Darbe: söylenti mi, hazırlık mı?

Ortada darbe söylentilerinin büyük bir yoğunlukla dolaşması, sözde darbe yerine demokrasiyi savunan burjuva basın ve siyaset çevrelerinde, darbe isteklilerinin her söylediklerinin fiili bir darbe olmaksızın yerine getirilmesi eğilimini doğurdu. Darbe korkusu, darbenin getireceği bütün sonuçların darbesiz yaşanmasına razı olmaya yol açtı.

Burjuva basın, uzun süredir “darbe” tartışmasını gündemde tutuyor. Bu konu, özellikle Eylül’ün son haftasında, tartışan tarafları da açığa çıkararak yeni ve ileri boyutlar kazandı.
Ulusal sorunun yarattığı tüm sonuçları, şiddetle ortadan kaldırmaya yönelik devlet politikalarının “sivil” hükümet eliyle sürdürülemeyeceğine inanan ve yeri geldikçe “demokratik davranılmasa bu sorun en geç bir ayda çözülür” propagandasını yapan “şahinler” çevresine karşı, “demokraside ısrar edilmezse, hiç bir sorun çözülemez” propagandasını yapan “güvercinler”, son günlerde, özellikle de MGK’nın Diyarbakır toplantısından sonra, “terörün ortadan kaldırılması için resmi şiddetin her türlüsünün kullanılmasına” rıza gösterilmesi ve insan hakları ihlallerinin “bölgeye özgü olarak, esnek düşünülmesi” noktasına kadar geldiler.
Ortada darbe söylentilerinin büyük bir yoğunlukla dolaşması, bu çevrelerde, darbe isteklilerinin her söylediklerinin fiili bir darbe olmaksızın yerine getirilmesi eğilimini doğurdu. Darbe korkusu, darbenin getireceği bütün sonuçların darbesiz yaşanmasına razı olmaya yol açtı.  Ancak, askeri başarısızlıkların hükümete mi yoksa doğrudan doğruya orduya mı mal edileceğine ilişkin tartışmanın, kamuoyunun gözü önünde açıkça yapılmaya başlandığı bir yerde, askeri yönetim yanlılarının bu yolla tatmin edilmesi olanağı yoktur. Askeri yönetim altında sorunların çözülmesi tezini savunan çevrelere göre, “Güneydoğuda vatan için can verilirken, Ankara’da PKK bayrağı dalgalandırılıyordu. Bu da güvenlik güçlerinin moralini bozuyor, yaptıklarının boşa gittiği inancına kapılmalarına yol açıyordu. Son MGK toplantısı, “demokratik kitle örgütleri ve bazı iletişim araçlarının Anayasa’da karşılığının bulunmadığı” yolunda bir görüşün resmen açıklanmasıyla sonuçlandı. Bu, bir yandan, “Anayasanın anti-demokratik hükümlerinin değiştirilmesi”, “daha çok demokrasi” gibi sloganlarla hükümet kurmuş bulunanların, aynı zamanda hangi kurumların “tavsiyeleriyle” yürütme görevlerini yerine getirdiklerini göstermesi bakımından ilginçtir; diğer yandan da, Yargıtay Başkanı’nın adli yılı açış konuşmasından sonra kesinleşmiş bir tavır olarak belirginlik kazanan askeri yönetim tehditlerinin kaynağını göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
Şurası artık bir gerçektir: Devlet içinde parlamentonun ve siyasal partilerin tam olarak devre dışı bırakıldığı bir çözüm yolunun denenmesini isteyen bir eğilim vardır. Bunun temsilcileri, Kürdistan’da yer yer denenen kitle katliamlarını genel ve sürekli hale getirmeyi, Şırnak, Göle vb. uygulamaları rastlantısal olmaktan çıkararak planlı bir program dâhilinde sürdürmeyi, kitle göçleriyle, toplu imhalarla, uzun süredir tasarlanan “insansızlaştırma” planını gerçekleştirmek istemektedir.
Resmi şiddetin bütün araçlarının hiç bir hesap sorma mekanizmasına takılmadan rahatça uygulanabildiği, kitle katliamları dahil bütün yasadışı polisiye ve askeri uygulamaların hükümet desteği ve onayıyla gerçekleşebildiği günümüz koşullarında, kısacası, mevcut hükümetin askeri bir yönetim altında yapılabilecek her şeye gönüllü araç olduğu bir ortamda, darbecilerin bundan daha fazla istedikleri nedir? Birkaç HEP milletvekili dışında, Parlamentodan ve siyasi partilerden, Kürdistan’daki hangi cinayete tepki geldi? Özgür Gündem dışında günlük basın, hangi “bilinmez” gerçeği yazdı ve hangi faşist saldırı gereken cevabı alabildi de, askeri yönetim bunları susturacak? Bazı liberal yazarların ileri sürdüğü gibi, darbe söylentileri ve propagandası, hükümetin bir göz boyama aracından başka bir şey olmayan “demokratikleşme programı”nı tümüyle söndürmekten ibaret bir amaç taşıyorsa, bunun gerçekleşmesi için, hükümetin apaçık görülen gönülsüzlüğünden daha geçerli olamayacak olan fiili bir darbeye neden ihtiyaç duyulsun.
Darbe söylentilerinin ve bazı odakların açık darbe propagandasının ardında yatan ilk neden, böyle bir hareketin “olağan”, “zaten beklenen” bir olay haline getirilmesidir. Şu anda, kamuoyunda darbeci bir yönetimin gerekli desteği bulamayacağı endişesi vardır. Darbeci bir yönetimin, en azından bugün içirt kamuoyunu ikna edecek yeterli nedenlere sahip olmadığı düşünülmektedir. Eğer gerçekten bir darbe tasarlanıyorsa, her şeyden önce bu koşulun yerine getirilmesi gerekmektedir. Bugünkü çabaların hedefi bir ölçüde budur. Askeri yönetim altında bir çözüm tasarlayanların yaydıkları bütün propaganda, böyle bir havanın oluşmasını sağlamaktan ibarettir. Bu yanıyla, sürdürülen tartışmaların ve bunu sürekli manşetten veren gazetelerin yaptığı şey, basit bir psikolojik savaş uygulamasından başka bir şey değildir.
Darbe propagandasının ikinci bir amacı, askeri yönetim altında yapılabilecek bütün şiddet uygulamalarının, “sivil” görünümlü bir hükümet aracılığıyla yapılmasını kolaylaştırmaktır. HEP’in kapatılması ve milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılarak tutuklanmaları, ilerici, devrimci ve yurtsever-demokratik basının susturulması, demeklerin kapatılması, grevlerin yasaklanması gibi uygulamaların, mevcut hükümet eliyle gerçekleştirilmesi için, darbe kavramı bir sopa olarak kullanılıyor.
Geçtiğimiz hafta içinde Milliyet gazetesine yayınlattırılan ve altında, ünlü karşı-devrim örgütleyicisi, sivil fasit organizasyonların düşünsel ve mali destekçisi, emperyalist taktisyen ve “Ortadoğu uzmanı” Paul Henze’nin de imzası bulunan CIA raporu, ABD tarafının bir askeri darbeyi olanaksız ve gerçekleştiğinde de soğuk karşılanacak bir olay olarak görmediğini açığa vuruyordu. Bununla birlikle rapor, bir darbe olasılığını, “üniter devlet” kavramının ciddi tehlikeye düşmesine bağlıyor ve ordunun “bölünmeye izin vermemek üzere” yönetime el koyacağından söz ediyor. Aynı gazete, hemen ertesi gün Genel Kurmay Başkanı ile yapılan görüşmeyi gene birinci sayfasında ve manşetten veriyor: “Teminat veriyorum, darbe yok!” Orgeneral, böylece bir darbe olacaksa eğer, bunun kendi bilgisi ve izni dâhilinde olacağını da itiraf etmiş oluyor.
Son olarak gene Milliyet, bu kez “Halk Demokrasiden Yana” manşetiyle çıktı. Böylece dergimizin baskıya hazırlandığı son güne kadar, Milliyet başta olmak üzere, hemen hemen tüm günlük basın, darbe tartışmasını gündemde tutmaya devam etti.
Darbe söylentilerine yaygınlık kazandırılmasının nedenlerinden bir diğeri, burjuva siyasi partiler arasındaki hükümet konulu rekabettir. Mevcut hükümetin yıprandığı, sorunları çözemediği, kredisini tükettiği, terör karşısında tamamen aciz olduğu, vs. şeklindeki propaganda, darbe söylentileriyle daha etkili kılınmak isteniyor. Burjuva partiler birbirlerine karşı kontrgerillanın psikolojik savaş yöntemlerini kullanıyorlar. Derinleşen siyasi kriz ortamında, “mal, kapanın elinde kalacak” beklentisiyle, gizli açık “siyasi lider” araştırılması yapılıyor. Eski yeni bütün cuntacılarla iyi ilişkileri olduğu bilinen Bedrettin Dalan’ın adı “askeri yönetimin sivil başbakan adayları” arasında sayılıyor. Böylece, kamuoyu önünde, Özal-Demirel-Dalan dalaşmasının bütün eski hesapları, darbe propagandası ekseninde ortaya dökülüyor. Herkes birbirini, bu arada halkı aynı sopayla ürkütmeye çalışıyor.
Darbe söylentilerinin temel nedeni böylece açığa çıkıyor: Grevci işçilerden, Kürt köylülerine kadar, mücadele eden herkesi baskı altında tutmak, korku ve dehşet havası yaratmak için girişilecek her uygulamayı, kamuoyunda “eğer bunlar yapılmazsa darbe olacak” havasını yaratarak tepkisiz gerçekleştirmek.
Bu çalkantının sonunda olacak olanlar aşağı yukarı bellidir:
Başta ciddi iç sorunlarla bitirilmiş bir kurultayın ardından henüz toparlanma imkânı bulamamış olan HEP’in ve bütün etkisizliklerine rağmen İHD vs. gibi kitle örgütlerinin kapatılması, önümüzdeki günlerde gündeme gelecektir. Demokratik kitle örgütleri, son MGK toplantısından sonra açık hedefe konulmuştur.
Halkçı, devrimci, demokrat yayıncılık önümüzdeki günlerde büyük baskılarla karşılaşacaktır. Yalnız devrimci ve demokrat basının yayınları değil, burjuva klikler ve politik örgütler arasındaki rekabet ve kavganın sözcülüğünü üstlenmiş satılık basının, bu kavga nedeniyle açığa kirli çamaşır dökmek için yaptığı yayınlar da engellenecek, çatlaktan su sızmasının önüne geçilecektir.
Bir örneği Belediye İşçileri Grevi sırasında yaşanan, grev kırıcılığının devlet politikası olarak ele alınması uygulaması, genel ve sürekli hale getirilecektir.
Kürdistan’da, her türden iletişimin önü kesilecek, bölgede olup bitenler hakkında haber alma olanakları tümüyle kapatılacaktır.
Bütün bunlar, “darbeciler” olarak adlandırılan belirsiz gücün istediği son uygulamanın gerçekleştirilmesine zemin hazırlayacaktır: Kitle katliamları, kitle göçleri, kitlesel tutuklamalar ve insansızlaştırma planının uygulanması…
Her türden sivil organdan arındırılmış, 12 Eylül tipi bir askeri yönetim, bütün bunların mevcut hükümet aracılığıyla gerçekleştirilemeyeceğine kamuoyunun ikna edilmesinden sonra gerçekleşebilecektir.
Fakat her şeyden önce, kamuoyunun, bu türden uygulamaların “gerekli ve kaçınılmaz” olduğuna inandırılması gerekiyor. Darbe propagandasının yarattığı hava içinde, bu ikna çalışmasının daha kolay yapılacağı düşünülüyor. Darbe taraftarları, kendilerinin gerekli olduğuna inanması için halkı kendisiyle korkutuyor.
Darbe söylentileri, gerçekte yakın bir darbeye işaret etmiyor. Bir yandan, askeri komuta kademesinin hükümeti yönettiği gerçeğini gözlerden gizlemeye çalışmanın bir aracı halinde rol oynarken, diğer yandan da yükselen muhalefeti sindirmenin bir aracı olarak kullanılmak isteniyor. Darbe söylentileri, katı faşist uygulamalara geçişin hazırlıklarım simgeliyor.

Ekim 1992

Metal İşkolunda Greve Doğru

Metal sanayisi, sanayinin az çok gelişmeye  başlamasın-dan bu yana hep en önemli sanayi kolu olmuştur. Metal işçileri de, işçi sınıfı mücadelesinin en mücadeleci işçileri olagelmişlerdir. Sadece gelişmiş sanayi ülkeleri için değil, gelişmemiş olanlarında da, işçi sınıfı mücadelesi içinde metal işçileri rol almışsa, o mücadele radikal bir karakter kazanmış, işçi sınıfı mücadelesinde iz bırakan bir mücadele olmuştur. Çünkü metal işkolu, bir yandan ağır sanayinin ağırlık teşkil ettiği bir işkolu olması, öte yandan çoğunluğu kalifiye işçilerden oluşan bir işkolu olarak işçi sınıfı hareketinin en mücadeleci “müfrezesi” olma potansiyelini taşır.
Türkiye, işçi sınıfı tarihi içinde de en eski olmasa da, en büyük, kalıcı özellikler taşıyan eylemler metal işçileri tarafından yapılmıştır. 1967-70 yılları arasındaki büyük işçi eylemlerinin, fabrika işgalleri ve sokak çatışmalarının en önemli bölümü, 70’lerdeki uzun, MESS grevleri olarak bilinen grevler metal işçilerinin eylemleridir. Dahası, işçi sınıfımızın sadece en mücadeleci değil, en deneyimli, en örgütlü kesimi de metal işçileridir.
Son yıllarda da, Bahar eylemleri içinde, metal işçileri oldukça önemli bir yer tutmuştur. ’90 yılı sonunda başlayan büyük metal grevine 100 bini aşkın metal işçisi katılmış, her ne kadar metal işçilerinin eylemi Zonguldak direnişiyle birleşme yeteneğini gösteremeyip onun gölgesinde kalmışsa da, 100 bini aşkın işçinin aynı anda grevde olması bile tek başına metal işçilerinin gücünü gösteren bir şeydir, Burjuvazi açısından da metal işkolu önemlidir. Çünkü özel sektörün en büyük sermaye sahipleri metal işkolundadır. Beyaz eşya ve otomotiv sanayisi gibi en karlı ve en yaygın işyerlerinin bu işkolunda olması, işkolunun önemini ayrıca artırmaktadır. Bu yüzden işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki çatışmada metal işkolundaki çatışma belirleyici bir öneme sahip olmaktadır, Nitekim MESS, bütün öteki işveren sendikaları içinde kamuoyunda en çok bilineni olduğu kadar, en uzlaşmazı, işçi sınıfı karşısında en gerici, en uzlaşmaz burjuva tavrı takınanı olagelmiştir. Burjuvazinin işçi sınıfını geri adım attırdığı her konuda, (grup sözleşmesinin kabul ettirilmesinde, işyerinin yönetiminde patronun yetkisini sınırlayacak idari maddelerin 70’lerin sonunda TİS’lerden çıkarılmasında, seyyanen ücret yerine işe göre ücretin geçirilmesinde, Anayasa ve son çıkarılan İş ve Sendika yasalarının böylesi işçi düşmanı nitelikte çıkmasında MESS hep başrolü oynamıştır) saldırının koçbaşı olarak MESS vardı. Bugün de vardır.
Kuşkusuz, diğer işkollarında da pek çok konuda işçi ve işveren sendikaları arasında didişmeler olmakta, direniş ve grevlerle patron hizaya getirilmeye, ya da patronların entrikalarıyla işçiler bölünmeye çalışılmakta, çoğu zaman da işçiler hak kayıplarıyla çıkmaktadır mücadeleden. Ama MESS’in tutumu bir başkadır. Bu sefer de bu başkalığı ortaya koymuş, bırakalım işçilerin ücretlerinde gerçek bir yükselmeyi pazarlık etmeyi, “Ne ücret yükseltmesi, 1989’da zaten enflasyonun çok üstünde ücret vermiştik, onu bu sefer geri alacağız” diyerek yüz kızartıcı bir tutumu benimsemekte, bunu da işçiler ve kamuoyu karşısında savunmaktadır. Bugüne kadar da, süren görüşmeler de ücret, olarak hiç bir teklif getirmemiş, idari maddelerde ise bir önceki sözleşmede, Körfez savaşı nedeniyle ertelenen grev koşullarında imzalanan sözleşmedeki idari maddeler aynen geçmiştir. Anlaşmazlık sadece ücretle ilgili maddelerde olup, MESS bu konuda, henüz bir teklif yoktur ama en iyimser tahminle bile “resmi enflasyon” kadar bir ücret zammının üstüne çıkmamak eğilimindedir.
Şu anda, burjuvazi ve proletarya açısından böylesi bir işkolunda yaklaşık 125 bin işçiyi kapsayan bir TİS görüşmesi yürümektedir ve MESS/Türk- Metal arasındaki görüşmeler anlaşmazlıkla sonuçlanmış olup, kısa bir süre sonra MESS ile Öz Çelik-İş ve Otomobil-İş arasında yürütülen görüşmelerinde aynı sonuca varması kaçınılmazdır. Yani bu en önemli işkolunda, önemli sayıda işçi greve gidecektir, ama ne devrimci demokratik kamuoyunda bir dalgalanma, ne de sınıfın öteki kesimlerinde metal grevine kulak kabartma vardır.
Kuşkusuz, bunun başlıca nedeni, metal grevinin, varolan sendikaların niteliğinden dolayı, salt ekonomik çerçevede yürüyeceği gibi, nihayet grev gözcülerinin grev yerinde olup, diğer işçilerin işyerine gelmemesinden ibaret resmi bir grev olacağı, belirli bir süre devam edip sonra “uygun” bir anlaşmayla grevin biteceği önceden bilindiğinden, diğer işçiler metal grevine kendilerinin de grevi olarak bakmamaktadır. Ama metal grevi, önceki örneklerinde de görüldüğü gibi, sendikaların ve birer birer işçilerin niyetlerinden bağımsız olarak, işçi sınıfı için bir başka işkolundaki grevden daha çok öneme sahip olacaktır. Çünkü metal işçilerinin kazançları, bir süre sonra öteki işçilerin de kazançları olurken, kayıpları da bir süre sonra diğer işkolları içinde kayıp olacaktır. Örneğin, metal sözleşmesi, resmi enflasyon düzeyinde bir ücret artışıyla bağıtlanırsa, diğer işkollarındaki ücret zamlarının da resmi enflasyondan daha yüksek olması pek beklenemez. Bu yüzden de metal işçileri ile MESS arasındaki mücadeleye devrimciler, demokratlar, ileri işçiler, işçi sınıfından yana sendikacılar gereken önemi göstermek, metal işçilerinin başarısı için üstlerine düşeni yapmakla yükümlüdürler. Ne var ki; metal işkolunda örgütlü bulunan her üç sendika da, bugün işkolunun işçi sınıfı mücadelesi için önemini bilmelerine karşın sınıfın başarısı; bunun için mücadelenin zemininin genişletilmesi,  diğer işkollarındaki mücadelelerle dayanışma, kapitalistleri dize getirmek için bırakalım sınıfı, kendi üyelerinin enerjilerini harekete geçirme gibi bir niyet içinde bile değillerdir. Dahası üç sendikanın da tekliflerinde öze ilişkin bir farklılık yoktur, ama bu üç sendika patron sendikası karşısına, birlikte oturamamakta, oturmamaktadırlar. Tersine her üç sendika da işi, işçilerin tepkisini asgariye indirecek yol ve yöntemlerle bağıtlama çabası içindedirler. Grevsiz, masa başında bu iş bitirilse iyidir, ama ‘illa greve çıkarsak da, kazasız belasız bu işi bitirmeliyiz’ hesabı içindedirler. Tek çekindikleri, işçilerin karşılayamayacakları kadar büyük bir tepki göstermesi, ya da sendika değiştirmeye varabilecek hoşnutsuzluktur.
Bugün metal işkolunda TİS mücadelesinin böylesi sessiz bir biçimde sürmesinin nedenlerinin en önemlilerinden birisi de, iki yıl önceki mücadele içinde öne çıkan işçi önderlerinin işten çıkarılması, son on yıl içinde mücadelenin yetiştirdiği önderliğin tırpanlanmış olmasıdır. Dahası işten çıkarmaların hedefini genişletilerek, keyfilik boyutuna çıkarılması, işten çıkarma kamçısının işçiler içinde terör estirecek boyutlarda kullanılmasıyla, “iş güvencesi olsun da ücret önemli değil” düşüncesinin işçiler içinde egemen düşünce haline getirilmesi için baskıdan propagandaya her yolun kullanılmasıdır.
İşçiler, yeni bir işçi kıyımı beklentisi içine itilmek istenmiş, bunda da başarılı olunmuştur. Ücret isteklerini aşağı çekmek isteyen sendikacı ve patronlar da bu beklentiyi kullanarak işçilerin karşısına “ya ücret artışı, ya işçi kıyımı” diye “Kırk katır mı, kırk satır mı?” ikilemiyle çıkmaktadır. Nitekim MESS patronları, “yüksek ücret”in karşılığının yüzde 20 işçi çıkarılması olarak tarif ederek, işçi istekleri üstünde baskı kurmaktadır.
Son iki yıl içinde metal işçileri, ERDEMİR’den Pancar Motor, Pakcart’dan, Beko’ya kadar pek çok işyerinde mücadele ettiler. Ama her yerde sadece işverenle değil, işverenle tam bir Uzlaşma içindeki sendikacılarla da savaşmak zorunda kaldılar. Bugün sözleşmeye oturan ve bir çırpıda idari maddelerde MESS’in “ricasını” kabul eden sendikacılarla yürütülen bu sözleşme ile belki de uzun sürecek bir greve çıkmaya hazırlanıyorlar.
Metal işçileri, (tabi diğer işçiler de) son 5-6 yılda gördüler; sendikal kazananların geri alınması ve yeni hakların elde edilmesi, doğrudan sınıfın eylemiyle olanaklıdır.(Direniş, grev, gösteri, sokak çatışmaları vb. gibi) Sermayedarlar doğaldır ki, koşullar kendileri için uygunsa, işçilere hiçbir hak vermemeyi, olanaklıysa verilenleri de geri almayı isterler. Bunun için örgütlenirler. İşçiler de, hem işverenlere, hem de kendilerini sık sık arkadan hançerleyen sendikalara dayatmacı bir tutumla taleplerini kabul ettirmek için, en az işverenler kadar örgütlü ve ısrarcı olmak zorundadır. Ama bu yetmez. Çünkü işverenler, aynı zamanda, düzenin egemen sınıfı olarak düzenin maddi (devlet güçleri, bankalar, diğer işverenler vb.) ve manevi (gelenekler, yasalar, burjuva ideolojisinin ve politikasının işçi sınıfı içinde etkinliğinden) yararlanırlar. O halde işçi sınıfının mücadelesi de, ekonomik çıkarlar için bile olsa, genel devrim mücadelesine bağlanamadıkça, sınıfın kendi ideolojisi ve partisinin politikası sınıf hareketini kucaklayamadıkça; işçi sınıfı hareketi burjuvazinin çizdiği sınırlar içine hapsolup kısırlaşmaya, giderek toplum içinde yarattığı heyecanı yaratamaz olmaya başlar. Bugün metal işçilerinin greve yaklaştığı şu günlerdeki durgunluğunu, diğer şeylerin yanı sıra, önderliğin mücadeleye damga vurmada yetersizliğinde, bir başka söyleyişle işçi hareketiyle sosyalist hareketi, işçi hareketiyle ulusal hareketi birleştirmede yetersiz kalmasıdır. Nitekim bu yüzden işçi hareketiyle son yıllarda yüksek bir performans gösteren ulusal hareket, birbirinin yükselişlerini basamak yapıp daha da yükselecekleri yerde birbirinin “rakibi” gibi, alçak olan yüksek olanın gölgesinde kaybolmaktadır. Örneğin Zonguldak sırasında Kürt mücadelesinin geride kalması gibi, sonraki aylarda da işçi mücadelesi, ulusal mücadelenin gölgesinde kalmıştır. Bugün metal işçilerinin greve doğru giden mücadelesinin kamuoyu gündemine gelememesinin bir nedeni de Kürt mücadelesinin yükselen eğilimi karşısında gölgede kalmasıdır. Bu iki mücadele demokrasi mücadelesi olarak birleşemedikçe de yığın hareketinin bu zaafı sürüp gidecektir.
Öte yandan son yıllardaki gelişmeler içinde, MESS içinde de ayrılıklar baş göstermiş, (Son iki yıl içinde MESS’e bağlı 100 işyeri, bu çelişki sonucu ayrılmışlardır. Bugün MESS’e bağlı 350 işyeri vardır ama ayrılan 100 işyerindeki işçi sayısı, ancak MESS’e bağlı işyerlerindeki işçilerin onda biri kadardır.) daha çok tekellere fason iş üreten, ya da bağımsız çalışan orta ölçekli işyerleri MESS’ten ayrılarak, sendikalarla kendileri görüşme yolunu tutmuşlardır. Bu tür kuruluşların MESS’ten kopmasında, MESS’in kasıtlı olarak, taşeronlaştırma vb. yoluyla sendikalaşmasında büyük patronlar için çıkar gördüğü tekellere fason üretim, yapan işyerleri olduğu gibi, sendikayla tek başına pazarlık yaptığında daha düşük ücret ve sosyal hak vereceğini, ya da sendikayı hepten aradan çıkararak işçilerle anlaşabileceğini uman patronlar da var elbette. Ama sorunun bu yanı kapitalistler arası çatışmayla ilgili olduğu için bu yazının konusunu ilgilendirmiyor. Ama burada şuna değinmeliyiz ki; sendikaların umursamazlığı ve sendikacılığı, işçi sınıfının örgütlenme eylemi değil, ticari bir iş gibi düşündüklerinden “masrafını kurtarmayan” işyerlerini örgütlemeye yanaşmamakta, ya da bir biçimde sendikasızlaşan işyerlerini yeniden kazanmak için çaba (sendikacının gözünde bu “masraf” demek) göstermemektedirler. Bunun sonucu olarak pek çok küçük ve orta düzeyde işyeri sendikasızlaşmaktadır. MESS’in de, küçük işyerlerini gözetmeyen, asıl olarak tekellerin çıkarım esas alan politikaları, bir yandan küçükleri ortadan kaldırmayı amaçlarken, öte yandan sendikaların da üye kaybederek güçsüzleşmesine neden olduğundan, MESS iki yönlü kazançlı çıkmaktadır.
Tek işveren sendikası MESS karşısında, işçilerin üç ayrı sendikayla çıkması, böyle bir konuda bile sendikaların ortak hareket etmeye yanaşmamaları (geçmiş yıllarda sendikalar daha yakın ilişki içindeydiler) MESS karşısında işçi tarafım zayıf düşüren, mücadeleyi zayıflatıp etkisizleştiren unsurlardan birisi olarak görülüyor. İster dinci-faşist, ister reformist, isterse “sözde sosyalist” olsun, bu üç sendikanın başına çöreklenen bir avuç bürokrat ağa da, şu andaki tutumlarıyla kendi çıkarlarım düşünmekten öte bir kaygı gütmedikleri anlaşılıyor. Onların tek kaygıları, işçilerin onların imza attıkları metne, bir başka sendikaya geçecek ya da yönetimi değiştirmeye kalkacak kadar tepki göstermesi. Bu tepki engellenecek gibiyse bir sorun yok demektir onlar için. Bu, bugün, politik görüşü hangi burjuva doğrultuda olursa olsun tüm sendika ağalan ve bürokratları için tek kaygıdır. Türk Metal’in, Öz Çelik-İş’in ağa ve bürokratlarının gözüne uyku girmez eden kaygı budur. Ama işçiden, emekçiden yana olduğunu söyleyen, iki lafın başı toplumsal refah, adalet, eşitlik, sömürüsüz bir dünyadan söz eden Otomobil-İş’in utangaç Çağdaş sendikacıları için (Önceki utanmaz Çağdaş sendikacılar bu çağdaş sendikacılık sevdası yüzünden devrildiklerinden olacak, çağdaş sendikacılığa karşı çıkan bir ekip olarak işbaşına gelen yöneticiler birden çağdaş sendikacı kesildiler. Ama şimdilik utangaç çağdaş sendikacılar) kaygı bir değil iki. Onlar sadece işçileri, ‘nasıl, imza atacağımız TİS’e razı ederiz’in yanı sıra patronların da TİS koşullarını nasıl yerine getireceğini düşünüp, kaygılanıyorlar.
Çağdaş sendikacılık, işçi sınıfının birliği için değil, onun burjuvazi ile uzlaşması temelinde burjuva ideolojisinin kitlelerin içinde yayılmasının bir biçimi ve en tehlikelisi olarak karşımıza çıkıyor. Burjuvazi, çağdaş sendikacılığın temellerini, Avrupa’da çağdaş sendikacılığın temellendiği toplumsal ilişkilere bakarak, hisse senetlerinin satışı ile KİT’lerin sermayesinin “tabana yayılması” demagojisiyle oluşturmaya çalışıyor. Sınıfın,    sadece üretimi gerçekleştirmek ve ücret talep etme ötesinde, işletmelerin sorumluluğunu da üstlenmelerini isteyen burjuvazinin, bu talebine çağdaş sendikacılar kulak veriyor. Çağdaş sendikacılarımız Avrupa’daki fikirdaşları kadar uygar olmadıklarından sınıfın “sorumluluğu”nu onları bile hayrete düşürecek noktalara götürüyorlar. Örneğin META sanayisi patronlarının, işletme mallarım satamıyor, zarar ediyor gerekçesiyle ücretleri ödeyememesi karşısında sendikacılar araya girerek şirket mamullerinin satışım işçilere yaptırıyor. Üretilen mallar işçilerin bulduğu müşterilere satılarak işletme “pazarını genişletiyor”, böylece işçilere, işletmenin mali sorumluluğuna da ortak olma zihniyeti aşılamakla kalmıyor, işçiler pratikte de sermayenin hizmetine koşuluyor. (Üretenler, sözde yönetenler durumuna getiriliyor.) Bizzat üretimi yapan işçi, aynı zamanda satış da yaparsa ve bununla da kalmayarak işverenin tüm banka borçlarını da kapatırsa, ücretini alabilecek! İşçi, bu durumda, sadece ideolojik olarak kapitalizme uşaklığa yöneltilmiş olmuyor, aynı zamanda “serbest rekabetçi pazarın” azgın sularında her gün can çekişen küçük ve orta kapitalistin yaşantısının olumsuz yanlarına da ortak ediliyor. Her işletmenin işçisi bir diğerinin rakibi olarak birbiriyle çekişecek ve sınıfsal birlik sorunu da, (çağdaş sendikacılar sınıfın birliğinden değil ama sınıflar-arası birlikten çok hoşlanıyor zaten) sınıflar-arası birlik, sınıf dayanışması sınıflar-arası dayanışma uğruna feda edilmiş olacak. Dahası sınıf ideolojisi ve sınıf siyasetini benimsemenin maddi koşulları tahrip edilmiş olacak böylece. Öyle görünüyor ki; META işyeri bu uygulamanın bir başlangıcıdır ve bundan böyle işleri iyi gitmeyen, ya da işleri iyi gitse de işçileri bu yönden de sömürmek isteyen patronların META’nın yoluna başvurmaması için bir neden yoktur. Otomobil-İş, daha şimdiden, işçi sınıfı adına ihanetini utanmazca geliştirerek, işçilere ait kooperatiflerde ve diğer sendika şubelerinde ve diğer işyerlerinde tüm işçilerin bu uygulamaya özendirilmesi yönünde geniş bir propagandayla birlikte bu girişimi destekliyor. Sendika, tüm şubeleriyle, işverenlerin pazar ağım oluşturma ve böylece işyerlerine bir anlamda “ortak” olmayı, işçi sınıfının çıkarı gibi göstererek, “modern sosyalizminin” yüzünü açıkça sergiliyor. İşçi sınıfı cephesinden olaya bakıldığında, işçiler, iş güvencelerini sağlayabilmek ve ücretlerini alabilmek için, daha çok çalışmak yanında, bir de, daha çok satmaya zorlanacak, ama buna rağmen dünya metal eşya piyasasının durumu eğer işletmenin devamım sağlamaya elvermezse, işçi, yine işinden olacak. (Burjuvaziyle bu “al gülüm ver gülüm” usulü mücadele aslında Paşabahçe direnişi sırasında Kristal-İş’in çağdaş sendikacıları tarafından sahnelendi. İşten atılanların geri alınması karşılığında dört vardiya çalışılması teklifi, aslında burjuvazi için sınıf uzlaşmacılığının olduğu kadar, bunalımın yükünün işçinin sırtına yıkılması için işçilerin gönüllü olmasının da yolunu açan bir girişimdi bu yüzden de Paşabahçe’nin deneyimli yöneticileri biraz nazlandıktan sonra, teklifin üstüne atladı. Ne var ki; Paşabahçe’nin gerçekten büyük işçi direnişlerinden birisi olması, en önemlisi de atılan işçilerin ilk kez geri alınıyor olmasının heyecanı içinde uzlaşmanın arkasındaki hinlik fark edilmedi. Bugün de benzer şeyler META’da yapılıyor. Patron borçlarını ödesin de işi düzelsin diye isçiler ve sendika elbirliğiyle bir kapitalist işletmenin pazarlamacılığına soyunmuş durumda. Patronların zor günlerinde arayıp da bulamayacağı sendika ve sendikacılık böylesi.)
Evet, 100 bini aşkın metal işçisi, büyük olasılıkla uzun bir grevle yüz yüze. Üstelik de oldukça olumsuz koşullar altında bir mücadeleye atılacaklar. Olumsuzluk sadece son 10 yılın işçi önderlerinin yakın geçmişte işten atılması sonucu önderlik eksikliğinden değil, bunun yanı sıra sendikacıların grevi yasalara uygun hale getirmek için, işçileri elden geldiği kadar grev ve grevin sorunlarından uzaklaştırarak onları kahve köşelerine itmesinden de gelecek.
Olumsuzlukların aşılması için her iş kolundan ileri işçilerin sendikacıların, devrimcilerin, komünistlerin metal işçileriyle dayanışmasına ihtiyaç vardır. Elbette bu ihtiyaç, bütün işkollarında vardır, ama koşullarım göz önüne aldığımızda metal işçilerinin bugün bu dayanışmaya daha çok ihtiyacı vardır. Her şeyden önce işçiler, işyerlerinde oluşturulacak grev komiteleriyle kendi birliklerini sağlamanın yolunu bulmak durumundadırlar ve grev komiteleri, işyeri ve işyeri dışında her yerde grevin heyecanı içinde tutmak zorundadır. Bunu başarmak içinde grev komitelerinin sadece işyeri çevresinde değil, bütün kente yayılmış işçilerle bağ içinde olması için yaygın ilişkilere sahip olması için, bölgedeki devrimci demokrat güçlerle de ilişki içine girmesi gerekecektir. Böylece on binlerce işçinin grev heyecanının birleşmesi ve bugünkü sessizliğin ve sendikacılara boyun eğmenin yerini mücadele isteği alabilecektir.
70’li yıllardaki MESS grevlerinin de, o günün koşulları çok uygun olmasına karşın, sendikacıların grevci işçileri köylerine kentlerine göndererek, limon satmaya teşvik ederek grev yerinden uzaklaştırdığı, grevi sadece bir çalışmama eylemine indirgemeyi başardığı göz önüne alınırsa, bu gün bu tehlike çok daha fazladır. Ama bugün komünistlerin sınıf hareketine yaklaşımının o günküne göre daha farklı ve bugünkü sendika bürokrasisinin o günküne göre sınıfla birleşmenin önünde daha az engel teşkil ettiği düşünülürse, büyük sanayisi kentlerindeki metal grevinin gerçek bir greve benzeme olanağı vardır. Dahası, metal işçilerinin komünizme, kendi partilerinin çizgisine kazanılması için de geniş fırsatların çıkacağı unutulmaması gerekir.
Gelişmeler bir metal grevinin ihtimalinin yüksek olduğunu göstermektedir, ama bu grev hemen yarın başlamayacağına göre bugünden de yapılacak pek çok şey vardır. İş yerlerinde TİS komitelerinin oluşturulması ve bunların grev komitelerine dönüştürülmesine yönelinmesi; grev olsun ya da olmasın ortaya çıkan ve çıkabilecek sorunların göğüslenmesi için işçilerin hazırlanması ve en önemlisi de bir grev durumunda bütün işçilerin grevi tüm heyecan ve sıcaklığı ile yaşaması, grevin gerçek bir savaş okulu olması için gerekli hazırlığın yapılması. Bütün bunlar az çok yerine getirilmeden günümüz koşullarında bir grevin başarı şansı yoktur. Ama on binlerce işçinin gücünü bir araya getiren bir grevin de aşamayacağı engel yoktur.

