Bu yazı, geçen sayıda yayınlanan “THKP/C’den Devrimci Sol’a Küçük Burjuva Devrimciliği” yazısının devamı niteliğinde. Küçük burjuva devrimciliğine yöneltilen eleştirilerin Devrimci Sol’un şahsında örneklendirilmesinden yola çıkarak bu yazının salt başına bir Devrimci Sol eleştirisi olduğu düşünülmemelidir. Devrimci Sol’un düşüncelerinin ve pratiğinin muhatap alınması, onun, küçük burjuva devrimciliğinin en sistemli ve tipik temsilcilerinden biri olması nedeniyledir. Burada yapılan eleştiriler, THKP/C ve TKP/ML’nin devamı olduğunu iddia eden diğer küçük burjuva devrimci grupların da bir eleştirisidir.
Bu eleştirilerin, ele alınan konulardaki sağcılığın eleştirisiyle tamamlanmaması durumunda eksik kalacağı açıktır. Gelecek sayıda mücadele biçimlerine yaklaşımdaki sağcılık eleştiri konusu edilecek.
1. TAKTİK VE STRATEJİ
İŞÇİ SINIFININ MÜCADELE BİÇİMLERİNİN ÖĞRETİSİ OLARAK TAKTİK
Askeri birer terim olan taktik ve strateji, politik mücadelenin literatürüne, modern sınıflar-arası mücadelenin iktidar mücadelesi biçimini almasından sonra girdi. İşçi sınıfının burjuvaziye karşı kendiliğinden mücadelesi dönemlerinde mücadelenin biçimlerini ayırt etmek, bunlar arasında geçişler bulunduğunu görmek ve mücadeleyi bir politikaya bağlayarak iktidar savaşının unsurları halinde örgütlemek, sınıfın özel bir örgütlenme biçimi altında çözebileceği özel bir sorun düzeyine gelmemişti. İşçi sınıfının “kendisi için” mücadeleye girişmesinin ilk evrelerinde, taktik ve strateji kavramlarının, yalnızca askeri bir içeriği olması da bunun sonucudur. Barikat savaşlarının devrimci kalkışmanın temel karakteristiği olarak göründüğü XIX. yüzyıl devrim dönemlerinde, işçiler için savaş planlarını, işçilerin tarafını tutan meslekten askerler, daha önce savaşlara katılmış işçiler, ya da askeri hareketler hakkında az çok deneyimi olan aydınlar oluşturuyordu. İşçiler, sokak savaşlarında, barikat kurup dağıtmakta ustalaşmak fırsatını buldukları bir çağı yaşıyorlardı ve kendi içlerinden de önemli ayaklanma komutanları çıkarabilecek bir birikime sahiptiler. Ne var ki, barikat savaşları barikat yıkıldığı ya da sokak savaşları sona erdiği zaman, bir başka düzeyde örgütlü olarak devam edecek kadar gelişkin bir politik içerik kazanmış değildi. Bu, ancak sıcak savaşa olduğu kadar, düzenli ve sistematik bir siyasi mücadelenin diğer biçimlerine de ustalıkla yön verecek bir siyasi partiyle mümkün olabilirdi. Sıcak barikat savaşlarının artarda yaşandığı bir sürecin içinde, silahlı direnişlere olduğu gibi, politikaya da kumanda edecek özel tipte bir proletarya partisinin yokluğu, yalnızca sınıf savaşının bir eksikliği olarak kalmıyor, aynı zamanda proletarya için geliştirilmiş bir politika biliminin geliştirilmesini de erteliyordu. Bu yüzden, mücadelenin bir biçiminden diğerine nesnel geçişlerde olduğu gibi, kavramsal düzeydeki geçlerde de bir gelişme görülmemesi doğaldı. Proletaryayı, sınıf mücadelesinin bütün biçimlerinde yönetme ve proleter kitleleri bizzat kendi mücadeleleri içinde eğitme programına sahip bir proletarya partisinin doğuş süreci, aynı zamanda mücadelenin değişik biçimleri arasındaki bağıntıların da bilimsel olarak ele alınıp işlenmesi süreci oldu. Değişen koşullar altında, mücadelenin gerektirdiği yeni örgütlenme ve mücadele biçimleri yaratmak, özel bir kurmayın işi halinde ele alınmadıkça, karşılaşılan sorunların çözülemeyeceğini ilk keşfeden Lenin’di. Dolaysız olarak mücadele eden sınıf güçlerinin “mevzilenmesini”, “silahlanmasını”, bir “taktiğe” ve “stratejiye” sahip olmasını öneren ve bunu politik bir bilim halinde işleyen ilk Marksist de o oldu.
Askerlik biliminden politika alanına yapılan bu kavram transferlerinin kavram içeriklerinin aynı kaldığı bir süreç içinde gerçekleşemeyeceğini, askerlikten sınıf mücadelesinin politik cephaneliğine aktarılan her kavramın yeniden işlenip geliştirilmesi gerektiğini görüp uygulayan da odur.
Stalin, bir militan olarak yetişme tarzı ve sürekli faaliyet gösterdiği eylem alanının ona kazandırdığı özellikler dolayısıyla askeri sorunlar konusunda bilgi ve tecrübe sahibi bir önderdi. Ayrıca, Komünist Enternasyonal’in dünya çapında çözmek zorunda olduğu sorunlar içinde askeri sorunların ve askerlikle politika arasındaki ilişkilerin ağırlık kazandığı bir dönemde en sorumlu görevleri yürüten bir Marksist olarak Lenin’den devraldığı bu bilimsel çalışmaya en fazla katkıda bulunan önder oldu. Bugün de, bir Marksist-Leninist için, söz konusu kavramların onun tanımladığı içeriklerini değiştirmek için geçerli bir neden yoktur.
Stalin’e göre, “Stratejinin en önemli görevi işçi sınıfı hareketinin izlemesi gereken ve proletaryaya, programdaki hedeflere erişmek amacıyla, düşmana İndirilecek en elverişli ana darbeyi gösteren esas yönü tespit etmektir. Stratejinin planı, belirleyici darbenin en çabuk bir şekilde azami sonuçlarının elde edileceği yönünü örgütleme planıdır.” (Eserler, Cilt 5, s.142)
Bu tanımın, askeri strateji kavramından ayrıldığı temel nokta, dolaysız olarak bir sınıf için, proletarya için ve sınıf mücadelesi içinde kullanılacak bir içerik taşıyor olmasıdır. Aynı tanım, bir askeri kurmay bakımından ancak genelleme ve indirgeme yoluyla elverişli bir anlam kazanabilir.
Strateji kavramını, klasik biçimiyle ilk kullanan kişi Napolyon Bonaparte idi. Onun tanımında bu kavram, “savaş sanatı”nın bir parçası olarak yalnızca askeri harekâtın yönetilmesi için gerek i kuralları formüle ederdi. Clausewitz’le birlikte, askerlikle siyaset arasındaki ilişki, strateji kavramının tanımlanmasında eksen haline geldi. Ona göre strateji, “devletin kararlaştırdığı siyasi hedefe kuvvet yoluyla varmak sanatı” idi. Strateji, düşman kuvvetlerin maddi ve manevi bütün güçlerinin imhasına yönelik bir planı içermeli, ve bir “savaş yönetimi” tarafından elde edilecek sonuçlara göre yürütülmeliydi. Bu tanımda, Clausewitz’in ünlü, “savaş, politikanın başka araçlarla devamıdır” sözünün temelde durduğu görülüyor. Önemli olan, devletlerin politikasıdır ve askerlik, bunun gerçekleşme yollarından birisi olduğuna göre, strateji de buna göre tanımlanmalıdır. Stalin’in tanımında, politika ve askerlik ikileminin bulunduğu söylenemez. O, stratejiyi, dolaysız olarak politik bir kavram olarak kullanmakta ve tanımlamaktadır. Strateji, askerliğin burjuva biliminin ortaya attığı bir kavram olarak kalmamış, doğrudan doğruya sınıf mücadelesinin bir aracı olarak yeniden tanımlanmıştır. Strateji, sınıf mücadelesinin bir kavramı olarak tanımlandığında, buna bağlı olarak, hedef, darbe, esas yön, sonuç gibi kavramların da, artık askeri terimlerle bir ilişkisi kalmamaktadır.
Fakat Stalin, yazılarında, askeri strateji ile siyasi strateji arasında ayrım yaparak, bunlar arasında analojiler de kurar. Böylece, kavramın kökenine yapılan göndermeler, bir yandan siyasette kullanılan biçiminin anlaşılmasını kolaylaştırır, diğer yandan da kavramın içeriğinin siyaset alanında kullanılmasıyla ne biçimde değiştiğini açıklığa kavuşturur. Stalin, burada kaynak olarak kullandığımız makalesini, şu sözlerle bitirir: “Siyasi stratejinin görevi, her şeyden önce, Marksizm’in teorisi ve programından yola çıkarak ve tüm ülkelerin işçilerinin devrimci mücadelesinin deneyimlerini hesaba katarak, verili tarihsel dönem için, verili ülkenin proleter hareketinin esas doğrultusunu doğru saptamaktır.” (age. s. 144)
Taktik kavramının da, strateji kavramı gibi, askeri savaş sanatıyla bağıntılı bir doğuş ve gelişme öyküsü vardır. Burjuva askerlik biliminin önde gelen teorisyenlerinden Foch, stratejinin temelinin “muharebe” olduğunu öne süren teziyle, taktik kavramının askerlik alanında tartışılmaya başlamasının yolunu açtı. Muharebe, savaşın geneli içinde, özel bir alanda, özel bir amaç için yapılan kısmi çatışma olarak, genelde stratejinin bir parçası olarak, teoride küçümsenen bir yere sahipken, strateji ile muharebe arasında dolaysız bir bağ kuran bu teoride, küçük ve mevzii çatışmaların önemi vurgulandı ve stratejinin bunlarsız gerçekleşemeyeceği fikri öne sürüldü. Böylece “savaş bilimi”nin uygulamalı alanlarından birisi olarak, lojistikle birlikte taktik de, stratejinin alt cümlesi haline getirildi. Askerlikte taktik, “muharebe meydanının bilimi” olarak tanımlanır. Savaşın tümünün kazanılması, düşmanın “tüm maddi ve manevi güçlerinin imhası” planından farklı olarak, belli bir mevzide, belli bir anda çatışmanın kazanılması için gerekli araç ve yöntemlerin araştırılması ve geliştirilmesi taktiğin görevidir.
