Geçen sayımızda IŞİD eksenli olarak Irak ve Suriye’deki son “gelişmeler” üzerinde durmuş ve Amerikan yaklaşım ve taktiğiyle farklılığın AKP Türkiye’sinin zorluğunu oluşturduğunu; zorluğun IŞİD’e karşı koalisyona katılıp katılmama bakımından bir “viraj”la aşıldığını, ama Rojava’ya yönelik olarak sürdüğünü belirtmiş ve “şimdi sıra bu yönden de ‘uyumlanma’nın gerçekleşmesindedir” deyip noktalamıştık.
Birkaç gün geçti geçmedi, Amerika’nın Kobanê’yi kuşatan IŞİD mevzilerine yönelik olarak başlattığı hava bombardımanının ciddiye binen bir yoğunluk kazanmasının ardından 3 Amerikan kargo uçağı kuşatma altındaki YPG/YPJ savaşçılarına paraşütlerle 27 parti silah, cephane, gıda ve tıbbi malzeme yardımı yaptı. Ve aynı gün Irak Kürt Yönetimi peşmergelerinin Türkiye’nin açacağı “koridor”dan Kobanê’ye geçmesine izin verildiğini, hatta Hürriyet’e göre geçtiğini öğrendik.
Önemsiz denemeyecek bir gelişmeydi.
*
Gelişmeler, Türkiye bakımından, AKP ya da halifelikle başbakanlık arasında gidip gelen Recep Tayyip Erdoğan ve vekili ya da yardımcısı pozisyonundaki “derin stratejist” Davutoğlu’nun IŞİD eksenli olarak güncellenen Suriye ve Irak politikasının ne olduğunu söyleyebilecek kimsenin var olup olmadığı sorusunu gündeme getirdi!
Sorular sıralanabilirdi: Öncelikle ne dediklerini, nasıl bir politika savundukları ve uygulamaya çalıştıklarını hatırlayan var mıydı? Ya da bir politika ve taktikleri var mıydı? Gelişmeler karşısında olup olmadığı anlaşılabiliyor muydu?
Eh! Politika demeye bin şahit isteyen ve bir türlü ne ve nasıl olduğu tanımlanabilmek üzere ele avuca gelmeyen, durmaksızın değişen ve değişiminin hızına erişilemeyen esnek mi esnek bir dış politikaları var gibi. Ya da vardı ve zorunlu değişiklikleriyle birlikte var olmaya devam ediyor. IŞİD merkezli son gelişmelerle sınırlı konuşulacak olursa, “kadı kızı”nda bile olabilecek “küçük” bir değişme ya da alınan büyük bir virajla “var”! Newyork Times başta olmak üzere batı basını “küçük değişimi” “U-Dönüşü” olarak nitelendiriyor. Ya da Cengiz Çandar “Gelinen nokta, …AKP iktidarının ‘ABD baskısı önünde eğilmesi ve Kobane konusunda ‘geri basması’dır” tanımlamasını yapıyor.
Ama.. Sadece son “viraj”, “U-Dönüşü” ya da izlenilme iddiasında olunan politikada “geri basma” mı? Öyle olsa, belki Özal’ın “Anayasa bir defa delinmekle bir şey olmaz” dediğinde olduğu gibi, fazla önem verilmeyebilir, “eh arada olur” denebilirdi! Öyle değil ki…
Hatırlayın, ne yazmıştı Başbakanlığı fiilen yürütmekte olan cumhurbaşkanlığı koltuğuna da kurulmuş beyefendinin yardımcısı pozisyonundaki eski Dışişleri Bakanı Davut Bey. “Merkez ülkeyiz” dememiş miydi? “Oyun kurucu ülke” –öyleydik beyefendiye inanacak olsak! Bu bölge, Ortadoğu yani, “bizden sorulur”du, sonradan, örneğin Suriye politikasına ilişkin olarak da sık sık yinelediği gibi, “Amerikalılar çok hata yapmışlar, yüzümüze bakamaz olmuşlar”dı, “en iyi biz bilir”dik ve “biz olmadan olmaz”dı! Ve bir başka iddiayı daha hatırlayın, “komşularla sıfır sorun” halinde olacaktık! Ne oldu?
*
Haydi, bunlar sadece iddiaydı ve diplomaside olurdu böyle şeyler!
Peki, Libya? “Biz asla ve kat’a NATO harekatına karşıyız” dememiş miydik? Dış politikaya tabii ki maddi çıkarlar yön verirdi ve Türk burjuvazisinin Libya’ya ilişkin çıkarları bunu gerektiriyor olmalıydı. Evet, milyarlarca dolarlık geri ödemeleri alınamayan yatırımları vardı burjuvazinin Libya’da, onun derdindeydiler. Kaddafi’yle arayı iyi tutunca alacakları tahsil edebileceklerini sanmışlar, ama iki gün içinde işin ciddiyetini ve isteseler bile Kaddafi’yle arayı iyi tutamayacaklarını, laf olarak ne yazıp söylerse söylesinler, bu kadar da “oyun kurucu” “merkez ülke” olmadıklarını, manevra yapabilecek “boşluk” kalmadığını görmüşler ve kısa yoldan “pes” ederek, tam tersi pozisyonu tutmaya geçmişlerdi. Bırakın NATO operasyonuna karşı çıkmayı, lafta eski pozisyonun sürdürülmesi de bir tarafa, tarafsız bile –haydi kalamamışlar demeyelim– kalmamış ve 5-6 savaş gemisi ve uçakla operasyona katılmışlardı.
*
Mısır politikası, peki? Hızlı İhvancı oldukları kuşkusuzdu. Mısır’da bir İhvan hükümeti için az çalışmamışlar, neredeyse “oyun kurucu” sıfatını hak etmeye yaklaşmışlardı ki, dünya başlarına yakılmıştı. Doğrusu, gelişmeler ve gidişatın tayin edici etkisiyle, halk hareketinin başka türlü bastırılmasının zorluğunu gören Amerikalılar en azından “denenebilir”, “deneyip görürüz” tutumu alarak, İhvan’ın da katılımıyla emperyalist kapitalist egemenliğin dayanaklarının genişletilip güçlendirilmesi eğilimine girmişler ve bu eğilim Türk İhvanı tarafından da iştiyakla desteklenmişti. Ancak deneme kısa sürmüş ve Amerikalılar İhvan siyasal İslamcılığına fazla katlanamamışlar ve Sisi Darbesi’nin önünü açmışlardı. Sonra gelsin dört parmak yukarıda “Rabia” işaretleri ve Esma’nın ardından (aslında kendi kaybettiklerine ve hallerine) ağlamalar! Ve “darbe karşıtı” “demokratik” ajitasyonlar! En son IŞİD karşıtı Koalisyon konulu manevrayı yaptıkları BM toplantısına kadar sürdürdükleri Batıyı suçlayan bir darbe karşıtı ajitasyon ve sonra tam sessizlik: “Tısss”! En sessiz sedasız ve en kazasız belasız yapılan manevra Mısır politikasına ilişkin olanı olmalı. Ama hangi elçi atanırsa atansın Mısır’la ilişkilerin ısıtılmasının olanağı bulunamayacak olması, bir sorun olarak kalacak ve örneğin BM Güvenlik Konseyi geçici üyelik seçimi gibi olaylarda kendisini hep hissettirecek.