Ekim 1992

Güney Kürdistan, Türkiye Ve Uzlaşma Eğilimleri Üzerine

Kuveyt Savaşı”, herkesin gözleri önünde yaşandı, Emperyalizmin medyası, başta CNN, özellikle bölge ülkelerindeki uşak ruhluların cansiperane çabalarıyla Amerikan saldırganlığının “meşru ve haklı zeminini” oluşturmada başarısız sayılmazdı. Okyanus ötesinde ölen kuş görüntülerinin Saddam’ın Körfez’e petrol pompalamakla ne denli zalimce davrandığının kanıtı olarak sunulup kullanılmasına varana dek, asparagas dahil her türlü yöntemden yararlanarak basın yayın araçları, radyo, TV, gazeteler harıl harıl çalıştılar. Saddam insanlık düşmanıydı, faşistti, zamane Hitleriydi.
İletişimciliğin kara uçlu oklarının yeraltı tanrısı Hedes’in, karanlıklar ve kötülükler diyarının okları geldi. Bush, J. Baker, General Schwarzkopf taşıyordu okları ve oklar Amerikan sanayinin ürünüydü. Tanrılar artık yeryüzüne iniyordu. Gökleri ve yeraltını tüm zenginlikleriyle, yeni yeryüzü tanrıları ele geçirmekteydi. Kavramsal kabuk kırılmaktaydı; tanrılar nesneleşiyordu. Tanrı fikri, yerini madde olarak tanrılara bırakıyordu. İnsanlığın gelişme süreci içinde önünde diz çökülen ağaçlar ve hayvanlardan, önce Olimpos’a, sonra daha yukarılara, göklerin yedi kat yüksekliklerine fırlatılan tanrılar, yüzyılın başından bu yana giderek daha çok Washington’u mesken tutmaya başlamışlar, “Sovyet tanrı”nın ölümünden sonra, henüz Alman, Japon, Fransız tanrılar rüştlerini tam ispat edememişken, Pentagon’a iyide iyiye yerleşmişlerdi. Korku salıyorlardı çevrelerine, tüm dünyaya yıldırımlar yolluyorlardı. Patriotler, Curuislar olarak “münafıklar”ın, Amerikan yıldızının gücüne inanıp biat etmeyenlerin üstüne. Ama tam da tanrılara yakışırcasına “mutluluk” ve “huzur” da yayıyorlardı çevrelerine. Güçleriyle çekim merkezi oluyor, inanlarının sayılarını durmaksızın artırıyorlardı. Kavrayış ve dünyayı değiştirici maddi etkinlik güçleri zaaflı olan kendi güçlerine inanmayan, dünyayı henüz kendi dünyaları olarak açıklamayanlar bu yeni tanrıların gücünden etkileniyor, kah korkuyor kah bu gücün kanatları altında kendileri için daha huzurlu bir yeryüzü cenneti hayal ediyor, inanarak ya da ruhunu satarak tanrıların “yeni dünya düzeni”nin tamamlayıcı parçaları olmaya, uyum sağlamaya veya doğrudan işbirliğine yöneliyordu. Tanrılarsa “insanlar”la oynayıp duruyorlardı. Kendi vahiyleri, kendi yönetsel politikaları, yani kendi çıkarları tümüyle kabul edilip inananlarına dağıttıkları “lütuflar” şükürle karşılaşıncaya dek.
Yarı-isyankâr bir turumla “ben de olmalıyım” deme gafletinde bulunan Saddam, kurulmakta olan yeni tanrısal düzenin tekerine çomak sokmuş oldu. Yalnızca Amerikalı tanrıların yeraltının petrolünü sahiplenme kaygısının değil, başka muhtemel isyankar “kafirlere ibret olması yaklaşımının da kurbanı oldu, cezalandırıldı. Güç gösterisinden ibret alanların sayısı ise hiç de az olmadı. İyi bul” olmanın “muhtarlık” ya da “yerel yöneticilik” gibi imtiyazları peşinde ya da korkarak, yaltaklanarak veya bir takım sınırlılıklarla malul inanışları gerçekleştirmenin başka yolu bulunamayarak üretilen eklektizm ve uzlaşma labirentlerine sıkışarak kafalarda yaratılan yeni tanrı fikri ve onun “yeni düzeni” önünde diz çökme, bunun maddi ve manevi yönleriyle içselleştirme ya da bu duruma uyum sağlama tutumu, öyle hal aldı ki, artık akılcılıkla özdeşleştiriliyor. Sol ve para-Marksist kökenden gelenler “değişiklikler11 i ideoloji düzeyine yükselterek ve bir yeni-pozitivist yola girerek, milliyetçi ya da kozmopolitist diğerleri ise birinciler tarafından da sahiplenilen yeni bir “güç ideolojisi” geliştirerek “yeni düzen” adı takılmış olan yeryüzü cennetini dolduruyorlar. Onlara yaşamın tüm alanlarında rastlıyoruz. Eskileri bir yana bırakıp yenileri sayarsak, eski Sovyetlerin yeni “fatihleri”nden Bozkurt burjuvalarımızdan TV’lerdeki “ardıç kuşları” ve Köyağalarına,  güzide basınımızdaki Altanlar’dan Çandarlı beyine, “çağdaş” sendikacılarımızdan TKSP’nin Burkay’ına, diplomatça ilericiliklerini hala elden bırakmayan Arafat ve Talabani’den eski demokratik profesörlerimizden Erdal Bey’e, eski “sol kanatçı” Baykal’dan yeni “sol kanatçı” Gürkan’a, Türkeş’e yakınlaşan Ecevit’ten babasının yürüdüğü yolda daha ilerilere adımlar atan Barzani’ye kadar ve hatta Akçam’dan “Çıplak Kralcı Yol”culara kadar her türü günümüzün “ünlüleri” arasında.

***
İran-Irak- Türkiye üçgeninde diğer sorunları ve çözümlerini de etkileyen en temel sorunlardan biri Kürt sorunu. Ve Ortadoğu’da “yeni düzene kuruluşu, Kürt sorununun uygun şekilde çözümü olmadan olanaksız. Bir diğeri olan Filistin sorununun görece yatıştığı bugünlerde olanca ağırlığı ile kendisini hissettiren Kürt sorunu kilit sorunu durumunda.
Kuzey Irak’ta, Irak Kürdistan’ında sorunun çözümü amacıyla belirli bir yönde adımlar atıldığı biliniyor. Bugün Irak Kürdistan’ında, yapılan seçimlerle oluşturulan parlamentosu, hükümeti, re-organize edilerek düzenli ordu olarak örgütlenmesine girişilen askeri güçleri ile girişimcilerince hala devlet olmadığı söylenen ama devlete pek fazla benzeyen bir yapı var.
“Yeni Düzen”, kırıp dökerek de olsa öyle hemen paldır küldür kurulamıyor. Hesaba katılması gerekli, bu “düzen’\n çeşitli ayaklarını şimdiden oluşturan çok sayıda faktör var çünkü. Kürt sorunu ve alacağı şekil, örneğin hemen tüm bölge ülkelerini yakından ilgilendiriyor. Bu ülkelerde üstelik silahlı Kürt ulusal güçleri ve önemli bir Kürt varlığı bulunuyor; şu ya da bu türden çözüm bu nedenle bu ülkeleri doğrudan etkileyecek.
Başlangıçta özellikle Türkiye ve İran’ın şiddetli muhalefetini çekmemek amacıyla “yeni düzen’in Irak’ın “toprak bütünlüğümü hedef almadığı açıklana-geldi. Amerikalı patronlar Irak’ın toprak bütünlüğüne kesinlikle ilişilmeyeceğim, yalnızca “kanlı katil” Saddam’ın devrilmesini hedeflediklerini ileri sürdüler uzun süre. Bunda bölge ülkelerinin “alınganlık”larının olduğu kadar “demokrasi” görüntüsü ve “uluslararası hukuk ilkeleri” aldatmacasının da payı oldu. Dünya kamuoyu Irak’a değil Saddam’a karşı seferber edilebilmişti ve sözde uluslararası hukuk normlarına uymayıp onu Kuveyt’ dolayısıyla çiğneyen Saddam cezalandırılacaktı.
Ancak, Saddam beklenenden güçlü çıktı ve Irak’ın yıkıntıları üzerinde bile “görevi” Saddam’dan devralacak, Irak’ın “toprak bütünlüğünü” yeni koşullarda devam ettirmeye aday yeterince güçlü ve örgütlü bir birleşik muhalefet oluşamadı. Yenilmiş ve kolu kanadı kırılmış Saddam’ı ne bir darbe ne de ayaklanmalar yoluyla devirebilecek bir muhalefet oluşmadığı gibi, iç hesaplaşma için görece kendi haline terk edilen Irak’ta Saddam, Kuzey ve Güney’de baş gösteren “karışıklıkları güç kullanarak kendi lehine çözme yolunda kanlı adımlar atmaya başladı. Güney, yatışma yoluna girerken Kuzey’de Kürtler kitlesel göçlerle Saddam zulmünden kurtulmaya yönel diler,  Amerikalı,  Kürtlerin gönlünde taht kurabilmek tanrı katına yükselebilmek için, önce Saddam’a karşı ayaklanmaya teşvik ettiği Kuzey’i bir süre kendi kaderine terk etmiş gibiydi. Sonra “kurtarıcı” olarak ortaya çıktı. Saddam 36. paralelden kuzeye geçemeyecekti ve “Yasasın Amerika” sloganlarıyla bağırlara basıldı. Yalnız zorla, güç kullanarak tanrı olunamazdı; “esirgeyici” ve “kurtarıcı” da olmak gerekliydi. Ölümlerden ölüm beğenmek durumumla bira kılan Kürtler kanatları altına sığınılacak güç olarak Amerika ve onun “yeni dü2eni”ni gördüler. Bu durum, sıradan Kürt insanının kafasında “dost Amerika” imgesini mecburi ya da yanılsamalı bir biçimde yar etmeye götürürken alet olmaya yatkınlaştırıcı bir süreçten gelme ve uygun konumlara sahip kişi ve kuruluşların işbirliğine yönelmelerine olağanüstü uygun koşullar sağladı. En son 75’de bugünkü Barzani’nin babası Molla Mustafa’yı yüzüstü bırakarak satan Amerika’dan “kurtarıcılık” ummaya
Kürt halkı başka türlü kolay kolay “ikna” edilemezdi. Ve yine herhangi Amerikan işbirlikçileri emekçi halk tarafından bu denli kolay kabul edilmez, peşinden yürünmeye devam edilmezdi.
Irak Kürtleri Kuzey Irak’ta yaratılan “güvenlik bölgesinde Amerikan emperyalistlerinin yalnızca denetiminde değil aynı zamanda yol göstericiliğinde, kesinlikle “Irak’ın toprak bütünlüğünü zedelemeden” ve yine kesinlikle “devlet kurma anlamına gelmeden” devlet kurmaya yöneldiler.
Amerikan düzeni’nin bir ayağı yere basmaya başlamıştı.

ABD TÜRKİYE’Yİ GÖZETİYOR
Ancak Amerikan emperyalistlerinin stratejik yönelimi yalnızca Kuzey Irak’ı değil tüm Ortadoğu’yu denetlemek, Kürtleri bu denetimden gerçekleşmesinin bir aracı haline dönüştürürken Türkiye ve Körfez ülkelerinin “gerçekleştirici” rolünü değerlendirmeyi sürdürmek, onları “yeni düzen”in kuruluşunun ateşli taraftarları olarak elinde tutmaktı. Üstelik “yeni düzen” Ortadoğu’yla sınırlı bir yönelim, değildi ve Türkiye, örneğin Kafkaslar ve Orta Asya, “yeni düzen” için de gerekliydi büyük patrona. Kesinlikle gözden çıkarılamaz, Kürtlere ilişkin kaygılara görmezden gelinemez, uygun araçlarla “ikna”sından kaçınılamazdı.
Kuşkusuz Türkiye’de de Amerikan tanrının inananları vardı ve onlar Ortadoğu’da kurulmakta olan “yeni düzenin” etkili kurucuları ve söz sahipleri arasında olmak, dışlanmamak peşindeydiler. Çandarlı beyi gibileri ve en başta Özal, bu konuda gereken dikkati gösteriyorlar, Irak Kürdistan’ı himayeciliği tutumunu geliştiriyorlardı. “Kürt koruyucusu” Çekiç Güç bu çerçevede kabul edildi ya da ettirildi Türkiye’nin egemenlerine. Amerikan emperyalistlerinin global çıkarları Irak Kürtlerine nasıl “Kürt koruyuculuğu” olarak sunulup benimsetilmişse Türklere de “ulusal çıkarların Amerika ile işbirliğini gerektirdiği”, ancak bu durumda pastadan, yeterli payın alınabileceği ve “Yeni Düzemde ikinci dereceden de olsa söz sahibi olunabileceği “gerçeği” ileri sürülerek benimsetiliyordu. Ama Türkiye’nin “Kürt fobisi” öyle kolay kolay üstesinden gelinecek gibi de değildi.
Amerikan işbirlikçisi Iraklı Kürt şefleri, Amerika’nın teşvikiyle Türkiye’ye garanti üstüne garanti vermeye başladılar. Başta Özal tüm belli başlı Türk yetkili egemenleriyle görüşmelerinde kendilerinden zarar değil yarar gelebileceğini kanıtlama uğraşı içine giren Barzani ve Talabani Türkiye’den ihtiyatlı bir kabul görmeyi başardıkları gibi T.C pasaportu sahibi de kılındılar.
Barzani daha geleneksel bir politikacıydı, Daha az modernize olmuştu. Kuzey Irak’a yönelik Türk sıcak takiplerini, Türkiye’de olduğu gibi hedef gözetmeyen bombalamaların, onlardan en büyük payı alan sivilleri, Güney Kürdistan’lı emekçileri Türkiye karşıtı ve radikal bir çizgiye iterek örneğin PAK’ı (Partiya Azadiya Kurdistan) güçlendirmesi nedeniyle eleştirmenin ötesinde Türkiye ile tam bir işbirliğine yönelmişti. Üstü örtülü bile olmayan bir politika izliyor, PKK ve kamplarına saldırıyor, Türk Silahlı Kuvvetleri ve korucularla birlikte PKK’ya karşı ortak harekâtlar düzenliyordu, Talabani biraz mürekkep yutmuştu, daha diplomatik bir konumdaydı. Barzani’den özünde farklı olmayan konumunu değişik sunuyor, manevra alanım geniş tutmaya uğraşıyordu. Türkiye’nin himayesinde, “federasyon” vb. biçiminde Türkiye’ye ilhak olmuş bir Güney Kürdistan fikrini açıktan savunma noktasına vardırıncaya kadar Türklerle işbirliğini savunurken gerektiğinde kullanmak üzere PKK ile tüm köprüleri atmıyor, yüzü gizlenmemiş bir Kürt hain konumuna girmekten kaçınmaya çalışıyor, daha “ince” bir ip üstünde oynamaya uğraşıyordu. Bu “incelikler” arasında örneğin HEP’i PKK yatıştırıcılığına yönlendirme, “sivil ve demokratik çözüm” adı altında biçimi tartışılabilecek bir Amerikan barışına yine HEP’i ikna ederek aracılığını sağlama gibi girişimler sayılabilir.

BÖLGESEL PLAN VE İLİŞKİLERDE DEĞİŞMELER
Barzani’yle Talabani Ağustos ayı içinde Amerika’daydılar. İlk kez ABD’de resmen kabul edildiler. Bu ziyaretin hemen ardından gelişen olaylarla birlikte ele alındığında, gerek Amerikan emperyalistlerinin bölgeye ilişkin planlarında gerekse bölgesel güçlerle ve onların birbirleriyle ilişkilerinde belirli bir değişildik açık olarak gözlenebiliyordu.
1- Saddam ABD ve İngiliz, Fransız müttefiklerince daha bir sıkıştırılıyor, “Irak’ın toprak bütünlüğü” masalına son verilerek bu ülkenin fiili parçalanmışlığı Saddam’a 32. paralelin güneyi de yasaklanarak geliştiriliyor, aynı zamanda da pekiştiriliyordu. Saddam’ın muhalif güçlerce devrilmesi politikası iflas ettikten sonra Amerikan desteğiyle ancak varlığım koruyabilme durumunda olabilen Irak Kürdistan’ı bu haliyle de Irak’ın “demokratik” dönüşümü için yeterli bir güç oluşturmayınca “Saddamsız demokratik Irak” hedefi hemen tümden devreden çıkarılıyor, Güneyden Şii Araplar aracılığıyla da Saddam’ın Irak’la birlikte gündem dışına itilmesi için yeni bir zorlamaya girişiliyordu. Bu, Kürt sorunu açısından kukla devletleşmenin bölgede “yeni düzen” çerçevesinde zemininin sağlamlaşmasında atılmış bir yeni adım oluyordu. Bölgede bir Kürt devleti artık saptanmış verilerden sayılmaya başlanmıştı.
2- Türkiye’nin “Irak’ın toprak bütünlüğünün korunacağı”, “Irak’ın parçalanmasına karşı olunduğu” vaat ve açıklamalarıyla yatıştırılan “bağımsız Kürt devletine ilişkin kaygıları, 32. paralel yasağıyla Irak’ın parçalanması kuvveden fiile geçirilerek ikinci plana iteklendiğinde Türkiye Irak’ta bir Kürdistan dayatmasıyla karşı karşıya kalıyordu. “Büyük patron” şimdilik biçimi belirsiz de olsa bir Kürt devletini gündemine almıştı, Türkiye emrivaki yapıyordu. Ama Amerika yinede büyük patrondu, ne de olsa küçüklüklerini gözetiyordu. Talabani ve Barzani, ABD dönüşü talimatla Türkiye’ye uğradılar, kendilerinden Türkiye’ye hiçbir zarar gelmeyeceğine dair garantilerim yinelerken, PKK ve radikal çözümlere karşı onun yanında yer aldıklarını ve alacaklarını açıkladılar. ABD onlara da “Türkiye’siz olmaz” demiş, Barzani ve Talabani piyonlarını Türkiye ile koordineli davranmaya yöneltmişti.
Türkiye’nin dikte ettirilen yeni durumu reddetme gibi bir alternatifi yoktu, Boğazına kadar Amerikan emperyalizminin Ortadoğu ve Asya’ya yönelik hesapları ve uygulamalarının içindeydi, bir dizi rol üstlenmişti;    büyük Türk burjuvazisi kendi çıkarlarını tümüyle Amerika’nın emperyalist çıkarlarının gerçekleşmesine bağlamıştı, “yeni düzen”de ancak böylelikle kendisine iyi ve verimli bir yer tutabileceği düşünce ve pratiğiyle     “büyük patron”un yaklaşım ve girişimlerini tartışabilecek en küçük bir olanağa sahip değildi. Emperyalizme bağlanmanın sonu yoktu, olmayacak.
3- Üstelik Talabani aracılığıyla ABD Türkiye’nin önüne yağlı bir kemik de atmıştı: “Türkiye’ye ilhak”! Bunun anlamı açıktı. Belki Türkmenler üzerinden, belki başka bir yolla Kerkük-Musul ve dolayısıyla bir miktar petrol Türkiye’nin hanesine yazılacaktı. ABD, kuşkusuz böyle yağlı bir parçayı tümden elden çıkarmayacaktı, ancak Türkiye’ye belli bir pay kalacağını belli ediyordu, “Büyüklük”ün şanındandı!

TÜRK DEVLETİNİN ÖNÜNDEKİ İKİ SEÇENEK! UZLAŞMA. YA DA KİTLESEL KIRIM
4- Türkiye’nin kukla da olsa bir Kürt devletinin Kuzey Kürdistan’ı etkileyeceğine ilişkin kaygıları ayrıca bir çek hesabı açılarak da giderilmeye çalışılmıştı, ABD Kongresi’nde Ortadoğu uzmanı bir CIA ajanının söyledikleri ilginçti. Gerçek Dergisi’nde bu ajanın Türkiye’nin PKK’ya ilişkin “haşin politikalarının anlayışla karşılanacağını” açıkladığı bir söyleşi yayınlandı. ABD de PKK’sız çözümü tercih ediyordu. PKK faktörünün devreden çıkarılması için “haşin politikalar” hoşgörüyle karşılanacaktı, ama insan haklarına da dikkat etmeliydi! İnsan hakları kuşkusuz laf olmaktan öteye gitmeyecekti. Gerçek olan, sert anti-PKK politikalara tepki gösterilmeyecek olması ve Barzani ile Talabani’nin de Türkiye’nin bu politikasıyla koordine-li ve uyumlu davranmaya sevk edilmesiydi. Türkiye’nin Kürdistan’da Şırnak’la birlikte giriştiği son atak aynı zamanda Amerikan kaynaklıydı da.
Türkiye Kürdistanı’nda sıradan askeri çözümler olanaklı olmaktan çıkmıştı. Silahlı çatışmalar yoluyla gerillaya son verilmesi ihtimali kalmamıştı. Şırnak’la birlikte kitlesel pasifikasyon ve kırım politikası uygulamaya kondu. Kürt halkı ayaklanma halindeydi ve başkaldırı büyüyordu. Sıradanlaşan zorbalık uygulamalarıyla ancak başkaldırı ateşine benzin döküldüğü görüldü. Kitlesel imha politikası pasifikasyonla birlikte Kürt halkının umutlarının kırılması, büyük boyutlu katliamlarla boyun eğmeye yöneltilmesi sonucunu verebilirdi.  Bu denenmeye girişildi. En uzlaşmacı insanların bile üzerine kurşunla gidilip hiç bir uzlaşmaya yer olmadığı görüntüsü yaratılarak yaygın olarak uygulamaya sokulacak kitlesel katliamlarla Kürt halkının radikal PKK çizgisinden, onun çıkar yol olduğundan umut kesmesi sağlanmaya çalışılacaktı. ABD bu konuda Türkiye’nin elini serbest bırakmıştı. Radikalizmin ezilmesi ve halka esaretin kabul ettirilmesi politikasının başarısına bağlı olarak Kürtlere bazı haklar tanınabilir, Talabani’nin “ilhak” ya da “federasyon” planı ancak bu durumda burjuvazi açısından uygulanma şansı bulabilirdi. Bu politika denenmeden ABD Türkiye’ye uzlaşmayı, diyalog politikasını dayatmama büyüklüğünü de gösteriyordu! Diyalog ve uzlaşma, Kuzey Kürdistan’da ulusal hareketin ezilmesi temelinde Amerika ve Türkiye ile işbirliğini, uşaklığı benimseyebilecek, tırmandırılan gerici şiddet karşısında daha şimdiden benimsemeye başlamış kuklalarla gerçekleşebilirdi.
Kitlesel imha politikasının da para etmemesi durumunda geçilebilecek ezilemeyen Kürt ulusal güçleriyle uzlaşma politikası ise, inisiyatifin Türkiye’nin elinden çıkması anlamına gelecekti. Böyle bir uzlaşmayı açık bir müdahaleyle doğrudan ancak Amerika sağlayabilirdi.
CIA ajanı bu ihtimalin de sözünü ediyor, PKK’sız çözümü tercih etmelerine karşın PKK’lı çözümün de kabul edilmek durumunda kalınılabileceğini belirtiyor.
Bugün, tercihler ve öncelikler bir yana bırakılırsa emperyalistlerin Kürt sorununa ilişkin tek boyutlu bir politikasından söz edilemeyeceği açıktır. Onlar şimdiden tüm ihtimalleri göz önünde tutarak bütün atlara oynuyor, tümüyle açık yada örtülü, doğrudan ya da dolaylı görüşmelerde bulunuyorlardı. Türkiye’de de çeşitli görüşler mevcut. Hak verme-uzlaşma eğilimli yaklaşımlar yanında izlenen politikaya yön veren sertlik-yok etme eğilimi esas yaklaşımı oluşturuyor. Örneğin Demirel uzlaşma ve görüşmelerin sözünün bile edilemeyeceğini söylüyor. Kesin olan şu ki, hiç bir ülke, hiç bir burjuvazi tüm geleceğini tek yönlü bir tutuma, yalnızca bir politikaya bağlamaz. Daima yedekte alternatif tutum ve politikalar bulundurulur. Sorun öncelikler sorunu olarak belirir ve koşullara ya da politika dikte ettiricilerin çıkarlarına göre farklı politikalar gündeme alınır. Bu, belirli bir politika adına tüm diğer yaklaşımların reddedildiği dönemler açısından da böyledir. Türkiye Kürt sorunu açısından bugün böyle bir dönemi yaşıyor.

HEP’TE UZLAŞMACILIK VE ABD BAĞLANTISI
5- HEP’e ilişkin yaklaşımlar bunu doğrular niteliktedir. 2. Olağanüstü Kongresi öncesinde beş HEP’li sudan ve göstermelik bir gerekçe ile ABD’ye davet edilmişlerdi. ABD tüm alternatifleri gözeten tutumuna bağlı olarak HEP’le ilişki kurmak istemiş, bunu, resmileştirmeden, geleneksel CIA yöntemini kullanarak gerçekleştirme yoluna gitmişti. “Kültürel amaçlı” geziler böyle bir amaç için biçilmiş kaftandı. Ve kuşkusuz ABD bu daveti, zamanı geldiğine inandığında yapmıştı.
Türk hükümetinin izlemeye yöneldiği, aynı zamanda Kürt kitlelerini hedef alan pasifikasyon Ye imha politikası, henüz kitleler açısından olmasa bile en zayıf unsurlar açısından umutsuzluk belirtilerine, tutunacak dal arama, geleneksel büyük güçlere bel bağlama eğilimlerinin palazlanmasına, uzlaşma arayışlarına yol açmaktaydı. Amerikalılar bu yönüyle eğilimleri yoklamaya başlamışlardı, basına sızmayan ağlantılar içindeydiler ve görüş alışverişinde ulunuyorlardı. Bir de yarı-resmi denebilecek bir biçimde HEP milletvekilleri ve üyelerinin daveti aracılığıyla bağlantılarını sistemleştirmeye yöneldiler.
PKK dışı çeşitli Kürt grupları içinde uzlaşma eğilimi, örneğin TKSP ve Burkay’ın Çekiç Güç’ü onaylama ve Amerika ile işbirliğine hazır olma tutumu belirgindi. Son zamanlarda uzlaşma arayışları gelişmekteydi. HEP milletvekilleri, görüşme ve uzlaşma önerileri devlet tarafından kabul görmeyince dönüp Abdullah Öcalan’la görüşme ve onu silahları bırakmaya ikna tutumunu geliştirmeye yöneldiler. Örneğin Orhan Doğan TV’de Cindoruk’la tartışmasında sorunun HEP aracılığıyla çözülmesini önerirken, HEP’in gözetilmesini, itilip kakılmamasını istedi. Aksi takdirde PKK güçlenecekti. Bu ve benzeri açıklamalar aslında alttan alta başlayan bir HEP-PKK sürtüşmesinin in göstergeleriydi. Ama sorun örgüt tartışmasının ötesindeydi; tartışılan, hangi politikanın izleneceğiydi. ‘Siyasi çözüm” ile ifade edilen uzlaşma politikası mı yoksa “askeri çözüm” ile ifade edilen mücadeleyi sürdürme politikası mı?
HEP gerçi özellikle çeşitli devrimci gruplarla ilişkilerini gözeterek “devrim” ve “sosyalizm” gibi sözcükler kullanmaktadır; ancak ürettiği gündelik politikalarda hiç de devrim ve sosyalizm perspektifiyle davrandığı söylenemez. Belirli ulusal taleplere sahip çıkıp propagandasını yapan HEP hemen tümüyle bununla yetinmektedir. Ulusal hareketin yasallaşmasında kuşkusuz bir rol üstlenen HEP’in temel zaafları arasında iki tanesi başa gelmekledir. HEP emperyalizme, özellikle Amerikan emperyalizmine hemen hiç eleştiri yöneltmemekte, uğraş alanı içine emperyalizmle mücadele girmemektedir, İkincisi ise, ulusal hareketin ayrışmamış bir partisi olan HEP Kürt toprak beyleri ve burjuvalarından emekçilerine kadar geniş bir yelpazenin ulusal taleplerini savunmakta, ancak Kürt sömürücülere ve gericiliğine karşı yi ne herhangi bir eleştiride bulunmamaktadır. Emperyalizm ve gericilik karşısına tavırsızlık kuşkusuz uzlaşmacılığa kaynaklık etmekte, O’nu ulusal hareketin yönelimi açısından da uzlaşmalar arayan bir tutuma yöneltmektedir.
Talabani, HEP’in uzlaşmacılığını geliştirme yönüyle de faaldir. Türkiye’ye son gelişinde HEP’in yeni yöneticileriyle görüşen Talabani, onları hem Apo’yla görüşüp “bir yıllık silah bırakma”ya ikna için teşvik etmiş hem de bu “bir yıllık süre” içinde karşılıklı olarak atılmasının haklı hale geleceğini söylediği adımların Kürt sorununun çözümünde temel bir çıkış oluşturacağı propagandasıyla uzlaşmacılığa güç toplamaya girişmiştir. Sertleşen baskı ve zorbalık koşullarında Talabani’nin bu çabalarının belirli ürünler vermesi doğal görülmelidir. Doğaldır, çünkü HEP bu çabaların ürün vermesi açısından elverişli bir görünüm arz etmektedir.