Stalin, taktiği tanımlarken, askerlik alanındaki tanım içeriğini, taktik ile strateji kavramları arasındaki hiyerarşik bağıntıyı göz önünde bulundurur. “Taktik, stratejinin bir parçasıdır, ona tabidir ve ona hizmet eder. Taktik, savaşın bütünüyle değil, onun tek tek parçalarıyla, mücadelelerle, çarpışmalarla ilgilenir. Strateji, savaşı kazanmayı, ya da diyelim ki, çarlığa karşı mücadeleyi sonuna kadar götürmeyi hedeflerken, taktik, her verili anda somut savaş durumuna az çok uygun düşen şu ya da bu çarpışmayı, şu ya da bu mücadeleyi kazanmayı, şu ya da bu kampanyayı, şu ya da bu eylemi başarıyla gerçekleştirmeyi hedefler.
“Taktiğin en önemli görevi, verili bir anda, somut duruma en uygun düşen ve stratejik başarıyı en emin şekilde hazırlayan mücadele yollarını ve araçlarını, biçimlerini ve yöntemlerini saptamaktır. Bu nedenle taktik eylemler, onların sonuçları, kendi başlarına dolaysız etki bakış açısından değil, stratejinin görevleri ve olanakları bakış açısından değerlendirilmelidir.” (Stalin, age. s.144-145)
Bu noktada, stratejinin belirleyiciliği ilkesinden hareketle, Stalin, taktiğin ilginç iki boyutuna değinir: “Dolaysız etkileri bakımından çok parlak olan, ancak stratejik olanaklara uymayan taktik başarıların, tüm savaş için felaketli sonuçlar getiren ‘beklenmedik’ bir durum yarattığı anlar da vardır.” (Stalin age. s. 145) Ve “Taktik başarılardan vazgeçilmesini, gelecek için stratejik avantajlar sağlamak üzere taktik dezavantajların ve kayıpların bilerek üstlenilmesini gerektiren anlar da vardır. Bu, savaşta sık sık olur; bir taraf, kendi birliklerinin kadrosunu kurtarmak için ve üstün düşman güçlerinin darbesinden bunları sakınmak istediğinde, planlı bir geri çekilmeye başlar ve zaman kazanmak, gelecekteki tayin edici savaşlar için güç toplamak amacıyla, koskoca şehirleri ve bölgeleri savaşmaksızın teslim eder. Rusya’da 1918’deki Alman saldırısı sırasında, barışa susayan köylülerle ittifakı korumak, bir nefeslenme molası elde etmek, yeni bir ordu yaratmak ve böylece gelecek için stratejik avantajlar sağlamak üzere parti, andaki dolaysız siyasi etkisi bakımından muazzam bir dezavantaj olan Brest barışını kabule zorlandığında, durum böyleydi” (age. s. 146)
Stalin, taktik konusunu incelediği bölümü şu sözlerle bitirir: “Taktiğin görevi, her şeyden önce, stratejinin yönergelerini kılavuz edinerek ve bütün ülkelerin işçilerinin devrimci mücadelesinin deneylerini göz önüne alarak, her verili anda somut savaş durumuna en uygun mücadele biçim ve yöntemlerini saptamaktır.” (Stalin, age. s. 146)
Marksizm-Leninizm açısından strateji ve taktik, görüldüğü gibi, doğrudan doğruya proletarya hareketine bağlı olarak şekillenen, doğrudan doğruya sınıf hareketinin talepleri ve imkânlarıyla belirlenen bir politik uygulamadır. Bu kavramların sınıf mücadelesinin terminolojisinde kazandığı anlam, askerlik alanında taşıdığı anlamdan farklı olarak, sosyal sınıflar arasındaki savaşın politik araçları haline gelmeleridir. Bu durumda da, kimin stratejisi ve kimin taktiği gibi soruların cevabı, doğrudan doğruya sınıflar mücadelesi alanından hareket edilerek verilebilir. Stalin, sürekli olarak “proletaryanın taktiğinden”, “uluslararası işçi sınıfı hareketinin deneylerinden”, “sınıflar-arası ittifaktan”, söz ediyor. Daima toplumsal hareketin maddi unsurları ile ilişkili olarak bu kavramlara bir anlam veriyor.
Oysa Devrimci Sol, “proletaryanın taktiği” denilince, doğrudan doğruya “kendi hareketinin” durumunu, kendi imkânlarını, kendi ihtiyaçlarını göz önünde tutan bir “taktik” tanımına sahiptir.
“12 Eylül cuntasıyla birlikte, devrimci hareketin taktik hedefleri değişmek durumunda kaldı. 12 Eylül öncesinde sivil faşistler ve giderek devlet güçleriyle süren çatışmalar, 12 Eylül sonrası -sivil faşistlerin arenadan çekilmesiyle- karakter değiştirdi. Artık devlet güçlerinin saldırıları ve bu saldırılara karşı şekillenen devrimci mücadele vardı. Proletaryanın taktik hedefleri, cunta generalleri, onların destekçisi tekelci sermaye, emperyalist güçler, büyük toprak sahipleri ve bu kesimlerin vurucu güçleriydi.” (Devrimci Sol Dava Dosyası -Broşürler-, s.433. “Hareketimizin Gelişimi Ve Devrimci Mücadele.”)
12 Eylül sonrasında, proletaryanın durumunu karakterize eden genel özellikler, sendikaların tümüyle askeri cuntanın denetimi altına alınması, devrimci işçilerin ve işçi önderlerinin işten çıkarılmaları, tutuklanmaları, reel ücretlerde kesin bir düşüş, politik bakımdan silahsızlandırma ve örgütsüzleştirmeydi. En genel planda ve dönemin siyasal özellikleri bakımından tahlil edilecek olursa, elbette proletaryanın (eğer kavramı Stalin’in tanımladığı içeriğiyle kullanacak olursak) stratejik hedeflerini, yukarıda Devrimci Sol belgesinde sayılan sınıflar oluşturuyordu. Ama proletaryanın sınıf olarak kitlesiyle ilgili bir analizin söyleyeceği en son şey bunlardır. Bu hedefler, ancak proletaryanın siyasal örgütünün, genel bir plan yapmak ve özel durumları açıklamak bakımından işine yarayabilirdi. Ama proleter kitlelerini harekete geçirmek, onların talepleriyle örgütün planları arasında bir bağıntı kurmak isteyen, bunu gözeten bir siyasi örgüt için, yani bu tespitten hareket ederek (Stalin’in kullandığı anlamda) taktikler araştıran bir siyasi hareket için, bu tahlil tamamen “afakî”dir. Bu, ayakları havada, yani sınıfla asgari düzeyde olsun bir ilişkisi olmayan, onun gündelik mücadelesinin hedeflerini formüle etmeyen bir taktik tanımıdır. Açıkça söylemek gerekirse, proletaryanın taktik hedefleri olarak tanımlanan şeyler, ancak, devrimin belli bir aşamasının karakteristiklerini çözümleyen bir stratejinin paragraf başlıkları olabilir, proletaryanın taktiği değil! Kaldı ki, bir an için, bunların “doğru taktik hedefler” olarak saptandığını kabul etsek bile, bu, gene, proletaryanın değil, Devrimci Sol’un taktik hedefleri olarak kalacaktır. Bu tespitlerde, proletaryaya, verili bir anda, somut duruma en uygun düşen ve stratejik başarıyı en emin şekilde hazırlayan mücadele yollarının, araçlarının, biçimlerinin ve yöntemlerinin gösterildiği söylenebilir mi?
Bu, geçmişten bir örnekti. Bugün Devrimci Sol, somut koşullara uygun olarak işçi sınıfına, emekçi halka, hangi taktiği öneriyor? Sınıflar mücadelesinde, burjuvazinin çok yönlü, ekonomik, siyasal, kültürel vb. saldırısını göğüsleyecek, stratejik hedefe doğru ilerlemesini kolaylaştıran yollar açacak bir önerisi var mıdır?
DEVRİMİN İLERLEMESİNE VE GERİLEMESİNE BAĞLI OLARAK TAKTİK
Devrimci Sol’un kendisini proletaryanın yerine koyan analizlerinin hepsi bundan ibaret değildir. İşçi sınıfını ideolojik olarak temsil etmekten, işçi sınıfının kendisi olduğunu sanmaya doğru gelişen çizgisinde, Devrimci Sol, ülkedeki tüm siyasal gelişmelerin, sosyal hareketini tümünün kendi ekseninde döndüğünü kurmaya başlar.
Marksist-Leninist bir siyasi hareket, ülkenin genel durumu hakkında bir değerlendirme yaparken, her şeyden önce, sınıfların nesnel hareketini temele almak durumundadır. Sınıfların “temsilcilerinin” (bu temsilciler gerçekten sınıfları temsil ediyor olsalar bile) hareketini, nesnel durumunu, imkânlarını ve hareket eğilimlerini, sosyal sınıfların nesnel durumu, imkânları ve hareket eğilimleri yerine koyan bütün çözümlemeler, irade’nin belirleyiciliği ilkesini hareket noktası olarak alıyor demektir. “Somut koşulların somut tahlili” yerine, öznel durumların genel ve soyut tahlili ile yetiniyor demektir.
Devrimci Sol, 12 Eylül’de sınıf mücadelesinin koşullarını çözümlerken, gene aynı yöntem hatasını, gene aynı sübjektif idealist temelden yola çıktığı için yapmıştır.
