Haftalık Yeni Ülke gazetesinde ve özgür Halk dergisinde, “Kürt sorunumun mevcut koşullarda çözüm yöntemi olarak, Kürdistan’da bir referandumun yapılması ve bir “Türk-Kürt federal meclisinin kurulması öneriliyor. Ali Fırat başta olmak üzere, bu gazete ve derginin yazarları, uzun bir süredir, Türk devlet yetkililerinin, Kürdistan’da yapılacak bir referanduma “evet” demeleri halinde, kendilerinin referandum sonuçlarını kabulleneceklerini yazıyorlar. Yine bu arkadaşlar, devlet ve hükümet yetkililerini, “Kürt önderliği”ni muhatap kabul ederek, ‘sorunun çözümü için masaya oturma”ya çağırıyorlar. Söz konusu gazete ve dergide Kürt ulusal özgürlük sorununa ilişkin olarak kaleme alınan yazılar irdelendiğinde, kendilerinin “özgürlük hareketi” diye tanımladıkları hareketin önderliğinin reformist, parlamentarist yöntemlere doğru bir eğilim gösterdiği, Kürt halkının emperyalist ve gerici düşmanlarının, Kürdistan’da gelişen özgürlük mücadelesinin önünü kesmek için başvurduğu manevraların bu kesim üzerinde bir etkiye yol açtığı ve bir uzlaşma arayışı içine girdiği görülecektir.
Kürdistan’da gelişen ulusal özgürlük mücadelesinin bugünkü düzeyi dikkate alındığında, diktatörlüğün zulüm ve aldatma politikasıyla, Kürt burjuva reformizminin, Kürt burjuva-feodal gericiliğinin ve revizyonist Kürt çevrelerinin mücadeleyi saptırma çabalarının başarılı olamayacağını söylemek mümkündür. Devletin, burjuva düzen partilerinin ve uzlaşmacı, işbirlikçi Kürt burjuva çizgisinin önemli oranda tecrit olduğu bugünkü koşullarda, mücadeleyi saptırma girişimlerinin sonuçsuz kalacağını düşünmek ve söylemek doğaldır. Ancak, burjuvazi ve gericiliğin uluslararası düzeyde ve tüm olanaklarını kullanarak sürdürdüğü propagandanın ulusal özgürlük için radikal yöntemlerle mücadele eden güçler arasında da belli bir etkiye yol açtığı görülüyor. Düzen “çözüm”lere yapılan vurgu, mevcut statü ve koşullarda halk yararına sonuçlar doğurması mümkün olmayan ve siyasal kaderini tayin hakkının burjuva-reformcu bu içerikle darlaştırmasına denk düşen “federasyon” türü önerilerin ortaya atılması, faşist gericiliğin en azgın ve pervasız temsilcilerinin, Kürdistan’da gelişen mücadeleyi sabote edip saptırma, Kürt gericiliği ve Kürt reformistleriyle işbirliğini pekiştirerek, Kürt devrimci radikalizmini boğma amacıyla “Kürt kimliğinin tanınması” ve “federasyon dâhil tartışmaya açık” oldukları açıklamalarına bakılarak “olumluluk”la, “cesaret”le, “liberalleşme”yle payelendirilmeleri bunu göstermektedir.
İşte bu durum, Kürdistan’da kan ve can bedeli sürdürülen mücadelenin zaafa uğratılmasına yol açacak anlayışların reddini daha da önemli kılmaktadır. Kürdistan’da ulusal uyanış ve direniş, emperyalizme, Türk ve Kürt gericiliğine karşı, işçi ve köylülerin devrimci bir hareketi olarak, devrimin ve sosyalizmin güçlenmesine doğru bir hareket olarak gelişecekse; bu ancak, ulusların kaderlerini tayin hakkı sorununun Kürt işçi ve köylülerinin kurtuluşu sonucu olarak ele alınması ve burjuvazi ve gericiliğe karşı sınıf mücadelesi çizgisi izlenmesiyle mümkündür. Bugünkü düzen ve devlet koşullarında, “masaya oturarak”, “anlaşarak”, “federe meclise” giderek Kürt halkı kölelikten kurtulup özgürleşemez.
“YENİ ÜLKE” VE “ÖZGÜR HALK” YAZARLARININ “FEDERAL MECLİS” VE “REFERANDUM”
DÜŞÜNCELERİ BURJUVA-REFORMCU BİR İÇERİĞE SAHİPTİR
“Federasyon”, Kürt halkının ulusal haklarını elde etmesinin somut bir yolu olarak öneriliyor. Özgür Halk’ın Haziran 92. sayısında “özgürlük hareketi önderliğime atfen konuya ilişkin olarak şunlar aktarılıyor, “meclis deniyor; bir federal meclise doğru gidilebilir. Bir Kürdistan Meclisi çıkar, bir Türkiye meclisi çıkar. Bunların birlikteliği için bir oran bulunabilir. Yine yerel meclisler, zaten Türkiye’nin tek başına Ankara’dan yönetilemeyeceği söyleniyor. Yerel meclislere geçilir. Bu meclisler Kürt meclisleri olacaktır. Bu konuda ileri adımlar atılabilir. Bu Türkiye içinde gereklidir. Ortak federe bir hükümet kurulur, ortak bir federal hükümete gidilebilir. Bunların biçimi üzerinde düşünmek gerekir.’
Bir “federal hükümetin hangi koşullarda ve hangi soruna çözüm olarak önerildiği önem taşımaktadır. Önerilen şudur: Bugünkü devlet mevcut kurumlarıyla (kurumlar Türk-Kürt kurumu olacaktır!) ayakta kalacak, burjuva egemenliği korunarak, ona dokunmayarak, Türk parlamentosu Kürt ve Türk parlamentosu, Türk devleti “Türk ve Kürt federe devletime dönüştürülecektir.’ “Ortak bir federal hükümet” kurulacaktır.
