Güney Kürdistan, Türkiye Ve Uzlaşma Eğilimleri Üzerine

Kuveyt Savaşı”, herkesin gözleri önünde yaşandı, Emperyalizmin medyası, başta CNN, özellikle bölge ülkelerindeki uşak ruhluların cansiperane çabalarıyla Amerikan saldırganlığının “meşru ve haklı zeminini” oluşturmada başarısız sayılmazdı. Okyanus ötesinde ölen kuş görüntülerinin Saddam’ın Körfez’e petrol pompalamakla ne denli zalimce davrandığının kanıtı olarak sunulup kullanılmasına varana dek, asparagas dahil her türlü yöntemden yararlanarak basın yayın araçları, radyo, TV, gazeteler harıl harıl çalıştılar. Saddam insanlık düşmanıydı, faşistti, zamane Hitleriydi.
İletişimciliğin kara uçlu oklarının yeraltı tanrısı Hedes’in, karanlıklar ve kötülükler diyarının okları geldi. Bush, J. Baker, General Schwarzkopf taşıyordu okları ve oklar Amerikan sanayinin ürünüydü. Tanrılar artık yeryüzüne iniyordu. Gökleri ve yeraltını tüm zenginlikleriyle, yeni yeryüzü tanrıları ele geçirmekteydi. Kavramsal kabuk kırılmaktaydı; tanrılar nesneleşiyordu. Tanrı fikri, yerini madde olarak tanrılara bırakıyordu. İnsanlığın gelişme süreci içinde önünde diz çökülen ağaçlar ve hayvanlardan, önce Olimpos’a, sonra daha yukarılara, göklerin yedi kat yüksekliklerine fırlatılan tanrılar, yüzyılın başından bu yana giderek daha çok Washington’u mesken tutmaya başlamışlar, “Sovyet tanrı”nın ölümünden sonra, henüz Alman, Japon, Fransız tanrılar rüştlerini tam ispat edememişken, Pentagon’a iyide iyiye yerleşmişlerdi. Korku salıyorlardı çevrelerine, tüm dünyaya yıldırımlar yolluyorlardı. Patriotler, Curuislar olarak “münafıklar”ın, Amerikan yıldızının gücüne inanıp biat etmeyenlerin üstüne. Ama tam da tanrılara yakışırcasına “mutluluk” ve “huzur” da yayıyorlardı çevrelerine. Güçleriyle çekim merkezi oluyor, inanlarının sayılarını durmaksızın artırıyorlardı. Kavrayış ve dünyayı değiştirici maddi etkinlik güçleri zaaflı olan kendi güçlerine inanmayan, dünyayı henüz kendi dünyaları olarak açıklamayanlar bu yeni tanrıların gücünden etkileniyor, kah korkuyor kah bu gücün kanatları altında kendileri için daha huzurlu bir yeryüzü cenneti hayal ediyor, inanarak ya da ruhunu satarak tanrıların “yeni dünya düzeni”nin tamamlayıcı parçaları olmaya, uyum sağlamaya veya doğrudan işbirliğine yöneliyordu. Tanrılarsa “insanlar”la oynayıp duruyorlardı. Kendi vahiyleri, kendi yönetsel politikaları, yani kendi çıkarları tümüyle kabul edilip inananlarına dağıttıkları “lütuflar” şükürle karşılaşıncaya dek.
Yarı-isyankâr bir turumla “ben de olmalıyım” deme gafletinde bulunan Saddam, kurulmakta olan yeni tanrısal düzenin tekerine çomak sokmuş oldu. Yalnızca Amerikalı tanrıların yeraltının petrolünü sahiplenme kaygısının değil, başka muhtemel isyankar “kafirlere ibret olması yaklaşımının da kurbanı oldu, cezalandırıldı. Güç gösterisinden ibret alanların sayısı ise hiç de az olmadı. İyi bul” olmanın “muhtarlık” ya da “yerel yöneticilik” gibi imtiyazları peşinde ya da korkarak, yaltaklanarak veya bir takım sınırlılıklarla malul inanışları gerçekleştirmenin başka yolu bulunamayarak üretilen eklektizm ve uzlaşma labirentlerine sıkışarak kafalarda yaratılan yeni tanrı fikri ve onun “yeni düzeni” önünde diz çökme, bunun maddi ve manevi yönleriyle içselleştirme ya da bu duruma uyum sağlama tutumu, öyle hal aldı ki, artık akılcılıkla özdeşleştiriliyor. Sol ve para-Marksist kökenden gelenler “değişiklikler11 i ideoloji düzeyine yükselterek ve bir yeni-pozitivist yola girerek, milliyetçi ya da kozmopolitist diğerleri ise birinciler tarafından da sahiplenilen yeni bir “güç ideolojisi” geliştirerek “yeni düzen” adı takılmış olan yeryüzü cennetini dolduruyorlar. Onlara yaşamın tüm alanlarında rastlıyoruz. Eskileri bir yana bırakıp yenileri sayarsak, eski Sovyetlerin yeni “fatihleri”nden Bozkurt burjuvalarımızdan TV’lerdeki “ardıç kuşları” ve Köyağalarına,  güzide basınımızdaki Altanlar’dan Çandarlı beyine, “çağdaş” sendikacılarımızdan TKSP’nin Burkay’ına, diplomatça ilericiliklerini hala elden bırakmayan Arafat ve Talabani’den eski demokratik profesörlerimizden Erdal Bey’e, eski “sol kanatçı” Baykal’dan yeni “sol kanatçı” Gürkan’a, Türkeş’e yakınlaşan Ecevit’ten babasının yürüdüğü yolda daha ilerilere adımlar atan Barzani’ye kadar ve hatta Akçam’dan “Çıplak Kralcı Yol”culara kadar her türü günümüzün “ünlüleri” arasında.