PKK VE UZLAŞMA ZEMİNLERİ
PKK’ya gelirsek… PKK ulusal hedeflerde “özerklik”, “federasyon” gibi taleplere geriletilmeye hazır bir görüntü vererek bir uzlaşma eğilimi de sergilemekte ve bunu taktik nedenlere bağlamaktadır, Bu, silahlı mücadelenin devleti bir uzlaşmaya zorlama hedefine bağlandığı yorumlarına belirli bir haklılık kazandırsa bile, yine de PKK’nın devlete karşı oldukça uzlaşmaz bir mücadele yürütmekte olduğu söylenmelidir. Bu mücadele devletin temellerine, ekonomik ve sosyal sisteme yönelik olmamakla birlikte siyasal olarak onu hedeflemektedir. Ancak benzer bir mücadeleci tavrın emperyalizm ve özellikle Amerikan emperyalizmine karşı tutum açısından ileri sürülebilmesi olanağı bulunmuyor. PKK örneğin Barzani ile Talabani’yi Amerikan emperyalizmiyle işbirliği içinde olmaları dolayısıyla değil, Türkiye ile ilişkiler geliştirmeleri dolayısıyla eleştirmektedir. Onun gözünde “ulusal hain” yalnızca sömürgecilikle, yani Türkiye ile işbirliğinin tanımıdır. Emperyalizmle işbirliği aranması ve gerçekleştirilmesi, Kürt ulusal davasına ihanet olmamakta, tersine “büyük politika” olarak düşünülmektedir. Oysa özellikle Amerikan emperyalizmiyle şu ya da bu türden bir ilişki
içinde olmadan, Kürt ulusal hareketinin herhangi bir sonuca ulaşması olanaklı değildir. Amerikan emperyalizminin bölgeye ilgisi göz önüne alındığında ulusal hareketin belirli bir çözüme yönelebilmesi, mutlaka ABD’yi yanma ya da karşısına almasını zorunlu kılmaktadır. Yalnızca Türkiye ile sınırlı bir perspektifin yetersizliği, sadece teorik değil pratik açıdan da yakıcı bir biçimde kanıtlanmaktadır. ABD, “koruyucu” kisvesi altında bölgededir. Yalnızca Türkiye’nin de değil, genel olarak bölge gericiliğinin arkasındadır, destekçisidir. Bölgede Türkiye’nin çıkarlarından, kuşkusuz ki daha çok Amerikan çıkarları yön verici ve geçerlidir. Nasıl Türk burjuvazisiyle ya birlikte ya ona karşı olmadan Kürt sorunu çözülemezse, bundan daha fazla geçerli olmak üzere, ABD ile ya birlikte ya da ona karşı olmadan da çözüm olanaksızdır. Türk burjuvazisi karşıtlığıyla sınırlı perspektif, yalnızca Türk burjuvazisinin ardında ABD olduğu için değil, bölgeyi çıkarları doğrultusunda düzenleyen esas güç yine ABD olduğu için de yetersiz ve geçersizdir, hatalıdır, PKK’nın bu zaaf noktasının O’nu Türk burjuvazisiyle hesaplaşması sürecinin belirli bk anında ve oluşan belirli koşullarda Amerikan emperyalizmi ile tam bir uzlaşma ve işbirliğine taşıması çok da şaşırtıcı olmaz,
PKK genel olarak burjuvaziyle, kapitalizmle hesaplaşma içinde bulunmuyor, onun hesaplaşması Türk burjuvazisiyle sınırlıdır. Bu durum, PKK’nın emperyalizmle uzlaşmaya yönelebilmesinin esas kaynağını oluşturuyor. PKK yalnızca Kürt emekçilerinin örgütü durumunda da değildir; İşçi ve emekçi Kürtlerin talepleriyle değil, sömüren ve sömürülenler olarak talepleri ayrışmamış haliyle Kürt ulusunun taleplerini temel edinmektedir. Kuşkusuz PKK ve yönetimindeki Cephe ve Ordu örgütlerinin , “hamallığı”, üye çoğunluğunu oluşturan emekçiler, özellikle köylüler tarafından yapılmaktadır. Ancak bu, tüm demokratik ya da ulusal burjuva devrimlerinde böyledir. Örneğin Kemalistler de bir köylü ordusunu seferber etmişlerdi. Büyük çoğunluğu emekçiler tarafından sağlanmış güçlere sahip olma, şüphesiz savunulan taleplere ve yürütülen mücadelenin niteliğine bakılmaksızın belirli bir hareketin emekçi hareketi olması sonucunu dolaysızca doğurmaz. Kendi -Kürt- burjuvazisi ile feodallerine karşı bir örgütlenme, eleştiri ve mücadele içinde olmayan PKK, bir bütün olarak ulusal çıkarları savunmaktadır ki, bu, bu çıkarların burjuva içerikte oluşunun göstergesi durumundadır. Kürt sorunu sınıfsal zemine oturtulmadıkça ve bu zeminden harekede Türk burjuvazisi ve gericiliğine karşı yöneltilmedikçe ve aynı anlama gelmek üzere salt ulusal zeminle sınırlı kalındıkça, şu sıralamanın özdeşlikler halinde peş peşe dizilmesi kaçınılmazdır: Türk’e karşı, Kürt, Türk pazarına karşı Kürt pazarı, Türk burjuvazisine karşı Kürt burjuvazisi. Buradan, emperyalistlerle ilişki bakımından Türk burjuvazisiyle emperyalizmin işbirliğinden, Kürt burjuvazisiyle emperyalizmin işbirliğine adanması hiç de zor değildir. Kendi pazarı için ulusallıkla sınırlı bir mücadele içinde emperyalizmle uyuma ve işbirliğine geçiş, bu pazarı ya da “vatan”ı büyük güçlerle anlaşma halinde kurmaya ve var etmeye yönelme yaklaşımının mantığına aykırı değildir. Kendi kapitalistlerine karşı mücadele perspektifine sahip olmayış, emperyalist kapitalizme karşı mücadele perspektifine sahip olmayışla uyum içindedir ve birbirini tamamlar,
Güney Irak’taki kukla Kürt devletini ortaya çıkaran süreç bu açıdan öğreticidir. Barzani ve Talabani Saddam’la, Irak burjuvazisiyle sınırlı bir hedefe sahiptiler ve özellikle Amerikalıların şahsında kendi “koruyucuları”nı görüyorlardı. Kendi pazarları ya da “vatan”ları için Amerikan emperyalizmiyle işbirliğinde beis görmediler. Saddam onların “vatan’larını tanımıyordu. Amerika’nın tanıması ve onların Amerikan himayesinde bu “vatan’\n. egemenleri olmaları  yeterli oluyordu. Amerika ulusal özelliklerin gerçekleşmesine olanak sağladığı gibi, Ameri-kan güdümünde Irak Kürdistan’ına “egemen” olmak ve kendi emekçilerini yönetip, sömürme onlara belirli bir pay bırakacaktı. ABD’yi sürekli Irak’a müdahaleye çağırdılar, oraya gelmesi için ellerinden geleni yaptılar. Saddam diktatörlüğüne karşı yıllarca çarpışmışlardı ama bu, ABD önünde diz çökmelerinin, “vatanları”na bu gücü davet etmelerinin engeli olmadı. Şimdi PKK da ABD ve müttefiklerinin
bölgedeki varlığına, Çekiç ve başka güçlerine pek ses çıkarmıyor, hayırhah davranıyor. Bu kötü bir başlangıçtır. Hedef daraltma denebilir belki buna. Ama başlıca hedeflerden biri hedeflenmeden ve bu açıkça ilan edilerek buna uygun strateji ve taktikler izlenmeden, sürecin emperyalizmle işbirliğine götürmesinden kaçınılamaz.
Bu, zamansız ve çok sen bir eleştiri gibi görülebilir. Ancak tam zamanıdır. Gecikildiğinde içine girilen ilişkilerden dönüş fırsatının kaçırılmış olacağını Irak Kürdistan’ı deneyi gösteriyor.
Özellikle Amerikan emperyalizmini hedef almadan geliştirilen bunca sert bir savaşın, yalnızca Türk burjuvazisi ve gericiliğine yönelik savaşın, ancak ve en iyimser yaklaşımla ABD ve diğer emperyalist güçlerin tarafsızlaştırılmasına bağlı olarak görece bir başarıya ulaşması düşünülebilir. Ama bu “tarafsızlaştırma”nın anlamı açıktır; ABD’nin Kuzey Irak’ta olduğu gibi bir “koruma”sının hedef olarak alınması. Çünkü ABD bölgedeki “tarafsız” güçlerden biri değil, asıl taraftır. Onu “tarafsızlaştırma”ya girişme, ABD’nin tarafına geçmeye yönelmekle eş anlamlıdır.
Arkasında ABD olan bir düşmanla savaşı, ABD’ye herhangi bir saldırı yöneltmeden tırmandırmak bir tek anlama gelebilir: ABD’yi O’nun arkasından almaya çalışmak. ABD’nin Kürt ulusal hareketini tanımasını sağlamaya uğraşmak. Kürt ulusal sorununu oluşturulacak böyle bir uluslararası destek aracılığıyla çözüme götürmeyi hesaplamak. Ancak kendini büyük güçlere kanıtlayıp kabul ettirmeyi ve sorunun çözümünde desteğini sağlamayı öngören bk yöneliş hiç kimseye hiç bir yerde uğur getirmemiştir. Son örneği Irak’ta kuklalığın benimsenmesidir,
Özgür Gündem gazetesi sahibi Yaşar Kaya’nın “Kürt halkı olarak Amerika ile de Fransa ve İngiltere ile de görüşmeye hakkımız vardır” biçimindeki yaklaşımı, ulusal kimlik ve hak savunusu olarak haklı görülebilir; ancak emperyalist devletlerin ulusal hareketin düşmanları olarak görülmesinden kaçınılması yönü dolayısıyla bu yaklaşım ciddi tehlikeleri ifade etmektedir. Kürt ulusal hareketine gerekli olan ABD ve diğer emperyalist ülkelerle görüşmeler ve diyalog siyaseti değil mücadele siyasetidir çünkü. Ve görüşmeler ancak, bir mücadelenin başarıyla gelişmesinin ürünü olarak ortaya çıktığında değerlidir. Türk Hükümetiyle ilişkiler açısından görüşmeler nasıl ulusal hareketin sağlam güçlere dayanmaya devam etmesi temelinde doğru ve anlamlı olursa, aynı şey emperyalistlerle görüşmeler açısından da geçerlidir.
Bugün için dünyaya yön veren kapitalist güçlerle, başta emperyalizm olmak üzere ilgili gericiliklerle çatışmayı göze alan ve gerçekleştiren sağlam güçler oluşturmadan ulusal kurtuluşu gerçekleştirmek olanaksızdır. Ve emperyalizm ve yerli gericilikle (Kürt sorunu açısından Kürt gericiliği) çatışma içine giren, dolayısıyla sosyal kurtuluşa da yönelen bir perspektife ve buna uygun sınıfsal tutum ve güç birikimine sahip olmadan ulusal kurtuluşa ulaşmak bugünün koşullarında olabilir şey değildi. Bu tür bir “ulusal kurtuluş” mutlaka zaaflı olacak, emperyalizmle tam işbirliğini belki gereksinmese bile onunla temel sorunlarda önemli uzlaşmalar içine girmeyi şart koşacaktır. Bu belirli koşullarda yarım”, başka koşullarda ise yarım bile olamayan bir kurtuluştan öteye gidemez. Sosyal kurtuluş mücadelesiyle ve başlıca emperyalizme karşı mücadeleyle birleşmeyen ulusal kurtuluş muadelesinin zafer tacı, olsa olsa bir kukla ya da yarı-kukla devlet olabilir, böyle bir “zafer” için dökülen kan ise heder olmuş demektir.
Bu kadar uzlaşmacı eğilim ve gücün ortaklıkta dolaştığı, Amerikan emperyalizmine yeni “tanrı” olarak biat edildiği günümüz koşullarında dökülen ve dökülecek olan kan heder olmamalıdır. “Amerikan barışı”nın yanına bile yaklaşmaktan kaçınılmalıdır. Bunun için hiç vakit kaybetmeden Kürt ulusal hareketinin işçi ve emekçi sınıf temeline oturtulmasına gerek var. Ancak bu güçler ulusal ihanet yoluna sapılmamasının garantisi olabilir. Ancak bu güçler ulusal kurtuluşu garanti edebilir. Kolay zafer peşinde koşmanın sonu yoktur. Amerikalıların sağlayacağı “kolay zafer” değersizdir, üstelik kesinlikle “zafer” de değildir. Zafer ancak ve ancak Amerikalı ve diğer emperyalistleri de hedef alan bir mücadelenin ürünü olarak koparılıp alınacaktır.

Ekim 1992

Küçük Burjuva Devrimciliği Karşısında Sağcı Eleştiriler Üzerine

THKP-C TEORİSİ VE PRATİĞİ ÖZÜNDE SAĞCIDIR
THKP-C ve bu hareketi kendi kökeni olarak gören hareketlere karşı, Türkiye solunda pek çok eleştiri ve yorum yayınlandı. Kendilerini THKP-C’nin devamı olarak gösteren hareketlerin birbirleri arasındaki eleştiri savaşını da bu literatüre katacak olursak, Mahir Çayan’ın “KESİNTİSİZ DEVRİM I, II, III” olarak bilinen yazılarının, üzerinde konuşulmadık tek bir cümlesinin kalmadığını rahatça söyleyebiliriz. Bununla birlikte, Mahir Çayan’ın tutarlılıktan büyük ölçüde yoksun olan, bu yüzden de bütünsel bir teori olarak adlandırılması doğru olmayacak olan yazılarının esasının üzerinde yeterince açıklıkla durulmadığı da söylenebilir. Mahir Çayan’ın söz konusu görüşlerinin, büyük ölçüde Sovyet revizyonizminin temel tezlerine dayandığını önceki bölümlerde göstermiştik. Kaynağındaki revizyonist etkiler, Mahir Çayan’ın “teorisi”ni, esası bakımından bir sağcılık olarak nitelemeye yetmektedir. Mahir Çayan’ın görüşlerine yöneltilen eleştirilerde genellikle kullanılan, “‘sol’ sapma, özünde sağ sapmadır” şeklindeki Leninist formülasyon eleştirilerin hemen hepsinde yalnızca bir süs olarak kalmıştır; çünkü, eleştiri sahiplerinin büyük bir çoğunluğu da, gerçekte aynı revizyonist referanslara dayanmaktaydı. Bu yüzden, eğer bizim yazımızın da başlıca kaynağını oluşturan Parti Bayrağı dışta tutulacak olursa, eleştirilerin tümünün ortak özelliği, eksenlerinde soyut silahlı eylem karşıtlığının bulunmasıdır. “KESİNTİSİZ DEVRİM” broşürlerinde dile getirilen görüşlerin revizyonist içeriğinin göz ardı edilerek, yalnızca belli bir eylem biçimini, silahlı faaliyeti eleştirinin merkezine koyan bütün karşı çıkışlar, sonuç bakımından, biçimsel olmanın ötesine geçmemiştir. Onun “legal olanakları reddetmesinden”, “demokrasi uğruna mücadeleyi anlamamasından”, “kitlelerle ilişkiyi reddetmesinden” bolca söz edilmiş, bütün bunlarla şiddete dayanan devrim düşüncesi aynılaştırılmıştır. Dolayısıyla, devrimin yalnızca legal-parlamentarist yollardan gelişebileceği şeklindeki revizyonist politika için, Mahir Çayan’ın görüşleri bir kendini sınama ve kendini karşıtıyla tanımlama olanağından ötesini göstermemiştir. Kesintisiz Devrim broşürlerinde ortaya konulan sağcı-revizyonist tezler, onun asıl karakteridir. Bu temelde ortaya çıkan silahlı eylem, bu anlamda hiçbir zaman “devrimci şiddetle aynı şey olamaz. THKP-C ve onun ardıllarının eleştirisinde, bilerek, ya da bilmeyerek bu karışıklığa dayanan, sağcı özü ortaya koymayan her yaklaşım, sonunda devrimci şiddeti, soyut silahlı eylem veya genel şiddet eleştirisi içinde hedefe koymak zorunda kalacaktır. Bu yüzden çoğu kez, bu eleştiri sahipleri, silahlı eylemciliği kendi varlık koşulu olarak ileri sürmüş kimi hareketlerin, ani sağa savruluştan (gerçekte özlerini açığa vurmaları) karşısında şaşkınlığa düşer.
Bunun son örneği, Alman Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun yayınladığı bildiride görülüyor. RAF (Rote Armee Fraktion), Arbeiterkampf adlı yayın organlarının 6.5.1992 tarihli sayısında, “kızıl ordu örgütü” imzasıyla bir bildiri yayınladı. (“Bu Sadece Bir Başlangıç” Birikim, Haziran-Temmuz,S. 38-39, s.91) Bu bildiride, RAF, bazı koşullarla silahlı eylemlerini durdurduğunu açıklıyordu. Ancak bunu bazı koşullarla yapıyordu ve ileri sürülen koşulların yerine getirilip getirilmemesi, Alman devletinin kendi niteliğini değiştirmeye niyeti olup olmadığını gösterecekti! RAF, kendisini değiştirmeye karar vermişti, ama bakalım emperyalist Almanya bu “iyi niyetli girişimi” hak etmiş miydi? Alman devletinin niteliğinin değişmeye yöneldiğini gösterecek kıstaslar nelerdi? RAF, bunları şöyle sıralıyordu:
“Hapis yatmasına engel hali olanlar ve uzun süredir içeride olan tutsaklar derhal serbest bırakılmalıdır, diğerleri ise serbest bırakılana kadar aynı hücrede toplanmalıdır,
-Hamburg’un Hafenstrasse sokağındaki boş evleri işgal ederek orada “alternatif hayat” kuran anarşistlere orada varolma hakkı tanınmalıdır,
-Bütün tecrit hücreleri kapatılmalıdır,
-Eski Demokratik Almanya’daki insanların hızlı muamele ile İradesiz nesneler olarak kapitalist sisteme ulaştırılmaları mı devam edecek, yoksa bu insanlar kendi gelişmelerini belirleyecek alanı ele geçirebilecekler mi, görülecektir,
-Devletin, kendisini ve ekonomiyi işsizlik, konut yoksunluğu, yaşlıların yoksulluğu vb. sorumluluklardan kurtarmak için, dışarıdan gelen kaçaklara karşı ırkçılığı körüklemeyi ve onlara “aşağı sınıf’ muamelesi yapmayı daha ne kadar sürdüreceği, önemli bir sorundur,
-Polisin faşistleri koruduğu ve anti-faşistleri copladığı… kaçaklara elektroşokla işkence yaptığı vb. nicedir bilinen hakikattir,
-Alman askerlerinin tekrar başka halkların üstüne yürüyüp yürümeyecekleri, faşist rejimlerin daha ne kadar, buranın silah ve desteğiyle halkları kırımdan geçireceği sorusu ortadadır.
… kendiliklerinden, hiçbir noktada geri çekilmeyeceklerdir; bunun için daima toplumsal baskı ve taleplerimiz doğrultusunda mücadele zorunlu olacak.
Biz kendi tarafımızdan, mücadelede tırmandırmayı geri alarak, bu politik alam açmak üzere bir adım attık.
Şimdi soru, devlet tarafının nasıl davranacağıdır.”
Sıradan teröristin kafasındaki devlet imajı, toplumsal sistem ve bunun değiştirilmesi hakkındaki fikirler, her zaman burada yansıdığı kadar geri değildir; ama kör, yani devrimci bir politika ve ideoloji tarafından yönlendirilmeyen, devrimci sınıf hareketinin aktif desteğinden yoksun aydın terörizmi, burada örneği görüldüğü gibi, son tahlilde kesin olarak reformcudur.  RAF örneği, silahlı reformculuğun tipik özelliklerini taşımaktadır. Fakat RAF, silahlı reformculuğun dünyadaki tek örneği değildir. İşçi sınıfının politik ve ideolojik etkisini, Marksist-Leninist teoriyi çeşitli nedenlerle “eskimiş”, “çağa uymayan”, “birinci ve ikinci bunalım dönemlerinin teorisi” vs. gibi gerekçelerle bir kenara iten her silahlı hareket, özü bakımından, RAF’ın reformculuğundan farklı olamayacaktır. RAF, şu anda silahını “geçici bir süre” “gömmüş” olduğunu iddia ediyor. Kendi ifadelerine göre, devletin de silahlarını gömüp gömmeyeceğine bakacaklar! Alman devletinin emperyalist ve faşist politikalar izlemekten vazgeçip geçmeyeceğini izleyecekler! Eğer sonuç bekledikleri gibi olmazsa, bir başka deyişle Alman devleti RAF’ın kendilerine açtığı bu krediyi değerlendirmezse, vay geldi haline! RAF tekrar şurayı burayı bombalayacak, adam kaçıracak, sanayicilere ve polis şeflerine karşı suikastlar düzenleyecek! Ne uğruna? Gene, hapishane koşullarının iyileştirilmesi için, boş evleri işgal eden anarşistlerin yerlerinden edilmemesi için, göçmen işçilere kötü davranılmaması için vs. vs. Bu durumda hiç kimse, RAF’ı, “düzene karşı savaşmaktan vazgeçtiler” diye eleştiremez. Çünkü RAF (ya da İtalya’da Kızıl Tugaylar, Japonya’da Kızıl Ordu Fraksiyonu, Fransa’da Doğrudan Eylem vs.) gerçekte hiçbir zaman “düzene karşı” mücadele etmemişlerdir. Bütün o barut dumanı, otomatik silah tarakaları, kaçırılan sanayi şefleri, öldürülen polisler, son tahlilde, düzenin biraz daha iyileştirilmesi içindi! Reform taleplerinin şiddet aracılığıyla ileri sürülmesi, şiddetin özünü reformculuğun oluşturması, özellikle Türkiye gibi silahlı eylemle en uç devrimciliğin aynı anlama geldiği bir ülkede, kolayca kabul edilemiyor. Silahlı reformculuk, bu iki kavramın, şiddet ve reform kavramlarının bir arada düşünülemez gibi görünmesinden dolayı çelişik bir kavram gibi algılanabiliyor. Bir eylemin devrimciliğinin ölçütü, eylemde kullanılan araçların niteliği değildir. Lenin, “herhangi bir örgütü belirleyen şey, o örgütün eyleminin içeriğidir” demişti. Eylemin içeriği ise, daima, karşıt sınıflar arası mücadeledeki yeri ile belirlenir. Bu açıdan, genel olarak şiddeti başlıca siyasi araç olarak benimsemiş “sol”cu grupların stratejik ya da taktik eylemlerine bakıldığında, bunların sınıfsal içeriğinin, küçük burjuva sosyal sınıf hedefleriyle sınırlı kaldığım, genel bir demokratizm niteliğini adamadığını görürüz. Eylemler ne kadar şiddet unsuru içeriyor olurlarsa olsunlar, bunlara yol gösteren politika ve ideoloji, kapitalist sistem sınırlarının ötesine geçmemektedir.

TERÖR”ÜN SAĞDAN ELEŞTİRİSİ
Bunlar karşısındaki eleştirilerin çoğu da, bu sınırlan peşinen kabul etmiş çevrelerden yöneltildiği için, bu öz hemen hemen daima gözden saklanmış, soyut silahlı eylem ve şiddete karşı biçimsel eleştiri belirleyici olagelmiştir.
Eleştirinin bu içeriği, son zamanlarda, biçimsel “sol” şiddetle, devletin şiddetini aynı yerde ve aynı düzlemde ele almaya yöneldi. Soyut şiddet eleştirisinin son kazandığı boyut, olguyu, artık tamamen sınıflar mücadelesinin dışında görmektir.
Bunun en “gelişmiş” örneği, BİRİKİM dergisinin Haziran-Temmuz 1992 sayısında görüldü. Taner Akçam’ın, “Niye Birbirimizi Boğazlamıyoruz?” başlığını taşıyan yazısının ana fikri şu: “… Gençlerimizin terörist olmasıyla, etkili yetkili devlet görevlilerimizin terörist olmaları arasında büyük bir fark yoktur. Aradaki yegâne fark, devletin daha örgütlü ve daha güçlü olmasıdır.” Bu anlayışa göre, herkes, “terör nereden gelirse gelsin” karşı olmak için, genel, ayrımsız bir tavır takınmak, “çifte moral” sahibi olmamalıdır. “Devlet yaparsa kötü, devrimciler yaparsa iyi” denilmemelidir. Taner Akçam, bu görüşünü ileri sürerken, “cinayet”, “katliam” gibi terimleri kullanarak, kendi tavrının salt ahlaki içeriğini vurgulamak istiyor. Böylece, toplumsal bir olguyu, sınıflar mücadelesi dışındaki ilişkilerle açıklamaya yönelmek, sonunda politikadan uzak, kişisel ahlak sınırları içinde tanımlanabilen bir çözümleme ve tavır biçimi ortaya çıkarıyor. Bu, eskiden, “devlet terörü” kavramının, “sağ ve sol terör” kavramı tarafından önemli ölçüde örtüldüğü zamanlarda, burjuva siyasi partilerin, burjuva basının “terör nereden gelirse gelsin karşı olmak gerekir”  şeklindeki propagandasıyla,  aynı siyasi ve ahlaki içeriğe sahiptir. 12 Eylül öncesinde, söz konusu çevreler, toplumsal düzeyde ve ülke çapında yaşanan siyasi ve ekonomik krizi ve bunun sonuçlarım, tümüyle “sağ ve sol terör” etkeniyle açıklıyor ve terörün önlenmesi halinde ekonominin de demokrasinin de kurtulacağı propagandasını yapıyorlardı. Gene aynı çevreler, bunun başarılabilmesi için, özellikle devlet ve siyasi partiler düzeyinde “genel olarak teröre karşı birlik halinde olunması” tezini işliyorlar, yaşanan bütün toplumsal çalkantıyı, karşıt sınıflar arasındaki çatışmanın dışında, “eli silahlı grupların” çatışması olarak gösteriyorlardı. Böylece fabrikaları işgal eden işçiler, yoksulluğa ve sömürüye karşı direnen köylüler, şoven ve ırkçı politikalara, aşırı sömürüye karşı mücadele eden Kürt halkı, öğrenciler, memurlar vs. ile bunların karşısındaki emperyalist tekeller, işbirlikçi holdingler, kısacası bütün bir burjuvazi siliniyor, ortada “kandırılmış ve silahlandırılmış gençler” kalıyordu. “Sağcı ya da solcu silahlı gençler”in hangi toplumsal hareket kaynağından doğduklarının, hangi sınıfların politik ihtiyaçlarına karşılık düştüklerinin, burjuva propaganda tarafından üstü örtülüyordu; bu gerçeklerin burjuva propagandayı ilgilendirmesi de gerekmiyordu. Çünkü sonuçta, sınıf mücadelesinin tüm boyutlarıyla kan ve şiddetle ezilmesi planı adım adım yürürlüğe konuluyordu ve böyle bir saldırıda, kamuoyunu ikna etmek için görünürdeki hedeflerin abartılmasından ve toplumsal özün gizlenmesinden daha geçerli bir taktik olamazdı. Bu, yalnızca darbe planlarıyla ilgili bir taktik olmasının ötesinde, darbeci, faşist teknik politikaya, geleneksel burjuva soyut değerler sistemine uygun bir ahlaki temel de sağlıyordu. Devlet, “tarafsız, eşit ve çifte standart uygulamayan” bir kurum olarak kamuoyunda onaylatılıyordu. Aynı soyut ilkelerden hareket eden Taner Akçam da, aynı sonuca ulaşmakta gecikmiyor. Ona göre, şiddetin kaynağında, “yeterince medenileşmemiş olmak” yatıyor. Gerçi batı toplumlarında “modern devletlerin iç örgütlenmelerinde, problem çözme kurumları sistemleştirilmiş”tir; “ama devletlerarasında henüz benzeri bir kurumlaşma” yerleşmemiştir. Öyleyse, “ihtiyacımız olan şey, insanlar ve devletlerarasındaki ilişkilerin, kendilerini ifade edecekleri kurumları ve kanalları yaratabilmektir. Şiddetsiz bir toplum, ancak onun tüm boyutlarıyla disiplin altına alındığı bir toplumdur. Bu ise, ancak problemlerin çözüm mekanizmalarının kurulmasıyla olanaklıdır.” Haksızlık etmemek için şu belirtilmelidir ki, Taner Akçam’ın önerisinin, 12 Eylül ideologlarının önerisinden bir farkı yar; onlar, Türkiye çapında böyle bir kurumlaşma istiyorlar ve bunu devletin şiddetinin meşru kılınması yolundan gerçekleştirmek istiyorlardı; Taner Akçam ise, bunun uluslararası bir kurumlaşma aracılığıyla yapılmasını istiyor. Açıkça söylenirse, Taner Akçam, “uluslar ve devletlerarası bir terör önleme örgütü” önermektedir: “Sorun, ‘ideal’ bir ‘ütopya’ çizmekten değil, şiddet potansiyellerini disipline alacak kurumların yaratılmasından geçmektedir.” Taner Akçam’ın böyle bir kurumun yokluğundan şikâyet etmesi için bir neden yoktur. Çünkü böyle bir kurum vardır. Körfez Savaşı’nda bu kurum, kendine göre, “şiddet potansiyellerini disipline almak” için, dünya çapında, uluslar ve devletlerarası bir etkinlik gösterebilmiştir. Aynı kurum, gene “şiddet potansiyellerini disipline almak için,” Ortadoğu’da görev başındadır! Üstelik bu kuvvet, Taner Akçam’ın özendiği “modem devlet”in en moderni tarafından yönetilmektedir. Çevik Kuvvet veya güncel adıyla “Çekiç Güç”, belki bugün Balkanlar ve Kafkasya’da etkili olamıyor; oralardaki “şiddet potansiyellerini disipline alamıyor” ama bunun için Taner Akçam’ın çok fazla üzülmesi gerekmez. Belki yakın bir zamanda, bir başka “modern devlet”, örneğin Taner Akçam’ın kendisini güvencesine terk etmiş bulunduğu Alman devleti, orada aynı yönde bir girişimin en “medeni öncüsü” olarak devreye girebilir. Kürtlere, Araplara, Türklere, Sırplara, Boşnaklara, Ermenilere, Azerilere ve başka “şiddet potansiyellerine”,”eşitlikçi, çifte moral taşımaktan uzak” bir yaklaşımla, uygarca nasıl yaşanırmış öğretebilir.
Görülüyor ki, Alman devleti, Taner Akçam’a da RAF açısından göründüğü gibi görünmektedir; “kendi içinde problem çözücü mekanizmaları geliştirmiş” ya da en azından biraz dişini sıkarsa geliştirebilecek olan bir modern devlet! Tabii, Akçam, RAF teorisyenlerinden daha akıllı ve daha uzak görüşlü, global ölçekte düşünebilen biri olduğu için, Alman devletinin tek başına kendi içinde düzenlemeler yapmasıyla yetinmiyor; O, bütün modem devletlerin kendi içlerinde geliştirmiş bulundukları problem çözücü mekanizmaları, kendi aralarında da geliştirmelerini, insanlığın yararına gördüğünü açıklamış bulunuyor.
Böylece, sınıf kıstaslarının terk edilmesi, “haklı”, “haksız” ayrımlarını da ortadan kaldırıyor. Tıpkı yüzyılın başlarında ortaya çıkan sosyal-pasifizm gibi, şimdi de bir tür “sosyal anti-terörizm” olgusuyla karşı karşıyayız. “Her türden savaşa karşı olmak”, haklı-haksız savaş ayrımı yapmayı reddetmek, soyut Hıristiyan ahlakıyla belirlenmiş burjuva barışçılık, sosyal pasifizmin başlıca çıkış noktasıydı. Bu görüşün yanlışlığı, savaşın kapitalist emperyalizmin doğasından kaynaklandığını görmemesiydi. Aynı ölçüler, günümüzdeki “sosyal anti-terör” savunucularına da uygulanabilir. RAF ve Taner Akçam örneklerinde görüldüğü gibi, burada da şiddetin temelleri hakkında hiçbir netlik yoktur. Şiddet, “kötü niyetlerden”, “yanlış eğitimden”, “psikolojik, psikopatolojik nedenlerden”, ya da “insanların birbirini sevmemesinden”, “devletin meseleyi kavramamış olmasından”, vs. vs. kaynaklanıyor gibi gösterilirken, kapitalizmin, emperyalist politikaların, sınıf mücadelesi yasalarının sözü edilmemektedir. Sonuçta da, devrimci şiddetle faşist şiddet aynı kefeye konulmakta, bir halkın kendi kaderini tayin hakkı için giriştiği mücadele ile bu hakkı gasp edenler, halk ile halk kitlelerine saldıran militer güçler, ya da örneğin işçi haklarını devletin şiddet organlarını kullanarak yok edenlerle, bu şiddete karşı kendilerini korumak için şiddete başvuran işçiler birbirine eşitlenmekte, hepsine karşı aynı “moral değerler” açısından bakılmaktadır. Lenin, savaş karşıtı pasifist gösteriler için şunları söylüyordu: “Şu günlerde devrimci kitle hareketleri çağrısına eşlik etmeyen barış propagandaları, yalnızca hayal tohumları eker ve proletaryanın cesaretini kırar, çünkü bu proletaryayı burjuvazinin insancıl olduğuna İnandırır ve savaşçı devletlerin gizli diplomasileri elinde bir oyuncak yapar. Özellikle bir seri devrim olmadan sözde demokratik barışın olabileceği fikri esaslı olarak yanlıştır.” (RSDİP’in Yurtdışındaki Gruplarının Konferans Kararları’ndan. Emperyalist Savaş Üzerine, Günce Yayınları, 1976 adlı derleme içinde, s. 75) Hiç kuşkusuz, Lenin tarafından ileri sürülen doğruların Taner Akçam’ı ikna edebileceğini düşünmüyoruz. Ancak, soruna sosyalistçe bakışın niteliği hakkında söylenebilecek her şeyi Lenin’in sözleri büyük bir açıklıkla ortaya koymaktadır ve bu bizim şiddet konusundaki tavrımızın, Taner Akçam ve benzerlerinin görüşlerine hangi açıdan yaklaştığımızın da bir özetini vermektedir.
Haklı ve haksız şiddet ayrımı yapabilmek için, soyut değerler, soyut adalet ilkeleri, ahlaki ve öznel yargılamalar yeterli değildir; esasen yalnıza bu temellerde yapılacak bir ayrım da tamamen yanlış sonuçlara götürecektir. Bu tavır, genellikle, kendisinin nereye ait olduğunu belirlememiş, çatışan güçler hakkındaki yargısını tarih bilincinden yoksun, rasgele ve “bağımsız birey” duygusuyla oluşturmuş aydınlara özgüdür. Düşüncelerinde, haklı ve doğru, haksız ve yanlış, en kaba biçimde birbirine bağlanmış olmasına rağmen, bu ayrımı yaptıklarının farkında bile olmayabilirler. Örneğin, “şiddet yanlıştır, yanlış haksızdır, öyleyse bütün şiddet hareketleri haksızdır” türünden bir akıl yürütme onların tüm değerlendirmelerini belirlemektedir. Oysa kesin olarak, şiddet, kimi durumlarda haklı olmasına karşın yanlış olabilir. Haklılık ve haksızlık ölçüsü, yalnızca “neye karşı, kim tarafından” sorusu içinde anlamlı olabilir. Doğruluk ve yanlışlık ise, tarihsel ve toplumsal koşullara uygunluk, devrimci sınıf politikasının genel tarzına ve gidişine, kısaca devrimin, sınıfın ve halkın tarihsel çıkarlarına uygunluk ya da uygunsuzluk gibi kıstaslarla belirlenebilir. Ama “anti-terör aydını” (bu terim, günümüzdeki anti-terör timi, anti-terör yasası gibi terimlerle ifade edilen devlet güçlerinin dayandığı propaganda temasım, kendisine aptalca bir ahlak ilkesi haline getirmiş olanlar için uygundur), kendisini sınıfların, toplumsal çatışmaların, devletlerarası ilişkilerin ve emperyalist sistemin bütün sonuçlarının dışında veya üstünde gördüğü için, tarihin yanlış kültürlerle doğru medeniyetler arasında bir tercih yapmaktan ibaret olduğunu düşündüğü için, birbirine karşı olan her şeye karşı durmaya çalışır; birbiriyle çatışan her şeyi aynı ölçüde kötü görür.
PKK’nın kimi eylemleri üzerine yapılan değerlendirmeler, bu anlayışı açıkça sergilemektedir, örneğin, Bakırköy’de bir mağazanın yakılması ve pek çok sivilin, kadın, çocuk ve yaşlının yanarak ölmesi, bu türden eleştiriler için önemli bir malzeme oluşturmaktadır. Bu olayda, bir ulusun kendi varoluş hakkını ifade etmek için giriştiği kalkışmanın izlerini, kendisine yapılan zulme karşı koyma hakkını kullanma iradesini, kendi kültüründe yer alan öç alma öğesinin, ahlaki ve geleneksel özelliklerinin birer yansımasını görebiliriz. Olayın, ulusun tarihi haklılığı içinde bir yeri bulunduğunu tespit edebiliriz. Ama bütün bunlar, aynı zamanda ileri devrimci bir politikayla yönetildiği iddiasını taşıyan bir örgütün eylemi olarak ortaya çıktığında, gerek ideolojik gerekse politik bakımdan tamamen yanlış olmaktadır. Aynı şekilde, Korucuların yalnızca kendilerine karşı değil, bütün ailelerine, çocuklarına ve kadınlarına karşı da ölüm cezasının uygulanması, gene aynı tarihsel, kültürel, geleneksel köklere dayanır. Feodal bilinç düzeyinde bu eylem, “hainin kökünün kurutulması” anlamına gelir. Geri kır toplulukları çerçevesinde tarihsel ve toplumsal bir meşruiyeti vardır ve PKK’nın asıl seslenmek istediği geri kır tabakalarının gözünde olduğu kadar, örneğin Diyarbakır çarşılarının feodal burjuva, esnaf-küçük burjuva ideolojisinde de bir karşılığı vardır. Ama bu, gene aynı nedenlerden dolayı, yanlış bir eylem türü olmaktadır. PKK’nın tıpkı dinsel ideolojiyle olan iç içeliği kendi meşruiyetinin bir unsuru olarak görmesinde olduğu gibi, burada yığınların geri bilincine bir teslimiyet ve ideolojik kuyrukçuluk söz konusudur. Olguyu bu açılardan değerlendirmek ve yanlış bulmak ayrı bir şeydir, ölenlerin çocuk, kadın vs. olmalarına bakarak haksız bulmak ayrı bir şeydir.
Devrimci Sol’un şiddet eylemlerinin değerlendirilmesinde de aynı ölçüler geçerli olmalıdır. Tıpkı Çarlığa karşı fedakârca mücadeleleri Lenin tarafından daima saygıyla anılan Narodnaya Volya hareketinin haklılığı ama yanlışlığı gibi. Bu yüzden, Devrimci Sol sloganlarında, “haklılık”, daima doğruluktan önce ve doğru olup olmama tartışmasını bastıracak ölçülerde kullanılır. Bu, belki de farkında olmadan yapılan bir tercihtir; ama Devrimci Sol’un temel ideolojik ve politik yönelimlerini yeterince yansıtmaktadır. Örneğin “Haklıyız, kazanacağız” sloganı, apaçık dinsel çağrışımlarla doludur ve haklı olanın Allah nezdinde daima galip getirileceğine inanan Müslüman inancıyla büyük bir benzerlik taşımaktadır. Haklı olanın, kazanmak için ayrıca bir doğru politikaya, doğru stratejik ve taktik çizgiye, hedefe ulaşmak için haklılıktan başka bir gerekçeye sahip olması sanki gerekmemektedir! Ahlaki olan, daima politik olana ağır basmakta, adalet, onur, dürüstlük gibi değerler, sosyo-politik, ekonomik analiz ve planların yerine geçirilmektedir. Sonuçta, Devrimci Sol’un geldiği “düello” çizgisinin kaynağında, bu mistik ve metafizik anlayışın rolü vardır.
Ama bütün bunlar, PKK’nın ya da Devrimci Sol’un şiddet eylemleriyle, Çekiç Güç’ün, Kontrgerillanın, genel olarak devletin terörünü aynı düzlemde ele almayı ve ayrım gözetmeksizin hepsinin uluslararası bir terör önleme örgütü tarafından haklanması önerisini haklı çıkarmaz.
Bu türden “eleştiriler”, THKP-C çizgisine, yalnızca araçları ve eylem biçimleri bakımından yöneltilen eleştirilerle bir yerde buluşurlar: Silahın ve şiddetin soyut olarak ele alınması, şiddetin sınıflar mücadelesinden, sınıfların karşılıklı konumlanışlarından ve karşılıklı politikalarından bağımsız düşünülmesi, her iki eleştiri türünün de ortak noktasıdır. Bu, aynı zamanda, şiddeti başlıca politik araç olarak gören “sol” hareketlerin de kendilerinin sağcı eleştirmenleriyle ortak noktasıdır.