Bu tür bir çözümün Kürt halkına, Kürt işçi ve köylülerine ne faydası var? Ulusal sorunun devrimci çözümü; ezilen ulusun kendi kaderini özgürce belirlemesi, bunun için bağımsız devlet olarak örgütlenme hakkına ve bu hakkı özgürce kullanma koşullarına sahip olması anlamına geldiğine göre, mevcut kölelik koşullarında esaslı herhangi bir değişikliğe yol açmayan bir “federal hükümetin oluşturulmasının, Kürt ve Türk egemen sınıflarının yeni bir ittifak biçiminde başka bir şey olmayacağı açıktır. Türk devlet yetkilileriyle anlaşma uzlaşmanın somut bir biçimi olarak ileri sürülen “federasyon” halkımızın kendi kaderini özgürce belirleme hakkını ortadan kaldıran bir “çözüm”dür. “Ortak bir federal hükümet” mevcut sömürü düzeninin çarklarının işletilmesinin bir kurumu ve burjuva egemen sınıfların kendi düzenlerini sürdürmelerinin yeni bir maskesi olacaktır. Diktatörlük ve egemen sınıflar, Kürdistan’da içinde bulundukları açmazdan kurtulmak için böyle bir yöntemi kabul etseler bile -ki bu öyle sanıldığı gibi diktatörlüğün hemen gündeme aldığı bir çözüm yöntemi değildir- bunu, Kürt halkına yönelik hesaplarında bir zaman kazanma manevrası olarak değerlendirecektir. Aynı zamanda bu, Türk egemen sınıfların emperyalist efendilerinin Türkiye’ye ve Ortadoğu’ya ilişkin hesaplarıyla uyumlu olmak zorundadır.
“Yeni Ülke” ve “Özgür Halk” yazarları, PKK önderliği ve Ali Fırat’ın, “federal meclis”, “federal hükümet” kurulması düşünceleri, ulusal özgürlüğün, Kürt işçi ve köylülerinin özgürlüğüne doğru genişletilmesi, işçi ve köylülerinin mücadelesinin, bugünkü kölelik düzeni ve burjuva devlet iktidarının yıkılması mücadelesine yükseltilmesinin önünü kapatan uzlaşmacı reformcu düşüncelerdir. Bu düşünceler, Türk devlet yetkililerinden, faşist gericiliğin en pervasız temsilcileri Özal ve Demirci’den bir beklentiyi de ifade etmektedir.
Türk devleti, Marksist ihtilalciliği ve radikal ulusal devrimciliği etkisiz kılmak ve ezmek, halk hareketinin devrimci çizgide gelişimini engellemek için, bir yandan faşist mekanizmayı tahkim etmek ve yeni ve daha azgın saldırılar için, yeni düzenlemelere girişilirken, öte yandan emperyalizmin sadık uşağı politikacıların ağzından “liberalleşme”, “demokratikleşme” ve “Kürt realitesinin tanınması” demagojisini yoğunlaştırarak, halk hareketini ve özgürlük mücadelesini saptırma ve yığınları beklentiye sürüklemeye çalışıyor. Daha Özal’ın Başbakanlığı döneminde, azgın faşist teröre, anti-terör yasası ve Kürdistan Kararnamelerine “liberalleşme” propagandası eşlik etti. Diktatörlük düzen içliliği ve reformizmi güçlendirerek, faşist saldırıları yoğunlaştırarak ihtilalci devrimciliği ezmeyi hedefliyordu. Özal’ın “federasyon1’lafını diline dolaması ve Demirel’in “Kürt realitesinin tanındığını” açıklaması da aynı politikanın bir unsuruydu.
Milliyetçi-devrimci Kürt hareketi, diktatörlüğün ve Özal’ın “liberalleşme” demagojisini ciddiye aldı, bu yönde bir beklenti içine girdi. Bu beklenti o günün gazete röportajlarına şöyle yansıyordu: Ufukta öyle gözüküyor ki; eğer Özal kendisini biraz daha ilerletirse, kendini biraz daha liberalleştirirse, biz Türkiye’nin siyasetine yeni güçler süreriz. O güçlerle yenilenmiş Özal sürükleyip gidebilir. İlla böyle yapacağız demiyorum. Fakat Özal kendini o muhafazakâr, faşist kesimlerden arındırırsa ve biz de kile patlamasını legal alana kanalize edersek muhalefet altta kalır ve bu çözüm Türkiye’yi biraz demokratikleştirebilir. Yani şartlı konuşuyorum, yapabilirse o yapar diyorum.”
Bu sözler seçim öncesinde söyleniyordu ve bir beklentiyle birlikte, bir uzlaşma eğilimini ifade ediyordu. Bu beklenti ve uzlaşma arayışının devamı olarak seçimlerde SHP’nin desteklenmesi gündeme geldi. Bu “başarılı bir siyasal taktik” olarak sunuldu ve SHP ile “demokratik blok” oluşturularak, “savaş hükümetlerinin önleneceği” iddia edildi. Ardından federasyon ve referandum önerileri öne sürüldü ve bunun için “görüşmeye hazır olunduğu” açıklandı. Değişik vesilelerle, Özal’ın şahsında Türk devletinden bir beklenti içinde olunduğu açığa vuruldu. Faşist burjuvazinin ve emperyalizmin has adamı ve pervasız temsilcisi olan bir adamın liberalizmi temsil ettiği, Kürtleri en iyi onun anladığı, Kürt olduğundan söz ettiği, “Kürt sorununu çözse onun çözebileceği” vb. düşünceler dile getirildi.