***
İran-Irak- Türkiye üçgeninde diğer sorunları ve çözümlerini de etkileyen en temel sorunlardan biri Kürt sorunu. Ve Ortadoğu’da “yeni düzene kuruluşu, Kürt sorununun uygun şekilde çözümü olmadan olanaksız. Bir diğeri olan Filistin sorununun görece yatıştığı bugünlerde olanca ağırlığı ile kendisini hissettiren Kürt sorunu kilit sorunu durumunda.
Kuzey Irak’ta, Irak Kürdistan’ında sorunun çözümü amacıyla belirli bir yönde adımlar atıldığı biliniyor. Bugün Irak Kürdistan’ında, yapılan seçimlerle oluşturulan parlamentosu, hükümeti, re-organize edilerek düzenli ordu olarak örgütlenmesine girişilen askeri güçleri ile girişimcilerince hala devlet olmadığı söylenen ama devlete pek fazla benzeyen bir yapı var.
“Yeni Düzen”, kırıp dökerek de olsa öyle hemen paldır küldür kurulamıyor. Hesaba katılması gerekli, bu “düzen’\n çeşitli ayaklarını şimdiden oluşturan çok sayıda faktör var çünkü. Kürt sorunu ve alacağı şekil, örneğin hemen tüm bölge ülkelerini yakından ilgilendiriyor. Bu ülkelerde üstelik silahlı Kürt ulusal güçleri ve önemli bir Kürt varlığı bulunuyor; şu ya da bu türden çözüm bu nedenle bu ülkeleri doğrudan etkileyecek.
Başlangıçta özellikle Türkiye ve İran’ın şiddetli muhalefetini çekmemek amacıyla “yeni düzen’in Irak’ın “toprak bütünlüğümü hedef almadığı açıklana-geldi. Amerikalı patronlar Irak’ın toprak bütünlüğüne kesinlikle ilişilmeyeceğim, yalnızca “kanlı katil” Saddam’ın devrilmesini hedeflediklerini ileri sürdüler uzun süre. Bunda bölge ülkelerinin “alınganlık”larının olduğu kadar “demokrasi” görüntüsü ve “uluslararası hukuk ilkeleri” aldatmacasının da payı oldu. Dünya kamuoyu Irak’a değil Saddam’a karşı seferber edilebilmişti ve sözde uluslararası hukuk normlarına uymayıp onu Kuveyt’ dolayısıyla çiğneyen Saddam cezalandırılacaktı.
Ancak, Saddam beklenenden güçlü çıktı ve Irak’ın yıkıntıları üzerinde bile “görevi” Saddam’dan devralacak, Irak’ın “toprak bütünlüğünü” yeni koşullarda devam ettirmeye aday yeterince güçlü ve örgütlü bir birleşik muhalefet oluşamadı. Yenilmiş ve kolu kanadı kırılmış Saddam’ı ne bir darbe ne de ayaklanmalar yoluyla devirebilecek bir muhalefet oluşmadığı gibi, iç hesaplaşma için görece kendi haline terk edilen Irak’ta Saddam, Kuzey ve Güney’de baş gösteren “karışıklıkları güç kullanarak kendi lehine çözme yolunda kanlı adımlar atmaya başladı. Güney, yatışma yoluna girerken Kuzey’de Kürtler kitlesel göçlerle Saddam zulmünden kurtulmaya yönel diler,  Amerikalı,  Kürtlerin gönlünde taht kurabilmek tanrı katına yükselebilmek için, önce Saddam’a karşı ayaklanmaya teşvik ettiği Kuzey’i bir süre kendi kaderine terk etmiş gibiydi. Sonra “kurtarıcı” olarak ortaya çıktı. Saddam 36. paralelden kuzeye geçemeyecekti ve “Yasasın Amerika” sloganlarıyla bağırlara basıldı. Yalnız zorla, güç kullanarak tanrı olunamazdı; “esirgeyici” ve “kurtarıcı” da olmak gerekliydi. Ölümlerden ölüm beğenmek durumumla bira kılan Kürtler kanatları altına sığınılacak güç olarak Amerika ve onun “yeni dü2eni”ni gördüler. Bu durum, sıradan Kürt insanının kafasında “dost Amerika” imgesini mecburi ya da yanılsamalı bir biçimde yar etmeye götürürken alet olmaya yatkınlaştırıcı bir süreçten gelme ve uygun konumlara sahip kişi ve kuruluşların işbirliğine yönelmelerine olağanüstü uygun koşullar sağladı. En son 75’de bugünkü Barzani’nin babası Molla Mustafa’yı yüzüstü bırakarak satan Amerika’dan “kurtarıcılık” ummaya
Kürt halkı başka türlü kolay kolay “ikna” edilemezdi. Ve yine herhangi Amerikan işbirlikçileri emekçi halk tarafından bu denli kolay kabul edilmez, peşinden yürünmeye devam edilmezdi.