“Hareketimiz, değişen durumu doğru olarak tespit etti ve cuntaya karşı nasıl mücadele edeceğini, hangi taktik hedeflere yöneleceğini belirleyerek savaşın sürdürülmesi gerektiğini vurguladı. … Faşist cuntanın ve emperyalizmin programım engellemenin yolu silahlı mücadeleden geçiyordu.” (age. s.433)
Görüleceği gibi, burada silahlı mücadele kavramı açıkça kullanılmakta, “öncü savaş”tan ya da “silahlı propagandadan” değil, “faşist cuntanın ve emperyalizmin planlarını bozacak” bir silahlı mücadeleden söz edilmektedir. Nedir “faşist cuntanın ve emperyalistlerin planları”? Aynı Devrimci Sol belgelerinde bunlar şöyle değerlendiriliyor:
“ABD emperyalizmi, İran İslam Devrimi’nden sonra, Ortadoğu’da sarsılan gücünü yeniden sağlamlaştırmak için, o dönem milli krizin derinleşmesi sonucu istikrarsız bir ülke olan Türkiye’de askeri cuntayı gündeme getirdi. Gerici Arap rejimlerine ve Mısır-İsrail ittifakına dayanan ABD gücü, Türkiye’deki bir askeri cunta ile daha da sağlamlaşacaktı. Böylece, askeri faşist cunta yönetimindeki Türkiye, ABD ve NATO’nun Ortadoğu bölgesi için diğer görevlerini yerine getirebilecekti Öte yandan, 12 Eylül öncesi ülkemizdeki milli kriz giderek derinleşirken* sınıf mücadelesi de gelişiyordu. Türkiye genelinde sivil faşistlerle devrimciler arasındaki çatışmalar, yer yer halk kesimlerine sıçrarken, devlet güçleri de açıkça çatışmalar içine giriyordu…
“(Cuntanın programı), bir kaç ana noktayı kapsıyordu: Bunları, Türkiye’yi, ABD ve NATO’nun çıkarlarını savunacak “çevik kuvvet”e katılacak, bir “istikrar”a kavuşturmak, bunun için faşist devlet aygıtını yetkinleştirmek, yargı ve yasama gücü karşısında yürütme gücünü arttırarak baskı ve şiddeti açık ve meşru hale getirmek, oligarşi içinde tekelci burjuvazinin sömürü payını artırmak ve egemenliğini pekiştirmek, 12 Eylül öncesi gelişen sınıf mücadelesini kanla bastırmak, özellikle silahlı solu ezmeye çalışmak olarak sıralayabiliriz.” (age. S.391)
Ve Devrimci Sol, bütün bu planlar karşısında “kendi” durumunu değerlendirirken şunları söylüyor: “Hareketimiz, tüm olumsuzluklara, yenilen ağır darbelere rağmen, altı-yedi ay gibi bir süre, cuntaya karşı silahlı savaşı üst boyutlarda sürdürerek mücadele etti. Örgütsel darbelerin önderliği zaafa uğratması, ardından, objektif olarak, üst boyutta bir mücadele sürdüremedi. Faşizmin programını bozamadı.”
Devrimci Sol’un, ABD emperyalizminin, İran İslam Devrimi’nden sonra, Ortadoğu’da sarsılan gücünü yeniden sağlamlaştırmak için, o dönem milli krizin derinleşmesi sonuç istikrarsız bir ülke olan Türkiye’de askeri cuntayı gündeme getirmesi ve gerici Arap rejimlerine ve Mısır-İsrail ittifakına dayanan ABD gücünün, Türkiye’de bir askeri cunta ile kendi durumunu sağlamlaştırması ve askeri faşist cuntanın da Türkiye’yi, ABD ve NATO’nun Ortadoğu bölgesi için bir jandarma haline getirmesi planlarını, örgüt olarak silahlı mücadele taktiği ile bozmaya çalıştığını öğrenmiş oluyoruz.
Ama başarıya ulaşılamamıştır. Neden? Gene kendi belgelerinden okuyoruz cevabını: “Önder kadroların sürekli yakalanmasıyla örgütün siyasi kapasitesi sürekli düştü. Örgüt yönetimi ve organları büyük yaralar aldı. Toparlanma-yakalanma kısır döngüsü aşılamadığı için, bir kesitten sonra cuntanın programını bozmak ve teşhirini sağlamak mümkün olmadı.” (age. s.433)
Geçen sayımızda Mahir Çayan’ın “baş çelişki” tespiti yaparken, bunu kendi örgütü ile oligarşi arasındaki çatışmaya indirgediğini görmüştük. Burada da aynı anlayışın devam ettiği görülmektedir. Emperyalizmin ve işbirlikçilerinin planları ve programlarını engelleyecek güç olarak Devrimci Sol’un ileri sürdüğü kuvvetler kendi örgütsel gücünden ibarettir. Bu yenilgiye uğrayınca, Devrimci Sol’un “önder kadroları yakalanınca”, “örgütün siyasi kapasitesi düşünce”, “örgüt organları yara alınca”, planların bozulması mümkün olmuyor. Bu anlayışın, örgütle proletaryayı özdeş gören anlayışla aynı kalıptan çıktığını görebiliriz.
Örgütsel durum ve imkânların bütün sınıf mücadelesinin durumu ve imkânları yerine geçirilmesinin bir başka örneğini, “Ricat taktiği’nin tartışılması sırasında da görebiliriz.
Stalin’in “Leninizm’in İlkeleri”nde verdiği tanıma göre, devrimci taktikler, hareketin nispeten kısa kabarma ve alçalma dönemlerinde, devrimin yükselmesi veya gerilemesi döneminde proletaryanın alacağı tavrın tespit edilmesidir. Buradaki bütün terimler, özel bir dikkatle ele alınmalıdır. “Nispeten kısa, kabarma ve alçalma dönemleri’nden söz edilmesinin nedeni, taktik tanımıyla ilgilidir. Genel bir strateji planının uygulanmasına giden yolda, objektif koşullar nedeniyle, yani iktisadi, sosyal, siyasal değişiklikler yüzünden, devrimci harekette bu değişkenlere bağlı olarak ortaya çıkabilecek stratejinin konusu olan genel aşamaya nispetle kısa kabarma veya alçalmalardan söz ediyor Stalin. Ve gene bu değişkenlere bağlı olarak devrimin yükselmesine ya da gerilemesine bağlı olarak proletaryanın alacağı tavrın tespit edilmesine taktik adını veriyor. Kuşkusuz taktik, yalnızca nesnel koşulların, sosyal, siyasal, ekonomik değişkenlerin durumuna göre değil, aynı zamanda proletaryanın siyasal örgütünün güç ve imkânlarına, kitlelerle olan ilişkisinin boyutlarına göre de belirlenir. Yalnızca objektif koşullar değil, sübjektif koşullar da göz önünde bulundurulur. Bunlardan yalnızca birisini temel almak, başlıca iki farklı sapmaya karşılık düşer: Yalnızca objektif koşulları göz önünde tutarak yapılan taktik değerlendirmesi, kendiliğindenci-ekonomist bir politikanın biçimlenmesini hazırlarken, sadece sübjektif etkenlere bağlı olarak taktiğin belirlenmesi de, iradeci, sübjektivist bir temele işaret eder. Devrimci Sol, “emperyalizmin ve faşist cuntanın planlarını bozmak” üzere çıktığı yolda, sübjektif koşullar yüzünden başarısızlığa uğradığını söylemektedir.
Öte yandan, 12 Eylül döneminden sonra “ricat taktiği” izleyen hareketleri şöyle eleştiriyor: “Faşist terörle, baskıyla, işkenceyle, zindanlara doldurulmakla pasifize edilen, her türlü demokratik hakkı elinden alınan emekçi kitleler ve demokratlaşma yoluna girmiş ve yozlaşmaya açık binlerce devrimci sempatizan ve faşizmin süren baskı politikası, Ortadoğu’da açıkça jandarma rolü oynayan, halklara saldırmaya hazırlanan bir Türkiye… Bu durumu değiştirmek imkânsız değildir. Tüm olumsuzluklara rağmen, faşizmin üstünlüğünü yıkmak ve programını başarısız kılmak mümkündür.” Kuşkusuz, burada söylenenler, bir sayfa sonra söylenecek olan yukarıda aktardığımız sözlerle çelişkilidir. Bir yandan, “toparlanma-yakalanma kısır döngüsü aşılamadığı için, bir kesitten sonra cuntanın programını bozmak ve teşhirini sağlamak mümkün olmadı.” denirken, diğer yandan “tüm olumsuzluklara rağmen faşizmin üstünlüğünü yıkmak ve programını başarısız kılmak mümkündür” demek, tutarlı bir iddia olmuyor.
Devrimci Sol’un, kendi olanaksızlıkları nedeniyle bozamadığı planı, bütün solun “silahlı mücadelesi” ile bozulabilecek bir şey olarak gördüğü anlaşılıyor. Durumda değişen bir şey olmayacaktır. Bir örgüt yerine on, yirmi, kırk örgüt konulmakla, çelişkinin oligarşi ile örgüt arasında görüldüğü günlerin yanılgısının aşılması sağlanamaz. Örgütler bir yana, bir silahlı karşı koyusun, sosyal bir olay halini alabilmesi için, başta işçi sınıfı olmak üzere, halkın büyük bir kesimini kapsaması, dolaysız olarak halkın eylemi halini alması koşulu vardır. Üstelik hedefte “emperyalizmin ve faşist cuntanın planlarını bozmak” gibi hiç abartmasız en azından Ortadoğu çapında kapsamı olan bir emperyalist ve yerli işbirlikçi ittifakı varsa, bunun örgütlerin varsayılan birleşik silahlı gücü ile alt edilebileceğini düşünmek, idealist iyimserliğin sınırlarını bile zorlamak demektir.
“Darbecilik”, kesinlikle bir nicelik sorunu değildir. Silahlı bir grubun, isterse sayıları binleri bulsun, bir toplumsal kitle temeli olmaksızın ve iktidara yürüme gücü taşımaksızın, bölge ve dünya çapında sorunların en azından özel bir bölümünü çözebileceğini, bölge ve dünya çapında emperyalist planların bir kısmını olsun bozabileceğini düşünmek, bir darbe mantığına işaret eder. 1924’de, Sovyet Devriminin etkisiyle, Estonya’da hatırı sayılır miktarda bir komünist grubu, bir sabah erken saatlerde, hükümet binalarına, kilit noktalara ve belli başlı stratejik noktalara el koyarlar, sokakları tutarlar. Bunun ardından Sovyet kuvvetlerinin yardıma geleceğini ve devrimin başarısı için kendi eylemlerinin yeteceği düşüncesindedirler. Lenin’in, bu türden “komünist darbeciliğe” karşı önceden yöneltmiş bulunduğu eleştiri, kuşkusuz yardıma geleceği umulan Sovyet kuvvetlerinin tavrını, onu yöneten politikayı belirlemiştir: “Bu biçim eylemin mutlak ön koşulu, geniş kitleleri, mümkün olan en büyük sayıdaki işçiyi kapsayacak ve eyleme sokacak militan üniteler halinde örgütlemektir.” Söz konusu “komünist darbe,” dört saat içinde ezilir. Darbeciliğin, “bir azınlığın eylemi” olarak tanımlanmasına bağlı olarak bu olaya ilişkin söylenebilecek şey, eylemin sınıfın azınlığının eylemi olması durumunda da eleştirinin geçerli kalacağıdır. Kitleleri, “mümkün olan en büyük sayıdaki işçiyi” kucaklamayan her silahlı hareket, bir azınlığın eylemi olarak, isterse bu azınlık, “işçi sınıfının azınlığı” durumunda olsun, yöntem bakımından darbecilikle özdeş kalacaktır. Devrimci Sol’un “eğer olsaydı” dileğiyle eleştirdiği genel tutum çağrısı, talihsiz Estonya’lı komünistlerin ayaklanmasına benzer bir ayaklanma için çağrı özelliği taşımaktadır.