*
Libya operasyonu ile neredeyse eşzamanlı olarak ortaya çıkan Suriye “problemi”, Esad’dan çok bir “Erdoğan problemi” görünümünü çoktan kazanmıştır. Esad’la arası neredeyse bir “özdeyiş”e dönüşme raddelerine gelen “kardeşim Esad”la tanımlandığı dönemin sıcak ve iyi ilişkilerinin bozulmasının suçlusu tabii ki yerli Halife özentisi değildir. Suriye’deki halk muhalefetini fırsat bilip Esad’tan kurtulmaya şevklenen, en başta Amerikalılar olmak üzere Batılı emperyalistlerdir. “Kardeşim Esad”dan başlangıçta zorlanarak döndürülen AKP lideri, öyle hızlı vites büyütmüştür ki, kısa sürede kendisini “yeni” “Esad karşıtı” yönelim ve politikalara “ikna” eden Amerikalılar ve sair Batılıları “sollayarak” öne fırlamış, “birkaç hafta içinde Şam Emevi Camiinde namaz kılma” noktasına ilerleyivermiştir! Birkaç gün içinde alınan mesafe 180 dereceliktir.
Hilafet özentisi beyefendinin politik tutum ve esnemeleri, esneme olmasına esnemedir; ama hep fazla köşeli ve fevri olmuş, bir uçtan diğerine uçuşmuştur. Suriye konusunda, “kardeşlik”ten “hasımlık”a geçerken de ve sonra hasımlık çerçevesindeki git-gellerde de bu fevrilik ve uçuşma hali belirgindir.
Bir kez hasım olduktan sonraki aculluk diplomasinin hiçbir kuralına sığdırılabilir değildir; öyle ki, iki komşu ülkenin yöneticileri olarak, artık Esad’la Recep Tayyip Beylerin bir arada bulunabilmeleri herhalde olanaklı olmaktan çıkmıştır ki, buna yol açan Esad değildir. Üstelik emperyalistler Cenevre görüşmelerinde kanıtlandığı gibi Esad rejiminin temsilcileriyle bir arada bulunabilirken, “Erdoğan rejimi”nin atak ve nezaketsiz aculluğu nedeniyle, bu, Türkiye bakımından boşa düşürülmüş –ve ileride hayıflanılacak– olanaktır. Batılı emperyalistler Esad’ı muhatap alıp Cenevre-2’ye katılırlarken, AKP elindeki Türkiye, Davutoğlu’nun ağzından, Amerikan ve Rus Dışişleri bakanları Kerry ve Lavrov arasındaki anlaşmaya dayalı olarak izlenmekte olan Cenevre-2 sürecini “kozmetik bir süreç” olarak nitelendirmiş ve görüşmeler yoluna girip Suriye’yi bombalamaya yanaşmadığı için eleştirdiği Amerika’nın Dışişleri sözcüsü tarafından “Suriye için en iyi yolun bir askeri harekat olmadığı” açıklanarak yanıtlanmıştı. ABD tarafından bile “savaş yanlısı” sayılan bir ülke! Sonuç; Cenevre-2’nin toplanması ve Türkiye’nin karşı çıktığı Cenevre-2 Konferansı’na kös kös katılması oldu!
*
Sonra sanki “durup dururken” gibi görünerek, geçen sayımızdaki yazımızda üzerinde durduğumuz gibi İslam Devleti ortaya çıktı; önce Musul’u ele geçirirken Türkiye’nin de –ideolojik ‘kardeş’e duyulan aşırı güvenden olmalı– Konsolosluğu boşaltmayan görevlileri de rehin alınarak kafalar kesilip kadınların ırzına geçildi ve bununla, Amerika’nın bölgeyi yeniden “dizayn” etmesi bakımından arayıp da bulamadığı türden bir davetiye çıkarılmış oldu ve ABD’nin çağrısıyla derhal “IŞİD’e karşı koalisyon” oluşturularak hava bombardımanı başlatıldı.
Türkiye, asla ve kat’a “IŞİD’e karşı askeri harekata katılmayacağı”nı açıkladı. Ancak insani önlemlere katılabilirdi. Tükürükler kurumamıştı ki, Musul Konsolosluk görevlerinin bırakılmaları ya da bıraktırılmalarıyla neredeyse eş zamanlı olarak toplanan BM’de, Dışilişkiler Konseyi’nde yaptığı konuşmada, hala başbakanlığı sürdüren R. Tayyip Erdoğan Türkiye’nin politika ya da taktiğini değiştirdiğini ilan etti. Baskılara dayanamamış olmalıydı. Türkiye örneğin fazla IŞİD’çı görünüyordu; bu “terör örgütü”ne sunduğu destekler tüm Batılıların dilinde ve medya sayfa ve ekranlarındaydı. Üstelik Amerikan patronajındaki koalisyona katılmaması durumunda Ortadoğu’ya yönelik “yeni hamle”den tamamen dışlanmış olacak ve şimdiki gibi kırık-dökük de olsa hiç söz hakkı kalmayacaktı. Gerçi BM toplantısı için Newyork’e giderken farklı Newyork’a varıldığında farklı politika iyi bir görüntü oluşturmayacaktı, ama olsundu, ne yapılabilirdi ki! Erdoğan “Türkiye’nin askeri harekat dahil her türlü harekata katılacağı”nı açıkladı.
*
Ancak sanki “terörist” dememek için uzun süre sabredilmemiş ve tersine davranılıp destekler sunulmamış gibi, Erdoğan “IŞİD terör örgütü” ve “bataklık” nitelemelerini kolaylıkla yapsa bile, sorun bitmiyor ve “koalisyona katılma”nın ötesinde, Amerikan ve Türk taktikleri arasında önemli bir fark hala kalıyordu: Rojava.. Kobanê ne olacaktı?
Sorunu yine geçen sayıda ortaya koymuştuk: ABD ve koalisyonu “önceliğimiz” dedikleri İslam Devleti’ne karşı hava harekatını sürdürürken kara harekatına katılabilecek güçlerle işbirliği yapıp bu güçleri destekleme taktiğini sürdüreceklerini açıklamışlardı ki; bu güçler de belliydi: Irak merkezi Ordusu, İKBY peşmergeleri, Suriyeli muhaliflerin örgütleri ki, içlerinde adı açıkça anılmasa bile, PYD de vardı. Türkiye ise, “hava harekatının yetmeyeceği”, “ESAD’ın hedef alınması gerektiği”, “PKK ile IŞİD’ın aynı şey olduğu”, “PYD ile de PKK’nin aynı olduğu” gibi gerekçeler ileri sürüp bin dereden su getirerek farklılığını koruyordu. Eğer PYD ÖSO’ya katılmaz ve ESAD’a karşı savaşa başlamazsa, Türkiye, o da başka çaresi kalmayıp mecbur olduğunda, ancak insani yardımda bulunabilirdi. Nitekim, Kobanê göçmenleri sınıra yığıldıkları ve dünyanın gözü önünde ölüme terk edilemeyecekleri için Türkiye’ye “buyur” edildiler. Hepsi o kadardı. Ardından Kobanê Savaşı’nın seyrine geçildi!
Kuşatmanın 36. gününde Amerikalıların uçaklarla silah yardımı geldi. O güne kadar onlar da öldürmeyip süründürecek kadar bile “yardım” etmemişler, başlıca yardım yöntemi olarak Kobanêyi kuşatan İslam Devleti mevzilerini şöyle böyle bombalayarak idare etmişlerdi. AKP Türkiye’sinin işine gelmiyordu da Amerika’nın geliyor muydu PYD ve Rojava’da aşağıdan yukarıya kurulmuş özerk kantonlardaki halk iktidarının örgütlenmesi? Onun da gelmiyordu şüphesiz ve “destek” için hiç acele etmeyip Batı Kürdistan Kürtleri şahsında Kürt halkını ölümle terbiye etmek üzere birkaç bombayla yasak savarak beklediler. Özerkliğine sarılmış Kürt iradesini kırmayı ve önlerinde diz çöktürmeyi, “aman..” dedirtemeseler bile, ölümden “kurtarılmış” olmanın minnet duygularıyla hiç değilse alttan alır hale getirmeyi hedeflediler.