Irak Kürtleri Kuzey Irak’ta yaratılan “güvenlik bölgesinde Amerikan emperyalistlerinin yalnızca denetiminde değil aynı zamanda yol göstericiliğinde, kesinlikle “Irak’ın toprak bütünlüğünü zedelemeden” ve yine kesinlikle “devlet kurma anlamına gelmeden” devlet kurmaya yöneldiler.
Amerikan düzeni’nin bir ayağı yere basmaya başlamıştı.

ABD TÜRKİYE’Yİ GÖZETİYOR
Ancak Amerikan emperyalistlerinin stratejik yönelimi yalnızca Kuzey Irak’ı değil tüm Ortadoğu’yu denetlemek, Kürtleri bu denetimden gerçekleşmesinin bir aracı haline dönüştürürken Türkiye ve Körfez ülkelerinin “gerçekleştirici” rolünü değerlendirmeyi sürdürmek, onları “yeni düzen”in kuruluşunun ateşli taraftarları olarak elinde tutmaktı. Üstelik “yeni düzen” Ortadoğu’yla sınırlı bir yönelim, değildi ve Türkiye, örneğin Kafkaslar ve Orta Asya, “yeni düzen” için de gerekliydi büyük patrona. Kesinlikle gözden çıkarılamaz, Kürtlere ilişkin kaygılara görmezden gelinemez, uygun araçlarla “ikna”sından kaçınılamazdı.
Kuşkusuz Türkiye’de de Amerikan tanrının inananları vardı ve onlar Ortadoğu’da kurulmakta olan “yeni düzenin” etkili kurucuları ve söz sahipleri arasında olmak, dışlanmamak peşindeydiler. Çandarlı beyi gibileri ve en başta Özal, bu konuda gereken dikkati gösteriyorlar, Irak Kürdistan’ı himayeciliği tutumunu geliştiriyorlardı. “Kürt koruyucusu” Çekiç Güç bu çerçevede kabul edildi ya da ettirildi Türkiye’nin egemenlerine. Amerikan emperyalistlerinin global çıkarları Irak Kürtlerine nasıl “Kürt koruyuculuğu” olarak sunulup benimsetilmişse Türklere de “ulusal çıkarların Amerika ile işbirliğini gerektirdiği”, ancak bu durumda pastadan, yeterli payın alınabileceği ve “Yeni Düzemde ikinci dereceden de olsa söz sahibi olunabileceği “gerçeği” ileri sürülerek benimsetiliyordu. Ama Türkiye’nin “Kürt fobisi” öyle kolay kolay üstesinden gelinecek gibi de değildi.
Amerikan işbirlikçisi Iraklı Kürt şefleri, Amerika’nın teşvikiyle Türkiye’ye garanti üstüne garanti vermeye başladılar. Başta Özal tüm belli başlı Türk yetkili egemenleriyle görüşmelerinde kendilerinden zarar değil yarar gelebileceğini kanıtlama uğraşı içine giren Barzani ve Talabani Türkiye’den ihtiyatlı bir kabul görmeyi başardıkları gibi T.C pasaportu sahibi de kılındılar.
Barzani daha geleneksel bir politikacıydı, Daha az modernize olmuştu. Kuzey Irak’a yönelik Türk sıcak takiplerini, Türkiye’de olduğu gibi hedef gözetmeyen bombalamaların, onlardan en büyük payı alan sivilleri, Güney Kürdistan’lı emekçileri Türkiye karşıtı ve radikal bir çizgiye iterek örneğin PAK’ı (Partiya Azadiya Kurdistan) güçlendirmesi nedeniyle eleştirmenin ötesinde Türkiye ile tam bir işbirliğine yönelmişti. Üstü örtülü bile olmayan bir politika izliyor, PKK ve kamplarına saldırıyor, Türk Silahlı Kuvvetleri ve korucularla birlikte PKK’ya karşı ortak harekâtlar düzenliyordu, Talabani biraz mürekkep yutmuştu, daha diplomatik bir konumdaydı. Barzani’den özünde farklı olmayan konumunu değişik sunuyor, manevra alanım geniş tutmaya uğraşıyordu. Türkiye’nin himayesinde, “federasyon” vb. biçiminde Türkiye’ye ilhak olmuş bir Güney Kürdistan fikrini açıktan savunma noktasına vardırıncaya kadar Türklerle işbirliğini savunurken gerektiğinde kullanmak üzere PKK ile tüm köprüleri atmıyor, yüzü gizlenmemiş bir Kürt hain konumuna girmekten kaçınmaya çalışıyor, daha “ince” bir ip üstünde oynamaya uğraşıyordu. Bu “incelikler” arasında örneğin HEP’i PKK yatıştırıcılığına yönlendirme, “sivil ve demokratik çözüm” adı altında biçimi tartışılabilecek bir Amerikan barışına yine HEP’i ikna ederek aracılığını sağlama gibi girişimler sayılabilir.

BÖLGESEL PLAN VE İLİŞKİLERDE DEĞİŞMELER
Barzani’yle Talabani Ağustos ayı içinde Amerika’daydılar. İlk kez ABD’de resmen kabul edildiler. Bu ziyaretin hemen ardından gelişen olaylarla birlikte ele alındığında, gerek Amerikan emperyalistlerinin bölgeye ilişkin planlarında gerekse bölgesel güçlerle ve onların birbirleriyle ilişkilerinde belirli bir değişildik açık olarak gözlenebiliyordu.