Oysa Özal’ın, Kürtlerle ilgili açıklamaları, faşist devletin, Kürdistan’daki potansiyel patlama olgusunu görmesi ve bunun engellenmesi için başvurma zorunluluğu duyduğu ikiyüzlü aldatmacalardan, sinsi bir burjuva taktiğinden başka bir şey değildi. Bunu anlamak ve Özal’ın “samimi olup olmadığı”nı görmek için, iddia edildiği gibi beklemeye de gerek yoktu. Özal’ın giderek “liberalleştiği”, “ordu ve bürokrasiyle çatışma içinde olduğu” doğru değildi. Faşist ve gerici burjuva tekel gruplarının kendi aralarındaki çıkar ve iktidar çatışmalarını halkın yararına girişilmiş çatışma ve çekişmeler olarak görmek ve göstermek doğru değildi. Bu tür bir propaganda düzen içi burjuva muhalefet partileri tarafından da yürütülüyordu. Onlar, burjuva-kapitalist düzenin ve faşist diktatörlüğün halk düşmanı özünü gizlemek için birbirlerine yönelik eleştirilerden kaçınmıyorlardı. Bu çatışmaların bir tarafı olan Özal’da “olumluluklar” bulmak ciddi bir yanılgının ifadesiydi. “Türkiye’nin siyasetine yeni güçler” sürerek, Özal’ın “liberalizm yolunda ilerlemesine” katkıda bulunmayı düşünmek, “legal alana kanalize edilmiş” güçlerle yenilenmiş bir Özal’ın sürükleyip gidebileceğimi söylemek, Özal’dan yana bir beklentinin ifadesiydi. Bu beklentinin daha sonra, SHP-DYP koalisyonuna doğru kayması gerçek olmakla birlikte, Özal’dan beklentiler sona ermedi. Özal’ın “federasyon” sözcüğünü kullanmasından hareketle, onun Kürt sorununa olumlu bir yaklaşım içinde olduğu dile getirildi. Şöyle deniyordu:
“Aslında bizi en iyi anlayan Özal’dır. Hatta eminim bize biraz da olsa sempatiyle bakıyor. Bizimle ilgili çok düşünüyor. Eğer bizim sorunla ilgili bir çözüm bulacaksa, Özal bulacaktır.”
Özal’ın bulduğu ve bulacağı çözümün Türk egemen sınıflarının bugüne kadar “çözüm” olarak görüp uyguladıkları yöntemlerden farklı olmayacağı yeterince açık olmasına rağmen, onun, devletin Kürdistan’da bir soluklanma avantajı elde etmesi Ortadoğu halklarına yönelik gerici-emperyalist planların hayata geçmesi için bir manevra yapmaya çalıştığı görülmüyordu. Kürt sorununu, Türkiye’nin Ortadoğu’ya müdahalesini ve diğer ülkelerdeki Kürt hareketinin Türkiye’nin yörüngesinde toplanmasını kolaylaştıracak bir manevra olarak, ikiyüzlüce “Kürt hamiliği”ne soyunuluyordu. Bu manevra Kürdistan’da radikal devrimci ve anti-emperyalist bir çizgide gelişen ulusal özgürlük mücadelesinin başarısını engellemek amacıyla, burjuvazi ve emperyalizmin yararına sahte çözümlerin Kürt halkına dayatılmasından başka bir anlama gelmiyordu.
Biz Kürt Marksistleri, burjuvazi ve gericiliğin, Kürt halkına karşı alçakça planlarını deşifre ederek, mücadelenin işçi-köylü devrimine doğru genişletilmesinin tek doğru tutum olacağını belirtmeye özel bir önem verdik. Ulusal özgürlük için mücadele eden güçlerin düzen içi kanallara çekilmesi ve aldatılması girişimlerine karşı durduk ve Özal ve Demirel başta olmak üzere, diktatörlüğün politik temsilcilerinin ikiyüzlü demagojileri konusunda dostça uyarmaya çalıştık.
Özal’ın Kürt sorununa “ilgisini” 10 yıllık pratik ortaya koymuştu. Özal’ın bulduğu ve bulacağı “çözüm”ün Kürt halkının daha azgın saldırılarla kölelik zincirleri içinde tutulmasına denk düştüğünü Kürt işçi ve köylüleri yıllardır yaşayarak görüyorlardı. Kürdistan’da gelişen halk hareketine karşı daha azgın bir saldırı ve imhayı önerenlerden biri de Özal’dı. Meydanlara çıkarak “intikam” yeminleri ettiren, Türkiye’nin batısındaki milyonlarca Kürt emekçisini saldırı ve katliamla tehdit eden de Özal’dı, onun şahsında diktatörlük ve Türk egemen sınıflarıydı. “Küt realitesini tanıyan” (!) DYP-SHP koalisyonu ve Demirel’in Kürt halkına karşı izlediği politikanın gerçek içeriği ise, son dönemdeki kitlesel katliamlarla gözler önündeydi.
BURJUVA PARLAMENTOLARINI “HALK MECLİSLERİ” OLARAK GÖREN “ÖZGÜR HALK” YAZARLARI, “FEDERAL MECLİSİ” DE BU ZEMİN ÜZERİNE OTURTUYORLAR:
“Özgür Halk” dergisinde Haziran 92’de yayınlanan bir yazıda, bugünkü burjuva parlamentoları “halkların meclisleri” olarak değerlendiriliyor. Konunun genişçe ele alındığı söz konusu yazıda şöyle deniyor: “Bugün, reel sosyalizmin çözülüşünün ardından daha da hızlanan millileşme sürecinde görüldüğü gibi halkların meclisleri her gün toplanıp o halkların kaderleri üzerinde kararlara varıyorlar. Meclisler bir ateşkes kararı alıyor, bir savaşı tırmandırma kararı alıyor, bir uluslararası destek isteme kararı alıyor. Ve tüm bunlar halkın ortak iradesini yansıttığı için uluslararası kuruluşlar ve devletler nezdinde ciddiye alınıyor. Ülkemizde de bir ulusal savaş verildiğine göre, bu savaşın kaderini belirleyen bir ulusal iradenin temsili niye gerçekleştirilmesin?” (abç)
“Reel sosyalizmin çözülüşü”ne ilişkin düşüncelerimizi burada belirtmeyeceğiz. Konuya ilişkin düşüncelerimiz hem biliniyor, hem de bu bir başka yazıda ele alınabilir, başlı başına uzun bir yazıya konu teşkil edecek bir şeydir. “Halk meclislerime ilişkin iddialara ise kısaca değineceğiz.
