TDKP röportajı: Dünyada durum ve sosyalizmin olanakları

Haftalık Haberde Yorumda GERÇEK dergisi, Türkiye Devrimci Komünist Partisi (TDKP) Merkez Komitesi temsilcisi ile bir dizi röportaj gerçekleştirdi. Kısaltılarak yayınlanan röportajın tamamını okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz. Önümüzdeki sayılarda diğer bölümlerini yayınlamaya devam edeceğiz.

Önce olgulardan başlayalım. Emperyalist-burjuva çevreler zafer naraları atıyor. Sosyalizmin çöküşünün ve iflasının-kapitalizmin, insanlığın ortaya çıkardığı en ileri ve son toplumsal sistem olduğunun kanıtlandığı ileri sürülüyor. Bu olgular karşısında siz ne düşünüyorsunuz? Komünizm ölmedi mi?
Belirttiğiniz gibi bir süredir, Marksizm’in ve sosyalizmin iflas ettiğini, burjuva ideolojisi ve pazar ekonomisi olarak da nitelenen kapitalizm karşısında kesin bir yenilgiye uğradığını, kapitalizmin sosyalizmden üstün olduğunu merkezine alan alçakça bir kampanya yürütülüyor. Dünya burjuvazisinin ve gericiliğinin eski ve yeni revizyonizmin tam desteğinde başlatılan ve günümüzde de yürütülen bu kampanya; çağımızda, sosyalizme ve Marksizm’e cepheden yapılan en açık, en fütursuz bir saldırı olma özelliği taşımaktadır. En açık ve cepheden yapılan en fütursuz saldırı olmasına karşın o, aynı zamanda sonuçları itibariyle de en etkili kampanyadır. İşçilerin ve emekçilerin açık burjuva, burjuva-feodal ideolojilerin etkisi altındaki kesimlerinin yanı sıra, ileri unsurlarını, sosyalizmi ve Marksizm’i, savunan ve etkisi altındaki kesimlerini sosyalist ya da Marksist olduğunu iddia eden aydınları, partileri ve akımları etkilediği yadsınamayacak bir gerçektir. Yakın zamana kadar sosyalizme sempati duyan Marksizm’in en bilimsel teori olduğuna inanan işçiler, emekçiler ve aydınlar arasında küçük bir azınlık bir yana bırakılacak olursa; umutsuzluğun, güvensizliğin kol gezdiği de yadsınamaz. Bu kampanya etkili oldu, çünkü burjuvazi gericilik ve yardakçıları saldırılarını görünürde de olsa son 40-45 yılın olgularına ve süreçlerine sosyalizmin tarihsel önemdeki eski kazanımlarının kitleler arasında geliştirdiği yargılara dayandırma olanağını buldular.
Sosyalizmin yenilgisi ve iflası kapitalizmin kesin üstünlüğü ve zaferi hangi olgulara süreçlere dayandırılıyor.
Birinci olarak, proleter devriminin zafere ulaştığı bir ülke olan Sovyetler Birliği başta olmak üzere, 2. Dünya Savaşı sonrası halk demokrasili rejimlerle kurulduğu ve inşası sürecinin başlatıldığı Doğu Avrupa ülkelerinde, sosyalist kampı oluşturan ülkelerde, son olarak da Arnavutluk’ta yaşanan olgulara ve süreçlere; bu ülkelerde yaşanan ekonomik, politik, toplumsal, ideolojik vb. çok yönlü bunalım ve çöküntüye ve bunlara eşlik eden klasik kapitalist şekillenişe alt ve üst yapıda geçiş sürecine;
İkinci olarak, proletaryanın hiçbir zaman iktidarı ele geçirmediği, egemen sınıf olarak örgütlenmediği ve sosyalist inşa yoluna girmeyen, ancak, kendini sosyalist olarak ilan eden Küba, Çin, Angola, hatta Cezayir gibi ülkelerde yaşanan süreçlere ve olgulara;
Üçüncü olarak da komünist, sosyalist adını taşıyan ve M-L teoriyle donandığını ve işçi sınıfının devrimci partileri olduğunu iddia eden parti ve akımların yaşadıkları süreçlere dayandırılıyor.
Yürütülen emperyalist-burjuva kampanya, kendini sosyalist, komünist olarak ilan eden ülkelerde ve partilerde özellikle 1980’li yıllarda bütün çarpıcılığıyla ortaya çıkan çok yönlü bunalım, çürüme ve çözülmeye dikkat çekiyor. Bunalım, çürüme ve çözülme, bu ülkelerin ve partilerin kapitalizmi açıkça kutsamaları; sosyalizmin, M-L’nin iflası ve yenilgisi, kapitalizmin, emperyalizmin üstünlüğü ve kesin zaferi olarak yansıtılıyor.
Yakın zamana kadar kendilerini, sosyalist ülkeler olarak ilan eden, gerçek M-L parti ve güçler dışında kalan tüm politik güçler tarafından da, gerek ulusal gerekse uluslararası planda böyle yansıtılan ve kabul gören bu ülkelerde, özellikle 1980’li yıllarda çok yönlü bir bunalımın yaşandığı ve hâla da sürmekte olduğu yadsınamaz. Yadsınamayacak olan bir gerçek de hiç kuşkusuz, ister iktidarda ister muhalefette olsun Komünist olarak bilinen partilerin ezici çoğunluğunun da, kitle desteklerini yitirdikleri, ideolojik, örgütsel çok yönlü bir girdaba düştükleri, önceleri görünürde de olsa savundukları M-L’i açıkça reddeden tipik sosyal-demokrat partiler haline gelerek varlıklarını sürdürmeye çalıştıklarıdır. Bütün bunlar yadsınamaz gerçekler. Ancak konunun can alıcı noktası 1980’li yıllarda çok yönlü bunalımın girdabında çözülen, dağılan bu ülke ve partilerin kendilerini tanımladıkları ve bilindikleri gibi M-L ilkeleri uygulayan gerçek sosyalist ülkeler ve partiler olup olmadıkları. Bir başka can alıcı sorun da; burjuva-revizyonist kampanyanın ilan ettiği gibi, kapitalist-emperyalist sistemin evrensel uyum sürecine girerek, onu ölüme götürecek uzlaşmaz karşıtlıkların üstesinden gelme, bu karşıtlıkları şiddetlendirerek bütün yalınlığıyla açığa çıkan derin bunalımları aşma yeteneği kazanıp kazanmadığı.
Önce birinci sorun üzerinde duralım. Küba, Çin gibi kendilerini sosyalist olarak ilan eden, ancak hiçbir zaman sosyalist gelişme yoluna girmemiş olan ülkeleri bir yana bırakacak olursak, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkeleri, yani 2. Dünya savaşı sonrası sosyalist kampı oluşturan bu ülkeler, farklı zamanlarda proletaryanın ve Komünist Partilerin iktidarı ele geçirdiği ve değişik düzeylerde de olsa sosyalist kuruluşun ilerlediği ülkelerdi. Komünist Partilerin ezici çoğunluğu da işçi sınıfının M-L teoriyle donanmış sınıf partileri olarak kurulan ve gelişen partilerdi. Burjuva-revizyonist propaganda ve kampanya bu ülkelerin ve partilerin derin bir bunalım, çürüme ve son olarak da çözülme dağılma sürecine girdikleri 1980’li yıllara kadar sınıf niteliklerinin, sosyalist niteliklerinin değişmediği, aynı çizgide geliştikleri üzerine oturuyor. Bugün de egemen olan ve onların krizini ve çöküntüsünü sosyalizmin krizi ve çöküntüsü olarak yansıtma olanağı yaratan bu egemen görüştür. Egemen olan her zaman doğru olan ve gerçeği yansıtan değildir. Egemen olmasına, görünüşe, biçime yaslanmasına karşın bu tahlil, bu varsayım gerçeği, yaşanan sürecin ve olguların özünü yansıtmamaktadır.
Hemen her sorunda olduğu gibi, yukarda belirtilen olguları ve süreçleri tahlilde ve değerlendirmede de iki temel görüş ortaya çıkmaktadır. Bu iki temel görüş ya da sav; çağımızda burjuvazi ve proletaryanın uzlaşmaz karşıtlık halindeki iki temel sınıfı oluşturmasının bir sonucu olduğu gibi, aynı zamanda bu karşıtlığın bir yansımasıdır. Bu temel karşıtlık sadece yaşanan süreç ve olguları tahlilde ve değerlendirmede değil, kaçınılmaz olarak mevcut durumu ve gelişme doğrultusunu, tarihsel gelişmenin yönünü tahlil ve değerlendirmede de yansımaktadır.
Burjuva-revizyonist kampın, onların yörüngesinde yer alan ara akımların iddialarının tam aksine, 1917 Ekim Devrimi’yle Sovyetler Birliği’nde başlayan ve 2. Dünya savaşından sonra Doğu Avrupa ülkelerine doğru genişleyen sosyalist inşa süreci, 1980’li yıllara kadar kesintiye uğramadan süren bir süreç değildir. Sosyalist inşanın 1980’li yıllara kadar kesintiye uğramaksızın büyük zorluklar ve fedakârlıklar pahasına sürdürüldüğü tek ülke sosyalist Arnavutluk’tu. Arnavutluk dışındaki eski sosyalist ülkelerin ve eski Komünist partilerin ezici çoğunluğunun tam bir çöküntü ve çürümenin yaşandığı 1980’li yıllara kadar kendilerini sosyalist, hatta komünist, M-L olarak nitelemeleri bu gerçeği değiştirmemektedir.
Burjuva-revizyonist propaganda; sosyalizmin aldığı yenilgi ile eski sosyalist ülkelerde bütün yalınlığıyla ortaya çıkan çok yönlü bunalım ve çöküntüyü, bunu izleyen alt ve üst yapıda klasik kapitalist şekillenişe geçişi özdeşleştiriyor. Bu ülkelerde sosyalizmin tasfiyesi ve kapitalizmin inşası, dünya proletaryasının devrimci hareketinin aldığı büyük yenilgi, tam da bu sürecin bütün sonuçlarının tüm yalınlığıyla ortaya çıktığı, klasik kapitalist bir şekillenişe geçilen dönemle başlatılıyor. Arnavutluk bir yana bırakılacak olursa, başta Sovyetler Birliği olmak üzere eski sosyalist ülkelerde sosyalizmin yıkılması ve kapitalist ülkelerde devrimci işçi hareketinin tasfiyesi ve bu hareketin genelkurmayı Komünist Partilerin reformcu burjuva, küçük-burjuva partiler haline gelmesi ile eski sosyalist ülkelerde 1980’li yılların sonlarına doğru bütün yalınlığıyla ortaya çıkan çok yönlü bunalım ve çöküntü ve bunu izleyen bilinen gelişmeler zamandaş olmadığı gibi farklı tarihsel dönemlere denk düşmektedir. Yaşanan süreci ve olguları doğru tahlil edebilmek ve doğru bilimsel sonuçlar çıkarabilmek açısından bu, kavranacak halkalardan birini oluşturmaktadır.