Yine de Türk ve Amerikan taktikleri arasındaki fark az değildi. AKP Türkiye’si uzun süre Kobanê’yi ağır silahlarla döven IŞİD saldırısını yalnızca seyrederek bekledi: Dünyada oluşan baskı karşısında direnemedikleri önceki AKP nerede bitiyor IŞİD nerede başlıyor fazla belli olmayan IŞİD’çiliklerinden bir adım gerileyerek geldikleri “IŞİD de PKK ve PYD de birbirinden farksız” pozisyonlarında seyrediyorlardı, iki taraf da birbirlerini “yesinler”di! Bunun üstü örtülü IŞİD’çilik olduğu şüphesizdir; çünkü müdahale edilmediğinde sonucu tartışmasız kestirilebilecek, güç dengesi orantılı olmayan bir kuşatma karşısındaydık.
Amerika terbiye, AKP Türkiye’siyse yok etme peşindeydi Kürtleri. Ve fark somutlandı: Önce hava bombardımanı sıklaştı ve tahrip gücü artırıldı ve ardından Amerikalılar, Dışişleri Sözcülerinin açıkladığı üzere, “rızasını aramadıkları Türkiye’yi bilgilendirerek” Kobanê’yi savunan YPG/YPJ savaşçılarına silah yardımında bulundular.
Türkiye ne yaptı? Hala başbakanlığı sürdürmekte olan Erdoğan, Afganistan dönüşü yeni lüks uçağında, gazetecilere, lafı gündem olmuş PYD’ye olası Amerikan yardımı ile ilgili net görüşlerini, kuşkusuz Türkiye’nin politik tutumu olarak şöyle anlatmıştı: “PYD şu anda bizim için PKK ile eştir, o da bir terör örgütüdür. Bir terör örgütüne kalkıp da bize dost olan NATO’da beraber olduğumuz Amerika’nın böyle bir desteği, açıktan açığa söyleyerek, bizden ‘evet’ ifadesini, yaklaşımını beklemesi çok çok yanlış olur, böyle bir şeyi bizden beklemesi mümkün değil, böyle bir şeye de biz ‘evet’ diyemeyiz.”
Oysa biraz daha “esnek” ya da mütevekkil olabilir, 180 derecelik çark etme görüntüsü vermekten kaçınabilirdi. Olası Amerikan tutumuna dair yeterince veri vardı çünkü. Öncelikle IŞİD dolayımıyla izlemekte olduğu taktik belliydi. İkinci olarak hava bombardımanı başlamış, bununla kalmamış ağırlaştırılmıştı. Ve üçüncüsü, Paris ve Erbil ya da Dohuk’ta Amerikan ve PYD yetkilileri arasında iki ya da daha fazla aracısız görüşme yapıldığı açıklanmıştı. Amerika, her ne kadar “politikamız değişmedi, anlık durum” açıklamasını yapsa da, anlaşılıyordu ki PYD’yi tanımak üzereydi ve onunla ilişki kurmaktaydı.
Sonra Obama’nın telefonu geldi. Erdoğan’ın uçağı yeni Yeşilköy’e inmişti ki, uçakta gazetecilerle yapılan konuşmadaki iddialar tarih oldu! Diyemeyiz denen “evet” denmişti bile ve arada saatler vardı ancak!
Sabah “biliyorduk” diye yazdı birinci sayfasından! Evet, doğrusu, bilgilendirilmişlerdi. Ama Amerika Suriye’deki IŞİD hedeflerini bombalayacağı konusunda “düşman” Esad’ı bile bilgilendirmişti!
Bilgilendirme-rızasını arama tartışmasının önemi şuradaydı ki, Kürt sorununda, hem de Irak Kürdistanı’na değil, Erdoğan’ın “PKK ile PYD aynı şeydir” saptaması kapsamında Türkiye ile doğrudan ilişkili olan/ilişkili hale gelmiş Suriye Kürdistanı’na ilişkin olarak Amerika ile Türkiye ayrışmış, Amerika Türkiye’nin Kürt politikasını dikkate almaksızın kendi Kürt politikasını izlemişti. BBC Türkçe, Lehigh Üniversitesi’nden Henri Barkey, “son durumu Financial Times’a şöyle yorumluyor: Bu çok büyük bir kırılma. İlk defa ABD, Kürtlere Türkiye’nin istediği gibi davranmıyor.” şeklinde haberleştirdi.
Erdoğan, Letonya’ya gitmek üzere uçağına binerken, ikinci “olay”ı oluşturan Türkiye’nin Kobanê’ye koridor açmasını, telefonda Obama’ya kendisinin teklif ettiğini anlattı. Külaha anlatır gibiydi ve “Amerika’nın YPG/YPJ’ye silah yardımı yapmasını da ben istedim” dese kimse şaşırmayacaktı! İş ayağa düşmüştü bir kez!
Aynı konuşmasında, eski IŞİD’i destekleme taktiğini hala tümüyle elden çıkarmadığını göstermek ve IŞİD’e “durumumu anla, başka türlü davranamıyorum, ama seni de gözetiyorum” selamı göndermek anlamına gelerek, Kobanê’ye Amerikan silah yardımını doğru bulmadığını da söyledi Erdoğan. “PYD’ye silah yardımı Türkiye’ye rağmen yapıldı” ve “yanlış yapıldı” dedi ve buna bir paket silahın IŞİD eline geçmesini dayanak gösterdi! Anlaşılmaktaydı ki, PYD eline geçmesini, PYD’ye yardım edilmesini yanlış bulmama fikrine kendisini alıştırmaya çalışmaktaydı! Ve asıl önemlisi, “düzen kurucu” “merkez ülke” bir üfürüşte gitmiş, Erdoğan ve bizler, sözü bile sorulmayan, “kırmızı çizgi”leri göz göre göre ve bir telefonla çiziliveren kıymeti harbiyesi kalmamış önemsiz bir ülkeyle yüzleştirilmiştik! “Gerçi sözcüleri bir şeyler anlatıyorlar” demekteydi Erdoğan. Evet, Dışişleri Bakanı’nın bile değil, artık sözcülerinin değerlendirmelerine konu olan, “rızasını almadık” denilerek haddi bildirilen bir ülke oluvermiştik: Her zaman yüksek perdeden atıp tutmalarına ve “dik durma” laflarına alışkın olduğumuz Erdoğan’ın alçak ses tonuyla kabullendiği AKP Türkiye’sinin geldiği/getirildiği bu ancak Amerikan sözcülerinin hakaretlerine muhatap olmuşluk durumuydu!
Geçen sayımızda sözünü ettiğimiz AKP Türkiye’sinin “zorluk”unun üstesinden gelinememiş, Rojava politikası iflas etmiş, müflis tüccara dönülmüştür!