Söz konusu yazıyı kaleme alan arkadaşlar “Sovyetler Birliği” ve Yugoslavya’da meydana gelen ulusal boğazlaşmaları halkların yararına göre bir anlayışa sahiptirler. Daha önce bir arada yaşamış, eşit ilişkiler temelinde ileriye doğru küçümsenmeyecek adımlar atmış, kardeşleşme zemini üzerinde faşist istilacılara ve emperyalist kuşatmaya karşı direnmiş eski Sovyetler Birliği halklarının, kapitalist restorasyon sonucu burjuva önderlikler eliyle ve emperyalizmin kışkırtmasıyla birbirleriyle kanlı çatışmalara girişmesini olumlamak ve bunu “hızlanan millileşme süreci” saymak devrimci, halkçı bir yaklaşım değildir. O halkları kanlı bir boğazlaşma içine çeken meclislerin “halkların meclisleri” olduğunu söylemek için kişinin, halkın bu meclisleri, kendi iradesiyle ve kendi istemleri doğrultusunda oluşturduğunu en azından tanıtlaması gerekir. Emperyalizmle güçlü ilişkiler içindeki burjuva sınıfların oluşturdukları bu meclisler nasıl oluyor da “halkın ortak iradesini yansıt”ıyor? Halkların ulusal temeldeki istemlerden hareketle birbirlerini kırmalarının olumlanacak en ufak bir yanı yokken, başka bir nedenden (örneğin Kürt halkının köleci bir boyunduruk altında tutuluyor oluşundan) değil de; o ülke halklarını çatışmaya süren gerici meclislerin varlığından hareketle Kürt halkına ulusal kurumlaşmayı önermek ciddi bir yanılgıdır ve özgürlük mücadelesinin zararınadır.
Burjuvazinin iktidar olduğu ve parlamentolarında, burjuva devlet egemenliğinin bir kurumu olarak hizmet gördüğü kapitalist sistemde, söz konusu meclisleri “halkların ortak iradesini yansıtan”‘kurumlar olarak gösteren bizzat burjuvazinin kendisidir. Ulusallık adına halkımızın aldatılması ve işçi ve köylülerle burjuvazi ve toprak ağalarının ortak iradeye sahip olduğunun iddia edilmesi, burjuva hükümet ve meclislerinin bütün “ulusal” güçlerin iradesinin organları olduğunun ileri sürülmesi, bu arkadaşların üzerinde bulundukları ideolojik-siyasal platformu açığa vurmaktadır. Böyle bir platform üzerinde bulunulduğu sürece, gerici faşist politikacılardan, hükümet ve devletten beklenti içinde olmakta kaçınılmaz hale gelmektedir.
Kürt halkı, diktatörlüğe ve emperyalizme karşı, faşist saldırı ve zulme karşı ulusal-devrimci halk organlarını oluşturacaksa, bunu, burjuva-gerici parlamento ve kurumları örnek alarak değil; işçi ve emekçilerin gerçek kurtuluşuna götürecek mücadelenin devrimci-siyasal örgütleri ve organları olarak oluşturmalıdır. Anlayış bu olmalıdır. Yine ulusal-devrimci örgütlenmeler, ulusal kurumlaşmalar, “uluslararası kuruluşlar ve devletler” ciddiye alsın diye değil, ulusal-siyasal özgürlüklerin elde edilmesi ve kullanılması için söz konusu edilebilinir. Emperyalist ve gerici devletler tarafından “ciddiye alınmak” birincil bir kaygı olmamalıdır.
DİKTATÖRLÜĞÜN TEMSİLCİLERİYLE “MASAYA OTURARAK” HAKLARIN ELDE EDİLECEĞİ VE MEVCUT KOŞULLAR İÇİNDE YAPILACAK BİR REFERANDUMLA “İRADENİN BELİRLENECEĞİ” DÜŞÜNCESİ CİDDİ BİR YANILGIDIR:
Söz konusu gazete ve derginin yazarları referandum ve “masaya oturma” sorununa da aynı mantıkla yaklaşmaktadırlar. Aynı yazıda “referandum” sorunu şöyle ele alınıyor:
“Demek ki yapılacak bir referandum Kürt halkının artık sömürgecilik altında yaşamak istemediğinin ulusça onaylanması olacaktır. Böylesi bir referandumu rejim mi yapar, uluslararası demokrasi güçleri mi yapar, yoksa bu halkın öncü gücü mü yapar; orası dünyanın sürekli gelişen konumuna göre ve bizce önemli yan değildir. Zaten özgürlük hareketi halkın gündemine bunu koymuş ve büyük ölçüde tamamladığı hazırlıklarla bunu başarma çalışmalarına girişmiş bulunmaktadır. Bu arada uluslararası güçler devreye girip, rejimi razı ederek, serbest bir referandumun yapılması koşullarım hazırlayabilirler.”
