U-dönüşleri ya da IŞİD’in çökerttiği hilafet ve Anti emperyalizm

Geçen sayımızda IŞİD eksenli olarak Irak ve Suriye’deki son “gelişmeler” üzerinde durmuş ve Amerikan yaklaşım ve taktiğiyle farklılığın AKP Türkiye’sinin zorluğunu oluşturduğunu; zorluğun IŞİD’e karşı koalisyona katılıp katılmama bakımından bir “viraj”la aşıldığını, ama Rojava’ya yönelik olarak sürdüğünü belirtmiş ve “şimdi sıra bu yönden de ‘uyumlanma’nın gerçekleşmesindedir” deyip noktalamıştık.
Birkaç gün geçti geçmedi, Amerika’nın Kobanê’yi kuşatan IŞİD mevzilerine yönelik olarak başlattığı hava bombardımanının ciddiye binen bir yoğunluk kazanmasının ardından 3 Amerikan kargo uçağı kuşatma altındaki YPG/YPJ savaşçılarına paraşütlerle 27 parti silah, cephane, gıda ve tıbbi malzeme yardımı yaptı. Ve aynı gün Irak Kürt Yönetimi peşmergelerinin Türkiye’nin açacağı “koridor”dan Kobanê’ye geçmesine izin verildiğini, hatta Hürriyet’e göre geçtiğini öğrendik.
Önemsiz denemeyecek bir gelişmeydi.

*
Gelişmeler, Türkiye bakımından, AKP ya da halifelikle başbakanlık arasında gidip gelen Recep Tayyip Erdoğan ve vekili ya da yardımcısı pozisyonundaki “derin stratejist” Davutoğlu’nun IŞİD eksenli olarak güncellenen Suriye ve Irak politikasının ne olduğunu söyleyebilecek kimsenin var olup olmadığı sorusunu gündeme getirdi!
Sorular sıralanabilirdi: Öncelikle ne dediklerini, nasıl bir politika savundukları ve uygulamaya çalıştıklarını hatırlayan var mıydı? Ya da bir politika ve taktikleri var mıydı? Gelişmeler karşısında olup olmadığı anlaşılabiliyor muydu?
Eh! Politika demeye bin şahit isteyen ve bir türlü ne ve nasıl olduğu tanımlanabilmek üzere ele avuca gelmeyen, durmaksızın değişen ve değişiminin hızına erişilemeyen esnek mi esnek bir dış politikaları var gibi. Ya da vardı ve zorunlu değişiklikleriyle birlikte var olmaya devam ediyor. IŞİD merkezli son gelişmelerle sınırlı konuşulacak olursa, “kadı kızı”nda bile olabilecek “küçük” bir değişme ya da alınan büyük bir virajla “var”! Newyork Times başta olmak üzere batı basını “küçük değişimi” “U-Dönüşü” olarak nitelendiriyor. Ya da Cengiz Çandar “Gelinen nokta, …AKP iktidarının ‘ABD baskısı önünde eğilmesi ve Kobane konusunda ‘geri basması’dır” tanımlamasını yapıyor.
Ama.. Sadece son “viraj”, “U-Dönüşü” ya da izlenilme iddiasında olunan politikada “geri basma” mı? Öyle olsa, belki Özal’ın “Anayasa bir defa delinmekle bir şey olmaz” dediğinde olduğu gibi, fazla önem verilmeyebilir, “eh arada olur” denebilirdi! Öyle değil ki…
Hatırlayın, ne yazmıştı Başbakanlığı fiilen yürütmekte olan cumhurbaşkanlığı koltuğuna da kurulmuş beyefendinin yardımcısı pozisyonundaki eski Dışişleri Bakanı Davut Bey. “Merkez ülkeyiz” dememiş miydi? “Oyun kurucu ülke” –öyleydik beyefendiye inanacak olsak! Bu bölge, Ortadoğu yani, “bizden sorulur”du, sonradan, örneğin Suriye politikasına ilişkin olarak da sık sık yinelediği gibi, “Amerikalılar çok hata yapmışlar, yüzümüze bakamaz olmuşlar”dı, “en iyi biz bilir”dik ve “biz olmadan olmaz”dı! Ve bir başka iddiayı daha hatırlayın, “komşularla sıfır sorun” halinde olacaktık! Ne oldu?

*
Haydi, bunlar sadece iddiaydı ve diplomaside olurdu böyle şeyler!
Peki, Libya? “Biz asla ve kat’a NATO harekatına karşıyız” dememiş miydik? Dış politikaya tabii ki maddi çıkarlar yön verirdi ve Türk burjuvazisinin Libya’ya ilişkin çıkarları bunu gerektiriyor olmalıydı. Evet, milyarlarca dolarlık geri ödemeleri alınamayan yatırımları vardı burjuvazinin Libya’da, onun derdindeydiler. Kaddafi’yle arayı iyi tutunca alacakları tahsil edebileceklerini sanmışlar, ama iki gün içinde işin ciddiyetini ve isteseler bile Kaddafi’yle arayı iyi tutamayacaklarını, laf olarak ne yazıp söylerse söylesinler, bu kadar da “oyun kurucu” “merkez ülke” olmadıklarını, manevra yapabilecek “boşluk” kalmadığını görmüşler ve kısa yoldan “pes” ederek, tam tersi pozisyonu tutmaya geçmişlerdi. Bırakın NATO operasyonuna karşı çıkmayı, lafta eski pozisyonun sürdürülmesi de bir tarafa, tarafsız bile –haydi kalamamışlar demeyelim– kalmamış ve 5-6 savaş gemisi ve uçakla operasyona katılmışlardı.

*
Mısır politikası, peki? Hızlı İhvancı oldukları kuşkusuzdu. Mısır’da bir İhvan hükümeti için az çalışmamışlar, neredeyse “oyun kurucu” sıfatını hak etmeye yaklaşmışlardı ki, dünya başlarına yakılmıştı. Doğrusu, gelişmeler ve gidişatın tayin edici etkisiyle, halk hareketinin başka türlü bastırılmasının zorluğunu gören Amerikalılar en azından “denenebilir”, “deneyip görürüz” tutumu alarak, İhvan’ın da katılımıyla emperyalist kapitalist egemenliğin dayanaklarının genişletilip güçlendirilmesi eğilimine girmişler ve bu eğilim Türk İhvanı tarafından da iştiyakla desteklenmişti. Ancak deneme kısa sürmüş ve Amerikalılar İhvan siyasal İslamcılığına fazla katlanamamışlar ve Sisi Darbesi’nin önünü açmışlardı. Sonra gelsin dört parmak yukarıda “Rabia” işaretleri ve Esma’nın ardından (aslında kendi kaybettiklerine ve hallerine) ağlamalar! Ve “darbe karşıtı” “demokratik” ajitasyonlar! En son IŞİD karşıtı Koalisyon konulu manevrayı yaptıkları BM toplantısına kadar sürdürdükleri Batıyı suçlayan bir darbe karşıtı ajitasyon ve sonra tam sessizlik: “Tısss”! En sessiz sedasız ve en kazasız belasız yapılan manevra Mısır politikasına ilişkin olanı olmalı. Ama hangi elçi atanırsa atansın Mısır’la ilişkilerin ısıtılmasının olanağı bulunamayacak olması, bir sorun olarak kalacak ve örneğin BM Güvenlik Konseyi geçici üyelik seçimi gibi olaylarda kendisini hep hissettirecek.

*
Libya operasyonu ile neredeyse eşzamanlı olarak ortaya çıkan Suriye “problemi”, Esad’dan çok bir “Erdoğan problemi” görünümünü çoktan kazanmıştır. Esad’la arası neredeyse bir “özdeyiş”e dönüşme raddelerine gelen “kardeşim Esad”la tanımlandığı dönemin sıcak ve iyi ilişkilerinin bozulmasının suçlusu tabii ki yerli Halife özentisi değildir. Suriye’deki halk muhalefetini fırsat bilip Esad’tan kurtulmaya şevklenen, en başta Amerikalılar olmak üzere Batılı emperyalistlerdir. “Kardeşim Esad”dan başlangıçta zorlanarak döndürülen AKP lideri, öyle hızlı vites büyütmüştür ki, kısa sürede kendisini “yeni” “Esad karşıtı” yönelim ve politikalara “ikna” eden Amerikalılar ve sair Batılıları “sollayarak” öne fırlamış, “birkaç hafta içinde Şam Emevi Camiinde namaz kılma” noktasına ilerleyivermiştir! Birkaç gün içinde alınan mesafe 180 dereceliktir.
Hilafet özentisi beyefendinin politik tutum ve esnemeleri, esneme olmasına esnemedir; ama hep fazla köşeli ve fevri olmuş, bir uçtan diğerine uçuşmuştur. Suriye konusunda, “kardeşlik”ten “hasımlık”a geçerken de ve sonra hasımlık çerçevesindeki git-gellerde de bu fevrilik ve uçuşma hali belirgindir.
Bir kez hasım olduktan sonraki aculluk diplomasinin hiçbir kuralına sığdırılabilir değildir; öyle ki, iki komşu ülkenin yöneticileri olarak, artık Esad’la Recep Tayyip Beylerin bir arada bulunabilmeleri herhalde olanaklı olmaktan çıkmıştır ki, buna yol açan Esad değildir. Üstelik emperyalistler Cenevre görüşmelerinde kanıtlandığı gibi Esad rejiminin temsilcileriyle bir arada bulunabilirken, “Erdoğan rejimi”nin atak ve nezaketsiz aculluğu nedeniyle, bu, Türkiye bakımından boşa düşürülmüş –ve ileride hayıflanılacak– olanaktır. Batılı emperyalistler Esad’ı muhatap alıp Cenevre-2’ye katılırlarken, AKP elindeki Türkiye, Davutoğlu’nun ağzından, Amerikan ve Rus Dışişleri bakanları Kerry ve Lavrov arasındaki anlaşmaya dayalı olarak izlenmekte olan Cenevre-2 sürecini “kozmetik bir süreç” olarak nitelendirmiş ve görüşmeler yoluna girip Suriye’yi bombalamaya yanaşmadığı için eleştirdiği Amerika’nın Dışişleri sözcüsü tarafından “Suriye için en iyi yolun bir askeri harekat olmadığı” açıklanarak yanıtlanmıştı. ABD tarafından bile “savaş yanlısı” sayılan bir ülke! Sonuç; Cenevre-2’nin toplanması ve Türkiye’nin karşı çıktığı Cenevre-2 Konferansı’na kös kös katılması oldu!

*
Sonra sanki “durup dururken” gibi görünerek, geçen sayımızdaki yazımızda üzerinde durduğumuz gibi İslam Devleti ortaya çıktı; önce Musul’u ele geçirirken Türkiye’nin de –ideolojik ‘kardeş’e duyulan aşırı güvenden olmalı– Konsolosluğu boşaltmayan görevlileri de rehin alınarak kafalar kesilip kadınların ırzına geçildi ve bununla, Amerika’nın bölgeyi yeniden “dizayn” etmesi bakımından arayıp da bulamadığı türden bir davetiye çıkarılmış oldu ve ABD’nin çağrısıyla derhal “IŞİD’e karşı koalisyon” oluşturularak hava bombardımanı başlatıldı.
Türkiye, asla ve kat’a “IŞİD’e karşı askeri harekata katılmayacağı”nı açıkladı. Ancak insani önlemlere katılabilirdi. Tükürükler kurumamıştı ki, Musul Konsolosluk görevlerinin bırakılmaları ya da bıraktırılmalarıyla neredeyse eş zamanlı olarak toplanan BM’de, Dışilişkiler Konseyi’nde yaptığı konuşmada, hala başbakanlığı sürdüren R. Tayyip Erdoğan Türkiye’nin politika ya da taktiğini değiştirdiğini ilan etti. Baskılara dayanamamış olmalıydı. Türkiye örneğin fazla IŞİD’çı görünüyordu; bu “terör örgütü”ne sunduğu destekler tüm Batılıların dilinde ve medya sayfa ve ekranlarındaydı. Üstelik Amerikan patronajındaki koalisyona katılmaması durumunda Ortadoğu’ya yönelik “yeni hamle”den tamamen dışlanmış olacak ve şimdiki gibi kırık-dökük de olsa hiç söz hakkı kalmayacaktı. Gerçi BM toplantısı için Newyork’e giderken farklı Newyork’a varıldığında farklı politika iyi bir görüntü oluşturmayacaktı, ama olsundu, ne yapılabilirdi ki! Erdoğan “Türkiye’nin askeri harekat dahil her türlü harekata katılacağı”nı açıkladı.

*
Ancak sanki “terörist” dememek için uzun süre sabredilmemiş ve tersine davranılıp destekler sunulmamış gibi, Erdoğan “IŞİD terör örgütü” ve “bataklık” nitelemelerini kolaylıkla yapsa bile, sorun bitmiyor ve “koalisyona katılma”nın ötesinde, Amerikan ve Türk taktikleri arasında önemli bir fark hala kalıyordu: Rojava.. Kobanê ne olacaktı?
Sorunu yine geçen sayıda ortaya koymuştuk: ABD ve koalisyonu “önceliğimiz” dedikleri İslam Devleti’ne karşı hava harekatını sürdürürken kara harekatına katılabilecek güçlerle işbirliği yapıp bu güçleri destekleme taktiğini sürdüreceklerini açıklamışlardı ki; bu güçler de belliydi: Irak merkezi Ordusu, İKBY peşmergeleri, Suriyeli muhaliflerin örgütleri ki, içlerinde adı açıkça anılmasa bile, PYD de vardı. Türkiye ise, “hava harekatının yetmeyeceği”, “ESAD’ın hedef alınması gerektiği”, “PKK ile IŞİD’ın aynı şey olduğu”, “PYD ile de PKK’nin aynı olduğu” gibi gerekçeler ileri sürüp bin dereden su getirerek farklılığını koruyordu. Eğer PYD ÖSO’ya katılmaz ve ESAD’a karşı savaşa başlamazsa, Türkiye, o da başka çaresi kalmayıp mecbur olduğunda, ancak insani yardımda bulunabilirdi. Nitekim, Kobanê göçmenleri sınıra yığıldıkları ve dünyanın gözü önünde ölüme terk edilemeyecekleri için Türkiye’ye “buyur” edildiler. Hepsi o kadardı. Ardından Kobanê Savaşı’nın seyrine geçildi!
Kuşatmanın 36. gününde Amerikalıların uçaklarla silah yardımı geldi. O güne kadar onlar da öldürmeyip süründürecek kadar bile “yardım” etmemişler, başlıca yardım yöntemi olarak Kobanêyi kuşatan İslam Devleti mevzilerini şöyle böyle bombalayarak idare etmişlerdi. AKP Türkiye’sinin işine gelmiyordu da Amerika’nın geliyor muydu PYD ve Rojava’da aşağıdan yukarıya kurulmuş özerk kantonlardaki halk iktidarının örgütlenmesi? Onun da gelmiyordu şüphesiz ve “destek” için hiç acele etmeyip Batı Kürdistan Kürtleri şahsında Kürt halkını ölümle terbiye etmek üzere birkaç bombayla yasak savarak beklediler. Özerkliğine sarılmış Kürt iradesini kırmayı ve önlerinde diz çöktürmeyi, “aman..” dedirtemeseler bile, ölümden “kurtarılmış” olmanın minnet duygularıyla hiç değilse alttan alır hale getirmeyi hedeflediler.
Yine de Türk ve Amerikan taktikleri arasındaki fark az değildi. AKP Türkiye’si uzun süre Kobanê’yi ağır silahlarla döven IŞİD saldırısını yalnızca seyrederek bekledi: Dünyada oluşan baskı karşısında direnemedikleri önceki AKP nerede bitiyor IŞİD nerede başlıyor fazla belli olmayan IŞİD’çiliklerinden bir adım gerileyerek geldikleri “IŞİD de PKK ve PYD de birbirinden farksız” pozisyonlarında seyrediyorlardı, iki taraf da birbirlerini “yesinler”di! Bunun üstü örtülü IŞİD’çilik olduğu şüphesizdir; çünkü müdahale edilmediğinde sonucu tartışmasız kestirilebilecek, güç dengesi orantılı olmayan bir kuşatma karşısındaydık.
Amerika terbiye, AKP Türkiye’siyse yok etme peşindeydi Kürtleri. Ve fark somutlandı: Önce hava bombardımanı sıklaştı ve tahrip gücü artırıldı ve ardından Amerikalılar, Dışişleri Sözcülerinin açıkladığı üzere, “rızasını aramadıkları Türkiye’yi bilgilendirerek” Kobanê’yi savunan YPG/YPJ savaşçılarına silah yardımında bulundular.
Türkiye ne yaptı? Hala başbakanlığı sürdürmekte olan Erdoğan, Afganistan dönüşü yeni lüks uçağında, gazetecilere, lafı gündem olmuş PYD’ye olası Amerikan yardımı ile ilgili net görüşlerini, kuşkusuz Türkiye’nin politik tutumu olarak şöyle anlatmıştı: “PYD şu anda bizim için PKK ile eştir, o da bir terör örgütüdür. Bir terör örgütüne kalkıp da bize dost olan NATO’da beraber olduğumuz Amerika’nın böyle bir desteği, açıktan açığa söyleyerek, bizden ‘evet’ ifadesini, yaklaşımını beklemesi çok çok yanlış olur, böyle bir şeyi bizden beklemesi mümkün değil, böyle bir şeye de biz ‘evet’ diyemeyiz.”
Oysa biraz daha “esnek” ya da mütevekkil olabilir, 180 derecelik çark etme görüntüsü vermekten kaçınabilirdi. Olası Amerikan tutumuna dair yeterince veri vardı çünkü. Öncelikle IŞİD dolayımıyla izlemekte olduğu taktik belliydi. İkinci olarak hava bombardımanı başlamış, bununla kalmamış ağırlaştırılmıştı. Ve üçüncüsü, Paris ve Erbil ya da Dohuk’ta Amerikan ve PYD yetkilileri arasında iki ya da daha fazla aracısız görüşme yapıldığı açıklanmıştı. Amerika, her ne kadar “politikamız değişmedi, anlık durum” açıklamasını yapsa da, anlaşılıyordu ki PYD’yi tanımak üzereydi ve onunla ilişki kurmaktaydı.
Sonra Obama’nın telefonu geldi. Erdoğan’ın uçağı yeni Yeşilköy’e inmişti ki, uçakta gazetecilerle yapılan konuşmadaki iddialar tarih oldu! Diyemeyiz denen “evet” denmişti bile ve arada saatler vardı ancak!
Sabah “biliyorduk” diye yazdı birinci sayfasından! Evet, doğrusu, bilgilendirilmişlerdi. Ama Amerika Suriye’deki IŞİD hedeflerini bombalayacağı konusunda “düşman” Esad’ı bile bilgilendirmişti!
Bilgilendirme-rızasını arama tartışmasının önemi şuradaydı ki, Kürt sorununda, hem de Irak Kürdistanı’na değil, Erdoğan’ın “PKK ile PYD aynı şeydir” saptaması kapsamında Türkiye ile doğrudan ilişkili olan/ilişkili hale gelmiş Suriye Kürdistanı’na ilişkin olarak Amerika ile Türkiye ayrışmış, Amerika Türkiye’nin Kürt politikasını dikkate almaksızın kendi Kürt politikasını izlemişti. BBC Türkçe, Lehigh Üniversitesi’nden Henri Barkey, “son durumu Financial Times’a şöyle yorumluyor: Bu çok büyük bir kırılma. İlk defa ABD, Kürtlere Türkiye’nin istediği gibi davranmıyor.” şeklinde haberleştirdi.
Erdoğan, Letonya’ya gitmek üzere uçağına binerken, ikinci “olay”ı oluşturan Türkiye’nin Kobanê’ye koridor açmasını, telefonda Obama’ya kendisinin teklif ettiğini anlattı. Külaha anlatır gibiydi ve “Amerika’nın YPG/YPJ’ye silah yardımı yapmasını da ben istedim” dese kimse şaşırmayacaktı! İş ayağa düşmüştü bir kez!
Aynı konuşmasında, eski IŞİD’i destekleme taktiğini hala tümüyle elden çıkarmadığını göstermek ve IŞİD’e “durumumu anla, başka türlü davranamıyorum, ama seni de gözetiyorum” selamı göndermek anlamına gelerek, Kobanê’ye Amerikan silah yardımını doğru bulmadığını da söyledi Erdoğan. “PYD’ye silah yardımı Türkiye’ye rağmen yapıldı” ve “yanlış yapıldı” dedi ve buna bir paket silahın IŞİD eline geçmesini dayanak gösterdi! Anlaşılmaktaydı ki, PYD eline geçmesini, PYD’ye yardım edilmesini yanlış bulmama fikrine kendisini alıştırmaya çalışmaktaydı! Ve asıl önemlisi, “düzen kurucu” “merkez ülke” bir üfürüşte gitmiş, Erdoğan ve bizler, sözü bile sorulmayan, “kırmızı çizgi”leri göz göre göre ve bir telefonla çiziliveren kıymeti harbiyesi kalmamış önemsiz bir ülkeyle yüzleştirilmiştik! “Gerçi sözcüleri bir şeyler anlatıyorlar” demekteydi Erdoğan. Evet, Dışişleri Bakanı’nın bile değil, artık sözcülerinin değerlendirmelerine konu olan, “rızasını almadık” denilerek haddi bildirilen bir ülke oluvermiştik: Her zaman yüksek perdeden atıp tutmalarına ve “dik durma” laflarına alışkın olduğumuz Erdoğan’ın alçak ses tonuyla kabullendiği AKP Türkiye’sinin geldiği/getirildiği bu ancak Amerikan sözcülerinin hakaretlerine muhatap olmuşluk durumuydu!
Geçen sayımızda sözünü ettiğimiz AKP Türkiye’sinin “zorluk”unun üstesinden gelinememiş, Rojava politikası iflas etmiş, müflis tüccara dönülmüştür!