DEVRİMCİ ŞİDDET, MÜCADELE BİÇİMLERİNİN VE ARAÇLARININ TESPİTİ
Sınıf mücadelesinin en yüksek biçimi olan politik mücadele, diğer mücadele biçimlerinden, kapsadığı alanın genişliği, hedeflerinin büyüklüğü ve nitelik olarak farklılığı ile ayrılır. Gene aynı sebeplerden dolayı, ekonomik ve teorik mücadele biçimlerini kendi kapsamında tutar ve onların birleşik ve bütünsel olarak yürütülmesi için gerekli olanakları açar. Bu yüzden, politik mücadele temelinde, diğer mücadele biçimleri arasında değişik türden araçlarla, ya da dolaysız ve araçsız olarak kurulan bağıntılar, mücadelenin değişik biçimlerinin kategorik olarak ayrılmasını pratik olarak olanaksız kılan bir bütünlük sağlar. Böyle bir düzey, ancak devrimci sınıf mücadelesinin yüksek aşamalarında elde edilebilir ve yalnızca sınıfın ciddi bir politik önderlik etrafında birleşmesi anına karşılık düşer. Bunun öncesinde, temel mücadele biçimleri, öncünün iradesinden bağımsız olarak, işçilerin ekonomik mücadelesinin, politik önderliğin hedefleri ve taktikleriyle ilişkisiz yürüdüğü, ya da teorik ve ideolojik gelişmenin bir aydm karakteri taşımasında olduğu gibi, birbirinden ayrı, birbiriyle bağımsız biçimler altında gelişir. Her durumda, politik önderliğin başlıca hedefi, kendi stratejik ve taktik önderliğini, bu biçimlerin genel, bütünsel ve organik tarzda birbirine bağlanmış hale getirilmesi olacaktır. Bu faaliyetin kapsamı yalnızca, aydınların ya da işçilerin kendiliğinden mücadelesini bilinçli ve politik bir karakterle donatmaktan, onları partinin mücadelesi halinde bir araya getirmekten ibaret değildir. Aynı zamanda, bütün halk sınıf ve tabakalarının, ezilen ulusların, ezilen din ve mezheplerin mücadelesini de, bu bütünlüğün bir parçası olarak donatmak, yönlendirmek ve seferber etmek gibi bir görevi vardır.
Halk hareketinin kazandığı kimi biçimler ve bu mücadeleler içinde kullanılan araçlar da, politik önderliğin kendi mücadelesinin cephaneliğine katacağı, katması gereken bir birikim ve zenginlik oluştururlar. Bir yandan işçi ve halk hareketinin toplumsal alanı kaplayan değişik unsurlarını kendi politikası etrafında bir araya getirmeye çalışmak, diğer yandan da bu hareketin ortaya çıkardığı her yeniliği, her atılımı, her aracı kendi politikasının unsuru haline getirmek… Leninist partinin ayırt edici özelliği buradadır. Böyle bir parti tarafından kullanılacak mücadele araç ve biçimlerinin kaynağı da bu özelliktir.
Buradan hareket ederek şu sonuca ulaşılabilir: Devrimci şiddet kavramını Leninist ölçüler içinde tanımlamakta tek belirleyici unsur, onun meşru temeli olan kitle mücadelesinin boyutlarıdır.
Kitle mücadelesinin yaratıcı niteliği ve zengin içeriği Marksist bir devrimci parti için, “mücadele biçimi sorunu”nun çözümü için başvurulacak başlıca kaynak olma özelliğini de bu yüzden taşır.
Lenin, “Hareketi belli özel bir mücadele biçimine bağlamayan Marksizm, sosyalizmin bütün ilkel biçimlerinden ayrılır” der. Ütopik sosyalizmlerin metafizik karakteri, sosyalizmin gerçekleşmesi talebini, kitlesel sınıf mücadelesinin dışında bir yolda aramasında kendisini gösteriyordu. Bir toplumsal proje ile bunu gerçekleştirecek maddi güçler (başlıca ileri sınıfın devrimci hareketi) arasında kurulması gereken zorunlu bağıntı hakkında, sosyalizmin ilkel biçimlerinin bir görüşü yoktu. Bir başka deyişle, ilkel sosyalizm, “tarihi yapan güç” kavramından yoksundu. Marksizm, emek kategorisi ekseninde tarihin gelişme yasalarını açıklarken, aynı zamanda ileri bir toplumsal örgütlenmenin, tarihi ileri götüren gerçek hareketin kaynaklarına da işaret ediyordu. Marx, böylece, proletaryanın kurtuluşunun yalnızca “kendi kollarının eseri” olacağı yolundaki düşünceyle tarihin yasaları hakkındaki tezlerini bir arada, bir bütün olarak geliştirme imkânını buldu. Lenin, bu yeni teorinin yalnızca sosyalizmin nasıl gerçekleşeceğine ilişkin değil, aynı zamanda bunun için mücadelenin geçeceği yollar ve alacağı biçimler, kullanacağı araçlar hakkında da temel görüşler içerdiğini gösterdi. Buna göre, Marksizm, “her çeşit mücadele biçimini kabul eder”di. Ama onları “icat etmez, sadece genelleştirir, örgütler ve eylem içinde kendiliğinden ortaya çıkan devrimci sınıfların mücadele biçimlerine bilinçli ifadeler verir”di. “Bütün soyut kalıpların ve öğreti reçetelerinin can düşmanı olan Marksizm, mücadele ilerledikçe, kitlelerin sınıf bilinci büyüdükçe, ekonomik ve politik buhranlar keskinleştikçe sürekli olarak yeni, değişik savunma ve saldın yöntemleri doğuran İlerleme halindeki kitle mücadelesi karşısında dikkatli bir tavır alınmasını gerektirir.  Bu yüzden, Marksizm, kesinlikle hiçbir mücadele biçimini reddetmez. Marksizm, hiçbir şekilde kendini yalnız belli bir anda var olan olabilir mücadele biçimleriyle sınırlamaz. Bunu yaparken, toplumsal durum değişince o anda içinde olanların bilmediği yeni mücadele biçimleri doğmasının kaçınılmaz olduğunu bilir. Bu balamdan, Marksizm’in kitlelerin pratiğinden öğrendiği söylenebilir.” (Lenin, “Gerilla Savaşı Üzerine” başlıklı makale. “Gerilla Savaşı Üzerine”, Kor Yayınları, adlı derleme içinde)
Bu tezde, özellikle, genelleştirme, örgütleme ve bilinçli ifadeler verme kavramlarının ve kitlelerin pratiğinden öğrenme teriminin ortaya koyduğu görüş önemlidir.
Lenin, bu düşüncenin, ikinci bir yanına daha dikkat çeker: “Marksizm, çarpışma yöntemleri sorununun salt bir tarihsel araştırmasını gerektirir. Bu sorunu somut tarihsel durumdan ayrı olarak ele almak diyalektik materyalizmin özünün yeterince kavranmadığını gösterir. Ekonomik evrimin değişik aşamalarında, politik, ulusal-kültürel, canlı koşullardaki değişmelere bağlı olarak, değişik mücadele yöntemleri ortaya çıkar. Bunlar, başlıca çarpışma biçimleri olurlar; bununla ilgili olarak ikinci derecede tamamlayıcı mücadele yöntemleri de değişir. Evrimin belli bir aşamasında, belli bir olayın somut durumunun araştırılması yapılmadan, bazı özel mücadele araçlarının kullanılıp kullanılamayacağı sorusuna, ‘evet’ ya da ‘hayır’ diye karşılık vermek, Marksist görüşten tümüyle ayrılmak demektir.” (age)
Bu her iki önerme de, doğrudan doğruya, Lenin’in başka fırsatlarla sık sık dikkat çektiği “somut koşulların somut tahlili” ilkesine bağlıdır. Bir Marksist-için, mücadelenin biçim yöntemlerinin tespitinin dayanacağı başlıca iki teorik önermenin dayandığı ilke budur.
Toplam toplumsal koşullarla mücadele biçimleri arasındaki ilişkinin Marksist tarzda nasıl kurulacağına, bir başka deyişle mücadele biçimlerinin tayin edilmesinde “somut koşulların somut tahlili”nin nasıl bir rol oynayacağına ilişkin olarak, Lenin’in başvurduğumuz makalesi klasik bir örnek oluşturmaktadır.
Lenin, önce Rusya’da devrim sürecinin başlıca olaylarının niteliğini ve aldığı biçimleri özetler. Bu, içinde bulunulan durumu kavramak ve Lenin’in önereceği mücadele biçimlerinin temellerini ortaya koymak bakımından seçtiği bir yöntemdir. Bu özete göre, devrimin ortaya çıkardığı mücadele biçimleri, işçilerin ekonomik grevleriyle başlayıp, köylü ayaklanmalarının eşlik ettiği işçilerin ve öğrencilerin politik gösterileriyle ilerleyen, kitle halindeki politik grevlere, yer yer sokak çatışmalarına ve nihayet silahlı ayaklanma olaylarına kadar yükselen, arada parlamenter mücadele biçimleriyle ya da ordudaki ayaklanmalarla donanmış bir süreç geçirmiştir. Gelinen aşamada, Kara-Yüzler örgütünün karşı devrimci terörüne karşı, Yahudilerin, öğrencilerin ve işçilerin çeşitli araçlarla ve değişik biçimler kazanarak süren şiddetli mücadelesi yaşanmaktadır. Silahlı eylemlerin işçi ve halk mücadelesinin bir unsuru haline geldiği aşamada Lenin can alıcı soruyu ortaya atar: “Nedir bu olay? … Devrimin genel akışındaki önemi nedir? Sosyal Demokrasinin örgütlediği ve yönettiği proletaryanın mücadelesi ile ilişkisi nedir?” Bu soru, gerilla yöntemlerini “anarşist”, “Blankist”, “eski türde terörist” olarak adlandıran ve işçi sınıfı mücadelesi içinde yer alamayacağını ileri sürenlere karşılık, Marksizm’in devrimci niteliğiyle kitle hareketinin boyutları arasında bir ilişki bulan Lenin’in, başlangıçta özetlediğimiz tezlerden somut duruma ilişkin önerilerine geçiş noktasını oluşturur. Sorunun içeriği göstermektedir ki, Lenin, önereceği mücadele ve bunlara uygun örgütlenme biçimlerini, sosyal demokrat (Marksist) hareketle silahlı biçimler kazanmış kendiliğinden hareket arasındaki ilişkiden yola çıkarak formüle etmektedir. Bu formülasyonun vardığı sonuç ise, halk kitlelerinin kendiliğinden silahlı eylemlerini “hareketin düzenini bozan” gelişmeler olarak değerlendiren partinin bir kesimi bakanından derin bir eleştiriyi içermektedir: “Hareketin düzenini bozan, gerilla savaşları değil, bu tür eylemleri kendi denetimi altına alamayan bir partinin zayıflığıdır.” Lenin’in parti anlayışı ile o dönemde henüz bu anlayışa ulaşamamış, Stalin’in deyişiyle, “içindeki fikir ayrılıkları yüzünden bölünmüş, kendisini örgütleyememiş, günden güne zayıflayan” bir parti arasındaki farklılık, devrimci şiddet karşındaki tavır konusunda, önemli bir gösterge kazanmıştı. ‘”Biz anarşist değiliz, hırsız soyguncu değiliz; bunların üstündeyiz biz, gerilla savaşı istemiyoruz’ diye gururlu kibirli bağıran Sosyal Demokratlar gördüğümde sorarım kendime: Bunlar ne dediklerini biliyorlar mı? Tüm ülkede Kara-Yüzler hükümetiyle halk arasında silahlı çatışmalar, çarpışmalar oluyor. Devrimin oluşumunun şimdiki aşamasında kesinlikle kaçınılmaz bir olgudur bu. Halk da kendiliğinden ve düzensiz bir şekilde -İşte bu yüzden umarsız ve hoş olmayan biçimlerde- bu olguya silahlı çatışmalarla, saldırılarla karşı koyuyor. Belli bir zamanda, ya da belli bir yerde partimizin güçsüzlüğü ve hazırlıksızlığı yüzünden bu kendiliğinden çarpışmanın partice önderliğini yapmaktan çekinmeyi anlarım. Bu sorunun her yerde oradaki işçiler tarafından ele alınmasını, ayrıca güçsüz ve hazırlıksız örgütlerin yeniden düzenlenmesinin kolay bir iş olmadığını anlarım. Ama Sosyal Demokrat bir teorisyenin ya da yazarın bu haksızlığa üzüleceği yerde, anarşizm, Blankizm, terörizm hakkında delikanlılığında ezberlediği sözleri gururla, kibirle yinelediğini görünce, yeryüzündeki en devrimci öğretinin böylesine küçülmesi yüreğimi yakar.” (age) Kendiliğinden gelişen silahlı halk hareketlerinin pek çok olumsuzluğu birlikte taşıyacağını belirten Lenin, bu olumsuzlukları ileri sürerek gerilla savaşını reddeden Sosyal Demokratlara karşı, savaşın bu biçiminin reddedilmesi yerine, ona bilinçli bir içerik kazandırılmasını önerir: “Gerilla savaşının sınıf bilincine varmış işçileri düşkün, ayyaş ayaktakımıyla yakın ilişkiye soktuğu söylenir. Bu doğrudur. Ama bunun anlamı şudur; İşçi Partisi, hiçbir zaman gerilla savaşım tek, hatta başlıca mücadele biçimi olarak göremez ve bunun ötekilerden aşağı tutulması gerektiği, başlıca savaş biçimine uyması gerektiği, sosyalizmin örgütleyici ve aydınlatıcı etkisiyle soylulaştırılması gerektiği demektir. Bu son koşul olmadan burjuva toplumundaki bütün, kesinlikle bütün mücadele yöntemleri, işçileri kendilerinin üstündeki ya da altındaki değişik tabakalarla ilişkiye sokar; bu, kendi haline bırakılırsa bozulup İşçilerle efendilerin, tüketicilere karşı anlaşması durumuna gelir. Millet Meclisi bozulup bir geneleve döner, … bir gazete bozulup pezevenkleşir, kitleleri bozma aracı, ayak takımının aşağı içgüdülerine pezevenklik eden bir araç haline gelir… Sosyal Demokrasi, proletaryayı az üstündeki ya da az altındaki tabakalardan ayıracak bir Çin duvarı gibi evrensel mücadele biçimleri tanımaz. Ayrı ayrı dönemlerde Sosyal Demokrasi ayrı ayrı yöntemler uygular, her zaman bunları değerlendirip seçerken titizce tanımlanmış ideolojik ve örgütsel koşullara göre davranır.” (age)
Buraya kadar aktardığımız sözleriyle Lenin’in gerilla savaşının ve diğer şiddet yöntemlerinin, ne zaman, hangi koşullarda ve hangi amaçla Marksist işçi partisinin mücadele avadanlığı içine dahil edileceği hakkındaki düşüncelerini görmekteyiz.
Bunları şöyle özetleyebiliriz:
– Mücadele biçimleri, teorisyenler tarafından icat edilemez. Her muadele biçimi, kitle hareketinin gelişme düzeyine, işçi sınıfının bilinç durumuna, ekonomik evrimin değişik aşamalarında, politik, ulusal-kültürel, canlı koşullardaki değişmelere bağlı olarak tespit edilir ve kitle hareketinde bilinçli bir biçim olarak yer alacak biçimde uygulanır.
– Kitle hareketinin ortaya çıkardığı hiçbir mücadele biçimi, “doğal” haliyle ele alınamaz. Ona mutlaka sosyalist bir içerik ve örgütlülük kazandırmak gerekir.
– Her mücadele biçimi, gerilla savaşı da dahil olmak üzere, “savaşın başlıca biçimine” uygun olarak kullanılır.
Bütün bu görüşlerle, THKP-C veya “silahlı mücadele temeldir” diyen başka geleneklerin tezleri kıyaslandığında, onların her noktasında Leninizm’e aykırı olduğu görülür. Bu gelenekler tarafından benimsenen ve “her koşulda” geçerli olarak ileri sürülüp kullanılan yöntemlerin ve biçimlerin hemen hemen hepsinin, “teorisyenlerce icat edilmiş” veya başka ülkelerin mücadelelerinden aktarılmış ve kitle hareketine “dışarıdan” sokulmaya çalışılan yöntemler ve biçimler olduğu görülür. Buna karşılık, eğer bir kitlesel halk hareketi belirli bir şiddet biçimini rastlantısal olarak kullanmış ise, bu, o biçim ve içeriğiyle aynen taklit edilir: ona sosyalist bir içerik kazandırmak ve hareketin organik bir parçası haline getirmek için ayrı bir çaba harcanmaz.     Bugüne kadar yazılan, söylenen ve uygulanan bütün strateji ve taktikler, tek bir mücadele biçiminin mutlaklaştırılmasıdır. “Savaşın başlıca biçimi”nin tespit edilmesi yerine, çoğu kez suikast, soygun ve sabotaj eylemlerinden oluşan bir “gerilla savaşı” ya da “silahlı mücadele” kavramı kullanılır ve bunlar “temel mücadele biçimi” olarak adlandırılır.
Lenin, “küçük burjuva teorilerin, kendilerini sosyalist teoriler olduklarını iddia ettikleri ütüde kesinlikle gerici” olduklarını belirtmişti. Konumuzda ilgili olarak bu tespit şu anlama gelmektedir: Proletaryanın sınıf mücadelesinin biçim ve yöntem zenginliğini, somut koşullardan bağımsız olarak “masa başında geliştirilmiş, icat edilmiş” yöntem ve mücadele biçimlerinden herhangi birisine indirgeyen ve bunun sosyalist, Marksist-Leninist tek yol olduğunu ileri suren bütün küçük burjuva hareketler, proletaryanın ve emekçi halkın mücadelesini kitlelerin kendi deneylerinden öğrenmesi ilkesi ısısında yürüten ve mücadele biçimlerinin tespitini “somut koşulların somut tahlili” temelinde geliştirerek, kitlelerin mücadelesini, devrimci politik mücadele çizgisi halinde yeniden örgütlemeye çalışan Leninizm karşısında kesinlikle gericidirler.

KÜÇÜK BURJUVAZİNİN DEVRİMCİ POTANSİYELİ

Küçük burjuvazinin sosyalizm karşısındaki ve özellikle sosyalizm kılığı altında giriştiği eylemler dolayısıyla düştüğü gerici konumla, toplumsal çapta taşıdığı özellikler ve devrimci potansiyel birbirine karıştırılmamalıdır. Bu yalnızca ulusal ve demokratik karakterde bir devrim sürecinin yaşandığı bütün ülkelerde değil, proletarya devriminin gündemde olduğu koşullarda da geçerli bir ayrımdır. Bu ayrımı göz önünde tutmaksızın yapılacak her çözümlemede, toplumsal devrimin dinamiklerinden biri göz ardı edilmiş, dolayısıyla devrimin olanakları eksik tartılmış olacaktır. Küçük burjuvazinin devrimci eylemlerinin hemen hemen daima anarşist, anarko-sendikalist reaksiyoner bir yapı göstermesi, tarihsel ve toplumsal koşulların derin ve bilimsel bir analizinden çok güncel politik uygulamalara karşı duyulan tepkiye dayanması ve hemen hemen daima kapitalist sistem içinde bir çözümü hedefleyen şiddet hareketleri biçiminde gelişmesi, işçi hareketiyle, gerek mücadele biçim ve araçları bakımdan gerekse genel ve uzun erimli ideolojik ve ‘politik hedefler bakımından bir karşıtlık doğurur. Marksizm’i yalnızca bir yorumlama aracı olarak kullanan, teoriyi, devrimci politika dışında bir analiz aracı olarak gören salt teorik eleştiri, bu karşıtlığı mutlaklaştırarak küçük burjuvazinin devrimci eylemini tümüyle reddetme yoluna girer. Bu türden eleştirinin kaynağının, “Saf bir toplumsal devrim” beklentisi olduğunu Lenin göstermiştir. “Toplumsal devrimin, sömürge-lerdeki ve Avrupa’daki küçük ulusal ayaklanmalar, bütün önyargılarıyla küçük burjuvaların devrimci patlamaları olmadan, mutlakıyetin, kilisenin, toprak ağalarının, vb. baskılarına karşı politik bilince varmamış işçilerin ve yarı işçilerin hareketi olmadan yapılabileceğini düşlemek, toplumsal devrimi reddetmektir.”
Kuşkusuz hiç bir toplumsal devrim, önceden belirlenmiş bir plana göre, hiç bir rastlantı öğesine yer bırakmadan, düzenli ilerleyen bir süreç olarak gelişmeyecektir. Devrim sürecini bu şekilde tasarlayan ve buna uygun ilişkiler, buna uygun özel politikalar geliştirmiş ve bunu oportünist bir mekanizm düzeyinde örgütlemiş olan hareketler açısından, kendi dışında gerçekleşen silahlı eylemler, tasarlanan sürece uygun düşmeyen, beklentileri boşa çıkaran ya da saptıran etkenler olarak değerlendirilecek ve “karşı devrimci”, “provokatör”, “ajan hareketi” gibi deyimlerle nitelenecektir. Bu bakış açısından da, tıpkı bireysel terörü siyaset biçimi olarak benimsemiş olanlarda olduğu gibi, devrim, belli bir grubun planlarının, hesaplarının ve politikalarının aksamadan uygulanmasına bağlıdır! Devrimi ve tarihi, bilinçli insan iradesinin ürünü olarak gören ve iradenin planları dışındaki her şeyi rastlantısal ve süreci bozan öğeler olarak değerlendiren anlayış, tıpkı küçük burjuva devrimciliğin silahlı biçimlerini organize edenlerin düşüncesi gibi metafiziktir.
Lenin, proletarya dışı sınıf ve tabakaların devrim sürecindeki yerini şöyle değerlendiriyor: “1905 Rus devrimi, bir burjuva demokratik devrimiydi Çarpışmalara halkın tüm hoşnutsuz sınıflan, grupları unsurları katıldı. Bunların arasında en barbar önyargılarla, belirsiz ve garip mücadele amaçlarıyla dolu yığınlar vardı; Japonlardan para alan küçük gruplar, spekülatörler, maceracılar vb. vardı. Nesnel olarak, yığınların hareketi Çarlığı sarsıyor ve demokrasi yolunu açıyordu. Bu yüzden sınıf bilincine varmış işçiler ona önderlik etti.
“Avrupa’da sosyalist devrim, her çeşit ezilenlerin ve hoşnutsuz çeşitli öğelerin katılacağı bir kitle mücadelesinin patlak vermesinden başka bir şey olamaz. Küçük burjuvaların ve bilinçsiz işçilerin bazı bölümleri katılacaktır buna -böyle bir katılma olmadan yığın savaşı olanaksızdır, bunsuz da hiçbir devrim olamaz- bunların önyargılarını, gerici özlemlerini güçsüzlüklerini yanlışlarım da getireceklerdir. Ama objektif olarak bunlar sermayeye saldıracaklardır. Bu objektif gerçeği bilen devrimin bilinçli öncü birliği İlerici proletarya, değişik ruhlu, düzensiz, dağınık bir kitle mücadelesini birleştirip yönetmeyi başaracak, iktidarı alacak, bankaları ele geçirecek, herkesin nefret ettiği (değişik gerekçelerle) tröstleri dağıtacak ve tümüyle burjuvazinin yıkılıp sosyalizmin zaferinin sağlanmasında gerekli olan başka tedbirleri alacaktır.
“… Eğer proletaryanın sosyalizm için büyük kurtuluş savaşında, bunalımı derinleştirmek için, emperyalizmin getirdiği her belaya karşı her halk hareketinden nasıl yararlanacağımızı bilmezsek, pek zavallı devrimciler oluruz.” (Lenin, “1916 İRLANDA AYAKLANMASI” başlıklı makale. “Gerilla Savaşı”- Kor Yayınları, adlı derleme içinde.) Görülebileceği gibi, Lenin için, herhangi bir mücadele biçiminin “teoriye en uygun şekilde” eleştirilmesi değil, bu mücadele biçiminin pratik olarak proletarya mücadelesinin bir parçası haline getirilmesi sorununun çözümü önemlidir. Herhangi bir düzeyde ve biçimde ortaya çıkmış olan ve objektif olarak sermayeye saldırdığı görülen bir hareket karşısında, Lenin’in tavrını iki özelliğini esas alarak özetleyebiliriz: Birincisi, bu hareketin işçi sınıfı içine sokabileceği önyargılara, geriliklere, yanlışlıklara, maceracı eğilimlere karşı işçi sınıfını sosyalist bilinç ve eleştiri silahıyla donatmak; ikincisi, bu hareketleri, devrimci proletaryanın politik mücadelesinin bir müttefiki, beraber hareket edebileceği bir yandaşı haline getirecek şekilde politikalar yaratmak. Gene Lenin’e göre, eğer bu ikisi bir arada yapılamazsa, söz konusu hareketler karşısındaki eleştiriler, yalnızca soyut ve teorik olmakla kalmayacak, aynı zamanda doğrudan doğruya burjuvazinin cephesinden, burjuvazinin ağzıyla konuşmak niteliğine bürünecektir. Türkiye’deki sağcı eleştirilerin de esas niteliği bu olmuştur. O halde, özetlediğimiz tarzda Leninist bir eleştiri, gerçek anlamda yalnızca mücadeleci bir proletarya partisi tarafından geliştirilebilir. Bu parti, işçi ve halk yığınlarının mücadele eğilimlerini kendi politik programıyla ve mücadele çizgisiyle ifade edebilmeli, halkın ve işçi sınıfının militan mücadele yöntemlerine duyduğu ihtiyacı karşılayabilmelidir. Çünkü bu başarılamadıkça, “sol” oportünizmin hayat bulması önlenemez. Gene Lenin’in dediği gibi; “İşçi sınıfı içindeki ‘sol’ oportünizm, sağ oportünizmin günahlarının bir bedelidir.”