Referandum, mevcut koşullar içinde, “hazırlıkları yapılmış” pratik bir çözüm olarak sunuluyor. Böylesi bir referandum, “rejim” denen diktatörlük, “uluslararası demokrasi güçleri” denen emperyalist devletler ya da “halkın öncü gücü” tarafından organize edilmesinin önemli olmadığını belirtiliyor. “Uluslararası güçler”in devreye girerek, “serbest bir referandumun yapılması koşullarını hazırlayabile”cekleri söyleniyor.
Egemen sınıfların politik temsilcilerinden ve diktatörlükten beklenti, “uluslararası güçler” denilen emperyalist devletlerden beklentiye kadar genişletiliyor. Böylesi bir beklentinin, özgürlük istemiyle mücadeleye atılan halkımızın yararına olmadığını söylemek bile gereksizdir. Halkımıza karşı azgın faşist terör ve katliamların sürdüğü ve halkın ve devrimcilerin en küçük bir örgütlenme ve siyasal faaliyet yürütme haki inin olmadığı koşullarda, “rejim” ya da “uluslararası güçler” tarafından yapılacak bir referandumla, halkımızın özgür iradesinin belirlenebileceğini düşünmek, “rejim”e ve “uluslararası güçler”e iyimser bir yaklaşımın ifadesidir.
Kürt halkının iradesinin bir referandumla ortaya çıkması için, öncelikle tüm devlet güçlerinin, diktatörlüğün militarist güç ve kurumlarının Kürdistan’dan çekilmesi-lağvedilmesi, Olağanüstü Hal ve Bölge Valiliği uygulamasının son bulması, merkezi parlamentonun Kürdistan üzerinde yetkisinin bulunmadığı ve onun kararlarının Kürt halkını bağlamayacağının ilan edilmesi, koruculuğun dağıtılması, Kürt işçi ve köylülerine, Kürt Marksistlerine ve devrimcilerine serbestçe örgütlenme ve siyasal faaliyet yürütme hakkının tanınması gerekli önkoşullardır. Bu ve başka önkoşullar gerçekleşmeden, bugünkü baskı ve zulüm ortamında, yasaklar zinciri içinde kalınarak, devlet eliyle “uluslararası güçlerin devreye girmesiyle yapılacak bir referandumun Kürt halkının özgür iradesini yansıtmayacağı açıktır. Bütün öteki şeyler bir yana; diktatörlüğün her türlü baskı, yasak ve tehdidi, bu koşullar değişmeksizin yapılacak bir referandumun halkın serbest iradesinin ortaya çıkmasının engelidir.
Söz konusu dergi yazarlarının yazıları ve PKK yönetiminin basına yansıyan açıklamaları, sistem içi uzlaşma arayışlarının güçlü bir eğilim olarak ulusal-devrimci saflarda var olduğunu gösteriyor. Devletten, onun politik temsilcilerinden beklentiyi de içeren bu uzlaşma eğiliminin bir göstergesi de; “eğer rejim gerçekten Kürt halkına ulusal haklarını tanımak istiyorsa, bunun tek yolu, Kürt halkının temsilcisi ile masaya oturup, sorunu tartışması ve çözüm yollarını birlikte aramasıdır.” (abç) sözleriyle dile getirilen düşüncedir.
Bu arkadaşlar bir yandan, halkımızın ulusal kaderini tayin hakkını, bugünkü koşullarda yapılacak bir referandum ve oluşturulacak “federal bir meclis” aracılığıyla “çözümlenecek” bir sorun olarak darlaştırır ve Özal gibi, diktatörlüğün en azgın temsilcilerinden, Kürt halkı yararına beklentiler içinde olduklarını açıkça ifade ederken, öte yandan Kürt Marksistlerin, Kürt işçi ve köylülerinin mücadelesini, faşizme ve emperyalizme karşı, Kürt ve Türk gericiliğine karşı mücadeleye, devrim ve sosyalizm mücadelesine genişletme çabalarını da “Kürtlerin birliği”ni bozucu girişimler olarak “Kürtler için kaygı duymak” biçiminde değerlendirmektedirler.
ULUSAL ÖZGÜRLÜK SORUNU VE KÜRDİSTAN’DA SINIF MÜCADELESİ
Gazeteci Hasan Bildirici, bizim bir süre önce Özgürlük Dünyası’nda, yazar İsmail Beşikçi’nin görüşlerine yönelttiğimiz eleştirilerine karşı Özgür Halk’ta bir cevap yazdı. Bildirici, bizim söz konusu eleştirilerimizin içeriğine değinmez ve bunları atlarken, duygu yüklü cümlelerle, bizim Kürt halkı için kaygı duymadığımız suçlamasında bulundu. Bizi, Şefik Hüsnü oportünizminin günümüzdeki temsilcisi sağ oportünist Doğu Perinçek ve onun başında bulunduğu SP ile, onun TİKP adlı önceliyle aynı yerde göstermeye çalıştı. Bildirici arkadaş, bizim, TİKP, Sosyalist Parti ve Doğu Perinçek’in başını çektiği sınıf işbirlikçi siyasal akıma karşı yürüttüğümüz ideolojik mücadeleyi bilmesine karşın, şoven milliyetçi, ordu ve düzen savunucusu bu çevre ile bir arada göstermek için gazeteci kurnazlığını kullanmaktan da geri durmadı. Kuşkusuz biz Kürt Marksistlerini ve partimizi, SP gibi sınıf işbirlikçisi, ihbarcı, devletçi bir çevreyle yan yana göstermek için kişinin dostluk ve dürüstlük sınırlarını aşması gerekiyordu.
