Her siyasi akım veya partinin uluslararası planda ve ülke içindeki çeşitli olgu ve olayları ve gelişmeleri değerlendirmesi, bunlar karşısında aldığı tutum, izlediği çizgi ve taktikler, öne sürdüğü sloganlar ve mücadele şiarları, o akım veya partinin hangi sınıfa hizmet ettiğinin en somut göstergesidir. Bunları savunma biçim ve yöntemleri de o siyasi akım veya partinin içtenliğini ortaya koyar.
Devrimci taktiklerle sınıf hareketini burjuva egemenliğe bağlayan sağ ve reformcu akımlara ve bunlara tepki olarak doğan “sol” sekter akımlara karşı mücadele etmek zorunludur. Genel olarak dünyada, özel olarak da ülkemizde; sosyalizmin, Marksizm-Leninizm’in ağır saldırılarla karşı karşıya olduğu bir dönemde bu daha da önem kazanır.
İşçi sınıfı ağır bir yenilgi almıştır, ama her geçen gün önemi daha da artan ve geleceği temsil eden bir sınıf olarak, büyümekte olan grevleriyle, gösterileriyle toplumsal mücadeledeki varlığını ve önemini sürdürmektedir. “Yenilen ordular iyi öğrenirler”. Acı deneylerle, yüz binlerin, milyonların hayatına mal olan işçi sınıfının mücadele tarihi; proletaryanın yenildiği zaman dağılan bir ordu değil, yeniden daha büyük bir güçle mücadeleye atılan bir sınıf olduğunu göstermektedir. Kapitalizmin ana merkezlerinde baş gösteren olaylar; Amerika, Almanya ve Rusya’daki durum bunun en açık göstergesidir. İşçi sınıfı hareketindeki yeniden yükselişle birlikte, burjuvazinin cepheden saldırıları yanında, mücadelenin kapitalizmin temellerine yönelerek, devrim ve sosyalizm için bir mücadeleye dönüşmesini önlemek üzere, işçi sınıfı hareketinde revizyonist-reformist akımlar yeniden boy vereceklerdir ve boy vermektedirler. Daha aldatıcı sloganlarla daha ustaca taktiklerle, devrim ve sosyalizm mücadelesini boğmak onların başlıca görevidir.
Ülkemizde son üç yılın mücadelelerindeki tutumuyla D. Perinçek ve SP’si böyle bir görevi üslendiğini, burjuvazinin işçi sınıfı hareketindeki “yeni” reformcu dayanağı olmaya soyunduğunu göstermektedir. 30 yıla yaklaşan siyasal yaşamı ve bu dönem boyunca çeşitli adlar alan siyasal akımı her dönemde koyu bir reformizmi temsil etti. Bütün söz kalabalığına rağmen, köklü bir ideolojik görüş geliştirmek yerine düzeysiz bir reklâmcı-gazetecilik birikimi sağladı. Günlük politikalarındaki belkemiksizliği reklâmcı-gazetecilik yüzeyselliğiyle gizlemeyi başlıca yöntem olarak benimsedi.
D. Perinçek ve partisi, hiçbir dönemde güçlü ve kitlesel bir etkinlik sağlamadı ama o, ideolojik-politik tutum ve yöntemleriyle, devrimci sınıf partisinin, yüzünü açığa çıkarmak zorunda olduğu önemli bir sağ-reformist mihraktır. Bu, işçi sınıfını, özellikle ileri işçileri burjuva ideolojilerin etkisinden kurtarmak ve gerçek bir sınıf bilincine, devrim ve sosyalizm davasına kazanmak için zorunludur. Sınıf bilinçli işçiler, burjuvazinin sosyalizm maskesi takmış her türden temsilcisini ayırt etmeyi, burjuva taktikleri boşa çıkarmayı kavramalıdır.
Biz, bu yazıda, ’89-90’lardan bu yana D. Perinçek ve SP’nin gelişen işçi sınıfı hareketi, Kürt ulusal hareketi karşısındaki tutumunu, izlediği taktikleri ve bu taktiklerin neye hizmet etmekte olduğunu ortaya koymaya çalışacağız. Bizim gibi geri ve yeni sömürge ülkelerde olduğu gibi, emperyalizmin ana merkezlerinde de işçi sınıfı hareketinde yeni bir yükselişin açık belirtilerinin ortaya çıktığı koşullarda, reformizme, revizyonizme karşı yeni bir mücadele cephesi açmanın uluslararası bir önemi de vardır. Aynı zamanda ülkemizde son üç yılın yaşanan mücadelelerinde işçi sınıfının zaaf ve eksikliklerinin somut temelleriyle yeniden ortaya konması, yaşanan mücadelelerden doğru devrimci dersler çıkarılması da reformizme ve revizyonizme karşı mücadeleyi zorunlu kılmaktadır. Mücadeleye atılan işçiler, aldatıcı burjuva sloganlarla ve taktiklerle devrimci taktikleri ayırt edebildikleri ölçüde mücadelenin doğru hedeflere yönelmesini ve sağlam temellere oturmasını sağlayabilirler.
Bu yazı, bu amaca hizmet ettiği ölçüde görevini yerine getirebilecektir.
PERİNÇEK HER ZAMAN BURJUVA PARLAMENTARİST BİR ÇİZGİ İZLEDİ
‘71 öncesi, gerek uluslararası planda anti-emperyalist devrimci dalga ve gerekse ülkemizde gençlik ve halk hareketinin devrimci yükselişinin etkisiyle keskin Maocu bir üslup sürdüren D. Perinçek, hareket içindeki militan gençlik önderlerinin tasfiyesiyle birlikte açık, legalist-parlamentarist yüzünü açığa çıkardı. 80 öncesinde bir yandan “4. Ordu Rus sınırına”, “Akdeniz Akdenizlilerindir” gibi sloganlarla, mevcut faşist diktatörlük ve onun kurumlarıyla sözde “milli bağımsızlığı”, “özellikle Sovyet sosyal-emperyalizmine karşı savunma” çizgisi izlerken ‘80’e gelindiğinde AP, MSP ve CHP gibi partilere “milli cephe” hükümet çağrısı yapacak kadar açık bir şekilde burjuva parlamentarizminin, mevcut diktatörlüğün savunucusu oldu. Bunun karşılığı D. Perinçek’in geniş devrimci çevrelerde tecrit olmasıydı…
‘80 sonrasında Gorbaçov rüzgârıyla birleşen yenilgi koşullarında, D. Perinçek tecrit çemberini kırmayı amaçlayan bir çaba içine girdi. Ülkedeki belli başlı revizyonist akımların temsilcileriyle, kaşarlanmış anti-Marksist burjuva aydınlarıyla, “Sol” birleştirecek parti girişimlerine katıldı. İşçi hareketinde yükselme belirtileri uç verdiğinde, eski PDA ve TİKP ile ilgisi olmadığını açıklamaya özel bir özen gösterdiği SP’yi kurdu. Öteden beri egemen sınıflar ve onların partileriyle ‘iki süper devlete’ ve “özellikle sosyal emperyalizme karşı” “milli bağımsızlığı” savunmayı başlıca politika olarak benimseyen D. Perinçek birdenbire “Sosyalizm” yanlısı kesildi. Yeni koşullarda kabaran işçi hareketine dalkavukluk etmenin en kolay yolu bu idi. TBKP de Gorbaçov’la birlikte tam bir çöküşe yöneldiğinde, SP, tutunabileceği alanı açıkça belirlemiş oldu. 89’lardan itibaren D. Perinçek ve SP’nin çizgisi, kendiliğinden mücadeleye dalkavukluk çizgisidir. Kendiliğinden her işçi hareketine, olduğundan çok anlamlar yükleyerek parlamentarist-reformist hedefler içinde boğmak. Bir yandan, SP açık-legalist bir partiyle işçi sınıfının gözünde devrimci sınıf partisi bilincini bulandırırken, öte yandan hareketi en geri direnme çizgisine çekerek, burjuva parlamenter hedeflere bağlayarak, işçi sınıfı hareketini burjuva politikaların bir yedeği haline getirmek, onun başlıca amacını teşkil etti. Bunun en açık örneği ‘89’lardan itibaren öne sürülen “Genel Grev ve Erken Seçim” taktiğidir.