Buna karşılık, gerilla mücadelesinin de bir “azınlık eylemi” olduğu ileri sürülebilir ve bunun da “darbecilik” sayılıp sayılamayacağı sorulabilir. Gerilla; savaşın biçimlerinden birisidir ve Devrimci Sol’un ele aldığımız belgelerinde kastettiği “silahlı mücadele” bu değildir. Bu olamaz: çünkü burada, düşman güçlerinin yıpratılması, genel savaş içinde özel birlikler aracılığıyla özel hedeflere saldırılması, manevra yeteneği büyük, küçük birlikler aracılığıyla savaşan büyük güçler dengesinde yol açıcı etkiler yaratılması gibi hedeflerden söz edilmiyor. Gerilla güçlerinin çözebileceğinden çok daha büyük, global problemlerin çözümü için bir yol öneriliyor. Ya “emperyalistlerin ve faşist cuntanın planları”nın kapsamı ve bu planları uygulamak için seferber edilen uluslararası askeri, diplomatik, politik, sosyal ve ekonomik güç hakkında bir öngörü yoktur ve bunların silahlı grupların eylemiyle bozulabileceğinden söz edilebilmektedir, ya da “geleneksel sol”un da silah elde savaşa katılmasıyla bu gücün yaratılabileceği sanılmaktadır. Neresinden bakılırsa bakılsın, kararlı bir azınlığın iradesinin, sosyal, politik, ekonomik süreçler üzerinde belirleyici olduğuna inanmanın ifadesidir bu. Devrimci Sol, “devrimin ilerlemesi ya da gerilemesi” deyiminden kendi ilerlemesi ya da gerilemesini anlıyor. Onun anlayışında, toplumsal koşullar, sınıfın maddi ve manevi güçlerinin durumu, siyasal olaylar, hepsi bir durağanlıktır, bir değişmezlik içindedir sanki ilerleyen ya da gerileyen Devrimci Sol’dur ve bütün taktikler buna göre belirlenir. Daha doğrusu “silahlı propaganda” diye bir temel mücadele biçimi vardır ve o ya uygulanabilir, ya da uygulanamaz: Devrimci Sol’un durumuna bağlıdır bu, başka bir şeye değil.
Devrimci Sol “ricat taktiği” uyguladıkları için dışındaki sol hareketleri eleştirirken, kendisinin bu taktiğe başvurmadığını, her koşul altında mücadeleyi sürdürmek için çaba harcadığını ifade ediyor. Birinci olarak, 12 Eylül döneminde, hiç bir hareket kelimenin doğru içeriği bakımından söylenecek olursa, “ricat taktiği” uygulayamamıştır. Devletin takip ve saldırısına maruz kalan hareketlerin büyük bir bölümü yalnızca bozguna uğramış bir biçimde, mücadele alanını terk etmiştir. “Ricat taktiği” kavramı, bu bozgun halinde dağılma yüzünden Türkiye’de kirletilmiştir. Bunun karşısında Devrimci Sol, kendisinin ricat -geri çekilme- taktiğine başvurmadığını öne sürerek övünüyor. Söz konusu siyasi hareketlerle Devrimci Sol arasında aslında fark yoktur: yalnızca onlar uğradıkları bozgunu “geri çekilme” olarak göstermeye çalışmışlar, Devrimci Sol ise, aynı yenilgiye uğramış olmasını böyle adlandırmamıştır. Geri çekilmeyi bir onursuzluk, kavga kaçaklığı, cesaretsizlik olarak yorumlamış, bu taktiğin kullanılmasını, neredeyse bütün zamanlar ve bütün koşullar için peşinen yasaklamıştır. Oysa ricat taktiği, Stalin’in yukarıda aktardığımız sözlerine dayanarak söyleyecek olursak, savaşmanın bir biçimidir. Devrimci dalganın alçaldığı, düşman kuvvetlerinin saldırısının eski yöntemlerle göğüslenemediği koşullarda, yeri ve zamanı geldiğinde, savaş imkânlarını, savaş araç ve gereçlerini, temel örgüt birimlerini ve kadrolarını koruyarak düzenli bir geri çekilmeyi başaramayan, güçlerini toparlamak ve düşmana yeniden saldırmak için geçici olarak savaş alanındaki bazı mevzilerini terk etmesini bilmeyen bir örgüt ya da ordu, cesaretiyle değil, bilgisizliği ve beceriksizliğiyle anılır. Ama kapağı yurt dışına atmayı, kadroları dağıtmayı, “herkes başının çaresine baksın” demeyi ve mücadelenin bütün alanlarını tümüyle ve silinmek üzere terk etmeyi “ricat taktiği” diye yutturmaya çalışanlar da, bilgisizlik ve beceriksizlikleriyle değil, apaçık tasfiyecilikleri ve korkaklıklarıyla anılacaklardır.
2. MÜCADELE BİÇİMLERİ VE ASKERİ (SİLAHLI) MÜCADELE
Devrimci Sol, “silahlı mücadelenin temel”, diğer mücadele biçimlerinin ise buna tabi olduğu bir mücadele anlayışına sahip olduğunu pek çok yerde yazmıştır. THKP-C kökenli diğer hareketlerle bu konuda giriştiği tartışmalarda, “silahlı mücadelenin temel olması”nı nasıl kavradıklarını açıklamışlardır.
Devrimci Sol’un silahlı mücadele kavramı kapsamında kullandığı temel diğer kavramlar şunlardır: Öncü savaşı, silahlı propaganda, vs.
Bunlar içinde, silahlı propaganda, temel mücadele biçimi’dir.
“Bizim gibi emperyalizmin III. bunalım döneminin yeni-sömürge ülkelerinde, mevcut tarihsel koşullarda, öncü savaşı aşamasında, silahlı propagandanın temel mücadele biçimi olması, hedefleri, karakteri ve siyasi sonuçları itibariyle, II. Bunalım dönemi halk savaşlarında başvurulan silahlı propagandayla nitel bir farklılık gösterir. Yani, silahlı propagandanın temel mücadele biçimi alınarak, öncü savaşının sürdürülmesi, içinde bulunduğumuz tarihsel koşulların bir gereğidir.
“… Ülkemizde politik kitle mücadelesinin temel metodu, silahlı propagandadır. Kitleleri örgütleyip bilinçlendirmek için başvurulan diğer politik kitle mücadeleleri ve ekonomik-demokratik hareketler, -miting, yürüyüş, grev, gazete, broşür, afiş, vb.- silahlı propagandaya tabidir.” (Devrimci Sol Dava Dosyası, Tasfiyecilik ve Devrimci Çizgi, s. 49)
Marksist teoride, Engels tarafından proletaryanın sınıf mücadelesinin temel biçimleri saptanmıştır ve başlıca üç temel biçim altında toplanmıştır.
Bunlar, Ekonomik-sendikal mücadele, ideolojik (felsefi, teorik) mücadele ve siyasi mücadeledir. Devrimci Sol teorisyenleri, elbette bu sınıflandırmadan haberlidirler. Ve silahlı propaganda’yı temel mücadele biçimi olarak sayarken, Engels’in saptadığı ve Lenin’in geliştirdiği bu sınıflandırmaya ters düşmedikleri kanısındadırlar. Çünkü onlara göre, silahlı propaganda, politik mücadeleden ayrı bir şey değildir; sadece onun temel alınması gereken bir biçimidir. “Politik mücadele, en genel anlamıyla temel mücadeledir. Ama emperyalizmin işgal biçimi (Ill. Bunalım döneminin özellikleri), ülkenin ekonomik, siyasi, sosyal psikolojik, kültürel özellikleri, kısaca mevcut toplumsal formasyon, politik mücadelenin bir biçimi olan silahlı propagandanın temel mücadele biçimi olarak ele alınmasını ve diğer politik ve ekonomik-demokratik mücadele biçimlerinin ona tabi kılınmasını ve onun tarafından belirlenmesini zorunlu kılar. (İdeolojik mücadele bu doğrultuda ele alınır.)” (Dava Dosyası, s.46)
Devrimci Sol, Engels ve Lenin tarafından ortaya konulan mücadele biçimleri sınıflandırmasını ise, “Marksizm’in evrensel şemalarından biri” olarak değerlendirmekte, evrense’ olanla özel olan arasında bir farklılık bulunduğu gerekçesiyle, bu “şema”yı reddetmektedir. Geçen sayımızda, Mahir Çayan’ın kendi görüşlerini haklı çıkarmaya çalışırken, Marksist-Leninist teorinin kendi teorisine uymayan her önermesini, “başka tarihi şartlarda ileri sürülmüş ve yaşanılan dönemde eskimiş tezler” olarak nitelendirdiğini görmüştük. Devrimci Sol, Mahir Çayan’dan devraldığı bu maymuncuğu, açmakta zorlandığı bütün kapılarda kullanıyor. Herhangi bir düşüncesinin ya da davranışının Marksizm-Leninizm’e uymadığı gösterildiğinde, kendisini değil, Marksizm-Leninizm’i gözden geçirmeyi tercih ediyor. Teori karşısındaki durumunu, teoriyi yanlış bularak kurtarmaya çalışıyor. Bu konudaki tutumu da, bu bakımdan tipiktir. Engels ve Lenin’in tespitleri açıkça ortada dururken, üç temel biçime bir )aşka temel biçim eklemek ancak Engels ve Lenin’in önermesinin “eskimiş” olduğu söylenerek mümkün olabilecektir. Marksizm’in başlıca analiz araçlarından birisi, sınıf mücadelesinin temel biçimlerinin ayırt edilmesidir. Sınıf mücadelesinin değişik biçimleri sınıflandırılarak, proletarya partisinin programının ve planlarının oturacağı zeminin başlıca hareket özellikleri ve değişik hareket biçimleri arasındaki geçişlerin ve ilişkilerin tespiti imkânı sağlanmıştır. Böylece de, proletarya partisinin güçlerini seferber etmesi, propagandasının ve ajitasyonunun özelleştirilmesi ya da genel bir düzeyde ele alması için ona bir toplumsal çözümleme anahtarı verilmiştir. Bu sınıflandırma Devrimci Sol yazarının belirttiği gibi gerçekten evrenseldir. Yani, bütün modern sınıflı toplum ilişkilerinde, burjuvazi ile proletarya arasında mücadelenin bulunduğu bütün zamanlar ve bütün ülkeler için geçerlidir. Devrimci Sol’un, evrensel olma özelliğini bir kusurmuş ve geçersizlik için bir nedenmiş gibi göstermesinin Marksizm-Leninizm çerçevesinde hiç bir haklı gerekçesi olamaz. Bu tavrı anlaşılır kılan tek nokta, Marksizm-Leninizm’in bu sınıflandırmasının, Devrimci Sol’un kendi seçtiği yola uygun düşmemesidir. Özetle, buradaki çelişki, Marksizm-Leninizm’le Devrimci Sol arasındadır ve elbette böyle bir durumda, Devrimci Sol’un kendi tercihini kullanma hakkı vardır. Ama bu hakkın kullanılması, kendisinin Marksist-Leninist bir hareket olduğunu iddia etme hakkını ortadan kaldırır.