Arnavutluk dışındaki sosyalist ülkelerde sosyalizmin yıkılması ve komünist partilerin burjuva-reformist partiler haline gelmesi sürecinin 1980’li yıllarda başlamadığını belirtiyorsunuz. Bu süreç 1980’li yıllarda başlamadı ise ne zaman başladı ve tamamlandı?
Emperyalist-kapitalist sistemin yeni cephelerden varıldığı ve ağır darbelerin vurulduğu Komünist Partilerin yeni ülkelerde iktidarı ele geçirdiği, birçok ülkede ise iktidar alternatifi olacak kadar güçlendiği, işçi sınıfının ve halkların sosyalizmin tarihinin en büyük zaferlerini kazandığı, kesin bir zafer kazanmanın olanaklarının genişlediği dönemin hemen ardından başladı. Büyük zaferlerin kazanıldığı, üstelik kesin zafere doğru ilerlemenin olanaklarının büyüdüğü ve genişlediği bir dönemde böyle bir sürecin başladığı tespitinin yapılması şaşırtıcı gelebilir. Ancak bu tüm devrimlerin tarihi tarafından da doğruluğu kanıtlanan ve sınıf analizinden çıkarılan devrimin ilerlediği ve devrilen sınıfların eskisinden yüz kat bin kat güçlü bir kararlılıkla direndiği Marksist tezi göz önüne alındığında şaşırtıcı ve anlaşılmaz bir durum değildir.
2. Dünya Savaşı ve sonrası süreç; bir yandan emperyalizme ve dünya gericiliğine ağır darbelerin vurulduğu öte yandan da, emperyalizmin ve dünya gericiliğinin kaybettiği tüm mevzileri geri almak, devrim ve sosyalizm mücadelesinin tüm kazanımlarını tasfiye etmek için birleşik bir saldırı örgütleme koşullarının ortaya çıktığı, devrimin karşı-devrimi geliştirerek ilerlediği bir süreç oldu.
2. Dünya Savaşının en önemli sonuçlarından biri de; ABD emperyalizminin savaştan diğer emperyalistler karşısında tam bir üstünlük sağlayarak çıkması ve onları hegemonyası altına almasıdır. Bu durum, emperyalist sistemin yediği darbelerle birleşince emperyalistler arası çelişkiler ortadan kalkmamasına karşın, ilk kez emperyalizmin ve dünya gericiliğinin sosyalizme, işçi sınıfının ve ezilen halkların devrimci hareketine karşı tek bir komuta ve ortak strateji ve taktikler etrafında birleşik bir saldırı başlatma ve sürdürme koşullarının oluşmasına yol açtı.
2. Dünya Savaşının hemen akabinde ağır darbeler yiyen dünya emperyalizminin ve dünya gericiliğinin, sosyalist kampa devrim ve sosyalizm mücadelesine karşı, kapitalist dünyanın yeni efendisi ABD emperyalizminin liderliğinde bütün güçlerini birleştirerek tam bir ölüm kalım perspektifiyle çok yönlü bir saldırı kampanyası başlattığı; nükleer, termo-nükleer savaş tehdidiyle proletaryayı, halkları ve sosyalist kampı teslim olmaya zorladığı, öte yandan da bin bir bağla kapitalizme ve emperyalizme bağlı yalpalayan ara güçlerle ilişkilerini yenilediği, proletaryayı ve halkları devrimden alıkoymak için yeni tedbirler aldığı biliniyor. Bunların, kitlelerin geri kesimlerinin, devrim ve sosyalizm mücadelesinin yalpalayan güçlerinin yanı sıra, iktidarda ya da muhalefette olsun işçi sınıfının devrimci partilerini, başta da en zayıf unsurlarını etkilediği, uzlaşma ve teslimiyet eğilimlerini körükleyen ve geliştiren etkenler olarak ortaya çıktığı açık.
İşte bu koşullarda, iktidarda ya da muhalefette olsun Komünist Partilerin, devrimci işçi hareketinin saflarında modern revizyonizme doğru gelişecek olan yeni oportünist eğilimler uç vererek gelişti. Modern revizyonizme doğru gelişecek olan oportünist eğilimler sadece sosyalist ülkelere, iktidarda olan proletaryaya ve Komünist Partilere özgü bir olgu olmadığı gibi, ilk kez bu ülkelerde ortaya çıkıp egemen hale gelmedi. Yeni gelişmeler ve yeni sorunları kullanan oportünizm ve modern revizyonizm Komünist Partilerin ezici çoğunluğuna egemen olarak bu partilerin çizgisini değiştirdi. Yeni oportünist eğilimlerin ortaya çıkışı ve modern revizyonizm biçiminde olgunlaşarak egemen hale gelmesi süreci; uluslararası özelliklerine, bağlantılarına ve ortak temeline karşın bütün ülkelerde aynı anda başlayan ve sonuca varan bir süreç olmadı. Bununla birlikte, gerek uluslararası Komünist Hareketin bütünü, gerekse başta Sovyetler Birliği olmak üzere sosyalist kampın gelişimi açısından SBKP’nin 1956’da yapılan 20. Kongre’si bir dönemeç noktasıdır. 20. Kongreyle birlikte, her dönemeç noktasında ortaya çıkan ara akımları bir yana bırakacak olursak, uluslararası Komünist hareket içinde, devrimci-proleter ve revizyonist-burjuva olmak üzere iki temel çizgi bütün yalınlığıyla ortaya çıktı. Uluslararası Komünist ve işçi hareketi saflarında modern revizyonizmin egemenliği ve açık bir bölünme ve Arnavutluk dışındaki sosyalist ülkelerde sosyalizmin tasfiyesi ve restorasyon sürecinin 1950’li yılların ikinci yarısında başladığı ve 1960’li yıllarda tamamlandığı söylenebilir ve söylenmelidir de.
Modern revizyonistlerin, yeni olgular ve gelişmeleri kullanarak M-L’i geliştirme, sosyalizmin sorunlarını çözme gerekçesiyle M-L’den sosyalizmden saptıkları 1950’li yıllarda ve sonrasında, liderliğini başında Enver Hoca’nın bulunduğu AEP’nin yaptığı gerçek komünistler, modern revizyonizmin egemenliği ile birlikte Arnavutluk dışındaki sosyalist ülkelerde, sosyalist inşanın kesintiye uğradığını ve kapitalizmin inşası yoluna girildiğini ve komünist partilerin gerçek M-L partiler, proletaryanın devrimci sınıf partileri olmaktan çıktıklarını savundular. Partimiz de kuruluşundan beri bunu savundu.
Uluslararası işçi ve komünist hareket içinde modern revizyonizmin egemenliği, Arnavutluk Emek Partisi ve sınırlı sayıdaki diğer parti dışında Komünist Partilerin yozlaşarak reformcu burjuva partiler haline gelmelerine, Arnavutluk dışındaki sosyalist ülkelerde sosyalizmin yıkılmasına, kapitalist ülkeler haline gelmelerine, devrimci işçi hareketinin tasfiyesine, proletaryanın devrimci önderliğinden yoksun kalan ezilen halkların devrimci hareketinin gerilemesine yol açtı. Sosyalizm, dünya proletaryası ve ezilen halkların devrimci hareketi tarihinin en ağır yenilgisini burjuva-revizyonist kampanyanın iddialarının tam aksine 1980’li yılların sonunda değil, 1950’li yılların ikinci yarısında aldı ve sosyalist inşanın kesintiye uğraması ve kapitalizmin restorasyonu süreci bu yıllarda başlayarak 1960’lı yıllarda tamamlandı. 19601ı yıllardan bu yana dünyanın tek sosyalist ülkesi olan Arnavutluk’ta, sosyalizmin 1980’li yılların sonunda yıkılması ise, 1950’li yılların ikinci yarısında alınan yenilginin son halkasıdır ve burjuvazinin ve emperyalizmin son zaferidir.