*
Ya “koridor”? Gerçekten Erdoğan tarafından önerilmiş olabilir mi? Bu şaşkınlıkta her şey olabilir görünmektedir, ancak, “koridor” tartışmasının sözünün ilk kez Obama-Erdoğan telefon görüşmesinde edilmediğini dünya alem bilmektedir. Erdoğan’ın PYD’nin Amerika tarafından tanınıp muhatap alınması ve üstüne bir de silah yardımı yapılmasının önünü kesmek üzere Kobanê’ye bir “koridor” açılmasını benimseme noktasına gelmiş olması mümkündür. Üstelik böyle bir “hamle” ile PYD ve PKK ile KDP ve Suriye Kürdistan’ındaki müttefiki Kürt partiler arasındaki anlaşmazlıktan yararlanmaya da oynamış olma olasılığı vardır. PYD “Kobanê’de yabancı asker ve hatta peşmergeyi de istemediği”ni ve tek eksiklerinin “savaşçı değil silah” olduğunu açıklamışken, AKP Türkiye’sinin Kürtler arasındaki ayrılıklara oynayarak, iyi ilişkilere sahip olduğu Barzani’yi işin içine katmaya çalışması ve Barzani ve KDP’yi PYD’ye tercih etmesinden daha anlaşılır şey olamaz. Bunun üstelik ABD’nin de işine geleceğini tahmin etmek de zor değildir. Dolayısıyla Erdoğan “akıllı” görünen “koridor” “önerisi” ile inisiyatif almaya ve PYD’ye Amerikan silah yardımının önünü kesmeye çalışmış; ancak Amerikan yardımını engellemeyi başaramamıştır. Şimdilik Barzani ile yakınlığı ve onunla PYD arasındaki anlaşmazlıklar üzerinden Kobanê içişlerine el atarak PYD’nin arkasından dolanmakla yetinmekten başka çaresi kalmamış görünmektedir.
Ancak bütün bunlar “Kobanê’ye koridor”un bir AKP önerisi olduğu anlamına gelmeyecektir. Hatırlanacaktır; “Kobanê’yle bizim ne alakamız var”, “PKK ile IŞİD birdir” diyen Erdoğan’dır ve “Obama’ya ben teklif ettim” diyerek geldiği yer hazindir. Ne “koridor açması” ne “öneri”si! AKP Türkiye’sinin taktiği, Esad’ı devirmeyi amaçlamış yeni Osmanlıcı yayılmacılık kapsamında az çok üstü örtülü desteklediği IŞİD’ın Türk milliyetçiliğinin kabullenemediği bir “bela” oluşturan Suriye sınırındaki Kürt kantonlarını da yok etmesinin sağlanması ve bunun seyredilmesi taktiğiydi. Ancak bu taktik bir yandan dünya halklarının baskısı bir yandan da Amerikan taktiğinin farklılığı nedeniyle işlememiştir. Ve öyle anlaşılmaktadır ki, Erdoğan, önceden PYD ve PKK tarafından talep edilen, bir Kürt önerisi olan ve uzun süre reddettiği “koridor” açılmasını sahiplenerek durumu kurtarmaya uğraşmaktadır! Sekiz saat süren ve ilk kez sözcü Arınç tarafından bir açıklamayla “taçlandırılamayan” Bakanlar Kurulu ve bakanlarla başbakanlığı hala deruhte etmekte olan Erdoğan arasındaki onca fikir teatisine karşın bulunulabilen, anlaşılan bu “koridor” fikri olabilmiştir! Durumun fazlasıyla zor olduğu kesindir! “Paralelciler” ya da Gezi Direnişi söz konusu olduğunda, iş henüz bunca somut bir yere gelip dayanmamışken “karanlık dış odaklar” ve bir Amerikan vilayeti olduğu kuşkusuz olan “Pensilvanya” laflarıyla ima edilen “Amerikan karşıtlığı”, ABD ile net bir farklılık ortaya çıktığında “Türkiye’ye rağmen yapıldı” denmekle yetinilerek, “one minute” ataklığının yanına bile yaklaşılmadan sönmeye bırakılmıştır! Tam da gerekli olduğu durumda “karşıtlık” yerine selam durmak –işte bu, emperyalizmin işbirlikçilerinden beklenebilecek tek hareket tarzıdır!

*
Burada “anti emperyalizm” tartışmasına gelebilir ve “anti emperyalizm” çekiştirmesi yapanlara bakabiliriz.

*
Cemaat karşıtlığıyla anti emperyalizmi AKP destekçiliği cenahından kavrayan bir mevziye sürüklenen Ergenekon Aydınlık’ının tutumu üzerinde konuşmak fazlalıktan bir iş olacaktır. Davutoğlu’nun “oyun kurucu” “merkez ülke” “derinliği”yle “statik müttefiklik”ten “hareketli ortaklık”a evrilme hülyasındaki Yeni Osmanlıcı yayılmacılığın ihtiyaçlarını ve bunu dillendiren Hulusi Paşa’nın söylemini Tuncer Kılınç’ın eski “basacaksın doları…” ajitasyonlu Rusya ve İran yakınlığı arayışıyla özdeşleştirerek yeniden “TSK anti emperyalizmi” peşine düşen bu grubun sahte Amerikan karşıtlığı üzerinde durmak gerekmemektedir. Ne kendisinin ne de sözünü ettiklerinin emperyalizm karşıtlığıyla ilgileri kurulabilir!

*
Peki, KP’den Aydemir Güler’in Kobanê’yi “askeri olarak düşmese de sol için siyaseten düşmüş”  sayan “anti emperyalizmi” nasıl değerlendirilmelidir, onun emperyalizm karşıtlığı sahte değil midir?
Güler; açık ki “askeri olarak düşme”kten Amerikan bombalarıyla kurtarılmış olsa bile, bunun, –altını çizerek “sol için” demektedir– kurtulma olmadığını, “sol”un böyle yaklaşamayacağını, çünkü Kobanê’nin siyasal olarak emperyalizmin dümen suyuna girmiş sayılması gerektiğini, hiç değilse, en azından emperyalizmle uzlaşma haline girdiğini varsaymaktadır! Öyle midir? Bu yaklaşım doğru mudur ve doğruysa, örneğin Alman treniyle 1917 Şubat Devrimi’nin ardından devrimi yönetmeye Petrograd’a gelen Lenin’i ve onun bu tutumunu nereye koyacağız? Ya Büyük Yurtsever Savaş olarak II. Dünya Savaşı’nda NAZİ Alman emperyalizmine karşı Amerikalılar, İngilizler ve Fransızlarla ittifak kuran Stalin’in Sovyetler Birliği’ni ne yapacağız? Sorunu doğru ele almayı başaramazsak, herhalde Güler gibi, hem Lenin hem de Stalin’e, emperyalizmle uzlaşarak “siyaseten ‘sol’dan düştüler” demek zorunda kalırız!
“Ama” diyor Güler, “emperyalizmle ilişki sorgulamasında Lenin’in 1917’de Rusya’ya Almanya üstünden dönmesini ve İkinci Savaşta Stalin liderliğinin Batıyla ittifak kurmasını hatırlatanlar oldu. PYD’nin Amerikan koalisyonuna alınması ve askeri yardımla bunlar arasında bir benzerlik aramak, demagoji değilse, çok zorlama olur.” Neden öyle oluyormuş? Keyfine göre istediğini yapabileceğini sanan Erdoğan’ın yolundan mı yürüyorsunuz? Siz dediniz diye mi öyle oluyor?
PYD Amerikalı emperyalistlerin silahını kabul ediyor. Lenin Alman treni ile ülkesine gelmeyi. Biri “silahlı” bir ilişki diğeri değil mi, fark burada mı? Ama Lenin Almanlarla Brest-Litovsk anlaşmasını imzalarken işin içinde silah da vardı. Bir diğer “silahlı” ilişkiyse, Brest öncesi Petrograd yönündeki Alman ilerleyişi karşısında Sovyetler Birliği’ne, kuşkusuz ki kendi emperyalist amaçları doğrultusunda “yardım” teklif eden İngiliz-Fransız önerisinin Lenin tarafından kabul edilmesidir. İki durumda da, tıpkı Alman treniyle Rusya’ya geldiğinde olduğu gibi, Lenin emperyalizmle savunulamayacak bir uzlaşma yapmamış ve siyaseten “düşmemiş”tir!
Ama tümü de uzlaşma olmasına birer uzlaşmadırlar ki, Lenin, “Sol Komünizm” Bir Çocukluk Hastalığı adlı eserinin bir koca bölümünü her türlü uzlaşmanın reddedilemeyeceği üzerine kaleme almış, “uzlaşma vardır, uzlaşmacık vardır” diye yazmıştır.
Neden öyle yazmıştır? Her türlü uzlaşmanın reddedilemeyeceğini, her türlü uzlaşmanın kategorik olarak reddine kalkışmanın saflık ve çocukluk değilse aptallık olacağını söylemek için: “Sonuç açıktır: ‘ilke olarak’ her türlü uzlaşmayı reddetmek, genel olarak, her türlü uzlaşmayı gayrimeşru saymak ciddiye bile alınamayacak akıl almaz bir çocukluktur.”
Konumuz nedir?
Amerikalı emperyalistler, ölümle terbiye edip diz çöktürmek için beklemişler ve Kobanê savunmacılarının ölümle ve belki de yaklaşan bir katliamla yüzleştikleri zor zamanlarında önce kendilerini kuşatan IŞİD’ın mevzilerini bombalamaya başlamış ve ardından direnişçilere silah yardımı yapmışlardır. Bu ikinci “önlem”, Amerikan Dışişleri görevlilerinin PYD görevlileriyle buluşup görüşmelerinden sonra gelmiştir. Güler, hemen fetvayı vermiş ve “uzlaşma” gerekçesiyle Kobanê ve direnişçilerinin “sol siyasetten düştüğü”nü saptamış, bununla kalmamış, Kürt sorunu ve Kürt ulusal amaçları doğrultusunda emperyalistlerle bu tür uzlaşmaları aklayan sosyalistlere karşı da kampanya açmaya karar vermiştir:
“Nedense Türk solunda ‘emperyalizme karşı mücadele de nereden çıktı’ diyebilecek ölçüde bir çürüme var.” Devam ediyor Güler:
“Solda farklılıkların emperyalizmin Kürt denklemine bir kez daha dahil olmasını olumlayıp olumsuzlamak üstünden çıkmasında şaşırtıcı bir şey yok.
Emperyalizmi olumlayan, bedelini ödeyecek. Çaresi yok.
Bedel dediysem, yanlış anlamayın, kastım son derece basit: Emperyalizmi olumlamak soldan kopuş dilekçesidir.”
Fetva yaman: “Sol”dan kopuyoruz! Saptama da yaman; “emperyalizm olumlanıyor”! Ne yapılıyor ve nasıl olumlanıyor emperyalizm? Güler anlatıyor:
“Kürt siyaseti açısından, girilen bu yol herhangi bir biçimde sürpriz değil. Ancak benzeri yolların her defasında ‘Türk sosyalizmi’ tarafından aklanması artık gına getirdi. ‘Kürtçü Türk sosyalizmi’ Kürt siyasetinin büyük güç oyunlarını hoşgörmekten çıkmış ve çoktandır gizli gizli keyif alma aşamasına geçmişti… Şimdi Kürt siyasetinin, kaderini emperyalizmle ortaklaştırmaya varacak adımlarını desteklemekle Kürt halkının katledilmesine karşı dayanışma ilişkisi kurmak arasında ayrım gözetme gereği gündeme bile getirilmiyor.
Kobanê’de IŞİD’in kuşatma mevzileri ABD tarafından vurulacak ve Kobanê ABD mühimmatıyla savunulacaksa, siyaseten kent düşmüştür! Bu tabloya ‘devrim sürüyor’ adını takmak emperyalizmi aklamaktır.”
İnsanın aklına önce saldırganı ve saldırganı seyredeni suçlamak, onunla uğraşmak gelir, normali budur! Ama hayır, beyimiz ne emperyalizmin amaç ve taktikleriyle ne de kendi burjuvazisinin alçaklıklarıyla ilgilenip uğraşıyor, ama ilk aklına gelen, nereden bir açığını bulurum diye fırsatını kolladığı Kürde saldırmak, içinde bulunduğu durumun ihanet olmayacak bir uzlaşmayı zorunlu kılmakta olan zorluğunu aklının köşesinden bile geçirmeden “vur abalıya” Kürde ve onu “hoşgören” sosyalistlere saldırmak oluyor! Kürt hareketi zaten emperyalizmle uzlaşıyormuş, ama kim olumluyorsa, “emperyalizmin Kürt denklemine dahil olmasını olumlamak” –işte bu olmazmış, Kürt hareketinin emperyalizmle “sürpriz olmayan” ilişkilenmesini “aklayan” bu “emperyalizm olumlamacısı” “Kürtçü Türk sosyalizmi” “soldan kopmuş”muş!
Uzlaşma nerede peki? Karşı çıkılan uzlaşmanın ne olduğu önemli, Lenin böyle söylüyor.
Lenin’in dediklerine göz atıp sürdürelim:
“Her proleter grevlerden geçmiştir; her proleter işçiler bir şey elde etmeden ya da isteklerinin ancak bir kısmını sağladıktan sonra işbaşı etmek zorunda kaldıkları zaman, nefret duydukları ezenler ve sömürenlerle ‘uzlaşmalar yapmıştır. Bir sınıf mücadelesi ve sınıf çatışmalarının had safhaya varışı ortamında yaşayan her proleter, nesnel koşulların zorunlu kıldığı (grev fonu tükenebilir, grev desteklenmeyebilir, grevciler dayanılmaz ölçüde açlıkla, yorgunlukla karşılaşabilirler) bir uzlaşmayla, o uzlaşmayı yapan işçiler arasında devrimci feragati ve mücadeleyi sürdürme iradesini hiçbir şekilde azaltmayan bir uzlaşmayla, hainlerin yaptığı (grev kırıcıları da ‘uzlaşma’ yaparlar), kendi bencilliklerini, alçaklıklarını, kapitalistlere hoş görünme isteklerini, tehditler karşısında, bazan pohpohlamalar karşısında, bazan sadakalar karşısında, bazan da kapitalistlerin sırnaşmaları karşısında gereken sağlamlığı gösterememelerini nesnel nedenlerle açıklamaya kalkışan uzlaşmalar arasındaki farkı değerlendirmeyi pek iyi bilir.”
Yani; sadece yapılabilir olmayan ama yapılmasından kaçınılamayacak uzlaşmalar var, ihanet uzlaşmaları var! “Uzlaşma” deyip geçemiyorsun, “uzlaştı” dediğini bir çırpıda hedefe koyamıyorsun!
“Besbelli ki, istisnai olarak öyle çetin ve çapraşık durumlar olabilir ki, şu ya da bu ‘uzlaşma’nın gerçek niteliğini saptayabilmek için büyük çabalar gerekebilir, bazı hallerde (örneğin ‘nefsi müdafaada’ olduğu gibi) cinayetin, mutlak olarak meşru ve giderek kaçınılmaz mı olduğunu, yoksa affedilmez bir ihmalin ve giderek ustaca uygulanan canice bir planın sonucu mu olduğunu saptamanın çok zor bir iş olması gibi. Besbelli ki, ulusal ve uluslararası sınıflar ve partiler arası son derece çapraşık ilişkilerin bazan söz konusu olduğu politikada, bir grev yüzünden varılan ‘uzlaşmanın’ meşru mu, yoksa ihanet eden bir sendika liderinin, bir grev kırıcısının vb. eseri mi olduğunu saptama sorunundan çok daha çözümü zor durumlarla karşılaşılacaktır. Her duruma uyan bir reçete ya da (‘hiçbir zaman uzlaşılmayacak’!) biçiminde bir genel kural bulmaya kalkışmak saçmadır… Saf ve deneyimden tamamen yoksun kimseler, savaştığımız ve amansız bir savaş yürütmemiz gereken oportünizm ile devrimci Marksizm arasındaki bütün sınırların silinmesi için genel olarak uzlaşmayı kabul etmemizin yeterli olacağını sanıyorlar. Böyleleri eğer henüz doğada ve toplumda bütün sınırların hareket halinde ve bir ölçüye kadar geleneksel olduklarını bilmiyorlarsa, onlara ancak siyasal hayatı ve siyasal konuları uzun uzadıya inceleme olanağını, eğitim ve deneyim olanağını sağlamakla yardım edebiliriz. Tarihin her özel ya da özgül anında, karşımıza dikilen pratik siyasal sorunlarda kabulü mümkün olmayan uzlaşmaları, oportünizmi temsil eden uzlaşmaları, devrimci sınıfa ihanet niteliğindeki uzlaşmaları ayırt etmeyi bilmeli ve bunların içyüzünü açığa vurmak için ve bunlarla mücadele etmek için bütün olanakları kullanmalıdır.”
Şimdi dönelim Güler’in karşı çıktığı ve “siyasetten düşürdüğü”nü ileri sürdüğü uzlaşmanın ne menem bir şey olduğuna?
“Kobanê’de IŞİD’in kuşatma mevzileri ABD tarafından vurulacak ve Kobanê ABD mühimmatıyla savunulacaksa, siyaseten kent düşmüştür! Bu tabloya ‘devrim sürüyor’ adını takmak emperyalizmi aklamaktır.” Kötü olan ne? Lenin’in “ihanet uzlaşması” dediği türden olan uzlaşma nerede? Güler “uzlaşmalar” arasında ayrım da yapmıyor, dümdüz gidiyor ve “siyaseten düşüren” gerekçeleri açıklıyor: Bir, “IŞİD mevzilerinin ABD tarafından vurulması” ve iki, “Kobane’nin ABD mühimmatıyla savunulması”!
Sadece bu mu? Evet, bu. Güler, bu iki nedenle uzlaşmayı reddediyor ve bu nedenlerle “siyaseten kent düşmüştür! Bu tabloya ‘devrim sürüyor’ adını takmak emperyalizmi aklamaktır” diyor!
Arkadaşım, dilinin kemiği olmalı! Orada benim genç kardeşlerim de içinde sosyalist devrimcilerle vatanlarını savunan devrimci Kürt militanları seve seve ölümü kucaklıyorlar! Cin olmadan adam çarpmaya kalkmak ve ne dediğini, ucu nereye gideceğini bilmeden, emperyalistlerin düşman mevzilerini bombalamasına ve direnişçilere mühimmat atmasına dayanarak “emperyalizmle uzlaşmak”, “kaderini emperyalistlerle ortaklaştırma” adımları atmakla suçlamak, her türlü uzlaşmaya karşı değilsen, silme Türk milliyetçisi bir Kürt düşmanı olmakla açıklanabilir.
Evet, Amerikalılarla PYD’liler arasında bir görüşme yapılmıştır ve ne biz ne Güler bu görüşmede neler konuşulduğunu bilmiyoruz. O, aklına başka hiçbir şey gelmeden, canlar bedeli bütün bir devrimci direnişi yok sayarak, hemen “kaderin emperyalistlerle ortaklaştırıldığı”nı varsaymakta, üstelik bunu olayların akışıyla doğrulama ihtiyacı da duymadan mührünü vurmaktadır: İhanet uzlaşması! “Soldan kopuş dilekçesi”!
Örneğin Amerikalılar Kobanê’yi kuşatan IŞİD mevzilerini vurmaya kim tarafından çağrılmışlardır? Kürt ulusal hareketi tarafından mı sosyalistler tarafından mı? Var mıdır böyle bir çağrı? Amerikalıların başka yerleri bombalarken Kobanê’yi kuşatan IŞİD mevzilerini bombalamamalarının teşhir edildiği biliniyor, bunun bir problem oluşturduğunu kimse ileri süremez. DSİP’in yaygınlaşmayan “Amerikan bombalarına hayır” kampanyasının desteklenmediği de biliniyor, emperyalizm ileri sürülerek IŞİD’i meşrulaştırma içerikli olan bu kampanyanın desteklenmemesinin bir problem oluşturduğunu da kimse ileri süremez. Peki, bombalar karşılığında ödenecek bir bedel vaad edilmiş midir? Bunlar ne ima edilmektedir ne açıktan bir suçlamanın dayanağı haline getirilmektedir!
Üstelik, Amerikan-PYD görüşmesinde ne konuşulmuş olursa olsun, devrimci eylem ve sınıf mücadelesi kapalı kapılar arkasında konuşulanlara göre akmadığı ve akmayacağına göre; olayların gidişiyle doğrulanan Lenin’in “ihanet uzlaşması” dediği türden bir “uzlaşma”dan söz etmek mümkün görünmekte midir?
Görünen, dişe diş bir çatışmadır! Ve Bombalanan IŞİD mevzileriyle ya da paraşütle atılan mühimmat kutularıyla Lenin’i Rusya’ya getiren Alman treninin farkını Güler neye dayanarak izah edebilir?  II. Dünya Savaşı’ndaki Sovyet-Amerikan-İngiliz-Fransız Paktının hiç sözünü bile etmiyoruz ki, orada –her ne kadar emperyalistler 2. Cephe açmaya ayak direseler de– şüphesiz silahlı dayanışma vardı. Ve Stalin emperyalistleri, silah çektiler diye değil, çekmediler ve 2. Cephe açmayı geciktiriyorlar diye suçluyordu.
“Kürt siyasetinin, kaderini emperyalizmle ortaklaştırmaya varacak adımlarını desteklemekle Kürt halkının katledilmesine karşı dayanışma ilişkisi kurmak arasında ayrım gözetme gereği gündeme bile getirilmiyor.” –Sosyalistlere yöneltilen suçlama budur: Sözde Kürt halkının katledilmesine karşı dayanışmaya “evet”miş; bu “olumlu uzlaşma” olmalı! Ve bununla “Kürt siyasetinin, kaderini emperyalizmle ortaklaştırmaya varacak adımlarını desteklemek” özdeşleştiriliyor, ama ayrıştırılamıyormuş! Nerede “kaderin ortaklaştırılması”? Sen, Güler, sadece emperyalistlerin bombardımanı ve attığı mühimmatın sözünü etmiyor musun “uzlaşma” adına?
Gaipten haber mi aldın, kaderin emperyalistlerle ortaklaştırıldığı konusunda? Böyle bir açıklama mı var da, biz görüp duymadık? “Yaşasın emperyalizm” mi dendi örneğin? “Biji Amerika” mı? Yoksa başka bir pratik işbirliği tutumu mu? Ne? Karşı çıktığın Amerikan bombardımanı ve attığı mühimmatları kullanıyor olmaktan başka nedir?
Hiç düşündün mü Güler, evet, emperyalistler Rojava Kürtlerini kendilerine minnet ettirmekten ve önlerinde diz çöktürmekten sevinç duyacaklardır, istedikleri budur, doğrudur; başka söze gerek yok, çünkü emperyalisttirler; ancak, onların istekleri başkadır, onlara ne yanıt verildiği, Kobanê direnişçileriyle emperyalistlerin ilişkisinin düzenlenip düzenlenmediği, düzenlendiyse nasıl düzenlendiği başka! Siz hiç emperyalistler önünde bir diz çökmeye tanık oldunuz mu? “Kürt siyasetinin kaderini emperyalizmle ortaklaştırmaya varacak adımlarını desteklemek”miş sosyalistlerin suçu! Atılan cephanelerin kullanılmasının kaderini emperyalizme bağlamak olduğunu mu düşünüyorsunuz ciddi ciddi? Öyleyse, sadece Lenin’in bindiği trene değil, hiçbir yerde hiçbir trene binmeyin, tümü emperyalist mamulattır! Uçağa, gemiye, arabaya da!
Lenin’in dediği gibi… Hangi uzlaşmanın ihanetçi hangisinin gerekli ve hatta kaçınılmaz olduğunu saptamak zor iştir ve siz pek kolay sanıyor, genlerinize sinmiş Kürt karşıtı Türkçülüğünüz ve görenin “solcu” sanacağı el çabukluğunuzun ürünü bütün uzlaşmaların kötü olduğu algınızla hemen damgalıyorsunuz: “Kobanê siyaseten düştü”! Hayır düşen, Erdoğan’la birlikte sizsiniz!