*
Ya “koridor”? Gerçekten Erdoğan tarafından önerilmiş olabilir mi? Bu şaşkınlıkta her şey olabilir görünmektedir, ancak, “koridor” tartışmasının sözünün ilk kez Obama-Erdoğan telefon görüşmesinde edilmediğini dünya alem bilmektedir. Erdoğan’ın PYD’nin Amerika tarafından tanınıp muhatap alınması ve üstüne bir de silah yardımı yapılmasının önünü kesmek üzere Kobanê’ye bir “koridor” açılmasını benimseme noktasına gelmiş olması mümkündür. Üstelik böyle bir “hamle” ile PYD ve PKK ile KDP ve Suriye Kürdistan’ındaki müttefiki Kürt partiler arasındaki anlaşmazlıktan yararlanmaya da oynamış olma olasılığı vardır. PYD “Kobanê’de yabancı asker ve hatta peşmergeyi de istemediği”ni ve tek eksiklerinin “savaşçı değil silah” olduğunu açıklamışken, AKP Türkiye’sinin Kürtler arasındaki ayrılıklara oynayarak, iyi ilişkilere sahip olduğu Barzani’yi işin içine katmaya çalışması ve Barzani ve KDP’yi PYD’ye tercih etmesinden daha anlaşılır şey olamaz. Bunun üstelik ABD’nin de işine geleceğini tahmin etmek de zor değildir. Dolayısıyla Erdoğan “akıllı” görünen “koridor” “önerisi” ile inisiyatif almaya ve PYD’ye Amerikan silah yardımının önünü kesmeye çalışmış; ancak Amerikan yardımını engellemeyi başaramamıştır. Şimdilik Barzani ile yakınlığı ve onunla PYD arasındaki anlaşmazlıklar üzerinden Kobanê içişlerine el atarak PYD’nin arkasından dolanmakla yetinmekten başka çaresi kalmamış görünmektedir.
Ancak bütün bunlar “Kobanê’ye koridor”un bir AKP önerisi olduğu anlamına gelmeyecektir. Hatırlanacaktır; “Kobanê’yle bizim ne alakamız var”, “PKK ile IŞİD birdir” diyen Erdoğan’dır ve “Obama’ya ben teklif ettim” diyerek geldiği yer hazindir. Ne “koridor açması” ne “öneri”si! AKP Türkiye’sinin taktiği, Esad’ı devirmeyi amaçlamış yeni Osmanlıcı yayılmacılık kapsamında az çok üstü örtülü desteklediği IŞİD’ın Türk milliyetçiliğinin kabullenemediği bir “bela” oluşturan Suriye sınırındaki Kürt kantonlarını da yok etmesinin sağlanması ve bunun seyredilmesi taktiğiydi. Ancak bu taktik bir yandan dünya halklarının baskısı bir yandan da Amerikan taktiğinin farklılığı nedeniyle işlememiştir. Ve öyle anlaşılmaktadır ki, Erdoğan, önceden PYD ve PKK tarafından talep edilen, bir Kürt önerisi olan ve uzun süre reddettiği “koridor” açılmasını sahiplenerek durumu kurtarmaya uğraşmaktadır! Sekiz saat süren ve ilk kez sözcü Arınç tarafından bir açıklamayla “taçlandırılamayan” Bakanlar Kurulu ve bakanlarla başbakanlığı hala deruhte etmekte olan Erdoğan arasındaki onca fikir teatisine karşın bulunulabilen, anlaşılan bu “koridor” fikri olabilmiştir! Durumun fazlasıyla zor olduğu kesindir! “Paralelciler” ya da Gezi Direnişi söz konusu olduğunda, iş henüz bunca somut bir yere gelip dayanmamışken “karanlık dış odaklar” ve bir Amerikan vilayeti olduğu kuşkusuz olan “Pensilvanya” laflarıyla ima edilen “Amerikan karşıtlığı”, ABD ile net bir farklılık ortaya çıktığında “Türkiye’ye rağmen yapıldı” denmekle yetinilerek, “one minute” ataklığının yanına bile yaklaşılmadan sönmeye bırakılmıştır! Tam da gerekli olduğu durumda “karşıtlık” yerine selam durmak –işte bu, emperyalizmin işbirlikçilerinden beklenebilecek tek hareket tarzıdır!
*
Burada “anti emperyalizm” tartışmasına gelebilir ve “anti emperyalizm” çekiştirmesi yapanlara bakabiliriz.
*
Cemaat karşıtlığıyla anti emperyalizmi AKP destekçiliği cenahından kavrayan bir mevziye sürüklenen Ergenekon Aydınlık’ının tutumu üzerinde konuşmak fazlalıktan bir iş olacaktır. Davutoğlu’nun “oyun kurucu” “merkez ülke” “derinliği”yle “statik müttefiklik”ten “hareketli ortaklık”a evrilme hülyasındaki Yeni Osmanlıcı yayılmacılığın ihtiyaçlarını ve bunu dillendiren Hulusi Paşa’nın söylemini Tuncer Kılınç’ın eski “basacaksın doları…” ajitasyonlu Rusya ve İran yakınlığı arayışıyla özdeşleştirerek yeniden “TSK anti emperyalizmi” peşine düşen bu grubun sahte Amerikan karşıtlığı üzerinde durmak gerekmemektedir. Ne kendisinin ne de sözünü ettiklerinin emperyalizm karşıtlığıyla ilgileri kurulabilir!
*
Peki, KP’den Aydemir Güler’in Kobanê’yi “askeri olarak düşmese de sol için siyaseten düşmüş” sayan “anti emperyalizmi” nasıl değerlendirilmelidir, onun emperyalizm karşıtlığı sahte değil midir?
Güler; açık ki “askeri olarak düşme”kten Amerikan bombalarıyla kurtarılmış olsa bile, bunun, –altını çizerek “sol için” demektedir– kurtulma olmadığını, “sol”un böyle yaklaşamayacağını, çünkü Kobanê’nin siyasal olarak emperyalizmin dümen suyuna girmiş sayılması gerektiğini, hiç değilse, en azından emperyalizmle uzlaşma haline girdiğini varsaymaktadır! Öyle midir? Bu yaklaşım doğru mudur ve doğruysa, örneğin Alman treniyle 1917 Şubat Devrimi’nin ardından devrimi yönetmeye Petrograd’a gelen Lenin’i ve onun bu tutumunu nereye koyacağız? Ya Büyük Yurtsever Savaş olarak II. Dünya Savaşı’nda NAZİ Alman emperyalizmine karşı Amerikalılar, İngilizler ve Fransızlarla ittifak kuran Stalin’in Sovyetler Birliği’ni ne yapacağız? Sorunu doğru ele almayı başaramazsak, herhalde Güler gibi, hem Lenin hem de Stalin’e, emperyalizmle uzlaşarak “siyaseten ‘sol’dan düştüler” demek zorunda kalırız!
“Ama” diyor Güler, “emperyalizmle ilişki sorgulamasında Lenin’in 1917’de Rusya’ya Almanya üstünden dönmesini ve İkinci Savaşta Stalin liderliğinin Batıyla ittifak kurmasını hatırlatanlar oldu. PYD’nin Amerikan koalisyonuna alınması ve askeri yardımla bunlar arasında bir benzerlik aramak, demagoji değilse, çok zorlama olur.” Neden öyle oluyormuş? Keyfine göre istediğini yapabileceğini sanan Erdoğan’ın yolundan mı yürüyorsunuz? Siz dediniz diye mi öyle oluyor?
PYD Amerikalı emperyalistlerin silahını kabul ediyor. Lenin Alman treni ile ülkesine gelmeyi. Biri “silahlı” bir ilişki diğeri değil mi, fark burada mı? Ama Lenin Almanlarla Brest-Litovsk anlaşmasını imzalarken işin içinde silah da vardı. Bir diğer “silahlı” ilişkiyse, Brest öncesi Petrograd yönündeki Alman ilerleyişi karşısında Sovyetler Birliği’ne, kuşkusuz ki kendi emperyalist amaçları doğrultusunda “yardım” teklif eden İngiliz-Fransız önerisinin Lenin tarafından kabul edilmesidir. İki durumda da, tıpkı Alman treniyle Rusya’ya geldiğinde olduğu gibi, Lenin emperyalizmle savunulamayacak bir uzlaşma yapmamış ve siyaseten “düşmemiş”tir!