Daha sonraki bölümlerde ele alacağımız gibi, D. Perinçek ve SP’nin “Genel Grev”i, Türk-İş ağalarının mücadeleyi boğmak ve sınıfın devrimci öfkesini yatıştırmak üzere zaman zaman gündeme getirdiği resmi bir “genel grev”dir. Hedefi ise, 90’dan itibaren erken seçim gibi burjuva egemen sınıflar taktiğine bağlanmış bir sloganla sınırlanmıştır. Bu taktikle nasıl hedef şaşırttığını; devlet, ordu ve parlamentoyla ilgili olarak nasıl bilinç bulandırmaya hizmet ettiğini ortaya koymaya çalışacağız. Ayrıca Kürt Ulusal hareketi karşısında izlediği çizginin anlamını, seçim sonrası “Emekçi Anayasası” sloganının ne anlama geldiğini de sergilemeye çalışacağız. İzlediği çizginin bir gereği olarak yasallık ve yasal mücadele anlayışını nasıl çarpıttığını ortaya koymak, D. Perinçek’in izlediği çizgi ve tüm bunu savunurken kullandığı yöntemlerin daha açık kavranmasını sağlayacaktır.
Bütün taktiklerinin ve sloganlarının dayandığı mantık incelendiğinde görülecektir ki, emperyalizm, devlet, devrim, proletarya diktatörlüğü, parti ve ulusal sorun gibi devrimci bir sınıf partisiyle, reformcu bir burjuva partisini ayırt eden temel ilkelerde D. Perinçek açıkça, Marksizm-Leninizm’e karşı, bilimsel sosyalizmin evrensel ilkelerine karşı, düzeysiz bir şekilde ve demagojik yöntemlerle burjuva ideolojisinin günlük motifleriyle süslenmiş bayat şiarlarını savunmaktadır. O, işçi ve emekçi yığınların sosyalizme olan özlemini şarlatanca istismar etmektedir.
Şimdi bunları daha yakından ele alarak irdelemeye çalışalım.
YÜKSELEN İŞÇİ HAREKETİ, “GENEL GREV” ve “ERKEN SEÇİM” TAKTİĞİ
89 baharı ile birlikte, özellikle 12 Eylül sonrası ağırlaşan ekonomik sömürü ve siyasi saldırılara karşı işçi hareketi giderek yaygınlaşan ve gelişen eylemlere yöneldi. Yaygınlaşan eylemler bütün emekçi sınıflar üzerinde mücadeleyi geliştirici bir etki yarattı. Devrimci bir sınıf partisinin, ekonomik taleplerden yola çıkan ama hızla siyasi taleplere genişleme eğilimi gösteren böyle bir yükseliş karşısındaki tutumu ne olmalıdır? Birincisi, taleplerin bütün işçi sınıfının ve emekçi sınıfların ortak taleplerine, “İş-Ekmek Özgürlük” taleplerine yönelmesi için bütün enerjisini yoğunlaştırmak; ikincisi ise, mücadelenin işbirlikçi egemen sınıfların ekonomik ve siyasi egemenliğine, faşist diktatörlüğe yönelmesi için bütün enerjisini yoğunlaştırmak. Yani mücadelenin, burjuva egemenlik sistemi içinde kısmi değişiklikler ve iyileştirmelerle boğulmasının önünü kesmek.
Açıktır ki, sınıf kendi talepleri için ayağa kalktığında, devrimci bir sınıf partisinin en önemli görevi; sınıfı kendi bağımsız sınıf partisi, politika ve taktiklerine kazanmak üzere, reformizme karşı, yani mücadelenin düzen sınırları içinde boğulmasına karşı açık, kesin ve kararlı bir mücadele sürdürmektedir. Burjuvazinin işçi hareketi içindeki dayanağı olan sendika ağalarının barikatlarını boşa çıkarmak için mücadele etmek, sınıfı kendi sınıf egemenliği ve sosyalizm bilincine kazanmak için çaba sarf etmektir. Ortaya çıkan koşullar, en geri işçilerin bile büyük bir hızla faşist diktatörlüğün, onun her türlü kurumunun açık sınıf karakterinin kavranmasını sağlar. Tersane işçilerinin “İşçi-Polis El ele” sloganının bir saat içinde “Polis Defol” sloganına dönüşmesi bunun açık örneğidir. Yine, mücadele biçimleri açısından ortaya çıkan geri eylem biçimlerinin daha ileri eylem biçimlerine, genel grev, gösteri ve direnişlere doğru gelişmesini, silahlı halk ayaklanmasına doğru yol almasına sağlayacak bir çizgi izler. Kendi güçlerini bu temelde eğitir ve hareketin ihtiyaç duyduğu mücadele ve örgüt biçimlerinin oluşumuna ve geliştirilmesine aktif biçimde katılmayı sağlar. Elbette bu konuda ne kadar başarılı olacağı, diğer şeylerin yanı sıra devrimci sınıf partisinin mücadele içindeki etkinliğine, sınıfın ileri kesimlerini kazanma yeteneğine, sınıfın örgütlenme ve mücadele potansiyelini seferber etme yeteneğine bağlıdır. Ama her halükârda kendi gücünden bağımsız olarak devrimci bir sınıf partisi, ‘89 ve sonrası mücadelenin yükseliş çizgisi izlediği koşullarda mücadelenin önüne reformcu hedefler değil, devrimci hedefler koyar. Bu konudaki tutum, devrimci bir sınıf partisiyle burjuva reform partisini ayıran temel bir ölçüdür.