Arnavutluk dışındaki sosyalist ülkelerde Sosyalist inşanın 1950’li yılların ikinci yansında kesintiye uğradığını ve kapitalist restorasyonun 1960’lı yıllarda tamamlandığını belirtiyorsunuz. Ancak temel üretim araçlarının yakın zamana kadar devlet mülkiyetinde olduğu, planlı ekonominin uygulandığı bu nedenle de 1960’lı yıllardan sonra da toplumsal sistemin özünde değişmediği ileri sürülüyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bu görüşü savunanlar, gerçeği baş aşağı çeviriyorlar ve niyetlerinden bağımsız olarak dün olduğu gibi bugün de burjuva-revizyonist kampanyayı güçlendiriyorlar. Somut durumun somut tahlilini yapacaklarına, her tarihsel süreci, özgül özelliklerini göz önüne alarak tahlil edeceklerine, görüntüye, biçime ilişkin olana takılıp kalıyorlar, özü kaçırıyorlar, biçime ilişkin kalıplarıyla sonuçlar çıkarıyorlar.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki; sosyalist toplum, başka şeylerin yanı sıra temel üretim ve dağıtım araçlarının bir azınlığın değil, tüm toplumun malı olmasıyla ayrılır. Komünizmin ilk aşamasını oluşturan ve kapitalizmden komünizme bir geçiş toplumundan başka bir şey olmayan sosyalist toplumda tüm halkın mülkiyeti, kolektif toplumsal mülkiyet, zorunlu olarak, devlet mülkiyeti biçiminde şekillenir. Ancak, bundan hareketle her devlet mülkiyeti sosyalist ya da tüm halkın mülkiyeti olarak ele alınamayacağı gibi, kendi başına devlet mülkiyeti sosyalizme özgü bir mülkiyet biçimi değildir. Bilimsel sosyalizmin kurucuları Marx ve Engels’in sorunun bu yönüne dikkat çektikleri, üretimdeki yoğunlaşma ve sermayedeki merkezileşmenin zorunlu olarak kapitalizm koşullarında, kapitalist-burjuva mülkiyetin bir biçimi olarak devlet mülkiyetini gündeme getireceğini örnekler de vererek belirttiler. Hatta Engels’in Almanya’da devlet işletmelerinin ortaya çıkması ve yaygınlaşmasından hareketle, bunları sosyalizm olarak ilan eden savları, her devlet mülkiyetini sosyalizm olarak niteleyen düzmece bir sosyalizmin türediği biçiminde değerlendirdiği ve alaya aldığı bilinir. İçeriği, özü, işlevi sosyalist toplumdaki planlamadan bütünüyle farklı bir planlama, üretimde anarşiyi ve aşırı üretimi yok etmeyen ve yok etmeyecek olan bir planlama da, kapitalist üretim tarzına bütünüyle yabancı bir kategori değildir. Bunun için fazla uzağa gitmeye gerek de yoktur. Devlet mülkiyeti ve sözde bir planlama kapitalist üretim tarzına, kapitalist topluma aykırı görülecektir. Kuşkusuz, sorunun bu çerçevede ele alınması, kendi başına eski sosyalist ülkelerde yaşanan süreci, bu ülkelerde 1950’li yılların ikinci yarısından itibaren inşa edilen ve yakın zamana kadar varlığını koruyan toplumsal sistemin özünde aynı olmasına karşın kapitalist ülkelerle aralarındaki farklılıkları tam olarak açıklamıyor ve yetersiz kalıyor. Çünkü yakın zamana kadar eski sosyalist ülkelerde, devlet mülkiyeti ve planlama sosyalist gelişme sürecine hiç girmemiş ülkelerden farklılıklar arz ettiği, çok daha yaygın olduğu gibi, sosyalist biçimler bunlarla da sınırlı değildi. Durumu tam olarak açıklamasa da, yukarıda belirtilenler, gerek teoride gerekse pratikte devlet mülkiyeti, planlama gibi kategorilerin sadece sosyalizme özgü olmadığı gerçeğinin görülmesi ve bir önyargının yıkılması açısından önem taşımaktadır.
Sorun, yukarda belirtilenler, başta SSCB olmak üzere eski sosyalist ülkelerde yaşanan geriye dönüş sürecinin ayırt edici özellikleri ve kapitalist şekilleniş üzerindeki etkileri ile birlikte ele alındığında anlaşılır olacaktır. Bir önceki soruyu yanıtlarken ana hatlarıyla da olsa devrimin karşı devrimi geliştirerek ilerlediği gerçeğine değinmiş ve 2. Dünya Savaşı sonrası emperyalizmin ve dünya gericiliğinin çok yönlü, birleşik bir saldırı kampanyası başlatarak baskı ve kölelik düzenlerini ayakta tutmak ve kaybettikleri mevzileri kazanmak için yeni düzenlemeler yaptıklarını belirtmiştik. Ancak bilinen bir başka gerçek de; emperyalist-kapitalist kampla sosyalist kamp arasındaki açık bir çatışma ya da devrilen sınıfların açık bir hareketi sonucu sosyalizmin tasfiye edilmediği, sosyalist inşa sürecinin eski sınıfların iktidarı ele geçirmesiyle kesintiye uğrayarak, kapitalist restorasyonun başlamadığıdır.
Özellikle Sovyetler Birliği açısından, kapitalist restorasyon sürecinin ayırt edici özelliği, sosyalist inşa sürecinin ilerlemesine bağlı olarak zayıflayan, ancak yok olmayan ve biçim değiştiren ve komünizmin son aşamasına kadar varlığını kaçınılmaz olarak sürdürecek ve zayıflayarak da olsa sürekli yeniden üretilecek olan kapitalizmin unsurlarına ve bu temelde gerekli tedbirlerin zamanında alınmaması sonucu oluşacak olan elverişli ulusal ve uluslararası koşullarda yozlaşarak toplumu kapitalizmin restorasyonu yoluna sokacak olan politik toplumsal güçlere dayanarak ve bazı sosyalist biçimler korunarak hatta “komünizmin ileri aşamalarına geçiyoruz” şiarı altında gerçekleşmemiş olmasıdır. Sovyetler Birliği’nde 1930’lu yılların sonlarında sosyalizmin ekonomik temelinin esas olarak kurulduğu ve kalıntıları kalsa da sömürücü sınıfların, sınıf olarak yok edildiği göz önüne alındığında, emperyalist-kapitalist kampla açık bir savaş sürecinde alınan bir yenilgi sonucu ve devrilen ama yok edilmeyen sömürücü sınıfların kalıntılarına dayanılarak toplumsal gelişme sürecinin yönü değiştirilemediği sürece geriye dönüş sürecine giriş zorunlu olarak başlayabilir ve sürebilirdi. Temel üretim araçları üzerinde devlet mülkiyetinin, görünürde merkezi planlamanın üst yapıda sosyalist biçimlerin deforme edilerek sürmesi, bu sürecin kaçınılmaz sonuçlarıydı. Bu aynı zamanda geriye dönüş sürecini başlatan ve sürdüren tabakaların çıkarlarına da uygundu. Nitekim Sovyetler Birliği’nde olan da buydu. Bu durum aynı zamanda diğer sosyalist ülkelerde de kapitalist restorasyon sürecinin izleyeceği yolu belirleyen etkenlerden biri oldu. Nitekim Sovyetler Birliği’ni geriye dönüş sürecine sokan modern revizyonistler, diğer sosyalist ülkelerde açık kapitalist biçimler altında kapitalist restorasyon sürecinin başlatılmasına karşı çıkar, hatta Macaristan ve Çekoslovakya örneklerinde açıkça görüleceği gibi silahlı müdahaleden kaçınmazlarken, ‘sosyalist’ biçimler altında kapitalizmin restorasyonu yoluna girilmesinin en büyük destekçileri ve teşvikçileri oldular. Buna karşı direnen güçleri ezmekten kaçınmadılar.
Arnavutluk dışındaki sosyalist ülkelerde geriye dönüş süreci; kaçınılmaz olarak aynı zamanda Sovyetler Birliği’nin süper bir emperyalist devlet ve onun başını çektiği yeni bir emperyalist bloğun tarih sahnesine çıktığı bir süreç oldu. Bu yeni süper devlet ve emperyalist blok, liderliğini ABD emperyalizminin yaptığı emperyalist bloktan özü itibariyle değil, süreç içinde farkları giderek azalan biçimleri itibariyle ayrılıyordu. Bu olgu, özellikle proleter devriminin ilk zafere ulaştığı Sovyetler Birliği’nin büyük prestiji ve Lenin ve Stalin döneminde dünya proletaryası ve halkları arasında yarattığı güvenle birleşince Sovyetler Birliği’nin ve bloğunun sosyalist ülkeler olarak, iki emperyalist blok arasındaki mücadelenin sosyalizmle kapitalizm arasındaki mücadele olarak yansıtan burjuva-revizyonist demagojinin sadece kitlelerin geri kesimleri arasında değil ileri kesimleri arasında da etkili olması olanağının doğmasına ve böyle algılanmasına yol açtı.
Sosyalizmin inşası sürecinde ileri adımların atıldığı, özellikle sosyalizmin ekonomik temelinin inşasının esas olarak daha 1930’lu yılların sonunda tamamlandığı ve kitlelerin sosyalizmin üstünlüğünü kendi öz deneyleriyle pratikte de gördükleri SSCB gibi bir ülkede, geriye dönüşün sürekli zayıflayarak ve biçim değiştirerek de olsa varlığını sürdüren kapitalizmin unsurlarına dayanarak gerçekleştiği koşullarda, açık burjuva ideolojinin klasik, tipik kapitalist biçimlerin bir çırpıda egemen olmasını beklemek, teoride bilimsel düşünceden uzaklaşmak, pratikte ise tam bir ahmaklıktır. Başta SSCB olmak üzere sosyalist kampı oluşturan ülkelerdeki sosyalist inşa sürecinin eriştiği düzeyi ve sonuçlarını atlamak, görmezlikten gelmektir. Biçim ve öz arasındaki ilişkiyi tersine çevirmektir. Sadece toplumsal gelişmenin tarihi değil, doğadaki gelişme süreci de incelendiğinde; her özün kendine uygun biçim altında gelişip serpildiği ancak öze ilişkin her değişimin de eski biçim altında başladığı ve kendine uygun biçimi süreç içinde geliştirip egemen kıldığı görülecektir. Nitekim SSCB başta olmak üzere eski sosyalist ülkelerde 1950’li yılların ortalarından bu yana yaşanan süreçte buna uygundur.
Merkezi planlama, temel üretim araçları üzerindeki devlet mülkiyeti vb.nin 1950’li yıllardan sonra değişmediği; kâr için üretime, pazar için üretime ve kapitalist rekabete kısaca pazar ekonomisi olarak da adlandırılan kapitalist ekonomiye geçişin 1980’li yıllardan sonra Gorbaçov’la birlikte başladığı yaygın bir kanıdır. Ancak bu doğru değil. Kruşçevci modern revizyonistlerin SSCB ve diğer sosyalist ülkelere egemen olması aynı zamanda, merkezi planlama, devlet ve çalışanlarla üretim süreci ve üretim araçları arasındaki ilişkilerde, toplam toplumsal üretimin dağılımında vb. köklü reformların yapılmasının başlangıcı oldu. Bu reformlar daha sonra Brejnev döneminde Liberman Reformlarıyla sürdürüldü. Bir yandan merkezi planlamanın etki alanı daraltılır, özerklik ve inisiyatif adı altında üretim sürecine ve ürünlerin alım satımına ilişkin yetkiler işletme yöneticilerine aktarılırken, kâr ve pazar için üretim tüm toplumun ihtiyaçlarını karşılamak ve ekonominin uyumlu ve dengeli gelişimini sağlamak için yapılan üretimin yerini aldı. Bu sınırlı örnekler bile, 1950’li yılların ikinci yarısından itibaren sosyalist biçimlerin bir çırpıda, bir kenara atılarak açık kapitalist biçimlere geçilemediğini ancak, sosyalist biçimlerde de değişikliklerin yapıldığını, süreç içinde açık kapitalist biçimlere sözde reformlarla giderek daha çok yaklaşıldığını göstermektedir. 1980’li yılların sonlarında SSCB ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinde, bir yönü de klasik açık kapitalist biçimlere geçiş olan son gelişmeler, bu ülkelerde 1950’li yılların ikinci yarısından itibaren modern revizyonizmin egemenliği ile birlikte girilen sürecin son evresi sosyalist biçimler altında başlayan kapitalist-burjuva değişimin, sosyalist biçimlerin” son kalıntılarından da arınması, kendi tipik biçimlerini egemen kılmasıdır. Bu nedenle SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan son gelişmeler gerçek M-L partiler ve güçler için sürpriz olmadı. Aksine, onlar, yıllar önce revizyonizmin egemenliği ile başlayan sürecin bu yönde gelişeceğini tahlil ettiler.