Ama tümü de uzlaşma olmasına birer uzlaşmadırlar ki, Lenin, “Sol Komünizm” Bir Çocukluk Hastalığı adlı eserinin bir koca bölümünü her türlü uzlaşmanın reddedilemeyeceği üzerine kaleme almış, “uzlaşma vardır, uzlaşmacık vardır” diye yazmıştır.
Neden öyle yazmıştır? Her türlü uzlaşmanın reddedilemeyeceğini, her türlü uzlaşmanın kategorik olarak reddine kalkışmanın saflık ve çocukluk değilse aptallık olacağını söylemek için: “Sonuç açıktır: ‘ilke olarak’ her türlü uzlaşmayı reddetmek, genel olarak, her türlü uzlaşmayı gayrimeşru saymak ciddiye bile alınamayacak akıl almaz bir çocukluktur.”
Konumuz nedir?
Amerikalı emperyalistler, ölümle terbiye edip diz çöktürmek için beklemişler ve Kobanê savunmacılarının ölümle ve belki de yaklaşan bir katliamla yüzleştikleri zor zamanlarında önce kendilerini kuşatan IŞİD’ın mevzilerini bombalamaya başlamış ve ardından direnişçilere silah yardımı yapmışlardır. Bu ikinci “önlem”, Amerikan Dışişleri görevlilerinin PYD görevlileriyle buluşup görüşmelerinden sonra gelmiştir. Güler, hemen fetvayı vermiş ve “uzlaşma” gerekçesiyle Kobanê ve direnişçilerinin “sol siyasetten düştüğü”nü saptamış, bununla kalmamış, Kürt sorunu ve Kürt ulusal amaçları doğrultusunda emperyalistlerle bu tür uzlaşmaları aklayan sosyalistlere karşı da kampanya açmaya karar vermiştir:
“Nedense Türk solunda ‘emperyalizme karşı mücadele de nereden çıktı’ diyebilecek ölçüde bir çürüme var.” Devam ediyor Güler:
“Solda farklılıkların emperyalizmin Kürt denklemine bir kez daha dahil olmasını olumlayıp olumsuzlamak üstünden çıkmasında şaşırtıcı bir şey yok.
Emperyalizmi olumlayan, bedelini ödeyecek. Çaresi yok.
Bedel dediysem, yanlış anlamayın, kastım son derece basit: Emperyalizmi olumlamak soldan kopuş dilekçesidir.”
Fetva yaman: “Sol”dan kopuyoruz! Saptama da yaman; “emperyalizm olumlanıyor”! Ne yapılıyor ve nasıl olumlanıyor emperyalizm? Güler anlatıyor:
“Kürt siyaseti açısından, girilen bu yol herhangi bir biçimde sürpriz değil. Ancak benzeri yolların her defasında ‘Türk sosyalizmi’ tarafından aklanması artık gına getirdi. ‘Kürtçü Türk sosyalizmi’ Kürt siyasetinin büyük güç oyunlarını hoşgörmekten çıkmış ve çoktandır gizli gizli keyif alma aşamasına geçmişti… Şimdi Kürt siyasetinin, kaderini emperyalizmle ortaklaştırmaya varacak adımlarını desteklemekle Kürt halkının katledilmesine karşı dayanışma ilişkisi kurmak arasında ayrım gözetme gereği gündeme bile getirilmiyor.
Kobanê’de IŞİD’in kuşatma mevzileri ABD tarafından vurulacak ve Kobanê ABD mühimmatıyla savunulacaksa, siyaseten kent düşmüştür! Bu tabloya ‘devrim sürüyor’ adını takmak emperyalizmi aklamaktır.”
İnsanın aklına önce saldırganı ve saldırganı seyredeni suçlamak, onunla uğraşmak gelir, normali budur! Ama hayır, beyimiz ne emperyalizmin amaç ve taktikleriyle ne de kendi burjuvazisinin alçaklıklarıyla ilgilenip uğraşıyor, ama ilk aklına gelen, nereden bir açığını bulurum diye fırsatını kolladığı Kürde saldırmak, içinde bulunduğu durumun ihanet olmayacak bir uzlaşmayı zorunlu kılmakta olan zorluğunu aklının köşesinden bile geçirmeden “vur abalıya” Kürde ve onu “hoşgören” sosyalistlere saldırmak oluyor! Kürt hareketi zaten emperyalizmle uzlaşıyormuş, ama kim olumluyorsa, “emperyalizmin Kürt denklemine dahil olmasını olumlamak” –işte bu olmazmış, Kürt hareketinin emperyalizmle “sürpriz olmayan” ilişkilenmesini “aklayan” bu “emperyalizm olumlamacısı” “Kürtçü Türk sosyalizmi” “soldan kopmuş”muş!
Uzlaşma nerede peki? Karşı çıkılan uzlaşmanın ne olduğu önemli, Lenin böyle söylüyor.
Lenin’in dediklerine göz atıp sürdürelim:
“Her proleter grevlerden geçmiştir; her proleter işçiler bir şey elde etmeden ya da isteklerinin ancak bir kısmını sağladıktan sonra işbaşı etmek zorunda kaldıkları zaman, nefret duydukları ezenler ve sömürenlerle ‘uzlaşmalar yapmıştır. Bir sınıf mücadelesi ve sınıf çatışmalarının had safhaya varışı ortamında yaşayan her proleter, nesnel koşulların zorunlu kıldığı (grev fonu tükenebilir, grev desteklenmeyebilir, grevciler dayanılmaz ölçüde açlıkla, yorgunlukla karşılaşabilirler) bir uzlaşmayla, o uzlaşmayı yapan işçiler arasında devrimci feragati ve mücadeleyi sürdürme iradesini hiçbir şekilde azaltmayan bir uzlaşmayla, hainlerin yaptığı (grev kırıcıları da ‘uzlaşma’ yaparlar), kendi bencilliklerini, alçaklıklarını, kapitalistlere hoş görünme isteklerini, tehditler karşısında, bazan pohpohlamalar karşısında, bazan sadakalar karşısında, bazan da kapitalistlerin sırnaşmaları karşısında gereken sağlamlığı gösterememelerini nesnel nedenlerle açıklamaya kalkışan uzlaşmalar arasındaki farkı değerlendirmeyi pek iyi bilir.”
Yani; sadece yapılabilir olmayan ama yapılmasından kaçınılamayacak uzlaşmalar var, ihanet uzlaşmaları var! “Uzlaşma” deyip geçemiyorsun, “uzlaştı” dediğini bir çırpıda hedefe koyamıyorsun!
