Diyarbakır’da 1-5 hektar toprağa sahip çiftçi aileleri toplam çiftçi ailelerinin %67’sini oluşturur ve bunlar toplam toprağın % 30’unu işlerken, 1981 sayımlarına göre aynı ilde, 1-5 hektar toprağa sahip çiftçi ailelerinin oranı % 76’ya yükselmiş, bu aileler toplam işlenebilir toprakların % 17’sine sahip hale gelmişlerdir. Bunun anlamı ise, 1-5 hektar toprağa sahip çiftçi ailelerinin sayısı artarken ellerindeki toprak yarıya yakın azalmıştır. İstatistikler, GAP bölgesindeki diğer illerde de benzer bir durumun geçerli olduğunu göstermektedir.
Az topraklı çiftçilerin sayısı artar ve ellerindeki toprak miktarı yarı yarıya azalırken, ellerinde 20 hektardan fazla toprak bulunan çiftçilerin ellerindeki toprak da büyük oranda artmıştır. 1950’de, Diyarbakır’da 20 hektardan fazla toprağa sahip çiftçiler, toplam çiftçilerin % 3’ü ve bunların ellerindeki toprak toplam işlenen toprakların % 19 iken, 1981’de, aynı ilde, 20 hektardan fazla toprağa sahip çiftçiler toplam çiftçilerin % 6’sına çıkmış, ellerindeki toprak da toplam işlenen toprakların % 57’sine ulaşmıştır.
Bizzat devlet kuruluşları tarafından saptanan bu rakamlar da açıkça gösteriyor ki; bölgede, 1950 ile 1981 arasında az topraklı çiftçilerin sayısı artarken, bunların ellerindeki toplam topraklar yarı yarıya küçülmüştür. Başka bir söyleyişle, bölgede bütün azaltılma çabalarına karşın adaletsizlik hızla artmış, büyük toprak sahiplerinin sayısı iki kat ve ellerindeki toprak miktarı üç katına yakın bir artış göstermiştir.
Reformcular diyecektir ki; her iki reformda da gerici güçler, feodaller, toprak ağaları reformları engellemişlerdir. Bu yüzden de reformlar gerçekleşememiş, istenen sonuçlan vermemiştir. Eğer reformlar engellenmese, topraklar dağıtılsaydı, bugün sosyal adaletsizlik daha az olurdu, vs. vs…
Ancak bu iddialarda unutulan şey, sözünü ettikleri toprak reformunun çıkarları karşıt sınıfların, varlığına dayanan, burjuvazi ve toprak ağalarının egemen sınıf olarak örgütlendiği bir toplumsal sistem içinde yapıldığıdır. Dolayısıyla da, mülkiyet ilişkilerinde az çok bir değişiklik yapmaya yönelik her girişimin, bütün gerici güçlerin direnişiyle karşılaşması kaçınılmazdır. Bu direnişi kıracak bir işçi ve emekçi muhalefetine, bir devrimci atılıma dayanmayan her reform girişimi düzenin değişik kanallarına akıtılarak başarısız olmaya mahkûmdur. Dahası kapitalist toplum mülkiyetin kutsandığı bir toplum olarak, arkasında geniş bir yoksul köylü hareketi olmadan, feodal topraklarda mülkiyet hakkına dokunmaktan, bu hakta ciddi gedikler açmaktan kaçınacaktır. Bu nedenledir ki; toprak reformu ya da toprak devrimi denilen olgular; ya burjuvazinin yoksul köylü yığınlarını da peşine takarak, feodalizme karşı savaştığı devrimci döneminde, ya da kapitalizmden sosyalizme geçişin bir basamağı olarak proletaryanın önderliği ya da etkisi altındaki devrimci-demokratik halk devrimlerinin bir unsuru olarak gerçekleşmişlerdir. Böyle bir devrimci kalkışmanın eşliğinde, doğrudan yoksul köylü komitelerinin inisiyatifinde olmayan bir toprak reformunun ne feodalizmi tasfiye ettiği, ne de büyük toprak mülkiyetini sarstığı, toplumlar tarihinde görülmemiştir.
Burjuva hükümetlerin, hele 20. yüzyılın ikinci yarısı gibi, burjuvazi ile feodalizmin çıkarlarının tümüyle iç içe geçtiği koşullarda, yoksul köylüleri toprak sahibi yapacak bir toprak reformu beklentisi, ancak sınıflar-üstü ve kutsal devlet ütopyasına inanan Kemalist aydınlara has bir beklenti olur.