D. Perinçek ve SP’nin bu dönemdeki tutumu, kendiliğinden hareketin eksiklerini ortaya koyarak gidermek yerine, yükselen işçi hareketi karşısında kendinden geçerek dalkavukluk yapmak olmuştur. Açık ve somut sendikal ve siyasal özgürlük talepleri etrafında hareketi birleştirerek ilerletmek değil, “Şalterleri indiriyorlar, grev özgürlüğü oluyor, fabrikalardan çıkıp yürüyorlar, yürüyüş özgürlüğü oluyor, meydanlarda toplanıyorlar, toplanma özgürlüğü oluyor” gibi methiyelerle hareketin önünü karartma yolunu seçmiştir. SP’nin 1990’da işçi hareketi önüne koyduğu hedef “Erken Seçim” ve mücadele biçimi erken seçimi başlıca amaç olarak edinen yasal bir “Genel Grev”dir. D. Perinçek “Genel Grev”i üç günle sınırlamaktadır. Burjuva egemen sınıflar ve sendika ağaları ise, yükselen işçi hareketini en geri çizgide boğmak üzere çaba içindedir. Türk-İş yönetimi, hareketin doruk noktasında, Zonguldak işçilerinin yüz bin kişiyle Ankara yürüyüşüne başlayacağı noktada, aldığı bir günlük “Genel Eylem” kararıyla mücadeleyi boğma yolunu seçmiştir. Yoksa zaten başta metal işçileri olmak üzere direnişin ülke çapında yaygınlaşmasının önüne geçmek giderek zorlaşmaktadır. 11 Kasım 1990 tarihli SP MKK yönlendirmesi, Türk-İş’in “Genel Eylem” kararına büyük bir övgüyle sahiplenmekte, onu göklere çıkarmaktadır. “Türkiye’nin tüm sorunları genel grevle aşılmayı zorunlu kılıyor, Türk-İş Başkanlar Kurulu”nun ‘Genel Eylem’ kararıyla ‘Genel Grev” önündeki önemli bir engeli şimdilik kaldırdı. Bir günlük eylem kararı partimizin önerdiği uyarı grevidir.”
Açıkça SP kendi taktiğini işbirlikçi egemen sınıfların dayanağı olan Türk-lş ağalarının manevrasıyla birleştirmektedir. Türk-İş’in kararını eleştirmediği gibi, ona kendince anlamlar yükleyerek sahiplenmiştir. Yani, SP’nin “Genel Grev” anlayışı, işbirlikçi egemen sınıfların işçi hareketini boğma taktikleriyle aynı platformdadır. SP, söz kalabalığının arkasında burjuvazi ve sendika ağalarıyla birlikte hareketi yatıştırmanın çabası içinde olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
“Genel Grevin karakteri konusunda Türk-İş ağalarıyla aynı platformda yer alan SP ve D. Perinçek, genel grevin başlıca hedefi olarak ortaya koyduğu “Erken Seçim” hedefi konusunda da, Demirel ve Baykal ile burjuva partileriyle aynı platform üzerindedir. 25 Mart 1990 tarihli “2000’e Doğru ” dergisinde şunlar yazılmaktadır: “Demirel ile Baykal’ın ‘Erken Seçim’ taktikleri geçersiz. Bu parlamento kendi gönlüyle erken seçime gitmez. Ona ‘Erken Seçim’ kararını dayatarak güç işçi sınıfındadır. Bir ‘Genel Grev’ emekçi kitleleri aktif biçimde politika sahnesine çıkaracak ve göreli demokratikleşmiş siyasi bir ortamda erken seçimin yolunu açacaktır.” Açıkça görüldüğü gibi, D. Perinçek’in, Demirel ve Baykal’ın erken seçim taktiğine özünde bir itirazı yoktur, onları ikna etmeye çalıştığı şey milletvekillerinin erken seçim kararını almakta isteksiz oluşlarıdır. Bunu, elbirliğiyle çözmenin yolu da ‘Genel Grev’e destek vermektir. Diğer bir şekilde söylersek mantık şudur: Yükselen işçi hareketi genel greve doğru gelişmektedir, gelin bunu erken seçim hedefine yönelterek yedekleyelim, faşist diktatörlüğün asma yaprağı olan burjuva parlamentarizmine bağlayarak, diktatörlüğün temellerine yönelmesini önleyelim. Doğu Perinçek’in taktiği, işçi sınıfını burjuva egemenliğe son vermeye yöneltecek taktik ve mücadeleler değil, işçi sınıfını burjuva politikaların ve partilerin yedek gücü haline getirecek bir taktiktir.
D. Perinçek ve SP’nin “Erken Seçim” taktiğinin dayandığı anlayış, O’nun burjuva devletin yıkılması diye bir sorunu olmadığını ortaya koymaktadır. Marksist-Leninist partiler hiçbir zaman en gerici parlamentolarda bile çalışmayı reddetmediler. Ama hiçbir zaman da, işçi sınıfının politik taktiğini, 3-5 yıllığına burjuva devleti hangi hükümetin, hangi partinin yöneteceği sorununa indirgemediler. Devrimci sınıf partileri, parlamentoyu bir kürsü olarak kullanıp, daha geniş yığınların gözünde teşhir ederek, bir bütün olarak burjuva egemenliğe son verme amacına hizmet ettiği ölçüde, somut koşullara göre burjuva parlamentolara girmeyi bir taktik olarak benimsediler. Oysa Doğu Perinçek ve SP burjuva parlamentarizmini ‘90’ların Türkiye’sinde, yükselen işçi hareketinin önüne bir hedef olarak koymakta, burjuva partiler arasındaki farklılıklardan, burjuva devletin kurumları arasındaki işlev farklılıklarından “baş düşmanlar, “esas vuruşlar çıkarmakta, bazen birinin bazen diğerinin kanatlar altına sığınmaktadır. 28 Ekim 1990 tarihli 2000’e Doğru dergisinin başyazısında bu anlayış bütün çıplaklığıyla yansımaktadır, “Özal iktidarı hem ABD yedeğinde savaş tehlikesidir, hem de devlet içindeki şeriatçı mevzilerin şemsiyesidir, hem de parlamenter rejimin yumuşak karnıdır. Bugünkü iktidar ve bugünkü parlamentoyla (ANAP iktidarı ve ANAP’ın çoğunlukta olduğu parlamento) askeri müdahaleye karşı konamaz. Bu iktidar acilen alaşağı edilmelidir. Esas vuruş ona yöneltilmelidir. Darbeye karşı en etkili tavır bugün bu politikada yoğunlaşıyor. Bu nedenle demokratik erken seçim, artık daha da gerekli olmuştur.” Aynı yazıda devamla: “İşçi sınıfının bütün çalışanları ve Kürt halkının demokratik taleplerini de yanına alarak sahneye çıkması, 2000’lerin kapısına doğru önemli bir adımdır. Ve darbe tehdidine verilecek en etkili cevaptır.”