Birçok şeyi “sosyalizmden kapitalizme geriye dönüş”le açıklıyorsunuz. Bu, sosyalizmin kapitalizme üstünlüğüne gölge düşürmüyor mu?
Hayır, gölge düşürmüyor. Olgular ve yaşanan süre tam tersine, gerçek duruma uygun bilimsel kıstaslar ve normlarla hareket edildiğinde; sosyalizmin tarihinin en ağır yenilgisini aldığını ancak sosyalizmin kapitalizme üstünlüğünün kanıtlandığını gösteriyor. Modern revizyonistlerin demagojileri ve görünüşe ilişkin olgulardan hareket edip, klasik kapitalist yöntemlere geçilen 1980’li yıllara kadar SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerini, kendini sosyalist ilan eden ülkeleri, sosyalist ülkeler olarak ele alırsanız, sosyalizmin, M-L’in iflas ettiği, kapitalizmin sosyalizme üstünlüğünün kanıtlandığı sonucuna varırsınız. Arnavutluk dışındaki eski sosyalist ülkelerde sosyalist inşanın 1950’li yılların ikinci yarısında kesintiye uğradığı ve kapitalist restorasyonun başladığı ülkeler olarak ele alırsanız, farklı bir sonuca varırsınız.
Olgular ve süreçler; görünüşlerine ve biçimlerine bakılarak değil, özüne inilerek, politik grup ya da partilerin, devletlerin ve toplumsal düzenlerin nitelikleri, temsilcilerinin tanımlarına göre değil de, pratikleri temel alınarak t ahi il edildiğinde -ki tek bilimsel ve gerçeği yansıtan tutum budur- varılacak sonuç; Arnavutluk dışındaki eski sosyalist ülkelerde başta da Sovyetler Birliği’nde, pazar ekonomisi olarak da nitelenen kapitalist ekonomiye geçiş sürecinin ve yakın zamanda adını değiştirerek M-L’i açıktan reddeden ya da kendini fesheden partilerde M-L’den komünist ideolojiden sapma sürecinin, 1980’li yıllarda değil, 1950’li yılların ikinci yarısında başladığı ve 1960’lı yılların başlarında tamamlandığıdır. Bu nedenle, Sovyetler Birliği’nde ve Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan çöküntü, bunalım ve iflas sosyalizmin, M-L’in iflası ve çöküntüsü değil, kanıtlanmış olan kapitalizmin, sosyalizm karşısındaki üstünlüğü değil, çöken, iflas eden, bunalımı bütün yalınlığıyla ortaya çıkmış olan burjuva iktidarının ve ideolojisinin, kapitalizmin, belli tarihi koşullara özgü biçimidir. Kanıtlanmış olan, emperyalist bloklardan birinin, kapitalizmin biçimlerinden birinin ötekine üstünlüğüdür.
Sosyalizmin inşasının kesintiye uğramaksızın sürdüğü 1950’li yılların ikinci yarısına kadar yaşanan sürecin kanıtladığı gerçek ise sosyalizmin her alanda kapitalizme üstünlüğüdür. Dünyanın ilk sosyalist ülkesi ve sosyalizmin en uzun süre yaşadığı ve sosyalizmin ekonomik temelinin esas olarak inşa edildiği tek ülke olan Sovyetler Birliği’nin sosyalist kuruluşun sürdüğü 1950’li yılların ikinci yarısına kadar ekonomik, toplumsal, politik her alanda gösterdiği gelişme, emperyalist kuşatma, saldırı ve sabotajlar gibi dezavantajlara rağmen kapitalist ülkelerle kıyaslandığında, ortaya çıkan yalın gerçek budur. Devrim öncesi feodal kalıntıların varlığını sürdürdüğü ve ileri kapitalist ülkelerin yarı-sömürgesi, geri bir ülke; üstelik de savaşta ekonomisi tahrip olmuş bir ülke olan Rusya proleterleri ve halkı, başka ülkeleri sömürmeksizin tarihin o güne kadar tanık olmadığı hızlı ve uyumlu bir gelişme gösterdi. İşsizliğin, açlığın krizlerin olmadığı, emekçilerin yaşam standartlarının ve kültürel düzeylerinin sürekli yükseldiği, politik yaşama giderek daha aktif olarak katıldıkları, ileri bir sanayi ülkesi haline geldi.”
Sosyalist kuruluşun kesintiye uğrayarak kapitalist restorasyonun başladığı 1950’li yılların ikinci yarısından sonra ise, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkeleri, ekonomik politik, kültürel toplumsal yaşamın tüm alanlarında öncesinden bütünüyle farklı bir sürece girdiler. Önce, toplam toplumsal üretimin büyüme hızı gerilemeye başladı. Başta sanayi ve tarım olmak üzere ekonominin tüm sektörlerinin uyumlu ve istikrarlı gelişmesi sürecinin yerini, dengesiz ve istikrarsız bir gelişme süreci aldı. Bunları kapitalist toplumun gelişme sürecinin karakteristik özellikleri olan durgunluk, buhran, işsizlik, savaş ekonomisinin gelişmesi vb. izledi. M-L ilkelerden, Büyük Ekim Devrimi’nin açtığı yoldan, sosyalizmin inşası yolundan sapmanın sonuçları ise, günümüzde bütün yalınlığıyla açığa çıkmış olan bunalımlar, çöküntü, milliyetler arası çatışmalar, işsizlik, emekçilerin, toplumun ezici çoğunluğunun yoksullaşması, buna karşılık toplumsal üretimin küçük bir azınlığın elinde yoğunlaşması, ideolojik ve ahlaki çöküntüdür. Yaşanan süreç, özüne inilerek ele alındığında ortaya çıkan sonuç işte budur.

Yakın zamana kadar dünyanın tek sosyalist ülkesi olarak değerlendirdiğiniz Arnavutluk’ta da tam bir kaos, buhran ve çöküntü sürecine girildi. Bu şimdiye kadar yaptığınız açıklamalarla ne ölçüde bağdaşıyor?
Arnavutluk’u yakın zamana kadar dünyanın tek sosyalist ülkesi olarak değerlendirdiğimiz ve son yıllarda orada da tam bir kaos, buhran ve çöküntü sürecine girildiği, sosyalizmin tasfiye edildiği doğru. Arnavutluk’taki buhran, kaos ve çöküntünün diğer eski sosyalist ülkelerdeki gibi, sosyalizmin yıkılarak, kapitalist restorasyondan uzun yıllar sonra gündeme gelmediği de bir başka gerçek. 1950’li yılların sonlarından yakın zamana kadar dünyanın tek sosyalist ülkesi olan Arnavutluk’ta sosyalizmin yıkılması ile tam bir çöküntünün ve buhranın yaşanması birbirine denk düşüyor. Hatta sosyalizmin yıkılmasından önce Arnavutluk’un ciddi ekonomik sorunlarla karşı karşıya olduğu da bir gerçek. Ancak bu durum kapitalizmin sosyalizme üstünlüğünü kanıtlamadığı gibi, devrimin zaferinden önce Avrupa’nın en geri ve küçük ülkesi olan bu ülkenin, yakın zamana kadar istikrarlı bir gelişme göstermekten de öte tek başına proletaryanın ve sosyalizmin bayrağını onurluca taşıması sosyalizmin üstünlüğünü gösteriyor. Sosyalizmin kapitalizmden üstünlüğü kabul edildiği halde sosyalist Arnavutluk’un ciddi sorunlarla nasıl karşı karşıya kaldığı ve sosyalizmin nasıl yıkıldığı sorusu yerine, küçük, üstelik de Avrupa’nın en geri ülkesinin emperyalist kuşatma altında ve kayda değer uluslararası bir destek almaksızın, sosyalizmin tarihinin en ağır yenilgisini almasının hemen ardından 30 yıla yakın bir süre nasıl direndiği ve ayakta kaldığı sorusuna yanıt arandığında Arnavutlumda yaşananların yaptığımız açıklamalarla çelişmediği görülecek ve gerçek durum kavranacaktır.
Arnavutluk’ta sosyalizmin yıkılması ve son yıllarda yaşanan süreç, Sovyetler Birliği ve diğer eski sosyalist ülkelerde yaşanan süreçlerle birbirine benzetilemez. Benzetme, gerçeklerden uzaklaşmak anlamına gelecektir.
Küçük bir sosyalist ülke olarak Arnavutluk, 1960’Iı yıllardan 1980’li yılların ortalarına kadar süren iki süper devlet ve eski emperyalist blok arasındaki çatışmanın yol açtığı olanakları doğru değerlendirerek küçük bir ülke olmasına karşın, sosyalist inşa ve gelişme yolunda yürümeyi başardı. 1980’li yılların ortalarında Gorbaçovcu revizyonist burjuvaziyle batılı kapitalist burjuvazinin, proletaryaya, halklara, devrimin tarihsel kazanımlarına ve sosyalizme karşı açık anlaşma ve ittifaka girmeleri ve ardından Sovyetler Birliği’nin başını çektiği emperyalist blokta yaşanan çöküntü, dünyadaki durumun değişiklikler geçirmesine yol açtığı gibi, Arnavutluk açısından da durumu büyük ölçüde değiştirdi. Dünyadaki koşullar Arnavutluk’u birleşik emperyalist abluka, kuşatma, tecrit ve saldırı cephesiyle karşı karşıya getirmişti. Ayrıca, 1950’li yılların ikinci yarısında sosyalizmin, proletaryanın ve halkların devrimci hareketinin aldığı yenilginin bütün yıkıcı sonuçlarının dünya çapında ve en son sınırına kadar derinleştiği bir dönem yaşanıyordu.