TEKRAR AYAKLANMA ÜZERİNE
“Ayaklanma” kavramının, geçmişte Türkiye solunda “Halk Savaşı” kavramıyla karşı karşıya konularak yanlış bir biçimde “revizyonizmin işareti” sayıldığına önceki bölümlerimizde değinmiştik. Ayaklanma geçmişte sosyalizmin tarihinde de, bir dönem, “Blankizmin işareti” olarak nitelenmişti. Aym dönemde Lenin için “Ayaklanma”, Marksizm’i, oportünist sosyalist eğilimlerden ayıran bir kavram değeri taşıyordu. Bu, bugün de geçerlidir. Ne var ki bu, “ayaklanma” kavramının soyut, içeriği belirsiz biçimde kullanılışı ile Marksist literatürdeki anlamı arasında kesin bir ayrım yapmaya elverişli kıstaslar açısından kavramın içeriğinin belirlenmesiyle birlikte anlamlı olacaktır. Günümüz koşullarında, özellikle de Kürdistan’da artan ayaklanma eğilimleri göz önüne alındığında, bu kesinleştirme daha büyük bir önem taşımaktadır.
Hiç kuşkusuz, ayaklanma, yalnızca proletaryanın sınıf eyleminin bir biçimi değildir. Daha Fransız Devriminden başlayarak, halk sınıf ve tabakalarını temsil eden bütün siyasal akımlar, “ayaklanmanın ezilenlerin ezenlere karşı bir hakkı” olduğu görüşünde birleşiyorlardı. Bu sloganda kullanılan “ezilenler” teriminin, bütün halk sınıf ve tabakalarını kapsadığını, dolayısıyla belirli bir sınıfın politikası açısından ayaklanmanın ele alınış tarzına dair bir açıklama içermediğini görebiliriz. Tarih, ayaklanmanın halkçı biçimlerinin, darbeci ya da kendiliğinden -dolayısıyla “kör”- hareketler olarak sonuçlandığı, başarısızlığa uğradığı, ya da başlangıçtaki halkçı programın gerisinde sonuçlar vererek tükendiği birçok örnek kaydetmektedir. Ayaklanma kavramını, ilk kez toplumsal bir hareketten, siyasal bir devrime geçişin aracı olarak tanımlayan ve kurallarını, genel yasalarını tespit eden Marksizm olmuştur. Bu anlamda, Marksist-Leninist bir parti dışında hiçbir siyasal akımın ayaklanma konusunda bilimsel bir kılavuzunun bulunduğu söylenemez.
Diğer yandan Marksizm-Leninizm, toplumsal devrim teorisinin önemli bir bölümü olan askeri sorunu, gerek pratik deney birikimi, gerekse teorik planda çözümleme yeteneği bakımından, diğer siyasal parti ve hareketlere göre kıyas kabul etmez bir üstünlüğe sahiptir. Komünist partisinin bu üstünlüğünün başlıca kaynağı, her şeyden önce, ayaklanma kavramım, herhangi bir başka halk sınıfı açısından değil, devrimci proletarya açısından ele almış olmasındadır.
Siyasal bilinçli proletarya açısından ayaklanma ne anlama gelmektedir?
Lenin, temel ilkeleri bakımından bu sorunu, 1917 Ekim Devriminin hemen öncesinde yazdığı “MARKSİZM VE AYAKLANMA ÜZERİNE” (Gerilla Savaşı Üzerine, Kor Yayınları, adlı derleme içinde) başlıklı makalesinde incelemiştir.
Bu makalesinde Lenin, öncelikle “ayaklanmanın bir sanat olarak ele alınması” üzerinde durur. Ayaklanma karşıtları tarafından, ayaklanmanın Blankizm olarak nitelendirilmesine karşı, bunu, Marksizm’in ayırt edici özelliği olarak koyar. Daha soma da, Marksizm’le Blankizmi birbirinden ayıran başlıca üç temel unsur sayar.
Bunlar, aynı zamanda ayaklanmanın proletaryanın erekleri doğrultusunda başarıya ulaşması için gerekli koşullardır:
– Ayaklanma, gizli tertiplere, bir partiye güvenmeyip, ileri sınıfa güvenmelidir.
Lenin, bu koşulla, Marksizm ve Blankizm arasındaki en önemli ayrım noktasını vurgulamaktadır. Blankizm, azınlıkta da olsa, kararlı bir devrimciler grubunun ya da partisinin eyleminin ayaklanmanın sonuç almasına yeteceği düşüncesindeydi. Bizzat Blanqui, kendisinin önderlik ettiği ya da katıldığı birçok “ayaklanma” girişiminde bulunmuş, ama siyasal iktidarın ele geçirilmesi anlamında bir başarıyı hiç bir zaman sağlayamamıştı. Başarısızlığın nedeni olarak, ya girişilen “gizli tertiplerin” iyi planlanmaması veya ayaklanmaya girişen partinin örgütsel ve teknik hazırlıklarının yetersizliği gösterilmiştir. Lenin, ilk unsuru öne sürerken, özellikle bu iki kavrama bu yüzden başvurmaktadır. Burada, “Gizli tertip” ve “parti” kavramları, Blankist literatürdeki anlamlarıyla yer almaktadır. Bunlar yerine, Lenin, devrimin sosyal karakterini ve tarihsel koşullarını vurgulamak için “ileri sınıf1 (işçi sınıfı) kavramını kullanmaktadır. “İleri sınıfa güvenmek”, bir yandan devrimin programını ve stratejisini teorisyenler tarafından “icat edilmiş” yöntem ve araçlarla sürdürmeye kalkışan eğilimleri dıştalamaktadır; diğer yandan da tarihsel olarak sosyalist topluma geçişin temel koşulunu belirtmektedir. Böylece, ayaklanmanın herhangi bir başka sınıfın değil, işçi sınıfının öncülüğünde olması gereği, ayaklanmanın sosyalist siyasi sonuçlarını güvenceye almak düşüncesiyle ileri sürülmüştür. Bu açık sınıfsal tercih, Blankizmle Marksizm’i ayıran bir kriter değeri taşımaktadır.
– Ayaklanma halkın devrimci enerjisine güvenmelidir.
Lenin’in, proletarya devriminin hiçbir zaman “saf proleter devrim” olamayacağına ilişkin düşüncelerini daha önce özetlemiştik. Proletarya, devrimin öncüsü olmakla birlikte, onun yöneteceği, yönlendireceği sosyal güçlerin bileşiminde değişik sınıf ve tabakalara mensup halk yığınları bulunacaktır ve bu olmaksızın devrimin başarı şansı bulunmayacaktır. Çünkü halk kitlelerinin, yalnızca teknik bakımdan bir “kalabalık” oluşturmalarının ötesinde, bizzat mücadele eden yığınlar olarak devrime katabilecekleri büyük bir mücadele deneyi, savaş bilgisi ve becerisi bulunmaktadır. Daha önemlisi, halk yığınları, eski deneylerini aşacak yeni mücadele yöntemleri, araçları ve biçimleri geliştirme yetenek ve enerjilerini, esas olarak bir politik devrim sürecinde göstereceklerdir. Bu kaynaktan sağlanacak olan devrimci savaş gücü, herhangi bir teorisyenler, taktisyenler grubunun masa başında yaratabileceğinden binlerce kez daha fazla olacaktır. Blankizm, bütün teorisi ve pratiği ile, “ordusuz bir kurmay”ın savaşını önermiş, halk yığınlarının enerjisini ve yaratıcılığım tanımadığı gibi, böyle bir olasılığı dışta bırakacak bir eylem çizgisini de ısrarla izlemiştir.
– Ayaklanma, gelişen devrimin tarihinde, halkın öncü birliklerinin en yoğun olduğu, düşman saflarının ve devrimin güçsüz, yarı gönüllü, kararsız dostlarının duraksamalarının en kuvvetli olduğu anlardaki dönüm noktalarına güvenmelidir.
Lenin’in öne sürdüğü üçüncü koşul, doğrudan doğruya devrimin objektif ve sübjektif koşullarının birliğini ifade etmektedir. Ayaklanmanın, gelişen devrimin tarihinde yer alan bir dönüm noktasını gerektirdiğini söylemek, ayaklanma zamanının rasgele, iradi bir tercihle tespit edilemeyeceğine işaret eder. Blankist ayaklanma girişimlerinin pek çoğunda, bir devrimi gerekli ve mümkün kılan tarihsel koşulların bulunmadığı görülür. Ayaklanma kararları, Blanqurgıin ve yoldaşlarının bir devrimin gerekli olduğuna inanmaları sonucunda verilmiştir. Blanqui, Manda olan bütün tartışmalarında, tarih ve devrim arasındaki ilişkinin iradi tarzda ele alınmasının örneklerini vermiştir. Aynı şekilde, Blankizm açısından devrim ve sınıf mücadelesi kavramları arasında da bir bağıntı da yoktur. Lenin, “ayaklanmanın bir sanat olarak ele alınması” gerektiğini söylemekle kalmıyor, bu sanatın nasıl “icra edileceğini” de öğretiyor. Ve öne sürdüğü analiz öğelerinin Marksizm’le Blankizmi ayıran noktalardan biri olarak gösteriyor. Buna göre, ayaklanma kararı, karşıt sınıflar ilişkisini olduğu kadar, sınıfların yelekledikleri güçlerin de toplumsal ve siyasal çapta bir değerlendirmesinin yapılmasını gerektirmektedir. Gerek burjuvazi, gerekse proletarya, toplumsal bakımdan, aynı ara tabakaları kendi politikalarının yedeği haline getirmek için uğraşırlar. Politik mücadelenin bu yanının devrimci mücadele açısından büyük önem taşıdığım, proletarya dışındaki emekçi halk sınıflarının ve tabakalarının kazanılmasının gerekli olduğunu, Lenin, sosyalizm mücadelesine örgütlü olarak girdiği ilk anlardan beri vurgulaya gelmiştir. Önceki bölümlerde, bu tezin “Ne Yapmalı?” adlı eserde nasıl incelendiğine değinmiştik. Blankizm ise, sosyal sınıf güçleri arasındaki değişimleri hesaba katma ihtiyacı duymaz. Diğer sorunlarda olduğu gibi, burada da, “saf proleter devrim” teorisinin ve ayaklanmanın “darbecilik” olarak anlaşılmasının sonuçları görülmektedir.
Makalesinin devamında Lenin, artık bir ayaklanma dönemine girildiğini gösteren belirtileri geçmişteki durwnlanyla kıyaslayarak sayarken, yukarıda özetlediğimiz koşulları güncel olaylar bakımından tekrar yorumlar. Buna göre, Lenin’e bir ayaklanmanın zamanının geldiğini gösteren olgular şunlardır:
– Bolşevikler, devrimin öncüsü olan proletaryanın tam desteğine sahiptirler. Moskova proleterlerinin ve askerlerinin Sovyetlerinin çoğunluğu Bolşeviklerden yanadır.
– Ülkede tam bir devrimci durum vardır. General Kornilov’un karşı-devrimci başkaldırı girişiminden sonra, taşra bölgelerinde birçok yerde iktidar Sovyetlerin eline geçmiştir.
– Devrimin düşmanlarının da, kararsız dostlarının da saflarında tam bir kararsızlık ve karmaşa vardır. Rusya’ya karşı savaşan emperyalistler savaşı sürdürüp sürdürmeme konusunda bir kararsızlığa düşmüşlerdir. Küçük burjuva demokratlar ise, halk İçindeki çoğunluklarım kaybetmişler ve kendi politikalarım sürdürme gücünden mahrum kamuslardır. Bir devrimi önleyebilecek ara parlamenter yollar bu yüzden tıkanmış, reformcu burjuvaziyi devrime karşı tedbirler geliştirme gücünden uzaklaştırmıştır. Böylece, tutucu burjuva partileriyle reformcu burjuva partiler arasında birlikte hareket etme, koalisyon hükümetleri kurma olanağı tükenmiş, Bolşeviklerin politikalarına karşı koyacak güçleri kalmamıştır.
– Karşı-devrimci uygulamalar, katliamlar ve terör, işçi sınıfının ve halkın kendi taleplerini gerçekleştirmek için kesin olarak şiddete dayanan bir devrim yolu izlemeleri gerektiği yolundaki görüşü kuvvetlendirmiş, barışçı yollar hakkındaki hayalleri yıkmış ve Bolşeviklerin ayaklanma çağrısına cevap vermeye hazır bir ruh hali yaratmıştır.
– Yine, General Kornilov’un yönettiği ayaklanma girişimi, ordu arasında bölünmeler yaratmış, Bolşeviklerin iktidarına karşı güçlü bir karşı koyusu imkansız hale getirmiştir.
Lenin, bütün bu belirtilerin sonuçlarını da şöylece özetler:
– Kitleleri sürükleyebilecek, halkın öncüsü, devrimin öncüsü bir sınıfın çoğunluğu bizimle birlikte,
– Halkın çoğunluğu bizimle birlikte,
– Emperyalistler-arası savaş, proletarya devrimine karşı dünya burjuvazisinin müdahalesini olanaksız kılmaktadır,
– Hükümetteki Menşevik-Sosyalist koalisyonu kararsızlıklar içinde kıvranmakta, ama ne yapacağını bilen tek parti olarak Bolşevikler halkın bütün sorunlarım çözecek bir programa sahip bulunmaktadır.
Bütün bunlardan sonra Lenin, sözünü bağlar: “Zafer, kesinlikle bizimdir.”  Ve tarih onu tamamen doğrular.
Yaşanan devrim, aynı zamanda Lenin’in ayaklanmayı bir zamanlama ve planlama sanatı olarak ele alışında uyguladığı ilkelerin sağlamlığını ve doğruluğunu da gösterir.
“Silahlı eylemcilik” karşısında sağlam, devrimci bir eleştirel tutum takınabilmek, her şeyden önce Leninizm’e sıkı sıkıya bağlılığı ve Marksist-Leninist devrim teorisinin gereklerini yerine getirmeye bağlıdır. Bunun en önemli göstergesi de, bir ayaklanma stratejisine sahip olmak ve devrimin bütün duraksama, gerileme ya da ilerlemelerine karşın, bu stratejik görüş açısından taviz vermemektir.

Ekim 1992

“Yeni Dünya Düzeni”Nin Öteki Yüzü: Terör

Sınıfların ortaya çıkıp, egemen sınıfın kendisini devlet olarak örgütlemeye başlamasından bu yana, egemen sınıf, kendi çıkarı uğruna yürüttüğü dış ve iç savaşları, eşitsizlik ve özgürlüksüzlüğü hem kendi varlık nedeni, hem de bunların kaldırılmasını kendi egemenliğinin gerekçesi yaptı.
Devlet, gerçekte sömüren sınıfın egemenlik aracıyken, sömürüyü sınırlayan, sömürülenleri sömürenlerden az çok koruyan bir rolde göründü. Egemen sınıfın temsilcisi devlet adamı ve politikacılar, kendi yönetimlerinin çıkardığı sorunları ancak kendilerinin ortadan kaldırabileceği propagandası yaptılar. İster halkoyuyla gelsin, ister soy-sopa dayanarak iktidarı elde tutsun, bütün yöneticiler, iktidarlarını sürdürmek için, kendi varlıklarının, ezilenler için şimdilik bir güvence, gelecekte de bir kurtuluş umudu olduğu imajını vermeye çalıştılar. Bunu verebilenler koltuklarında rahat etti, temsilcisi olduğu sınıfın çıkarlarım korumayı başardı, veremeyenler ise; ya iktidarlarını zor ve şiddete dayanan yöntemleri öne çıkararak yürütmek gibi, egemenler için oldukça pahalıya mal olan yollan kullanmak zorunda kaldılar, ya da temsil ettikleri sınıfla birlikte devrilip gittiler.
Özellikle, sınıflar-arası mücadelenin açık bir biçimde yürüdüğü, başka bir söyleyişle az çok demokrasinin işlediği koşullarda, sömüren sınıfların sömürülenleri denetim altında tutarken, onları “ikna” etmelerinin önemi çok daha büyük olmaktadır. Bu yüzden de burjuva partileri, programlarını bütünüyle emekçi sınıfları peşlerine takabilecek vaatlerle doldurarak, hatta emekçi yığınlar içinde “itibar kazanmış” kişileri kendi listelerine alarak, onları önemli mevkilere getirerek, emekçi partisi görünümü yaratmaya çalışmışlar, çalışmaktadırlar. Bunda da çoğu zaman başarılı olmaktadırlar.
Tarih, bugüne kadar hiç bir devlet türünün ya da yöneticinin (ister seçimle gelsin, ister atansın, ister tanrısal bir vahi ya da soy hakkı olarak iktidara gelsin) yığınlara sömürü, savaş, açlık, yoksulluk vaat ettiğini kaydetmiyor. Tersine, her devlet türü ve yönetici, ne kadar açık terörcü ve sömürücü karakteri gözler önünde olursa olsun, hep herkese adalet ve daha çok mutluluk vaat etmiş, dahası olabilecek bütün yönetimler içinde en iyisinin kendisi olduğunu da kanıtlamaya çalışmıştır.
Kapitalizm çağında da durum çok farklı olmamıştır. Kapitalist devlet, bütün açık sınıfsal niteliğine ve taraflı tutumuna karşın, tüm toplum adına eylemde bulunduğu, sınıflar-üstü bir konumda olduğu iddiasından geri kalmadığı gibi, en savaş yanlısı, en azgın sömürüden yana parti ve burjuva politikacıları da işçi ve emekçilerin özlemlerinin ‘savunuculuğunu’ yapar görünmüş; savaş ve sömürüyü bile emekçilerin gelecekte mutluluğu için zorunlu göstererek tutumlarını savunmuşlardır. Ama bunu yaparken, kendi uluslarının çıkarları için başka ulusları, kendi emekçilerinin çıkarları için başka emekçileri sömürmeyi, onlarla savaşmayı meşru olarak görmüş, yığınları da doğrusunun bu olduğuna ikna etmeye çalışmışlardır.
Son on yıla gelinceye kadar, kapitalizmin ideologları ve politikacıları, sömürüyü ve toplumsal eşitsizliği, ahlaki bakımdan iyi olmayan ama kaçınılmaz ve ebediyen de var olması gereken bir şey olarak savunmuşlardır. Savaşlar için de durum çok farklı değildir. Evet, savaşta insanlar ölüyor, kentler tahrip oluyor vs. ama uluslar var oldukça bu böyle sürüp gidecektir; bu yüzden de savaş her zaman varolacaktır vs. En iyimser kapitalizm savunucuları bile ebedi barıştan, sömürüşüz bir kapitalizmden, devletlerin ve sınırların var olduğu bir dünyada evrensel adaletten söz etmiyor, bundan söz edenleri de ütopyacı, hayalperest olarak suçluyordu. En azından, dünyanın dört bir yanındaki kargaşadan, savaşlardan, sosyalizmi, onun emekçileri ve ezilen halkları kışkırtmasını sorumlu tutuyordu.
Tarihi gerçeklerin çarpıtılarak, olayların halka olduğu gibi değil, görülmesi istendiği gibi aktarılması işi, burjuva tarihçileri tarafından “tarih mühendisliği” olarak niteleniyor. Birinci dünya savaşı sırasında Wilson’un danışmanlığını yapan tarihçiler, kendi yaptıkları işe bu kavramı yakıştırıyorlar ve yaptıkları işi şöyle tarif ediyorlar:
“Sahne, savaşı bizim kazanmamızın herkes için iyi olacağına tüm dünyayı inandıracak bir tarzda düzenlenmektedir.” Harvard Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Merkezi Direktörü Samuel Huntington, görevlerini daha açık tarif etmektedir: “Bir başka ülkenin işlerine karışmayı veya işi daha ileri götürüp müdahalelerde bulunmayı sanki Sovyetler Birliği’ne karşı bir mücadeleymiş gibi satabilirsiniz. Bu Truman Doktrininden bu yana ABD’nin izleye geldiği stratejidir.”
Son on yıldır; kapitalizmin ideologları, propagandacıları ve politikacıları, işi daha da ileri götürdüler: sadece, eylemlerine herkesin meşru göreceği gerekçeler uydurmakla kalmayıp, geçmişlerini biraz karalayarak, geleceklerini kesinlikle aklayacak bir “tarih mühendisliği”ne soyundular.
Burjuva propagandacılar ve politikacılar, kapitalizmi ebedi bir sistem olarak kutsuyorlar ve kapitalist sistemin savaşsız, sömürüşüz bir dünyayı kuracağını, uluslar, sınıflar ve insanlar arasında evrensel adaleti gerçekleştireceğini iddia ediyorlar. En azından, bugünkü koşullarda ABD’nin patronluğundaki kapitalist dünyanın ve Birleşmiş Milletlerin uluslararası adaleti sağlayacağı iddia ediliyor ve bu düzene herhangi bir biçimde karşı çıkanlar, dünya barışını bozan, insanlığın geleceğini tehlikeye atan terörist olarak görülüyor; herkesin de böyle görmesi isteniyor.
Oysa yeni dünya düzeni olarak lanse edilen düzenin baş kurucusu sayılan ABD ve bu düzeni hazırlayan koşullar ile “Pax-Amerikana” olarak nitelenen ‘barış’, tümüyle ABD ve öteki emperyalistlerin çıkarları üstüne kurulmuş bir düzenin barışıdır.
“Yeni dünya düzeni”, Gorbaçov’un, SB’de iktidarı ele almasından, ABD karşısında havlu atmasından sonra gündeme getirilen bir kavram.
Gorbaçov ve Reagan arasında bir dizi görüşmeyle başlayıp, Gorbaçov-Bush arasındaki görüşmeler, uzlaşma ve anlaşmalarla vücut bulan, SB’nin dağılmasıyla da, bir Pax-Americana ile gerçekleştirilebilir propagandası yoğunlaştırılan bir düzendir “yeni dünya düzeni”. Ne var ki; bugün “yeni dünya düzeni”nin kuruculuğu sipariş edilmiş ABD ve Avrupalı emperyalistlerin amaçlarıyla yeni dünya düzeni olarak tanımladıkları ‘dünya cenneti’nin ne ölçüde bağdaştığını, özellikle ABD politikaları açısından görmek gerekir,

KÖTEK YİYEN “KABADAYI”DAN “SAVAŞ KAHRAMANI” NA
1960’lı yıllar ve 70’li yılların başı, dünya jandarması ABD’nin, yoksul Vietnam halkı tarafından, bütün dünyanın yoksul halkları önünde adam akıllı hırpalandığı yıllardı.
Eğer mahallenin kabadayısı, bir kalabalık önünde, bir mahalle sakini tarafından “marizlenirse” artık o kabadayının kimsenin gözünde beş paralık itibarı kalmaz; kabadayı önüne gelenin dalga geçtiği, havasım attığı oyuncağa dönüşür. Kabadayı için iki seçenek vardır; ya mahalleyi terk edip, tanınmadığı bir yerde yeni bir ‘yaşam’ kuracaktır ya da, daha büyük kabadayılıklar yaparak, kendi halinde bir vatandaş tarafından marizlenmesinin bir rastlantı olduğunu, aslında mahallenin en bileği bükülmezinin kendisi olduğunu yeniden kanıtlaması gerekecektir.
Vietnam yenilgisi sonrası ABD’nin durumu, kötek yiyen mahalle kabadayısının durumuna çok benzemektedir: Vietnam’dan yayılan anti-emperyalist ve anti-Amerikan dalga, dünyanın her köşesindeki devrimci, demokrat ve komünist güçler için bir savaş çağrısı gibidir. Her yerde Amerikan askeri üsleri ve ticari kuruluşları anti-emperyalist güçlerin saldın hedefi haline gelirken, ABD müttefiklerinden de tecrit olur. ABD’nin güdümündeki geri ülkelerin hükümetleri bile açıkça Amerikancı tutum almaktan kaçınmak zorunda kalırlar, denizaşırı ülkelerde Amerikan filolarının barınacağı limanların sayısı adamakıllı azalır. Öyle ki; en uşak hükümetler bile Amerikan filosuna limanlarını kapatmak için bahaneler uydurmak zorunda kalırlar. Diğer emperyalist ülkeler de durumdan yararlanarak ABD’den bağımsız politikalar geliştirme yolunu tutarlar.
O yıllarda; ABD emperyalizminin militarist, saldırgan politikasına karşı içteki muhalefet de oldukça tepkiliydi. Üniversite öğrencileri, ABD tarihinde ilk kez bu kadar açık bir ‘anti-Amerikan’ tutum alıyor, askere gitmeyi reddetmekten ABD aleyhinde gösterilere kadar değişik yol ve yöntemlerle tutumlarını ifade ederken, aydınlar, ABD’nin uluslararası hukuku ihlal ettiği gerekçesiyle mahkemeler kuruyordu. Cephede ölen asker ailelerinden öteki emekçi kesimlere doğru yayılan, “Vietnam’da Amerikalıların ne işi var?” sorusu, emperyalist-militarist politikalara karşı geniş bir kamuoyu oluşturuyordu. Vietnam’a coşkulu törenlerle gönderilen askerler, dönüşlerinde sadece yenilginin psikozunu değil, halk tarafından hor görülmenin, dışlanmanın kompleksini de yaşıyorlardı.
Hükümet ve üstlerinin,  onların bir “savaş kahramanı” olduğu yolundaki açıklamaları ve verilen madalyalar da bir işe yaramadı. Hor görülme, toplumdan dışlanma, issizlik vb. savaş sırasında gördükleri fiziksel ve ruhsal hasarla birleşince, “Vietnam sendromu” derinleşti.
Her başkaldırıyı bastırmak için büyük bir heves gösteren ABD askerleri için, başka ülkelerde askeri eylemlere girişmek artık o kadar kolay olmuyordu. Dost düşman herkes, “Saldırıp çözelim!” diyenlere, “Vietnam’ı unutma!” diyordu. Ama ABD emperyalizmi bir Vietnam yenilgisine teslim olamazdı. Daha Carter döneminde bu yenilginin unutulması için kimi ‘küçük’ girişimler yapılmıştı, ama Carter’in sadece “barış” dönemleri için uygun kişiliği ‘günün ihtiyaçlarına’ yanıt vermeyince, ikinci kez seçilemeden başkanlık görevini tamamlayan (öldürülenler dışında) ilk başkan olma ‘şerefini’ kazanarak yerini Ronald Reagan’a bırakmak zorunda kaldı.
R. Reagan, üçüncü sınıf bir sinema oyunculuğu ve Mc Cartycilik yıllarında ihbarcılık yapma ötesinde, herhangi bir yeteneğe sahip olmayan bir kişiydi. Üstelik bunayıp bunamadığı tartışılan bir yaştaydı. Ama olağan bir zamanda iyi bir devlet memuru bile olamayacak bu kişi, bütün bu olumsuz özelliklerine karşın, iki kez zafer sayılabilecek sonuçlarla seçim kazandı. Kapitalist dünyanın baş patronu ABD’ne başkan oldu.
Reagan’ı seçtiren arkasındaki güçler, onun iki özelliğinden yararlanmayı düşünmüştüler: birincisi, üçüncü sınıf da olsa artist olması, çağın en önemli iletişim aracı TV’de iyi görüntü vermesi, ortalama Amerikan vatandaşına hoş gelecek mimiklerle ekranda boy göstermesi, bu yolla izlenecek çirkin politikayı sevimlileştirmesi; ikincisi ise, halkın tepkisi, “hak”, “adalet”, “kişisel ahlak” vb. gerekçelerle, CIA, Pentagon, ya da askeri çevrelerin eylemlerine engel olmamasıydı. Doğrusu Reagan, kendisinden istenenleri yapacak özelliklere sahipti ve yaptı da. Her TV kamerası gördüğünde, köpük dizilerin biçimlendirdiği Amerikalılara, onların alışkın olduğu espriler yaptı, tıpkı Amerikan yaşam tarzı gibi, bazen onları aptal yerine koydu, aşağıladı, bazen de en ilkel güdülerini gıdıklayıp ‘gururlarım’ okşadı; onlardan biri, zararsız bir adam gibi göründü kitlelere. CIA ve Pentagonun eylemlerini engellemediği gibi, danışmanlıklarına “şahinler”i getirerek CIA’nın dış ülkelerdeki (Carter döneminde, en azından resmen yasaklanmıştı) operasyonlarını yeniden başlattı. Daha sonra ‘Reagan Doktrini’ olarak anılacak politikalar demetini destekleyerek anti-emperyalist ve anti-Amerikan eylemlere karşı askeri güç kullanmayı esas aldı.
Araştırmacı Allan Goodman ve Seth Tilman’ın da çok açıkça ifade ettikleri gibi, Reagan dönemi; “Onurlu ve vatansever Amerikalıların onur ve vatanperverliği (!) ön plana çıkaran ortama tekrar dönülmesini istedikleri, Reagan’ın şahsında bu işi büyük ölçüde gerçekleştirdikleri, Vietnam savaşının ürünü olan ‘karşı kültür’ün ayaklar altına aldığı değerlerin ve erdemlerin yeniden hak ettikleri pozisyonları aldıkları bir dönemdir,”
Yukarıda araştırmacıların sözünü ettiği “erdem” ve “değerler, ülke içinde Reagan’ın izlediği ekonomik ve sosyal politikalarda, ülke dışında ise, dünyanın her köşesinde bağımsızlığa, antiemperyalizme, devrime, ilerlemeye karşı açıkça savaşmak olan Reagan Doktrini’nde ifadesini buldu.
Reagan bu politikayla, dünya jandarması olarak, ABD emperyalizminin rantını artırmak istiyordu elbette. Ama bu, jandarmanın görevini yapmasıyla olanaklıydı. ‘Marizlenmiş’ kabadayının jandarmalığına kimse güvenemezdi. Dahası, kabadayının da kendisine güveni yoktu. Bunun için bir moral eğitimden geçmesi, yeni moral değerler kazanması, gücüne güvenmesi gerekirdi. Bu moral değerler, Vietnam’da burnu sürtmüş, ülkesinde bir köşeye itilmiş, ama içindeki öldürme arzusunu yitirmemiş eski bir ‘savaş kahramanı’nın bütün ‘karşı değerlere’ başkaldırmasında biçimlenebilirdi. Bu eski ‘savaş kahramanı’ etrafında yaratılan hale, Amerikan bencilliği ve sömürü geleneğinin ruhunda saklı vahşeti yeniden diriltebilirdi. Çok geçmeden o kahraman bulundu. O, Rambo’ydu.

AMERİKAN ASKERLERİNE VE GENÇLİĞİNE SUNULAN İDOL: RAMBO
İkinci dünya savaşından en kârlı emperyalist ülke olarak çıkan ABD, savaşa en son katılan, aynı zamanda da en az asker kaybıyla çıkan ülkeydi. Ama sermaye-Hollywood işbirliği ile bütün dünyaya, Hitler faşizmini yenilgiye uğratan asıl gücün ABD, savaşın kaderini belirleyenin de Amerikan askerlerinin kahramanlığı olduğu yutturuldu. Havada, karada ve denizde, Amerikan alt rütbeli subaylarının, erlerinin, çavuşlarının kahramanlıkları (Kahramanın alt rütbeli yedek subaylar, erler ve erbaşlar olması seyirciyi etkilemek için önemliydi.) sinema tekniğinin bütün olanaklarıyla, bire bin katılarak, beyaz perdede hikâye edildi. Cephedeki asker ve cephe gerisindeki aileler, nişanlılar, sevgililer; acı, umut ve zaferin ustaca karıştırıldığı bir fonda, özgürlük ve demokrasi için savaşan bir bütün olarak tanıtıldı. Özellikle denizaşırı müdahalelerde birinci derecede rol oynayacak olan deniz küvetlerinin yıkıcı gücü ve askerlerin yaşamı öylesine kurgularla piyasalandı ki; en olumsuz koşullarda bile hoşa giden, genç insanların duygularını okşayacak unsurlar öne çıkarıldı. Amerikan ordusuna girmek, her genç için en istenir şey (aşk, macera, dostluk, dayanışma, kahramanlık, itibar her şey vardı orduda. Biraz da sevdiklerine özlem vardı, ama olsun, o da işin tuzu biberiydi.) olacak biçimde pazarlandı.
İkinci dünya savaşı sonrası, 1960’lara kadar, Amerikan ordusunun, zafer sarhoşluğu ile yaşadığı yıllardı. Savaş sonrasında pek çok ülkede ‘kurtarıcı’ olarak karşılanan Amerikan askerleri, soğuk savaş yıllarında da, gericiliğin ‘kurtarıcısı’ olma rollerini sürdürdüler. Amerikan sermayesi ve onun jandarmalığını kabul eden emperyalist ülkelerin sermayesinin bekçiliğini yaptı bu ordu. Ve en azından Amerikan ve emperyalist ülkelerin halkının çoğunluğu gözünde Amerikan ordusu, (İngiliz ve Fransız orduları gibi sömürgeci bir geçmişi olmadığı için propaganda etkili oluyordu.) dünyada özgürlük ve demokrasinin bekçisiydi; komünizme karşı “özgür dünyayı koruyan”, “demokrasi ideallerini savunan” bir orduydu.
Vietnam’a da, aynı sloganlarla, arkalarında “Yenilmez Amerikan Ordusu” rüzgârıyla şişirilmiş bir propagandayla çıktılar. Zorba komünistler, Vietnamlılara, komünizmi zorla kabul ettirmek istiyor, özgürlük ve demokrasiyi yıkıyorlardı! Amerikan ordusu, uygarlığın önündeki komünist barbarlığı yok edip dönecekti! Halk zaten komünistleri istemediği için, Amerikalıları destekleyecek, Amerikan ordusu kolay bir zaferle dönüp gelecekti! Ne var ki; evdeki hesap çarşıya uymadı. Ne Amerikan ordusu özgürlük ve demokrasi için savaşıyordu, ne de Vietnam halkı onları bir kurtarıcı gibi karşıladı. Tersine Amerikalılar, emperyalist, sömürgeci amaçlarla gittikleri için, daha ilk anda sadece silahlı gerillalarla değil, sivil halkla da savaşmak zorunda kaldılar. Kısa sürede, yaşayan her şeye, sadece insana değil, hayvan, ağaç, akarsulara karşı da savaşmak zorunda kaldılar. Yoksul köylüleri katlettiler, kadınlara tecavüz ettiler, ormanları, tahıl harmanlarını, evleri yakıp suları zehirlediler. Özgürlük ve demokrasi götürmek iddiasındakiler bir katiller ordusu haline geldi. ‘Savaş kahramanı’ olmak hayaliyle orduya katılan gençler, birer katil olmanın verdiği ruhsal çöküntüyle, eğer sağ ve sağlam olarak kurtulmuşlarsa, geri döndüler. Üstelik de yenilmiştiler.
Gerçi hükümet yetkilileri ve üstleri hala onlara birer savaş kahramanı olduklarını, komünizme karşı özgürlük ve Batı demokrasisinin zaferi için dövüştüklerini söylüyordu ve her birine birer ikişer kahramanlık madalyası verilmişti ama ne dünya halkları, ne de Amerikan halkı ( en kötüsü kendileri bile) artık onları bir kahraman olarak görmüyordu. Savaş artıklarına, bırakalım özel bir saygı göstermek, onlara iş verilmiyor, ne zaman etrafa saldırıp ortalığı dağıtacağı bilinmediğinden, tanıdıkları ve yakınları bile onlarla ilgilenmek, bir arada olmak istemiyordu. Dünyanın gözünde, Amerikan askeri, isterse Vietnam’ın haritadaki yerini bilmesin, May-Lai’da katliamının, öldürülen, işkenceden geçirilen binlerce, on binlerce Vietnamlının faili olarak görülüyordu. Amerika’nın o şanlı deniz küvetlerinin filoları, dünyanın her köşesinde, limanlarda, Ho Şi Minh’in o ince uzun siluetiyle karşılanıp kovuluyordu. Hollywood’un siyahı beyaz göstermekte usta yönetmenleri bile Amerikan ordusu üstündeki lekeyi yok edemiyor, Vietnam’daki Amerikan marifetlerini savunacak gerekçeler bulmakta güçlük çekiyorlardı. Ne var ki; Amerika’nın hem güçlü bir orduya, hem de emperyalist politikalara, ülke içinde desteğe ihtiyacı vardı. Reagan bu handikabın aşılması için seçilmişti. Ama gençliğe, askerlere ve Amerikan orta sınıflarının yeni değerlere ihtiyacı vardı. Eski, saçı briyantinli, giysileri lüks bir butikten alınmış tıraşlı, yakışıklı, ailesine bağlı, kendisini bekleyen sevgilisi ya da nişanlısı için bir şeyler yapmak isteyen, öldürmekten başka da kaygıları olan asker ile demokrasi ve özgürlük ideali için savaş, eski biçimiyle, Vietnam’da ölmüştü. Şimdi, yeni bir askere ihtiyaç vardı. Bu tip, özgürlük ve demokrasiyi pek umursamamak, öldürmek için eğitilmiş, kendisi ve birlikte savaştığı bir kaç kişi dışında hiç bir şeyi umursamayan, tek erdemi karşısındakini öldürüp kendisi sağ kalmak, tek yeteneği elindeki her olanağı bir ölüm makinesine dönüştürmek olan, aşk, sevgi, o pek önem verilen aile bağı, hatta “vatan, millet” vb. gibi şeyleri önemsemeyen bir “tip” olmalıydı bu. Holywood’dan gelen R. Reagan bu tipi yine Hollywood’da buldu. Silvester Stallone’nin “İlk Kan”ını seyrettiğinde heyecanlanıyor ve Rambo için “İşte aradığımız gençlik kahramanı” diyordu. Ve herkese, Amerikan askerleri ve gençliğine Rambo’yu örnek gösteriyordu.
Rambo, eski Amerikan asker tipinden, sadece idealleriyle değil görünüş olarak da ayrıdır. Eski tip asker, yakışıklı, giyim kuşamına özen gösteren, müziğe, dansa meraklı, uygar görünümlü bir tiptir. Rambo ise; kasları aşırı gelişmiş, çirkin, kılık kıyafetine bakmayan, bir toplumsal varlıktan çok, neredeyse bir kayadan fırlayıp çıktığı haliyle insanlar arasına dalmış duygusu uyandıran ilkel bir tiptir. Öldürmek için yaratılmış bir makine olduğu daha ilk bakışta anlaşılan bir ‘kahraman’ ki; o, “yeni dünya düzeni” modasının zirvede olacağı 10 yıl kadar sonra, görünüş dışında, bütün insansal özelliklerinden arınarak, ‘Terminator’a (yok edici) ‘evrimleşecek’tir.