Satırları okuyan için, darbeye karşı işçi ve emekçi sınıfların mücadelesinin savunulduğu gibi bir izlenim edinilecek şekilde ifade edilmiştir, ama önceki satırlarda “erken seçimi İnönü ve Demirci’ler değil ancak bir genel grev getirebilir” sözleriyle birlikte düşünüldüğünde laf cambazlığı, yani demagoji açığa çıkmaktadır. İşçi ve emekçi sınıflar mücadelesi adeta “Erken Seçim” hedefine “ipotek” edilmiştir. Doğu Perinçek ve SP, burjuvazinin ekonomik ve siyasi egemenliğine değil; 1990 Ekimi’ndeki ANAP hükümetine ve parlamentoda ANAP’ın çoğunluk olmasına karşıdır. İşçileri ve emekçileri yönlendirdiği hedef budur. İşçilerin kendiliğinden ulaştıkları bilinçten daha ileri bir bilinç ve şiarla ortaya çıkmak D. Perinçek’in defterinde yazmaz. Peki; DYP, SHP, RP, MÇP ne olacaktır, bütün kurum ve kuruluşlarıyla burjuva egemenliğin aracı olan faşist diktatörlük ne olacaktır? Perinçek için bunların bir önemi yoktur. “Darbe” tehdidine karşı ANAP dışındaki güçler müttefiktir. Hatta ANAP’ın günahı sadece darbe tehdidine karşı koyamamaktır. “Devlet içindeki şeriatçı yükselişin şemsiyesi olmak’tır. Yani devlet tarafsız ama şeriatçılar ANAP’ın “zaafı yüzünden mevzi edinmektedirler. Yani açıkçası, D. Perinçek ve SP’nin, faşist diktatörlüğün yıkılması diye bir sorunu yoktur. ANAP hükümeti gitsin, yerine başka burjuva parti veya partileri gelsin. İşte Perinçek’in devlet ve devrim anlayışı… 1800’lü yılların ortalarından itibaren devlet içinde bir saçak altı elde etmeye çalışan Osmanlı aydın geleneğinin çağdaş bir temsilcisi…
DEVLET, HÜKÜMET VE ORDU
Herkesin bildiği gibi Türkiye’de son otuz yıldır generaller siyasi arenada MGK aracılığıyla burjuva hükümetlerin günlük politikalarının doğrudan bir unsuru olarak yer almaktadır. Bütün ülkelerde olduğu gibi, ülkemizde de ordu, egemen sınıfların, burjuva egemenliğinin en büyük dayanağıdır. Parlamento ve burjuva partiler gelişen mücadeleyi önleyemez duruma geldiğinde, 1971 ve 80’de olduğu gibi generaller doğrudan devreye girer ve gerekli düzenlemeyi yaparlar. Faşist cuntalar, egemen sınıfların veya Amerikancı generallerin bir tercihi olarak değil; işçi ve emekçi sınıflar mücadelesinin bir dayatması olarak gündeme gelir. 89 ve 90’lardan itibaren egemen sınıflar MGK aracılığıyla bütün burjuva partileri (sansür ve sürgün kararnamesinde olduğu gibi) temel sorunlarda ortak tutum almaya “ikna” ettiler. Burjuva parlamentosu, partiler ve ordu farklı işlevlere sahip olmakla birlikte ortak bir amaca, yani burjuva egemenliği sürdürmeye yarayan unsurlarıdır. Karşılaştırma yapılacak olursa, burjuvazi siyasi partileri feshederek devleti doğrudan ordu gücüne dayanarak yönetebilir, ama hiçbir burjuva partisi orduyu ortadan kaldırarak burjuvazinin egemenliğini sürdüremez. Bütün burjuva partileri de generallerle aralarında şu veya bu konuda görüş farklılıkları olsa da bu gerçeğin bilincindedir. D. Perinçek 28 Ekim’de ANAP dışındaki “parlamenter ve demokratik” güçleri darbe tehdidine karşı göreve çağırırken, 30 Aralık’ta ise “Avrupa, Özal’ın ‘Çevik Kuvvet’ isteğini Türkiye kamuoyuna sızdırdı. Çünkü o da savaşa gönüllü değildir. Türk Ordusu’nun komutanları Özal’ın savaş emrini dinlemeyecek” 20 Ocak’ta daha da ileri giderek, “Bizce Körfez krizinin ilk mağlubu belli olmuştur. O da kaderini ABD emperyalizmine bağlamakta Körfez şeyhlerinin gerisinde kalmayan Özal’dır. Mağlup olduğu şundan belidir: Savaş emri verdiği kuvvetlerle kendi arasında daha savaşın ilk gününde derin bir çelişme var. Ordunun komuta kademesi öyle görünüyor ki, içine sürüldüğü görevin doğruluğuna kanaat getirmiş değildir. Sorumluluğun kamuoyu önünde hükümete ait olduğunu, döne döne vurgulama ihtiyacı duyuyor” diyerek Amerikancı generalleri ve Avrupalı emperyalistleri savaşa karşı güçler olarak ilan etmiş ve savaşa karşı komutanların kanatları altına sığınmıştır. Darbe tehlikesine karşı burjuva partilerin kanatları altına sığındığı gibi. Bu, işçi sınıfının egemen sınıflar-arası çelişmelerden yararlanma politikası değildir, tersine işçi sınıfını egemen sınıflar ve burjuva devletin çeşitli kurumları arasında var olduğunu öne sürdüğü çatışmanın kuyrukçusu haline getirmektir. SP ve D. Perinçek, Türk-İş bildirisini de aynı göz boyayıcı yöntemle egemen sınıflar iktidarına yıkılması olarak göstermeye çalıştı: “Türk-İş liderleri Cumhurbaşkanını protesto etti. İktidar gitsin diyoruz ve iktidar sorununu gündeme getiriyoruz.”Türk-İş’in işçi sınıfı saflarında-ki öfkeyi yatıştırmak için yaptığı, hiçbir sınıf bilinçli işçinin ciddiye almayacağı bildiri D. Perinçek’in gözünde iktidar sorunudur. D. Perinçek bilinçli olarak egemen sınıflar iktidarıyla herhangi bir hükümet sorununu bulandırmaktadır. Özal hükümetiyle egemen sınıflar iktidarını aynı kefeye koymaktadır. Oysa Özal hükümetinin yerine gelecek herhangi bir hükümet de, diktatörlük ayakta kaldıkça işbirlikçi egemen sınıflar tasfiye edilmedikçe egemen sınıflar iktidarının bir unsuru olmaya mahkûmdur. Nitekim erken seçim sonrasında oluşturulan DYP-SHP koalisyonu da bütün egemen sınıfların desteklediği bir hükümet olarak göreve başlamış ve hiçbir temel ekonomik ve siyasi konuda, dış politikada, Özal’dan farklı bir tutum izlememiştir.
Erken Seçim, egemen sınıflar için bir manevra olarak gündeme geldiğinde ise; D. Perinçek “Erken Seçimin başına “yeni bir anayasa” ve “demokratik” sözlerini ekleyerek şiarını süslemiştir.