1- Saddam ABD ve İngiliz, Fransız müttefiklerince daha bir sıkıştırılıyor, “Irak’ın toprak bütünlüğü” masalına son verilerek bu ülkenin fiili parçalanmışlığı Saddam’a 32. paralelin güneyi de yasaklanarak geliştiriliyor, aynı zamanda da pekiştiriliyordu. Saddam’ın muhalif güçlerce devrilmesi politikası iflas ettikten sonra Amerikan desteğiyle ancak varlığım koruyabilme durumunda olabilen Irak Kürdistan’ı bu haliyle de Irak’ın “demokratik” dönüşümü için yeterli bir güç oluşturmayınca “Saddamsız demokratik Irak” hedefi hemen tümden devreden çıkarılıyor, Güneyden Şii Araplar aracılığıyla da Saddam’ın Irak’la birlikte gündem dışına itilmesi için yeni bir zorlamaya girişiliyordu. Bu, Kürt sorunu açısından kukla devletleşmenin bölgede “yeni düzen” çerçevesinde zemininin sağlamlaşmasında atılmış bir yeni adım oluyordu. Bölgede bir Kürt devleti artık saptanmış verilerden sayılmaya başlanmıştı.
2- Türkiye’nin “Irak’ın toprak bütünlüğünün korunacağı”, “Irak’ın parçalanmasına karşı olunduğu” vaat ve açıklamalarıyla yatıştırılan “bağımsız Kürt devletine ilişkin kaygıları, 32. paralel yasağıyla Irak’ın parçalanması kuvveden fiile geçirilerek ikinci plana iteklendiğinde Türkiye Irak’ta bir Kürdistan dayatmasıyla karşı karşıya kalıyordu. “Büyük patron” şimdilik biçimi belirsiz de olsa bir Kürt devletini gündemine almıştı, Türkiye emrivaki yapıyordu. Ama Amerika yinede büyük patrondu, ne de olsa küçüklüklerini gözetiyordu. Talabani ve Barzani, ABD dönüşü talimatla Türkiye’ye uğradılar, kendilerinden Türkiye’ye hiçbir zarar gelmeyeceğine dair garantilerim yinelerken, PKK ve radikal çözümlere karşı onun yanında yer aldıklarını ve alacaklarını açıkladılar. ABD onlara da “Türkiye’siz olmaz” demiş, Barzani ve Talabani piyonlarını Türkiye ile koordineli davranmaya yöneltmişti.
Türkiye’nin dikte ettirilen yeni durumu reddetme gibi bir alternatifi yoktu, Boğazına kadar Amerikan emperyalizminin Ortadoğu ve Asya’ya yönelik hesapları ve uygulamalarının içindeydi, bir dizi rol üstlenmişti;    büyük Türk burjuvazisi kendi çıkarlarını tümüyle Amerika’nın emperyalist çıkarlarının gerçekleşmesine bağlamıştı, “yeni düzen”de ancak böylelikle kendisine iyi ve verimli bir yer tutabileceği düşünce ve pratiğiyle     “büyük patron”un yaklaşım ve girişimlerini tartışabilecek en küçük bir olanağa sahip değildi. Emperyalizme bağlanmanın sonu yoktu, olmayacak.
3- Üstelik Talabani aracılığıyla ABD Türkiye’nin önüne yağlı bir kemik de atmıştı: “Türkiye’ye ilhak”! Bunun anlamı açıktı. Belki Türkmenler üzerinden, belki başka bir yolla Kerkük-Musul ve dolayısıyla bir miktar petrol Türkiye’nin hanesine yazılacaktı. ABD, kuşkusuz böyle yağlı bir parçayı tümden elden çıkarmayacaktı, ancak Türkiye’ye belli bir pay kalacağını belli ediyordu, “Büyüklük”ün şanındandı!

TÜRK DEVLETİNİN ÖNÜNDEKİ İKİ SEÇENEK! UZLAŞMA. YA DA KİTLESEL KIRIM
4- Türkiye’nin kukla da olsa bir Kürt devletinin Kuzey Kürdistan’ı etkileyeceğine ilişkin kaygıları ayrıca bir çek hesabı açılarak da giderilmeye çalışılmıştı, ABD Kongresi’nde Ortadoğu uzmanı bir CIA ajanının söyledikleri ilginçti. Gerçek Dergisi’nde bu ajanın Türkiye’nin PKK’ya ilişkin “haşin politikalarının anlayışla karşılanacağını” açıkladığı bir söyleşi yayınlandı. ABD de PKK’sız çözümü tercih ediyordu. PKK faktörünün devreden çıkarılması için “haşin politikalar” hoşgörüyle karşılanacaktı, ama insan haklarına da dikkat etmeliydi! İnsan hakları kuşkusuz laf olmaktan öteye gitmeyecekti. Gerçek olan, sert anti-PKK politikalara tepki gösterilmeyecek olması ve Barzani ile Talabani’nin de Türkiye’nin bu politikasıyla koordine-li ve uyumlu davranmaya sevk edilmesiydi. Türkiye’nin Kürdistan’da Şırnak’la birlikte giriştiği son atak aynı zamanda Amerikan kaynaklıydı da.