*
Hiç uzlaşma olmasın mı, bunu mu söylüyorsunuz?
IŞİD çeteleri ellerinde ağır silahlar, bol cephane ve geniş bir cephe gerisiyle bol bol takviye imkanıyla kuşatmış ve birkaç bin Kürt savaşçısı sınırlı olanaklarıyla direniyorlar. Gidişatta bir değişiklik, Güler’in pek sevdiği dille “denkleme bir yeni veri girdisi” olmadan sonuç iyi görünmüyor. Ve emperyalistler önce –hiçbir görüşme olmadan– bombalamaya başlıyor, sonra yapılan birkaç görüşmenin ardından silah ve mühimmat yardımı yapıyorlar. Bu bombalama ve silah ve mühimmat yardımını kabullenmenin neresini “emperyalizmle kaderini ortaklaştırma” olarak suçluyorsunuz? Bombalamaya karşı mı çıkmalıydı Kürt savaşçıları? Ve silah ve cephane istememeli, hatta yardımı kabul etmemeli ve IŞİD’çi haydutlar sürüsünce öldürülmeyi mi seçmeliydiler? Saçmalamanın bu kadarı kabul edilemez. Yine –Brest-Litovsk’ta Alman emperyalist haydutlarıyla uzlaşmak zorunda kalınması üzerine yazan– Lenin’e başvuralım:
“Diyelim ki, otomobiliniz silahlı haydutlar tarafından durdurulmuştur. Haydutlara, paranızı, pasaportunuzu, tabancanızı, otomobilinizi veriyorsunuz ve böylelikle haydutların o hoş refakatinden kurtulmuş oluyorsunuz. Bu bir uzlaşmadır, bunda kuşku yok. ‘Do ut des’, sana paramı, silahlarımı, arabamı ‘veriyorum’, bana canımı ‘veresin diye’. Deli olmadıkça hiç kimse böyle bir uzlaşmanın ‘ilkelere aykırı’ olduğunu öne süremez ya da uzlaşmayı yapanın haydutların suç ortağı olduğunu ileri süremez (haydutlar otomobili ve silahları yeni haydutluklar için kullanmış olsalar bile, bu böyledir). Alman emperyalizminin haydutlarıyla bizim uzlaşmamız, işte buna benzer bir uzlaşmaydı.”
Ve Lenin, Güler’in önemsiz sayarak “es” geçtiği ve genel olarak reddetmeye giriştiği uzlaşmalar arasındaki farka dair de şunları yazmış:
“Her uzlaşmanın ya da uzlaşma çeşidinin durumunu ve somut koşullarını tahlil etmesini bilmek gerekir. Haydutların yaptıkları kötülüğü en aza indirmek ve onların yakalanmalarını ve cezalandırılmalarını sağlamak için haydutlara para ve silah vermek zorunda kalmış bir adamın durumunu, haydutların yağmasından pay almak için onlara yardım eden adamın durumundan ayırt etmeyi öğrenmek gerekir.”
Evet, uzlaşma. Bir uzlaşma olduğu tartışmasızdır, ama durum farklı mı çok mu benzer sayın Güler? Yine “haydut çetesi” yok mu? Bir uzlaşma yoluyla can kurtarılmaya çalışılmıyor mu? Hayır mı diyorsunuz, uzlaşanlar IŞİD’i bombalayıp kendilerine silah yardımı yapan emperyalistlere suç ortaklığı mı yaptılar ve yapıyorlar? Ortadoğu’yu mu paylaşmaya çalışıyorlar örneğin, ne yaptılar “işbirlikçilik” ve “suç ortaklığı”yla damgalanmak babında?

*
Kobanê’nin düşmesini çok kişi çok isteyip bekledi. “Düştü”, “düşecek” kehaneti en başta AKP yönetiminindi, Türkiye’nindi. Erdoğan başlattı bu söylemi, Hükümet yetkilileri sürdürdüler. Önceden Esad’ı da “düşürmüşler”di! Hiç değilse kendi burjuvalarınızın dizinin dibinde aynı beklentiyle yer almaktan kaçınsaydınız!
ABD yetkilileri de “Kobanê’nin dayanmasının mümkün olmadığı” görüşündeydiler, bunu dile getirdiler, “dayanamaz”, “düşebilir” dediler. Beklentileri bu yöndeydi. Hem Türkiye hem de Amerikalı emperyalistler, özerk demokratik halk iktidarı altında bir egemenlik öngörmüyor, istemiyorlardı Rojava’da. Bu nedenle, Türkiye açıktan cephe alırken, Amerikalılar IŞİD ve katliamlarıyla terbiye etme yolunu tutarak, kendi müdahaleleriyle ve ehlileştirilerek (kendisine yakınlaştırarak) ayakta kalmasına yönelik tercih kullandılar ve beklediler. Türkiye, hemen sınırlarında “ikinci” bir Kürt egemenliğini istememekteydi, ama ülke içinde bir Kürt özerkliğini kaçınılmaz kılar korkusuyla bir değil iki kez karşıydı. Amerika’ya gelince, o da bir halkın kendi kaderini kendisinin tayin etmesini ancak bir koşulla kabullenebilirdi –yeter ki iradesini Amerikalılara teslim etsin. Yoksa kapitalist emperyalizme boyun eğme yerine kendi kaderini belirlemeye kalkışan bir halk ve boyun eğmezliğini onaylamayı düşünemezlerdi. Kurulu düzene boyun eğmeme ve kendi kaderini belirleme tutumu, hele bölge ve dünyada başka halklara örnek olma olasılığı da dikkate alındığında Amerikalı emperyalistlerin tabii ki desteğini alamazdı. Onlar da beklediler.
Kobanê Direnişi ve direnişçileri beklenenden “çetin ceviz” çıktılar ve ölümüne bir direnç sergilediler. Giderek, dünya halklarının gözünde en ileri ölçüde teşhir olmuş katliamcı IŞİD çeteleri önündeki bu boyun eğmezlik ve direnç hem takdir hem destek duygularını ayaklandırdı. Kobanê direnişçileri halkların gönüllerini kazandılar. IŞİD ve destekçisi olarak algılanmasının yanında direnen Kobanêlilerin ölümünü seyretmekte oluşu nedeniyle de Türkiye dünya halklarının tepkisini çekerken, bu tepki Kobanê kuşatmasına kayıtsız kalmakta olan Amerikan patronajındaki koalisyonu da baskılamaya başladı. Bu baskı, örneğin Amerikan Dışişleri Bakanı Kerry’in Kobanê’ye silah yardımını gerekçelendirirken “ahlak ve sorumluluk gereği” gibi sözcükleri kullanmasında da görülebilir. Amerikalılar, tam IŞİD saldırganlığı dolayımıyla kimsenin sorgulamadığı bir “kurtarıcı” pozisyon elde etmiş ve Ortadoğu’ya müdahaleye davet ediliyorlarken, halkların gözünde “ahlaksız ve sorumsuz” gibi sıfatlarla anılır olmaktan kaçınma ihtiyacındaydılar! Üstelik başka elde edebilecekleri de yok değildi: PYD ile belirli bir ilişki geliştirerek, bu durumu onu yanına çekme ve örneğin Barzani KDP’siyle yakınlaşmasını etkileme amacıyla kullanabilirdi.
Amerikalılar, şüphesiz ki Ortadoğu’ya çekidüzen verme peşindeki emperyalist bir saldırgan olarak, şüphesiz ki emperyalist amaçlarla, sonunda Kobanêyi kuşatan IŞİD mevzilerini bombalamaya başladılar, ancak, kendileri ve koalisyonlarının üzerinde oluşan kamuoyu baskısı da bu müdahaleyi gerekli kıldı ve daha da geciktirilmesini engelledi. Bu baskıyı oluşturan Kobanê halkı ve direnişçilerinin ölümüne direnişleriydi. Her şeyin ötesinde bu nedenle Güler’in yaptığı gibi direnen halkı ve savaşçılarını hakaretlerle anmak bir devrimci ve sosyalistin hiçbir zaman yapmayacağı şeydir! Evet, emperyalistler ve emperyalist amaçları görülmelidir; ama asla halklar ve mücadeleleri görmezden gelinmemelidir!

***
Emperyalist amaçlar karşısında uyanıklık kuşkusuz gereklidir ki, görülebildiği kadarıyla Kobanê savaşçılarında bu haslet vardır. Şimdiye kadar gerek PKK ve gerekse PYD’nin emperyalistlerle aynı çizgide oldukları, onlar tarafından desteklendikleri, hatta onların işbirlikçiliğini yaptıkları iddiası çok ileri sürülmüş, ama kanıtlanamamıştır. Tersine, Kürt ulusal hareketinin en olumlu yönlerinden birinin emperyalizmin iradesini kabullenmemesi olduğu ileri sürülebilir.
Emperyalistler ve AKP türü gericilerle ilişkilerde hiç problem ortaya çıkmamış, hiç eleştirilebilecek tutumlar görülmemiş midir? Hayır, bu iddia edilemez. Mücadelenin olduğu yerde yanlışlar yapılabilir ve çoğu durumda bunlar kaçınılmazlaşabilir.
Örnekse şimdi yeni bir hız kazanmasına çalışılan “çözüm süreci” dolayısıyla AKP gericiliğinden beklentinin aşırılığı ileri sürülegelen bir eleştiri konusudur. Gerçeklik payı yok mudur? Belirli vekillerce belirli kişilerin bakan yapılmalarının dile getirilmesine ya da “nezaket” gerekçesiyle Erdoğan cumhurbaşkanlığının alkışlanmasına varıncaya kadar görülebilen bir abartılı tutum tabii ki eleştirilebilir; ancak Erdoğan ve AKP’nin bu yolla “teşvik”lerinin amaçlandığı, yoksa sosyal ve siyasal gerçeklerin Kürt hareketinin AKP’yi desteklediği ya da yeterince karşıt olmayıp onunla olumsuz bir uzlaşma içinde olduğunu kanıtlamadığı ortadadır.
Amerikalı emperyalistlerle yeni kurulan ilişkinin içinde baştan çıkarıcı bir dinamik de barındırmadığı ve hiçbir zaman hiçbir şekilde belirli olumsuzluklara yol açabilme potansiyeli taşımadığı da kuşkusuz ileri sürülemez. Ancak bu tür olasılıklara devrim için ölenlere bile saygı duymadan Güler’in yaptığı türden “dikkat çekilmesi” düşünülemez bile! Üstelik uzlaşma değil mücadele bunca baskınken…

*
Bitirmeden, Güler’in Kürt hareketine vehmettiği hatalı yönelim ve yanlışları hoşgörmek ve bunları gündeme bile getirmemekle suçladığı –her kimi kastediyorsa– “Kürtçü Türk sosyalistler”ini bilmeyiz ama, sınıf bilinçli işçilerin örgütünün neden onun yaptığı gibi “gelin sosyalizme” deyip “kendi cephesi”ni kurmakla yetinmeyip, belirli ideolojik eleştiriler yöneltirken, –Güler’in haberdar bile olmadığı– bazı politik yanlışların kimini öne çıkarmayıp kimini arkadaşça eleştirerek, mücadeleci kitlesel bir hareket olan Kürt ulusal hareketiyle “uzlaşmalar” yapmasının neden doğru ve gerekli olduğu üzerine Lenin’e başvuralım:
“Proletarya, proleterlerden yarı-proleterlere (işgücünün satışından geçimini ancak kısmen sağlayan yarı-proletere), yarı-proleterden küçük köylüye (ve kent ya tda köydeki küçük zanaatçıya, genel olarak küçük işletmeciye), küçük köylüden orta köylüye vb. geçişi yansıtan son derece çeşitli toplumsal tiplerle çevrili olmasaydı; proletaryanın kendisi de, mesleki gruplar gibi, bazan dini vb. gruplar gibi kategorilere bölünmeseydi, kapitalizm, kapitalizm olmazdı. Proletaryanın öncüsü için, onun bilinçli bölümü için, Komünist Partisi için, gerektiğinde zigzaglı, dolambaçlı yoldan yürümenin, ayrı ayrı proleter grupları ile, ayrı işçi partileri ve küçük üretici partileriyle anlaşmalar yapmanın, uzlaşmalara varmanın gereği, buradan doğmaktadır.”
Emeğin sömürülen yığınlarıyla ezilen toplumsal tabakalar yerine Güler ve yakın çevresinden birkaç kişinin, yetmemişse, yakın birkaç “sol” grubun penceresinden bakmak gerekseydi ya da ancak böyle bir seçkincilik ve yukarıdancılıkla şunlar söylenebilir: “Türkiye’de solda hangi cephenin açılması gerektiği bellidir.”… “Emperyalizmi aklayanlardan ayrışmak solda başlı başına bir ayrım çizgisini ifade ediyor.” “Bizim sorumuz ve çağrımız açık: Çaresizliğin alternatifini aramak ve yaratmak isteyen var mı? Buyrun sosyalizm mücadelesine…”
Bir halk cephesi yerine grupların yan yana gelişiyle yetinme: “Cephe ve artık adıyla Birleşik Haziran Hareketi”… Güler’in içinde ancak rahat edebildiği “steril ortam”ı lekeleyebilecek inançsal ya da etnik kimlikleriyle “ayak takımı”nın ve olası hata ve zaaflarının katiyen yer almayacağı ve ancak onlarla birlikte tasarlanabilecek emperyalistler ve burjuva gericiliği türünden büyük güçlerle “aşık atma”ya kalkışmayacak bir “düşünce klübü” olarak davranma: Burada “emperyalizmi aklayanlar”la kolaylıkla ayrışılabilecektir! Ve demokrasi talepleri ve mücadelesine gözünü kapattığı gibi, sömürülen yığınların da olmayan, onların kazanılmasının hedeflenmediği, “lafla peynir ekmek gemisinin yürütülmek” istendiği bir “sosyalizm mücadelesi”ne “çağrı”!
Lenin’in dediği mi Güler fantezileri mi?
Bir Halife Irak-Suriye dolaylarında teşriki mesaide –Ebubekir Bağdadi! Bir diğeri Türkiye’ye rejimini dayatıyor –R. Tayyip Erdoğan! Bir üçüncüsü herhalde fazladır!

Türkiye’nin bölgesel güç olma hevesi ve emperyalizm meselesi

Gündelik gelişmeleri takip edenler için ABD ve Türkiye arasındaki ilişkiler zaman zaman kafa karıştırıcı olabiliyor. Emperyalizmi kapitalizmin örgütlenişiyle ilgili yapısal bir olgu olarak kavramak yerine dünya politikasındaki bir hegemonun siyasi tercihlerine indirgeyen yaklaşımlar Türkiye’deki mevcut siyasi kampları tekrar üreterek, etkin bir muhalefeti olanaksız kılıyor. Bu yazıda öncelikle bu yaklaşımın kısa bir eleştirisini yapacak, sonra AKP dış politika söylemindeki izdüşümünü irdeleyeceğim. Son olarak, Ortadoğu’daki gelişmeler üzerinden AKP hükümetlerinin siyasi tercihleri ve izledikleri politikaları ABD ve Batı İttifakı’yla arasındaki gerilimleri açısından değerlendireceğim. Temel tezim, bu gerilimlerin nedeninin AKP’nin anti-emperyalist bir politika izlemesinden değil, emperyalist sistem içinde bir statü rekabetine girmesinden kaynaklandığıdır.

SOĞUK SAVAŞ SONRASI TÜRK DIŞ POLİTİKASI
İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren Türk dış politikasının temel yöneliminin, Batı İttifakı’na, onun ne kadar stratejik ve vazgeçilmez bir müttefiki olduğunu kanıtlamak olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye, vazgeçilmez olduğu sürece, Batı’nın ekonomik ve siyasi kaynaklarını kendi bölgesel amaçları ve bölgesel rakiplerine üstünlük sağlamak için kullanabilecektir. Soğuk Savaş yılları boyunca bu politikanın başlıca hedefi, Türkiye’nin NATO içinde kendisine rakip olarak gördüğü Yunanistan’a karşı Batı İttifakı içinden destek kazanmaktı. Soğuk Savaş’ın sona ermesi farklı dinamikleri harekete geçirdi.
Soğuk Savaş sonrasında Türk dış politikasının öncelikli kaygısı, ABD ve Batı İttifakı’na, stratejik vazgeçilmezliğinin devam ettiği, hatta daha da önemli hale geldiğinin anlatılmasıydı. Sovyetler Birliği çöktüğüne göre ona karşı kurulmuş olan NATO ittifakı ve çevreleme politikası anlamsız hale gelmiş ve Türkiye’nin rolü belirsizleşmişti. Dünya siyasetinde rakipsiz hale gelen ABD’nin müttefiklerine daha az ihtiyaç duyması, Soğuk Savaş boyunca onlara güvenliklerini sağlayacağı güvencesini veren ABD’nin bu sözünün arkasında durup durmayacağı müttefiklerini endişelendirmekteydi. ABD ise, taahhütlerinden vazgeçmeme, ancak müttefiklerinin güvenliğini sağlayacak hegemonyasının ekonomik ve siyasi maliyetini onlara ödetme niyetindeydi. Birinci Körfez Savaşı ve Özal’ın “bir koyup üç alma” formülasyonuyla özetlenen neo-Osmanlıcılığı bu konjonktürde ortaya çıktı. Daha sonra Davutoğlu’nun dile getireceği birçok fikrin kökenini bu dönemde görmek mümkün. Özal’a göre, Cumhuriyetin kurucu kadroları –bilhassa İsmet İnönü– Lozan’da başarısız bir diplomasi izlemiş, Musul ve Kerkük’ü kaybetmişti. Soğuk Savaş’ın bitmesiyle Ortadoğu’da yeni bir hareketlilik başlamıştı ve Türkiye bu fırsatı kullanabilirdi. AKP gibi, Türkiye’nin bölgesel olarak yayılabileceği fikri, Özal’ın Kürt sorununa yaklaşımının da temeline yatmaktaydı.
Özal’ın dış politikasının Ortadoğu’da beklediği sonucu vermemesi, Türk dış politikasının Batı’ya yönelik pazarlama çabalarını sona erdirmedi. Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü ve Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üyelik başvurusu, Türkiye’nin Batı İttifakı içindeki konumunu muhafaza etmek ve sağlamlaştırmak için yaptığı kayda değer hamlelerdi. Bunların yanında Orta Asya cumhuriyetleriyle kurulan ilişkiler Batı’ya pazarlanmaya çalışıldı. The Economist’ten apartılan “Çin Seddinden Adriyatik’e Türk Dünyası” sloganı Demirel döneminin temel söylemi haline geldi. Elbette bütün bu çabaların altında, 24 Ocak Kararları’yla geçilen ihracata yönelik büyüme döneminin palazlandırdığı ihracatçılara rekabet edebilecekleri pazarlar ve ucuz hammadde temin edebilme dürtüsü vardı. Başka bir deyişle, Soğuk Savaş sonrası Türk dış politikası, temelde neoliberalizmin güçlendirdiği sermaye fraksiyonlarının siyasi ihtiyaçlarıyla belirlendi. Dış gezilerinde uçağında işadamlarıyla dolaşan Özal bu yeni dış politikanın modelini oluşturuyordu.
AKP öncesi Türk dış politikasının son markası İsmail Cem de, daha sonra Davutoğlu’nun sıkça tekrarlayacağı “medeniyetler köprüsü” söylemiyle Türkiye’nin stratejik önemini vurgulamaya çalışan politikayı devam ettirdi. 1990’lı yıllar boyunca Somali, Bosna, Kosova gibi bölgelerde Batı İttifakı’na Türkiye’nin faydası, vazgeçilmezliği vurgulandı. AKP’nin iktidara gelmesi ve Bush’un Ortadoğu savaşları Türk dış politikasının pazarlama stratejisine yeni bir boyut daha katacaktı: Ortadoğu’ya model olabilecek demokrasiyle uyumlu “ılımlı İslam”. Ne var ki, Arap isyanlarıyla ortaya çıkan bölgedeki gelişmeler modelin çekiciliğini kısa zamanda sona erdirdi. Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun” konseptinin yerini “değerli yalnızlık” konsepti alırken, Türk dış politikası, Soğuk Savaş sonrası dönemin en zorlu kavşağına girdi. Bölgede giderek yalnızlaşan Türkiye, Batı İttifakı tarafından ise, bölgesel güç olma yolunda desteklenmesi bir yana “tahammül edilmek zorunda” olan bir müttefike dönüştü. Suriye’de Rusya’nın desteklediği Esad’ı dış politikasının biricik önceliği haline getiren Erdoğan’ın Moskova’da Putin’e “bizi Şangay beşlisine dahil ederseniz Avrupa Birliği’yle oyalanmayız” mesajı, küresel ve bölgesel güçlerin arasındaki çelişkilerden faydalanmaya çalışan kurnaz bir diplomasi değil, Batı’dan istediğini alamamanın yol açtığı çaresiz bir öfke ve küskünlüğün ifadesi olarak okunabilirdi ancak. Rusya’nın Kırım’ı ilhakıyla Karadeniz’de temel belirleyici güç haline gelmesi karşısında Türkiye’nin güvenlik için NATO’ya mecbur olması bu ifadenin ironisini daha da açığa çıkarıyor, AKP’nin dış politikasını tam bir Grek tragedyasına dönüştürüyor.
Bir NATO müttefiki olarak Türkiye’nin ABD’yle ters düşmesi şüphesiz bir çelişki. Bu çelişki, emperyalizmi dünya çapında toplumsal bir ilişki veya yapısal bir olgu olarak değerlendiren diyalektik bir yaklaşım açısından kapitalist birikimin doğasından kaynaklanır. Çelişki mantıksal değil, gerçektir ve diyalektik analiz, çelişkiyi ortadan kaldırmayı değil, ortaya çıkarmayı, belirgin hale getirmeyi, açıklamayı amaçlar. İdealist ve kaba maddeci emperyalizm analizleri ise, bütünü parçanın iradesiyle açıklayarak, emperyalizmi ABD’nin politikasına indirger, anti-emperyalizmi de ABD karşıtlığıyla sınırlar. Bu, anti-kapitalizmi, en büyük holdingle mücadeleye indirgemeye benzer. AKP’nin izlediği politikanın ABD’yle çelişmesi, Erdoğan’ın ABD’yi eleştirmesi veya ABD basınında Erdoğan’a yönelik eleştirilerin çıkması AKP’yi anti-emperyalist yapar mı? Emperyalizmin kapitalizmin örgütleniş biçimi olduğunu gözardı edip sadece siyasi bir düzeye indirgediğimizde, anti-emperyalizmle, kendi emperyalist hedefleri için emperyalizmin mevcut hiyerarşisini değiştirmeyi zorlayan bir politika arasındaki ayrımı da muğlaklaştırmış oluyoruz. Başka bir deyişle, emperyalizmi bir düzen olarak ortadan kaldırmayı hedefleyen bir mücadeleyle emperyalist statükoyu değiştirmeyi ve emperyalist hiyerarşide yükselmeyi hedefleyen bir mücadeleyi ayırt etmenin yolu, emperyalizmi onu oluşturan öznelerin ötesinde bir ilişkiler bütünü olarak anlayabilmekten geçiyor. Nasıl ki iç siyasette statükoya karşı her hareket demokratik değilse, uluslararası siyasette de her statüko karşıtı hareket anti-emperyalist değildir.