REAGAN DOKTRİNİ: ‘ “BEŞİNCİ ÖZGÜRLÜK”ÜN ÖNE ÇIKMASI
Reagan’ın, daha doğrusu Reagan’ı iktidara getiren emperyalist sermayenin ihtiyacının ne olduğuna yukarda değinildi. Aslında Carter döneminde ABD ekonomisi kendisini yeniden toparlamış, petrol kriziyle hem Avrupa’ya karşı avantaj sağlamış, hem de petrol tekellerinin en büyükleri aracılığı ile dış ticaret açığını önemli ölçüde kapatmıştı. Vietnam yenilgisinin getirdiği moral çöküntüyü atmak için yeni ataklar yapılabilirdi artık. Bunun için, içerde, o eski “at-arpa” kuramı yeniden öne çıkarılırken, dışarıda ise ‘Reagan Doktrini’ adı altında, Cambridge Üniversitesi profesörlerinden Noam Chomsky’nin “beşinci özgürlük” adını taktığı “özgürlük” öne çıkarıldı.
Reagan’ı başa getirenler kuşkusuz Amerikan ve uluslararası sermayenin en gerici kesimleriydi ve Reagan yönetimi onların çıkarları doğrultusunda politikalar geliştirdi. Her şeyden önce ABD içinde, Carter döneminde uygulamaya sokulan bütün ‘sosyal programları’ kaldırarak işe başlandı ve açıkça büyük sermayeden yana tutum kondu. Yaklaşımın aslı şuydu: Atlar arpayla iyice beslenecek. Atlar dışkılayacak ve kuşlar atların dışkısındaki arpalarla beslenecek. Reagan’ın programı, bütün 20. yüzyıl içinde en açık ve en aşırı büyük sermaye yanlısı programdı. Amerikan büyük sermaye çevreleri, Reagan’ın bu programına “doğru dönüş” adım verdiler. “Doğru dönüş”; kaynakların daha çoğunun yukarı sınıflara aktarılmasını, devletin güçlendirilmesini, emekçiler üstünde tam bir denetimi ve aktif bir dış politikayı ön görüyordu.
“Doğru dönüş” programının içeriye yönelik gelişmelerini Noam Chomsky şöyle özetliyor: “Bütçe düzenlemeleriyle, sosyal güvenlik sisteminin kaynaklan zayıflatılarak, işçi kesiminin milli gelirden aldığı pay azaltılmıştır. Uluslararası standartlara göre bu iki grubun ülke ekonomisindeki zaten düşük olan payı daha da aşağılara çekilmiştir. İkincisi artık geleneksel olmuş bir yoldan hayata geçirilmiştir, ‘savunma harcamaları’ artırılmış, bu suretle devletin koruması altında bulunan silah sektörünün teknolojisinin daha üst düzeylere çekilmesi mümkün kılınmıştır. Bu sonuç, kuşku yok ki halktan alınan vergilerle gerçekleştirilmiştir. ABD tarihi, sulh zamanında yapılan en büyük askeri harcamalara şahit olmuştur. Devletin harcamalarının, beraberinde gücünün artması kendini halktan gizleme ihtiyacını da getirmiştir. Sansür artmış, devlete ait belgelere ulaşabilme güçleşmiştir. Gizli faaliyetler artmıştır. Halkın gelişmelerden haberdar olmasının, olup da devletin işine çomak sokmasının önüne geçmek için baskılar artmıştır. ‘Temyiz mahkemesinin kişisel özgürlükleri koruma amacına matuf her kararına karşı olan’, ‘anayasayı, devletle vatandaşını karşı karşıya olduğu her durumda devleti haklı çıkaran bir kurallar manzumesi olarak algılayan birinin Reagan tarafından Temyiz mahkemesine üye olarak atanması, sözünü ettiğimiz gelişmelerin yalnızca biridir.
Programın dış politika ile ilgili maddesini realize etmek için başvurulan araçlar ABD politikasının klasik araçlarıdır. Müdahale etmek saldırmak, ezmek, uluslararası terörizm, gangsterlik, yasa tanımazlık. İşte bunlar, muhtemelen ‘Reagan Doktrini’nin temel öğeleridir.” (N. Chomsky, ABD Terörü, Terörizm Kültürü, s, 33, Pınar Yay.)
ABD gibi emperyalizmin jandarmalığını yapan büyük bir emperyalist ülkenin başkanından elbette emekçi sınıfların çıkarlarını esas alan politikalar, ya da ulusların kaderlerini tayin hakkına saygı beklenemez. Ama Reagan dönemi, kendisinden önceki dönemlerden “Beşinci Özgürlük”ün daha açık bir biçimde öne çıkarıldığı bir dönem olmasıyla ayrılır.
Söylenenlerin anlaşılması için N. Chomsky’nin ‘Beşinci Özgürlük’ olarak nitelediği tutumun ne olduğuna kısaca değinelim:
Bu yazının başında da belirtildiği gibi, en zalim, en sömürücü yönetimler bile, varlıklarını sürdürmek için tutumlarım gizler, herkes için ‘iyi’ olan amaçları gerçekleştirmeye çalıştığım söyler. Bu durum kapitalizm çağında daha da belirgindir. Emperyalist savaşlarda, savaşın iki tarafındakiler de özgürlük ve barış için savaştıklarını söylemekte hep ısrar etmişler, ‘barış masasındaki’ tutumlarının nedeni olarak bile paylaşım konusu olan ülkelerin ve halkların çıkarını göstermişlerdir. Nitekim İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD Başkanı Franklin Delano Roosevelt, savaşa ‘Dört Özgürlük’ için katıldıklarını söyler. Bunlar; ‘konuşma özgürlüğü, ibadet özgürlüğü, korkusuzca yapma-yaratma özgürlüğü’ ve ‘asgari ihtiyaçların baskısından azade olarak yaşama özgürlüğü’dür.
N. Chomsky, haklı olarak, burada ‘Beşinci Özgürlüğün’ saklandığını söylüyor ve ‘Beşinci Özgürlüğü’, “soyma, sömürme, hüküm altına alma ve sonuç alabilmek için her türlü güce başvurma özgürlüğü” olarak tanımlıyor. Ve diğer ‘Dört Özgürlüğü’, ancak ‘Beşinci Özgürlükle çelişmediği sürece emperyalistlerin savunduğunu öne sürüyor.
“ABD kökenli resmi evraklar ve gün ışığına çıkarılıp herkese aşina kılınan tarihi olaylar, bir yandan Dört özgürlüğe gerek doktrin gerek uygulama bazında verilen önemi, öte yandan da bu özgürlüklerin Beşinci Özgürlüğe ne kadar bağımlı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. ABD’nin dünya genelinde sahnelediği her türlü eylemin yönünün, Beşinci Özgürlük tarafından tayin edildiğine şahit olmaktayız. Dört Özgürlük, beşincisiyle çelişmediği sürece var olabilmektedir, aksi takdirde bir kenara fırlatılıp atılıvermektedir.
Beşinci Özgürlüğü ön planda tutan, diğer özgürlüklere ancak Beşinci Özgürlüğe zarar vermedikleri sürece yaşama hakkı tanıyan programların hayata geçirilebilmesi için devlet; yalan üzerine, aldatma üzerine, hileye dayalı bir yapı oluşturma durumunda kalmaktadır. ” (A.g.e, s.8)
‘Reagan Doktrini’, ABD emperyalizminin Vietnam yenilgisi sonrası düştüğü durumdan kurtulmak için, bu “Beşinci Özgürlüğü” öne çıkarmak ihtiyacını duyduğu dönemdir. Nikaragua’da kontralara Kongreden gizli yardım, El Salvador’da faşist hükümetin açıkça desteklenmesi, Honduras’ın uluslararası yasadışı müdahaleler için üs haline getirilmesi, Kosta Rika’da Hükümeti düşürmek için ekonominin iflasa sürüklenmesi ve sonra da hükümetin düşürülmesi, Guatemala’da ABD desteğindeki hükümetin 100 bin kişiyi katletmesine göz yumulması, İsrail’in Lübnan’ı işgali ve 20 bin kişiyi katletmesi, Türkiye’de 12 Eylül Cuntası’nın ayakta durması için mali ve siyasi destek, hep Reagan döneminde gerçekleşti. Orta Amerika ülkelerinin ‘barış’ için ortak girişimlerinin baltalanması ‘Yıldız savaşları’ projesinin uygulamaya sokulması, geri kalmış ülkelerdeki sayısız darbe ve cuntalar Reagan Doktrini’nin bir unsuruydu.
Reagan Doktrini’nin asıl amacı, dünyanın her köşesinde Amerikan emperyalizminin çıkarlarını gözetmek, bu çıkarlara zarar verecek gelişmeleri her yolla önlemek için gerekli ideolojik, askeri önlemleri almaktı. Bunu yaparken de, Samuel Hantington’un söylediği gibi, SB ve komünizmin yayılmasını önlemek gerekçesini kullanıyordu. Gorbaçov’un SB’de iktidara gelmesi ve Batı kapitalizmi karşısında havlu atmasıyla “SB ve komünizme karşı savaş”ın ‘inandırıcılığı’ kalmadı ve ‘yeni dünya düzeni’ tezi öne sürüldü. Gerçekleştirilecek düzen “herkes” ve “her ülkenin çıkarınaydı”; artık “evrensel bir barış” ve “kardeşlik”, “demokrasi” çağı başlıyordu. Yeni kampanyanın motifleri bunlardı.
ABD açısından, Reagan’ın başkan seçilmesi sonrasında geliştirilen Reagan Doktrini ve Amerikan askerleri ve gençliğine bir idol olarak sunulan Rambo imajını, Reagan’ın yardımcısı George Bush da değiştirmedi. Kaldı ki Bush, Reagan’ın yardımcısı olmazdan önce CIA Başkan’ıydı ve şu anda da “usulsüz güç kullanma”dan ötürü uluslararası mahkeme tarafından suçlu bulunmuş tek devlet başkanıdır.
SB’nin dağılmasından sonra, ‘düşmanlar’ın adı ve konumu değişti ama düşman düşmandı. Bu yüzden de zaten varolan, ama Reagan döneminde yeniden yoğrulup biçimlendirilen terör kültürü ‘yeni dünya düzeni’nin de kültürü oldu, ‘Beşinci Özgürlük’, SB’nin parçalanması ve Körfez savaşında, uğruna savaşılmaya değer tek özgürlük olurken, Vietnam’da burnu sürtülen Rambo, Arap çölünde ‘Rambo-Terminator’ melezi olarak ‘zafer’ kazandı.
Körfez Savaşı, “yeni dünya düzeni”nin gerçek terörist yüzünü gösterdi. Barış, demokrasi, adalet, hak-hukuk, ahlak gibi şeylerin emperyalistlerin çıkarlarıyla, yani ‘Beşinci Özgürlükle çeliştiği anda bir kenara atıldığı görüldü. Sadece Körfezde değil, dağılan SB cumhuriyetleri ve Yugoslavya’da da görüldü ‘yeni dünya düzeni’nin yönlendirici ilkesinin ‘Beşinci Özgürlük’ olduğu. Baltık cumhuriyetlerinin bağımsızlığı için diplomasiden ekonomik ambargoya her yola başvuran emperyalistler, bağımsızlık isteyen Asya cumhuriyetleri için Gorbaçov’u desteklediler. Almanya, Slovenya ve Hırvatistan’ı Sırplara karşı silahlandırıp Fransa ve İtalya’yı gücendirmeyi göze alırken, Bosna-Hersek sorununda Supları gözeten politikalar benimsedi. Ya da emperyalizmin paravan bir örgütünden başka bir şey olmayan BM, Kuveyt’in ‘bağımsızlığı’ ve ‘toprak bütünlüğü’ için tarihin en büyük askeri yığınaklarından birini yaparken, Irak’ın bağımsızlığı ve Kürtlerin kaderini tayin hakkı için bir çaba göstermek niyetinde görünmüyor. Tersine BM, Irak’ın ikiye değil üçe bölünmesi, ABD’nin bölgedeki fiili etki alanının genişlemesi, gerginliğin artması için kararlar alıyor.
Körfez krizi ve savaşı sırasında, gelişmiş iletişim araçları da kullanılarak ABD ve emperyalistlerin çok sıkı bir “tarih mühendisliği ” yaptıkları anlaşılıyor. Saddam’ın Kuveyt’e saldıracağının ABD, müttefikleri (en azından Fransa ve İngiltere’nin) önceden bildikleri, hatta Saddam’a yeşil ışık yaktıkları, ama dünya kamuoyunu, Saddam’ın bir sürpriziyle karşılaştıklarına inandırdıkları artık biliniyor. Körfez savaşı’nda, Irak’ın güçleri ve elindeki silahların teknik özelliklerinin abartılarak dünya kamuoyunun aldatıldığı bir başka gerçek.
Koalisyon küvetlerinin uçaklarının bombalamalarında sadece askeri bölgeleri hedef aldıkları bir yalandı ve ‘canlı savaş görüntüsü’ olarak yayınlanan görüntülerin bir bölümünün CNN’le ABD hükümeti işbirliğinde stüdyoda çekilmiş filmler olduğu, örneğin Saddam’ın petrolü Körfeze akıtması ve çevre kirlenmesinin sonucu olarak gösterilen petrole batmış penguenin bile Arjantin kıyılarında çekilmiş bir film olduğu anlaşıldı. Ama bu haberler CNN ve öteki basın ve TV kuruluşları tarafından yüksek sesle bütün dünyaya yayıldığı halde, bunların yalan olduğu ancak kimi gazetelerin kısa haber sayfalarında yer alabildi. Böylece ‘tarih mühendisliği’, geniş yığınların yönetimin istediği gibi düşünmesini sağlayan, iletişim aygıtlarını kullanmakla, bir tür ‘halkla ilişkilerle’ tamamlandı,
Emperyalistler terörü her zaman kullandılar. Çoğu zaman da abartarak kullandılar. Belki teröre gerek olmayan durumlarda bile terör kullanıldı. Bunun bir amacı, kısa yoldan ve en ucuza mal ederek amaca varmaksa diğer amacı da, ezilenlerin, sömürülenlerin gözünü korkutmaktı. Kennedy ve Johnson’a danışmanlık yapmış General Maxwell Taylor, ABD Kongresi önünde, terörü kullanmalarının nedenini şöyle açıklıyordu: “Özgürlük savaşının maliyetinin yüksek, pek tehlikeli ve başarısızlığa mahkûm olduğunu göstermeliydik.”
ABD bu tutumunu, bugün, ‘evrensel adalet’, “uluslararası barış” ve ‘savaşsız bir dünya’, ‘çelişkisiz kapitalizm’ propagandasını yaptığı koşullarda da sürdürüyor. Körfez savaşı bunun en açık kanıtıdır. Tıpkı Vietnam’da yapılmak istendiği gibi, ABD’nin çıkarlarına başkaldıranın cezasız kalamayacağı gösterilmeye çalışılmış, Körfeze yığılan askeri güç sadece Irak’ı cezalandırmak için değil, bütün Ortadoğu ve dünya halkalarına, “Bak ben ne kadar güçlüyüm, bana karşı çıkanın başına gök kubbeyi yıkarım!” denmek istenmiştir. Nitekim Körfezdeki Koalisyon güçlerinin komutam General Norman Schwarzkopf, (Basına yansıdığı kadarıyla) Körfez Savaşı anılarında, yönetimin tutumunu şöyle değerlendiriyor:
“Kara savaşının bir an önce gerçekleştirilmesi için yapılan baskı beni deli ediyordu. Saddam’ı cezalandırmadıkça bu işe son vermeye niyetli olmayan bir grup, Washington’da etkindi. Bir aydan fazla süredir Irak’ı bombalıyorduk ve bu yeterli olmamıştı. Bu adamlar, Jon Wayne’nin yeşil berelileri’ni, Rambo’yu ya da General Patton’u sinemadan tanımış olduklarından koltuklarında oturup ‘Bu adamı cezalandırmalıyız, dersini vermeliyiz’ diye rahat rahat konuşuyorlardı.” Schwarzkopf’un sözünü ettiği, bir an önce savaşın başlamasını ve Saddam’ın işinin bitmesini isteyen ‘adamlar’, aynı zamanda her gün medya aracılığı ile bütün dünyanın emekçilerine, “ebedi barış”, “evrensel adalet”, “yeni bir dünya” vadeden ‘adamlar’dır.
Schwarzkopf, ayrıca Bush yönetiminin “diplomatik yolları yeterince zorlamadan savaş başvurduğunu” da iddia ediyor.
Emperyalistlerin ‘barışçı yolları’ zorlamadan ya da biraz zorlayarak savaşa başvurmasında, terörü halkları ‘hizaya’ getirmek için sürekli bir araç olarak kullanmalarında şaşılacak bir şey yok. Ama ‘yeni dünya düzeni’nin gerçekten “barışçıl”, ‘adil’ vb. olacağına inananlar şaşıyorlar. Oysa ‘barış’, ‘adalet’, ‘demokrasi’ vb. kavramlar sadece propaganda için var. Gerçekte ise, yeni dünya düzeni de eskisi gibi teröre dayanan bir düzen. Uluslar ve sınıflar-arası eşitsizlik, devlet sınırları, sömürenler ve sömürülenler oldukça ‘düzeni’ sağlamanın terörden başka bir yolu yoktur. Sadece gerekçesi saklanabilir, ya da terörü kullananlar terörün üstünü gözakı şallarla örtüp, terörün artık sahneden çıkarıldığı sanısını uyandırmak isteyebilirler. Yeni dünya düzencileri’nin yaptığı da budur. Onlar, terör ve zoru uluslar ve sınıflar-arası İlişkilerin sahnesinden çıkardıklarını, anlaşma ve uzlaşmaların bu sahnenin tek aktörü olduğunu söylüyorlar. Buna dünya kamuoyunu inandırmak için Körfez krizinde olduğu gibi, bitmez tükenmez müzakereler yapıyorlar. Ama müzakereyi uzlaşmak için mi yapıyorlar? Bu çok kuşkulu; çünkü çoğu zaman müzakere, silahlan yığmak, yağlamak için bir vesile oluyor. Körfez krizinde de öyle oldu. Birleşmiş Milletlerdeki tartışmalar, sadece Körfeze yığılan askeri cephanenin üstünü örttü ve askeri hazırlık tamamlanınca, bütün görüşme ve uzlaşma kapılan kapatıldı; savaş başladı.
Kısacası, dün olduğu gibi bugün de, emperyalist politikaların arkasında baskı, zorbalık ve zorla egemen olma vardır. Baskı ve zoru kullanmak için gerekli gerekçeleri yaratacak mekanizmalar, o politikayı destekleyecek kamuoyunu yaratacak propaganda odakları sürekli çalışmaktadır. Çünkü ‘Beşinci Özgürlük’ emperyalistlerin yeni dünya düzeni için de vazgeçilmezdir ve onu da terörsüz koruyamazlar. Bu yüzden de emperyalizm var oldukça, terör; onun politikasının bir yönü olarak, varolacaktır.

Ekim 1992

TDKP’den çarpıtmalara yanıt “D. Perinçek’in parti modeli ve yasallığı, işçi ve emekçi sınıflara devrimi yasaklama aracıdır”

Dergimiz Özgürlük Dünyası’nın 44. sayısında yayınlanan “TDKP Yasal Parti Sorununa Nasıl Bakıyor?” başlıklı röportajda görüşleri kamuoyuna yansıyan TDKP’nin düşünceleri, bir çok çevre tarafından çarpıtılarak yansıtıldı. İP’nin yayın organı Teori dergisi, TDKP’nin görüşlerini “eleştirirken”, işi onun sosyalizmi hedeflemediğini söylemeye kadar vardırdı. Buna cevap olarak TDKP Merkez Yayın Organı Devrimin Sesi’nde bir yazı yayınlandı. Yazıyı aynen yayınlıyoruz.

D. Perinçek, ideolojik temeli veya temelsizliğiyle, kaşarlanmış oportünizmi ve bunu örtmeye çalıştığı yöntemleriyle Türkiye “sol” hareketinde “nev’i şahsına münhasır” bir yer tutar.
Partimiz, Marksizm-Leninizm’e yöneldiği, Türkiye “sol” hareketinin köklü bir eleştirisiyle birlikte, TKP revizyonizmi başta olmak üzere Şefik Hüsnü oportünizmine ve kendi geçmişini Ş. Hüsnüme dayandıran D. Perinçek’in temsil ettiği PDA-TİKP revizyonizmine, onun Maocu tezlerine karşı da eleştiriler yöneltti. Parti çizgimiz revizyonizme ve küçük-burjuva ideolojik akımların belli başlı temsilcilerine karşı mücadeleler içinde şekillendi. Yine partimiz, sadece ideolojik-teorik mücadeleyle yetinmedi, muadelenin her döneminde belli başlı “sağ” ve “soI” akımların politika ve taktiklerini de eleştirdi ve eleştirmeye devam edecek. Bu, sınıfı ve emekçi sınıfları devrim ve sosyalizm devasına kazanmanın ve mücadeleyi ilerletmenin başlıca koşullarından biridir, Partimiz şunu veya bunu incitirim kaygısına kapılmadan, Marksizm-Leninizm ve devrim davasına duyduğu sorumlulukla, doğru bildiği şeyleri içten bir inançla; açık ve ilkeli yöntemlerle savunmaya özen gösterdi ve göstermeye devam edecek.
Bütün bu eleştirilerde partimizin üslubu, eleştirdiği muhatabının nitelik ve özelliklerine; sınıf mücadelesi, genel olarak devrimci hareket içinde tuttuğu yere uygunluk gösterdi. Zaman zaman tespit ettiğinde düzelttiği sübjektivizme ve değerlendirme eksikliklerine düşse de, eylem birlikleri ve ittifaklar yapmaya önem verdi.
‘76’dan bu yana partimizce yöneltilen eleştiriler karşısında D. Perinçek, açık bir tartışma yerine, politika esnaflığına özgü bir bayağılıkla, “eleştirilerin etkisini kırma” yöntemini benimsedi. Son olarak parti MK’mızın yasal parti tartışmaları üzerine görüşlerini konu alan Teori dergisinin Ağustos sayısında D. Perinçek’in demagoji yeteneğini sergileyen bir yazı yayınlandı. Partimiz birçok belgesinde D, Perinçek’in çizgi ve anlayışını çeşitli yönlerden eleştirdiği için biz sadece, siyasi ahlak yoksunluğunun bir ifadesi olan demagojileri kısaca sergilemekle yetineceğiz.
Yazı, eleştirdiği görüşleri, eleştirmek istediği şekilde çarpıtıp belirsizleştirerek, kendi görüşlerini de gerçek sınıf gözüyle değil, göstermek istediği şekilde sunarak, deyim yerindeyse “kütlemeye” getirmektedir.
En basta belirtmek gerekir ki, partimizin işçi sınıfını devrime götürecek partinin niteliği ve özellikleri konusunda bir sorunu yoktur. Partimizin kuruluş sürecinde, Türkiye devrimci hareketi ve işçi ve emekçiler önünde sürdürdüğü ideolojik-teorik mücadeleler, bu sorunun çözümünü de içinde taşır. Partimizin mevcut koşullarda tartıştığı, yasal olanaklardan yararlanmanın araçlarından biri olarak parti sorunudur. Ancak, yasadışı ve gizlilik temelinde burjuvazinin icazetine mahkûm olmamış bir partinin yasal olanaktan yararlanma diye bir sorunu olabilir. Burjuva reformcu ve gerici partilerin bile, 12 Eylül Anayasasını gerekçe göstererek parti
kurmada nazlandıkları bir ülkede, burjuva yasallığına boyun eğip, onu yücelterek işçi ve emekçi yığınlara “eşi bulunmaz parti modeli” diye Sunan D. Perinçek’in ise, yasal olanaklardan yararlanma diye bir sorunu olamaz; olsa olsa burjuva yasallığını kutsamak diye bir görevi olabilir ki, o da bunu yapıyor. Sendikal hak ve özgürlüklerin gasp edildiği, anti-terör yasasıyla her gün 3-10 devrimcinin, yurtseverin katledildiği bir ülkede. D. Perinçek 141. maddenin kalkmasıyla devrimci bir komünist partinin yasal özgürlük elde etmiş olabileceğini ileri sürecek kadar, faşist burjuva egemenliği yüceltmekte, yardakçılığını yapmaktadır.
Mantık bu olunca, parti MK’mızın, özellikle ayırdığı iki farklı şeyi birleştirerek, daha doğrusu bulandırarak “demokrasi”, “iktidar”, “sosyalizm” kavramlarının içini boşaltarak ucuz demagojilere, formel mantık oyunlarına başvurmakta ve tabii ki kendini de ele vermektedir.
“Açıktır ki, işçi hareketinin açık bir parti olarak da ortaya çıkışını güçlendirecek, hem de çıktığı zaman onun gerisinde, onun köklerini oluşturan temel üzerindeki şey illegal örgüt; yani sınıfın, fabrikalarda, işyerlerinde örgütlenmiş illegal örgütleridir.,.”
“Bugün baktığımızda işçi hareketindeki gelişmeler, düşüşler ve çıkışlar içinde böyle bir yöne gitmekle birlikte, şu anda işçi sınıfı hareketi, kendini açık parti olarak ortaya koyabilecek koşulları henüz yaratabilmiş değildir. Ama bu yönde gelişmeler vardır.” (TDKP-MK röportajı) Burada izaha gerek bırakmayacak kadar açık olarak ortaya konmuştur. Böyle bir partinin iki program, iki disiplin, “iki merkez” diye bir sorunu da olamaz. D. Perinçek, bu noktada “küllemeye” getirmekte, hemen “demokrasi” partisi demagojisine sarılmaktadır. Oysa sorun şöyle ortaya konulmaktadır. “Biz, kitlelerin hiç olmazsa ileri kesimlerini temsil etme kabiliyeti olan örgütlerin anti-emperyalist demokratik bir platform üzerinde ittifakının gerekliliğini düşünüyoruz, öneriyoruz, bunun mücadelesini veriyoruz. Ancak bu ittifak kuşkusuz, açık alanda sınırlı kaldığı sürece, kendi kendini geliştirme yeteneği gösteremeyecek bir ittifak olacaktır. Bu ittifak mücadelenin tüm biçimlerine, aktüel mücadelenin dayattığı bütün biçimlere cevap verebilecek bir ittifak olmalı; buradan çıkacak politikalar, politik taktikler, buradan çıkan kararlar açık alanda da kendisini ifade edebilmelidir.” (TDKP-MK röportajı) Açıkça görüleceği gibi, burada kastedilen farklı ideolojik siyasi çizgilere sahip, bağımsız örgütlerin ortak “anti-emperyalist demokratik bir platform üzerinde ittifakı”na dayanan, bir anlamda bir birleşik cephe örgütüdür ve yasal parti, ittifak alanının sadece bir parçası ve ürünüdür. Birçok ülkenin deneyi, ittifakların çeşitli biçimlerde kendini ortaya koyusunun örnekleriyle doludur. Ama bu açıkça anlaşılacağı gibi iktidarı hedefler. Çünkü ülkemizde anti-emperyalizm ve demokrasi sorunu halen bir devrim sorunudur.
D. Perinçek tam da burada kendini ele vermektedir. Koalisyon hükümeti, “burjuva demokratik devrimde yeni atılım”lar yaptırdığı için demokrasi mücadelesine önderliği Demirel’in, Amerikancı generaller MGK’sının “güvenli” ellerine teslim etmekte, anti-emperyalist demokratik platformu gereksiz görmektedir. Çünkü o, sosyalizm için “emekçi cumhuriyeti anayasası” yapmakla meşguldür. Demirel’den “demokrasi”, D. Perinçek’ten “emekçi cumhuriyeti anayasasıyla sağlama alınmış sosyalizm”.
D. Perinçek’in hayatı boyunca, burjuva egemenliğinin, onun kurumlarının yıkılması, diye bir hedefi olmadı. Bugün de yok. Onun, iktidar dendiğinde anladığı burjuva hükümetlerin yer değiştirmesidir. Günün birinde “işler yaver giderse” böyle bir hükümette fiilen yer aldığında, D. Perinçek için iktidar sorunu çözülmüş demektir. Hemen bir yasayla generallerin rütbelerini görünmez yerlerine taktıracak, orduyu da hizaya getirecek ve D. Perinçek “sosyalizmi”, burjuva egemenliğinin “çeşnisi” olacaktır.
Böyle bir anlayışa sahip olduğu içindir ki, TBKP artığı SBP gibi partiler de olmak üzere kendine “sosyalistim” diyen herkesi partisine çağırır. D. Perinçek’in yaygarasını yaptığı, Mitterand sosyalizmi, Gorbaçov sosyalizmidir. Buna rağmen, 150 yılı aşkın süredir, burjuvazinin yardakçılığını yapan sözde “sosyalist” veya “işçi” partilerinin ilk mucidi edasıyla ukalalık yaparak işçi ve emekçileri aldatacağını sanmaktadır.
D. Perinçek, parti konusundaki şarlatanca demagojisiyle, kendi üzerinde bulunduğu platformun reformist, parlamentarist niteliğini geçiştirmektedir. Oysa ’89’dan ’91 erken seçimine kadar, işçi hareketine önerdiği, erken seçim hedefine bağlanmış 3 günü geçmeyen bir genel grevdir. Erken seçimden sonra ise, “emekçi cumhuriyeti anayasası” ile meşguldür. D. Perinçek’in politikaları, politik taktikleri bundan ibarettir. Geri kalan, işçi hareketine dalkavukluk ve herhangi bir burjuva liberalinin yürüteceği muhalefet propagandasıdır. Ama D. Perinçek utanmadan devrimci hareketleri propaganda örgütü olmakla eleştirir. Çizgileri, yetersizlik ve yeteneksizlikleri bir yana, devrimci hareketlerin her biri son 15 yıllık mücadelelerde onlarca, yüzlerce militanını kaybetmiştir. “Anadan doğma” reformizmini, sosyalizm diye yutturabilmek için başka bir yol da yoktur.