1980’li yılların ikinci yarısında iki emperyalist bloğun gerici-birleşik kampanyasının yarattığı koşullarda, küçük bir ülke olan Arnavutluk’taki proletarya diktatörlüğü, çizgisini, gelişmesini ve yaşantısını bir önceki dönemdeki gibi sürdüremezdi. Çünkü sosyalist Arnavutluk’un güvenliği, iç yaşantısından ve dış ilişkilerindeki istikrarı doğrudan tehdit altına düşmüştü. Sosyalist Arnavutluk, sosyalist inşa sürecinin geçici olarak yavaşlaması pahasına, sosyalizmi ve proletarya diktatörlüğünü koruma, proletarya, halk ve gençliği yeni koşullarda yeniden kazanma taktiği ve tutumuna dönmek zorundaydı. Bu taktik ve tutum, bir önceki taktik ve tutumuna göre, kendine özgü özellikleri olan bir tür “geri çekilme” tutumu ve taktiği olacaktı. Sosyalist ekonominin ve sosyalist yaşantının inşasındaki geçici geri çekilme, proletarya diktatörlüğü kurumlarının ve partinin, proletarya, halk ve gençlik kitlelerinin en geniş tabakalarıyla yeni bir kaynaşmasını, sosyalizmin ve Marksizm-Leninizm’in temel ilkeleri üzerine teorik, politik ve toplumsal eğitim ve örgütlenmesinin yeni bir atılımını ve Arnavutluk halkı ve ulusunun emperyalizme karşı direnişinde yeni bir platformun açılmasını öngören bir çizgi ve mücadeleyle birleşmek zorundaydı. Aksi takdirde, küçük sosyalist Arnavutluk’un emperyalist-revizyonist saldırı karşısında direnmesi olanaksız olurdu.
1980’li yılların ikinci yarısında dünyada oluşmuş olan koşullarda, Sosyalist Arnavutluk’un ayakta kalması zordu, ama olanaksız değildi. Ama sosyalist Arnavutluk ve AEP uzun süre, dünyada meydana gelen değişiklikleri anlamadı. Bu değişikliklerin, Arnavutluk’taki ekonomik, toplumsal ve politik yaşantıyı etkilediği açığa çıktığında ise, küçük burjuva tabakaların ve öğrenci gençliğin bir bölümünü emperyalizm kazanmıştı. Arnavutluk ve AEP yönetimi bu vahim durumdan devrimci sonuçlar çıkarma ve sözünü ettiğimiz devrimci tutuma başvurma yeteneği göstermedi. Tam aksine paniğe kapıldı, içteki gerici ayaklanmalara, emperyalist baskı ve tehdide boyun eğen oportünist bir tutuma yöneldi. Böyle bir yöneliş kuşkusuz, sosyalizmin yıkılışı yoluna girmekti. Bu süreç devlet ve parti yönetimine hakim olan oportünizm sayesinde, devrimci güçleri silahsızlandırdı ve hızla atılan adımlarla sonuca vardı.
Emperyalist baskı ve tehdide, gericiliğe boyun eğen oportünizme yöneliş ve sosyalizmin ve proletarya diktatörlüğünün tasfiyesi, karşı karşıya olunan sorunları çözmediği gibi, daha da ağırlaştırdı ve tam bir çöküntü, kaos ve buhran sürecine girilmesine yol açtı. Sosyalizmden sapmanın sonuçları da işte bunlar oldu.

Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinde çökenin, iflas edenin sosyalizm değil, yeniden inşa edilen kapitalizm olduğunu söylüyorsunuz. Böyle de olsa sosyalizm yenilmedi mi, kapitalizm zafer kazanmadı mı? Bu durum, kapitalizmin yerini sosyalizmin alacağını öngören Marksist teze gölge düşürmüyor mu?
Sosyalizmin, tarihinin en ağır yenilgisini aldığı kuşkusuz doğru. Kendilerini sosyalist ilan etmelerine, emperyalist büyük devletlerle aralarındaki çelişkileri sosyalizmle kapitalizm arasındaki çelişki olarak yansıtmaya çalışmalarına karşın, Küba, Kuzey Kore, Çin gibi ülkeler sosyalist ülkeler değil ve bugün dünyada sosyalizm bir toplumsal sistem olarak varlığını sürdürmüyor. Son olarak Arnavutluk’ta yaşanan süreçle birlikte, 1960’lı yıllardan bu yana dünyanın tek sosyalist ülkesi olan ülkede de sosyalizm yıkıldı ve sosyalizm bir toplumsal sistem olarak yeryüzünden tasfiye edildi.
Günlük dilde genellikle sosyalizm ve komünizm birbirine denk düşen, özdeş kavramlar olarak aynı anlamda ve birbirinin yerine kullanılıyor. Komünizmi savunmanın yasak olduğu bir ülkede bu hoşgörüyle karşılansa da, doğru değil. Doğru ve bilimsel olmayan bu kullanım, sorunuzda da yansıyor. Gölgelendiği ya da yanlışlığı kanıtlandığı ileri sürülen Marksist tez kapitalizmin yerini her türlü baskı ve sömürü ilişkisinin, sınıfların ve sınıf farklılıklarının yok edildiği, herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar, ilkesinin gerçekleştiği komünist toplumun alacağını öngörür. Ancak, Marksizm’e göre, temel özelliği, ayırt edici özelliği az önce belirtilen komünist toplum, olgunlaşmış haliyle ve bir çırpıda kapitalizmin yerini almaz. Kapitalizmin ve burjuva egemenlik sisteminin yıkılmasıyla birlikte kurulmaz. Kapitalist toplumla komünist toplum arasında, komünist teorinin kurucuları Marks ve Engels’in Komünizmin 1. aşaması olarak niteledikleri ve proletarya diktatörlüğüne denk düşen ve kapitalizmden komünizme geçiş sürecinden başka bir şey olmayan bir süreç yer alır. Kapitalizmin ve komünizmin ve komünizmin unsurlarının bir arada ve mücadele halinde bulunduğu bu süreç, aynı zamanda kesin zaferin henüz kazanılmadığı bir süreçtir. Bu nedenle; sosyalizm olarak da adlandırılan bu geçiş sürecinde geriye dönüş ve geçici yenilgi olasılığı, kapitalizmin unsurlarının egemen hale gelme olasılığı yok olmaz.
K. Marx, proletarya devrimini ve sosyalizmin kuruluşunu ileri kapitalist ülkelerde aynı dönemde birbirini zincirleme izleyen devrimler sorunu olarak ele aldığı geçen yüzyılda bile, kapitalizmden komünizme geçiş sürecinin uzun bir tarihi dönemi kapsayacağını vurguluyordu. Kapitalizmin son, ölüm aşaması olan tekelci aşamaya geçtiği yüzyılımızda ise, proleter dünya devrimi süreci emperyalist kapitalist sistemin en zayıf halkada ya da halkalarda, proletarya devrimiyle yarıldığı ve zafer kazanan ülke proletaryasının sosyalist kuruluş çalışmalarını emperyalist-kapitalist kuşatma altında başlattığı ve sürdürdüğü bir özellik kazandı. Sadece kapitalizmle komünizm arasında her ikisinin unsurlarını da bağrında barındıran bir geçiş sürecinin yaşanıyor olmasından değil, emperyalist-kapitalist kuşatma altında bu sürecin yaşanıyor almasından dolayı da, en zayıf halkada ya da halkalarda emperyalist-kapitalist sistemin yarılması ve sosyalist inşa sürecinin başlaması sürdürülmesiyle kazanılan zafer kesin bir zafer olma özelliği taşıyamaz. Nitekim Marksizm’i kapitalizmin yeni ve son aşaması olan emperyalizm aşamasına uygulayarak geliştiren Lenin, Ekim devriminin zaferi ve sosyalist kuruluş çalışmalarının başlaması ve ilerlemesinden sonra da sorunun bu yönüne, geçici bir yenilgi olasılığına sürekli dikkat çekti. Keza Stalin’in tek ülkede sosyalist kuruluş çalışmalarına başlamanın ve sürdürmenin umutsuz bir çaba olduğunu savunarak Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşası ve zaferi olasılığını yadsıyan Troçkizmi eleştirdiği, ancak içteki kapitalist unsurları alt etmenin de ötesinde, emperyalist-kapitalist kuşatmanın yerini sosyalist kuşatma almadıkça, dünya ölçeğinde kapitalizm ve burjuva egemenlik sistemi yıkılmadıkça sosyalizmin kesin zaferinden söz edilemeyeceğini vurguladığı bilinir. Kesin zafer kazanılmadığı sürece, geriye dönüş olasılığının, kapitalizmin yeniden inşa edilmesi olasılığının ortadan kalkmadığı ise, üzerinde durulmayacak kadar açık…
Yeni halk demokrasili rejimlerin kurulmasıyla birlikte, emperyalist-kapitalist sistemin yeni cephelerden yarıldığı, sosyalizmle kapitalizm arasındaki güçler ilişkisinde sadece ulusal planda değil uluslararası alanda da önemli değişiklikler oldu. Ancak emperyalist kuşatmanın yerini sosyalist kuşatma almadığı gibi, sosyalist inşanın en ileri düzeyde olduğu SSCB’de dâhil sosyalist ülkelerde ekonomik, toplumsal, ideolojik-politik tüm alanlarda kapitalizmin unsurları zayıflamış da olsa varlığını sürdürüyordu. Komünizmin ve kapitalizmin unsurları arasındaki mücadele sürüyordu. Tüm bunlardan çıkarılacak sonuç, M-L teoriye göre kazanılan zaferlere ve sosyalist inşada kat edilen yadsınamaz yola karşın, komünist toplumun olgunlaşmış haliyle kurulmadığı, kapitalizmden komünizme geçiş sürecinin devam ettiği ve geriye dönüşün kapitalizmin unsurlarının elverişli ulusal ve uluslararası koşullarda egemen hale gelme olasılığının ortadan kalkmadığıdır. Sosyalist ülkelerde, proletaryanın devrimle iktidarı ele geçirdiği ülkelerde, sosyalist inşanın kesintiye uğraması, kapitalizmin yeniden kurulması M-L teorinin yadsıdığı bir olasılık olmadığı gibi, bu olasılığın gerçekleşmiş olması; Marksizm’e, kapitalizmin yerini komünizmin alacağını öngören teze zerrece gölge düşürmüyor. Sadece sosyalizmin, komünist toplumun kurucusu işçi sınıfının ağır da olsa geçici bir yenilgi aldığını gösteriyor.