ERDOĞAN’IN “ANTİ-EMPERYALİZMİ”: KİMSESİZLERİN KİMSESİ
Erdoğan’ın söylemi emperyalizme karşıtlığını sıkça dile getirir. 13 Ekim 2014’te Cumhurbaşkanı Erdoğan Marmara Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada dinleyicilere şöyle sesleniyordu:
“Yaklaşık 100 yıl öncesine kadar Bosna’dan Yemen’e, Gürcistan’dan Libya’ya kadar geniş bir bölge İstanbul’dan idare ediliyordu. Savaş sona erdiğinde ise idare ettiğimiz topraklar, bugün bile sahip olduğumuz topraklardan daha dar bir sınır içine hapsedilmek istendi. Özellikle Ortadoğu’da sınırların belirlenmesi bugün bile dikkate üzerinde durulması gereken konu. 20. yüzyılın başına kadar dünyada Ortadoğu diye bir coğrafi kavram yoktu. Ortadoğu kavramı bir coğrafi bölgeyi işaret etmek için değil petrol ve çatışma bölgelerini işaret etmek amacıyla icat edildi. Savaşın galibi olan egemen güçler Kahire’de bir masa etrafına oturdular, ellerine birer cetvel aldılar. Bu bölgede sancısı bugüne kadar devam eden sınırlar orada çizildi. Gerçekten sınırlara baktığınızda son derece keyfi, gerçeklikten uzak biçimde çizildiğini görürsünüz. Örneğin bölgedeki Şii halkı üç ayrı devlete, Türkmenler üç ayrı devlete dağıtılmıştır. Kürtler köylerinin dahi ortasından sınır geçirmek suretiyle üç ayrı ülkeye ayrılmıştır. Suriye, Irak gibi ülke isimleri 1. Dünya Savaşından sonra konulmuş isimlerdi.”
Erdoğan, bir yandan 1. Dünya Savaşı’nın galibi olan “egemen devletlerin” petrol kaynakları kontrol edebilmek için bölge halklarını bölerek Ortadoğu diye tanımladıkları coğrafyaya hakim olmalarını eleştiriyor. Diğer yandan, bütün bu coğrafyanın emperyalist müdahale öncesi İstanbul’dan idare edildiğini nostaljik bir özlemle dile getiriyor.
Kendi emperyal özlemlerine set çeken ve ulusal bütünlüğü tehdit eden bir faktör olarak emperyalizm karşıtlığı Türk milliyetçiliğinin başvurduğu temel anlatılardan biridir ve Erdoğan’ın siyasi söyleminde de sıkça karşımıza çıkar. 30 Eylül 2011’de Makendonya’nın başkenti Üsküp’te Uluslararası Balkan Üniversitesi’nin mezuniyet törenine katılan Erdoğan dinleyicileri emperyalizme karşı mücadeleye çağırıyordu:
“Emperyalist güçler arzularından hiçbir zaman vazgeçmiyorlar, vazgeçmeyecekler. Yani ezen ve ezilenler muhakkak olacak. İlk insanla başladı, sonuna kadar devam edecek. Mesele, bunun farkında olmak suretiyle bunu minimize edebilmektir, bu mücadeleyi verebilmektir.”
Ezen-ezilen ilişkisini kaçınılmaz, ebediyete kadar sürecek bir olgu olarak kabul eden bu söylemde, Erdoğan kendisini, tıpkı iç politikadaki “elit karşıtı” popülist söylemine benzer bir şekilde, ezenlerin karşısında ezilenleri temsil eden bir aktör olarak kurguluyor. 20 Temmuz 2013’te Kastamonu Havaalanı’nın açılışında yaptığı konuşmada Erdoğan, ezilenlere sahip çıkmayı Türk milletinin tarihi bir misyonu olarak tanımlıyor:
“Tarihimize bakınız. Nerede, hakkı yenen, ekmeği elinden alınan, dinine, inancına saldırılan, haksızlığa, zulme, gadre uğrayan varsa, bizim medeniyetimize sığınmıştır. Osmanlı, Hint Yarımadası’na zulme uğrayanlar için donanma göndermiştir. Biz, böyle bir ecdadın torunlarıyız. Bizim ecdadımız da inancına, diline, derisinin rengine bakmadan, hiçbir ayrım yapmadan, insana sadece insan olduğu, yaratılmışların en şereflisi olduğu için hiç tereddüt etmeden el uzatmış, yardımına koşmuştur.”
Alicenap bir imparatorluk olarak Osmanlı özlemi, insan hakları ve demokrasi gibi evrensel değerleri egemen aktörlerin çıkarlarını gizlemek için kullanan emperyalist bir söylemin Türk milliyetçiliğine özgü sembollerle ifade edilmesidir. Bu söylem, bir yandan “önce bölgesel sonra küresel bir güç olma” şeklinde formüle edilen emperyalist hedefleri ahlaki bir dille meşrulaştırırken, diğer yandan milliyetçiliğin azamet duygularını okşamaktadır. Aynı konuşmada Erdoğan, hükümetin izlediği dış politikayı kardeşlik, komşuluk ve dayanışma gereği olarak açıklıyor:
“‘Filistin ile neden bu kadar ilgilisiniz, Suriye ile Mısır ile Somali, Myanmar ile neden bu kadar ilgilisiniz? Tunus ile Libya ile neden bu kadar ilgilisiniz? Dünya mazlumlarıyla ilgilenmek size mi düştü? Hakkı söylemek, adaleti savunmak size mi kaldı?’ diyorlar. Biz, onlara işte biraz önce ifade ettiğim o temel ilkeyi hatırlatacağız; kardeşin, komşun zordaysa, sen refah içinde, huzur içinde, güven ve istikrar içinde olamazsın. Gözünü kapatarak, kulağını tıkayarak, sınırlarına duvarlar örerek, en önemlisi de kalbini, vicdanını örterek, kendi ülkeni de imar edemezsin, abad edemezsin.”
Kendi kısmi çıkarını evrensel bir çıkar olarak sunmak hegemonya peşinde koşmanın alameti farikasıdır. 19. yüzyıl sömürgeciliği, “beyaz adamın yükü” ve “medenileştirme misyonu”ydu. 20. yüzyıl emperyalizmi ulusların kendi kaderini tayin hakkını ve demokrasiyi savundu. 21. yüzyıl emperyalist müdahalelerinin tamamı insan hakları, soykırımı önleme ve demokrasi gerekçeleriyle yapıldı. Erdoğan’ın dış politika söylemi de, Türk dış politikasının bölgesel nüfuz elde etme çabasını ahlaki bir zorunluluk ve görev olarak sunarken, büyüklük iddiasının ancak bu yolla gerçekleşebileceğine işaret ediyor:
“Elindeki somunu yoksulla paylaşmayan, ihtiyaç sahibiyle paylaşmayan, yarın o somunu da bulamaz. Biz, paylaşarak büyüyen bir milletiz. Biz, ekmeğini de sevincini de tasasını da paylaştıkça büyümüş ve bu seviyelere ulaşmış bir milletiz”
Erdoğan’ın söylemini tek bir cümleye indirgemek mümkün: “ağalık vermekle olur”. Söylemini anti-emperyalist unsurlarla bezemesine rağmen, AKP’nin hedefi, emperyalist düzeni ortadan kaldırmak değil, hiyerarşide sınıf atlamak, işbölümünde merkeze yaklaşmaktır. Lakin, kelimenin tam manasıyla sermayesi yetmemektedir. Bu koşullarda AKP’nin bölgesel güç olma sevdası ABD’nin bölgesel politikalarıyla çelişmekte, ancak son kertede bu politikaları kabullenmeye zorlanmaktadır.

ORTADOĞU’DA ABD VE TÜRKİYE ARASINDAKİ ÇELİŞKİ

Yukarıdaki tespitler ışığında ABD ve Türkiye’nin dış politikalarında diyalektik maddeciliğe dayanan bir emperyalizm kuramı açısından beklenilir çelişkiler ortaya çıkmaktadır. Bu çelişkilerin AKP dönemindeki ayrıntılı bir dökümünü yapmak bu yazının sınırları dışında kalır. Ancak özellikle son dönemde, AKP iktidarının Suriye’deki savaş ve Kobanê savunmasına yaklaşımını etkileyen iki kırılmadan söz edilebilir: 1 Mart 2003 Tezkeresi ve Libya müdahalesi.
ABD’nin Irak işgali sırasında Türkiye’yi operasyonel bir merkez olarak kullanmasına imkan tanıyan 1 Mart tezkeresinin TBMM tarafından reddedilmesi, gerek sebepleri gerek sonuçları bakımından hala çok tartışılan bir olaydır. Tezkerenin içeriği konusunda ABD’yle Türkiye adına müzakereleri yürüten diplomat Deniz Bölükbaşı, hükümetin kendisine verdiği talimatlara uygun bir pazarlık yürütmesine rağmen tezkerenin meclisten geçmediğini vurgular.  Davutoğlu üzerine övgüyle dolu iki kitap yazan gazeteci Gürkan Zengin, AKP’nin içinde tezkereye ilişkin bir ayırım olduğunu, Erdoğan’ın tezkerenin geçmesi için talimat vermesine rağmen, selefi Ecevit tarafından savaşa mutlaka karşı çıkması öğütlenen dönemin Başbakanı Gül’ün AKP Meclis Grubu’nu serbest bıraktığını ve Bülent Arınç’ın açıkça tezkereye karşı çıktığını bildiriyor. Zengin’in aktarımına göre, tezkerenin geçmemesi üzerine Erdoğan müthiş öfkelenmişti: “1 Mart, sadece Türkiye’nin değil, AKP’nin de en dar geçitlerinden biriydi. Erdoğan ve Gül ikilisi, bu dönemi parti gövdesinde bir hasar yaratmadan atlatmayı başardılar.”  Zengin’e göre Erdoğan’ın tezkereyi desteklemesinin nedeni, ABD tarafından işgal sonrası Irak’tan dışlanma korkusuydu.  Yani Erdoğan Özal’ın Birinci Körfez Savaşı’ndaki siyasetini izlemek istiyordu, ancak henüz başbakanlık koltuğuna oturamamış bir parti genel başkanı olarak, meclis grubuna hakim olamamıştı. Nitekim ikinci bir tezkereyi 19 Mart 2003’te Meclis’ten geçirmeyi başardı. O dönem başbakan danışmanı olarak görev yapan Davutoğlu ise, tezkereye karşı çıkan grupta yer almıştı.
1 Mart Tezkeresi’nin reddedilmesi kısa vadede Erdoğan’ın korktuğu gibi bir dışlanmaya yol açsa da, beklenmeyen bir etkisi, bilhassa Bush ve Neoconların dış politikasını eleştiren çevrelerde AKP’nin prestijini arttırmasıydı. Irak Savaşı’nın büyük bir hata olduğunu düşünen Amerikan ve Avrupa liberal ve sol çevrelerinde, AKP’ye, Gezi’ye kadar devam eden muazzam bir kredi açıldı. İlerleyen yıllarda AKP’nin özellikle Bağdat’taki Maliki Hükümeti’ne karşı Erbil’le yakınlaşması, ABD’nin kısa vadedeki dışlamasının maliyetini de ortadan kaldırmış oldu. Böylece Türkiye tezkereyi kabul etmemekle ABD işgalini engelleyemese de, uluslararası kamuoyunda prestijini arttırdı, bağımsız hareket edebilen bir aktör olduğu imajını yarattı ve kısa sürede tekrar Irak’a geri dönebildi.
Ne var ki, 1 Mart’tan çıkarılan dersler Suriye’de pek işe yaramadı. Öncelikle Türkiye ABD’nin askeri planlarında operasyonel boyutlarında değişiklik yaptırabilir, ancak bu planlara engel olamazdı. Türkiye’nin ABD’yi kendi rızası hilafına bir askeri operasyona zorlaması ihtimali ise neredeyse sıfırdı ve Erdoğan’ın ABD’yi Esad’a karşı bir harekata zorlamak için giriştiği tüm hamleler sonuçsuz kaldı. AKP, 1 Mart’ta kredi kazandığı liberal çevrelere hitap edeceğini düşündüğü ahlaki, insani söylemi ABD’yi Esad’a karşı müdahaleye zorlamak için kullandı. Ancak Amerikan kamuoyunun çoğunluğu Irak deneyiminden sonra savaşa girmekte isteksiz olduğu gibi, Suriye’ye karşı Obama’yı savaşa sokmak isteyen kesim AKP’ye 1 Mart’tan itibaren açık bir garez besleyen Cumhuriyetçilerin şahin kanadıydı. Söyleminin etkisizliği Erdoğan’ın eleştirisinin ahlaki dozunu giderek arttırmasına ve sonunda eleştirilerin giderek çaresiz bir serzenişe dönüşmesine yol açtı. ABD’nin Kobanê’ye silah yardımı yapmasından sonra Erdoğan’ın sarfettiği “Kobanê kendileri için niye bu kadar stratejik, onu anlamakta zorlanıyorum”  lafı bu çaresizliğin geldiği noktayı tarif ediyor.
AKP Hükümeti’nin Suriye politikasını ve reflekslerini şekillendiren ikinci önemli olay ise, Libya müdahalesiydi. Bu sefer jeostratejik konumu değil de NATO üyeliği aracılığıyla ABD üzerinde etkili olacağını hesaplayan Erdoğan, 28 Şubat 2011’de şöyle sesleniyordu:
“NATO Libya’ya müdahale etmeli midir? Böyle bir saçmalık olur mu yahu? NATO’nun ne işi var Libya’da? NATO mensubu olan ülkelerden birine herhangi bir müdahale yapılması halinde böyle bir şeyi gündeme getirebilir. Bunun dışında Libya’ya nasıl müdahale edilebilir? Bakın Türkiye olarak biz bunun karşısındayız, böyle bir şey konuşulamaz, böyle bir şey düşünülemez.”
Ancak Fransa, 18 Mart 2011’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin uçuşa yasak bölge ilan eden 1973 sayılı kararı çıkar çıkmaz, 19 Mart’ta, Türkiye’yi dışlayarak, Batı ittifakıyla yaptığı görüşmelerin sonunda Libya’ya müdahale etti. Sonunda Türkiye, Fransa’nın NATO olanaklarından yararlanmasını engelleyecek bir veto tehdidiyle müdahaleye dahil oldu.  Başka bir ifadeyle, başta karşı çıktığı bir müdahaleyi engelleyemeyince, Türkiye müdahaleye dahil olabilmek için veto tehdidini kullandı. Hükümete yakın Sabah gazetesinin Dış Haberler Müdürü Nuh Yılmaz ise süreci Türkiye’nin – kendi deyimiyle – “Fransa klasmanına yükselmesi” olarak tarif ediyordu:
“Süreç sonunda Fransa’yı adeta saf dışı ederek, isteklerini NATO üzerinden kabul ettirebilen ve sürecin komutasında da söz sahibi olan Türkiye, Fransa ayarında bir ülke olduğunu kabul ettirmiştir. Bu krizle birlikte Türkiye, bundan sonra kendisini Fransa, İtalya gibi güçlü Avrupa devletleri ile aynı seviyede görmekle kalmayıp, bunu uluslararası topluma da kabul ettirmiştir.”
Bu tarif, Libya müdahalesindeki süreci tamamen çarpıtmakta, ama Türkiye’nin Suriye’de uygulamak istediği yöntemi ve hedeflerini gayet doğru bir şekilde tanımlamaktadır. Suriye krizi patlak verdiğinde, AKP’nin stratejisi, Libya müdahalesinde Fransa’nın yaptığı gibi bir oldubittiyle uçuşa yasak bölge ilan ettirip, NATO kaynaklarını kullanarak, bölgesel bir güç haline gelmekti. Ancak Suriye’deki durum çok farklıydı. Her şeyden önce, Libya’da aldatıldıklarını düşünen Rusya ve Çin, Suriye konusunda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden benzer bir kararın çıkmasını engelledi. İkincisi, Libya’da Pentagon’un itirazlarına karşı Obama’yı ikna etmeyi başaran Hilary Clinton, Samantha Power ve Susan Rice kliği Suriye konusunda etkin hale gelemedi. ABD’nin Libya Büyükelçisi Christopher Stevens’ın 12 Eylül 2012’de Bingazi’de öldürülmesi, Obama’yı Suriye ve cihatçı gruplar konusunda dikkatli olmaya zorlayan önemli bir gelişmeydi. Üçüncüsü, Libya müdahalesinde öne atılan Fransa ve İngiltere’de siyasi hava Suriye’ye müdahaleyi desteklemiyordu. Dördüncüsü, Suriye’nin İran gibi önemli bir bölgesel müttefiki vardı. Beşincisi, Esad rejimi Kaddafi rejiminden çok daha kurumsal bir devlet aygıtına dayanmaktaydı ve kolay kolay devrileceğe benzemiyordu. Ancak bölgesel güç olma iddiasında olan Türkiye’nin komşusu olan bir ülkede, başka bir ülkenin veya ülkelerin – hele hele İran gibi Suriye’yle komşu olmayan bölgesel bir devletin – etkili olması kabul edilemezdi. Sonuçta AKP’nin karar vericileri, bölgesel güç olma iddialarını gerçekleştirecek bir politikayı tercih ettiler. Ne var ki, bu tercihleri, onların önce bölge ülkeleriyle sonra Batılı müttefikleriyle giderek artan bir şekilde ters düşmelerine yol açtı ve AKP’nin Kobanê’deki yalnızlığıyla sonuçlandı.
Suriye politikasında girdiği çıkmazda, AKP tekrar anti-emperyalist bir söyleme başvuruyor. Yeni Şafak gazetesinden İbrahim Karagül, ABD’nin PYD’ye yardımı ve Peşmerge kuvvetlerine koridor açmasını şöyle değerlendiriyor:
“Unutmayın, Kuzey Irak ile Akdeniz arasında böyle bir koridor açılması Türkiye’nin güneyinde bir tampon bölge oluşturulması anlamına geliyor. Peki bu tampon bölgeyi kim yönetecek? Kürtler veya Araplar mı sanıyorsunuz? Kesinlikle değil. Projenin mimarları kimse onlar yönetecek. Onların en önemli amaçlarından biri Türkiye ile Araplar arasındaki bağı koparmak. Türkiye’nin güneyle bağlantısını denetlemek ve geleceğin bölgesel denklemini şimdiden yönetmeye başlamak.”
Nedense Karagül kendi deyimiyle projenin mimarlarını hiçbir surette anmazken, Erdoğan bir “üst akıl”dan dem vurarak, “oyun içinde oyun olduğu”ndan yakınıyor.  Dış politikada hiçbir işlevi olmadığı gün gibi aşikar bu söylemlerin yegane hedefi, hükümetin dış politika tercihlerinin maliyetini giderek daha fazla hissedecek olan halk. Bu politikayı ve sonuçlarını halka teşhir etmek durumunda olan sosyalistlerin emperyalizm kavramını doğru bir şekilde kullanmaları her zamankinden daha çok önem kazanıyor.

Kaynakça:

Bölükbaşı, Deniz (2008) 1 Mart Vakası: Irak Tezkeresi ve Sonrası. İstanbul: Doğan Kitap.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan Lawrence Çıkışı (2014) Sabah, 13 Ekim. http://www.sabah.com.tr/gundem/2014/10/13/cumhurbaskani-erdogan-konusuyor.
Emperyalizme Dikkat (2012) Hürriyet, 30 Mart. http://www.hurriyet.com.tr/planet/20235207.asp.
Erdoğan: Yanlış Olduğu Ortaya Çıktı (2014) NTV, 22 Ekim. http://www.ntvmsnbc.com/id/25545649/.
Erdoğan: Türkiye’nin Sınırında Oyun Oynanıyor (2014) Al Jazeera Turk, 26 Ekim. http://www.aljazeera.com.tr/haber/erdogan-turkiyenin-sinirinda-oyun-oynaniyor.
Erdoğan’ın Emperyalizm Teorisi Lenin’inkinden Biraz Farklı! (2011) Sol Haber Portalı, 30 Eylül. http://haber.sol.org.tr/postal/erdoganin-emperyalizm-teorisi-lenininkinden-biraz-farkli-46907.
Ezilenlerin Dili Oluyoruz (2013) AK Parti, 20 Temmuz. http://www.google.com.tr/url?sa=t&rct=j&q=&esrc=s&source=web&cd=2&ved=0CCMQFjAB&url=http%3A%2F%2Fwww.akparti.org.tr%2Fsite%2Fpdf%2Fezilenlerin-dili-oluyoruz%2F49713&ei=HUpNVKnXIJXtaOKlgagL&usg=AFQjCNHhsnXKIszNvXD206u-l3KPGGOdhg&sig2=297pZnDyFdvot23J2gOALA&bvm=bv.77880786,d.d2s&cad=rja.
Karagül, İbrahim (2014) IŞİD-PYD Vekalet Savaşı, K. Irak Akdeniz Koridoru. Yeni Şafak, 23 Ekim. http://www.yenisafak.com.tr/yazarlar/IbrahimKaragul/isid-pyd-vekalet-savasi-k-irak-akdeniz-koridoru/56560.
Karan, Ceyda (2011) Türkiye’nin NATO Manevrası. Habertürk, 25 Mart. http://www.haberturk.com/dunya/haber/613996-turkiyenin-nato-manevrasi.
NATO’nun Libya’da Ne İşi Var? (2011) NTV, 28 Şubat. http://www.ntvmsnbc.com/id/25187334.
Yılmaz, Nuh (2011) Türkiye’nin Libya Sınavı. Sabah, 26 Mart. http://www.sabah.com.tr/perspektif/2011/03/26/turkiyenin_libya_sinavi.
Zengin, Gürkan (2010) Hoca: Türk Dış Politikasında “Davutoğlu Etkisi”. İstanbul: İnkılap.