D. PERİNÇEK YASALLIĞA GEREKÇE BULMAK İÇİN BOLŞEVİZM TARİHİNİ ÇARPITIYOR
D. Perinçek, yasallığı yücelterek burjuvaziye hizmet etmek için, Bolşevik partisinin 1917 Şubat Devrimi sonrasında büyük ölçüde yasallaşmasını çarpıtarak, neredeyse Ekim Devrimi’ni bu yasalaşmaya bağlayacak kadar bir tahrifata yönelmektedir. Başlı başına bu örnek bile Perinçek’in gerçek yüzünü bir kez daha sergilemeye yeterlidir, Bolşevik partisi 1917 Şubatı’ndan sonraki 6 ayı bulmayan yasallığını geçici hükümetin yasalarından almadı. Ayaklanma organları olarak Sovyetlerde örgütlenerek ayaklanmış, çarlığı devirmiş, silahlı binlerce işçi, köylü, asker Sovyetlerinden aldı. Ekim devriminin ve Bolşevizm’in başarıcı 6 aylık yasallaşmasında değil, yasallığı ve özgürlük ortamını sağlayan işçi, köylü, asker Sovyetleri içinde özgürlüklerden de en geniş şekilde yararlanarak geniş işçi ve köylü yığınlarının, Nisan Tezleri’yle ortaya konmuş değerlendirme ve taktiklerin doğruluğunda, zamanında yeraltına geçmeyi, başararak, koşulların en uygun olduğu anda büyük bir ustalıkla ayaklanmayı örgütlemesinde yatar. Ayaklanmayla burjuva egemenliğin yok edilerek işçi, köylü ve asker Sovyetlerine dayanan proletaryanın sınıf egemenliğini gerçekleştirmesinde yatar. “Bütün iktidar Sovyetlere” şiarını hayata geçirmesinde yatar. Menşeviklerin, sosyalist devrimcilerin, demokratik devrimin barış ve özgürlük taleplerine ihanetini açığa çıkararak, proletarya ve yoksul köylü yığınlarının burjuvaziye karşı tavır almasını sağlamasında yatar. Ama D. Perinçek için önemli olan, Bolşevik partisinin 6 ay gibi bir süre büyük ölçüde yasallaşmış olmasıdır. Oysa Temmuz gösterilerinde burjuvazi, Bolşeviklere karşı saldırıya geçer ve Bolşevik Partisi yeraltında mücadelesini sürdürür. Çünkü o, aygıtını burjuvaziye güvenerek dağıtmamıştır. Yasal olduğu sürede, Bolşevik karargâhını, burjuvazinin demokratik özgürlüklerine güvenmeyerek, kızıl muhafızlarla özgürlüğünü güvence altına aldı. Matbaasını güvence altına aldı. Bunun içindir ki, kısa bir sürede yeraltına geçmeyi başarabildi. Tabela değiştirerek değil, gerçek anlamda, örgütsel faaliyetinin omurgasıyla.
Bunları görmezden gelinerek D. Perinçek’in teorileştirdiği şey “toplumun gözünde haklılık ikinci bir iktidar odağı yaratır” sözlerinde ifadesini bulan sivil toplumcu burjuva idealizmidir. Oysa 1917 Şubatı’nda Rusya’daki ikinci iktidar odağı ayaklanmış ve silahlanmış işçi, köylü ve asker Sovyetleridir. D. Perinçek devam ediyor; “Devrimin haklılığı adım adım düzenin yasallığını yer. Bu süreç aynı zamanda yasal mevziilerin ilerleme sürecidir” Proletaryanın parti ilkesi, “toplumun gözünde haklılık” gibi göreceli ve soyut bir kavrama dayanmaz, proletaryanın tarihsel sorumluluklarıyla, devrim göreviyle burjuvazinin sınıf karakterinin, burjuva devletin sınıfsal özünün bilimsel tahliline dayanır. 1917 Şubatı’ndan sonra bütün ülkelerde kanıtlanmış Bolşevik taktikler, daha büyük bir hızla yayıldı ve Bolşevikler “haklı” olarak güçlendiler, kendilerine sosyalist, devrimci, sosyal-demokrat diyenlerin de desteklediği koalisyon “yasal mevzilerin ilerlemesi”ne izin vermedi. Tersine saldırdı. Matbaaları bastı, Bolşevikleri tutukladı, proletarya ve yoksul köylülük buna rağmen Bolşeviklerin önderliğinde silaha sarılıp ayaklanmayı “haklı” gördüler.
Açıkça görüldüğü gibi, Perinçek utanmaz bir şarlatanlıkla, Ekim Devrimi’nin şanlı tarihini, Bolşevizm’i, Gramsci’den, Bernstein’a tarihte boy göstermiş, anti-Marksist burjuva reformcuların, devrim kaçkınlarının mantığıyla tersyüz etmeye yeltenmekte, kendi gerçek niteliğini bir kez daha bütün “yeteneğiyle” ortaya sermektedir.
Yasal partiyi Türkiye koşullarında gerekçelendirmeye çıkınca, 1946’dan itibaren Amerikancı Bayar-Menderes DP’sinin burjuva “çoğulculuğu”nu yücelterek onlara burjuva demokratik devrim sürecinde yeni “atılımlar” yaptırır. Ara sıra generaller kesintiye uğratsa da, parlamento dimdik ayakta ve halkı temsil etmektedir. “141-142 de kalkmıştır” Daha ne işi var da bu komünistler yasadışı işlerle uğraşıyor. Oysa daha bir hafta öncesinde 3-5 MGK üyesi general meclis oturumunu kestirir. Hükümeti ayağına çağırır, gerekli “tebligat ve tembihatı” yapar ve bunlar hükümet tarafından canı gönülden yürürlüğe konur, parlamento tarafından ittifakla onaylanır. D. Perinçek’in parlamentosu sık sık generaller tarafından “vaftiz” edilerek, yeniden yeniden tazelenir,
İşbirlikçi egemen sınıflar ve onların generalleri bile, parlamentonun, mevcut sistemin niteliğini gizlemek için D. Perinçek kadar dil dökmüyorlar.
Doğu Perinçek’in yasalcılığı ve parti modeli işçi ve emekçi yığınlara devrimi yasaklamanın, devrimin önünü karartmanın adıdır, işin özü budur. Hiçbir demagoji ve şarlatanlık bu gerçeği gizleyemez.

Elam 1992

Enver hoca- joao amazonas görüşme tutanakları: “Marksist-leninist partilerin deneyleri irdelenmeli ve kullanılmalıdır”

Bu yazı, Arnavutluk işçi sınıfının ve halkının önderi, dünya Marksist-Leninist Hareketinin büyük önderi Enver Hoca ili Brezilya Komünist Partisi Merkez Komitesi Birinci Sekreteri Joao Amazonas arasında 1978 yılında yapılan görüşmenin tutanaklarıdır. Yazı Albania Today dergisinden İlker Dilcan tarafından çevrilmiştir.

Brezilya Komünist Partisi Merkez Komitesi Birinci Sekreteri Joao Amazonas ile Görüşmeden:
Enver Hoca Yoldaş, selamlaşma sonrasında; konuşmasına şöyle başladı:
“Ülkemizi baştanbaşa gezmenizi büyük bir memnuniyetle izledim, yoldaş Amazonas. Pek çok yere gittiniz; müzeleri, tarım kooperatiflerini, arkeolojik merkezleri vb.leri ziyaret ettiniz.
Arnavutluk, özgünlüğünü, antik geleneklerini muhafaza eden bir ülkedir, fakat sosyalizmin inşası süresince yeni çehresini de geliştirerek kendini daha da güzelleştirdi. Örneğin, Lukova’da teraslanmış yamaçları gördünüz. Muhteşem gençliğimizin çalışmasıyla orada büyük işler yapıldı; demiryollarımız da çoğunlukla gençlerimiz tarafından yapıldı ve yapılıyor.
Bununla birlikte biliyoruz ki yapılacak daha çok şey var. Bu nedenle, her yönde daha fazla çalışmak ve daha çok işin üstesinden gelmek zorundayız.
Yoldaş Joao Amazonas: Arnavutluk’un bir ucundan diğerine yaptığımız bu gezi boyunca ülkenizde Sosyalizmin inşasında yaptığınız büyük ilerlemeyi gördük. İşkodra’ya giderken yeni bir demiryolu yapan bir grup öğrenci ile karşılaştık.
Enver Hoca Yoldaş: Evet, Yoldaş Amazonas ülkemizi Yugoslavya’da Montenegro’ya ve oradan Merkezi Avrupa’ya ve diğer ülkelere bağlayacak yeni demiryolu. Bu hattı, ticari ilişkiler için inşa ediyoruz, çünkü denizyolu taşımacılığında zorluklarımız var. Çeşidi mineralleri, tarım ürünlerini ve diğer malları ihraç ediyoruz ve bunların demiryolu nakli ekonomik yönden daha elverişlidir.
Emperyalist-revizyonist kuşatmaya aldırmadan sosyalizmin inşasını ilerletmeye çalışıyoruz. Emperyalistler ve revizyonistler ülkemizin gelişmesini kasten yanlış yorumlayarak çarpıtmaya çalışıyorlar. Bugün Çin’le ilgisini kestikten sonra Arnavutluk’un yalnız kaldığını düşünerek Batı’ya açılmakta olduğunu iddia ediyorlar. Ülkemize yönelik ideolojik ve siyasi propagandalarının tümü bu yönde hazırlanmıştır. Ancak bu bizi ne şaşırtır ne de kaygılandırır.
Şüphesiz kapitalist ülkelerle ticarete devam ediyoruz ve edeceğiz. Çin revizyonist önderliğinin karşı-devrimci ve Arnavutluk karşıtı faaliyeti sonrası yeni pazarlar bulduk. Tabii bu yönde güçlüklerimiz var; kapitalistlerin, bizimle ticareti sürdürmeye çalıştıkları doğru, fakat aynı zamanda Arnavutluk’un kendileriyle birleşmekte olduğunu belirterek politik kazanıma niyetleniyorlar. Kapitalist ülkelerle ticari değişimlere, Çin’le ilişkilerimiz bozulduktan sonra başlamadık. Önceden de satar ve satın alırdık, yani sosyal-emperyalist Sovyetler Birliği hariç Doğu Avrupa ülkeleriyle ticareti sürdürdük.
Çin ile yollarımız ayrıldığında emperyalistler çok heyecanlandılar ve ağızları sulandı. Arnavutluk’un, kendilerine açılmaya ihtiyaç duyduğunu söylemeye başladılar. Ancak biliyoruz ki arzu ve propagandalarından hiç bir şey çıkmayacak. Gerçekten, ticari ilişkiler alanında zorluk içinde ilerliyoruz, fakat her şeye rağmen sattığımız şeylerin kaliteli olması ve uluslararası piyasada çok aranıyor olması nedeniyle ilerliyoruz.
Bununla birlikte partimiz, burjuva ve revizyonist propagandanın kendileriyle ilişkilerimiz hakkındaki dünya görüşünü saptırmasına fırsat vermemek için hep dikkatli oldu. Gerçekten de, önceden söylediğim gibi, özellikle Çin’le ilk ayrışma anında, bütün bu propaganda tek bir noktada yoğunlaştı. Çin’le arası bozulan Arnavutluk şimdi kime bağlanacaktı!? Kuşkusuz bu propagandayı yürütenler bundan vazgeçmek zorunda kalacaklardır.
Yabancı ülkelerle ticari ilişkilerimizde daima peşin ödediğimizi ve hiç bir zaman kredi almadığımızı açıkça ve ısrarla belirttik.
Joao Amazonas yoldaş, Arnavutluk Avrupa’daki önemi ve stratejik konumuna ilişkin düşmanları arasındaki çelişkilerden bahsetti ve Enver Hoca Yoldaş, şöyle devam etti:
Evet, Amazonas yoldaş, haklısınız. Balkanlar’da ve Akdeniz’deki büyük güçlerin, karşıt çıkarlarının kuşağında bulunmasından dolayı Arnavutluk’un stratejik konumu çok önemlidir. Bu, bana, İkinci Dünya Savaşından sonra yaptığımız toplantılardan birinde Stalin’in bana anlattıklarını anımsattı. O sıralar Yunanlılar ve İtalyanlar, Arnavutluk’a karşı provokasyonlar sürdürüyorlardı. İngilizler Saranda’da bir olay provoke ettiler ve Amerikalılarla birlikte Demokratik hükümetimizi tanımayı reddettiler. Sözde, Arnavutluk halkına “yardım” getirmeye çalıştılar. Bu sohbet sırasında ben yeniden durum değerlendirmesi yaptım ve partimizin görüşlerini açıkladım.
Stalin şöyle yanıtladı: “Seninle aynı görüşteyim. Haklısın, korkmaya gerek yok. İngiltere size hiç bir şey yapamaz, öyle limanlarınıza girmesine müsaade etmeyin. Durumun gerginleşebileceği nedeniyle Amerikalılar size saldıramaz, Yunanistan’a gelince savunmanız nedeniyle sınırlarınızı ihlal edebilecek konumda değildir.”
Düşmanlarımız arasındaki çelişkilerin bugün ve geçmişte bir işlevi oldu; ilkelerimize ve genel stratejimize sadık kaldığımız sürece onları hep avantaj olarak kullanacağız. Taktiklerimizde, stratejimizin gerektirdiği hamleler yapıyoruz. Örneğin Yunanistan ile ilişkilerimizi ele alalım: Yunanlılarla normal ticari ve kültürel ilişkilerimiz var; her ne kadar Yunanistan’da halen, ülke topraklarımız üzerinde hak iddia edenler varsa da hükümet olarak dost olduğumuzu beyan ettiler. Yugoslavya ile politik ve ideolojik yönden anlaşmazlık içindeyiz, fakat kültürel ve ticari ilişkilerimizi sürdürüyoruz.
Sizin Arnavutluk’a gelişiniz de bizlere yardımcı olacaktır. Her ne kadar görüşlerimiz hep aynı olageldiyse de genel sorunlara ilişkin size danışmak fırsatından yararlanmaya çalışacağım.
Belki biraz ısrar olacak ama izin verirseniz sizi biraz daha alıkoyacağım. Soru, bilinen bazı sorunlar üzerine ama oradan harekede, görüşlerinizle bize yardımcı olabileceğiniz bazı diğer sorunlar üzerinde de duracağım.
Uluslararası komünist hareketimiz, şüphesiz önemli pek çok sorunla yüz yüze. Büyük ve küçük problemler var. Bununla birlikte Marksizm-Leninizm’in ilkeleri ve proletarya enternasyonalizmi temelinde birliğin zorunlu olduğunu düşünüyoruz. Bu hareketimizin stratejisinin parçası olmalıdır. Şüphesiz, mücadele taktikleri değişik olabilir, fakat hepimiz, devrimin hazırlanmasının ve zaferinin, burjuvazi ve kapitalizmin yıkılmasının, proletarya diktatörlüğünün kurulmasının, sosyalizm ve komünizmin inşasının, bir bütün olarak hareketimizin, yeni Marksist-Leninist komünist partilerin tek ve temel hedefi olduğu konusunda hemfikiriz.
Bu amacı başarmak için belirttiğim gibi, taktikler farklı olabilir; çünkü her Marksist-Leninist partinin mücadelesi, ekonomik, siyasal ve kültürel gelişim özellikleri, dolayısıyla iç koşulları kendine özgü olan farklı ülkelerde gelişmektedir. Bu, aynı zamanda, bir ülkeden diğerine farklılık gösteren yerli sermayenin gücü ve yabancı sermaye ile bağlan ile de ilintilidir. Taktikler, burjuvazinin taktiklerimizi çok çeşitli yollarla engellemek için çalışması nedeniyle onun karşı taktiklerine de bağlıdır. Bu nedenle, görüşümüz, Marksist-Leninist partiler daima Fransızların deyimiyle “sur la breche” (kavgaya hazır) olmalı. Bu koşullar, her bir ülkenin Marksist-Leninist komünist partilerinin mücadele taktiklerinin farklı biçimlerini oluşturur. Marksist-Leninist partiler yeni durumlar meydana geldiğinde onlardan mümkün olduğunca yararlanmak için taktiklerini oluştururlar. Bir Marksist-Leninist partinin mülteci önderlikten sağladığı desteğin çok önemi yoktur, bu destek, kendi ülkesinde görevi başındaki bir önderliğin verdiği destekle karşılaştırıldığında daima önemsiz addedilebilir, Bundan ayrı olarak, ülke içerisinde bulunarak, önderlik, hızlı karar vermeyi ve taktiklerde değişiklik yapmayı gerektiren önemli olaylara daha yakın olur. Ülke dışında bulunan bir önderliğin iş görebilmesi, ülke içindeki duruma ilişkin doğru bilgilenmesi ve eylem için direktifler yayınlaması uzun zaman alır ve o sürede orada muhtemelen tümüyle farklı bir durum oluşur; o zaman da farklı yorum ve direktiflere ihtiyaç duyulabilir.
Marksist-Leninist komünist partilerin farklı mücadele taktikleri devrim stratejisine ve onun amaçlarına hizmet etmeli. Hata yapmadıklarında onlar diğer partiler ve halklara yalnızca bir örnek olarak değil aynı zamanda emperyalizmi ve sosyal emperyalizmi ye onların yerel burjuva rejimler ve sermaye ile bağları ve bağlantılarını zayıflatarak da yardım etmiş olurlar.
Marksist-Leninist komünist partiler ve işçi sınıfı önderliğinde halkların cephesel olarak başarması gereken pek çok genel sorun var.
Şimdi gündemde anti-emperyalist mücadele, ulusal kurtuluş mücadelesi, burjuva demokratik ve proleter devrimlerin olduğunu düşünüyoruz. Bundan dolayı şimdiki durum, aynı zamanda bir ulusal unsuru da ifade eder.
Devrim, aşağıda açıklayacağım ulusal unsurla günceldir.
Kapitalist ya da emperyalist büyük güçlerce bir ülkenin işgali ve bir halkın zulüm görmesi, her yerde yalnızca askeri güçle olmaz. Sömürgecilik, baskı ve sömürme; emperyalist işgal ve vahşeti örtmeyi amaçlayan “yeni”, “modern” yollarla başarılmıştır.
Ülkemiz Arnavutluk’un faşist İtalya tarafından işgali; hem ulusal kurtuluş ve hem de halk devriminin zaferi için kullandığımız bir ulusal hareket yarattı. Bu nedenle, devrimin güncel olduğunu söylediğimiz zaman; kapitalist ve emperyalist büyük güçlerce, askeri ya da diğer dolaylı araçlarla ülkelerinin işgali sonucu dünyanın birçok ülkesinde beliren ulusal hareketlerle bağıntısını kastediyoruz. Bu anlamda, İtalya, Brezilya vb. ülkeler bile, yabancı ordular, askeri güçlerce bilfiil işgal edilmemiş olmasına rağmen halen yabancı tahakküm altındadırlar.
Bunun için bir kozmopolit kapitalist rejim altında ve iç ve yabancı sermaye tarafından sömürülen bir ülke için özgürlük, demokrasi ve egemenlik diye adlandırılan tüm hayalleri dağıtmak zorundayız.
Gerçekte; İspanyol, Portekiz ve Brezilya halkları ve diğer halklar baskı ve sömürü altındadırlar. Bu ülkelerde burjuva demokrasisi vardır ama devlet yabancı sermayeye göbekten bağlanmıştır. Halk ve işçi sınıfı, gerçek demokrasi ve egemenlikten yoksundur, özgür değildir.
İkinci Dünya savaşında birçok ülkenin Nazi Alman ordusu ya da faşist İtalyan ordusu tarafından işgali sırasında bu ülkelerdeki vatan haini yöneticiler ve işbirlikçiler işgalcilerle birleşmişlerdir. Bunların bazıları bugün de başka kılıklar içinde, başka sloganlarla iktidardadırlar ve şimdiki modern işgalcilere, yeni sömürgecilere ve bunların sermayesine binlerce bağla bağlanmışlardır.
Sonuç olarak, devrim bugün de gündemdedir çünkü bugün de halklar ve işçi sınıfı burjuvazinin ve ülkeyi, askeri olarak değil ama yerli burjuvaziyle işbirliği içinde kurduğu şirketler, bankalar ve diğer yatırımlarıyla egemenliği altına alan işgalcilerin sömürüsü ve baskısı altındadır.
İşçi sınıfı ve halkları ülkeleri İkinci Dünya savaşında ülkeleri askeri işgale uğradığında savaştıkları gibi şimdi de bu aynı düşmana karşı savaşmalıdır. Doğal olarak Marksist-Leninist komünist partiler ihmal etmeden bu mücadeleye katılmalıdırlar.
İşte stratejimiz. Umutlarımızı yitirmemeli, her yerde reklâmı yapılan reformizme aldanmamalıyız, çünkü lafız olarak reddetmek, reformizme düşmemek için güvence değildir.
Bugün, çeşitli ülkelerde içinde bulunulan koşullar aynı olmadığı için Marksist-Leninist partilerin taktikleri de farklı olmak durumundadır. Faşist diktatörlük ve terörün açıkça kurumlaştığı ülkeler vardır ama öte yanda sahte burjuva demokrasisinin bazı yasal biçimler halinde var olduğu ülkeler de vardır. Bu biçimlerden yararlanılmalıdır.
İşçi sınıfı, gelişmiş kapitalist ülkelerde devrimi başaracak temel güç, önder güçtür. Düşüncemize göre, bu koşullarda, tüm Marksist-Leninist partiler başta işçi sınıfının birliğinin güçlendirilmesi olmak üzere, bazı temel görevlerle karşı karşıya kalır. Bu görevler kapitalist burjuvazinin strateji ve taktiklerine karşıttır. Kapitalist burjuvazinin strateji ve taktikleri, işçi sınıfını bölerek gücünü kırmaya, bertaraf etmeye yönelir, biz işçi sınıfının birliği için mücadele ederiz. Fakat bu birlik nasıl inşa edilmeli? Bu birliğe politik eylemler ve ekonomik taleplerle ulaşılmalı, temel alanı politik eylemler, işgal etmeli. Bir kural olarak ekonomik talep politik eylem olmaksızın olmamak, bu ikisi dikkatle birbirine bağlanmalı.
İşçi sınıfının yüz yüze olduğu ikinci sorun, sendikaları kontrolünde tutan, işçi sınıfını kapitalist burjuvazinin çıkartan doğrultusunda etkileyen işçi aristokrasisinin oluşturduğu zincirleri parçalamak sorunudur.
Bu sorunda taktikler büyük önem taşır. Bu taktikler, her Marksist-Leninist partinin savaştığı ülkenin koşullarına göre belirlenmeli ve gerekli eylemlerle tamamlanmalıdır. Sendika ağalarına karşı mücadelenin hem politik eylemler ve hem de ekonomik taleplerle bağıntılıdır. Bu mücadele kesinlikle, işçi aristokrasisini ve kapitalist burjuvaziyi korkutur, çünkü politik mücadele işçi sınıfını çatışmalara ve grevlere yöneltir, işçi sınıfını ilerletir. Doğru bir şekilde gerçekleştirilirse politik eylemler sendikalardaki burjuva önderliğini kırar, işçi sınıfının köleleştirmek için oluşturulmuş kuralları, kanunları kırıp parçalar.
Bugünlerde, milyonlarca insanın, taviz vermek istemeyen kapitalizme karşı yönelttiği için politik bir içerik de taşıyan ekonomik taleplerle grevler ve gösteriler yaptığını görüyoruz. Ancak bütün bu mücadeleler sendika ağaları aracılığıyla grevcilere aldatıcı bir hoşnutluk sağlayan kapitalistlerle anlaşma ile son bulur. Oysa bu taleplere politik bir nitelik verilmiş olsa sermayenin sendikalardaki araçları ve sermayenin bizzat kendisi zor durumda kalır.
Marksist-Leninistlerin mücadelelerinin hedefi, şimdiki sendikaları sermayeye karşı savaşım örgütlerine dönüştürmek olmalıdır. Bu sendikalar içinde mücadele yürütülmeli, öte yandan olanak olduğu yerlerde yeni sendikalar kurulmalıdır. Bu sendikalar burjuvazinin egemenliğine, demagojisine ve burjuva partilere karşı ve aynı zamanda işçi aristokrasisinin egemenliğine karşı, işçi sınıfının karşı birliğinin sağlanmasından başka bir amaç olamaz. Bu nedenle kapitalist ülkelerde revizyonist sosyalist, Hıristiyan-demokrat ve diğer partilerin önderliği altında sendikalar vardır, bundan dolayı bir ülkede üç, dört ya da beş sendika bulunur. Sermayeyi tedirgin eden başka işçi gruplaşmaları da olabilir, öte yandan, sermaye işçi sınıfının bu şekilde bölünmesinden yararlanmaktadır. Bu yüzden, yeni sendikaların hedefi, mevcut sendikaları burjuvazinin çıkartan doğrultusunda ustalıkla kullanan sendika ağalarıyla mücadele etmek ve mevcut sendikaları devrimci sendikalara dönüştürmek üzere, politik talep ve eylemlere bağlanmış ekonomik talepler aracılığıyla işçi sınıfının birliğinin gerçekleştirilmesi olmalıdır.
Bu, kapitalist ülkelerde faaliyet gösteren Marksist-Leninist partiler için anahtar sorundur, devrimin yararına çözülmesi gereken temel önem arz eden bir sorundur. İşçi sınıfı önder sınıftır işçi sınıfının burjuva düşünüş kalıplarını ve Hıristiyanlıkla tüm bağlarını koparmasına yardım edilmelidir. Kuşkusuz bunu yapabilmek için işçi sınıfı saflarına girmeli ve onu örgütlemeliyiz, çünkü işçi sınıfı olmadan devrime doğru ilerlenilemez.
Bildiğimiz kadarıyla diğer bir sorun, bazı partilerin ordu içinde çalışmaya önem vermeyişidir. Kastettiğim burjuva ordusudur. Genel olarak burjuvazinin silahı olarak görülen burjuva ordusunun de-moralizasyonu sorununu her Marksist-Leninist partinin programına alması gerektiğini düşünüyoruz. Marksist-Leninist komünist partiler, burjuvazinin ordusuyla ilgilenmek zorundadırlar. Burjuvazi orduyu, sendika ağalarınınkine benzer bir işlev yüklediği subaylar aracılığıyla kullanır. Bir yanda, onsuz devrimin ilerletilmesinin mümkün olmadığı işçi sınıfı vardır, diğer yanda devrimi bastıran burjuva ordusu. Burjuvazi, sendikalarda, kendi amaçları için işçi aristokrasisini kullanırken orduda subaylar kastını kullanır.
Ordu içinde çalışma önemli olduğu kadar tehlikelidir de, kolay değildir: Sendika da politik faaliyet ve propaganda yürüttüğünüz için işten atılırsınız, ama orduda politik çalışma ve propaganda kesin olarak yasaklanmıştır ve bu doğrultuda herhangi bir etkinlik sizi idam mangası önüne götürebilir. Örneğin on binlerce işçinin toplandığı bir miting alanında, Marksist-Leninist partinin sendikadaki bir temsilcisi mikrofonu sendika ağalarının elinden kapıp işçilere politik propaganda yapabilir, onları politik eylemlere çağırabilir. Bu durumda temsilci, işten atılabilir ya da tutuklanabilir, ama sendika ağaları ve onların efendilerini devirme çağrısı daha büyük bir tehlike yaratmaz. Oysa orduda durum farklıdır. Orduda benzer bir tavır, idam mangası önüne çıkarılma riskini göze almayı gerektirir.
Burjuva ordusu devrimi ve halkı bastırmak için kurulmuştur. Bugün de ordu içinde subaylar ile erler arasında ayrım yapılmalıdır. Asker halk çocuğudur, oysa subay kapitalist burjuvazinin yürütme organlarından biridir. Erleri subaylara karşı ayaklanmaya, emirleri yerine getirmemeye, ordu disipline ve kurallarına boyun eğmemeye ve ordunun silahlarını sabote etmeye yöneltmeliyiz. Koşullar olgunlaştığında silahlar, subaylar kastına ve bizzat sermaye egemenliğine karşı çevrilebilmelidir.
Bunu nasıl yapacağız? Bu amaç için; yöntemler, yollar, taktikler bulunmalı ve bunlar her bir ülkenin koşullarına uygun olarak parti tarafından keşfedilir; Askerlerle, henüz orduya çağrılmadan, biraz daha kesin safha olan askerliğini yaparken ve nihayet bir yedek olacağı için terhis olduğunda ilgilenilmelidir. Yüksek subaylar satından onları ayırmak ve halka karşı el kaldırmamalarına ikna etmek için alt rütbeli subaylarla ilgilenme ihmal edilmemelidir.
Biz Marksist-Leninist’ler, ilerici ideolojimiz ile ordu içinde çalışmayla işçi, köylü vb. olmak üzere halktan gelen askerleri ikna edecek güçte değil miyiz? Bu, parti tarafından yerine getirilmesi gereken bir görevdir.
Bu nedenle cephede ordunun çoğunluğunu oluşturan gençlik, köylüler, aydınlar ve küçük rütbeli subayların örgütlenmesi taktiği, yalnızca meydanlar ve sokaklarda mücadele için değil bunun yanı sıra burjuvazinin ellerinde bir ezici silah olan orduyu kemirmek ve imha etmek için de ayrı bir öneme sahiptir; yani bu, halk evladı askerin, önde gelen subaylar kastına karşı hazırlanmasıdır.
Bu sorunun, kapitalist burjuvazinin savaş planlarının engellenmesi yağmacı savaşların önlenmesi ve patlak verdiklerinde de devrimci iç savaşlara dönüştürme stratejisine bağlı olduğunu düşünüyorum. Bu, Ekim Devrimi sıralarında çar ordusunda gerçekleşti. Antant’la ittifakın devamını istemiş olan Kerenski ve ordusunun devrilmesi, Lenin’in Barış Üzerine Kararname’si, Toprak Üzerine Kararname ve toprağın yoksul köylüler arasında bölüşümü vb.leri, halk çocukları olan ve orduya zorla alınmış köylü askerler kitlesini devrime kazandırdı; oysa bunların çoğu, subaylar kastına, dönek sosyalist devrimcilere ve beyaz muhafızlara yani düşmana bağlıydı. Burjuva ordusuna karşı böyle bir mücadele stratejisi ve taktiği, işçi sınıfının mücadelesini, devrimi, anti-emperyalist savaş ve ulusal kurtuluş savaşını daha kolaylaştırır, teşvik eder ve ilerletir.
Yakın tarihten bir örnek vereyim, İran Şahı’nın ordusu ve subaylar kastı, tepeden tırnağa çok gelişmiş silahlarla donatılmış olmasına rağmen halk ayaklanmasını bastırmaya ve imparatorluk rejimini savunmaya muktedir olamadı. Marksist-Leninist partiler, devrimin gerçekleşmesinin olanaklarını gösteren bu durumun üzerinde ciddi bir şekilde düşünmelidir. İslamiyet İran’da etkilidir ama Şah’ın devrilmesinde temel ve belirleyici etken halk ayaklanmasıydı.
Devrim mücadelesinde işçi sınıfının birliğini gerçekleştirmek kadar, burjuvazinin ordusunun bütünlüğünü ye moral gücünü yıkmak da belirleyici öneme sahiptir, ama Marksist-Leninist komünist partiler mücadelelerinin diğer yönlerini de kesinlikle ihmal etmemelidir. Tersine, her alandaki çalışmalarını güçlendirmelidir. Bu mücadele; işçi sınıfı ve sermaye arasındaki çelişkilerin şiddetlenmesi, sınıfın kitlesi ve halk yığınları içinde devrimci bir atmosfer oluşması, onların devrimci mücadele içinde birleşmesi ve Marksist-Leninist komünist partinin önder rolünü benimsemesi sonucunu verir.
Mücadelenin tüm yönleri koordine edilmiş ve iyi örgütlenmiş olmalıdır. Yani Marksist-Leninist komünist partiler kendilerini güçlü ve hazır hissettiklerinde ordu birliklerini yönetebilecek durumda olmalı ya da kendi ordularını yaratıp geliştirmelidir. Partinin yaratma olanaklarına sahip olduğu bu ordular, partinin kapitalist ve revizyonist sendikaların dışında örgütlediği sendikalarınkine benzer bir işlev görecektir. Öte yandan bu ordular, savaşa tutuştuğu burjuva ordusunun önderliğini bozup dağıtacak bir silah olacaklardır partinin elinde.
Tabiidir ki, Marksist-Leninist komünist partilerin karşısında duran görevleri anlama mücadelesi, bu partilerin güçlendirme ve olgunlaşmalarına; iç ve dış koşullardaki gelişmeye ilişkin gerçek bilgilerine; legal çalışma ile illegal çalışmalarının örgütlenmesi ve birleştirilmesine; görüşümüze göre, birçok ülkede güçlü devrimci niteliği olan köylüler, ilerici aydınlar ve öğrencilerle bu partilerin çevresinde ittifakların yaratılması ve güçlendirilmesine bağlıdır. Öte yandan bu partiler, kimliklerini hiç bir koşul altında gizlememelidir, illegalite, yarı-legalite ve legalite, bu partilerin, yerel koşullara göre başvuracakları yöntemlerdir. Örneğin, yeraltına geçen bir x partisi, ilerici nitelikli ittifaklarını göz önünde tutarak, kimliğini saklamaktan kesinlikle kaçınmalıdır, kendisinin bir Marksist-Leninist komünist parti olduğunu ve bu ittifaka katılmanın kendi kimliğini hiç bir şekilde yok etmeyeceğini açıkça beyan etmelidir.
Ülkemizin yabancı işgalcilerden kurtulduğu ve Yugoslavlarla iyi ilişkiler içinde olduğumuz sıralarda onlar, Tito’nun emirleriyle ülkemiz önderliğini tasfiye etmeye çalıştılar ama başarılı olamadılar. Burjuvazi ve karşı grupların çekinmesi ve karşı koymasına yol açabileceği gerekçesiyle Arnavutluk önderliğinin bilinmesini, halkının önünde meydana çıkmasını, Komünist partisinin açığa çıkmasını istemediler. Yugoslavlar bunu bir taktik sorun olarak sundular ama o öyle değildi. Aksine, sorun; açıkça belirlenmiş revizyonist ve karşı-devrimci bir stratejiye ilişkindi. Partileri yasal olduğu halde, onu bütün yetkililerden arındırdılar.
Bu sorunu kendisiyle konuştuğumda Stalin; “Bunu kesinlikle kabul etmemelisiniz. Parti legal konumda kalmalı ki halk ve isteyen herkes eğer onu görebilmeli” demişti.
O sıralar fiilen iktidardaydık ve bugün bunu söylüyorsam şimdi ülkenizde var olan durumu kastetmiyorum.
Marksist-Leninist komünist partiler arasındaki işbirliği büyük öneme sahiptir ve her durumda geliştirilmelidir. Bu partilerin temsilcilerinin genel ve tekil sorunlarla ilgili toplantıları -ve bu toplantıların hem bilgi ve hem de çalışmaya ilişkin olmasında hemfikiriz-, görüşümüze göre eşit bir ilişki ve samimi bir ortamda yapılmalıdır. Aralarındaki görüşmeler ve sonuçları bazıları taktikler konusunda farklı görüşte olsalar da daima yoldaşça Marksist-Leninist karakteri korumalıdır.
İki ya da daha fazla parti arasında yapılan toplantı ve tartışmaların mutlaka; (mücadelenin ihtiyaçları gerektirdiğinde dıştalanmayacak) bir bildiri ya da deklarasyonla bitmesi gerekmez.
Ramiz Alia, genel bir toplantı teklifi konusundaki parti görüşünü anlattı. Böyle bir toplantı için önderliğimizin zamanı uygun bulmayışının gerekçelerini de açıkladı. Gerçekte parti kongresinde deklare ettiğimiz gibi, prensip olarak genel toplantılara karşı değiliz fakat bizim durumumuzda bir toplantı ancak koşullar olgunlaştığında düzenlenebilir. Şüphesiz bu koşulları yaratmak için araştırmalı ve çalışmalıyız.
Sizinle bu toplantıda, yoldaş Ramiz ile konuştuğunuz şeyleri tekrar etmek istemiyorum ama yalnızca böyle bir toplantının hem iyi hem de kötü olabileceğini söyleyeceğim. Bu nedenle biz Marksist-Leninist partiler adımlarımızı iyi ölçmeli ve farklı toplantılarda ya da kamuoyunda üzerimizde uygulanan baskıya teslim olmamalıyız. Her şey kullanılabilir fakat bizce önemli olan şey bir şey yapılmaya karar verildiğinde, bunun somut sonuçlar sağlamasıdır.
Anti-emperyalist devrimci savaşın, ulusal özgürlük savaşı ve devrimin bir diğer önemli sorunu, Afrika ve Arap ülkeleridir.
Afrika; emperyalizm, yeni sömürgecilik ve yerli burjuvazi tarafından insafsızca sömürü ve baskı altında olan halklarıyla, Marksist-Leninist komünist hareket ilgilendiği ölçüde bakir bir topraktır. Devrim güçlerine yol gösteren gerçek Marksist-Leninist teori, bu kıtada hem biliniyor, hem bilinmiyor, fakat sanırım daha çok ikincisi doğru. Komünizmi benimseyen ve baskı rejimi ve yeni sömürgecilikten nefret eden, fakat sadece Sovyetler Birliği’nden Yugoslav, Kübalı, İranlı ve diğer partilere dek değişen revizyonist partilerin kendilerine sunduğu çarpıtılmış Marksist-Leninist teori ile ilgilenen tek tek devrimci kişi ve gruplar var. Bu nedenle Afrika kıtasında ve Arap âleminde kazan kaynamakta ve koşullar gelişmektedir. SB, ABD, Fransa gibi emperyalist güçlerin ve uydularının oraya girmeleri tesadüfî değildir.
Latin Amerika’nın komünist partileri, yerli burjuvazi ve Yankee emperyalizmine karşı örgütlenmede ve illegal mücadeleden silahlı mücadeleye dek büyük deneyime sahiptirler. Bu konuda somut bir örnek, ülkenizde Araguya’daki mücadeledir. İkinci Dünya savaşından bugüne dek çok güçlü Yankee emperyalistleri ve savaş botlarına karşı sürdürülen bu mücadele, genel mücadele açısından büyük öneme sahiptir.
Araguya’daki savaş, bilinen nedenler yüzünden devam etmediyse de büyük bir tecrübe olarak hizmet etti. Siz Latin Amerika’da bu büyük deneye sahipsiniz, diğerlerinden bahsetmeksizin Avrupa partileri ne illegal mücadele ne de illegal ve aktif biçimlere uygun parti örgütlenmesi deneyimlerine sahiptir. Bununla onların kendilerini cam fanus altına kapatıp, hiç bir şey yapmamalarını değil, aksine olmaları, örgütlenmelerini geliştirmeleri ve silahlı mücadeleyi başarmaları gerekir. Sürekli bir faaliyet içinde, silahlı mücadeleyi örgütleyip başarmak zorunda olduklarını kastediyorum. Bu nedenle Avrupa’nın Marksist-Leninist partileri bu deneyime sahip değillerdir, Bu partiler böyle bir mücadeleyi hazırlamak için, legal ya da illegal, faaliyet yürüttükleri koşullarda bu konu üzerinde çalışmalı ve uygulamalıdırlar,
Tüm partilerin deneyimlerini bilmek ve üzerlerinde çalışmak da gereklidir. Hiç bir partinin, kendi başına savaşıp kendi başına deneyim kazandığı iddiasıyla kendini beğenip diğerinin deneyimlerini küçümsemesine izin verilmez. Gerçekten bu parti savaşmıştır ama koşullar şimdi değişmiştir. İspanya’daki İç Savaş örneğini alalım. Bu deney şimdi, yalnızca İspanya Komünist Partisi (Marksist-Leninist)’nce değil ama diğer Marksist-Leninist partilerce de korunmalı ve faydalanılmalıdır.
Belirttiğiniz gibi partiniz gelecekte de militan devrimci illegalitesini sürdürecek ama aynı zamanda yarı-legal ya da legal mücadele biçimlerini de kullanacaktır. Bütün Marksist-Leninist partilerin bu deneyime ihtiyacı var, bu nedenle gelecekte de konuşmalarının ve aralarındaki fikir alış-verişinin bir konusu olacaktır.
Şimdi de, kapitalist ve revizyonist ülkelerin geniş bir kesiminde hüküm süren anarşizm, terörizm ve eşkıyalık sorununu ele alalım. Anarşist, terörist ve eşkıya gruplarının eylemleri karşı kesimler tarafından faşist diktatörlüğü hazırlamak ve kurmak; küçük-burjuvaziyi sindirmek ve faşizm için bir alete ve verimli toprağa dönüştürmek; işçi sınıfını yıldırmak ve önüne-atılmış kırıntıları bile yitirme tehdidi akında sermaye zincirleriyle bağlı tutmak için bir mazeret ve silah olarak kullanılmaktadır. Bu gruplar şu ya da bu şekilde anarşizm teorisini destekleyen, ideolojik ve politik olarak şekillenmemiş bazı komünistleri bile etkileyen ve karışıklık yayan, “proleter”, “komünist”, “Kızıl tugaylar” ve diğer unvanlarla, cazip isimler altında gizlenirler. Bunlar Bakunin teorileri türünden olan tüm teorilerden de bahsederler.
Avrupa’daki bazı partiler “teröristleri eleştirirsek kendimizi burjuva yönetimle aynı kefeye koymuş oluruz” diyorlar, Onların burada gerçekte unuttukları şey, terörist grupları yaratanın burjuva yönetimler olduğudur. Şu açık olmalı; Burjuvazi propaganda ve yasalarında komünistleri teröristler, anarşistler ve eşkıyalar olarak sunduğu için, bu grupların faaliyetleri, Marksist-Leninist komünist partilerin illegal mücadelesine ve silahlı mücadelesinin hazırlanmasına büyük zarar vermektedir. Keza, silahlı mücadeleye hazırlanan ve silahlarını, baskı aygıtlarını gizleyen Avrupa’daki bir Marksist-Leninist komünist parti açığa çıkarıldığında terörist diye lanse edilir. Bu nedenle anarşizm, terörizm ve eşkıyalık sorunu; bu olgunun alarm verici boyutta olduğu iki ya da üç ülkenin Marksist-Leninist komünist partilerinin aralarındaki tartışmanın konusu olabilir.
Partilerimiz ve dünya Marksist-Leninist hareketinin yüz yüze olduğu bu türden pek çok sorun var. Bunlarla her gün karşılaşır ve mücadele ederiz. Koşullar bizi, çelik proleter birlik ve disipline sahip, Marksist-Leninist ideoloji ile donanmış ve sürekli onun yol göstericiliğinde olan Bolşevik yapıda güçlü bir Marksist-Leninist parti olmaksızın, gözü dönmüş emperyalizm dalgasıyla, kapitalizm ve onun iktidarıyla kolayca başa çıkamayacağımızı açıkça kavramaya zorluyor. Faşist diktatörlük daha çok ölüm sancısı çektikçe, daha vahşice saldırır.
Partimizin kardeş partilere kendini zorla kabul ettirme isteği ne vardır ne de bundan sonra olacaktır. Bunu yapmış olsaydık yanlış bir yönde yola çıkmış olurduk. Böyle bir durumda kardeş partiler hata yapmamıza müsaade etmemelidir. Partimiz, şimdiye dek olduğu gibi Marksist-Leninist ve proletarya enternasyonalizmine daima sadık kalmaya devam edecektir.
Günümüzde ülkemiz, dünyanın tek sosyalist ülkesidir. Proletarya diktatörlüğü sadece burada kurallarını uyguluyor ve biz Emek Partisi (Marksist-Leninist bir parti) iktidardadır. Düşmanlarla çevriliyiz ama biz iktidardayız, bu nedenle politika ve ideolojide hata yapmaksızın ve Marksizm-Leninizm’in saflığını koruyarak, sosyalist Arnavutluk’u her ne pahasına olursa olsun savunmak için her an mücadele etmeliyiz; çünkü ancak bu şekilde anavatana ve dünya komünist hareketine karşı görevlerimizi başarırız. Bu yolda Arnavutluk’un devrim ve komünizm ideallerine sadakatini muhafaza etmesi nedeniyle tüm Marksist-Leninist partiler, ilerici güçler ve halklar tarafından savunulacağından eminiz.
Yoldaş Amazonas, partinizin çalışma ve mücadelesine partimizin yüksek bir değer verdiğini bir kez daha vurgulamak isterim. Bu nedenle ilişkilerimiz sürekli ve sık olmalı. Ülkelerimizi ayıran coğrafik mesafe bize engel olmamalı. Birbirimize ve partilerimiz arasında var olan yakın ve samimi bir işbirliğine ihtiyacımız var.
Yoldaş Joao Amazonas, Enver Hoca’nın Marksist-Leninist hareketin sorunlarını analiz etmesine büyük önem arz etti; çeşitli sorunlarla ilgili görüşlerini açıkladı; kabul ve sıcak, dostça görüşme için teşekkür etti. Sonra Enver Hoca görüşmeyi noktaladı.
Şimdi partiniz ve halkınızın sıcak sinesine döneceksiniz. Verdiğiniz mücadeleyi yüreklerimiz ve en derin saygılarımızla izleyecek, partinizin kazanacağı başarılara sevineceğiz. Kazanacağınız başarılar, bizim de başarılarımız olacak. Sağlıklı olmanızdan memnunuz ve daima sıhhatte olmanızı arzuluyoruz.
Partimize verdiğiniz değer için size teşekkür ederim Yoldaş Amazonas, verdiğiniz değere genel mücadelemizin başarısı için daha fazla çalışarak layık olmaya çalışacağız. Yakında görüşmek üzere.”