Türkiye Kürdistanı’nda sıradan askeri çözümler olanaklı olmaktan çıkmıştı. Silahlı çatışmalar yoluyla gerillaya son verilmesi ihtimali kalmamıştı. Şırnak’la birlikte kitlesel pasifikasyon ve kırım politikası uygulamaya kondu. Kürt halkı ayaklanma halindeydi ve başkaldırı büyüyordu. Sıradanlaşan zorbalık uygulamalarıyla ancak başkaldırı ateşine benzin döküldüğü görüldü. Kitlesel imha politikası pasifikasyonla birlikte Kürt halkının umutlarının kırılması, büyük boyutlu katliamlarla boyun eğmeye yöneltilmesi sonucunu verebilirdi.  Bu denenmeye girişildi. En uzlaşmacı insanların bile üzerine kurşunla gidilip hiç bir uzlaşmaya yer olmadığı görüntüsü yaratılarak yaygın olarak uygulamaya sokulacak kitlesel katliamlarla Kürt halkının radikal PKK çizgisinden, onun çıkar yol olduğundan umut kesmesi sağlanmaya çalışılacaktı. ABD bu konuda Türkiye’nin elini serbest bırakmıştı. Radikalizmin ezilmesi ve halka esaretin kabul ettirilmesi politikasının başarısına bağlı olarak Kürtlere bazı haklar tanınabilir, Talabani’nin “ilhak” ya da “federasyon” planı ancak bu durumda burjuvazi açısından uygulanma şansı bulabilirdi. Bu politika denenmeden ABD Türkiye’ye uzlaşmayı, diyalog politikasını dayatmama büyüklüğünü de gösteriyordu! Diyalog ve uzlaşma, Kuzey Kürdistan’da ulusal hareketin ezilmesi temelinde Amerika ve Türkiye ile işbirliğini, uşaklığı benimseyebilecek, tırmandırılan gerici şiddet karşısında daha şimdiden benimsemeye başlamış kuklalarla gerçekleşebilirdi.
Kitlesel imha politikasının da para etmemesi durumunda geçilebilecek ezilemeyen Kürt ulusal güçleriyle uzlaşma politikası ise, inisiyatifin Türkiye’nin elinden çıkması anlamına gelecekti. Böyle bir uzlaşmayı açık bir müdahaleyle doğrudan ancak Amerika sağlayabilirdi.
CIA ajanı bu ihtimalin de sözünü ediyor, PKK’sız çözümü tercih etmelerine karşın PKK’lı çözümün de kabul edilmek durumunda kalınılabileceğini belirtiyor.
Bugün, tercihler ve öncelikler bir yana bırakılırsa emperyalistlerin Kürt sorununa ilişkin tek boyutlu bir politikasından söz edilemeyeceği açıktır. Onlar şimdiden tüm ihtimalleri göz önünde tutarak bütün atlara oynuyor, tümüyle açık yada örtülü, doğrudan ya da dolaylı görüşmelerde bulunuyorlardı. Türkiye’de de çeşitli görüşler mevcut. Hak verme-uzlaşma eğilimli yaklaşımlar yanında izlenen politikaya yön veren sertlik-yok etme eğilimi esas yaklaşımı oluşturuyor. Örneğin Demirel uzlaşma ve görüşmelerin sözünün bile edilemeyeceğini söylüyor. Kesin olan şu ki, hiç bir ülke, hiç bir burjuvazi tüm geleceğini tek yönlü bir tutuma, yalnızca bir politikaya bağlamaz. Daima yedekte alternatif tutum ve politikalar bulundurulur. Sorun öncelikler sorunu olarak belirir ve koşullara ya da politika dikte ettiricilerin çıkarlarına göre farklı politikalar gündeme alınır. Bu, belirli bir politika adına tüm diğer yaklaşımların reddedildiği dönemler açısından da böyledir. Türkiye Kürt sorunu açısından bugün böyle bir dönemi yaşıyor.

HEP’TE UZLAŞMACILIK VE ABD BAĞLANTISI
5- HEP’e ilişkin yaklaşımlar bunu doğrular niteliktedir. 2. Olağanüstü Kongresi öncesinde beş HEP’li sudan ve göstermelik bir gerekçe ile ABD’ye davet edilmişlerdi. ABD tüm alternatifleri gözeten tutumuna bağlı olarak HEP’le ilişki kurmak istemiş, bunu, resmileştirmeden, geleneksel CIA yöntemini kullanarak gerçekleştirme yoluna gitmişti. “Kültürel amaçlı” geziler böyle bir amaç için biçilmiş kaftandı. Ve kuşkusuz ABD bu daveti, zamanı geldiğine inandığında yapmıştı.
Türk hükümetinin izlemeye yöneldiği, aynı zamanda Kürt kitlelerini hedef alan pasifikasyon Ye imha politikası, henüz kitleler açısından olmasa bile en zayıf unsurlar açısından umutsuzluk belirtilerine, tutunacak dal arama, geleneksel büyük güçlere bel bağlama eğilimlerinin palazlanmasına, uzlaşma arayışlarına yol açmaktaydı. Amerikalılar bu yönüyle eğilimleri yoklamaya başlamışlardı, basına sızmayan ağlantılar içindeydiler ve görüş alışverişinde ulunuyorlardı. Bir de yarı-resmi denebilecek bir biçimde HEP milletvekilleri ve üyelerinin daveti aracılığıyla bağlantılarını sistemleştirmeye yöneldiler.