Hasan Bildirici, bizim Kürt işçi ve köylülerine bağımsız-siyasal örgütlenmeyi, devrimci sınıf mücadelesini önermemiz ve diğer milliyetlerden işçi ve emekçilerle ortak düşmana karşı birlikte mücadele etmeleri gereğine yaptığımız vurgudan hareketle, bizi “Kürt halkı için kaygı duymamak”la suçluyor. Sınıf mücadelesinden ve enternasyonalizmden söz edilmesini “Misak-ı Millicilik” sayıyor. Bildirici’ye ve onunla aynı düşünceyi paylaşan arkadaşlara göre, Kürt halkına, özgürlük mücadelesini sınıfsal kurtuluş doğrultusunda genişletmeyi ve diğer halklarla enternasyonalist dayanışmayı önermek, “Kürt halkına ihanet etmek”tir. (!) Şöyle diyor Hasan Bildirici:
“Dili yasaklanmış, ulusal benliği darmadağın edilmiş, ülkesi parçalara ayrılmış, ulusal ekonomisi talan edilmiş bir halkı soyut bir sınıf mücadelesine çekmeye kalkmak sadece Kürt halkına yapılabilecek en büyük kötülük değil, aynı zamanda Türk halkına da yapılabilecek en büyük kötülüktür. Bu halkın her şeyden önce kendi ayakları üzerinde durma, hayvanca muamelelerden kurtulma gibi bir sorunu vardır… Bu da ulusal bir sorundur. Kürt halkı ulusal doygunluğu asgari bir düzeyde yaşamadan diğer uluslarla gerçek anlamda dayanışmalar yaşayamaz.”
Kürt işçi ve emekçilerine, ulusal köleliğe karşı mücadeleyi, ulusal taleplerle sınırlı bir mücadele olarak ele almalarını, kendilerini ulusal çitlerle çevrili bir alana hapsetmelerini, mücadelenin sosyal-siyasal içeriğini kendi sınıfsal kurtuluşları doğrultusunda, işçi-köylü devrimi ve sosyalizme doğru genişletmelerini önermek, Kürt işçi ve emekçilerini sınıf mücadelesinin sorunları konusunda, diyalektik materyalizmin ilkeleri ışığında eğitip aydınlatmak ve Kürt işçi sınıfına bağımsız siyasal sınıf örgütlenmesini sağlamak Kürt Marksistlerinin başta gelen görevidir. Bu görevi yerine getirmeye çalıştığımız için, birileri bizi “Kürt halkına kötülük yapmakla” suçluyorsa, bunu yadırgamayacağız.
Kürt burjuva ve küçük-burjuva milliyetçi düşünce savunucuları, Kürt işçi ve köylülerine Kürt ve Türk gericiliğine karşı kendi sınıf çıkarları doğrultusunda mücadele etmeyi önermenin, Kürt işçi ve köylülerini bu doğrultuda ve kapsamı sosyalizmin kurulmasına kadar genişleyen bir mücadele için örgütlemeye çalışmanın neden “Kürt halkına yapılabilecek en büyük kötülük” olduğunu açıklamalıdırlar. Kürt halkına kötülük etmemek ve Kürt halk için kaygı duymak için, kişinin, ufku burjuva ulusalcılığıyla, ezilen ulus milliyetçiliğiyle sınırlı bir çizgide mücadeleyi benimsemesi gerekmiyor.
Kürdistan’da zulme karşı mücadele yolunu seçen binlerce gencin önemli bir kesiminin devrim ve sosyalizm isteğinden kuşku duyulamaz. Bu gençlerin büyük çoğunluğunun milliyetçi-devrimci örgütlerin safına katılması onların sınıf mücadelesinden yana olmadıkları anlamına gelmez. Sınıf mücadelesi Kürt halkı açısından “soyut” değil, somuttur. Yeri geldiğinde “somut şartların somut tahlili”nden söz edenlerin, sınıf mücadelesini Kürt halkı açısından “soyut” ve gereksiz görmeleridir esas kötülük. Kürt halkı, Kürt işçi ve köylüleri kendi gerçek düşmanlarını tanımadan, bu düşmanlara karşı mücadele konusunda doğru devrimci fikirlere ulaşmadan, bu konuda eğitilmeden nasıl “ayakları üzerine kalkacak?”
Kürt işçi ve köylüleri, ulusal köleliğe karşı mücadele potansiyeli taşıyan kesimlerle bir ulusal kurtuluş cephesi’nde ittifak yapabilirler. Bunun için de Kürt işçileri başta olmak üzere, ezilen emekçi yığınların kendi halk örgütlerinde örgütlenmeleri gerekir. Kürt işçi ve emekçilerinin, Kürt burjuvazisi, toprak ağaları ve Kürt gericiliğine karşı kendi sınıfsal haklarını savunabilmesi de ancak böyle mümkün olabilir.
Kürt ulusal sorunu, bir burjuva sorunu olmaktan çok, işçi ve köylülerin sorunudur. Ulusal zulmün yöneldiği kesim esas olarak Kürt işçileri ve geniş köylü yığınlarıdır. Şehir küçük-burjuvazisinin, esnaf ve aydınların ulusal baskıya tabi tutulan kesimlerden olduğu da gerçektir. Soruna bu açıdan bakıldığında, ulusal kurtuluş her şeyden önce işçi ve köylülerin ulusal zulümden kurtuluşudur. Bunun siyasal, sosyal-sınıfsal bir anlamı olduğu açıktır. Kürdistan kapalı-ilkel bir toplum olma sınırlarını aşmıştır. Kürdistan’da kapitalizm daha geri bir düzeyde de olsa gelişmiş, sınıf ayrışmaları gerçekleşmiştir. Sınıf bilinçli Kürt işçisi, Kürt Marksist’i ve uyanış içindeki Kürt genci, somut durumu dikkate almak, buna uygun bir mücadele ve örgütlenme çizgisi izlemek zorundadır. Kürtler, “sınıfsız, zümresiz, kaynaşmış bir kitle” değildir. Kürt halkının “ayakları üzerine kalkması” için Kürt burjuvalarına ve toprak ağalarına tabi olmaları, onlarla birlik içinde bulunmaları gerekmiyor. Ulusal zulme karşı mücadele potansiyeli taşıyan herkesin ortak bir ulusallık talebinin ötesinde aynı çıkar ve hedefleri bulunduğunu söylemek, gelişmelere olgulara gözlerini kapamak, olguları çarpıtmaktır.