Hükümetin hayallerini yıkan ovp emekçiye ne diyor?

Hükümet, Orta Vadeli Programı’nı (OVP) açıkladı. Hükümet’in ekonomiye dair, önümüzdeki üç yıllık (2015-2017) hedefleri ve beklentileri artık önümüzde duruyor. Açıklanan programın bundan önce açıklanan orta vadeli programlardan ruhu ve hedefleri bakımından hiçbir bir farkı yok! Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın programı açıklarken sarf ettiği, “Bir önceki OVP’de öncelik cari işlemler açığını düşürmekti. Artık öncelik enflasyonu düşürmek” sözleri de programın esasına dair fark değil.
Her ne kadar özü itibariyle bir fark olmasa da, OVP’de dikkate ve analize değer bir yan var. İşsizlik ve enflasyon hedefi önceki programa göre yukarı yönlü revize edilirken, büyüme hedefi önceki programa göre aşağı çekildi. Yani bu, daha yüksek işsizlik, daha yüksek bir enflasyon, daha düşük ekonomik büyüme anlamına geliyor. Nitekim hükümet kurmaylarından da işlerin biraz kötüye gideceği yönünde itiraflar geldi; ‘Biz yine de dünyaya ve Avrupa’ya göre iyiyiz. Düşük de olsa büyüyeceğiz’ avuntusu eşliğinde.
Söz konusu itirafların ve programda yer alan hedeflerin emekçiler açısından nasıl sonuçlar doğuracağına ‘zum’ yapmadan önce geçmişi hatırlamakta fayda var. Zira geçmiş uygulamaların sonuçlarını ortaya koymak, bugünkü orta vadeli programın doğuracağı sonuçlara ulaşmayı kolaylaştıracak.
Bugüne kadar alışık olduğumuz şey hükümetin ekonomiyle övünmesiydi. Hükümet, yaşadığı her sorun, her olumsuzluk, her politik sıkıntı karşısında hep aynı savunmayı geliştiriyordu: “Türkiye ekonomisi çok başarılı. Bu başarının önünü kesmek isteyen iç ve dış çeteler ve lobiler var.” Hükümetin söz konusu savunmasına birçok kalemin şu tezi eşlik ediyordu: “Türkiye’de ekonomi çok iyi gidiyor. Bir ülkede ekonomi iyi gittiği sürece diğer toplumsal sorunlar bir hükümetin yeniden seçilmesini engellemez.”
Hükümetin yarattığı bu ekonomik başarı miti ve yenilmezlik tezi karşında, ‘ekonomi hiç de söylendiği gibi değil’ itirazları da geldi. Duayen sayılan iktisatçı Korkut Boratav’tan Özgürlük Dünyası’nda yazan iktisatçı arkadaşlara uzanan itirazlardı bunlar.
Söz konusu iktisatçıların buluştukları noktalarından ilki, cari açık ve dış borç meselesiydi. Türkiye ekonomisi, tarihsel olarak çok büyük boyutlara ulaşan cari açık ve dış borçtan besleniyordu. Söz konusu açık Türkiye’de büyümenin en önemli belirleyicilerinden olmuştu. Cari açık ve dış borca dayalı bir büyüme elin parasıyla yapılan büyümeydi ve sonsuza kadar yürütülemezdi. Bu nedenle ortada bir başarı da yoktu.
İkinci olarak, AKP döneminin, ekonomik büyüme açısından, daha önceki dönemlerden daha başarılı olmadığını öne sürüyorlardı. Tezlerini, Türkiye tarihinin büyüme ortalamasıyla AKP’nin 12 yıllık iktidarı dönemindeki büyüme performansının kıyaslanmasına dayandırıyorlardı.
Türkiye tarihinin büyüme ortalaması yüzde 4’ün biraz üzerindeydi, AKP’nin 12 yıllık iktidarı dönemindeki büyüme ortalaması da yüzde 4 civarındaydı. Dolayısıyla ortada hiç de abartılacak bir durum yoktu.
Üçüncü olarak, Türkiye’de eğer bir ekonomik başarıdan söz edilecekse, bu başarı, AKP Hükümeti öncesinde yapılan reformlar sayesinde gerçekleşmişti. Dolayısıyla bir başarı varsa bile bunu AKP sahiplenemezdi.
Dördüncü olarak dile getirdikleri şey, ‘hormon’ vurgusuydu. Ekonomik başarı gibi görünen şeyin arkasında yaygın özelleştirmeler ve aşırı değerli TL’nin ulusal geliri olduğundan yüksek göstermesi gibi faktörler vardı. Türkiye’de ekonomik büyüme işsizliği ve yoksulluğu azaltmıyordu, dolayısıyla ortada istihdam yaratmayan hormonlu bir büyüme vardı.
Beşinci olarak da, Türkiye, cari açığın yanında “gerçek dış borcu” dünyada en hızlı artan ülkelerden biriydi. İktidar yanlısı tezlerin, iddiaların tersine özel sektör ve banka borçları
dikkate alındığında, borç milli gelirin yarısını buluyordu. Böyle bir büyüme modeli sürdürülemezdi.
Beş maddede ana hatlarını vermeye çalıştığımız, AKP’nin büyüme efsanesinin karşına dikilen tezlerin elbette iktisadi açıdan tutarlılığı, geçerliliği, haklılığı var. Fakat, ‘büyümedik’, ‘ortada büyüme başarısı yok’ tartışması yapmak yerine, büyümenin kendisini ve ortaya çıkardığı sonuçları tartışmak herhalde daha doğru olacaktır. Çünkü ortada öyle ya da böyle kesintisiz bir büyüme gerçeği var.

EKONOMİ BÜYÜRKEN KÜÇÜLENLER
Türkiye ekonomisi 2002 ve 2008 yılları arasında kesintisiz ve yüksek sayılabilecek bir ekonomik büyüme dönemi yaşadı. Bu süre zarfında K. Derviş’in bıraktığı yerden devam edilerek aynı yoldan yüründü; enflasyon ve bütçe açıkları kontrol altına alındı, kamu borcunun ulusal gelire oranı azaldı. İhracat hızla arttı.
2009 yılında ‘teğet geçti’ denilen küresel kriz etkisiyle büyümede bir düşüş yaşansa da, Türkiye ekonomisi 2010 ve 2011 yıllarında  sırasıyla yılda yüzde 9,2 ve yüzde 8,5 oranlarında bir büyüme performansı gösterdi. Söz konusu performans, Türkiye’yi yönetenlere, 2023 yılında dünyadaki en büyük onuncu ülke olma hayallerini bile kurdurdu.
Evet, Türkiye ekonomisi bu performansı gösterdi. Küresel gelişmelerin bu performansta çok büyük desteği oldu. Bol ve ucuz döviz rüzgarıyla ve ucuz emek üzerinden şişirilen yelkenle yol alındı. Bu sadece Türkiye’ye özgü bir durum da değildi. “Gelişmekte olan” diye tabir edilen pek çok ülkede durum aynıydı. Eğer söz konusu ülkeleri bir atlete benzetirsek, eskiden yüz metreyi 20 saniyede koşan bu ülkeler artık 12 saniyede koşuyordu. Türkiye de hızını artıranlar arasındaydı. Fakat artan hızının yoksul ve orta gelirli ülkelerin gerisinde kaldığını belirtmeden geçmeyelim. (Herkesin hızının artırdığı böylesi bir ortamda, hızı bu ortalamanın altında kalan atlet, hızını geçmişe göre çok artırmış olsa dahi, göreli olarak başarısız denebilir.) Bu arada ABD ve AB ülkeleri gibi kriz sürecinden geçen ülkeler ise büyüyemiyordu. Eskiden iyi bir atlet olsalar da artık sakattılar. Türkiye ekonomisi AKP döneminde krizden geçen zengin ülkelerden daha hızlı büyüdü. “Sakat atletleri” geçmekte hiç zorlanmadı yani.
Bu noktada sınıfsal perspektifle sormamız gereken soru şudur? Türkiye en hızlısı olsa ve
Türkiye’nin ekonomisi yüzde 4 değil de, sürekli olarak yüzde 10 büyüseydi, bu, işçiler, emekçiler, yoksullar açısından otomatik olarak iyi sonuçlar mı doğururdu? Milli gelir artışının, toplumun bir bütün olarak refahının artması anlamına gelmediğini yaşayarak görmedik mi? Keza, kişi başına düşen milli gelirin artmasının hep beraber yaşam standardımızın yükselmesi, mutlak yoksulluğumuzun azalması anlamına gelmediğini de…
Burjuva iktisat, büyümenin insana maliyetlerini, işçi ve emekçilere çıkardığı faturayı, çalışma koşulları üzerindeki etkilerini (gayri insani ağır çalışma koşulları, köleleştirme vb.) göz ardı eder. Ekonomideki büyümenin ve zenginliklerin ne pahasına ve kimler tarafından yaratıldığını gizler. Doğaya etkisini hiç mi hiç önemsemez. Nitekim Türkiye’de övünülen ekonomik büyüme döneminde bakılması gereken noktalar buralardır. Yaşadıklarımızdan yaşacaklarımızı çıkarabilmemiz için bu noktalara bakmak elzemdir.
Türkiye ekonomisi büyürken, istikrarsız-geçici, düşük ücretli, yarı zamanlı ve güvencesiz istihdamı büyütmüştür. Yılda ortalama 1200-1300 işçinin iş cinayetine kurban gittiği gerçeği, emek üzerinde yaratılan tahribatı yakıcı, çarpıcı bir şekilde yüzümüze çarpıyor.
Türkiye’nin AKP dönemindeki ekonomik başarısı sadece emek üzerinde tahribat yaratmamış, sosyal alanları da geriletmiştir. Sosyal gelişme dendiğinde akla ilk gelen kavramlardan birisi olan gelir dağılımındaki bozukluk, yaratılan gelir eşitsizliği, yoksulluk uluslararası kayıtlara geçmiş, bilinen bir gerçek. Birleşmiş Milletler İnsani Gelişmişlik Endeksi bu gerçeği ortaya koyarak, gelir eşitsizliğinde en kötü üç ülke arasında Türkiye’yi sayıyor.
Türkiye’deki sosyal gelişmeyi; ortalama yaşam süresi, akademik yayın sayısı, basın özgürlüğü ve spordaki gelişmeler açısından incelediğimizde de, AKP iktidarındaki büyümenin buralara hiç yansımadığını görürüz. “Türkiye sosyal gelişme açısından hem mutlak hem de karşılaştırmalı olarak AKP öncesi dönemde çok daha başarılı olmuşken, AKP döneminde mutlak olarak yavaşlamış ve göreli karşılaştırmalar açısından da birçok ülke grubunun arkasında kalmaya başlamıştır.”
Bu kadar bedel ödemişken, şimdi orta vadeli program bize diyor ki; işler biraz daha kötüye gidecek!

DAHA ÇOK YOKSULLAŞMAK VE İŞSİZ KALMAK
Hükümetin Orta Vadeli Programı (OVP) daha çok yoksulluk ve işsizlik yaşanacağının açıkça itirafından başka bir anlam taşımıyor. OVP’ye göre, bu yıl yüzde 9.6 düzeyinde beklenen işsizlik oranının, gelecek yıl yüzde 9.5’e, 2016 yılında yüzde 9.2’ye ve 2017 yılında yüzde 9.1 düzeyine gerilemesi hedeflendi. Yani, üç yıl boyunca işsizlik oranı yüzde 9’un üzerinde kalacak ki, bu sadece hedefleniyor.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) en son açıkladığı işsizlik rakamı yüzde 9’un üzerinde. İşsiz sayısı resmi olarak 3 milyona dayanmış. Bu rakama, işe başlamaya hazır olduğu halde, umudu olmadığı için ya da başka bir sebeple son 4 haftadır iş aramadığı için “işsiz sayılmayan”ları eklediğinizde, işsizlik oranı yüzde 20’ye dayanıyor. İşsiz sayısı da 5,5 milyona… Önümüzdeki üç yıl boyunca aynı manzara ile karşılaşacağız.
Hatta daha fazlasıyla karşılaşacağız! Çünkü Türkiye’de iş talep edenlerin sayısı çığ gibi büyüyor. Örneğin, TÜİK verilerine göre, 2013 Temmuz’undan 2014 Temmuz’una, 1 yılda işgücünde/iş bulduklarında çalışmaya hazır nüfusta 1 milyon 701 bin artış oldu. Bunların 1 milyon 187 binine iş bulundu. İşsiz sayısı 514 bin arttı. Türkiye’de son bir yılda 1 milyonun üzerinde insana iş bulunmuş, ama iş talep eden 1,5 milyon kişi olduğu için, işsiz sayısı yine de yarım milyon artmış.
Türkiye’de yüzde 3 gibi düşük bir büyüme hızında 1 milyon kişiye nerede iş bulmuş?
Sanayide değil elbette… Üç kuruşluk niteliksiz işlerde tabii ki… İşsizlik verilerinde dikkat çeken  noktalardan biri de, kayıt dışındaki artış. Net bir şekilde söyleyelim ki, resmi hesaplamayla dahi, yüzde 10’un üzerine çıkmış, üç yıl daha bu yükseklikte kalıcı hale gelecek olan bir işsizlik oranı, geleceğin emekçilerine işsizlik sunuyor. Ya da en iyisinden, çok niteliksiz ve güvencesiz, kısmi zamanlı istihdamdan başka bir imkân vaad etmiyor.
Bulunacak işlerin niteliksizliği görmezden gelinse dahi, iş bulunamayacak olması gerçeği görmezden gelinemez. OVP’de büyüme oranları düşürüldü. Önümüzdeki yıl yüzde 4’lük bir büyüme olursa ‘öpüp başımıza koyalım’ deniliyor. Türkiye’de yüzde 5’in altındaki her büyüme, yoğun iş talebinden dolayı işsizlikte artışa yol açar ya da kölelik koşularında işçiliği artırır. Yüzde 5’lik büyüme mevcudu korur. Büyüme yüzde 5’in üzerinde olursa ancak işsizlik azalır.
Hükümet karşımıza çıkmış şu savunmayı yapıyor: Yüzde 3 büyüme hızıyla Avrupa’nın en hızlı büyüyen ülkesiyiz. Haydi, Türkiye’deki gelir adaletsizliğini görmezden gelip, şöyle bir hesap yapalım. Türkiye yüzde üç büyüdüğünde kişi başına gelir ne kadar artıyor? 300 dolar! Peki, misal Almanya yüzde 1 büyüdüğüne kişi başına düşen gelir ne kadar artıyor? 450 dolar. Kişi başına düşen milli geliri (45 bin dolarla) Türkiye’nin 4,5 katı olan Almanya, Türkiye’nin üçte bir hızıyla büyüse bile, Türkiye’den daha çok gelir elde ediyor. Hükümet, manasız kıyaslamalarla, bizi perişan hale şükre çağırıyor, anlayacağınız.
İşsizlik ve büyüme konusunda ‘kara haber’ veren OVP, enflasyondan da ‘iyi’ haber vermiyor.
OVP’de öncelikli hedef olarak belirlenen enflasyonun bu yıl sonunda yüzde 9.4 düzeyine kadar çıkması öngörüldü. Söz konusu bu öngörü, eski programda yüzde 5 olarak hedeflenen enflasyon oranını neredeyse ikiye katlıyor. Söz konusu oran, milyonlarca memurun yılı zamsız geçirdiği, emeklinin yüzde 3+3 artışa mahkum olduğu, sendikasız iş yerlerinde sıfır zamların kural haline geldiği bir ortamda mutlak yoksullaşma anlamına geliyor. OVP’de öncelikli hedef olarak enflasyonun belirlenmiş olması, maaş ve ücretlerin düşük tutulmasının ön habercisi… “Aman ha sakın maaşlar ve ücretler artmasın, artarsa enflasyon azar” benzeri cümleleri sık sık duyacağız.

ZAMLAR KAÇINILMAZ
2015 yılı bütçesi, Orta Vadeli Program ile açıklandı. Buna göre, devlet halktan gelecek yıl 452 milyar TL para toplayacak. Devletin halktan değişik şekilde toplayacağı ve harcayacağı paranın büyüklüğü milli gelirin (GSYH) dörtte biri büyüklüğünde.
2015 yılı için ekonominin büyüme tahmini yüzde 4. Buna karşılık bütçe gelirlerinin yüzde 12.1 oranında artırılması öngörülüyor. Ekonomi yüzde 4 büyürken bütçe gelirinin yüzde 12.1 oranında artırılması, ancak vergi artırımıyla, zamla mümkündür. Devlet 2015 yılında harcayacağı paranın yüzde 83’ünü vergi olarak halktan toplayacak. Fakat bunu Kurumlar Vergisi ve Gelir Vergisi ile zenginden değil, KDV ve ÖTV gibi dolaylı vergilerle ağırlıklı olarak geniş halk kesimlerinden toplayacak.
Yeri gelmişken belirtelim ki, Türkiye’nin bölgesinde uyguladığı yayılmacılık ve savaş politikası da vatandaşa ayrı bir fatura çıkarıyor. Eylül ayı bütçe rakamları bunun en açık göstergesi. Bütçe ilk 8 ayda 2.7 milyar lira açık vermişti. Eylülde ise 9.2 milyar… Açık, toplamda 12 milyar liraya dayandı. Açığın büyümesindeki en önemli etken savaş! Türkiye bölgedeki savaşları körükledikçe mülteci sayısı artıyor. Mülteci sayısı artıkça maliyet kabarıyor. Maliyet kabardıkça bütçedeki delik büyüyor. Sınıra hendek kaz, askeri harcamaları arttır… Sonra dön vatandaşın cebine el at! Çark böyle işleyecek.
Başta sağlık olmak üzere, her hizmete verdiğimiz paranın miktarı artacak. İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası’nın, Türkiye’de Sağlık Stratejileri ve Harcamalar adlı raporuna göre de, vatandaşın cebinden ödediği sağlık harcamaları tutarı artıyor: “Vatandaşın cebinden sağlık harcamaları için ödediği tutar bir yılda 14 milyar liraya yaklaştı. Çalışan ve emeklilerden halen 10  farklı  isimle (isimler tabloda) katkı payı istenirken, para ödemekten kurtulmak isteyen vatandaş hastanelerin acil servislerine yöneldi. 77 milyon nüfuslu Türkiye’de hastalar bir yılda tedavi için 90 milyon kez acil servislere gitti.”
Hükümetin en çok övündüğü alanlardan biri olan sağlıkta sorunlar çığ gibi büyüyor. İlaçta katkı payının, tedavi ücretlerinin artması… Özel hastanelerde muayene olurken ödenen fark fiyatının büyümesi… Zorunlu Sağlık Sigortası primlerini ödemeyenlerin kamu hastanelerinde tedavi haklarının ellerinden alınması… “Gelir testi” yaptırmayan milyonlarca kişinin Zorunlu Sağlık Sigortası borçlarının tavan yapması derken, yenileri ekleniyor. Örneğin Sosyal Güvenlik Kurumu 1 Ekim itibariyle ameliyat malzemelerine ödediği tutarlarda indirime gidince, kamu hastaneleri malzeme alamaz hale geldi. Özellikle beyin, kalp ve ortopedi gibi alanlarda birçok ameliyat malzeme yokluğundan iptal ediliyor. SGK’nın ödeme listesinden çıkarılan ilaçlar binlerce hastayı mağdur ediyor. Örneğin Lösemi hastalığı için kritik öneme sahip bir ilaç. Şimdi bulunmuyor, SGK’nın ödeme listesinden çıkarıldığı için. Özetle gidişat şu: Nitelikli kamusal sağlık hizmeti alınamazlık hali derinleşecek. Ödenen tutarlar artacak.
Kabaran elektrik faturaları, madenlerde ölümler gibi çok acı deneyimlerle sonuçlarını yaşadığımız özelleştirmeler de aynen sürecekmiş. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, “Her şeyi özelleştireceğiz, iki yıl sonra Özelleştirme İdaresi işsiz kalabilir” diyor. Doğal kaynaklar çok kısa surede tüketilerek, KİT’ler hızla satılarak, aşırı dış borç biriktirerek büyümek kolay. Ancak bu kısa vadeli başarının uzun vadeli maliyeti yüksektir. Uzun vadede doğal kaynaklar tükenecek, satılacak KİT kalmayacak ve dış borçların geri ödemesi gelecek. İşte o zaman faturayı yine halk ödeyecek. Hem de bugünkünden çok daha bir şekilde!
OVP’nin yaşamımıza getireceklerine dair tespitlerimizin üzerine şunu da eklemek gerekiyor. Doların son dönemdeki yükselişi ilk etapta enerjiye zam olarak yansıdı. Sonra da enflasyon. Fakat dolardaki yükselişin ödeteceği faturalar bunlarla sınırlı değil! Hükümetin borçlanma maliyeti arttı. Söz konusu maliyet ya zamlar yoluyla ya da sosyal hizmetlerde kısıntıya gidilerek vatandaşa yansıtılacak.
Ayrıca Haziran ayından bugüne şirketlerin borçları, dolardaki yükselişe bağlı olarak, 25 milyar dolar arttı. Şirketlerin, işçi sömürüsü üzerinden elde ettikleri gelirden borca ayırdıkları rakam büyüdü. Şimdi patronlar işçiye dönüp diyecekler ki; “Kazanamıyorum seni daha çok sömürmem lazım.” Süreç adım adım hayatın zamlı, ücretlerin ise sabit olduğu günlere doğru ilerliyor.