Varsayalım ki; bu iki reform da başarıya ulaştı ve ağaların elinden alınan topraklar yoksul köylülere dağıtıldı. Gübre, tohumluk, sulama, modem tarım araç ve gereçleri için sermayeye sahip olmayan yoksul köylüler önce tefecinin ve bankaların eline düşmek, sonra da toprağını kaybetmek durumunda kalacaktı. Ve reformdan kısa bir süre sonra hiç reform olmamış gibi bir tablo ile karşılaşılacaktı.
Kısacası, GAP’a paralel bir toprak reformuyla sosyal adalet sağlanacağını düşünenler hayal kurmaktadırlar.
VE BAZI PROBLEMLER
GAP için pembe tablolar çizenler, onun ortaya çıkardığı ve çıkaracağı problemleri görmezden gelmeye çalışıyorlar. Ama gerçek durum hiç de öyle değil. Çünkü insan doğayı değiştirirken doğadan bir tepki görür ve değişikliğin olumsuz sonuçlarını ortadan kaldıracak önlemleri almazsa, doğadan yararlanmak için giriştiği doğayı değiştirme eylemi, kısa süre sonra, bir yararsızlığa, giderek zarara dönüşür. Bu yüzden de sanayi, maden ve tarım, hangi alanda olursa olsun, gerçekleştirilen projelerin doğada yaratacağı olumsuz değişikliklerin hesaba katılması, gerekli önlemlerin alınması bilimin ve toplumsal pratiğin kanıtladığı bir gerçektir. Ne var ki; kapitalizm kar, daha çok kar isteğiyle hareket ettiği için, sadece yer küreyi değil, atmosferi ve denizleri de tahrip etmiş, dünyayı insan yaşamı için tehlikeli olan bir sınıra getirip dayamıştır.
Eski verimli ova ve vadilerin çölleşmesi, yeşil alanların yok olması, deniz ve hava kirliliği, nihayet atmosferin kalkanı ozon tabakasının delinmesi gibi büyük doğal tahribat dünyadaki canlı yaşamını tehdit eda boyuttadır.
GAP gibi büyük projeler; gerekli önlemler alınmadığı zaman, zaten tehlikeli bir sınıra gelmiş olan doğa tahribatına umulanın ötesinde katkılar yapabilir. Örnekleri de vardır: Büyük umutlarla, büyük yararlar beklenilerek gerçekleştirilen ABD’nin California eyaletindeki sulama projeleri ve Mısır’daki Assuan projesi, 15-20 yıl içinde cennetten çöle dönüşmüş, tuzlanan topraklar tarıma elverişsiz hale gelmişlerdir. Ege’nin verimli ovaları ve GAP’ın öykündürüldüğü Çukurova’da da benzer alametler baş göstermiştir. Uzmanlar, GAP için de aynı tehlikeden söz etmektedirler; ama tam bir umursamazlıkla politikacıların ve kapitalistlerin hırslarına teslim olarak, “böyle bir şey için 15-20 yıl gerekir, o zamana kadar da elbet tuzlanmaya çare bulunur” gibi, ancak bir kaderciye yakışacak savlar öne sürmektedirler. Sadece “tuzlanma” da değil, yanlış sulama teknikleri yüzünden olacak erozyon, bölge ikliminin değişmesiyle ortaya çıkacak yörenin bitki ve hayvan türlerinin yok olması ve ortaya çıkabilecek bitki, hayvan ve insanları tehdit edecek hastalıklar ne politikacıları ne de yöreyi daha çok sömürmek için bekleyen paragöz kapitalistleri hiç ilgilendirmemektedir.
Dünyanın en eski yerleşim ve uygarlık merkezi olan Dicle ve Fırat havzalarındaki tarihi kalıntıların sular altında kalacağı da diğer bir sorundur. Ama, bir kaç çok göze batan kazı merkezi dışında kalan sayısız höyük ve harabelerin kurtarılması için hiç bir çaba harcanmamakta, böyle bir sorun yokmuş gibi davranılmaktadır.