(Merkezi parti arşivlerinde görüşmede tutulan zabıtlara göre ilk kez yayınlanmıştır. -Albani Today’in notu)

Ekim 1992

Marksizmin Bir Karikatürü Ve Emperyalist Ekonomizm

“Bireylerin hayatındaki ya da ulusların tarihindeki her bunalım gibi savaş da bazı şeyleri bastırır ve parçalar, diğerlerini ise kuvvetlendirir ve aydınlığa kavuşturur. Bu gerçek, (…) savaşa ilişkin Sosyal-Demokrat düşüncede de kendisini hissettirmektedir. Savaşın korkunç izlenimlerinin ve azap verici sonuçlarının ağırlığı altında, savaşın düşüncenizi baskı altında tutmasına, düşünmeyi ve tahlil etmeyi önlemesine izin vermek. (…) İnsan düşüncesinin baskı altında tutulmasını ya da bastırılmasının savaşın yol açtığı böyle bir biçimi, emperyalist ekonomizmin demokrasi karşısındaki kibirli tavrıdır.”

Emperyalist ekonomizm, Rusya’da 1915 baharında biçimlenmeye başlayan Buharin Piatakov (Kievski)- Boş grubunun temsil ettiği, sosyalist devrime aykırı olduğu iddiasıyla başta ulusların kaderlerini tayin hakkı olmak üzere demokratik talepler için mücadeleyi reddetmede ifade bulan uluslararası bir hastalığı (Amerikalı ve Hollandalı Marksistler arasında da etki yaratmıştı) anlatıyor. 1894-1902 arasının eski ekonomizminin “ülkede kapitalizm zafer kazanmıştır, o halde siyasal sorunlarla uğraşmaya gerek yoktur” mantığına benzer bir muhakemeyle emperyalist ekonomizm, emperyalizm koşullarında siyasal demokrasinin sorunlarıyla uğraşmanın anlamsız olduğunu savunuyordu. Bu kitap, Lenin’in bugün hala gündemde olan bazı konumlarda, emperyalist ekonomistlerin düştükleri yanılgıları ve sapmaları ele aldığı bir çalışmadır.
Emperyalist ekonomistler demokrasiyi reddetmediklerini, yalnızca ulusların kaderlerini tayin hakkına karşı olduklarını söylüyorlardı, ancak ulusların kaderlerini tayin hakkına yönelttikleri her itiraz diğer demokratik talepleri de aynı derecede reddetme sonucuna varıyordu. Çünkü zaten ulusal kaderin tayin hakkı için mücadele sorunu, demokrasi için mücadele genel sorununa sıkıca bağlıdır.
Anayurdun savunulması sloganı, “oldukça mantıklı bir biçimde, ulusların kaderlerini tayin hakkı talebinden” çıkar, “bu istek doğrudan doğruya sosyal-yurtseverliğe götürür” diyerek ulusların kaderlerini tayin hakkına karşı çıkan emperyalist ekonomistler, anayurdun savunulması sorununu yanlış ve tarihi olmayan bir tarzda ortaya koyuyorlardı. Bolşevikler söz konusu savaşın tarihsel bir tahlilini yapıp, demokrasinin gereklerine ve proletaryanın çıkarlarına hizmet edip etmediğini, bu anlamda haklı bir savaş olup olmadığını ortaya koymadan, anayurt savunmasına genel olarak karşı çıkmazlar; Anayurt savunması, sömürgelerin bölüşülmesi için verilen emperyalist bir savaşta bir yalandır, halkı aldatmaktır, fakat yabancı baskısını yok etme anlamında ileri bir savaşta yalan değildir.
Emperyalist ekonomistler, Bolşevik Parti Programında formüle edilen ulusal soruna ilişkin iki-yönlü görevi eleştiriyorlardı: “Enternasyonalin monistik eylemi yerine dualistik propaganda geçirilmiştir.” Lenin, ezen ve ezilen ulusların işçilerinden taleplerimiz farklıdır, çünkü “ulusal sorun bakımından ezen ve ezilen ulusların işçilerinin gerçek durumu, ekonomik, siyasal ve ideolojik olarak aynı değildir” diye yanıt veriyor ye ulusal sorun karşısında proletaryanın görevlerini, Norveç örneğinde (Norveç, 1905’te İsveç’ten ayrılmıştır) somut olarak bir kez daha anlatıyordu: “İsveçli işçiler, Norveç’in ayrılma özgürlüğünü kayıtsız şartsız desteklememiş olsalardı, birer şoven, Norveç’i zorla, savaşla elde tutmak isteyen İsveçli şoven toprak ağalarının suç ortağı olacaklardı. Norveçli işçiler ayrılma sorununu şartlı olarak ortaya koymuş olmasalardı, yani sosyal-demokrat Parti üyelerini bile ayrılmanın aleyhine oy kullanmada ve ayrılmaya karşı propaganda yürütmede serbest bırakmasalardı, enternasyonalist görevlerin yerine getiremeyecekler ve dar, burjuva Norveç milliyetçiliğine batmış olacaklardı. Neden? Çünkü ayrılma burjuvazi tarafından yürütülmekteydi, proletarya tarafından değil!(…) Örneğin, eğer Norveç’in İsveç’ten ayrılması İngiltere ile Almanya arasında kesinlikle bir savaşı veya savaş ihtimalini yaratmış olsaydı, Norveçli işçiler, sadece bu nedenden ötürü, ayrılmaya karşı çıkmak zorundaydılar İsveçli işçiler, sosyalist olmaktan vazgeçmeksizin, ayrılmaya karşı ajitasyon yapma hakkına ve fırsatına sahip olacaklardı, ama ancak İsveç Hükümetine karşı Norveç’in ayrılma özgürlüğü için sistematik, tutarlı ve sürekli bir mücadele vermiş iseler.”
Emperyalist ekonomistlerin ulusların kaderlerini tayin hakkına karşı çıkmalarının bir başka dayanağı, ayrılma hakkını savunmanın, birlikten ve kaynaşmadan yana olmakla çeliştiği düşüncesidir. Lenin şöyle diyor: “Kendi hükümetlerimizden, (…) sömürgelere tam ayrılma özgürlüğü vermelerini, gerçek bir kendi kaderini tayin hakkı tanımalarını istiyoruz; biz kendimiz iktidarı ele geçirir geçirmez bu hakkı gerçekleştirecek, bu özgürlüğü vereceğiz. (…) ama bunu, ayrılmayı ‘salık vermek’ üzere değil, tam tersine, ulusların demokratik birliğini ve kaynaşmasını kolaylaştırmak için yapacağız. (…) Biz, ulusların birleşip kaynaşmasından yanayız; ne var ki, ayrılma özgürlüğü olmaksızın, zora dayalı bir birlikten ve ilhaktan gönüllü birliğe geçilemez. (…) Gerçek şu ki, demokrasinin farklı biçimlerine, sosyalizme farklı farklı geçiş biçimlerine kendisinden bir şeyler katmak üzere, şimdi zulüm gören uluslardan kaçının ayrılma gereğini duyacağını bilmiyoruz, bilemeyiz. Bizim bildiğimiz, her gün görüp hissettiğimiz şey şudur: Ayrılma özgürlüğünün yadsınması, teorik bakımdan başından sonuna yanlıştır, pratik bakımdan da ezen ulusların şovenistlerine köle olmaya varır.” Emperyalist ekonomistler boşanma sorununda da benzer bir kafa karışıklığı yaşıyorlardı. Yokluğu, zaten ezilen cinsin daha da ezilmesinden başka bir anlama gelmeyen boşanma özgürlüğünü savunmaksızın sosyalist olunamaz ve “bir kadının kocasından ayrılma özgürlüğünü tanımak bütün kadınları aynı şeyi yapmaya davet etmek demek değildir.” Ama emperyalist ekonomistler itiraz ediyor: “kadın hakkını kullanamıyorsa bu hak neye yarar?” Lenin, “bu itiraz, genel demokrasi ile kapitalizm arasındaki ilişkinin hiçbir şekilde anlaşılmamış olduğunu ortaya koyuyor.” diyor ve Marksizm’in temel görüşlerini özlü bir biçimde hatırlatıyor:”Kapitalizmde, ezilen sınıfların kendi demokratik haklarını ‘kullanmalarını’ olanaksız hale getiren koşullar istisna değildir, sistemin simgesidir. Kapitalist sistemde, birçok halde boşanma hakkı gerekleştirilememiş olarak kalacaktır, çünkü ezilen cinse, iktisadi yönden baş eğdirilmiştir. (…) Aynı şey demokratik cumhuriyet için de söz konusudur: Bizim programımız, demokratik cumhuriyeti “halk tarafından yönetim’ diye tanımlar. Ama (…) kapitalizmde en demokratik cumhuriyette bile, burjuvazinin görevlileri rüşvetle ayartmasından, hisse senetleri borsasıyla hükümet arasındaki ittifaktan kurtulmanın yolu yoktur. Böyle bir durumda, ancak doğru-dürüst düşünemeyenler ya da Marksizm hakkında hiçbir bilgisi olmayanlar, öyleyse cumhuriyet olmanın hiçbir anlamı yok, boşanma özgürlüğünün hiçbir anlamı yok, demokrasinin hiçbir anlamı yok, ulusların kaderlerini tayin etme hakkının hiçbir anlamı yok sonucuna varırlar. Marksistler ise, demokrasinin sınıfsal baskıyı ortadan kaldırmadığını bilirler. Demokrasi, yalnızca sınıf savaşımını, daha doğrudan, daha geniş, daha açık, daha belirgin hale getirir. Gerek duyduğumuz şeyde budur. Boşanma özgürlüğü daha tam hale geldikçe, kadınlar ‘evcil kölelikleri’nin kaynağının hak eksikliği değil, kapitalizm olduğunu daha iyi göreceklerdir. (…) Ulusal eşitlik daha tam hale geldikçe (…) ezilen ulus işçileri, eziliş nedenlerinin hak eksikliği değil, kapitalizm olduğunu daha açıkça göreceklerdir, vb. (…) Bütün ‘demokrasi’, kapitalizmde ancak çok ufak ölçüde ve yalnızca göreli olarak elde edilebilen ‘haklar’ın ilanını ve gerçekleştirilmesini içerir. Ama bu hakları ilan etmeksizin, bu hakları hemen, şimdi getirmek için savaşım vermeksizin, yığınları bu savaşım ruhuyla eğitmeksizin, sosyalizm olanaksızdır.”
Ulusların kaderlerini tayin hakkına karşı çıkmanın temel dayanağı olan, bunun kapitalizm altında genel olarak “gerçekleştirilemez” olduğu iddiası da demokrasi ile kapitalizm arasındaki ilişkiyi anlamamanın ürünü olabilirdi ancak. Bu iddia, “ya mutlak şekilde, ekonomik anlamda, ya da koşullara bağlı olarak, siyasal anlamda anlaşılabilirdi. Ulusların kaderlerini tayin hakkının ekonomik olarak gerekleştirilip gerçekleştirilemezliği sorunu, yanlış bir sorundur, çünkü ulusların kaderlerini tayin hakkı sadece siyaseti ilgilendirir ve ayrıca kapitalizmde tek bir demokratik talebin ekonomik olarak gerçekleştirilebilirliğinden söz edilmez. Siyasal anlamına gelince;”kapitalizm koşullarında bütün demokratik talepler, bir dizi devrim olmadan bunları siyasal olarak elde etmek zordur anlamında ‘gerçekleştirilemez’ taleplerdir.” Ama bundan bütün bu talepler için verilmesi gereken en kararlı savaşımdan vazgeçilmesi gerektiği sonucu çıkarılamaz. Bu, yalnızca burjuvazinin işine yarar. Tam tersine, buradan çıkan sonuç, “bu taleplerin, burjuva legalitesinin sınırları aşılarak, bu sınırlar yerle bir edilerek, (…) yığınları kesin eylemlere çekerek, her demokratik istem uğruna savaşımı yoğunlaştırıp, (…) sosyalist devrime kadar vardırarak reformist değil devrimci biçimde formüle edilmesi ve eyleme geçirilmesidir.” Demokrasi mücadelesi, proletaryanın tarihsel savaşımında vazgeçilmezdir çünkü kapitalizm bir yandan demokrasiyi hayale dönüştürürken, bir yandan da “kitlelerde demokratik özlemler doğurur, demokratik kurumlar yaratır, emperyalizmin demokrasiyi inkârı ile kitlelerin demokrasi uğruna mücadelesi arasındaki antagonizmayı şiddetlendirir.” Çünkü “demokrasi uğruna mücadele eğitilmemiş bir proletarya ekonomik bir devrimi yürütme gücüne sahip olamaz.” Çünkü burjuvazi için aldatmaca haline gelmiş olan eşit haklar ilanı, bizim için, bütün ulusların zaferini kolaylaştıracak ve hızlandıracak bir gerçek olacaktır. Uluslar arasında etkin olarak örgütlendirilmiş demokratik ilişkiler olmaksızın (…) genel olarak bütün ulusların işçilerinin ve emekçi halkının burjuvaziye karşı iç savaşı mümkün değildir.” Çünkü “bütün halkı, burjuvazinin elinden alınan üretim araçlarının demokratik yönetimi için örgütlendirmeden, bütün emekçi halk kitleleri, proleterler, yarı proleterler ve küçük köylüler, kendi saflarının, kendi güçlerinin, devlet işlerine katılmalarının demokratik örgütlendirilmesi için seferber edilmeden” üretim araçlarının özel mülkiyeti kaldırılamaz.” Çünkü “sosyalizm ancak burjuvaziye (…) karşı zor kullanımını, demokrasinin tam geliştirilmesiyle, yani bütün halk kitlelerinin bütün devlet işlerine ve kapitalizmin yok edilmesinin bütün karmaşık meselelerine gerçekten eşit ve gerçekten evrensel bir şekilde katılmasıyla birleştiren proletarya diktatörlüğü yoluyla, uygulanabilir.” Kısaca “demokrasi için mücadele olmadan sosyalist devrim imkânsızdır. (…) İnsan, demokrasi için mücadele ile sosyalist devrim için mücadelenin, birincisini ikindine bağımlı kılarak, nasıl birleştirileceğini bilmelidir. “İşte emperyalist ekonomistler” birinciyle ikinciyi birleştirmekte başarısız kalıp kafalarını karıştırdılar. Ama ben derim ki; esas şeyi (sosyalist devrimi) gözden kaçırma; bütün demokratik talepleri formüle et ama bunları sosyalist devrime bağımlı kıl, onunla uyum içinde düzenle (…) ve esas şey için mücadelenin, kısmi bir şey için mücadele ile başlamış olsa bile alevlenebileceğini akılda tut.”
Emperyalist ekonomizmin demokrasi mücadelesini reddederken son bir savı daha var: “sosyalist devrim her şeyi çözecektir! Ya da (…) kapitalizmde olanaksız olan ulusal kaderini tayin hakkını, sosyalizmde ise gereksizdir.” şöyle de ifade edilebilir: “Mademki sosyalizm siyasal alanda ulusal baskının yok edilmesinin ekonomik koşullarını yaratıyor, bu alandaki siyasal görevlerimizi formüle etmeyelim; mademki muzaffer proletarya başka ülkelerin burjuvazisine karşı olan savaşları inkâr etmiyor, ulusal baskıya ilişkin siyasal görevlerimizi formüle etmeyelim.” Lenin şöyle yanıtlıyor: “Bu görüş, teorik bakımdan saçma, pratik siyasal bakımdan şovenisttir. Bu görüş demokrasinin önemini takdir edemez. Oysa (…) zafere ulaşan, sosyalizm tam demokrasiyi uygulamaksızın, zaferini pekiştiremez ve insanlığa, devletin çözülüp dağılmasını getiremez. Ulusal kaderini tayin hakkının sosyalizmde gereksiz olduğunu öne sürmek, bu nedenle, sosyalizmde demokrasinin gereksiz olduğunu öne sürmek kadar anlamsız ve deva bulmaz biçimde şaşırtıcıdır. (…) Ekonomik devrim her türlü siyasal baskıyı ortadan kaldıracak. Önkoşulları yaratacaktır. Ama bu nedenle her şeyi ekonomik devrime götürüp bağlamak mantıksız ve yanlıştır. Çünkü soru, ulusal baskı nasıl yok edilecek sorusudur: (…) Ulusal baskı, ekonomik devrim olmaksızın yok edilemez. Bu, su götürmez bir gerçektir. Ama bununla yetinmek, saçma olana ve rezil emperyalizme saplanmaktır.”
Partinin ideolojik çizgisinden ve temel siyasal görüşlerinden ayrılmanın ötesinde emperyalist ekonomist grup, Yurtdışı Merkez Komitesi Bürosu’nun kendilerini ayrı bir grup olarak tanımasında ısrar etti. Büroya karşı sorumlu olmayı reddetti. Lenin grubun görüşlerine ve parti tanımayan hizipçi girişimlerine karşı kesin bir cephe aldı. Lenin’in önerisiyle grubun hizipçi amaçlarla kullanmak, istediği yayın organı Komünist’in, Sosyal-Demokrat (RSDİP Merkez Yayın Organı) yazı kuruluyla ortaklaşa çıkarılması karan alındı ve bundan sonra grup dağıldı.
Marksizm’in Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, Lenin’in emperyalist ekonomistleri eleştirdiği üç makale ile o dönem kimi Bolşeviklere yazdığı mektuplardan oluşuyor. Emperyalist ekonomistlerin hatalarını ortaya koyarken, savaşı, demokrasiyi, demokratik talepler için mücadele gibi konularda Bolşevizm’in temel görüşlerini özlü bir biçimde açıklıyor.

Ekim 1992

Kürt Ulusal Mücadelesi ve Sosyalizm

Yeni çıkan
Kitaplar

“Kitap” bölümünde kitap tanıtımımızı sürdürürken, yakın zamanda yayınlanan kitapların içeriği hakkında okuyucularımızı kısaca bilgilendirmek, bir ilk fikir edinmelerini sağlamak amacıyla bu sayıdan başlayarak ek bir kitap sayfası açıyoruz. Yeni çıkan Marksist-Leninist klasiklerin yanı sıra, olumlu ya da olumsuz ilgi uyandıran kitapları çok kısa olarak bu bölümde okuyucunun dikkatine sunacağız.

Kürdistan’da ulusal hareketle Devlet arasındaki savaşın giderek şiddetlendiği, devletin sivil halka karşı katliamlar gerçekleştirdiği bit dönemde Evrensel Basım-Yayın yeni bir kitap çıkardı: “Kürt ulusal Mücadelesi ve Sosyalizm”. Birçok sorunun hızla netleştiği, ama bazı başka sorunların ise, tartışma zeminin giderek yok olduğu bir dönemde çıkan bu kitap, özellikle bu ikinci türden sorunları irdeleyerek hareketin zaaflarını ortaya çıkarmayı ve çözüm önerileri sunmayı amaçlıyor. Kitabın, Kürt ulusal hareketinde gördüğü temel zaaflar; hareketin başında kendi sınıfsal talepleriyle örgütlenmiş bir proleter öncülüğün bulunmayışı; ona yürekten destek veren aydınların Marksist-Leninist bilimsel bakıştan ne kadar uzak oldukları ve hareketin temsilcisi siyasal örgütün bizzat kendisinde görülen ideolojik ve politik sapmalardır. Kürdistan’daki ulusal kurtuluş savaşının gerçek kurtuluşa ulaşması için, öncel olarak, bu zaaflarını aşması gerekmektedir. Kitap, kapitalizm koşullarında gerçek bir çözüm bulamamaktadır. Marksizm’in ulusal soruna çözüm getirmediği yanılgısını; sosyalizmin hiç bir soruna çözüm getirmediğini, kapitalizmin ebedi olduğunu iddia eden burjuva propagandanın bir sonucu, olarak değerlendirmektedir. Bu bağlamda kitap, ulusal sorunun gerçek çözümünün ancak sosyalizm koşullarında mümkün olduğunu; sosyalizm perspektifine ve buna uygun bir örgütlülüğe sahip olmayan bir hareketin gerçek çözüme ulaşamayacağını kavramayı ve zaafları tartışmaya açıp çözüm önerilerinde bulunarak bunun aşılması gerektiğini savunuyor. Bunu yaparken hareketin ulaştığı düzeyi ve yaşanan canlı olguları kendine eksen alıyor. Bu anlamda kitap, ulusal sorun-sosyalizm ilişkisinin genel bir teorik değerlendirmesi yapma iddiası taşımıyor.
Çoğu daha önce Özgürlük Dünyası’nda yayınlanan makalelerin bir derlemesinden oluşan kitap, Kürt ulusal sorununu ve ulusal mücadeleyi Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminden alıp bugüne kadar getiren bir makaleyle başlıyor, İsmail Beşikçi’nin “Bilim Yöntemi”nin eleştirisi, “Kürdistan’da ulusal temelde kitle örgütleri” ve “Kürdi Sendikalar” üzerine tartışma ve “Ulusal halk organları üzerine değerlendirme”, ilk bölümün belli başlı yazıları. Kitabın ikinci bölümü sorunun daha çok uluslararası niteliğini irdelemeyi amaçlıyor. Emperyalizmin Ortadoğu ve Kürdistan’a yönelik planları, Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinin anti-emperyalist niteliği ve görevlerin tartışıldığı bu bölümün önemli makalelerinden biri “Din ve Komünizm”.
Farklı dönemlerde yazılmış makalelerden oluşan bu kitabın, yine de bir bütünsellik arz ettiği ve Kürdistan’daki mücadeleye yeni açılımlar sağlayacak önemli ipuçları barındırdığı söylenmelidir.

ESERLER CİLT 11 – J. V. STALIN
İnter Yayınlan, Çeviren-. Saliha Kaya, Temmuz 492

J. V. Stalin’in on altı ciltlik Eserler’inin 11. cildi Temmuz ayı içinde yayınlandı. Basımı İnter yayınları tarafından planlanan Eserler’in ilk on bir cildinin yanı sıra 15. Cilt de (SBKP(B) Tarihi) Türkçeleştirildi.
Eserler 11, Stalin’in 1928- Mart 1929 tarihleri arasındaki makale, konuşma, rapor, mektup ve mesajlarını içeriyor. ;’Eserler 11’de çok çeşitli konulara ayrılmış yazılar bulunmakla birlikte, belirli konularda özellikle yoğunlaşıyor.
Eser’in kapsadığı yazıların yazıldığı yıllar, kapitalist batı dünyasının tarihinin en büyük bunalımlarından birine doğru yelken açmışken, SSCB’nin sosyalist inşada yeni atılımlar yaptığı bir dönem. Eserler’i incelerken, yazıların yazıldığı dönemin özelliklerinin göz önünde bulundurulması gözden çıkarılmamalıdır.
Eserler 11’de ağırlıklı olarak yer alan konular şunlar:
Tarımda kolektifleştirme ve tahıl sorunu. Sovyet partisi ve devleti, bu dönemde kulaklara karşı bir saldırı başlattı. Ve sosyalist inşanın sağladığı temel üzerinde köylülüğün özendirme ve eğitim yoluyla kolektif çiftliklere kazandırılması politikası izlendi. Baş gösteren tahıl sıkıntısının, köylüler başta olmak üzere emekçilerin fedakârlığı ve kulaklara karşı izlenecek sert politikalarla aşılması gereği, Stalin’in bu kapsamda özellikle üzerinde durduğu konular.
Diğer önemli bir sorun, parti ve devlet aygıtı içinde, parti çizgisine muhalefet eden “Sağ Kanat”a karşı polemikler. Kulakların tasfiyesine sert bir şekilde muhalefet eden ve bu yönde hizipler örgütleyen akımın etkisizleştirilmesi, Stalin’in ciddiyetle üzerine eğildiği bir sorun. “Merkez Komite Politbüro Üyelerine”, “SBKP(B)’deki Sağ Tehlike Üzerine”, “Buharin Grubu ve Partimizdeki Sağ Sapma” bu konunun önemli yazıları arasında.
Uluslararası komünist hareketin sorunları ve komünist partilerin görevleri üzerine yazılar da Eserler 11’de önemli bir yer tutuyor. “Komintern Programı Üzerine”, “Alman Komünist Partisi’ndeki Sağ Tehlike Üzerine” konuşmaları bunlardan bazılarını oluşturuyor.
11. ciltte Stalin ‘in ulusal soruna, sosyalizm koşullarında ulusal sorunun konulusuna ilişkin önemli bir yazısı da yer alıyor. “Ulusal Sorun ve Leninizm”
Eserlerin ilk dört cildi de yayınlandığında, okuyucu Stalin’in Eserlerinden toplu olarak yararlanma olanağına kavuşacak.

Eylül 1992

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