PKK dışı çeşitli Kürt grupları içinde uzlaşma eğilimi, örneğin TKSP ve Burkay’ın Çekiç Güç’ü onaylama ve Amerika ile işbirliğine hazır olma tutumu belirgindi. Son zamanlarda uzlaşma arayışları gelişmekteydi. HEP milletvekilleri, görüşme ve uzlaşma önerileri devlet tarafından kabul görmeyince dönüp Abdullah Öcalan’la görüşme ve onu silahları bırakmaya ikna tutumunu geliştirmeye yöneldiler. Örneğin Orhan Doğan TV’de Cindoruk’la tartışmasında sorunun HEP aracılığıyla çözülmesini önerirken, HEP’in gözetilmesini, itilip kakılmamasını istedi. Aksi takdirde PKK güçlenecekti. Bu ve benzeri açıklamalar aslında alttan alta başlayan bir HEP-PKK sürtüşmesinin in göstergeleriydi. Ama sorun örgüt tartışmasının ötesindeydi; tartışılan, hangi politikanın izleneceğiydi. ‘Siyasi çözüm” ile ifade edilen uzlaşma politikası mı yoksa “askeri çözüm” ile ifade edilen mücadeleyi sürdürme politikası mı?
HEP gerçi özellikle çeşitli devrimci gruplarla ilişkilerini gözeterek “devrim” ve “sosyalizm” gibi sözcükler kullanmaktadır; ancak ürettiği gündelik politikalarda hiç de devrim ve sosyalizm perspektifiyle davrandığı söylenemez. Belirli ulusal taleplere sahip çıkıp propagandasını yapan HEP hemen tümüyle bununla yetinmektedir. Ulusal hareketin yasallaşmasında kuşkusuz bir rol üstlenen HEP’in temel zaafları arasında iki tanesi başa gelmekledir. HEP emperyalizme, özellikle Amerikan emperyalizmine hemen hiç eleştiri yöneltmemekte, uğraş alanı içine emperyalizmle mücadele girmemektedir, İkincisi ise, ulusal hareketin ayrışmamış bir partisi olan HEP Kürt toprak beyleri ve burjuvalarından emekçilerine kadar geniş bir yelpazenin ulusal taleplerini savunmakta, ancak Kürt sömürücülere ve gericiliğine karşı yi ne herhangi bir eleştiride bulunmamaktadır. Emperyalizm ve gericilik karşısına tavırsızlık kuşkusuz uzlaşmacılığa kaynaklık etmekte, O’nu ulusal hareketin yönelimi açısından da uzlaşmalar arayan bir tutuma yöneltmektedir.
Talabani, HEP’in uzlaşmacılığını geliştirme yönüyle de faaldir. Türkiye’ye son gelişinde HEP’in yeni yöneticileriyle görüşen Talabani, onları hem Apo’yla görüşüp “bir yıllık silah bırakma”ya ikna için teşvik etmiş hem de bu “bir yıllık süre” içinde karşılıklı olarak atılmasının haklı hale geleceğini söylediği adımların Kürt sorununun çözümünde temel bir çıkış oluşturacağı propagandasıyla uzlaşmacılığa güç toplamaya girişmiştir. Sertleşen baskı ve zorbalık koşullarında Talabani’nin bu çabalarının belirli ürünler vermesi doğal görülmelidir. Doğaldır, çünkü HEP bu çabaların ürün vermesi açısından elverişli bir görünüm arz etmektedir.

PKK VE UZLAŞMA ZEMİNLERİ
PKK’ya gelirsek… PKK ulusal hedeflerde “özerklik”, “federasyon” gibi taleplere geriletilmeye hazır bir görüntü vererek bir uzlaşma eğilimi de sergilemekte ve bunu taktik nedenlere bağlamaktadır, Bu, silahlı mücadelenin devleti bir uzlaşmaya zorlama hedefine bağlandığı yorumlarına belirli bir haklılık kazandırsa bile, yine de PKK’nın devlete karşı oldukça uzlaşmaz bir mücadele yürütmekte olduğu söylenmelidir. Bu mücadele devletin temellerine, ekonomik ve sosyal sisteme yönelik olmamakla birlikte siyasal olarak onu hedeflemektedir. Ancak benzer bir mücadeleci tavrın emperyalizm ve özellikle Amerikan emperyalizmine karşı tutum açısından ileri sürülebilmesi olanağı bulunmuyor. PKK örneğin Barzani ile Talabani’yi Amerikan emperyalizmiyle işbirliği içinde olmaları dolayısıyla değil, Türkiye ile ilişkiler geliştirmeleri dolayısıyla eleştirmektedir. Onun gözünde “ulusal hain” yalnızca sömürgecilikle, yani Türkiye ile işbirliğinin tanımıdır. Emperyalizmle işbirliği aranması ve gerçekleştirilmesi, Kürt ulusal davasına ihanet olmamakta, tersine “büyük politika” olarak düşünülmektedir. Oysa özellikle Amerikan emperyalizmiyle şu ya da bu türden bir ilişki