Hasan Bildirici “Kürtlerin birliği, dolayısıyla vatan kaygısını gütmeyen bir Kürdün başka bir halka verebileceği fazla bir şeyi yoktur” diyor. “Kürtlerin birliği”ni toprak ağalarıyla Kürt köylülerinin, Kürt sermayedarlarıyla Kürt işçilerinin “birliği” olarak mı değerlendirmek gerekiyor? Bu, burjuva bir düşünce değil midir? Halis Topraklar, Kamuran İnanlar, Cizrelioğulları, Bucaklar vb.leri Kürt değil midir? Ama bunlar Kürt işçi ve köylüleriyle nasıl birleştirilebilir? Bu kesimlerin ulusallık talep ettiğini varsaysak bile bunlarla birlik savunulamaz.
Bildirici ve onunla aynı düşüncede olan kişi ve gruplar, toplumsal gelişme yasalarının, sınıf farklılaşması ve bundan kaynaklanan çelişki ve çatışmaların Kürdistan ve Kürt toplumu için “geçersizliği”ni iddia eder ve buradan kalkınarak, sınıf mücadelesinin, sınıf bakış açısının, Kürt halkı için “lüks olduğu” sonucuna varırken, bilime bir kez daha karşı çıkıyorlar. Bu nedenledir ki bu arkadaşların literatüründe Kürt işçisi, Kürt köylüsü sözcüklerine rastlanmıyor. Onlar hemen her zaman “Kürtler”den, “Kürtlerin birliği”nden söz etmektedirler. Bu arkadaşlar önyargın suçlamaları bir kenara bırakarak, Kürdistan’da sınıfların olup olmadığı, ulusal baskı politikasının sınıf farklılığını ortadan kaldırıp kaldırmadığı ve eğer varsa Kürt işçi ve emekçilerinin bağımsız siyasal örgütlenmesinin neden gereksiz ve “Kürtlerin birliği”ne aykırı olduğunu açıklamalıdırlar. Dostça ve yararlı bir tartışma ancak böyle sürdürülebilir.
Kürt halkı, 70 yıldır Türk devlet birliği içinde zora dayalı olarak tutulmakta, ulusal varlığı inkâr edilmekte, ulusal talepleri silah zoruyla bastırılmakta, asimile edilmeye çalışılmaktadır. Bu durumun ulusal uyanış ve direnişi besleyen, ona kaynaklık eden bir nesnel temel oluşturduğu, ulusal örgütlenme ve ulusal devletin kurulması eğilimini güçlendirdiği açıktır. Kürdistan’da burjuva, küçük-burjuva ulusal örgütlenmelerin ortaya çıkmasında, dahası bu milliyetçi örgütlerin ulusal başkaldırının başına geçerek onu yönlendirme yeteneği göstermesinde yadırganacak ve karşı çıkacak bir şey yoktur. Marksistler, ezgi altında tutulan bir halkın ulusal zulme karşı başkaldırıyı esas alan ulusal karakterli örgütlerine karşı olmadılar ve değildirler. Ancak Marksistler, bu örgütlerin, proletarya ve emekçilerin bağımsız sınıf örgütlenmesi ihtiyacı ve isteminin üzerine “ulusun çıkarları”, “ulusun birliği” propagandasıyla örtme çabalarıyla da mücadele etmek zorundadırlar.
Komünist partisi ve Marksistler, “ezilen sınıfların, emekçi ve sömürülen halkın çıkarlarına yönelik ulusal çıkarlar denilen genel kavram arasında kesit, ayrım yapmak” zorundadırlar. Ulusal sorun konusunda tek doğru tutum; “bütün uluslar için tam hak eşitliğinin, “‘ulusların kendi kaderlerini tayin etme , hakkinin tanınması ve “bütün ülkelerin işçilerinin birleşmesinin savunulmasıdır.
Kürdistan açısından ele alındığında, sorunu ulusal baskı ve köleliğe, zulme ve faşist barbarlığa karşı mücadele, işçi ve emekçilerin, diktatörlüğe, emperyalizme, Kürt ve Türk egemen sınıflarına karşı mücadeleye genişletilerek mi, yoksa ulusal zulme karşı ezilen ulusun “topyekûn” örgütlenmesi ve mücadelesi olarak mı ele alınmalıdır biçiminde ortaya koymak bir zorunluluk halini almıştır. Kürt Marksistleriyle Kürt milliyetçi-devrimci örgütün temsilcileri arasındaki tartışmaların yoğunlaştığı sorunların başında bu gelmektedir.
Biz, “Kürtlerin birliği” sloganının, Kürdistan’da sınıf mücadelesi olgusunu reddeden, Kürt işçi ve emekçilerinin farklı sınıfsal çıkar ve sorunlarının üstünü örten gerici bir içeriğe sahip olduğunu, Kürdistan’daki toplumsal gelişmeyi dikkate almaktan uzak bir slogan olduğunu, bu sloganın Kürt işçisinin değil, Kürt burjuvazinin sloganı olabileceğini düşünüyoruz. Bunu söylemek Kürt halkına “kötülük yapmak” da değildir. Kürt işçileri, Kürt halkı ister Türk halkıyla birlikte yaşamaya karar versin, isterse ayrı bir devlet kurmak üzere ayrılmaya karar versin, bağımsız siyasal sınıf örgütlenmesini gerçekleştirmek ve sınıf olarak kendi kurtuluşuyla birlikte toplumu da kurtarmak zorundadır. Kürt işçisi bu sınıf bakış açısıyla hareket etmedikçe köle olarak kalmaya mahkûm olacaktır.