Hükümetlerin bir sorun yokmuş gibi davrandıkları yönlerden birisi de Fırat ve Dicle nehirlerinden yararlanan diğer iki ülke Suriye ve Irak’la ortaya çıkan sorundur,
Türkiye’ye göre; mademki bu nehirler Türkiye’den çıkmaktadır, öyleyse suları islediği gibi kullanma hakkı da Türkiye’nindir. Kapitalistler, hükümet, devlet yetkilileri, basın ve aydınlarımıza bu mantık pek akla uygun gelmektedir. Gerçi sorun dışarıya karşı konuşmak olunca, yetkililer “biz komşularımızın ihtiyaçlarını düşünüyoruz, onları gerekli olan suyu bırakıyoruz, bırakacağız” demektedirler, ama hemen bu sözlerin arkasından dişlerini gösterip, “ama onlar da Türkiye’nin isteklerini gözetmelidir” diye eklemektedirler.
Bu konuda açıkça bir şantaj politikası izlenmekte, komşu ülkelerin kendi politikalarını izleyecekleri her konuda müdahale edilmek, istenmektedir. Bu ülkelerin şikâyetlerine ise; Türkiye’nin kalkınmasını istememek ya da istemeyen ülkelerin aleti olmakla suçlamaktadırlar. Bu şantajcı, ikiyüzlü politika, Türkiye ile Irak-Suriye arasındaki ilişkileri gerginleştirmekte, düşmanlık kronikleşmektedir. Boğazı sıkılan bu iki ülke ve halklarının düşmanlığı kazanılmaktadır.
GAP KÖTÜ MÜ?
Sınıflı bir toplumda, böyle pek sınıflar-üstü görünen bir proje için bile olsa “GAP kötü mü?” sorusunun basit, bir tek yanıtı yoktur. Nasıl ki; çekirdek fiziğindeki gelişmeler, yeni buluşlar, bir yandan insanoğluna sınırsız enerji kaynakları ve ileri teknolojinin yolunu açarken öte yandan da nükleer ve termo-nükleer silahların yapımı yolunu açmışsa, sanayi ve tarım projeleri de iki yönlü bir işleve sahip olmuşlardır. Bu tesisler, yapanların amaçlarından bağımsız olarak, üretimi artırarak genel olarak insanlığın ihtiyaçlarına yanıt verip ilerlemeye katkıda bulunurken bir yandan da emekçilerin daha çok sömürülmesi, emekçi sınıfların nispi refah düzeylerini düşüren, kapitalist sınıfı güçlendiren bir rol oynarlar. Özellikle proje GAP gibi büyük ve çok yönlü etkiye sahipse doğurduğu sonuçlar, “iyi” ve “kötü” daha da önemli olur.
Hiç kuşkusuz, GAP projesini uygulamaya sokanların ilerleme, emekçilerin refah düzeyini yükseltmek gibi bir amaçları yoktur. Onlar için GAP, Güneydoğu’nun yerüstü ve yeraltı kaynaklarını talan etme, Kürt emekçileri üstündeki sömürüyü yoğunlaştırma, Kürt ulusal mücadelesini engellemenin bir unsuru olarak kullanmak, komşularını GAP’ın olanaklarıyla hizaya getirmektir. Ama GAP, kurucularının niyetlerinden bağımsız olarak, bölgedeki üretici güçleri geliştirecek, devrimin sınıf güçlerini daha radikalleştirecek, ulusal mücadeleye proleter damgası vuracak olguları geliştirecektir. Bu, GAP’ın kapitalist sistem içinde, yol açacağı tek olumlu gelişmedir denebilir. Çünkü GAP’ın gerçek meyvelerini vermesi; emekçilerin refah düzeyini yükselten, sadece bölge halkının, Kürtler ve Türklerin değil bütün Ortadoğu halkları için bir bolluk, kardeşlik ve barış bölgesi olması, kişisel, sınıfsal ve ulusal çıkarların söz konusu olmadığı, baskısız ve sınıfsız bir dünyada olasıdır. Ancak o zaman barajlar emekçi ve Kürt mücadelesinin önüne değil yoksulluğun, zulmün, eşitsizliğin önüne kurulmuş barajlar olacak. Ancak o zaman GAP doğayı tahrip eden değil onu yeniden üreten bir insansal doğa olacak. Ancak o zaman, komünizmin dünyasında, GAP gerçek bir cennet olacak; bire bin veren topraklardan gerçekten ondan yararlanmaya hakkı olan herkes yararlanacaktır. Ancak o zaman GAP, bütün yönleriyle iyi, iyilik üreten bir bölge olacaktır.
Eylül 1992