“Besbelli ki, istisnai olarak öyle çetin ve çapraşık durumlar olabilir ki, şu ya da bu ‘uzlaşma’nın gerçek niteliğini saptayabilmek için büyük çabalar gerekebilir, bazı hallerde (örneğin ‘nefsi müdafaada’ olduğu gibi) cinayetin, mutlak olarak meşru ve giderek kaçınılmaz mı olduğunu, yoksa affedilmez bir ihmalin ve giderek ustaca uygulanan canice bir planın sonucu mu olduğunu saptamanın çok zor bir iş olması gibi. Besbelli ki, ulusal ve uluslararası sınıflar ve partiler arası son derece çapraşık ilişkilerin bazan söz konusu olduğu politikada, bir grev yüzünden varılan ‘uzlaşmanın’ meşru mu, yoksa ihanet eden bir sendika liderinin, bir grev kırıcısının vb. eseri mi olduğunu saptama sorunundan çok daha çözümü zor durumlarla karşılaşılacaktır. Her duruma uyan bir reçete ya da (‘hiçbir zaman uzlaşılmayacak’!) biçiminde bir genel kural bulmaya kalkışmak saçmadır… Saf ve deneyimden tamamen yoksun kimseler, savaştığımız ve amansız bir savaş yürütmemiz gereken oportünizm ile devrimci Marksizm arasındaki bütün sınırların silinmesi için genel olarak uzlaşmayı kabul etmemizin yeterli olacağını sanıyorlar. Böyleleri eğer henüz doğada ve toplumda bütün sınırların hareket halinde ve bir ölçüye kadar geleneksel olduklarını bilmiyorlarsa, onlara ancak siyasal hayatı ve siyasal konuları uzun uzadıya inceleme olanağını, eğitim ve deneyim olanağını sağlamakla yardım edebiliriz. Tarihin her özel ya da özgül anında, karşımıza dikilen pratik siyasal sorunlarda kabulü mümkün olmayan uzlaşmaları, oportünizmi temsil eden uzlaşmaları, devrimci sınıfa ihanet niteliğindeki uzlaşmaları ayırt etmeyi bilmeli ve bunların içyüzünü açığa vurmak için ve bunlarla mücadele etmek için bütün olanakları kullanmalıdır.”
Şimdi dönelim Güler’in karşı çıktığı ve “siyasetten düşürdüğü”nü ileri sürdüğü uzlaşmanın ne menem bir şey olduğuna?
“Kobanê’de IŞİD’in kuşatma mevzileri ABD tarafından vurulacak ve Kobanê ABD mühimmatıyla savunulacaksa, siyaseten kent düşmüştür! Bu tabloya ‘devrim sürüyor’ adını takmak emperyalizmi aklamaktır.” Kötü olan ne? Lenin’in “ihanet uzlaşması” dediği türden olan uzlaşma nerede? Güler “uzlaşmalar” arasında ayrım da yapmıyor, dümdüz gidiyor ve “siyaseten düşüren” gerekçeleri açıklıyor: Bir, “IŞİD mevzilerinin ABD tarafından vurulması” ve iki, “Kobane’nin ABD mühimmatıyla savunulması”!
Sadece bu mu? Evet, bu. Güler, bu iki nedenle uzlaşmayı reddediyor ve bu nedenlerle “siyaseten kent düşmüştür! Bu tabloya ‘devrim sürüyor’ adını takmak emperyalizmi aklamaktır” diyor!
Arkadaşım, dilinin kemiği olmalı! Orada benim genç kardeşlerim de içinde sosyalist devrimcilerle vatanlarını savunan devrimci Kürt militanları seve seve ölümü kucaklıyorlar! Cin olmadan adam çarpmaya kalkmak ve ne dediğini, ucu nereye gideceğini bilmeden, emperyalistlerin düşman mevzilerini bombalamasına ve direnişçilere mühimmat atmasına dayanarak “emperyalizmle uzlaşmak”, “kaderini emperyalistlerle ortaklaştırma” adımları atmakla suçlamak, her türlü uzlaşmaya karşı değilsen, silme Türk milliyetçisi bir Kürt düşmanı olmakla açıklanabilir.
Evet, Amerikalılarla PYD’liler arasında bir görüşme yapılmıştır ve ne biz ne Güler bu görüşmede neler konuşulduğunu bilmiyoruz. O, aklına başka hiçbir şey gelmeden, canlar bedeli bütün bir devrimci direnişi yok sayarak, hemen “kaderin emperyalistlerle ortaklaştırıldığı”nı varsaymakta, üstelik bunu olayların akışıyla doğrulama ihtiyacı da duymadan mührünü vurmaktadır: İhanet uzlaşması! “Soldan kopuş dilekçesi”!
Örneğin Amerikalılar Kobanê’yi kuşatan IŞİD mevzilerini vurmaya kim tarafından çağrılmışlardır? Kürt ulusal hareketi tarafından mı sosyalistler tarafından mı? Var mıdır böyle bir çağrı? Amerikalıların başka yerleri bombalarken Kobanê’yi kuşatan IŞİD mevzilerini bombalamamalarının teşhir edildiği biliniyor, bunun bir problem oluşturduğunu kimse ileri süremez. DSİP’in yaygınlaşmayan “Amerikan bombalarına hayır” kampanyasının desteklenmediği de biliniyor, emperyalizm ileri sürülerek IŞİD’i meşrulaştırma içerikli olan bu kampanyanın desteklenmemesinin bir problem oluşturduğunu da kimse ileri süremez. Peki, bombalar karşılığında ödenecek bir bedel vaad edilmiş midir? Bunlar ne ima edilmektedir ne açıktan bir suçlamanın dayanağı haline getirilmektedir!
Üstelik, Amerikan-PYD görüşmesinde ne konuşulmuş olursa olsun, devrimci eylem ve sınıf mücadelesi kapalı kapılar arkasında konuşulanlara göre akmadığı ve akmayacağına göre; olayların gidişiyle doğrulanan Lenin’in “ihanet uzlaşması” dediği türden bir “uzlaşma”dan söz etmek mümkün görünmekte midir?
Görünen, dişe diş bir çatışmadır! Ve Bombalanan IŞİD mevzileriyle ya da paraşütle atılan mühimmat kutularıyla Lenin’i Rusya’ya getiren Alman treninin farkını Güler neye dayanarak izah edebilir? II. Dünya Savaşı’ndaki Sovyet-Amerikan-İngiliz-Fransız Paktının hiç sözünü bile etmiyoruz ki, orada –her ne kadar emperyalistler 2. Cephe açmaya ayak direseler de– şüphesiz silahlı dayanışma vardı. Ve Stalin emperyalistleri, silah çektiler diye değil, çekmediler ve 2. Cephe açmayı geciktiriyorlar diye suçluyordu.
“Kürt siyasetinin, kaderini emperyalizmle ortaklaştırmaya varacak adımlarını desteklemekle Kürt halkının katledilmesine karşı dayanışma ilişkisi kurmak arasında ayrım gözetme gereği gündeme bile getirilmiyor.” –Sosyalistlere yöneltilen suçlama budur: Sözde Kürt halkının katledilmesine karşı dayanışmaya “evet”miş; bu “olumlu uzlaşma” olmalı! Ve bununla “Kürt siyasetinin, kaderini emperyalizmle ortaklaştırmaya varacak adımlarını desteklemek” özdeşleştiriliyor, ama ayrıştırılamıyormuş! Nerede “kaderin ortaklaştırılması”? Sen, Güler, sadece emperyalistlerin bombardımanı ve attığı mühimmatın sözünü etmiyor musun “uzlaşma” adına?
Gaipten haber mi aldın, kaderin emperyalistlerle ortaklaştırıldığı konusunda? Böyle bir açıklama mı var da, biz görüp duymadık? “Yaşasın emperyalizm” mi dendi örneğin? “Biji Amerika” mı? Yoksa başka bir pratik işbirliği tutumu mu? Ne? Karşı çıktığın Amerikan bombardımanı ve attığı mühimmatları kullanıyor olmaktan başka nedir?
Hiç düşündün mü Güler, evet, emperyalistler Rojava Kürtlerini kendilerine minnet ettirmekten ve önlerinde diz çöktürmekten sevinç duyacaklardır, istedikleri budur, doğrudur; başka söze gerek yok, çünkü emperyalisttirler; ancak, onların istekleri başkadır, onlara ne yanıt verildiği, Kobanê direnişçileriyle emperyalistlerin ilişkisinin düzenlenip düzenlenmediği, düzenlendiyse nasıl düzenlendiği başka! Siz hiç emperyalistler önünde bir diz çökmeye tanık oldunuz mu? “Kürt siyasetinin kaderini emperyalizmle ortaklaştırmaya varacak adımlarını desteklemek”miş sosyalistlerin suçu! Atılan cephanelerin kullanılmasının kaderini emperyalizme bağlamak olduğunu mu düşünüyorsunuz ciddi ciddi? Öyleyse, sadece Lenin’in bindiği trene değil, hiçbir yerde hiçbir trene binmeyin, tümü emperyalist mamulattır! Uçağa, gemiye, arabaya da!