27 Ekim’de Doğu Perinçek erken seçimi değerlendirir: ‘Seçim sandığı daha önce uluslararası sermaye merkezlerinde ve TÜSİAD’da kurulmuştu. Seçim sermayenin diktatörlüğü altında yapıldı ve TÜSİAD sandığından alınan sonuç bütün topluma dayatıldı.” D. Perinçek iki-üç yıldır “biricik” çözüm olarak önerdiği “Erken Seçim” taktiğini ve bu taktiğin allanıp, pullanışını birdenbire unutuvermiş, sermaye diktatörlüğünden bahsetmektedir. ‘90 ve ‘91’de sermayenin diktatörlüğü yok muydu? Elbette ki vardı. Ve D. Perinçek buna rağmen yükselen işçi hareketinin önüne hedef olarak “Erken Seçim’\ koydu. Sonra bunu “demokratiklerdi ve “yeni bir anayasa” şiarını da ekleyerek süsledi. 20 Ekim gerçek bütün çıplaklığıyla ortay çıktığında ise başka bir mevziiye atladı. “Sermaye diktatörlüğümden söz etmeye başladı. Erken seçimden daha ileri bir slogan olarak kabul göreceğini sandığı “Emekçi Cumhuriyeti Anayasasını gündeme getirdi.
DOĞU PERİNÇEK HİZMETİNE DEVAM EDİYOR
İşçi sınıfına somut sınıf talepleri uğruna mücadele yerine burjuva politik manevralarının dolgu maddesi olmayı öğütleyen Doğu Perinçek, öne sürdüğü taktiklerle egemen sınıflara hizmet etti, etmeye devam ediyor. O, Marksist-Leninist partiler için tamamen bir ilke sorunu olan devlet/devrim gibi kavramların içini boşaltarak işçi sınıfı egemenliği ve sosyalizm hedefini de yozlaştırmaktadır. Bunun en açık örneği Yeni Anayasa önerisidir. Mevcut sistem ayakta kaldıkça Anayasa’nın şu veya bu şekilde değişmesinin işçi ve emekçi sınıflar için fazlaca bir önemi yoktur. Türkiye işçi sınıfı ve emekçi yığınlar, Cumhuriyetten bu yana ve özellikle son 30 yılın deneyleriyle anayasaların kendi başlarına kendileri için bir anlam ifade etmediğini görmüşlerdir.
SP, emperyalizmin ve egemen sınıfların her yeni saldırısı karşısında bir önceki statükoyu savunmayı politikasının merkezine yerleştirmiştir. Politika bu olunca da D. Perinçek’in platformu mevcut düzeni bir önceki haliyle savunma platformundan başka bir şey olmamıştır ve olamaz. 14 Temmuz 1991 tarihli 2000’e Doğru’daki başyazısında F. İlsever şunları yazmaktadır. “Ülkemiz bu açıdan ciddi bir Amerikan komplosuyla karşı karşıyadır.- Bu komploların askeri boyutu ‘Çekiş Güç’ harekâtıyla başladı, kontrgerilla harekeliyle sürüyor. ABD kendisine doğrudan bağlı olan kontrgerillanın iplerini saldı. Devlet” içindeki hukuk ve denelim dışı gizli güç harekete geçti. Kontrgerillanın kitabına uyan eylem çizgisi, Amerikancı güncel ihtiyaçlarına da uyuyor. Bu, hukuk ve denetim dışında çizgisinin özünde taşıdığı yine hukuk ve denetim dışı bir hedef de vardır. Darbe güvencesi olmayan kontrgerilla harekâtı olamaz.
Bu koşullarda ABD’ye karşı tavır tayin edici hale geldi. Topraklarımızın Amerikan ‘Çekiç Güç” harekâtına kapatılması, Kürt ve Türk halklarının en acil taleplerindendir.
Türkiye çok parlatılan M. Yılmaz hükümetiyle zaman kaybediyor, Özal iktidarının her çeşidi Amerikan komploları için uygun zemin yaralıyor. ABD komplosunu engellemek, bugün kontrgerillaya ve Amerikan tehdidine karşı çekirdeğini halk hareketinin oluşturduğu tütün demokratik ve parlamenter güçlerin ortak tavrıyla mümkündür.”
SP, ülkemizdeki emperyalist boyunduruğu, özellikle 1950’lerden bu yana süregelmekte olan ABD emperyalizminin ekonomik, siyasi ve askeri egemenliğini, 1991’de Kürdistan’a yerleştirilen ‘Çekiş Güç’e dayanan bir Komploya indirgemiştir. ‘Çekiş Güç’ün güncel bir saldırı olduğu ve özel olarak da ‘91 Türkiye’sinde emperyalizmin Ortadoğu’daki kirli oyunlarına hizmet ettiği bir gerçektir. Ama burada ‘Çekiç Güç’ten hareketle emperyalist egemenliğin tasfiyesine yol açacak sloganların işçi ve emekçi yığınlar içinde yaygınlaşmasını sağlamak yerine emperyalizme karşı tavır, ‘Çekiç Güç’e karşı tavır düzeyine indirgenmiştir. Emperyalizmin dayanağı olan işbirlikçi egemen sınıflar, burjuva partilerin ANAP dışında kalanları ve Amerikancı generaller, işçi ve emekçi sınıflar mücadelesinin doğrudan hedefi olmaktan çıkarılmıştır. Emperyalizmin ekonomik, siyasi ve askeri egemenliği “devlet içindeki gizli güçleri, kontrgerillaya bağlanmıştır. SP, devletin resmi güçlerinin kontrgerilla gibi hareket ettiği, her gün onlarca devrimcinin, Kürt yurtseverinin sorgusuz sualsiz katledildiği bir ülkede, devletin sınıfsal karakteri gizlenerek kontrgerilla ve ABD komplosu teorileriyle hedefler bulandırılmaktadır. Bu, D. Perinçek ve onun partisinin tarihine damgasını vuran burjuva reformcu-darbeci mantığın somut bir ifadesidir. Tarihi boyunca D. Perinçek ve onun siyasi akımının işbirlikçi egemen sınıfları ve onların faşist egemenliğini tasfiye etmek diye bir hedefi olmadı. Tersine onlar, emperyalizmin, işbirlikçi egemen sınıfların en son saldırılarına karşı çıkarak bir önceki sürecin savunucusu olmayı temel politika haline getirdiler. Kendine “sosyalist” sıfatını yakıştırmasıyla ele alındığında, D. Perinçek ve SP çizgisi ve mantığı, II. Enternasyonal döneklerinin, Kautsky’lerin mahkûm edilmiş tezlerinin ‘91 Türkiye’sinin somut koşullarında allanıp pullanarak yeniden savunulmasından başka bir şey değildir. Şu farkla ki, Kautsky bir süre Marksizm’i içtenlikle savundu. Oysa D.Perinçek hayatının hiçbir döneminde Marksizm karşısında samimi olmadı. O, burjuva taktiklerini, değerlendirmelerini, sloganlarını işçi ve emekçi sınıflar için kabul edilebilir hale getirmek için Marksizm maskesi takındı.
“EMEKÇİ CUMHURİYETİ ANAYASASI” MI, BURJUVAZİYE HİZMET ŞİARI MI?