İnsanlığın tarihi, toplumsal gelişme sürecinin tarihi incelendiğinden, bu tarihin düz bir çizgide gelişmediğini, ne kadar ileri olursa olsun yeni bir toplumsal düzenin ne kadar çürümüş olursa olsun ömrünü doldurmuş bir düzenin yerini, bir dizi yenilgi, geriye dönüşler olmaksızın almadığını, ancak tarihsel gelişimin bir yere takılıp kalmadığını ve ileriye doğru gelişimin durdurulamadığını gösteriyor. Bu modern proletaryanın kurucusu olduğu komünist toplumun kuruluşu süreci için, kapitalizmden komünizme geçiş süreci için daha da geçerlidir. Çünkü komünist toplumdan önceki tüm toplumsal düzenlerin temsilcisi sınıflar, eski toplumun bağrında temsilcisi ve kurucusu oldukları toplumsal düzenlerin ilişkileri ve ekonomik toplumsal temeliyle birlikte tarih sahnesine çıktılar. Oysa tüm sınıfların ve sınıf farklılıklarının yok edildiği komünist toplum, kendinden önceki toplumsal düzenlerden sadece biçim açısından değil -ki komünist toplumdan önceki toplumsal düzenler sınıflı toplumun birer biçimiydi- özü itibariyle de farklıdır ve işçi sınıfı kapitalist toplumun bir ürünü olmasına karşın kurucusu olduğu komünist toplumun ilişkileri, temeli kendisiyle birlikte ortaya çıkmaz ve gelişmez. İşçi sınıfı kendinden önceki tüm sınıflardan farklı olarak, ancak, iktidarı ele geçirdikten sonra nihai kurtuluşunu sağlayacak toplumsal düzeni, kapitalizmin yıkıntıları üzerinde, önceden şu ya da bu düzeyde hazır bir temel olmaksızın kurma görevinin üstesinden gelmek zorundadır. Bu, kapitalizmden komünizme geçiş sürecinin ayırt edici özelliklerinden biridir.
Marksizm, toplumların tarihsel gelişimini özel olarak da kapitalist toplumu inceleyerek kapitalizmin yerini komünizmin alacağı sonucuna vardı. Feodal toplumun bağrında doğan ve üretici güçleri geliştiren, tarihsel olarak ilerici bir rol oynayan kapitalizmin ve burjuvazinin gelişiminin belli bir evresinde üretici güçlerin önünde engel olmaya başladığını, kapitalist üretim ilişkileriyle üretici güçleri arasındaki bu karşıtlığın, üretimin sosyal karakteri ile mülk edinmenin özel karakteri arasındaki karşıtlığın zorunlu olarak komünist toplumun kuruluşuna yol açacağını gösterdi. Sosyalizm ve dünya proletaryasının hareketi tarihinin en ağır yenilgisini alması bu temeli, Ekim Devrimini, onu izleyen diğer devrimleri, işçi sınıfının ve halkların ayaklanmalarını gündeme getiren nesnel temel ve nedenleri ortadan kaldırdı mı? Emperyalizmin ve burjuvazinin kazandığı zaferin geçici mi yoksa kalıcı bir zafer mi olduğu sorusunu yanıtlarken göz önüne alınması gereken temel nokta budur. Olgular ve süreçler neyi gösteriyor?
Ekim Devrimi’ni, onu izleyen diğer devrimleri, işçi sınıfının ve halkların devrimci ayaklanmalarını gündeme getiren nesnel temel ve nedenler ortadan kalkmak bir yana, zayıflamak bir yana daha da genişledi ve güçlendi. Sosyalizmin maddi temeli bu gün, düne göre, .ikim Devrimi’nin zafere ulaşarak emperyalist sistemin yarıldığı 1917 yılına göre daha olgunlaşmıştır. Sermayenin merkezileşmesi ve toplam toplumsal üretimin gerek ulusal gerekse uluslararası bazda tekellerin giderek daralan bir oligarşinin elinde yoğunlaşması, sınıf farklılıkları ve kutuplaşması, 1910’lu 1950’li yıllarla kıyaslanmayacak dev boyutlara erişti.
Öte yandan dünya gericiliği ve emperyalizm, sosyalizmi bir sistem olarak tasfiye etmenin, evrensel bir tek kapitalist dünya pazarını tekrar kurmuş olmanın, işçi sınıfının ve halkların devrimci mücadelesine vurduğu ağır darbelerin sağladığı tüm olanakları ekonomik, politik, ideolojik her alanda tüketmenin sınırında. Emperyalist-kapitalist sistem yürütülen demagojik propagandaya karşın geçici ve nispi bir istikrar sürecine girmek bir yana, giderek derinleşecek olan bir istikrarsızlık sürecinden geçiyor. Bütün veriler ve olgular kesin zaferi ve üstünlüğü ilan edilen emperyalist-kapitalist sistemin genel bunalımının yeni bir aşamasına doğru hızla yol aldığını gösteriyor.

Doğu Bloğu’nun dağılmasıyla birlikte dünyanın yeni bir sürece, savaşların, sınıf mücadelelerinin, devrimlerin olmadığı, sorunların diyalog ve uzlaşma ile çözüleceği, evrensel uyum ve barış sürecine girildiği ileri sürülüyor. Sizce bu doğru değilse -ki doğru bulmadığınız anlaşılıyor- dünya nasıl bir sürece giriyor?
Sovyetler Birliği’nin başını çektiği emperyalist bloğun, üzerindeki sosyalizm maskesini atarak çıplak kapitalist yöntem ve biçimlere geçmesi ve dağılması; dünyanın savaşların, devrimlerin, sınıf mücadelelerinin olmadığı, evrensel uyum ve barış sürecine girişinin başlangıcı olarak ilan edildi. Ancak Sovyetler Birliğinin ve bloğunun çökmesi, emperyalist-kapitalist sistem için bir istikrar etkeni olmak bir yana, istikrarsızlığı derinleştiren bir etken oldu. İki süper devletin başını çektiği iki emperyalist blok arasında oluşmuş olan güçler dengesi bloklardan birinin çökmesi ile birlikte dağıldı, güçler ilişkisi alt-üst oldu. Doğu Almanya’yı yutan, etki ve nüfuz alanını özellikle doğuya doğru genişleten Alman emperyalizmi, Sovyet bloğunun çöküşü ve dağılması sürecinden dünyanın yeniden paylaşımını gündemine alacak kadar güçlenerek çıktı. ABD emperyalizminin dünya jandarmalığı tekelini sona erdirmek için Almanya ve Fransa, diğer Batı Avrupa ülkelerini yedekleme çabalarını da yoğunlaştırarak ortak bir silahlı güç oluşturdular. Japon emperyalistleri dışarıya asker göndermelerini yasaklayan anayasayı değiştirdiler. ABD emperyalizmi bu girişimlere karşı çabalarını yoğunlaştırır, sıçramalı gelişme göstererek çıkarlarını tehdit etmeye başlayan eski müttefiklerinin yayılmasını, dünya jandarmalığı tekelini elinde tutarak frenlemeye etki ve nüfuz alanlarını korumaya ve genişletmeye çalışırken, doğuda hızlı bir gelişme gösteren Japon tekelleri, başta ABD olmak üzere en ileri kapitalist ülkelerde yayılıyor. Sovyetler Birliği’nin ana varisçisi Rusya, kendini toparlamaya çalışan ve emperyalist emellerinden asla vazgeçmeyen bir başka potansiyel güç. Belli başlı emperyalist devletler, güçler ilişkisinin altüst olduğu ancak, yeni bir güçler dengesinin kurulmadığı bu günkü koşullarda dünyanın yeni bir paylaşımına hazırlanıyor ve en büyük parçayı kapmak için yeni strateji ve taktikler geliştirmeye çalışıyorlar.
Dünya ticaretinin ve toplam üretimin artış hızı sürekli düşüyor. Dünya kapitalist ekonomisinin en büyük gücü ABD ekonomisi 2. dünya savaşı sonrasının en şiddetli krizini yaşıyor. İkinci büyük güç, Japon ekonomisinin büyüme hızı düşüyor ve durgunluk belirtileri yoğunlaşıyor. Üçüncü büyük ekonomik güç Alman ekonomisinin durgunluk içinde olduğu ve süreceği artık saklanmıyor ve Alman emperyalizminin sözcüleri tarafından açıklanıyor. Pazar ekonomisine geçiş altında yaşanan süreçte Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinin ekonomilerinin durumu daha da kötüleşti. Kriz bu ülkelerde derinleşmeye devam ediyor. Daha birkaç yıl öncesine kadar Avrupa ve Sovyetler Birliği dünyanın en istikrarlı bölgeleriydi. Ancak bugün Yugoslavya ve eski Sovyet cumhuriyetleri iç savaşların ve ulusal savaşların girdabında, halkların birbirini boğazladığı ve esasında yeni bir paylaşımın gerçekleştiği bölgeler haline geldi. Yapılan tüm açıklamalar ve anlaşmalara karşın Ortadoğu’da istikrar sağlanamıyor. Asya, Afrika, Latin Amerika iç savaşların ayaklanmaların eksik olmadığı bölgeler.
Dünya kapitalist ekonomisinin ve belli başlı emperyalist-kapitalist ülkeler ekonomisinin büyüme hızının giderek düşmesine, durgunluk ve kriz öğelerinin ortaya çıkması ve gelişmesine, geri ülkeler bir yana, kapitalizmin örnek refah ülkelerinde, işsizliğin artması, enflasyonun yükselmesi, emekçilerin yaşam ve çalışma koşullarının kötüleşmesi, gerçek ücretlerin düşmesi, siyasi gericilik ve militarizmin gelişmesi eşlik ediyor. Sadece ABD’de son bir yılda yüz binlerce işçi işten atıldı ve on milyonlarca insan açlık sınırında yaşıyor. Başta Almanya olmak üzere Batı Avrupa’nın ileri kapitalist ülkelerinde enflasyon artarken, işten atmalar yoğunlaşıyor, gerçek ücretler düşüyor. Alman emperyalizminin sözcüleri açıkça işçileri ve emekçileri fedakârlığa çağırıyorlar. Yabancı düşmanlığının ve Neo-Nazi hareketlerin geliştiği bu ülkelerde grevler yaygınlaşıyor.