içinde olmadan, Kürt ulusal hareketinin herhangi bir sonuca ulaşması olanaklı değildir. Amerikan emperyalizminin bölgeye ilgisi göz önüne alındığında ulusal hareketin belirli bir çözüme yönelebilmesi, mutlaka ABD’yi yanma ya da karşısına almasını zorunlu kılmaktadır. Yalnızca Türkiye ile sınırlı bir perspektifin yetersizliği, sadece teorik değil pratik açıdan da yakıcı bir biçimde kanıtlanmaktadır. ABD, “koruyucu” kisvesi altında bölgededir. Yalnızca Türkiye’nin de değil, genel olarak bölge gericiliğinin arkasındadır, destekçisidir. Bölgede Türkiye’nin çıkarlarından, kuşkusuz ki daha çok Amerikan çıkarları yön verici ve geçerlidir. Nasıl Türk burjuvazisiyle ya birlikte ya ona karşı olmadan Kürt sorunu çözülemezse, bundan daha fazla geçerli olmak üzere, ABD ile ya birlikte ya da ona karşı olmadan da çözüm olanaksızdır. Türk burjuvazisi karşıtlığıyla sınırlı perspektif, yalnızca Türk burjuvazisinin ardında ABD olduğu için değil, bölgeyi çıkarları doğrultusunda düzenleyen esas güç yine ABD olduğu için de yetersiz ve geçersizdir, hatalıdır, PKK’nın bu zaaf noktasının O’nu Türk burjuvazisiyle hesaplaşması sürecinin belirli bk anında ve oluşan belirli koşullarda Amerikan emperyalizmi ile tam bir uzlaşma ve işbirliğine taşıması çok da şaşırtıcı olmaz,
PKK genel olarak burjuvaziyle, kapitalizmle hesaplaşma içinde bulunmuyor, onun hesaplaşması Türk burjuvazisiyle sınırlıdır. Bu durum, PKK’nın emperyalizmle uzlaşmaya yönelebilmesinin esas kaynağını oluşturuyor. PKK yalnızca Kürt emekçilerinin örgütü durumunda da değildir; İşçi ve emekçi Kürtlerin talepleriyle değil, sömüren ve sömürülenler olarak talepleri ayrışmamış haliyle Kürt ulusunun taleplerini temel edinmektedir. Kuşkusuz PKK ve yönetimindeki Cephe ve Ordu örgütlerinin , “hamallığı”, üye çoğunluğunu oluşturan emekçiler, özellikle köylüler tarafından yapılmaktadır. Ancak bu, tüm demokratik ya da ulusal burjuva devrimlerinde böyledir. Örneğin Kemalistler de bir köylü ordusunu seferber etmişlerdi. Büyük çoğunluğu emekçiler tarafından sağlanmış güçlere sahip olma, şüphesiz savunulan taleplere ve yürütülen mücadelenin niteliğine bakılmaksızın belirli bir hareketin emekçi hareketi olması sonucunu dolaysızca doğurmaz. Kendi -Kürt- burjuvazisi ile feodallerine karşı bir örgütlenme, eleştiri ve mücadele içinde olmayan PKK, bir bütün olarak ulusal çıkarları savunmaktadır ki, bu, bu çıkarların burjuva içerikte oluşunun göstergesi durumundadır. Kürt sorunu sınıfsal zemine oturtulmadıkça ve bu zeminden harekede Türk burjuvazisi ve gericiliğine karşı yöneltilmedikçe ve aynı anlama gelmek üzere salt ulusal zeminle sınırlı kalındıkça, şu sıralamanın özdeşlikler halinde peş peşe dizilmesi kaçınılmazdır: Türk’e karşı, Kürt, Türk pazarına karşı Kürt pazarı, Türk burjuvazisine karşı Kürt burjuvazisi. Buradan, emperyalistlerle ilişki bakımından Türk burjuvazisiyle emperyalizmin işbirliğinden, Kürt burjuvazisiyle emperyalizmin işbirliğine adanması hiç de zor değildir. Kendi pazarı için ulusallıkla sınırlı bir mücadele içinde emperyalizmle uyuma ve işbirliğine geçiş, bu pazarı ya da “vatan”ı büyük güçlerle anlaşma halinde kurmaya ve var etmeye yönelme yaklaşımının mantığına aykırı değildir. Kendi kapitalistlerine karşı mücadele perspektifine sahip olmayış, emperyalist kapitalizme karşı mücadele perspektifine sahip olmayışla uyum içindedir ve birbirini tamamlar,
Güney Irak’taki kukla Kürt devletini ortaya çıkaran süreç bu açıdan öğreticidir. Barzani ve Talabani Saddam’la, Irak burjuvazisiyle sınırlı bir hedefe sahiptiler ve özellikle Amerikalıların şahsında kendi “koruyucuları”nı görüyorlardı. Kendi pazarları ya da “vatan”ları için Amerikan emperyalizmiyle işbirliğinde beis görmediler. Saddam onların “vatan’larını tanımıyordu. Amerika’nın tanıması ve onların Amerikan himayesinde bu “vatan’\n. egemenleri olmaları  yeterli oluyordu. Amerika ulusal özelliklerin gerçekleşmesine olanak sağladığı gibi, Ameri-kan güdümünde Irak Kürdistan’ına “egemen” olmak ve kendi emekçilerini yönetip, sömürme onlara belirli bir pay bırakacaktı. ABD’yi sürekli Irak’a müdahaleye çağırdılar, oraya gelmesi için ellerinden geleni yaptılar. Saddam diktatörlüğüne karşı yıllarca çarpışmışlardı ama bu, ABD önünde diz çökmelerinin, “vatanları”na bu gücü davet etmelerinin engeli olmadı. Şimdi PKK da ABD ve müttefiklerinin
bölgedeki varlığına, Çekiç ve başka güçlerine pek ses çıkarmıyor, hayırhah davranıyor. Bu kötü bir başlangıçtır. Hedef daraltma denebilir belki buna. Ama başlıca hedeflerden biri hedeflenmeden ve bu açıkça ilan edilerek buna uygun strateji ve taktikler izlenmeden, sürecin emperyalizmle işbirliğine götürmesinden kaçınılamaz.