D. Perinçek’in, burjuvazinin manevra ve taktiklerini diğer burjuva partilerden önce demagojik bir yaygarayla gündeme almak gibi bir “yeteneği” vardır. “Erken sepim “taktiğinde olduğu gibi, “Emekçi Cumhuriyeti Anayasası” sloganında da bunun canlı örneğini vermektedir. O’nun, burjuva taktik ve sloganların sahte niteliğini ortaya çıkararak, devrimci taktik ve sloganların kitlelere mal edilmesi diye bir çabası olmadığı gibi, bütün marifeti burjuva taktik ve sloganları emekçilere şirin göstererek devrim ve sosyalizm mücadelesinin önünü karartan amacına hizmet etmektir. Burjuva partilerin, özellikle koalisyon partilerinin yeni bir anayasa tartışmasıyla, işçi ve emekçi yığınlarda umut ve beklenti yaratma amacında olduklarını sezinlediği anda D. Perinçek, bu sloganı süsleyerek piyasaya sürdü. “Bir Emekçi Cumhuriyeti Anayasası’nı toplumun önüne somut bir proje olarak koymak, her zaman sorumlu olduğumuz bir görevdir, hele bugün gerçekçi bir tavırdır. Türkiye emekçi halk için bir fırsat dönemine girmiştir. (Bir anayasa koparabilir. ÖD) Düzenin sahipleri bile devleti tepeden tırnağa değiştireceğiz, yeni bir rejim kuracağız diyorlar. Bu koşullarda bir Emekçi Cumhuriyeti Anayasası’nı halkın önüne çözüm olarak koymak dışında devrimci proleter tavır olamaz.”
D. Perinçek, seçimden sonraki dönemi değerlendirmelerinde burjuva taktik ve sloganları işçi ve emekçi sınıflara benimsetebilecek bir şekilde sunmuştur. Çıkarları taban tabana zıt sınıfları ortak bir taktik üzerinde birleştirme amacı kendi tutarsızlığının, ikiyüzlülüğünün damgasını taşır. Bir yandan “Kısa sürede özellikle ABD emperyalizminden kaynaklanan devlet terörü girişimleri ve müdahaleleri olsa bile, bu seçeneğin tarihsel olarak artık Türkiye’nin arkasında kalmakta olduğu görülüyor. (Yani faşist devlet terörü geride kaldı. ÖD) içine girdiğimiz değişme, ya burjuva demokratik sürecin yeni bir atılımıyla yeni bir hâkim sınıf mutabakatıyla sonuçlanacaktır. Ya da bir Emekçi Cumhuriyetine açılacaktır.” diye demokratik devrim görevlerini, emperyalizme kölece boyun eğmekten başka bir yolu olmadığını bizzat kendisi ilan eden Demirel hükümetine yaptırıyor ve bu süreci “burjuva demokratik sürecin yeni bir atılımı olarak nitelendiriyor.” (Teori Mart 1992-D. Perinçek) Öte yandan aynı yazıda “Orta yakın zamana kadar Olağanüstü Hal Bölgesi’ndeki askeri uygulamalarının sorumluluğunu idari makamlar aldığım hatırlıyordu. Bu kez, sorumluğu üstlendiği görülüyor. Siyasetleri Koman’ın açıklaması eğer bir hükümet taktiği değilse, ordunun iktidarının güçlendiği anlamına gelir.” değerlendirmesiyle, sanki ordu iktidarın en büyük dayanağı değilmiş gibi, “ordunun iktidarının” güçlendiğinden bahsediyor.
Koalisyon hükümeti bütün emekçi sınıflar cephesinin; ordusu, Amerikancı generalleri ve basınıyla, SHP şahsında ve “demokrasi” demagojileri eşliğinde orta sınıf muhalefetini yedekleyerek ve kısmen de beklentiye sokarak, “bölücülük, anarşi ve terörün önlenmesi” demagojileri eşliğinde her gün onlarca insanın katledildiği bir politika izlerken D. Perinçek, bunu “burjuva demokratik sürecin yeni bir altlımı” olarak sunmakta ve işçi ve emekçi yığınları aldatmaktadır. Kendisi de daha ileri bir slogan olarak anlaşılacağını düşündüğü “Emekçi Cumhuriyeti Anayasası’nı gündeme getirmektedir. Yani D. Perinçek bir yandan mevcut durumun değerlendirmesini egemen sınıfların çıkarlarına uygun şekilde “demokratik atılım” olarak sunarken, öte yandan da, faşist devlet terörüne karşı, Kürdistan’daki katliamlara karşı somut bir mücadele hedefi yerine, burjuva egemen sınıflar cephesinin platformunu ortaya koymaktadır. O, taktiklerini işçi ve emekçi sınıfların çıkarlarına ve somut durumlarına göre hedeflemek yerine sınıf mücadelesinin somut durum ve ihtiyaçlarını çarpıtarak, burjuva platforma çekmeye çalışmaktadır. Yani D. Perinçek, Burjuva partilerin ve TÜSİAD patronlarının yaratmaya çalıştığı yeni bir bulanıklık ve beklentiye hizmet etmektedir. O, bu tutumuyla Osmanlı aydınının çağdaş bir temsilcisi olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır. Tanzimat’tan bu yana Türk aydınlarının büyük çoğunluğu demokrasi ve özgürlük sorununu hep bir anayasa ve anayasal reformlar sorunu olarak gördü. Demokrasi ve özgürlük sorununun sınıfsal karakterini kavramadı. Bakış açıları Auguste Comte pozitivizmiyle sınırlı olan 19. yüzyıl Osmanlı aydınlarının bütün yetersizliklerine rağmen “özgürlük” isteklerinde samimi oldukları bir gerçektir. Ama 92 Türkiye’sinde Marksizm adına “Emekçi Cumhuriyeti Anayasası” şiarıyla ortaya çıkılırsa, bunda içtenlik değil, işçi ve emekçi sınıfların bilincini bulandırmaktan ve egemen sınıflara hizmet etmekten başka bir anlam çıkarılamaz. D. Perinçek’in platformu budur.
İçtenlik, sınıfsal gerçekleri ortadan kaldırmaz ve Osmanlı aydınının burjuva demokratik girişimi olan 1908 hareketi anayasal bir meşruti monarşi ortaya çıkardı. İttihat ve Terakki önderleri “Damad-ı Şehriyar” olarak Osmanlı monarşisini ayakta tutmak gibi bir tarihsel görev yüklendiler ve burjuva anlamdaki özgürlüklere de ihanet ettiler. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı onların sonu oldu. Özgürlük ideallerini Tevfik Fikret’lerden, Namık Kemal’lerden, ilk siyasal derslerini İttihat ve Terakki’den alan M. Kemal’in ve Kemalizm’in hangi tarihsel koşullarda anti-emperyalist bir karakter kazandığı ve iktidar döneminde hangi sınıflara dayandığı da bugün bilinen bir gerçektir. Şefik Hüsnü 50 yıl boyuna Kemalizm’in yardakçılığını yaptı.