SONUÇ YERİNE
Orta Vadeli Program’ın bir de eskileriyle aynı ruha sahip esnek istihdam politikaları hedefi var. Özel istihdam bürolarının geçici çalışmayı da kapsayacak biçimde yaygınlaşması, taşeron çalıştırmanın ekonominin rekabet gücünü dikkate alarak yeniden düzenlenmesi ve bireysel hesaba dayanan kıdem tazminatı sisteminin hayata geçirilmesi gibi…
OVP’ye bakınca, Hükümet, 2023 hallerinin çöktüğünü görüyor. Kişi başına 25 bin dolarlık milli gelir, 500 milyar dolarlık ihracat, dünyanın en büyük 10. ekonomisi olma vb. iddialarıyla 2023 yılı hedefleri hayaldi, şimdi yerle bir oldu. Söz konusu hedefler, ‘bu hızla’, Türklerin Anadolu’ya girişinin 1000. yılında, yani 2071’de bile zor! Önümüzde duran üç yıllık program hükümete hayalinin çöküşünü anlatsa da, emek cephesine, yukarıda sıraladığımız nedenlerden dolayı başka bir çağrı yapıyor. Sınıf kavgası çağrısı. Aksi; ağır bedel!
Marx ve Engels’e göre, bir yanda emekten daha fazla artı değer yaratma çabası biçimindeki sömürü, diğer yanda bu sömürüye karşı direnç kapitalist toplumlarda sosyal sınıflar arasındaki çatışmaların özünü oluşturur. Öznel niyetlerin ya da düşüncelerin dışında, nesnel olarak hayatın içinde mevcut bir gerçeklik olan bu mücadele, bazen örtülü yürüse de, günümüz iktisadi durgunluk ve krizleri koşullarında, bugün açık bir sınıf savaşına dönüşmüştür.
Bu gelişmeler, sınıf mücadelesini temel alan proleter devrimci bir sınıf siyasetinin halâ çok önemli olduğunu ve acil bir ihtiyaç olarak işçilerin ve tüm emekçi örgütlenmelerinin önünde durduğunu göstermektedir. Savaşın ve sömürünün yoğunlaşacağı önümüzdeki günlerde ertelenemez bir görev hem de…

TABLO
VATANDAŞ SAĞLIĞI İÇİN 10 ÇEŞİT KATKI PAYI ÖDÜYOR

İlaç bedelinin yüzde 10-20’si
Muayene için 5-12 Türk lirası
Reçete için 3 Türk Lirası
Eşdeğer ilacın en ucuzunun yüzde 10’u
İlaç kutusu başına ek 1 Türk Lirası
Tetkik parası
Öncelikli tetkik parası
Özel hastane işlemlerinde liste fiyatından % 200’e ulaşan oranlarda ödeme
İstisnai hizmetle hastaneye göre değişin otelcilik ücretleri ödemesi
Telefonla randevu için 4.5 lirayı bulan harcama

Oya Baydar’ın “Sınıf pusulasını yitirdik mi?” başlıklı yazısı üzerine notlar

İşçi sınıfı ve sınıf mücadelesinden söz edebilmek için Soma’da olduğu türden işçilerin toplu ölümlerini, iş cinayetleri ve büyük çaplı kitlesel kıyımları ya da bu türden “felaketler”in yol açtığı “işçi infiali”ni bekleyenlerden biri durumuna düştüğünü bizzat kendisi açıklayan Oya Baydar’ın, Evrensel Kültür Dergisi’nin 271. Temmuz 2014 sayısında, “sınıf ağırlıklı analizlerin geçersizliği” temasını işleyen bir yazısı yayımlandı.
“Sınıf pusulasını yitirdik mi?” başlıklı yazısına, “Soruyu çeşitli biçimlerde sormak mümkün: Sınıf pusulasını neden yitirdik? Pusula, artık işe yaramaz mı oldu? Doğru yönü göstermesi için yeniden ayarlanması mı gerekiyor? Yoksa yönler mi değişti? Vb…” sorusuyla giriş yapan Baydar, işçi sınıfının toplumsal durumu; konumu ve işlevine ilişkin görüşlerinin değişim sürecini özetleyerek, şöyle devam ediyor: “Yorumlarımda, konuşmalarımda, yazılarımda proletarya, işçi, sınıf, sömürü sözcüklerini ne kadar az; buna karşılık mağduriyet, muktedir, etnik kimlik, ötekileştirme sözcüklerini ne kadar çok kullandığımı fark ettim; bunun nedenleri üzerinde düşünmeye başladım.
“Postmodern, neoliberal rüzgârların etkisine kapılıp sınıfı unutmuş muydum? Sömürü artık sona ermişti de, bu yüzden mi gündemimdeki yeri arkalara kaymıştı? Kimilerinin iddia ettiği gibi tarihin sonu mu gelmişti?”
Benzeri sorular üzerinden sömürünün ve tarihin “sona erdiği” sonucuna varan tarih ve sınıf inkarcı palavracılarla arasına belirli bir mesafe koyan yazar, sınıf sorunlarının kendi “yazın ve eylem tahayyülü”nde eski yerine sahip olmamasını gerekçelendirirken ise, bir adım öncesinde ayrıştıklarıyla benzeri argümanlara dönüyor ve şöyle sürdürüyor: “Sınıf kavramı (ve bu kavramdan türeyen bir dizi temel kavram ve sosyolojik-ideolojik politik ve psikolojik duruş) bugünkü düşünce, yazın ve eylem tahayyülümüzde eski yerine sahip değilse, bu vâkıa sadece dış veya iç sınıf düşmanlarının kavramı ve mücadeleyi unutturması ile; sınıf örgütlerinin, bu arada sendikaların güçsüzleşmesi ve ‘sarı’laşması gibi dışardan etkilerle ya da kişinin ideolojik zaaflarıyla, yenilgi psikolojisiyle; yani metafizik-idealist yaklaşımla açıklanamaz. Kavramın ve sınıfın kendisini de tarihsellik ve güncellik boyutunda irdelemek zorundayız. Cesaretle sormanın zamanıdır: Yel artık ‘işçiden, işçiden yana’ esmiyorsa, bunda, taşıma rüzgârla değirmen döndürülemeyeceği gerçeğinin payı yok mu?”
Oya Baydar’ın resmettiği tutum ve düşünüş şu ya da bu aydının, yazar, iktisatçı ve sosyologun tutumuyla sınırlı değil. İşçi sınıfının toplumsal konumu ve devrimci rolünü “artık önemsiz” sayma ve “unutma” tutumu, son on yıllarda, ‘akademi ve yazın dünyası’nda  ‘furya’ halini alarak bir akıma dönüşmüş; işçi sınıfı ve emekçilere, onların siyasal-sendikal ve diğer örgütlerine karşı bir tür ‘mahalle baskısı’ işlevi görmüştür. Bu inkar ve baskı siyaseti ve ideolojik kuşatma, ilgili olsun olmasın her bir gelişme dolayımında devam ettiriliyor. Baydar’ın özetlediği görüşler de, içeriklerinin ana teması yönünden bu kapsam dışına düşmüyor.
Baydar’a haksızlık olmasın; işçi sınıfı ve bağlantılı kavram ve kategorilerin metafizik-idealist yaklaşımlarla; ve “tarihsellik ve güncellik boyutu”ndan soyutlanarak irdelenmesine karşı çıkışı yerindedir. Marksizm, evet, çeşitli ideolog ve yazarlar tarafından, kuramın “özü”ne aykırı olarak yüzeyselleştirilmiş, kaba indirgemeci yorumlara tabi tutulmuş; bu revizyondan geçirilmiş türev ya da ikinci-üçüncü elden yorumlar kuramın kendisinin yerine geçirilerek, tahrif edilmiş biçimleri üzerinden eleştiriye tabi tutulmuştur. Bu bakımdan yazarın kuramın “özüne dönme” çağrısı da yerindedir. Ama, Baydar’la tartışmamızın buradan başlayacağını da daha başından belirtelim. Baydar, çağrısına rağmen, kuramın “özü”nden değil, indirgenmiş ya da tahrif edilmiş halini kuramın yerine geçirerek, sınıf, sınıf ilişkileri/çelişkileri gibi temel unsurları tartışmaktadır. “Taşıma rüzgar” yaklaşımı da bu kapsamdadır. Soru ve sorun şudur: İşçi sınıfı ve hareketinin “tarihsellik ve güncellik boyutu”na nereden, hangi maddi olgu ve koşullardan kalkarak bakılacaktır? Sınıf hareketinin güncel-konjönktürel ve öznel durumundan mı, maddi olgular, nesnel durum ve etkenlerden mi? “Rüzgar”a mı döneceğiz, “değirmen”e mi bakacağız? Aralarındaki ilişki nasıldır?

“METAFİZİK-İDEALİST YAKLAŞIM” ELEŞTİRİLMELİ, AMA NASIL?
Oya Baydar, toplumsal sorunların idealist metafizik yorumuna yönelik eleştirisinde, ilk adımı doğru atmış, ama bu ‘sol adım’ı hemen ardından, yanlışa atılmış sağ adım izlemiş; sadece yol sapmamış, ortaya mekanist-teknolojist bir yaklaşım çıkmıştır. Sınıf ve hareketinin bugün karşı karşıya bulunduğu sorun(lar) kuşkusuz yalnızca  “kendisi için sınıf” düzeyine “yükselmesi” için gerekli olan öznel-iradi çaba ve etkenlerle sınırlı görülemez. Toplumsal sorunların iktisadi temel ve sosyal koşullardan soyutlanarak salt iradi ve akılsal yorumlamalarla izahı, evet, idealist-metafizik bir düşünce tarzına işaret eder. İşçi sınıfı hareketine; sınıfın sorunları ve mücadelesine ideolojik-psikolojik etken ve unsurlarla sınırlı bir yaklaşım, tek yanlılığın, sübjektif spekülasyonların, mekanizmin göstergesidir. Sınıfın maddi toplumsal koşullarının, üretim sürecinde yer alış biçimindeki değişimlerin, hareketinin uluslararası somut durumunun, örgütlenmesi ve mücadelesinin; sermaye ve devletiyle ilişkilerinin nesnel gerçeklikleri yönünden önemini gözardı eden anlayışların proletarya ve mücadelesine katkısı olmayacaktır. Marksizmin “özüne dönme” çağrısı ve sosyal-iktisadi gerçekliklerin dikkate alınmasının önemine vurgusuyla da, Baydar, “doğru yerde duruyor” izlenimi vermektedir. Ancak ilk izlenim nihayetinde bir ilk izlenimdir ve yanıltıcı olması olasılığı ihmal edilemez. Nitekim Baydar, “…bu noktada Marksizmin konuya ilişkin özüne dönmemiz” çağrısında bulunmasına; “teknolojik temelin (yaygın tekçi ve dar yorumların aksine, sadece aletin, tekniğin değil, alet yapan ve alet kullanan insanın becerisinin, bilgisinin) değişmesinin toplumsal-tarihsel gelişmenin dinamiği olduğu”  vurgusuna; “özellikle ‘sınıf’ söz konusu olduğunda, teorinin araçsallaştırılmasının sonucu olan mekanik yorumlar kadar, teorinin tarihsel süreçte değişme/gelişme özünün bir yana bırakılması”na karşı “uyarıları”na rağmen, tüm bu sorunları ele alırken, esen rüzgarın etkisine kapılmaktan kaçınamamıştır. “Rüzgar” metaforu, bilinç ve örgütlenme düzeyine işaretle kullanılmıştır, ama, sınıfın yapısı, bileşimi, niteliği vb. gibi sınıfsal nitelikleriyle ilişkisi kurulurken, tam da bu ‘kritik’ noktada mekanist-kaba materyalist bir bakış açısı sergilenmiştir. Yazar, “sınıf artık o sınıf değil” derken, yüzeysel bir bakışla karşı çıkılamaz gibi görünen bir anlayışı dile getiriyor. Evet ama, bundan ne anlamalı? Sınıfın niteliği mi değişti; yoksa bileşimi farklılaştı, bilinç ve örgütlenme düzeyi geri diye mi aynı sınıf değil, hangisi? Baydar, değişim ve nesnel gerçeklik sorununa yaklaşımının yanı sıra, “değirmen”-“rüzgar” kıyaslamasıyla da, işçi sınıfı, sınıf kavramı, sınıfın mücadelesi ve örgütlenmesinin Marksist “öz”e bağlı ve uygun analizinden uzaklaşmıştır. Sınıf kavramını ve sınıfın ‘fiziki varlığı’nı “tarihsellik ve güncellik boyutu” terazisinde tartıya vurduğunda da, tahayyülünü zorlamakla kalmamış; mekanist bir bakış açısı sergilemiştir.

DEĞİŞİM VE GELİŞMENİN TEK YANLI MEKANİK YORUMU
O. Baydar, “Marksizmin konuya ilişkin özüne dönme”ye çağırmasına ve bu “öz”ün “çoğunlukla mekanik ve determinist yorumlara” kurban gittiği yönündeki “uyarısı”na rağmen, toplumsal sorunlara ve özellikle işçi sınıfının kapitalist üretim sistemindeki konumu ve rolüne değişim gerekçeli itirazlarının genel içeriği yönünden, “Marksizmin konuya ilişkin özüne dönme”miş; aksine ondan uzaklaşmıştır. Eleştirisini oturttuğu gerekçeleri şöyle sıralıyor: “19. yüzyılın ikinci yarısındaki kapitalist Batı toplumlarının sınıfsal yapısını, sınıfların niteliklerini, işçi sınıfının ‘kendinde sınıf’tan ‘kendisi için sınıf’a geçme ve kapitalizmin ‘mezar kazıcısı’ olma potansiyelini 21. Yüzyıl kapitalizminde aynen bulacağımızı sanmak, Marksist analiz yöntemini kavramamış olmak demektir. Sözün kısası; 21. Yüzyılda sınıfın kendisi kadar sınıf kavram ve paradigması da değişmiştir. Sınıflı toplum, toplumsal sınıflar, sınıf çelişkileri, sınıf mücadelesi sürmektedir, ama bilimsel-teknolojik gelişmenin baş döndürücü hızının, karmaşık ekonomik-toplumsal ilişkiler ağının, yeni iktidar mekanizmalarının ve yüz elli yıllık inişli çıkışlı tarihsel deneyimlerin girdabında değişmiş, başkalaşmış olarak.”
Değişme, başka olma (başkalaşım değil) reddedilebilir değildir. İşçi sınıfının 150-200 yıl önceki sınıfın “tıpkısının aynısı olduğu”nu söylemek için hayatın ve tarihsel gelişmenin dışında düşünen bir fanatik olmak yetmez; doğa ve toplum olaylarına akli ve bilimsel yaklaşımdan mahrum olmak da gerekir. Baydar, kuşkusuz bunun farkındadır; ama bu farkındalığı, değişim ve gelişmeden çıkardığı sonuçlar ve yürüttüğü aşırı akılcılık yönünden onu yine de haklı çıkarmıyor. Niye?
Baydar’ın itiraz gerekçesinde “aynen” diye bir sözcük var. Yazar bu sözcüğü, bağ teşkil ettiği toplumlar, toplumların sınıf yapıları, sınıfların nitelikleri, işçi sınıfının ‘kendiliğinden’ ve ‘kendisi için sınıf’ durumuna gelmesi ve kapitalizmin ‘mezar kazıcısı’ olma potansiyeli vb. gibi tüm toplumsal formasyon ve kategorilerin iki yüzyıl sonra nitelik değiştirdiğini belirtmek üzere kullanıyor. Gerekçesi, toplumsal-tarihsel değişimdir. Ona göre; 21. yüzyılın “başkalaşmış yeni sınıfı”, nesnel ve öznel etkenler nedeniyle eskisi türlü bir devrimci sınıf konumu ve potansiyeline artık sahip değildir!
İşçi sınıfı ve hareketinin eskisi türlü işlevli olamayacağı iddiası, çağ değişimi gerekçeli sınıf retçi teorinin çeşitli versiyonlarının bir tür özetini oluşturuyor. “Bilimsel-teknolojik gelişmenin baş döndürücü hızı”, “karmaşık ekonomik-toplumsal ilişkiler ağı”, “yeni iktidar mekanizmalarının ve yüz elli yıllık inişli çıkışlı tarihsel deneyimler”in etkisi gibi, “başkalaşım”  gerekçeleriyle ilk kez Oya Baydar’ın yazısında karşılaşmıyoruz. Baydar da, diğerleri gibi, işçi sınıfının ve işçi hareketinin bugünü ve geleceğine dair görüşlerini, günümüz kapitalizmini daha önce benzeri görülmemiş ve tümüyle yeni nitelikte değişimlere sahne olmuş göstererek, doğrulamak istiyor. İşçi sınıfının toplumsal devrimci sınıf konumu, özellikleri, potansiyeli vb.’ne getirilen itirazların hemen tümü değişim ve gelişim gerekçesine dayandırılıyor. Ancak, sınıfın nitelik değiştirdiği iddiasının değişim bağlantılı veya gerekçeli bir doğrulaması bu gerekçeler üzerinden yapılamaz. Neden yapılamayacağını da göstermek üzere, bu sav ya da iddiaların dayandırıldığı gelişme ve değişmelere –genel boyutlarıyla da olsa– bakmakta yarar var.