Afrika’da milyonlarca insanın açlıktan ölmesi, Asya ve Latin Amerika ülkelerinde milyonlarca insanın açlığın eşiğinde bulunması, verilen borç ve kredilerin anaparalarının bir yana, faizlerinin bile ödenmesinde güçlüklerle karşılaşılması, emperyalist devletlerin ve tekellerin, durgunluğun, krizin ve aralarında şiddetlenen rekabetin ve çelişkilerin yüklerini bağımlı, geri ülkelerin sırtına yıkma olanaklarını sınırlıyor.
İleri kapitalist ülkelerin ekonomilerindeki durgunluk ve kriz geri ülkeleri de etkileyecek, kriz ve durgunluk içindeki bu ülkelerin ekonomilerinin daha da kötüleşmesine yol açacaktır. Emperyalist tekeller ve devletler, büyük ekonomik, mali güçlerine dayanarak ve IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası mali kuruluşları devreye sokarak, biriken stokları eritmek için bu ülkeleri daha da sömürgeleştiriyor, kurulan işletmeleri kapattırıyor ya da yok pahasına ele geçiriyorlar. Konjonktürel dalgalanmalar ve genel eğilimden sapmalar kuşkusuz olacaktır ve gerek tek tek ülkeler, gerekse kapitalist dünya ekonomisinin bütünü açısından, ilerde nasıl bir gelişme göstereceği bu günden ayrıntılarıyla saptanamaz. Ancak, önümüzdeki dönemde dünya kapitalist ekonomisinin önceki yıllarda gösterdiği gelişmeyi dahi gösteremeyeceği, bütün ülkeleri kapsayan geniş bir bunalıma doğru yol aldığı açık.
Dünya kapitalist ekonomisinin genel bunalımının yeni bir aşamasına doğru hızla yol almasının kaçınılmaz sonuçları; emperyalistler arasındaki çelişkinin, emperyalistler ezilen halklar arasındaki çelişkinin, burjuvaziyle proletarya arasındaki çelişkinin daha da keskinleşmesidir. Emperyalist-kapitalist sistem, derin ve çok yönlü bunalımlar, savaşlar, köklü alt-üst oluşlar ve devrimler döneminin eşiğindedir. Emperyalistler arası dalaşmaların keskinleşmesinin yanı sıra, dünya proletaryasının ve ezilen halkların devrimci hareketinde devrim ve sosyalizm mücadelesinde yeni bir yükselişin, yeni bir atılımın koşulları hızla olgunlaşıyor. Dünya bir yandan emperyalistler arası paylaşım savaşlarının gündeme gelebileceği, proletaryayı ve halkları yeni felaketlere sürükleyebileceği, diğer yandan da yaşam ve çalışma koşulları hızla kötüleşen, yoksulluğun, işsizliğin, girdabına sürüklenen proletaryanın ve halkların devrimci hareketinin, emperyalist-kapitalist köleliğe karşı, devrimci ayaklanmalarının gelişeceği bir sürece doğru ilerliyor. Dünya emperyalizmin ve gericiliğin sosyalizme, proletaryanın ve halkların devrimci hareketine ağır darbeler vurduğu yenilgi döneminin, yerini emperyalizmin, proletaryanın ve ezilen halkların yükselen mücadelesinin karşısında sarsıldığı, yeni cephelerden yarıklığı, komünizmin yeni bir yükselişinin yaşanacağı bir dönemin alacağı bir geçiş sürecinden geçiyor. Emperyalistlerin ve dünya gericiliğinin manevraları, demagojik kampanyaları ve saldırıları, emperyalist-kapitalist sistemin tarihin çöplüğüne gömülmesini, proletaryanın ve halkların zaferini, her türlü baskı ve sömürü ilişkisinin, sınıfların ve sınıf farklılıklarının yok edildiği komünizmin zaferini engelleyemez.

Kapitalist ülkeler ekonomisinin durgunluk ve kriz içine girdiğini burjuva ekonomistleri de kabul ediyorlar. Ancak durgunluk ve krizlerin kapitalist ekonomiyi yörüngesinden artık çıkartamadığı, akıllı para politikalarıyla, isabetli ekonomik kararlarla krizlerin doğurduğu açmazlıkların artık aşılabildiği söyleniyor. Örneğin, geçtiğimiz yıllardaki borsa krizinde veya 1981-1983’tekİ dünya krizinde olduğu gibi.
İzlenen ya da izlenecek olan ekonomik politikalar ve onun bir unsuru olan mali politikalar kuşkusuz ekonomik gelişme sürecini etkiler. Ancak ekonomik gelişme sürecini belirleyemez. Krizin oluşum ve gelişim süreci üzerindeki etkisini de bu çerçeve de ele almak gerekir. Krizlerin yol açtığı açmazların ekonomik politikalarla aşılıp aşılamayacağı sorusuna yanıt aranırken her şeyden önce kapitalist gelişme sürecinde ortaya çıkan krizlerin temelini doğru saptamak gerekir.
Kapitalist ekonomide krizin temeli ve kaynakları ekonomi-politiğin önemli tartışma konularından biri olageldi. Ana hatlarını belirttiğiniz görüşler, yani krizlerin doğru ekonomi-politikalarla, özellikle para politikalarıyla atlatılabileceği tezi yeni değil. Kapitalist gelişme süreci tarafından bilimsel bir özellik taşımadığı defalarca kanıtlanmış, pratikte iflas etmiş bir tez yeniden piyasaya sürülüyor.
Krizin kapitalist ekonominin gelişme sürecinin kaçınılmaz bir unsur olmadığını ve izlenen hatalı ekonomi-politikalardan kaynaklandığını savunma, hemen hemen tüm burjuva ekonomistlerinin üzerinde birleştikleri bir görüştür. Onlara göre doğru bir ekonomi-politikanın izlenmesi durumunda krizler önlenebilir. Buna bağlı olarak da hatalı ekonomi-politikaların ürünü olan krizleri doğru bir ekonomi-politikanın izlenmesiyle durdurabilir, gelişmesi engellenebilir, tahrip edici sonuçları yok edilebilir.
Kapitalist gelişme sürecinde ortaya çıkan krizlerin temeli aşırı üretimdir. Aşırı üretim, kapitalist üretim tarzında üretimin sınırsız büyüme olanağı ile pazarın sınırlı büyümesi arasındaki çelişkinin, kapitalizm yıkılmadıkça aşılamayacak olan bu çelişkinin sonucudur. Para politikalarıyla, ekonomi-politikalarla geçici olarak ve oldukça sınırlı bir çerçevede yapay ya da hayali pazar genişletilebilir ancak bu da en elverişli koşullarda bile aşırı üretimi krizin daha ağır bir biçimde gündeme gelmesine, kriz öğelerinin birikmesine, istikrarsızlığın ve açmazların ekonominin diğer alanlarında artmasına yol açar. Sorun bu açıdan ele alındığında, para politikalarına, ekonomi politikalarıyla belirleyen emperyalist çevrelerin manevra olanaklarının oldukça daraldığını, sınırlı olanaklarını da büyük ölçüde kullandıklarını belirtmek gerekir. Bağımlı ve geri ülkelerin, emperyalist borçların ve kredilerin anapara ödemeleri bir yana, faizlerini bile ödemede güçlük çekmeleri, geri ülkeler bir yana ileri ülkelerde bile, tüketim kredilerini, geri dönebilirliği açısından genişletmenin riskli hale gelmesi ve dünya mali piyasasındaki istikrarsız durum vb. bunun göstergeleridir.
Kapitalist dünya ekonomisinin gelişmesine ilişkin veriler, kapitalist dünya ekonomisinin şu ya da bu ülkeyle, şu ya da bu sektörle sınırlı bir bunalım sürecine doğru değil, bütün ülkeleri ve sektörleri etkisi altına alacak ve karşılıklı birbirini etkileyerek derinleştirecek olan genel bir bunalım sürecine doğru yol aldığını gösteriyor. Anarşik ve dengesiz gelişme kapitalist ekonominin gelişme sürecinin özelliklerinden biridir. Bu bunalımların ortaya çıkış ve gelişme süreci için de geçerlidir. Bunalım, bütün ülkelerde ve sektörlerde aynı anda ve şiddetle ortaya çıkmadığı gibi eşit bir hızla da yayılamaz. Bu nedenle, bunalımın hangi sektörlerde ve ülkelerde hangi şiddette ortaya çıkacağı ve yayılacağı bugünden saptanamaz. Ancak, son borsa krizi ve diğer veriler göz önüne alındığında, mali sektörün, para piyasasının da emperyalist-burjuva çevrelere sınırlı da olsa manevra yapma olanağı sağlayacak kadar sağlam olmadığı, bu sektöründe her an bir bunalımın patlak vermesine yol açacak kadar istikrarsız bir zeminde bulunduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu nedenle, emperyalist-burjuva çevreler, özellikle emperyalistler-arası çelişmelerin de giderek kes-kinleşeceği önümüzdeki yıllarda, eskiden olduğu gibi ortak ekonomik politikalarla, para politikalarıyla bunalımın tahrip edici sonuçlarını yayarak hafifletebileceklerini, geciktirebileceklerini sanıyorlarsa, büyük bir yanılgı içinde olduklarını açıkça belirtmek gerekir.
Krizlerin gerek tek tek ülkeler bazında gerekse uluslararası düzeyde kapitalist ekonomiyi yörüngesinden hangi düzeyde çıkartacağı, daha bilimsel ve doğru bir ifadeyle krizin tahrip edici sonuçlarının hangi düzeyde olacağı krizin şiddetine, onu belirleyen ulusal ve uluslararası birçok faktöre bağlıdır. Sadece günümüzde veya yakın zamanda değil, kapitalist ekonominin gelişme sürecinde yaşanan krizler, aynı şiddette ve özelliklere sahip olmadığı gibi, tahrip edici sonuçları da aynı düzeyde olmadı. Bundan sonraki krizlerin, 1980’li yıllardaki ya da daha öncesindeki krizlerden daha şiddetli olmayacağını, burjuva ekonomistleri neye dayanarak ileri sürüyorlar?