Doğu Perinçek tarihsel kökenini Şefik Hüsnü’ye bağlamaktan gurur duyar. D. Perinçek bugün emperyalizme kölece boyun eğmiş işbirlikçi egemen sınıflara “burjuva demokratik sürecin yeni bir atılımını” yaptırırken Şefik Hüsnü oportünizmine olan sadakatini daha ileri bir noktada yenilemiş olmaktadır. Dünya proletarya hareketinde benzerlerini aramak gerekirse D. Perinçek 1905 Rus Devrimi sırasında liberal-monarşist burjuvaziye ve onun reformcu politikalarına hizmet edenlerin safındadır. Demokratik Cumhuriyet için “Kurucu Meclis” ve “Geçici Hükümet” şiarlarını “başarılı bir halk ayaklanması” koşuluna bağlayan Bolşeviklere karşı, liberal-monarşist burjuvazinin kuyrukçuluğunu yapan “Martinov ve Yeni Iskra” yanlılarının saflarındadır. Yani “Demokrasi ve özgürlük” bayrağını burjuvaziye teslim edenlerin safındadır. Demokrasi ve özgürlük bayrağını emperyalizmin dayanağı olan işbirlikçi burjuvaziye ve onunla blok oluşturmuş olan orta burjuva reformizmine teslim ederek.
KÜRT ULUSAL HAREKETİ KARŞISINDA TUTUM
D. Perinçek, Kürt ulusal hareketi karşısında da aynı gerici çizgiyi izledi. Kürt ulusal hareketi gerek silahlı mücadele alanında, gerekse kitlesel muadeleler alanında yükseliş çizgisi izlerken, hareketin “dalkavukluğunu” yaparken, işbirlikçi egemen sınıfların azgın bir şovenist saldırı kampanyasına yöneldiği koşullarda gerçek yüzünü ortaya koydu. “Birlik”, “kardeşlik” demagojileri ardında Kürt ulusunun ayrı devlet kurma hakkını inkâr ederek, burjuva egemen sınıfların reformcu aldatmacalarıyla birleşti. Türk egemen sınıflarını reformcu çözümlere “ikna” etmeye koyuldu. Oysa egemen sınıfların Kürt ulusal hareketindeki devrimci kesimleri ezmeden reformlara yönelmeyeceği açıktı. Reform vaatleri kanlı saldırıların zeminini güçlendirmek üzere yoğunlaştırıldı. 1992 Teori-Mart sayısında D. Perinçek şunları yazıyor:
“Devlet Kürt sorununda hep olayların arkasından sürükleniyor. Bir süre sonra siyasi çözüm (reformcu çözüm diye anlamak gerekir- ÖD) eğilimleri ağır bastığı zaman iş işten geçmiş olabilir. Gün büyük politika günüdür.”
Hükümet Kürt sorununda yaygın şiddete başvurarak Kafkaslar’da mazlumun yanında politika yürütme olanaklarını da ateşe atmaktadır. Açıkça görüldüğü gibi, D. Perinçek’in çabası, Kürt ulusal hareketini daha ileri taleplere yöneltmek değil, egemen sınıfları “iş büyümeden” reformist çözümlerle sorunu yatıştırma politikasına “ikna” etmektir. O aynı çabayı PKK’yı ayaklanma yolundan vazgeçmeye ikna etmek için de sürdürdü. Öyle ki, hükümeti ikna etmek için Türk egemen sınıflarının Kafkasya’da ABD stratejisi doğrultusunda sürdürdükleri faaliyetleri “mazlumun yanında politika yürütme”‘olarak niteleyecek kadar Türk şovenizmine yardakçılık yapmaktan kaçınmamaktadır. Aynı yazıda bu tutumun, “sosyalist” göstermek için şarlatanca demagojilere başvurmaktan kaçınmadığı gibi. “Kürt ulusal talepleri ulusal talepler çerçevesi içinde kaldığı zaman, ayrı bir devlet kurma hakkı da dâhil, burjuva kapitalist dünya nizamı içindedir. Yani kapitalizmin çerçevesi içindedir. Bu nedenle sosyalist hareketin hedefi hiçbir zaman ulusal taleplerle sınırlı olamaz, burjuva programın ötesine geçmek zorundadır. Sosyalistlerin Kürt sorununa ilişkin azami programları, işçi sınıfı önderliğindeki bir emekçi halk iktidarıyla sosyalizmi kurarak sınıfsız topluma ulaşmaktır.”Ulusal talebin içeriğinden bağımsız olarak komünistleri ulusal sorun karşısında her türden burjuva politikasından ayıran tutum sömürge ve ezilen uluslar için, özellikle kendi ülkesinde, özellikle ezen ulustan işçiler için ayrı devlet kurma hakkını kabul ve ilan edilip edilmemesidir. Bu, ezen ulus işçilerinin enternasyonalist bir bilince ulaşmalarının zorunlu bir önkoşuludur. Bunu görmezden gelerek “sosyalist program’dan bahsetmek şovenizme olan yardakçılığını şarlatanca bir “Çekiç Güç” altında gizlemekten başka bir anlama gelmez. Ayrı devlet kurma hakkını kabul ve ilan etmekten, “birlik, kardeşlik” sözlerinden dem vurmak tam bir burjuva ikiyüzlülüğün göstergesidir. 92 Türkiye’sinde Kürt ulusunun ayrı devlet kurma hakkını inkâr etmek demek, emperyalizme ve egemen sınıflara boyun eğmek, onların politikasını savunmak demektir. D. Perinçek’in yaptığı da budur. D. Perinçek sadece Kürt halkına karşı değil, bilincini bulandırarak Türk işçi ye emekçi sınıflarına karşı da açık bir ihanet içindedir. Aynı dergide ‘92 koşullarında böyle bir tutum sergileyen Perinçek’in TİKP programından bölümler yayınlayarak ayrı devlet kurma hakkını öteden beri savunmakta olduğu görüntüsünü vermeye çalışması, sahtekârca ikiyüzlülüğün ayrı bir örneğidir.
YASALLIK ÜZERİNE
Bilindiği gibi, Marksist-Leninist partiler yasadı-şı-gizli temelde örgütlenmeyi bir tercih nedeniyle değil, zorunluluktan dolayı savunurlar. En gelişmiş burjuva demokratik ülkeler ortamının, proletaryanın en geniş yığınlarını eğitmek için daha çok olanak sunduğunu bilirler ve her türlü yasal olanaktan azami ölçüde yararlanmak için çaba sarf ederler. Her ülkede değişik düzey ve biçimlerde de olsa yasadışı-gizli örgütlenmeyi zorunlu hale getiren; hangi biçimi alırsa alsın burjuva devletin sınıf karakterinin, burjuvazinin sınıf karakterinin bilimsel kavranışıdır. Yani Devrimci sınıf partileri, dünya komünist hareketinin yüz elli yılı aşan deneyleriyle bilirler ki, en gelişmiş burjuva demokrasilerinin olduğu ülkelerde bile burjuvazi, proletarya devrimi tehlikesine karşı her türlü şiddete başvurmaktan çekinmemiştir, çekinmeyecektir. Burjuvazi proletarya devrimi karşısında hiçbir ülkede kendi yasa ve kurallarına bağlı kalmamıştır. Bunun içindir ki, proletarya partisi hiçbir yasal olanaktan yararlanmayı reddetmeden, düşünce ve politikalarına hiçbir kısıtlamaya tabi olmaksızın işçi ve emekçi yığınlara ulaştırabilmek ve her koşul altında mücadelesini ve örgütsel faaliyetini sürdürebilmek için yasadışı gizlilik temelleri üzerinde kurulur. Gene dünya işçi hareketinin ve özellikle de Lenin ye Stalin’in Bolşevik partisi tecrübelerinin gösterdiği gibi, gizli örgütlenme yasal olanaklardan en geniş ve sürekli şekilde yararlanmanın, en geniş işçi yığınlarıyla sürekli bağlar kurup geliştirmenin önünde hiçbir şekilde engel olmadığı gibi, tersine bunu güvence altına alır.