Sorun, “Marksist-Leninist teori bir saptama yapmıştır, buna uyan Marksist-Leninist’tir, uymayan değildir” biçiminde anlaşılmamalı. Önemli olan, bu teorik tezin “şema” denilerek bir kenara itilmesinden sonra başlamaktadır. Devrimci Sol’u bu teorik saptamada rahatsız eden şey, silahlı mücadelenin sınıflandırmaya dâhil edilmemiş olması değildir. Bize göre, buna karşı alınan tavrın esası, Engels ve Lenin’in, “sınıf mücadelesi”nden söz ediyor olmalarıdır. Grupların, örgütlerin, mücadeleci gerillaların değil, işçi, proleter yığınların mücadele biçimlerinden söz ediliyor burada.
Devrimci Sol belgeleri, daima, silah ve politika arasındaki ilişkide, politikanın belirleyici olduğunu, politikanın silahlara kumanda etmesi ilkesinin titizlikle korunması gerektiğini vurgular. Ancak bunun söylenmesi yetmemektedir. Şurası mutlak olarak göz önünde bulundurulmalıdır ki; yalnızca politik mücadelenin temel olduğunu öne süren Marksist-Leninist ilke bütün içeriğiyle anlaşıldığında ve kabul edildiğinde, “politikanın silahlara hükmetmesi” ilkesi geçerli hale gelebilir. “Silahlı mücadele temeldir” biçiminde konulmuş bir öncülden çıkacak sonuç, silahın ihtiyaçlarının bir politika haline gelmesi ve politikayı silahların yönetmesi olacaktır. Bu, “askeri önderlikle” politik önderlik” arasında bir ayrım yapmak, ya da hangisinin önde gideceğine dair tartışmayı canlandırmak demek değildir. “Askeri önderlikle, politik önderliğin birliği” kavramı, kendi içinde bu sorunu zaten çözmüş gibi görünmektedir. Ama asıl sorun, yani politikanın önceliği, işçi kitlelerinin politik mücadelesinin ihtiyaçlarının belirleyiciliği gibi temel kurallar için bu kavram bile yeterince diğer sonuçları doğuracak kadar bağlayıcıdır.
Proletaryanın partisi, bir politik örgüttür. Asıl amacı, proletarya iktidarını kurmak, sosyalizmin inşasına öncülük etmek ve komünizme giden yolları açmaktır. Bunun için gerekli bütün diğer araç ve yöntemler, bu amaca bağlı olarak, proletarya partisinin organları tarafından gerçekleştirilir. Ama proletarya partisinin politik önderliği, hemen yanı başında, kendi içinde, bir de “askeri önderlik” diye bir kurum bulundurmaz. “Askeri önderlik”, “politik önderlik” gibi ayrımlar, sonra da bunların ayrı ayrı olamayacağı, tek bir önderlik altında bunların birliğinin esas olduğu şeklindeki sonuçlar, doğrudan doğruya THKP-C’nin geçmişteki iç tartışmalarının sonuçlandır ve bugüne kadar uzayıp gelen bir geçmişin ürünüdürler. Askeri eylem biçimlerinin, İşçi sınıfının politik aktivitesinin sağlanması sorununun önüne geçtiği bu tip örgütlenmelerde, politikanın silahlara kumanda etmesi ilkesinin, kendisini politik önderlik olarak ilan etmiş olan grubun, silahların nasıl kullanılacağına karar vermesinden ibaret bir içeriğe indirgenmesi kaçınılmazdır.
Devrimci Sol’u, “şema”nın kabul edilmemesi noktasına götüren budur. İşte bu noktadan başlayarak, Devrimci Sol’un bütün kitle ilişkilerine bakışı, kendi eylemleriyle kitlelerin eylemi, kendi talepleriyle kitlelerin talepleri arasında kurduğu bağıntının niteliği, bütün karakteristikleriyle, küçük burjuva tipte bir devrimciliğin portresini çizmeye başlamaktadır. Sınıf kavramının geçtiği her yerde rahatsızlık duymak ve bunun yerine daima kendisini sınıfla özdeş görmek, sonunda “sınıf adına ve sınıf için” hareket etmeye yol açıyor. Mücadele biçimlerinin sınıflandırılması ve birbirine bağlanması hakkındaki öğreti, Devrimci Sorun sınıf tabiatına aykırı düşüyor. Bütün mesele budur.
Bu anlayışın bir diğer örneği, Lenin’e ait bir sözü tersine çevirmek biçiminde görülüyor. Lenin, komünistlerin başlıca görevinin, işçi sınıfını kendi dışındaki önderlere ihtiyaç duymayacağı koşulları sağlamak, olduğunu söyler. İşçi sınıfı, bilinç ve örgütlenme bakımından öyle bir düzeye getirilmelidir ki, bu tür önderlere artık ihtiyaç duymasın. Çünkü Lenin, tıpkı Marx gibi, tıpkı Engels gibi, işçi sınıfının kurtuluşunun yalnızca kendi eseri olabileceğine inanmıştı. Onu dışarıdan birilerinin, onun adına kurtarmaya kalkışmasından bir hayır gelmeyeceğini, yüz yıllık deney göstermekteydi. Ama koşullar ve sınıfın entelektüel gelişmesinin önündeki engeller, örgütlenme güçlükleri, daima bir grup aydının işçi sınıfı adına ve onu kurtarmak üzere öne çıkmasına yol açıyordu ve bu kaçınılmaz bir ihtiyaç olmasına rağmen, işçi sınıfı açısından alt edilmesi gereken bir gerilikti. Devrimci Sol ise, burada da Lenin’in sözlerini tamamen tersine çevirerek kendi eyleminin ve varlığının gerekçesini bulmaya çalışır: “Doğru bir önderlikle yürütülen politik mücadelenin etkin bir güç haline gelmesiyle, kitlelerin öncüleri, Lenin’in deyişiyle, ‘kitleler için ihtiyaç haline gelecektir.'” (Dava Dosyası, s.47) Lenin’in bir ihtiyaç olmaktan çıkartmak istediği bir şeyi, vazgeçilmez bir ihtiyaç haline getirmeye çalışmak… Bu, kitleler adına adalet uygulamaya, kitleler adına mücadele etmeye, kitlelerin talepleri yerine kendi taleplerini geçirmeye ve bunları meşru göstermeye girişirken, Devrimci Sol’a dayanak teşkil ediyor. Komünistler, kitlelerin önderlere ihtiyaç duymasıyla kendi varlıkları arasında bir nedensellik bağıntısı bulunduğunu bilirler; ne var ki, bu onların kabul edeceği ve eğer böyle bir ihtiyaç yoksa doğması için çaba harcayacakları bir olumluluk değildir. Kitlelerin geriliğinin belirtisidir ve komünistlerin hedefiyle karşıtlık içindedir. Kitlelerin geriliğini kendileri için bir avantaj olarak gören her hareket, sonuçta bu geriliğin bir eklentisi olarak kalmaya da mahkûm olacaktır. “Kitleler için bir ihtiyaç haline gelmeyi” istemek, kitlelerin kendi kurtuluşları için ayağa kalkmalarından umut kesmiş olmak demektir. Diğer yandan, kitlelerin bu ihtiyaç içinde kalmaları, onların herhangi bir eyleme, herhangi bir öncü tarafından öncünün kendi istekleri doğrultusunda çekip götürebilecek bir sürü olarak kalmaları da demektir. Bu öncü, bir gün Demirel olur, bir gün bir başkası. “Kurtarıcıyım” diyen herkesin, Türkiye’de yığınların geriliği yüzünden, “öncü” olma şansı vardır. Ama önemli ve gerekli olan, Lenin’in de işaret ettiği gibi, kurtarıcılardan kurtulmaktır. Komünistlerin görevi, kitlelere iyi kurtarıcılarla “kötü kurtarıcılar” arasındaki farkı anlatmak değil, kurtuluşlarının yalnızca kendi kollarının eseri olabileceğini göstermektir. Komünistler, kendilerinin kitlelerin bir ihtiyacı haline gelmesine çalışmazlar; kitlelerin temel ihtiyaçlarının bizzat kendilerinin mücadeleye girişmesi olduğunu göstermeye çalışırlar.
KİTLELERİ DEVRİMCİ MÜCADELEYE ÇEKMENİN ARACI:
Kitleleri kendi siyasi tecrübeleri temelinde devrimci mücadeleye çekmek, Leninizm’in en önemli taktik ilkesidir.