Lenin’in dediği gibi… Hangi uzlaşmanın ihanetçi hangisinin gerekli ve hatta kaçınılmaz olduğunu saptamak zor iştir ve siz pek kolay sanıyor, genlerinize sinmiş Kürt karşıtı Türkçülüğünüz ve görenin “solcu” sanacağı el çabukluğunuzun ürünü bütün uzlaşmaların kötü olduğu algınızla hemen damgalıyorsunuz: “Kobanê siyaseten düştü”! Hayır düşen, Erdoğan’la birlikte sizsiniz!
*
Hiç uzlaşma olmasın mı, bunu mu söylüyorsunuz?
IŞİD çeteleri ellerinde ağır silahlar, bol cephane ve geniş bir cephe gerisiyle bol bol takviye imkanıyla kuşatmış ve birkaç bin Kürt savaşçısı sınırlı olanaklarıyla direniyorlar. Gidişatta bir değişiklik, Güler’in pek sevdiği dille “denkleme bir yeni veri girdisi” olmadan sonuç iyi görünmüyor. Ve emperyalistler önce –hiçbir görüşme olmadan– bombalamaya başlıyor, sonra yapılan birkaç görüşmenin ardından silah ve mühimmat yardımı yapıyorlar. Bu bombalama ve silah ve mühimmat yardımını kabullenmenin neresini “emperyalizmle kaderini ortaklaştırma” olarak suçluyorsunuz? Bombalamaya karşı mı çıkmalıydı Kürt savaşçıları? Ve silah ve cephane istememeli, hatta yardımı kabul etmemeli ve IŞİD’çi haydutlar sürüsünce öldürülmeyi mi seçmeliydiler? Saçmalamanın bu kadarı kabul edilemez. Yine –Brest-Litovsk’ta Alman emperyalist haydutlarıyla uzlaşmak zorunda kalınması üzerine yazan– Lenin’e başvuralım:
“Diyelim ki, otomobiliniz silahlı haydutlar tarafından durdurulmuştur. Haydutlara, paranızı, pasaportunuzu, tabancanızı, otomobilinizi veriyorsunuz ve böylelikle haydutların o hoş refakatinden kurtulmuş oluyorsunuz. Bu bir uzlaşmadır, bunda kuşku yok. ‘Do ut des’, sana paramı, silahlarımı, arabamı ‘veriyorum’, bana canımı ‘veresin diye’. Deli olmadıkça hiç kimse böyle bir uzlaşmanın ‘ilkelere aykırı’ olduğunu öne süremez ya da uzlaşmayı yapanın haydutların suç ortağı olduğunu ileri süremez (haydutlar otomobili ve silahları yeni haydutluklar için kullanmış olsalar bile, bu böyledir). Alman emperyalizminin haydutlarıyla bizim uzlaşmamız, işte buna benzer bir uzlaşmaydı.”
Ve Lenin, Güler’in önemsiz sayarak “es” geçtiği ve genel olarak reddetmeye giriştiği uzlaşmalar arasındaki farka dair de şunları yazmış:
“Her uzlaşmanın ya da uzlaşma çeşidinin durumunu ve somut koşullarını tahlil etmesini bilmek gerekir. Haydutların yaptıkları kötülüğü en aza indirmek ve onların yakalanmalarını ve cezalandırılmalarını sağlamak için haydutlara para ve silah vermek zorunda kalmış bir adamın durumunu, haydutların yağmasından pay almak için onlara yardım eden adamın durumundan ayırt etmeyi öğrenmek gerekir.”
Evet, uzlaşma. Bir uzlaşma olduğu tartışmasızdır, ama durum farklı mı çok mu benzer sayın Güler? Yine “haydut çetesi” yok mu? Bir uzlaşma yoluyla can kurtarılmaya çalışılmıyor mu? Hayır mı diyorsunuz, uzlaşanlar IŞİD’i bombalayıp kendilerine silah yardımı yapan emperyalistlere suç ortaklığı mı yaptılar ve yapıyorlar? Ortadoğu’yu mu paylaşmaya çalışıyorlar örneğin, ne yaptılar “işbirlikçilik” ve “suç ortaklığı”yla damgalanmak babında?
*
Kobanê’nin düşmesini çok kişi çok isteyip bekledi. “Düştü”, “düşecek” kehaneti en başta AKP yönetiminindi, Türkiye’nindi. Erdoğan başlattı bu söylemi, Hükümet yetkilileri sürdürdüler. Önceden Esad’ı da “düşürmüşler”di! Hiç değilse kendi burjuvalarınızın dizinin dibinde aynı beklentiyle yer almaktan kaçınsaydınız!
ABD yetkilileri de “Kobanê’nin dayanmasının mümkün olmadığı” görüşündeydiler, bunu dile getirdiler, “dayanamaz”, “düşebilir” dediler. Beklentileri bu yöndeydi. Hem Türkiye hem de Amerikalı emperyalistler, özerk demokratik halk iktidarı altında bir egemenlik öngörmüyor, istemiyorlardı Rojava’da. Bu nedenle, Türkiye açıktan cephe alırken, Amerikalılar IŞİD ve katliamlarıyla terbiye etme yolunu tutarak, kendi müdahaleleriyle ve ehlileştirilerek (kendisine yakınlaştırarak) ayakta kalmasına yönelik tercih kullandılar ve beklediler. Türkiye, hemen sınırlarında “ikinci” bir Kürt egemenliğini istememekteydi, ama ülke içinde bir Kürt özerkliğini kaçınılmaz kılar korkusuyla bir değil iki kez karşıydı. Amerika’ya gelince, o da bir halkın kendi kaderini kendisinin tayin etmesini ancak bir koşulla kabullenebilirdi –yeter ki iradesini Amerikalılara teslim etsin. Yoksa kapitalist emperyalizme boyun eğme yerine kendi kaderini belirlemeye kalkışan bir halk ve boyun eğmezliğini onaylamayı düşünemezlerdi. Kurulu düzene boyun eğmeme ve kendi kaderini belirleme tutumu, hele bölge ve dünyada başka halklara örnek olma olasılığı da dikkate alındığında Amerikalı emperyalistlerin tabii ki desteğini alamazdı. Onlar da beklediler.
Kobanê Direnişi ve direnişçileri beklenenden “çetin ceviz” çıktılar ve ölümüne bir direnç sergilediler. Giderek, dünya halklarının gözünde en ileri ölçüde teşhir olmuş katliamcı IŞİD çeteleri önündeki bu boyun eğmezlik ve direnç hem takdir hem destek duygularını ayaklandırdı. Kobanê direnişçileri halkların gönüllerini kazandılar. IŞİD ve destekçisi olarak algılanmasının yanında direnen Kobanêlilerin ölümünü seyretmekte oluşu nedeniyle de Türkiye dünya halklarının tepkisini çekerken, bu tepki Kobanê kuşatmasına kayıtsız kalmakta olan Amerikan patronajındaki koalisyonu da baskılamaya başladı. Bu baskı, örneğin Amerikan Dışişleri Bakanı Kerry’in Kobanê’ye silah yardımını gerekçelendirirken “ahlak ve sorumluluk gereği” gibi sözcükleri kullanmasında da görülebilir. Amerikalılar, tam IŞİD saldırganlığı dolayımıyla kimsenin sorgulamadığı bir “kurtarıcı” pozisyon elde etmiş ve Ortadoğu’ya müdahaleye davet ediliyorlarken, halkların gözünde “ahlaksız ve sorumsuz” gibi sıfatlarla anılır olmaktan kaçınma ihtiyacındaydılar! Üstelik başka elde edebilecekleri de yok değildi: PYD ile belirli bir ilişki geliştirerek, bu durumu onu yanına çekme ve örneğin Barzani KDP’siyle yakınlaşmasını etkileme amacıyla kullanabilirdi.