Burjuva ekonomistleri 1960’lı 1970’li, hatta 1980’li yıllarda da gerek sonuçları gerekse beslendiği kaynaklar açısından kapitalist ekonominin daha şiddetli krizlere girmeyeceğini, hatta kapitalizmin baş belası krizlere düşmeden gelişme sürecine girdiği kehanetinde bulunuyorlardı. Olgular ve süreçler onların kehanetlerini mi doğruladı? Hayır. Kapitalizmin bunalımlara düşmeden gelişme teorileri iflas ettiği gibi, her seferinde kapitalizmin bir önceki durgunluk ve krizlerden daha hafiflerinin yanı sıra, daha şiddetlilerine düşmekten de kurtulamadı. Burjuva ekonomistlerin tüm yeteneklerini kullanarak izlenecek para politikaları, ekonomik-politikalar üzerinde yoğunlaşmaları ABD ekonomisinin, son yıllarda, 2. Dünya Savaşı sonrasının gerek sonuçları gerek beslendiği kaynaklar açısından en şiddetli bunalımına girmesini engelleyemedi. Onlar bugünkü bunalımı da, izlenen para politikalarında ya da ekonomi politikalarda düşünülen kararlarla açıklama yolunu seçebilirler. Ancak hiç bir zaman kapitalist ekonominin köklü alt-üst oluşlara, üretici güçlerde büyük tahribata vb. yol açan bunalımları engelleyebilecek ekonomi-politikaları hiç bir zaman bulamayacaklar. Çünkü dün olduğu gibi bu gün de, kapitalist ekonominin bunalımları şu ya da bu ekonomi-politikanın sonucu olmadığı gibi şu ya da bu ekonomi-politikanın izlenmesiyle de bunalımlar durdurulamaz, tahrip edici sonuçları ortadan kaldırılamaz.

Günümüzde kargaşa ve krizin en yoğun ve yaygın biçimde yaşandığı ülkeler bir zamanlar sosyalist ülkeler olarak biliniyordu. Burjuva basınında bu ülkelerde yaşananlar “sosyalizmin çözemediği milli sorunların ve düşmanlıkların ceremesini şimdi batı çekiyor” biçiminde yorumlanıyor.
Sadece burjuva basını değil, Marksist, sosyalist geçinen bazı çevrelerde ayrıntılarda farklılıklar olmakla birlikte özünde aynı yorumu yapıyorlar. Sanıldığı ya da iddia edildiği gibi sosyalizmin ulusal sorunları çözemediğini ileri sürüyorlar. Bunun da ötesinde Stalin hatta Lenin döneminde de ulusal sorunun çözülemediği, zor kullanılarak bastırıldığı tahlillerini yaparak yürütülen anti-komünist kampanyaya bu yönüyle de omuz veriyorlar.
Günümüzde eski sosyalist ülkeler ve Yugoslavya, dünyanın, ulusal ve dinsel çelişkilerin ve çatışmaların en çok yoğunlaştığı, halkların bu çelişki ve çatışmaların girdabına en fazla çekildiği ve ulusal düşmanlıkların ve önyargıların en hızlı geliştiği bölgesini oluşturuyor. Ancak tek bölgesini oluşturmuyor. Emperyalist- kapitalist dünyanın bütününde; Asya, Afrika, Latin Amerika gibi geri bölgeleri bir yana; en gelişmiş diğer bölgelerinde de milliyet, renk, din farklılıklarından kaynaklanan çelişkiler ve çatışmalar yaygınlaşıyor ve yoğunlaşıyor. ABD’de onlarca insanın ölmesine, yüzlercesinin yaralanmasına, milyarlarca dolarlık zarara yol açan kitlesel karışıklıklar, en ileri kapitalist ülkelerde hızla gelişen yabancı düşmanlığı, İtalya’da alevlenen kuzey güney çatışması, İngiltere’de çözülemeyen İrlanda sorunu bunun en çarpıcı ve son örnekleridir. Ancak günümüzde, ulusal, dinsel vb. sorunlardan kaynaklanan çelişki ve çatışmaların en şiddetlisi, yaygını ve kitlesel olanı, tahrip edici sonuçları en ağır olanı eski sosyalist ülkelerde ve Yugoslavya’da yaşandığı için bu ülkelerde olup bitenler dikkati çekiyor.
Dağılan Sovyetler Birliği’nde, diğer sosyalist ülkelerde ve Yugoslavya’da günümüzde yaşanan ulusal çatışmalar ve giderek gelişen ulusal düşmanlıklar sosyalizmin bıraktığı bir miras değil. Çünkü daha önce de belirtildiği gibi Yugoslavya sosyalist inşa yoluna hiç bir zaman girmedi ve Arnavutluk dışındaki sosyalist ülkelerde ise sosyalist inşa süreci 1950’li yılların ikinci yarısında kesintiye uğradı. 1950’li yılların ikinci yarısından bu yana, diğer alanlarda olduğu gibi ulusal ve dinsel sorunlarda da sosyalizmin kazanımları ve bıraktığı miras tasfiye edildi ve yeniden egemen olan kapitalizmin kaçınılmaz ürünleri ve sonuçları egemen oldu. Eski sosyalist ülkelerde bugün giderek şiddetlenen ve yaygınlaşan ulusal, dinsel çelişkiler ve çatışmalar, 1950’li yılların ikinci yarısından itibaren sosyalist biçimler altında inşa edilen ve yakın zamanda çöken kapitalizmin, sosyal-emperyalizmin, batılı emperyalistler tarafından da emperyalist çıkarları için kullanılan ve körüklenen mirasıdır. Tarihsel gelişim sürecine ana hatlarıyla da olsa göz atıldığında, bu gerçek daha açık bir biçimde görülecektir.
20.yüzyıl başlarında Rusya, Doğu Avrupa ve Balkan ülkeleri, Avrupa’nın sadece gelişme sürecine geç giren bölgesini değil aynı zamanda ulusal sorunun da çözülmediği bölgesini oluşturuyorlardı. Gerek feodal kalıntılar, gerekse kapitalizmin yüzyılın başlarında tekelci aşamaya geçmesi, siyasi gericiliğin yoğunlaşması ve emperyalistler arası dünyayı paylaşım mücadelesinin gündeme gelmesi bu bölgede ulusal sorunların, kapitalizm çerçevesinde bile çözülmesini engelledi. Büyük emperyalist devletler etki ve nüfus alanlarını genişletmek için ulusal çelişkileri ve düşmanlıkları kullanarak körüklediler. 1. Dünya savaşı öncesinde özellikle Rusya, Doğu Avrupa ve Balkanlar, Avrupa’nın ulusal çelişkilerin, düşmanlıkların ve çatışmaların giderek şiddetlenen ve yaygınlaşan her an patlamaya hazır bölgesini oluşturuyordu. Çarlık Rusya’sı tam bir milliyetler hapishanesiydi. Ekim Devrimi Rusya’nın bu çehresini tamamen değiştirdi. Uluslar arasında tam hak eşitliğinin sağlanmasının yanı sıra sosyalist inşanın ilerlemesi süreci, aynı zamanda tarihsel gelişimden kaynaklanan fiili ulusal eşitsizliklerin giderek azaldığı bir süreç oldu. Devrilen sömürücü sınıfların, emperyalist-kapitalist devletlerin tüm kışkırtıcı çabalarına karşın, derin tarihi kökleri olan ulusal düşmanlıklar ve ön yargılar gelişmek bir yana giderek zayıfladı. Bu süreç revizyonist karşı-devrimin zafere ulaştığı 1950’li yılların ikinci yarısında kadar tüm sosyalist ülkelerde yaşandı.
Revizyonist karşı-devrimin zaferi ve sosyalist inşanın kesintiye uğramasıyla birlikte bu süreçte kesintiye uğradı. Sosyalist ülkelerde kapitalizmin inşası süreci aynı zamanda kaçınılmaz olarak yeni burjuva tabakaların oluştuğu ve geliştiği, artı-değer sömürüsünün başladığı ve buna bağlı olarak da, artı-değerin paylaşılması mücadelesinin tekrar gündeme geldiği bir süreç oldu. Bu mücadele de, doğal olarak politik iktidarı elinde tutan her ulusun burjuvazisi, diğerinin aleyhine gelişmek, artı-değerin en büyük bölümünü ele geçirmek için zayıflayan ancak yok edilmeyen tüm ulusal farklılıkları ve eşitsizlikleri kullanarak derinleştirmeye yöneldi. İşte bu süreçte, sosyalist kampın en güçlü ve gelişkin üyesi olan Sovyetler Birliği diğer sosyalist ülkeleri hegemonyası altına alan bir süper emperyalist güç olarak tarih sahnesine çıkarken, Sovyetler Birliği’nde de en güçlü ve gelişmiş cumhuriyetler, daha geri çevre cumhuriyetleri hegemonyaları altına alarak kendilerine bağımlı hale getirdiler. Böylece ulusal çelişkilerin ve çatışmaların tekrar canlanıp gelişeceği temel oluşmuş oldu. Bir zamanların süper emperyalist devleti Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve bu çöküşün sosyalizmin son kalıntılarının da atılmasıyla birleşmesi; yerel burjuva gruplar arasındaki çelişkilerin ulusal, dinsel tüm farklılıkların ve çelişkilerin ardında şiddetlenip yaygınlaşmasının önündeki engellerin de kalkmasına yol açtı.
Revizyonist karşı-devrimin zaferinden önce sosyalist kampı dağıtmak ve yıkmak için ulusal çatışmaları körüklemeye ve canlandırmaya çalışan ABD liderliğindeki emperyalist devletler, sonrasında da dünya hegemonyası için mücadele eden Sovyetler Birliği ve müttefiklerini zayıflatmak ve etki ve nüfuz alanlarını genişletmek için ulusal çelişkileri ve çatışmaları körüklediler. Oluşmuş olan yerel burjuva gruplar arasındaki dar çıkar çatışmalarının canlandırdığı ulusal ve dinsel çatışmaları, Sovyet-sosyal emperyalizminin çözülmesinin yarattığı koşullarda, etki ve nüfuz alanlarını genişletmek için hazırladıkları yeni stratejik ve taktik hedefler ve planlar doğrultusunda kullanmaya çalışıyorlar.

Temmuz 1992

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