Bu ilke de, Marksizm-Leninizm’in diğer bütün ilkeleri gibi, sınıf mücadelesi teorisinden kaynaklanır. İşçi sınıfının “kendisi için” mücadele etmesi, egemen sınıf olarak örgütlenme mücadelesine girişmesi, dolaylı çağrıların, “öncü savaşın” açtığı yolun genişlemesinin, “öncülerin gerçek bir ihtiyaç haline gelmesinin vs. değil, kendi siyasi deneyleriyle devrimci siyasi eyleme girmesi ile olacaktır. Burada bütün sorun, komünistlerin kendi sloganlarını yığınların sloganı haline getirecek yolu bulmalarıdır. Partinin programını kitlelerin programı haline getirmek, partinin sloganlarını kitlelerin sloganı halinde yükseltebilmek ve partinin eylemini kitlelerin eylemi kılmak… Bu, kitlelerin partinin program, slogan ve eyleminin doğruluğuna ikna olabilmeleri için, kendi deneylerine dayanmalarını öngören bir yol izleyerek sağlanabilir. Kitleler, partinin programının doğruluğuna nasıl ikna edilebilirler? Bunun uluslararası işçi hareketinde denenmiş ve bir komünist ilke olarak benimsenmiş tek yolu vardır. Kitlelerin devrimci mevzilere çekilebilmesi, yalnızca ajitasyonla, yalnızca propagandayla, hatta yalnızca örgütlenmenin tüm birimlerde sağlanmış olmasıyla gerçekleşemez. Kitleler, yalnızca kendi hayatlarından, kendi deneylerinden yola çıkarak, devrimci bir kalkışmanın kendileri için kaçınılmaz tek yol olduğuna ikna olmalıdırlar.
Devrimci siyasi mevzilerin tanınması ve o saflarda yer tutulması, bazen, değil kitlelerin, öncünün bile kolayca ikna olamayacağı kadar çetin bir mücadeleyi gerektirebilir. Stalin, kendi deneyinden yola çıkarak, şu örneği veriyor: “Öncünün, yani Partinin, diyelim ki 1917 Nisan’ında, Milyukov-Kerenski Geçici Hükümetinin devrilmesinin kaçınılmaz olduğuna ikna olması iyi bir şeydir. Ama sadece bu, hükümeti devirmek için çağrıda bulunmaya, Geçici Hükümet’in devrilmesi ve Sovyet iktidarının kurulması sloganlarını, günün sloganı yapmaya yetmez.”
Bu açıdan bakılınca, “silahlı propaganda” denilen eylem türünün, kitlelere hangi alanda kendi deneyleriyle siyasi gerçekleri kavrama olanağı bıraktığı sorulmalıdır. Bugüne kadar olan bütün uygulamanın sonuçları, “silahlı propagandacın belki yalnızca Devrimci Sol kadrolarına “kendi deneyleriyle siyasi gerçekleri öğrenme” yolunu açtığını, geniş işçi ve emekçi kitlelere ise onları uzaktan, bazen acıyarak, bazen onlar için ağıtlar yakarak, çoğu zaman da, burjuvazinin çok geniş basın-yayın şebekesinin etkisinde onlara kızarak ve yüz çevirerek izleme yolunu bıraktığını söyleyebiliriz. Devrimci Sol’un ve onun kökenindeki THKP-C’nin ve o dönemdeki bütün silahlı hareketlerin kitlelere bıraktığı biricik yol budur: kendilerinin yapamadığı, yapamayacağı bir şeyi yapan yiğit insanları uzaktan izlemek.
Silahlı propagandanın, “siyasi gerçekleri açıklamak” için elverişli bir araç olduğu, kitlelere bilinç götürmek gibi bir işlev yüklendiği, iddia edilemez. Bunu iddia edebilmek için, “siyasi gerçeklerin ne olduğu, bunların nasıl açıklanacağı, işçi sınıfının sosyalist siyasal bilincinin hangi unsurları içermesi gerektiği vb. hakkında hiç bir geçerli bilgiye sahip olmamak gerekir
İşçi kitlelerin aktivitesini arttırmak, onları devrimci eylem mevzilerine çekmek için, siyasi gerçeklerin açıklanmasının ve bunlara karşı sosyalist tarzda tavır alınmasının sağlanması için, Lenin, çok yönlü siyasi teşhir faaliyetleri örgütlenmesini önerir. “Siyasi teşhirden başka hiç bir şey, siyasi bilinci ve kitlelerin siyasi etkinliğini geliştiremez.” Lenin, “siyasi bilinç” kavramının unsurlarını şu şekilde özetler:
“Eğer işçiler, hangi sınıfları etkiliyor olursa olsun, zorbalık, baskı, zor ve suiistimalin her türlüsüne karşı tepki göstermede eğitilmemişlerse ve işçiler bunlara karşı, başka herhangi bir açıdan değil de, sosyal-demokrat açıdan tepki göstermede eğitilmemişlerse, işçi sınıfı bilinci, gerçek bir siyasal bilinç olamaz. Eğer işçiler, öteki toplumsal sınıfların her birini, entelektüel, manevî ve siyasal yaşamlarının bütün belirtilerinde gözleyebilmek için somut ve her şeyden önce güncel siyasal olgular ve olaylardan yararlanmasını öğrenmezlerse; eğer materyalist tahlil ve ölçütleri, nüfusun bütün sınıflarının, tabakalarının ve gruplarının yaşam ve eylemlerinin bütün yönlerine pratik olarak uygulamayı öğrenmezlerse, çalışan yığınların bilinci, gerçek bir sınıf bilinci olamaz. Kim, işçi sınıfının dikkatini, gözlemini ve bilincini, tamamıyla ya da hatta esas olarak işçi sınıfı üzerinde yoğunlaştırıyorsa, böylesi, sosyal-demokrat değildir; çünkü kendini iyi tanıyabildiği için, işçi sınıfının, modern toplumun bütün sınıfları arasında karşılıklı ilişkiler konusunda tam bir bilgisi, sadece teorik bilgisi değil, hatta daha doğru olarak ifade edelim: teorik olmaktan çok, siyasal yaşam deneyimine dayanan pratik bilgisi olması gerekir… Ama bu “açık-seçik tablo”, herhangi bir kitaptan edinilemez. Bu kapsamlı siyasal teşhirler, yığınları devrimci eylem bakımından eğitmenin zorunlu ve temel bir koşuludur.
Rus işçileri, polisin halka zorbaca davranışına karşı, dinsel mezheplere zulmedilmesine, köylülerin kırbaçlanmasına karşı, amansız sansüre, askerlere işkence edilmesine, en masum kültürel girişimlerin bastırılmasına vb. karşı niçin hâlâ bu kadar az devrimci eylemde bulunmaktadır?”
Silahlı propaganda, bunlardan hangisini yapabilir? Yoksa silahlı propagandanın imha ya da tahrip ettiği hedefe bakarak, işçiler bütün bu gerçekleri kendileri mi öğreneceklerdir? Bu, bilincin kendi kendilerine bırakılması demek değil midir? Öyleyse silahlı propagandayı bir “bilinçlendirme aracı” olarak gösterenler, Lenin’in “o bir sosyal-demokrat değildir” dediği türden eylemciler değil midir?
3. KÜÇÜK BURJUVA SİLAHLI EYLEMCİLİK VE PROLETARYANIN POLİTİK MÜCADELESİ İÇİNDE SİLAHIN YERİ
Devrimci Sol’un, THKP-C’den devraldığı önemli olumsuz miraslardan birisi de, devrimin yolu konusundaki eski tartışmalarda kullanılan kavramlardır. Mahir Cayan ve onun dönemindeki her devrimci, Mao Zedung’un Halk Savaşı Teorisi’ni, Sovyet revizyonizmi ile kopuşmanın başlıca kriteri saymaktaydı. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin dünya çapında öngördüğü “barış içinde yarış ve kapitalist olmayan kalkınma yolundan sosyalizme geçiş” teorilerinin karşısında şiddet yoluyla devrim fikrinin savunulması, bu fikrin bütün belgelerinde ajitatif bir dille vurgulandığı Çin Komünist Partisi’nin tezlerinin tek seçenek olarak olumlanması sonucuna götürüyordu. ÇKP, SBKP ile kapışmasının perde arkasını daha da koyu bir sis perdesi altına gömen aşırı devrimci bir söylemle, Kültür Devrimi gibi tantanalı propaganda gösterileriyle, dönemin gençlik ve aydın hareketi üzerinde bir hegemonya kurmuştu ve Mao Zedung’un düşünceleri, emperyalizme ve kapitalizme karşı ayağa kalkmış üç kıtanın devrimcileri için ciddi bir ilham kaynağı olma pozisyonu yakalamıştı. ÇKP, SBKP ile olan tartışmasını son derece basite indirgeyen ve kendisine halklar ve devrimciler nezdinde itibar sağlayan kolay anlaşılır bir formüle dayandırıyordu tezlerini: Emperyalizm ve yerli işbirlikçileri, silahlı devrim yoluyla devrilmelidir! Sovyet revizyonizmi, bunun karşısında, kapitalizmle barış içinde yaşama politikasının gereği olarak hazırladığı “detant” -yumuşama- planlarının ön gereklerini yerine getiriyor, büyük bir devrimci çalkantı içinde bulunan dünyaya, emperyalistlerle işbirliği yapma amaçlarına ters düştüğü için sırt çeviriyordu. Komünist ve işçi partileri karşısında kendi tezlerini aklamak, devrimci hareketler üzerindeki kontrolünü kaybetmemek için de, tezlerini, Marksist-Leninist klasiklere dayandırmaya çalışıyordu. Leninist örgütlenme ve devrim teorisi, Bolşevik taktikler, Marx ve Engels’in eserieri, “Mao Zedung düşüncesinin” karşısına dikiliyor, Kültür Devrimi ve Halk Savaşı Teorisi, klasikler karşısında yargılanıyordu. Hiç kuşkusuz o zamanlar elli yıllık bir birikimin üstünde oturan ve çeşitli araştırma enstitüleri halinde örgütlenmiş bulunan Sovyet teorisyenlerinin laf cambazlıkları karşısında tutunmak kolay değildi. Marx, Engels ve Lenin’in (Stalin zaten tarihten silinmişti) eserleri, devrimci dünya fırtınasının karşısına dikildi. Sovyet revizyonist teorisyenleri gösteriyorlardı ki, Marx, Engels ve Lenin, devrim değil, barış istiyorlardı. Devrimci bir savaşı isteyen yalnızca Mao ve onun, sonradan bir hain casus olarak yok edilecek olan, tilmizi Lin Biao kalmıştı.