Durum böyle olduğu halde D. Perinçek ‘70’li yıllardan itibaren sürekli yasallığı ve açık örgütlenmeyi temel aldı. Her şeyden önce başlı başına bu tutum bile D. Perinçek’in devrim yapmak diye bir sorununun olmadığını göstermektedir. O, sadece bununla yetinmedi, yaşadığı gizli örgütlenmenin demagojik yöntemlerle düşmanlığını yaptı. Burjuva yöntemlerle özellikle küçük burjuva “sol” eylem çizgisinin eleştirisi adı altında devrimci örgütlere karşı tasfiyeci bir mücadele yürüttü. Buna rağmen o, kendine özgü ikiyüzlülükle zaman zaman, kendisi de yasadışı -gizli bir partiyi savunduğu izlenimini vermekten de geri durmadı. D. Perinçek kendi izlediği çizgiyi gizlemek için bu konuda da kendiliğinden harekete dalkavukluk yolunu seçti ve Bolşevik ilkeleri tahrif etmekten çekinmedi. Teori dergisinin ‘92 Nisan sayısında ortaya koyduğu anlayış bu ahlaksızca tahrifatın bir örneğidir. Devrim güçlendikçe yasallaşır diyerek Şubat ‘17 ayaklanması ve çarlığın devrilmesiyle Ekim devrimi arasındaki süreci buna örnek olarak gösterir ve ‘gizli çalışmanın üstadı kabul edilen Bolşevikler de devrimin arifesinde en fazla yasal hale gelmişlerdir.” sözleriyle tarihsel bir dönemi ahlaksızca çarpıtmaya girişir ve “ülkemiz pratiğinde de görebiliyoruz, işte en son ‘89 Bahar Hareketleri, 80 sonunda başlayan Maden Hareketi, ‘91 Sıcak Yazı, Kürt hareketi örnekleri. Dikkat ediniz bu hareketler kendi yasallıklarını, devrimin yasallığını düzenin yaşattığının karşısına dayamışlardır… Örneğin başbakan Demirel iki üç hafta önce ‘Kürt realitesi tanınmıştır’ dedi. Kürt realitesini tanımak Türkiye anayasasında yazıyor mu? Kanunlarda var mı bunun yeri? Devrim kendi anayasasını yapıyor ve kavgalar vererek, getiriyor, Başbakanlık içine, MGK’ya kadar sokuyor. Bu, devrimin güçlenmesi, yasallaşması, düzenin yasallığını, çatırdatması ve onu işgal etmeye başlamasıdır.”
D. Perinçek, bir yandan işçi sınıfının, Kürt ulusal hareketinin elde ettiği başarıları bir ayaklanma gibi göstererek tarihsel gerçekleri, tarihsel bir gerçeklik olan Bolşevizm’i ahlaksızca çarpıtmaktadır. Bütün bunları kendi gerçek reformcu, oportünist yüzünü gizlemek, burjuva taktik ve şiarları işçi ve emekçilere “devrimci” gösterebilmek için yargılamaktadır. D. Perinçek sadece reformizmin, sınıf işbirliğinin örneği değil, aynı zamanda düşünce ve siyasal ahlak yoksunluğunun da tipik bir örneğidir.
Oysa ‘92’de durum nedir? İşçi sınıfı ‘89, ‘90 ve ‘91’deki tarihinin en yaygın ve kitlesel mücadelelerine rağmen açık siyasal iktidar için mücadeleye yönelmedi, yöneltilemedi. Egemen sınıfların, sendika ağalarının ve D. Perinçek gibi reformist kuyrukçuların beslediği burjuva bilinci yeterince kıramadı. Karşı-devrim D. Perinçek gibi yardakçılarının da desteğiyle “erken seçim” manevrasının ardından birleşik bir saldırı dalgası başlattı. Azgın bir şovenizm ve siyasal “Çekiç Güç” eşliğinde, D. Perinçek gibilerinin de yardım ve desteğiyle geri kesimleri umut ve beklentiye sokmaya çalışarak, Kürt ulusal hareketine ve devrimci örgütlere karşı kanlı saldırılarını yoğunlaştırdı. Elbette egemen sınıflar bu saldırılarla, uzlaşmaz çelişkileri uzun süre bir arada tutamayacaktır. Ama diktatörlük yıkılmamıştır; tersine “yeni” çürük parçalarla da olsa tahkim edilmektedir. Sorun işçi ve emekçi sınıfları bütün bunları boşa çıkaracak bir bilinç, mücadele ve örgütlenme düzeyine ulaştırmak devrimin temel taleplerinin en geniş yığınlara mal edilmesini ve bu yöndeki birleşik mücadeleleri geliştirmek, devrim ve sosyalizm hedefine yöneltmektir. Pembe hayaller yayarak burjuva egemen sınıfların yardakçılığını yapmak, işçi ve emekçi kitlelerin bilincini karartmak değil.
SONUÇ OLARAK
Son üç yıllık mücadele süreci ele alındığında, ideolojik teorik temelinden bağımsız olarak -ki oda Mao Zedung’dan Şefik Hüsnü’ye kadar reformist-revizyonist bir temeldir. Taktikleri, sloganları ve bunların burjuva niteliğini gizlemek için yaptığı değerlendirmeleriyle D. Perinçek;
-Egemen sınıflar ve onların faşist diktatörlüğünü hedef alan bir çizgiyi değil, tersine, egemen sınıfların, burjuva partilerin manevra ve taktiklerine hizmet eden bir çizgi izlemiştir.
-O, burjuva taktik ve sloganlarını, şirin gösterebilmek için, işçi ve emekçi yığınların bilincini devlet, devrim, proletarya diktatörlüğü, parti ve ulusal sorun gibi temel konularda bulandırma, hizmet edecek bir propaganda yürütmüştür ve yürütmektedir.
-O, başlıca yöntem olarak şarlatanca demagojik bir propaganda biçimini seçmiştir.
-D. Perinçek. sadece şaşkın ve inançsız bir burjuva liberali değil, burjuva reformcu çizgisini sosyalizm adına yutturmaya çalışan, bu amaca hizmet etmek üzere Marksizm-Leninizm’e, tarihsel ve toplumsal gerçekleri çarpıtmaktan çekinmeyen şarlatan bir demagog, düşünce ve siyasi ahlak yoksunudur. Demagoglar ise, işçi sınıfının en tehlikeli düşmanları arasında yer alırlar.
Temmuz 1992