Amerikalılar, şüphesiz ki Ortadoğu’ya çekidüzen verme peşindeki emperyalist bir saldırgan olarak, şüphesiz ki emperyalist amaçlarla, sonunda Kobanêyi kuşatan IŞİD mevzilerini bombalamaya başladılar, ancak, kendileri ve koalisyonlarının üzerinde oluşan kamuoyu baskısı da bu müdahaleyi gerekli kıldı ve daha da geciktirilmesini engelledi. Bu baskıyı oluşturan Kobanê halkı ve direnişçilerinin ölümüne direnişleriydi. Her şeyin ötesinde bu nedenle Güler’in yaptığı gibi direnen halkı ve savaşçılarını hakaretlerle anmak bir devrimci ve sosyalistin hiçbir zaman yapmayacağı şeydir! Evet, emperyalistler ve emperyalist amaçları görülmelidir; ama asla halklar ve mücadeleleri görmezden gelinmemelidir!
***
Emperyalist amaçlar karşısında uyanıklık kuşkusuz gereklidir ki, görülebildiği kadarıyla Kobanê savaşçılarında bu haslet vardır. Şimdiye kadar gerek PKK ve gerekse PYD’nin emperyalistlerle aynı çizgide oldukları, onlar tarafından desteklendikleri, hatta onların işbirlikçiliğini yaptıkları iddiası çok ileri sürülmüş, ama kanıtlanamamıştır. Tersine, Kürt ulusal hareketinin en olumlu yönlerinden birinin emperyalizmin iradesini kabullenmemesi olduğu ileri sürülebilir.
Emperyalistler ve AKP türü gericilerle ilişkilerde hiç problem ortaya çıkmamış, hiç eleştirilebilecek tutumlar görülmemiş midir? Hayır, bu iddia edilemez. Mücadelenin olduğu yerde yanlışlar yapılabilir ve çoğu durumda bunlar kaçınılmazlaşabilir.
Örnekse şimdi yeni bir hız kazanmasına çalışılan “çözüm süreci” dolayısıyla AKP gericiliğinden beklentinin aşırılığı ileri sürülegelen bir eleştiri konusudur. Gerçeklik payı yok mudur? Belirli vekillerce belirli kişilerin bakan yapılmalarının dile getirilmesine ya da “nezaket” gerekçesiyle Erdoğan cumhurbaşkanlığının alkışlanmasına varıncaya kadar görülebilen bir abartılı tutum tabii ki eleştirilebilir; ancak Erdoğan ve AKP’nin bu yolla “teşvik”lerinin amaçlandığı, yoksa sosyal ve siyasal gerçeklerin Kürt hareketinin AKP’yi desteklediği ya da yeterince karşıt olmayıp onunla olumsuz bir uzlaşma içinde olduğunu kanıtlamadığı ortadadır.
Amerikalı emperyalistlerle yeni kurulan ilişkinin içinde baştan çıkarıcı bir dinamik de barındırmadığı ve hiçbir zaman hiçbir şekilde belirli olumsuzluklara yol açabilme potansiyeli taşımadığı da kuşkusuz ileri sürülemez. Ancak bu tür olasılıklara devrim için ölenlere bile saygı duymadan Güler’in yaptığı türden “dikkat çekilmesi” düşünülemez bile! Üstelik uzlaşma değil mücadele bunca baskınken…
*
Bitirmeden, Güler’in Kürt hareketine vehmettiği hatalı yönelim ve yanlışları hoşgörmek ve bunları gündeme bile getirmemekle suçladığı –her kimi kastediyorsa– “Kürtçü Türk sosyalistler”ini bilmeyiz ama, sınıf bilinçli işçilerin örgütünün neden onun yaptığı gibi “gelin sosyalizme” deyip “kendi cephesi”ni kurmakla yetinmeyip, belirli ideolojik eleştiriler yöneltirken, –Güler’in haberdar bile olmadığı– bazı politik yanlışların kimini öne çıkarmayıp kimini arkadaşça eleştirerek, mücadeleci kitlesel bir hareket olan Kürt ulusal hareketiyle “uzlaşmalar” yapmasının neden doğru ve gerekli olduğu üzerine Lenin’e başvuralım:
“Proletarya, proleterlerden yarı-proleterlere (işgücünün satışından geçimini ancak kısmen sağlayan yarı-proletere), yarı-proleterden küçük köylüye (ve kent ya tda köydeki küçük zanaatçıya, genel olarak küçük işletmeciye), küçük köylüden orta köylüye vb. geçişi yansıtan son derece çeşitli toplumsal tiplerle çevrili olmasaydı; proletaryanın kendisi de, mesleki gruplar gibi, bazan dini vb. gruplar gibi kategorilere bölünmeseydi, kapitalizm, kapitalizm olmazdı. Proletaryanın öncüsü için, onun bilinçli bölümü için, Komünist Partisi için, gerektiğinde zigzaglı, dolambaçlı yoldan yürümenin, ayrı ayrı proleter grupları ile, ayrı işçi partileri ve küçük üretici partileriyle anlaşmalar yapmanın, uzlaşmalara varmanın gereği, buradan doğmaktadır.”
Emeğin sömürülen yığınlarıyla ezilen toplumsal tabakalar yerine Güler ve yakın çevresinden birkaç kişinin, yetmemişse, yakın birkaç “sol” grubun penceresinden bakmak gerekseydi ya da ancak böyle bir seçkincilik ve yukarıdancılıkla şunlar söylenebilir: “Türkiye’de solda hangi cephenin açılması gerektiği bellidir.”… “Emperyalizmi aklayanlardan ayrışmak solda başlı başına bir ayrım çizgisini ifade ediyor.” “Bizim sorumuz ve çağrımız açık: Çaresizliğin alternatifini aramak ve yaratmak isteyen var mı? Buyrun sosyalizm mücadelesine…”
Bir halk cephesi yerine grupların yan yana gelişiyle yetinme: “Cephe ve artık adıyla Birleşik Haziran Hareketi”… Güler’in içinde ancak rahat edebildiği “steril ortam”ı lekeleyebilecek inançsal ya da etnik kimlikleriyle “ayak takımı”nın ve olası hata ve zaaflarının katiyen yer almayacağı ve ancak onlarla birlikte tasarlanabilecek emperyalistler ve burjuva gericiliği türünden büyük güçlerle “aşık atma”ya kalkışmayacak bir “düşünce klübü” olarak davranma: Burada “emperyalizmi aklayanlar”la kolaylıkla ayrışılabilecektir! Ve demokrasi talepleri ve mücadelesine gözünü kapattığı gibi, sömürülen yığınların da olmayan, onların kazanılmasının hedeflenmediği, “lafla peynir ekmek gemisinin yürütülmek” istendiği bir “sosyalizm mücadelesi”ne “çağrı”!
Lenin’in dediği mi Güler fantezileri mi?
Bir Halife Irak-Suriye dolaylarında teşriki mesaide –Ebubekir Bağdadi! Bir diğeri Türkiye’ye rejimini dayatıyor –R. Tayyip Erdoğan! Bir üçüncüsü herhalde fazladır!