Lin Biao’nun Türkçeye “YAŞASIN HALK SAVAŞININ ZAFERİ” adıyla çevrilen kitabı, Lenin’in eserlerinden daha çok okunan, tartışmalarda kendisine Marx ve Engels’ten daha çok başvurulan bir kitap haline gelmişti. Mahir Çayan’ın “Kesintisiz Devrim” adını taşıyan üç broşüründe de, Lin Biao, en az Lenin kadar yer tutmaktadır. Bu orandan, Lenin’den tahrif edilmiş olanlar düşülürse, Lin Biao başköşeye oturur.
Lin Biao, sonradan ağır bir yanılgı olarak bizzat Mao Zedung tarafından mahkûm edilen tezinde, “emperyalizmin toptan bir çöküşe, sosyalizmin de toptan bir zafere ilerlediğini” ileri sürüyordu. Dünya, tıpkı halk savaşı teorisinin bir ülke için öngördüğü gibi, kırlar ve şehirler olarak ikiye ayrılmıştı. Asya, Afrika ve Latin Amerika, dünyanın kırlarıydı ve başta Amerika olmak üzere, Avrupa ve devrimin hedeflerinden biri olarak görülen Sovyetler Birliği, dünyanın şehirleriydi. Halk Savaşı Teorisi, nasıl kırlardan şehirleri kuşatmayı ve iktidarı parça parça ele geçirmeyi öngörüyorsa, dünya devrimi için de ay u şey geçerliydi. Dünyanın kentleri olarak sınıflandırılan ülkelerin proletaryası, dünyanın kırları olarak adlandırılan kıtaların halklarının mücadelesi tarafından kurtarılacaklardı. Lin Biao’ya göre, metropol proletaryası, emperyalist sömürüden pay alan ve devrimci imkanlarını tüketmiş bulunan bir sınıftı artık. Gerek dünyadaki genel eğilime, gerekse köylü kitlelerine ve ulusal kurtuluş savaşlarına son derece abartılmış bir yaklaşımı sergileyen ve dünya devriminin merkezine köylülüğü ve ulusal kurtuluş savaşlarını oturtan bu anlayışlar, eninde sonunda, silahlı devrim fikrinin propagandasını içerdiği için, Sovyet Revizyonizminin karşısına bir “Halk Savaşı Teorisi” ile çıktığı için, bütün dünyada devrim isteyen partiler, gruplar ve siyasi hareketler tarafından tartışılmaksızın büyük ölçüde benimsendi. Birçok ülkede, ya geleneksel komünist partilerin bölünmesi sonucunda, ya da Mao Zedung hayranlığının etkisiyle doğan aydın gruplarının öncülüğünde Marksist-Leninist” tamlamasını alan partiler kuruldu. “Marksist-Leninist” olmakla halk savaşı teorisini savunmak aynı şey olarak yerleşti. Ya revizyonistler? Sözde onlar ayaklanmayı savunuyorlardı! Dünyayı kaplamış bulunan devrimci fırtınanın toz dumanı içinde, kimse “bunlar ne biçim revizyonisttir ki, ayaklanmayı, yani silahlı devrimi savunuyorlar” diye sormadı. Sovyet Revizyonizmi de, böyle bir sorunun ortaya atılmasından hiç bir yarar görmediği için, böyle bir tartışmaya girmedi bile. Aslında Sovyetler Birliği’nin de, ona bağımlı partilerin de “ayaklanma”yı savunmak, ayaklanmaya hazırlanmak, iktidarı silahlı şiddet yoluyla ele geçirmek gibi bir niyetleri asla yokken, bu yakıştırmadan hoşnut, tezlerinin karşı-devrimci içeriğinin örtülmesinden memnun sustular. Ayaklanmacılık eşittir revizyonistlik yanılgısı, o çocukluk döneminin bir kalıntısı olarak, bugünlere kadar geldi. Bugün bile, Devrimci Sol belgeleri, “ayaklanmacı revizyonistler” terimini kullanmaya devam ediyor. Devrimci Sol, hâlâ “halk savaşını savunan Marksist-Leninist’tir, ayaklanmayı savunan revizyonisttir” biçimindeki yirmi-otuz yıl öncesinin basit, içi boş ve yanlış sloganına sarılıyor. Revizyonizmin, kapitalizmle uzlaşmak demek olduğunu, Marx ve Lenin’in ihtilalci öğretilerinin, reformcu tarzda gözden geçirilmesi ve tahrif edilmesi demek olduğunu, ya gerçekten bilmiyorlar, ya da böyle bir bilgi, bugün tutulan yolun derinden bir tartışılmasını gerektireceği için görmezden geliyorlar.
AYAKLANMA, HALK SAVAŞI, GERİLLA
Bütün bu kavramlar, farklı devrim anlayışlarını temsil etmek üzere kategorik olarak ayrılmadan önce, Marksizm’in politik mücadelede silahın yerine ilişkin hiç bir tartışma yapmadığı sanılır. Sanki her şey, ’60’lı yılların sonunda ve ‘70’li yılların ilk yarısı boyunca devam etmiş bir tartışmayla başlamıştır! Öyle ki, bu kavramların kullanılmasında gözetilen ağırlık, bir hareketi diğerinden köklü olarak ayırmaya, birinin revizyonist diğerinin “Marksist-Leninist” olarak adlandırılmasına yetmektedir. Ne “Halk Savaşı” kavramı, ne gerilla, ne de “ayaklanma”, Marksist terminolojinin yeni keşfettiği kavramlardır. Fakat bu kavramların, politikanın içeriğini tanımlamak üzere kullanılması ve temel politikalar bakımından değil, bu kavramların literatürdeki ağırlığına ve yerine göre bir sınıflandırmanın dayatılması, anılan yılların ürünü olarak yanlış ve hak etmediği bir yere yerleşmiştir. Bu, yukarıda değindiğimiz gibi, Mao Zedung ve SBKP arasındaki tartışmaların en olumsuz miraslarından birisidir.
Gerçekte Marksizm-Leninizm, sınıf mücadelesinin herhangi bir aracını, iktidarı ele geçirmenin herhangi bir yolunu mutlaklaştırmaz. Savaşın alacağı çeşitli biçimler üzerine, önceden ipotek koyarak, sınıf mücadelesinin gelişimini, önceden saptanmış bir askeri plana göre geliştirmeye çalışmaz. Sınıf mücadelesini, salt askeri bir yapı olarak düşünmenin sonucu olarak, Devrimci Sol ya da benzeri bütün hareketler, iktidar kavgasının gelişiminin önceden bilinen aşamalardan geçeceğini, bunların da silahın kullanılış biçimi ile belirlenebileceğini sanırlar. Onlara göre halk savaşının geçilmesi zorunlu aşamaları vardır; bunlar hareketin uydurulması gereken kalıplarıdır.
“(Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi), iki ana evreden geçerek tamamlanacaktır. Birinci aşama, kitleleri politize ederek savaşa dâhil etmek için, proletaryanın savaşçı partisinin silahlı propagandayı temel alarak yürüttüğü ve düzerdi ordular aşamasına kadar sürecek olan öncü savaşıdır. Bu aşamanın bitim noktası, daha önceden belirtilen mekanik bir formülasyonla açıklanamaz. Öncü savaşı, halk savaşı sürecinde belirli bir aşamaya tekabül eder. Halk savaşını, temel çelişmenin çözüleceği bir dönem olarak kabul edersek, öncü savaşı da bu dönem içinde taktik bir aşama olarak değerlendirilir. Fakat bu taktik aşama, alelade, belirli bir somut siyasi durumda başvurulacak taktiğe değil, kendi içinde hedefleri ve mücadele çizgisi olan -stratejik önemde- bir aşamaya denk düşer. Bu bakımdan, öncü savaşını, politik ve askeri hedefleri açısından, ‘stratejik bir aşama’ olarak değerlendirmek yanlış olmaz.” (Dava Dosyası, s.41)
Bütün bu sözlerin, toplumsal bir sürecin eğilimlerini ve gelişmesini salt askeri bakış açısından değerlendirmekten başka anlamı yoktur. THKP-C kökenli hareketler arasında, Mahir Çayan’dan sonra, önemli bir ağırlık taşıyan bir tartışmada Devrimci Sol’un görüşlerinin özetlenmesidir bunlar. Tartışılan şeyler ise, örneğin “öncü savaşın bir taktik mi yoksa strateji mi olduğu”, “halk savaşının hangi evresinde öncü savaşının hangi karakteri kazanacağı”, “bir taktik evreden diğerine ve bir taktik evreden bir stratejik aşamaya nasıl geçilebileceği” gibi sorunlardır. Bu sorunlar, daima, öncünün imkânlarına, savaşta elde edeceğe başarılara ve düşmana göre kazanılan duruma göre cevaplandırılır. Yukarıda aktardığımız Devrimci Sol belgesinde, örneğin “bu aşamanın bitim noktası, daha önceden belirtilen mekanik bir formülasyonla açıklanamaz” gibi ifadelere rastlanmış olması, daima eleştirilen bir anlayışa karşı peşin savunma amacı gütmekte, ama gerçekte işin özünü hiç değiştirmemektedir. Gerçekte, “bu aşamanın bitim noktası önceden mekanik olarak belirlenemez” derken, yalnızca savaşın koşulları, savaşı yürüten örgütün durumu göz önünde tutulmaktadır ve bütün sınıf mücadelelerinin seyrini, aşamalarını, bu aşamalarda geçerli olacak taktik eylem biçimlerini etkileyen nesnel koşulların sözü edilmemektedir. Zaten, eğer savaşın alabileceği biçimleri toplumsal, siyasal, ekonomik koşulların ve bu koşullar altındaki işçi sınıfının nesnel durumunun belirleyeceği kabul edilmiş olsaydı, bu tarzda bir savaş programı yapılamazdı. Lenin’in, “mücadele biçimlerinin masa başında tespit edilmesi” dediği şey budur. Marksist-Leninist bir parti, hiç bir zaman böyle bir hayali “savaş planı” üzerinde eylemini düzenlemez. Ne zaman gerilla savaşına başvurulacağı, hareketin ne zaman kırlarda, ne zaman şehirlerde ağırlık kazanacağı, hangi askeri biçimin nerede kullanılacağı, doğrudan doğruya sınıf mücadelesinin gelişme seyriyle ilgili olarak saptanacak taktiklerdir. İsterse bunlar Devrimci Sol belgelerinde denildiği gibi “stratejik önemde” taktikler olsun, birbirini izleyecek düzenli bir sıraya önceden konulamazlar. Mekanizm de bu değil midir zaten? Komünist bir parti, siyasal mücadelenin ihtiyaçlarına göre geçerli olan taktiği, hareketin karakterinden çıkararak uygulamak zorundadır. Bu, silahlı mücadele biçimleri de olabilir, parlamenter yollar da olabilir, kırlarda yürütülecek gerilla savaşı da olabilir… Bunların hiç biri, önceden mutlaklaştırılamaz, ya da önceden reddedilemez. Proletaryanın komünist partisinin genel geçerli hedefi, siyasi iktidarın ele geçirilmesidir. Bu hedefe, her günkü mücadelenin içinde hangi yolların izlenerek varılacağı, mücadelenin toplumsal ve siyasal değişikliklerin hangi özellikleri içinden geçeceği, partinin planlarından bağımsız olarak tarihsel koşullar tarafından belirlenir. Parti için önemli olan, tarihsel duruma uygun taktiği bulabilmektir. Önceden taktik evreler, önceden savaş planlarına uygun aşamalar tespit etmek, tarihin bu planlara göre ilerleyeceğini sanmaktır. Eğer bir siyasi hareket, “önce öncü savaşı aşaması, sonra düzenli ordular aşaması ve kırlardan şehirlerin kuşatılması rotası izleyecek bir devrim planı” için yıllardır çalışıyor ama bir aşamadan diğerine bir türlü geçemiyorsa, kendisinde fazlaca eksiklik ya da yanlışlık, kusur aramamalıdır: böyle bir plan ve tarih anlayışı, zaten başlıca bir eksiklik, başlıca bir yanlış, başlıca bir kusurdur. Ama hareketin “planlara uygun gelişememesinin” ana nedeni, o planları “bilmeyen”, “taktik ve stratejik aşamalardan geçmesi” gerektiğini “anlamayan”, örgütün çizgisine uymayan tarihsel koşullarda aranmalıdır!