NEDİR BU DEĞİŞİKLİKLER?
Marx, sermayenin oluşumunu; üretim ve dolaşım süreçlerini inceleyerek, meta ve sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesini, sınıfların –özellikle proletarya ve burjuvazi– üretim sürecindeki konumu, durumu ve işleviyle birlikte analiz etmiş, göstermişti. Kapitalizm, gelişmesiyle, burjuvazinin ayakları altındaki “toprağın kayması”na, ulusal çitlerin yıkılmasına ve uluslararasılaşmaya doğru tarihsel bir eğilim gösteriyordu. Bu gelişme sonraki yıllarda hız kazandı. Kapitalizmin uzanmadığı, el atmadığı toprak neredeyse kalmadı. Sanayi ve banka sermayesinin birleşmesi, mali sermaye ve tekelleri ortaya çıkarak her tarafa kol salması, dünyanın tekeller tarafından bir ahtapot gibi sarılması, yirminci yüzyılın en önemli gelişmesiydi. Lenin, Emperyalizm adlı eserinde bu durum ve gelişmeleri net ve anlaşılır şekilde analiz ederek, ortaya koydu. Sermaye ve meta üretimi ve dolaşımının uluslararası boyutlar kazanması, dünyanın daha önce sermaye hareketine ya henüz sahne olmamış ya da kapitalist gelişme yoluna girdiği halde henüz yeterince gelişememiş ülkelerinde de kapitalizm öncesi toplumsal sistemlerin çözülmesine hız kazandırdı. Ulaşım ve iletişimdeki gelişmeyle bağlı olarak meta dolaşımının uluslararası gerçekleşmesi için koşullar daha uygun hale geldi. Bilim ve teknikte büyük ilerlemeler kaydedildi. Bilgisayar kullanımı, bilginin milimetrik-mikrometrik depolanması, telekomünikasyon alanındaki ilerlemeler, uzay çalışmalarında gösterilen başarılar, yüksek hızlı nakliye uçaklarının, büyük tonajlı tanker ve gemilerin yapımı, hava, deniz ve kara deniz yollarının kıtalar arası ulaşım ve nakliyatı kolaylaştırması vb, meta ve sermaye dolaşımınına daha önceki zamanlarla kıyas götürmez ölçüde büyük olanaklar sağladı. Bilimsel-teknolojik ilerleme ve  makinenin yeni buluşlarla daha fazla yetkinleştirilmesi, birden fazla mekanda, işyeri ve fabrikada üretilen parçaların birleştirilmesiyle(bu, farklı parçaları üreten işçilerin aynı mekanda birarada bulunmalarını önleyen bir üretim örgütlenmesi demekti)ürünlere son hallerini verme olanağı; uluslararası tekeller tarafından uygulanan, ve büyük sanayi işletmelerinin bir bölümünün emekgücünün ucuz olduğu, enerjinin ve çeşitli hammaddelerin daha düşük maliyetle sağlandığı ülkelere işin ve işletmelerin bazı kısımlarını taşımalarını kolaylaştırdı. Uluslararası mali-sanayi şirketler ve emperyalist büyük devletler, pazar ve etki alanı için rekabette, bu gelişmelerden yararlanarak üretimlerini ve ilişkilerini “yeniden düzenleme”ye giriştiler. Tekeller yararına “ulusal sınırlar” ve “gümrük duvarları”nı aşacak yeni mali-ekonomik, siyasi ve askeri anlaşmalar imzalandı. Büyük sanayi şirketleri, üretimin bir bölümünü/ürünlerin belirli parçalarını kendilerine bağlı alt işletmelere yaptırmaya daha fazla yöneldiler. Böylece onlar, tüm bu alt ve üst-ana işletmelerde çalışan işçileri, onlar aynı işkolu/üretim dalında üretim yapmalarına rağmen, farklı iş sözleşmeleri ve çalışma koşullarıyla da birbirlerinden ayırarak, birleşik işçi hareketinin önüne ek engeller çıkarıyorlardı. Üretimin farklı sahalarda ve birimlerde yapılabilir hale gelmesi, taşeron sisteminin yaygınlaştırılması vb. işçilerin birlikte hareketine daha çok engel çıkarıyor; ücret ve çalışma koşulları üzerinde olumsuz etkide bulunuyor, işçilerin aynı sınıfın mensupları bilinciyle hareket etmelerini, fiziki barikatların yanı sıra bilinç bulanıklığıyla da zorlaştırıyordu.
Bunu, hemen tüm kapitalist ülkelerde işçi sınıfı ve emekçilere karşı sosyal-ekonomik saldırıların yoğunlaştırılması izledi. Özellikle de Sovyetler Birliği’nde Stalin’in ölümü ve Kruşçev ve şürekasının parti ve devlet aygıtını da kullanarak ve sözüm ona sosyalizmi daha ileri düzeye ulaştırma adına yürürlüğe koydukları ekonomik-sosyal ve siyasal “reformlar”, kapitalizm ile yeniden bütünleşmenin yolunu açtı. Kruşçevcileri izleyen Batılı komünist-sosyalist “kitle partileri”nin kendi ülkelerinin burjuvazisine iltihak etmeleriyle birlikte, işçi-emekçi hareketi uluslararası alanda büyük darbeler yedi ve bir süreç içinde en geri düzeyine düştü. Batı Avrupa’dakiler başta olmak üzere, çok sayıdaki ülkenin işçi partileri (sosyalist ve sosyal demokrat partiler) ve sendikaları izlenen uzlaşmacı-işbirlikçi politikalar sonucu hızla güç kaybetmeye başladılar.
Bütün bu gelişmeler, sol-liberal yazar, politikacı ve iktisatçılar tarafından, işçi sınıfının kapitalist toplumdaki ‘devrimci özne’ konumu, potansiyeli ve işlevine kuşkuyla yaklaşmanın ve hatta reddinin gerekçesine dönüştürüldü. Uluslararasılaşmanın yeni düzeyi, üretim ve işin örgütlenmesinin yeni biçimleri, hizmet işkolunun genişlemesi, işçi-emekçi mücadelesinin düşüşe geçmesi, örgütlerinin güç kaybetmesi ve S.B.’nin fiili olarak dağılması, işçi sınıfının devrimci rolüne kuşkuyla yaklaşan ya da onu tümüyle reddeden yazarlar tarafından, işçi sınıfının üretimdeki yeriyle birlikte devrimci potansiyeli ve rolünün sona ermekte olduğu ya da diğer ezilen kesimlerle “eşit ağırlıklı” hale geldiği yönünde yorumlandı.  Klasik kapitalist ülkelerde sanayi proletaryasının nicel olarak azaldığı belirtilerek, bu gelişme sınıfın devrimci rolüne karşı, sözüm ona  en çarpıcı ve reddedilemez kanıt olarak sunuldu. Sanayi proletaryası içinde olmak üzere, işçi sınıfının uluslararası alandaki büyümesine göz kapatılıyor; sınıf hareketinin geri bilinç ve örgütlenme düzeyi gibi konjönktürel zayıflıkları kalıcı ve değişmez sayılarak sınıfın “devrimci potansiyel ve rolü”nün önemsizleştiği iddiasının kanıtı olarak sunuluyordu.  Kapitalizmin uluslararası gelişmesi, onun işçi sınıfı olmaksızın gelişemeyeceği gerçeği göz ardı edilerek yorumlanıyor; bilimsel-teknik ilerleme, işçi sınıfı ve sanayi proletaryasının toplumsal önem ve işlevini ortadan kaldıran bir gelişme olarak gösteriliyordu.
Sermayenin uluslararasılaşmasının devasa boyutlar kazanması ve ulusal sınırların aşılması olarak tarif edilen “globalleşme” ya da “küresel kapitalizm” yeni bir olgu olmamasına; bizzat Marx’ın kendisi kapitalizmin bu gelişme eğilimi ve yönünü, somut verilerle gösterip  haber vermesine; 1870’lerde tekellerin oluşmaya başlamasını gözlemleyen Engels gelişme doğrultusunu daha net olarak ortaya koymasına ve Lenin içeriğiyle tüm bir çağı özetleyen Emperyalizm adlı eserinde kapitalizmin, gelişmesinin en üst aşamasına nasıl evrildiğini göstermesine rağmen, sınıf retçiliğinin türlü-çeşitli varyasyonlarını savunan yazar ve ideologlar “küreselleşme” olarak ifade ettikleri kapitalist-emperyalist gelişmeyi 1989-90’na tarihlediler. 1950’lilerin ikinci yarısında kapitalizme geri dönüş yoluna girerek güçlü sanayi temelini kapitalist yeniden inşanın dayanağı yapan ve Batılı emperyalistler ile pazar kavgasına girişen/en azından elindekini kaptırmamaya çalışan Sovyetler Birliği’nin dağılması bu teorinin diğer bir dayanağı olarak kullanıldı.
Klasik kapitalist ülkelerde temel sanayi kolları ve işletmelerinin ekonomide işgal ettikleri önem ve yeri korumayı sürdürdükleri gerçeğine göz kapayarak, onların ucuz işgücü ve hammaddelerden yararlanma amaçlı olarak Asya ve Afrika’ya yayılmalarını, Brezilya, Arjantin, Meksika, İspanya, Türkiye, Yunanistan, G. Kore, Güney Afrika’nın yanı sıra Çin, Hindistan, Pakistan, Bangladeş gibi ülkelerde yüz milyonlarca işçinin emek sürecine dahil olmasından soyutlayarak proletaryanın üretim içindeki işlevine karşı bir gelişme olarak gösterdiler. İşçi sınıfının üretimde ve sosyal yaşamda tuttuğu toplumsal konumun ve gördüğü/göreceği değiştirici rolün güç kazandığını gösteren nesnel olgulara göz kapayan ve içinde bulunulan dönemin konjönktürel koşullarında hareketin geriye atılmış olması gibi “somut durum” belirtilerini öne çıkararak tek yanlı yorumlara tabi tutan bir saptırmaydı, bu.
Büyük mali-sanayi şirketlerinin uygulamaları günümüze özgü yeni bir gelişme gibi gösterilerek, üretimde yer alanların bileşimi ve üretim yöntemlerindeki çeşitlilik, sınıfın “nitelik değişimi” ve “başkalaşımı”nın dayanağı olarak sunuldu. Sınıf, artıdeğer üretimi ve emek-sermaye çelişkisi üzerinden değil, ama, yeni katılmalarla bileşimindeki farklılıklar, nicel büyüklüğü ya da küçüklüğü, “mekan” gibi fiziksel kategorilerin yanı sıra bilinç ve örgütlenme düzeyi üzerinden tanımlanıp potansiyeli ölçeğe vuruluyor; üretimin parçalı örgütlenmesinin yaygınlaşması ve üretken emeğin alanının genişlemesi sınıfın devrimci potansiyeli ve toplumsal işlevinin önemsizleşmesi yönünde yorumlanarak, “aynı değerde” yeni toplumsal güçler teorisi geliştiriliyordu. Buna “çokluk” diyen de oldu; “madunlar”, ya da “mağduriyet grupları” diyenler de.
Değişim ve gelişme böylece her türden anti Marksist, revizyonist-oportünist görüşün hem gerekçesi hem de dayanağı haline getiriliyor; sermayenin olanakları yönünde yorumlanarak, proletaryanın mücadele olanakları ve potansiyeline dair inkar ve azımsamaya dayanak gösteriliyordu.
Oya Baydar’ın, “sınıfsal başkalaşım” ve “eşit ağırlıklı özneler” savı, günümüz dünyası ve dünya kapitalizmini yeni nitelikte değişimlere sahne olmuş gösteren bu anlayışlardan besleniyor. Değişimin kaçınılmazlığı; kesinliği ve mutlaklığını, okuru görüşlerine ikna etmek için kullanan Baydar, yinelene yinelene artık ezberlenmiş bir argümana sığınarak, “her şey değişti, sınıf da değişti, öyleyse artık eskisi gibi sınıf odaklı kavram ve devrim anlayışlarıyla hareket etmemek gerekir” mealinde akıl yürütmeye girişmiştir. Buradaki tartışma açısından söylersek, sorun işçinin bireysel ve toplumsal değişimin ‘girdabı’nda yer alıp-almadığı; etkilenip etkilenmediği; değişip değişmediği değil; bu yer alış ve değişimin nasıl ve hangi yönde ve muhtevada olduğudur. Yazar, bu soruya, “nitel değişim geçirdi” yanıtı vermiştir. Bu yanıt, değişim ve gelişmenin tek yanlı, mekanist-teknolojist yorumuna dayandırılmıştır ve makalenin devamında da gösterileceği üzere, dayanaksız ve varsayımsal zorlamalardan ibarettir.

BAYDAR, SINIFIN BİLEŞİMİNDEKİ DEĞİŞİMİ “NİTEL DEĞİŞİM” OLARAK YORUMLUYOR
Oya Baydar’a göre, işçi sınıfının “emek-sermaye çelişkisi temelindeki Marksist tanımı”, “ağırlıklı olarak sanayi proletaryası örneğinden hareket ediyor” olmakla birlikte, “Teorinin bütünlüğü içinde ve dönemin koşullarında beklenen/istenen proletarya devrimi amacıyla tutarlı”; ancak “tek boyutlu” idi.(!) Yazar, bu tanım ve anlayışın buna rağmen, “19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başlarında açıklayıcı ve işlevsel” olduğunu; ancak sonraki döneme ilişkin olarak toplumsal çelişkilerin açıklanması ve çözümü açısından yetersiz kaldığını ileri sürmekte, nedenini ise şöyle açıklamaktadır: “Sonraki yıllarda hızlanan ve nitel sıçrama gösteren bilimsel-teknolojik gelişmeler, işçi sınıfının yapısını değiştirmeye başladı. Artık sınıf, özellikle gelişmiş kapitalist toplumlarda sadece sanayi proletaryasıyla sınırlı değildi. Üretim sürecinde artıdeğer yaratarak kapitalist sömürüye maruz kalan beyaz yakalılar, mavi tulumluların yanında (hem de çelişki ve karşıtlıklarla) yer aldılar.”
Baydar, işçi sınıfını özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde “sadece” sanayi proletaryasıyla sınırlı gören; toplumsal çelişkileri emek-sermaye çelişkisinden ibaret gösteren, toplumsal-tarihsel değişimi gözetmeyen kaba materyalist, hatta saplantılı yaklaşımları, somut ‘muhatap’ üzerinden göstererek eleştirme yerine, varsayıp, materyalist Marksist dünya görüşüne ait göstererek eleştirisini haklı kılmaya çalışmış. Bu, bir kanıtlama yöntemi olamaz. “Artık sınıf, özellikle gelişmiş kapitalist toplumlarda  sadece sanayi proletaryasıyla sınırlı değil” tespiti, ancak, “hayır, işçi sınıfı sadece sanayi proletaryasından oluşur”(!) şeklinde çok kaba, mekanik ve sözde materyalist bir görüşe karşı ileri sürülebilir. Ama, bu tür yüzeysellik ve kaba indirgemeci anlayışlar, bilinçli bir saptırma-çarpıtma ürünü değilse eğer, Marksist sınıf tanımıyla ilişkilendirilemez.
Yazarın sorunu, bu tür bir kaba yaklaşımı eleştirmesi değildir. O, gelişmeleri ve “beyaz yakalıları” söz konunu ederek, işçi sınıfının emek-sermaye çelişkisi temelindeki tanımını “tek boyutlu” ve yetersiz ilan ederken, Marksist sınıf tanımının bilim ve teknik gelişmeye bağlanan bu değişimi karşılamadığı iddiasındadır. Bu ise, Marksist değil, teknolojist bir yaklaşımdır. Marksist sınıf tanımı, evet, sanayi proletaryasına ağırlıklı bir yer verir, ama asla sanayi işçileriyle sınırlı bir tanım değildir. Böyle olduğunu görmek için Marksizmin revizyonist yorumlarına değil, kuramın aslına, yazarın deyişiyle “özü”ne bakmak yeterlidir. Baydar, kuramın “özüne dönme” gereğinden söz etmesine rağmen, oportünist-revizyonist yorumlarını hareket noktası almıştır ve kaba materyalizm ile Marksizmi birbirine karıştırmıştır.
Yazar’ın, 19. yüzyıldan 21. yüzyıla toplumsal-tarihsel değişim ve gelişme sürecinde işçi sınıfını yerleştirdiği ‘yer ve konum’; değişim gibi bir toplum ve hareket yasasının sistemin “özü”ne ilişkin olmayan gelişmeler üzerinden sınıf aleyhine yorumuna dayandırılmıştır. Bilimsel-teknolojik gelişmeleri işçi sınıfının “yapısal değişimi”, “başkalaşımı” ve “niteliksel değişimi”nin başlıca etkeni gösteren yazar, “19. yüzyılın klasik işçi sınıfı kalıpları içinde” bir “devrimci sınıf”ın artık aranmaması ve beklenmemesi gerektiği sonucuna ulaşmıştır. Bu yöntem, çok açık olmalıdır ki, tek yanlıdır; indirgemeci ve mekanisttir. 19. ve 20. yüzyıl kapitalizmindeki işçi sınıfını 21. yüzyıl kapitalizminde “aynen bulacağını” kim, nerede ve nasıl “sanmış”tır? Ya da öyle sanmamak için, bilimsel-teknolojik değişim ve toplumsal gelişme üzerine genel-geçer lafazanlıktan öte, somut olarak yapılması gereken ne olmalıdır? Oya Baydar’ın yazısında buna yanıt yoktur. Toplumsal gelişme sürecinde ve kapitalist üretimin üretim araçları ve işin örgütlenmesinde yol açtığı farklılıklara bağlı olarak, işçi sınıfı da değişmiştir; evet, ama bu nasıl bir değişimdir sorusuna Baydar’ın getirdiği en iddialı yanıt; “19. yüzyılın ikinci yarısındaki kapitalist Batı toplumlarının sınıfsal yapısını, sınıfların niteliklerini, işçi sınıfının ‘kendinde sınıf’tan ‘kendisi için sınıf’a geçme ve kapitalizmin ‘mezar kazıcısı’ olma potansiyelini 21. yüzyıl kapitalizminde aynen bulacağımızı sanma..”nın yanlışlığıdır.
Baydar’ın, sınıfların varlığı ve mücadelesini inkar eden iktisatçı ve sosyologlardan farklı olarak, “sınıflı toplum, toplumsal sınıflar, sınıf çelişkileri, sınıf mücadelesi sürmektedir” dediğinin farkındayız. Ne var ki, bu kabul, “ama” koşuluna bağlanmıştır ve “ama”nın gerekçesi “nitel değişim” ve “başkalaşım” olarak belirlenmiştir.
“Nitel değişim” ve “başkalaşım” iddiası ise, sınıfın kapitalist üretim sürecinde gördüğü işlev ve üretim araçları ile ilişkisinin nitelik değişimi üzerinden değil, teknik değişim bağlantılı yeni katılımlar üzerinden kanıtlanmak istenmiştir. Baydar, “başkalaşmış”  bir sınıf kavramı, tanımı, yapısı ve rolü için ‘mantık zorlayıcı’ yorumlara girişerek, işçi sınıfının “emek-sermaye çelişkisi temelindeki Marksist tanımı”nın 20. yüzyılın ilk otuz-kırk yılını geçtikten sonraki dönemde, özellikle de bilimsel-teknolojik “devrim” bağlantılı olarak artık açıklayıcı olamayacağını ileri sürerken, çeşitli teorisyen ve yazarların benzeri argümanlar üzerinden kaleme aldıkları ve daha önce okuduğumuz bahaneci-retçi görüşleri yinelemekle yetinmiştir.
Yazarın, “Artık sınıf özellikle gelişmiş kapitalist toplumlarda sadece sanayi proletaryasıyla sınırlı”(abç) değildir vurgusu, “artık” göndermesi bağlamında, işçi sınıfının, gelişmiş kapitalist ülkelerde ve “günümüz”den önceki bir zamanda “sadece sanayi proletaryası”ndan ibaret görüldüğü varsayımıyla yüklü olup, Marksizmin kaba indirgemeci bir yorumundan başka bir dayanağa sahip değildir. Marksist sınıf analizi ve tanımı yönünden ise “artık” ve “sadece” alt çizgili bu “tespit” ancak, çarpıtma göstergesi olabilir.
Bir dönemler “sosyalist” bir partinin yöneticileri arasında yer alan, ve Artıdeğer Teorileri’ni okuduğunu varsayılabileceğimiz yazar, işçi sınıfının ‘mavi tulumlular’dan ibaret görülmediğini biliyor olmalıdır. “Beyaz yakalı” olan(lar) kim(ler)dir? Baydar, ayakkabı üreticilerini, yol yapıcılarını, ray döşeyenleri, taşıma işçilerini değil; doktor, öğretmen, yazar, mühendis, avukat, sanatçı vb. gibi çeşitli mesleklerden; ya da Weberci sosyolojinin mantığından bakılırsa “sosyal statü grupları”ndan söz ediyor olmalıdır. Bu durumda da, yazar, yine sorunun “özü”yle değil, kestirimci formülasyonlarıyla ilgilidir. “Beyaz yakalı” emekçilerin emeği ile “mavi tulumlular”ın emeği sermaye ile ilişkisi üzerinden değerlendirildiğinde, şarkıcı, yazar, öğretmen gibi “beyaz yakalılar”ın da işçi kategorisine girebildiği; bunun, 21. yüzyıla varmazdan 140 yıl öncesi bir zamanda gösterilmiş olup, mümkün görüldüğü görülebilir, ve bu ilişki 21. yüzyıl ürünü ve “icadı” bir “yeni emekçi sınıf”; “yeni itici güç” göstergesi olarak ilan edilmezdi.
Marksizm, sanayi proletaryasını, evet, işçi sınıfının devrimci çekirdeği olarak, sınıfın odağında görmüş, ve fakat ücretli emek gücünü ve üretken emeği ne sanayi işçileriyle sınırlı tutmuş, ne de toplumun çeşitli kesimlerinden proleterleşmeye doğru eğilim ve gelişmeyi reddetmiştir. Marx ve Engels başta olmak üzere Marksistler, tekil somut örnekler üzerinden de göstererek, artıdeğer üreten emekçileri meta üretiminin farklı dallarında ve sermaye ile girdikleri ilişki temelinde tanımlayarak, işçi sınıfını daha geniş bir kapsam içinde ele almışlardır. Sorun etraflıca ve ayrıntılı olarak irdelenmiş, üretim sürecinin ortaya çıkardığı farklı iş ve emek türleri üretken ve üretken olmayan emeğe göre ayrıntılandırılarak ortaya konmuştur.
Marksizme dair bilinç yetersizliğinden kaynaklanmadığı; karartma amacı taşımadığı ve bilinçli bir çarpıtmanın ürünü olmadığı sürece, kimse, Marx’ın kuramında, proletaryanın sanayi işçilerinden ibaret  sayıldığını ileri süremez. Kapital ciltlerinde ve Artıdeğer Teorileri’nde, konu oldukça detaylı ve genişçe irdelenmiş; emeği ve çalışmasıyla bağlı bulunduğu işletme sahibine artıdeğer sağlayan aşçı, terzi, sanatçı, öğretmen, sağlıkçı ve yazarın durumu buna göre tarif edilmiştir. Bu bakımdan, Baydar’ın ya da başka yazar ve akademisyenlerin, “kapitalist sömürüye maruz kalan beyaz yakalılar” üzerine yaldızlı sözleri yeni bir keşfe işaret etmiyor.
Buna rağmen, yazar, “beyaz yakalıların artıdeğer üretmeleri”ni yeni bir olgu ve gelişme gibi sunarak, “işçi sınıfı”nın bu katılımla birlikte nitel değişime uğradığını ileri sürebilmiştir. Oysa, Marx, kapitalist gelişmenin tüm öteki sınıfların saflarından işçi sınıfına katılmaları kaçınılmaz kıldığını göstermekle kalmamış; öğretmen, sağlıkçı, terzi, kunduracı, yazar, avukat, doktor gibi meslek guruplarından insanların emekgüçleriyle sermayeyi büyütmeleri/artıdeğer üretmeleri durumunda, üretken emekçi olarak görülmeleri gereğine de işaret etmiştir.  Bütün bu örnekleri ele alarak, Marx, o günün koşullarında, “Kapitalist üretimin bu alandaki bütün görünümleri üretimin tümü içinde o kadar önemsizdir ki, bütünüyle hesap dışı tutulabilir.”  demiştir. Bugünkü farklılık şudur: Marx döneminde kapitalist üretimin tümü içinde “hesap dışı tutulabilir” olan bu durum, toplumsal gelişmenin günümüzdeki koşullarında artık hesaba katılır hale gelmiştir. Günümüzde oldukça geniş bir alanda yaşanmakta olan özelleştirmeler, sağlık ve eğitim kurumlarının devletten özel kapitalist şirket ve işletmelerin mülkiyetine geçmesine yol açmış; bu işletmelerin emekçilerini artıdeğer üreticilerine dahil etmiştir. Ancak, bu ‘ikinciler’ açısından yine de ortada bir sorun varolmaya devam ediyor: “Beyaz yakalılar”ın “kendini işçi saymama”-“mavi tulumlu”lardan farklı görme anlayışı oldukça güçlüdür. Sosyal-kültürel alışkanlıkları, yaşam biçimi vb. farklılıkları görmezden gelinemeyecek bir gerçeklik durumundadır. Söz konusu farklılıkları işçilerle birlikte hareket etmeleri/davranmalarının önüne çeşitli engeller çıkarmakta; bu da sermaye tarafından bir olanak olarak değerlendirilmektedir. Bu bakımdan, bu kesim emekçilerin bir değişim sürecinden geçmelerine; öznel unsurlar yönünden de proleterleşmelerine ihtiyaç olduğu söylenmelidir.
Oya Baydar, “…19. yüzyıl ve 20. yüzyılın ilk otuz-kırk yılı, işçi sınıfının tarihin öznesi olduğu dönemdi. Sonraki teknolojik, bilimsel, ekonomik, siyasal gelişmeler, emperyalist bölüşüm savaşı, kapitalist-sosyalist bloklar çatışması ve rekabeti hem sınıfın nitel yapısını hem de tarih sahnesindeki yerini değiştirdi. …, sınıfın evrilme çizgisi (ve bence dünyayı değiştirme, yani devrim potansiyeli) bilimsel-teknolojik devrimin ürünü olan yeni emekçi sınıflara doğru kaydı. Bütün bunların; ortodoks ezberler bir yana bırakılarak, işçi sınıfı fetişleştirmesine kapılmadan yeniden düşünülmesi gerekiyor” diye yazarken, “sınıfın nitel yapısı” ve “tarih sahnesindeki yeri”nin değiştiğini; emek-sermaye ilişkilerinin “nitel yapısı”nın değişimi üzerinden değil; “teknolojik, bilimsel, ekonomik, siyasal gelişmeler” genellemesi üzerinden ve savaşlar, bloklaşmalar, çatışmalara bağlı olarak kanıtlama çabasındadır. Yazarın iddiasını dayandırdığı bu gelişmeler, iddianın içeriği yönünden kanıt oluşturmazlar. İşçi sınıfının dünyayı değiştirme ve devrim potansiyeli, bütün öteki ilişkilerden önce, onun üretim sürecinde tuttuğu maddi-nesnel konumuyla; üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmaması ve emek gücünü satarak yaşamını sürdürmesi zorunluluğuyla –başkasını sömürme olanaksızlığı– bağlıdır. Bu ilişkinin nitelik olarak değiştiği –ki bu emek-sermaye çelişkisinin nitelik değişimini gerektirir– gerçeği reddedilmeden, sınıfın nitelik değiştirdiği ileri sürülemez.
Yazarın ileri sürdüğü üzere, ekonomik-toplumsal, bilimsel-teknolojik gelişmelerle birlikte artıdeğer üreten beyaz yakalıların mavi tulumluların yanına artan şekilde katılmalarından ne sanayi proletaryasının üretimdeki merkezi konumunun ortadan kalktığı, ne emek-sermaye çelişkisinin önemsizleştiği sonucu çıkarılamaz. Diğer yandan, artıdeğer üreterek mavi tulumluların yanına gelenleri “beyaz yakalılar”la sınırlı görmek de mümkün değildir. İster gelişmiş kapitalist ülkelerde olsun, isterse emperyalizm-tekelci kapitalizm döneminde sermaye ihracı vb. gibi etkenlerin de rol oynadığı koşullarda gelişme sürecine dahil olan ya da gelişmesi ivme kazanan ülkelerde olsun, kapitalist ülkelerin tümünde, işçi sınıfı, sanayi işçileri dahil artışını sürdürmüş; emek-sermaye çelişkisinin etki alanı genişlemiştir. Bilimsel teknik gelişme, yalnızca “beyaz yakalılar”ın “mavi tulumluların yanına” katılmalarını sağlayan bir etkide bulunmamış; yeni iş kolları ve işçilerin ortaya çıkışını sağlamış, işçilerin uluslararası dayanışma ve mücadele birliği koşullarının daha da olgunlaşmasına hizmet etmiştir. Baydar –ve aynı argümanları kullanan başka birçokları– bilimsel teknik gelişmeleri; ulaşım ve iletişimdeki ilerlemeleri tek yanlı ve genel olarak sanayi proletaryasının aleyhine; onun sınıf mücadelesinde tuttuğu yer ve rolü önemsizleştirici etken olarak göstermekte; sınıfın nesnel gelişiminin öznel alandaki sorunlarının aşılmasının etkeni olarak oynayacağı rolü ise göz ardı etmektedirler. “Beyaz yakalılar”ın “mavi tulumlular”ın yanına katılmasını, özellikle de bu ikinci kesimin mücadelede yer almasını kriter alarak “‘dünyayı değiştirme, yani devrim potansiyeli’nin bilimsel-teknolojik devrimin ürünü olan yeni emekçi sınıflara doğru” kaymasının göstergesi saymak için, sanayi sektörü ve sanayi proletaryası başta olmak üzere, “mavi tulumlular”ın kapitalist üretim sisteminde tuttukları yer ve konumu görmezden gelmek ya da yeterince önem vermemek gerekir ki, bu, nesnel gerçeklere tek yanlı bakışın ürünüdür. Baydar, tarih, toplum ve sınıf ilişkilerini yanlış okumakta; sınıfın devrim yapma potansiyeli ve rolünü, “yeni emekçi sınıflar” dediği “sınıflar”a devretmektedir. Bu sınıfların hangileri olduğu muğlak bırakılmasına rağmen, yazarın bu potansiyele sahip “özneler” olarak artıdeğer üreten beyaz yakalıları ve daha belirsiz olmakla birlikte ezilen toplumsal kesimleri gördüğü söylenebilir.
Baydar’ın, işçi sınıfının toplumsal konumu ve işlevinin “üretimdeki yeri ve konumuyla” belirlenmesine getirdiği itiraz da tutarsızdır. Baydar, “üretim sürecinde artıdeğer yaratarak kapitalist sömürüye maruz kalan beyaz yakalılar”a dünyayı değiştirme/devrim yapma potansiyeli ve özelliğini layık görüyor, ama, örnek olsun, demir-çelik, otomotiv, kimya sanayi, madenler gibi belli başlı temel üretim dalları işçilerinin üretim sürecinde tutmaya devam ettikleri yerlerinden hareketle onları aynı özelliklere sahip olabilir görmekte en azından tereddüt geçiriyor. Sanayi proletaryasının ve sınıf olarak işçilerin üretim sürecindeki yeri, konumu ve toplumsal yaşam ve devrim için belirleyici işlevini, bilimsel-teknolojik “devrim”in etkisinden hareketle daralmış/azalmış sayan yazar, sınıf hareketinin öznel-ideolojik-politik “potansiyeli” yönünden içinde bulunduğu gerilikten hareketle, bu potansiyelin “yeni emekçi sınıflara doğru kaydığı” sonucuna ulaşırken, işçi sınıfının nesnel durumunu sanayi proletaryasının rolünü azımsayıcı olarak “beyaz yakalılar” lehine yorumluyor. Baydar’ın yaklaşımını belirleyen, teknolojisizmdir ve “klasik işçi sınıfı kalıpları”nı aşma “formülü”, emek-sermaye çelişkisinin nitelik değiştirdiği iddiasına örtü işlevi görmektedir. Sınıfın “evrilme çizgisi”nin; “dünyayı değiştirme” ve “devrim potansiyeli”nin “bilimsel-teknolojik devrimin ürünü olan yeni emekçi sınıflara doğru kaydığı” iddiası, sanayi kapitalizmini bilim ve teknikten yoksun sayma gibi bilim ve akıl dışı bir anlayışa kapı aralamakla kalmıyor; sanayi proletaryasının günümüz dünya kapitalist üretiminde tuttuğu yeri de olduğundan önemsiz gösteriyor.