ENTERNASYONALİZM SORUNUNUN ÇARPITILMASI
Adı geçen yazısında Hasan Bildirici, proleter enternasyonalizmi sorununu da çarpıtıyor, devrimci içeriğinden soyutlayarak ele alıyor, Kürt işçi ve emekçisinin enternasyonalist görevlerinden söz edilmiş olmasını “Misak-ı Millicilik” olarak adlandırıyor. Şu sözler ona ait:
“Enternasyonalizm olayı da yanlış anlaşılıyor. Kürt halkında ne zaman kendi ayakları üzerinde durma çabaları görülse, Türk solu soyut bir enternasyonalizm kavramını ortaya çıkarıyor. Bu bilinçaltı oluşmuş bir ‘Misak-ı milliyetçilik’. Bunun geri biçimleri Osmanlı’da ‘din kardeşliği’ TC’nin kuruluşunda iki halkın ülkesi ve ‘hepimiz Müslümanız’dır. Şimdi önerilen ise bunların daha modern bir biçimidir. Oysa gerçekte Kürt halkında eksik olan enternasyonalistlik değil, milli duygulardır. Kürt halkı o kadar ‘enternasyonalisttir’ ki tarih boyunca gelene ağam demiştir. Her türlü egemen gücün kulu, askeri, paşası olmuştur.”
Bu türden bir kaba benzetmeye, önyargıları tekrarlamaya, bilimsel tartışmalardan kaçınarak kara çalma yöntemlerini öne çıkarmaya ve enternasyonalizmi “gelene ağam, gidene paşam” demek olarak gösteren anlayışa ne denebilir ki!
Enternasyonalizmden söz edilmiş olmasını, neden ve hangi amaçla söz edildiğine bakmaksızın, egemen sınıfların Misak-ı Millici anlayışlarıyla aynı görmek, sömürücü sınıfların “din kardeşliği”, “Müslümanlık” gibi anlayışların “modern biçimi” olarak göstermek olsa olsa, önyargıya dayalı kaba bir kara çalmadır, bilime karşı küfürle sonuca ulaşmaya çalışmaktır.
Biz söz konusu yazımızda (Beşikçi Eleştirisi) enternasyonalizm sorununu, proletarya ve burjuvazinin uluslararası sınıflar olması nedeniyle, proletaryanın uluslararası dayanışmasının zorunluluğundan söz ederken ele aldık. Beşikçi’nin enternasyonal görevleri küçümseyen, dahası bunları Kürtler açısından gereksiz sayan düşüncelerini eleştirdik. Kürt işçilerinin, Kürt halkının milli duygu ve düşüncelerle kendisini sınırlamasını isteyenlerin yanlışlarına dikkat çektik. Bildirici’nin benim Beşikçi’ye yönelik eleştiri yazımdan aktarıp eleştirdiği paragrafta şöyle deniyordu: “O, ezilen Kürt ulusunun işçi ve emekçilerinin ezilen ulusun mensupları olarak kaldıkları ve ayrı bir devlet kurmadıkları sürece, birlikte yaşadıkları Türkler dâhil, diğer uluslararası işçi ve emekçilerle enternasyonalist bir dayanışma ve birlik içine giremeyeceklerini, dahası girmemesi gerektiğini vaaz ediyor.” Hasan Bildirici’nin burada ifade edilen düşünceye karşı söyledikleri ise yukarıdaki paragrafta aktarıldı.
Hasan Bildirici bizim konuya ilişkin düşüncelerimizi eleştirme yerine küfretme yolunu seçiyor. Enternasyonalizmi köleliğin kabulüyle eş gösteriyor. “Gelene ağam, gidene paşam” demenin, “her türlü egemen gücün kulu” olmanın “enternasyonalistlik” olduğunu ileri sürüyor. Küçük-burjuva milliyetçiliğinin enternasyonalizm olarak ulusların eşitliğinden başka bir şey görmediği açıktır.
Bu ülkede “Misak-ı millici” politika izleyen, Kürt halkının ulusal istemlerle ayağa kalkışı karşısında sosyal şoven bir tutum ilan, burjuvaziyle işbirliği çizgisi izleyen güçlerin olduğu doğrudur. Ancak, halkımızın ulusal zulme, faşist barbarlığa ve emperyalist egemenliğe karşı kurtuluş mücadelesinin doğru devrimci bir siyasal çizgide yükselmesi için çaba gösteren biz Kürt Marksistlerini ve tüm milliyetlerden proletaryanın devrimci komünist partisini, “Misak-ı milli”cilikle suçlamak, hem gerçeklerin çarpıtılmasını içeren kaba bir inkârcılık ve hem de devrimci siyasal dürüstlükle bağdaşmayan bir hafifliktir.
Kürt halkının kimi Marksist görüp görmediği ise siyasal pratiğin bir sorunudur ve toplumsal yaşamın aynasında sınanacaktır. Ve bir söz daha “milli duygu” vurgusuyla işçi ve emekçilerin sınıf hedeflerinin perdelenmesinin ve bu hedeflere ulaşmanın yol ve yöntemlerinin bilgisiyle donanmasının gereksiz sayılmasının ulusal kurtuluşa faydası yoktur.
Ulusal-devrimci hareketin raflarında yer alan arkadaşlar, çeşitli sorunlara ilişkin düşüncelerimizi baştan ve önyargılı olarak reddetme yerine, inceleyip irdeleme tutumunu benimserlerse, her şeyden önce, özgürlük mücadelesinin başarısına hizmet etmiş olacaklardır.
Ağustos 1992