Bu, zamansız ve çok sen bir eleştiri gibi görülebilir. Ancak tam zamanıdır. Gecikildiğinde içine girilen ilişkilerden dönüş fırsatının kaçırılmış olacağını Irak Kürdistan’ı deneyi gösteriyor.
Özellikle Amerikan emperyalizmini hedef almadan geliştirilen bunca sert bir savaşın, yalnızca Türk burjuvazisi ve gericiliğine yönelik savaşın, ancak ve en iyimser yaklaşımla ABD ve diğer emperyalist güçlerin tarafsızlaştırılmasına bağlı olarak görece bir başarıya ulaşması düşünülebilir. Ama bu “tarafsızlaştırma”nın anlamı açıktır; ABD’nin Kuzey Irak’ta olduğu gibi bir “koruma”sının hedef olarak alınması. Çünkü ABD bölgedeki “tarafsız” güçlerden biri değil, asıl taraftır. Onu “tarafsızlaştırma”ya girişme, ABD’nin tarafına geçmeye yönelmekle eş anlamlıdır.
Arkasında ABD olan bir düşmanla savaşı, ABD’ye herhangi bir saldırı yöneltmeden tırmandırmak bir tek anlama gelebilir: ABD’yi O’nun arkasından almaya çalışmak. ABD’nin Kürt ulusal hareketini tanımasını sağlamaya uğraşmak. Kürt ulusal sorununu oluşturulacak böyle bir uluslararası destek aracılığıyla çözüme götürmeyi hesaplamak. Ancak kendini büyük güçlere kanıtlayıp kabul ettirmeyi ve sorunun çözümünde desteğini sağlamayı öngören bk yöneliş hiç kimseye hiç bir yerde uğur getirmemiştir. Son örneği Irak’ta kuklalığın benimsenmesidir,
Özgür Gündem gazetesi sahibi Yaşar Kaya’nın “Kürt halkı olarak Amerika ile de Fransa ve İngiltere ile de görüşmeye hakkımız vardır” biçimindeki yaklaşımı, ulusal kimlik ve hak savunusu olarak haklı görülebilir; ancak emperyalist devletlerin ulusal hareketin düşmanları olarak görülmesinden kaçınılması yönü dolayısıyla bu yaklaşım ciddi tehlikeleri ifade etmektedir. Kürt ulusal hareketine gerekli olan ABD ve diğer emperyalist ülkelerle görüşmeler ve diyalog siyaseti değil mücadele siyasetidir çünkü. Ve görüşmeler ancak, bir mücadelenin başarıyla gelişmesinin ürünü olarak ortaya çıktığında değerlidir. Türk Hükümetiyle ilişkiler açısından görüşmeler nasıl ulusal hareketin sağlam güçlere dayanmaya devam etmesi temelinde doğru ve anlamlı olursa, aynı şey emperyalistlerle görüşmeler açısından da geçerlidir.
Bugün için dünyaya yön veren kapitalist güçlerle, başta emperyalizm olmak üzere ilgili gericiliklerle çatışmayı göze alan ve gerçekleştiren sağlam güçler oluşturmadan ulusal kurtuluşu gerçekleştirmek olanaksızdır. Ve emperyalizm ve yerli gericilikle (Kürt sorunu açısından Kürt gericiliği) çatışma içine giren, dolayısıyla sosyal kurtuluşa da yönelen bir perspektife ve buna uygun sınıfsal tutum ve güç birikimine sahip olmadan ulusal kurtuluşa ulaşmak bugünün koşullarında olabilir şey değildi. Bu tür bir “ulusal kurtuluş” mutlaka zaaflı olacak, emperyalizmle tam işbirliğini belki gereksinmese bile onunla temel sorunlarda önemli uzlaşmalar içine girmeyi şart koşacaktır. Bu belirli koşullarda yarım”, başka koşullarda ise yarım bile olamayan bir kurtuluştan öteye gidemez. Sosyal kurtuluş mücadelesiyle ve başlıca emperyalizme karşı mücadeleyle birleşmeyen ulusal kurtuluş muadelesinin zafer tacı, olsa olsa bir kukla ya da yarı-kukla devlet olabilir, böyle bir “zafer” için dökülen kan ise heder olmuş demektir.
Bu kadar uzlaşmacı eğilim ve gücün ortaklıkta dolaştığı, Amerikan emperyalizmine yeni “tanrı” olarak biat edildiği günümüz koşullarında dökülen ve dökülecek olan kan heder olmamalıdır. “Amerikan barışı”nın yanına bile yaklaşmaktan kaçınılmalıdır. Bunun için hiç vakit kaybetmeden Kürt ulusal hareketinin işçi ve emekçi sınıf temeline oturtulmasına gerek var. Ancak bu güçler ulusal ihanet yoluna sapılmamasının garantisi olabilir. Ancak bu güçler ulusal kurtuluşu garanti edebilir. Kolay zafer peşinde koşmanın sonu yoktur. Amerikalıların sağlayacağı “kolay zafer” değersizdir, üstelik kesinlikle “zafer” de değildir. Zafer ancak ve ancak Amerikalı ve diğer emperyalistleri de hedef alan bir mücadelenin ürünü olarak koparılıp alınacaktır.

Ekim 1992

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