Marksist literatür, silahlı mücadeleye ilişkin zengin bir birikime sahiptir. Her ülkenin kendi deneyinden çıkarılan sonuçlar, Marksizm’in teorik cephaneliğine değerli katkılar yapmıştır. Ne var ki, bunların hemen hemen hiç biri, Engels’in ayaklanma konusundaki ilkesel tespitleri kadar genel, teorik ve evrensel bir içeriğe ulaşamamıştır. Engels’in ayaklanma üzerine söyledikleri, ne bir ayaklanma planının temel özelliklerini verir, ne de toplumsal gelişmenin, si/asal olayların değiştiği her durum için geçerli genel bir plan özelliği taşır. Bunlar, yalnızca askeri bir harekât özelliği taşımaya başlayan toplumsal başkaldırının, politik bakımdan nasıl ele alınacağına ışık tutan teorik soyutlamalardır. Birçok ayaklanmaya katıldığı ve barikat savaşı yönettiği için arkadaşları arasında, “General” lakabıyla anılan Engels, acaba sınıf savaşının “evreleri ve aşamaları” hakkında bir şey bilmiyor muydu? Engels’i ilgilendiren, bir kez ayaklanma anı geldikten sonra nelerin yapılması gerektiğidir. Yoksa bir ayaklanmaya, sınıf savaşının silahlı biçimler aldığı bir düzeye “hangi aşamalardan ve evrelerden” geçilerek gidilebileceği gibi bir soru, elbette tarihsel materyalizmin bu kurucusunun aklından dahi geçmemiştir. O, Marx gibi, sınıf mücadelesinin alacağı biçimlerin kendi iradelerine, isteklerine ve özlemlerine göre değil, dolaysız olarak tarihsel koşullara bağlı olduğunu öğrete-gelmişti. Mahir yayan, bu yüzden Marx ve Engels’e “determinist yönleri ağır basar” der. Bir anlamda, onların “kendiliğindenci”, “ekonomist” olduklarını düşündüğünü sezdirir.
Marx ve Engels’in, “kendiliğindenci” olmadıklarını kanıtlamak için fazla çabaya gerek yoktur. İşçi sınıfının örgütlenmesi ve bilinçlendirilmesi ile onun tarihsel eylemi arasındaki dolaysız ilişkiyi ilk kuranlar onlardır ve “determinist” suçlamasını elbette hiç hak etmemişlerdir.
Engels’in ayaklanma konusundaki sözleri, şöyle özetlenebilir:
– Ayaklanma ile asla oynanmalıdır ve ayaklanma bir kez başladığında sonuna kadar gidilmelidir.
Burada Engels, ayaklanma kavramıyla, bir nihai çözüm anında kitlelerin siyasi iktidarla kesin hesaplaşmaya girdiği bir durunu kastetmektedir. Bugün, örneğin, “Filistin İntifadası”, ya da “Serhıldan” olarak adlandırılan ve doğrudan doğruya iktidarı ele geçirmeyi değil, iktidar savaşının yolundaki bazı engelleri temizlemeyi, halk kitlelerinin siyasal deneyini arttırmayı ve baskıyı göğüsleyerek geriletmeyi amaçlayan “ayaklanma”larla, Engels’in kastettiği durum arasında bir ilişki yoktur. İntifada ya da Serhıldan, bu anlamda “taktik” eylemlerdir. Nihai çözümü değil, savaşın tümünün kazanılmasını değil, sınırlı bir alanda sınırlı bir talebin elde edilmesini, bir “muharebenin” kazanılmasını amaçlayan eylemlerdir. Ama yenilgiye uğrayan 1905 Moskova ayaklanması, ya da gene yenilgiyle sonuçlanan 1919 Alman Devriminin ayaklanmaları, Sovyet Devriminin zafere ulaşan Petrograd, Moskova ayaklanmaları, Engels’in sözünü ettiği türden ayaklanmalardır. Bir siyasal örgüt, birinci türden taktik ayaklanmalarla “oynayabilir”. Düşman güçleriyle bir kez boy ölçüştükten sonra kendi durumunu değerlendirmek için geri çekilme yolunu açık tutan, kimi sınıfsal itti-akları pekiştirmek, yeni siyasal mevziler elde etmek için girişilen bu türden eylemler, “ayaklanmayla oynamak” olarak eleştirilemezler. Ama bir iktidar kavgasının son dönemecine gelinen bir tarihsel anda, bütün güçlerini son kavgaya sokmuş bir Parti için, “oyun oynama” hakkı olamaz.
-Tayin edici yerde, tayin edici anda büyük bir güç üstünlüğü toplamak gerekir, çünkü aksi halde, daha iyi bir hazırlığa ve örgüte sahip düşman, ayaklanmacıları yok edebilir.
Bu önerinin klasik uygulaması, Sovyet Devrimi’nde Kışlık Saray’a düzenlenen saldırıda görülür. Rejimin siyasi komuta merkezine düzenlenen bu saldırıda, işçi ve asker Sovyetlerinin en önemli kuvvetleri aynı hedefe yöneltilir. Haberleşme merkezleri, ulaşım ağı, belli başlı askeri merkezler kontrol altına alındıktan sonra, yalnızca tek bir hedefe güçlerin tayin edici miktarı, tayin edici anda yığılır.
Oysa taktik amaçlı bir kitle gösterisinde, böyle bir gereklilikle pek az karşılaşılır. Daha çok yıpratmanın, güçlü bir etki sağlamak için çatışmayı kontrollü olarak uzatmanın gerekli olabileceği koşullarda, belli bir yere güçlerin en önemli kısmını yığmak, hata olabilir.
-Ayaklanma başlar başlamaz en büyük kararlılıkla davranmak ve mutlaka, ne olursa olsun saldırıya geçmek gerekir. Savunma, silahlı ayaklanmanın ölümüdür.
-Düşmanı gafil avlamaya ve ordusunu dağınık olduğu anda yakalamaya çalışmak gerekir.
-Çok küçük de olsa, her gün (şehirler söz konusu olduğunda her saat) başarı sağlamak gerekir; ve ne pahasına olursa olsun moral üstünlüğü sağlamak gerekir.
Bütün bu önerilerin, bir ayaklanma puanlayan herkes için çok değerli olduğu açıktır. Ama dikkat edilsin, Engels, ne bir savaş planı önermektedir, ne öncüler ve artçılar hakkında kesinlemeler yapmaktadır, ne de savaşın “geçmesi zorunlu olduğu” aşamalardan söz etmektedir. Taşıdığı çok genel içeriğe karşın, bu kurallar belirsiz de değildir.
Oysa hemen hemen her evresi “hesaplanmış” bulunan bir “Halk Savaşı Stratejisi’nde olacaklar neredeyse önceden “görülür”, geçilecek yollar “bilinir”! Halk Savaşının tartışılmaz büyük ustaları, Mao Zedung,. Ho Şi Minh, Nguyen Van Giap bile, yalnızca kendi deneylerinin sonuçları üzerine ve kendi ülkelerinin koşullarıyla sınırlanarak konuşmuşlar, yalnızca Lin Biao gibi sözde teorisyenler, bu deneylerden “evrensel’ sonuçlar çıkarmaya girişmiş, her ülkede ve her koşulda her zaman geçerli taktikler ve stratejiler önerme “cesaretini” gösterebilmiştir. Gerçekten bir halk savaşına komuta edenler, “evrelerin” ve “aşamaların” önceden masa başında yapılan planlara uymayacağını, belirli bir mücadele biçiminin gelişen sosyal ve siyasal koşullar tarafından önceden hesap edilmedik bir biçimde gündeme gelebileceğini bilirler. Gerilla savaşıyla birlikte yer yer ayaklanmaların olabileceği, silahlı mücadele biçimleriyle birlikte veya silahlı mücadele biçimlerine ara verilerek parlamenter yolların denenebileceği, bir mücadele biçiminden diğerine geçişlerin ve bağıntıların tamamen irade dışı etkenlerle belirlenebileceğini bilirler.
Ağustos 1992