TOPLUMSAL ÇELİŞKİLER ”AYNI AĞIRLIK” VE “DEĞERDE” MİDİRLER?
Yazar bu soruya olumlu yanıt vermektedir. Toplumsal değişim ve gelişmeye ve toplumsal çelişkilere işaret ederek, ve “sadece”, “yalnızca”, “ama” gibi koşul içeren ara eklerle muhataplarını zan altında bırakmaya çalışarak Baydar, “sadece emek-sermaye çelişkisine ve üretimdeki yere odaklanmak, günümüzde insanları ve toplumları çok daha derinden etkileyip biçimlendiren farklılıkları, çelişkileri, konum-ları görmezden gelmeye yol açıyor. Yaşadığımız dünyada ve toplumda sadece sınıfsal değil, sadece emek-sermaye çelişkisi değil, insanların sübjektif tutum ve davranışlarını etkileyen aynı ağırlıkta başka çelişkiler var.
Bu çelişkiler çoğu zaman baş çelişki haline gelebiliyor ve çözümleri için emek sermaye çelişkisine odaklanmak yetersiz kalıyor. Çelişkilerin tümünü aynı değerde ele alan ve denkleme katan bir bakış geliştirilmesi ve “ne yapmalı” sorusuna da bu bakış ışığında cevap aranması gerekiyor. Artık sadece sınıfların üretim sürecindeki yeri ve artıdeğer sömürüsüyle kavranamayacak ve çözülemeyecek çok daha karmaşık bir toplumsal gerçeklik var karşımızda…” diye yazıyor.
Toplumsal sınıf veya kesimlerin ilişkileri ve çelişkilerini “sadece emek-sermaye çelişkisine ve üretimdeki yere odaklanarak” irdeleyen dar kafalı “solcu” görüşleri örnekleme zahmetine katlanmayan yazar, varsayımlar üzerinden işini kolaylaştırıyor: Ortada kanıt yok, ama “okkalı laflar” var! “Sadece” ve “odaklanmak” sözcüklerini birbirleriyle ilişkilendirerek iddiasını güçlendirmeye çalışan yazara göre, emek-sermaye; proletarya-burjuvazi çelişkisine odaklanan biri ya da birilerinin “günümüzde insanları ve toplumları çok daha derinden etkileyip biçimlendiren farklılıkları, çelişkileri, konumları” görmezden gelmesi, bir tür kaderidir, bundan kaçınamayacaktır!  Yazar, ulusal-etnik; cinsiyetçi, dini-kültürel vb. farklılık ve çelişkilerin emek-sermaye çelişkisiyle “aynı ağırlıkta” görülmesi gereğine işaretle,  bu farklı kesimlerin her birinin “üretimdeki yeri”nin üzerinden atlayarak, hem bazı çelişkilerin diğerlerinden daha derin etkiye sahip olabileceğini ileri sürüyor;  hem de “çelişkilerin tümünü aynı ağırlıkta”, “aynı değerde” gören bir bakış açısı önererek, mekanizmini eklektizmi ile birleştiriyor.
Şurası görmezden gelinemeyecek bir gerçektir: “Yaşadığımız dünyada ve toplumda sadece sınıfsal değil, sadece emek-sermaye çelişkisi değil, insanların sübjektif tutum ve davranışlarını etkileyen” başka türden çelişkiler de vardır. Baydar’ın yanlışı bu çelişkilerin varlığına işaret etmiş olması değil; onların tümünü “aynı ağırlıkta” göstererek, nitel farklılıklarını görmezden gelmesidir. Yazar bu “aynı ağırlıkta”ki çelişkilerin hangileri olduğu üzerinde durmuyor, oysa tartışmanın anlaşılırlığı yönünden bunların belirtilmiş/belirlenmiş olması gerekir: Baydar ise, varlığından söz ettiği çelişkilerin emek-sermaye çelişkisiyle “aynı ağırlıkta” oldukları iddiasıyla yetiniyor.
Oysa, yaşadığımız dünya ve toplumda temel çelişkiden, başlıca çelişkilerden ve çok çeşitli diğer çelişkilerden söz etmemiz mümkündür. Emperyalist-kapitalist bir dünyada ve kapitalist bir toplumda yaşıyoruz örneğin. Kapitalizm ise rekabete dayanır: emperyalistler ve uluslararası tekeller dünya pazarı/pazarları üzerine kıyasıya bir mücadele içindedirler. Ayrı ayrı ya da çıkarların belirlediği “ortaklıklar” temelinde diğeri ve diğerlerini etkisizleştirip geriye atmak, hatta piyasadan silmek üzere bütün araç, yöntem ve olanaklarını kullanmaktadırlar. Pazarlar üzerine rekabet, sadece emperyalistler arası çelişkiyi doğurmakla kalmamakta; emperyalizm ile ezilen ve bağımlı halklar arasındaki çelişkinin de kaynağını oluşturmaktadır. Diğer yandan bütün kapitalist ülkelerde emek-sermaye çelişkisi günümüzde çok daha belirgin olarak “insanların subjektif tutum ve davranışlarını” etkiliyor.
İnsanların tutum ve davranışlarını etkileyen kuşkusuz sadece bunlar da değillerdir: kapitalist toplum artıdeğer sömürüsü ve işbölümü temelinde ortaya çıkan bölünmelerle birlikte, sınıfların içine dek yayılan çok çeşitli bölünme ve farklılıklara yol açmakla kalmaz, çeşitli sınıflardan bileşmiş ulusal, dini ve kültürel vb. bölünmelere de kaynaklık eder. Kapitalist işbölümü bölücü bir işleve sahiptir ve kafa ve kol emeği birbirlerinden ayrılmıştır. Bu bölünmeler belirli toplumsal çelişkilere yol açmakta; ya da başka şekilde söylenirse, farklı sınıfsal-toplumsal çıkarlar temelinde şekillenen amaç ve hedefler çeşitli çelişkileri doğurmaktadır. Üretim ilişkileri ve toplumsal koşulların ürünü olan bu farklı çelişkilerden hangisinin temel, hangilerinin ona bağlanan ve fakat içinde bulunulan koşullarda iç ve uluslararası gelişmeler tarafından şekillendirilerek öne çıkarılan (yazarın deyişiyle baş çelişki haline gelen) kategoride oldukları, uluslararası ve iç iktisadi-sosyal ve siyasal başlıca olgu ve etkenler üzerinden belirlenir. Buradaki tartışmayla bağı üzerinden söylenirse, emek-sermaye çelişkisinin kapitalist sistemin temel çelişkisi olması; tüm diğer çelişkilerin kesin olarak çözümünün son tahlilde ve ancak bu çelişkinin çözümüyle mümkün olması; bu çelişkilerden biri ya da ötekinin şu ya da bu dönem ve koşullarda, gelişmelere bağlı olarak öne çıkarak acil çözüm ihtiyacıyla toplumun gündemine gelmesinin engeli değildir.
Çelişkilerden hangisinin öne çıktığı, iç ve uluslararası koşullara bağlanan somut gelişmeler tarafından belirlenirken, Baydar’ın “baş çelişki” olarak ifade ettiği çelişkilerden birinin öne çıkması da, temel çelişkinin içeriğini değiştirmez ve onu ortadan kaldırmaz. Temel çelişki çünkü her şeyden önce hakim üretim ilişkisi/ilişkileri tarafından belirlenir ve çözümü üretimin toplumsal karakteri ile mülk edinmenin özel kapitalist niteliği arasındaki çelişkinin ortadan kalkmasına bağlıdır. “Yaşadığımız dünya ve toplumda” temel çelişki emek-sermaye çelişkisidir. Diğer başlıcaları bu temel üzerinde şekillenmişlerdir. Günümüzde bunların başlıcaları emperyalizm ile ezilen ve bağımlı halklar arasındaki; ezen ulus burjuvazisiyle ezilen ulus arasındaki; ve pazarların ve hammadde kaynaklarının yeniden ve yeniden paylaşımı üzerinden süren emperyalistler arası çelişkidir. Öte yandan kapitalist sömürü koşulları ve kâr için üretim, kadın cinsinin baskı altında tutulmasına ve ikinci cins muamelesi görmesine temel teşkil etmekte; kökleri eski çağlara dayanmakla birlikte günümüzde de çeşitli türleriyle var olan din ve mezhep çatışmaları ve burjuva devletlerinin belli din ve mezhepleri resmi hale getirerek diğerlerini ezme politikaları bu temel üzerinde sürmekte; doğanın kâr uğruna yağmalanması ve tahribiyle insan soyunun karşı karşıya kaldığı sorunlar giderek ağırlaşmaktadır.
Tüm toplumsal çelişkiler “aynı ağırlıkta” olmadıkları gibi, birinin ötekilerin yerine ikame edilmesi de söz konusu değildir. İkame edilme değil, koşullara bağlı olarak çelişkilerden birinin öne çıkmasından söz edilebilir. Ne teke indirgenebilirler ne de “aynı ağırlıkta” görülebilirler.
Pazar paylaşımı nedenli emperyalist savaşlar örneğin, sadece savaşan devletlerin/ülkelerin halklarını değil, savaşa dahil olmayan ülkelerin halklarını da etkilerler. Bu tür bir savaşta, savaşan güçlerden hiç birine yedeklenilmeden, emperyalizme karşı mücadele esas tutumdur.  Bir ülkenin emperyalist bir güç ya da günümüzde örneklerine son yıllarda Afganistan, Irak, Libya’ya saldırılarda tanık olduğumuz üzere, emperyalist-gerici ‘blok ya da koalisyon’lar tarafından işgali veya saldırıya uğraması durumunda, bu işgal ve saldırılara karşı  en geniş mücadele cephesinin oluşturulması ve ülkenin işgalden kurtarılması görevi öne çıkar. Bu, ama iç gerici hakim sınıflara; tekelci  burjuvaziye yedeklenme anlamına gelmez. Sermayeye karşı mücadele, konjönktürel koşullar nedeniyle emperyalizme karşı mücadelenin başlıca unsuru haline gelir. Bu ülkeler proletaryası, anti kapitalist mücadeleden, emperyalist gericiliği yıkma amacından sapmamalıdır. Diğer ülkeler işçi ve emekçileri de emperyalizme ve savaşa karşı mücadele edeceklerdir. Kürt ulusal özgürlük mücadelesi somutunda olduğu gibi, ezilen ulusun kurtuluşu sorunu; ezilen ulus ile ezen ulus burjuvazisi arasındaki çelişki üzerinden ve emperyalizm olgusuyla ilişkisi üzerinden şekillenir. Ezilen ulusun siyasal özgürlüğü için mücadele sürecinde, bu mücadelenin gelişme seyrine bağlı olarak, ulusal etken, emek-sermaye çelişkisini arka plana iterek öne çıktığında da onu ortadan kaldırmış olmaz.
Baydar, “klasik işçi sınıfı” ve “mutlaklaştırılmış tek çelişki” eleştirisiyle toplumsal çelişkiler ve toplumsal sınıflar, ezilen farklı kesimlere ilişkin görüşlerini ayrıntılandırırken, toplumsal sorunları ve çözümünü, bu sorunların kaynağından ya önemli oranda soyutluyor ya da ilişkilendirmeyi tek yanlı olarak yapıyor. Yukarıda ileri sürdükleri üzerinden belirtilirse, ilkin, “Toplumun ve tarihin, hele de günümüzde, mutlaklaştırılmış tek bir çelişkiyle açıklanamayacağı”, “çözümün de sadece bu çelişkinin çözülmesiyle sağlanamayacağı” yönündeki tiradın bir saptırmadan ibaret olduğunu söylemek gerekir. Bu bir çarpıtmadır; çünkü tarihin ve toplumun “mutlaklaştırılmış bir tek çelişki” ile açıklanmasıyla, emek-sermaye çelişkisinin kapitalist üretim sisteminin, kapitalist toplumun temel çelişkisi olduğunu söylemek aynı şey değildir. Değildir, çünkü ne tarih kapitalizmin tarihinden ibarettir ne de bir üretim tarzı ve toplumda, bütün öteki çelişkilere de kaynaklık eden temel çelişkinin varlığından söz etmek, bütün öteki çelişkileri yadsımak/yok saymak ya da azımsamak anlamına gelir.
Emperyalistler arası çelişki, örnek olsun, kapitalizm temeli üzerinde ve kapitalist pazar için rekabetin ürünü olarak ortaya çıkarken, rekabet içindeki –ve çıkar çatışmasının savaşlara dek varması da dahil– güçlerden birinin geriye atılması ve yenilgiye uğratılması durumunda dahi, kapitalist temel varlığını sürdürmekle kalmaz; emperyalizm ve emperyalist güçler de, aralarından birinin yenilgiye uğratılıp geriye atılması durumunda dahi, ortadan kalkmış olmazlar. Ulusal baskı altındaki herhangi ezilen ulusun ezen ulus boyunduruğundan çıkışı, farklı sınıfların, grup ve kesimlerin hem bu ulus bünyesinde hem de ayrıldığı ya da özgür iradesiyle birlikte yaşamaya karar verdiği ulus içinde varlığını sürdürme olanaklarını ortadan kaldırmaz. Baydar’ın “aynı ağırlıkta”ki çelişkiler yaklaşımı doğru olsaydı eğer, temelinde pazar sorunu olan ulusal çelişkilerin, ya da yine pazar ve etki alanları için mücadelenin yol açtığı savaşların, veya günümüzde aktüel sorunlardan biri olarak dini/mezhebi çatışmaların şu ya bu biçimde “çözülmesi”yle tüm bu çelişkilerin üzerinde yeşerdiği kapitalist temelin ortadan kalkması gerekirdi ki, bunu, ne o ileri sürebilir, ne de böylesi bir varsayım ya da kurgunun gerçekle ilişkisi kurulabilir. Yazar, kapitalizmi belirleyen temel çelişki ile, artıdeğer sömürüsü üzerinde şekillenen diğer başlıca çelişkileri aynı ağırlıkta göstererek, nitelik farklılıklarını göz ardı etmiştir. Yazarın, hedef öznesini belirsiz bıraktığı ve fakat toplumsal kesimlerin ilişki ve çelişkilerinin “sadece” emek-sermaye çelişkisi ve üretimdeki yerleri üzerinden tanımlandığı varsayımı üzerinden yönelttiği eleştiri, dayanaktan yoksundur. “Çelişkilerin tümünü aynı değerde ele alan ve denkleme katan bir bakış geliştirilmesi” önerisiyle de, yazar, çelişki eşitleyiciliğine soyunmuş; toplumsal çelişkiler sorununu yerel/lokal ve dar alanda olanlara indirgemiştir.

“YENİ İTİCİ GÜÇ” ARAYIŞI VE MAĞDURİYET GİYSİLİ MUĞLAK “ÖZNE”!
Oya Baydar, devrim potansiyelinin işçi sınıfından başka emekçi sınıflara doğru kaydığını ileri sürerken, “klasik işçi sınıfıyla sınırlandırılamayacak yeni bir itici güç”; “artıdeğer yaratarak kapitalist sömürüye maruz kalan beyaz yakalılar”; “bilimsel teknolojik devrimin ürünü olan yeni emekçi sınıflar” vurgularıyla birlikte “mağdur” toplumsal grupların varlığına sözüm ona dikkat çekmesiyle “tarihin yeni öznesi” olarak gördüklerini ortaya koyuyor.
“Sadece sınıf analizi ve sınıf pusulasının eksikten öte yanlışlara sürüklediğini deneyimle”diğini belirten yazar, “artık ‘o işçi sınıfı’nın ana akım ve ana güç olmadığı”nı; devrimin de “eski bildik biçimlerde gerçekleşmeyeceğini”; şayet devrim için mücadele edilecek ve devrim yapılmak istenecekse, “klasik işçi sınıfıyla sınırlandırılamayacak yeni bir itici güç” bulmak gerektiğini belirtmektedir. Sınıf ve sınıf temelli devrim anlayışına itiraz yönünden çok şey; yeni itici güç ve devrimi gerçekleştirme “biçim”leri yönünden belirsiz, muğlak ve hatta hiçbir şey söylemeyen yazarın iddiaları üzerinde yukarıda esasen durmuş bulunuyoruz. Ancak biraz daha açmakta yarar var: Yukarıdaki bölümlerde, bizzat kendi anlatımından hareketle Baydar’ın “klasik işçi sınıfı”nı sanayi proletaryasıyla sınırlı ya da ağırlıklı olarak ondan oluşmuş sayarak, bilimsel-teknolojik “devrimin ürünü” yeni sınıf unsurları (“beyaz yakalılar”) eklemesiyle sınıfın yapısal ve nitel değişime uğradığını ileri sürdüğü, ancak bu “analiz” ya da “tespit”te yeni bir yan olmadığı; buna karşın bunun yazar tarafından Marksist sınıf analizini “tek boyutlu” ve “eksik” nitelemenin aracına dönüştürüldüğü gösterildi. Baydar, aradığı ya da kendince bulduğu “yeni itici güç”ün kimliğini açık etmemekte; bu gücün “mavi tulumlular”+ “beyaz yakalı” işçilerden mi ibaret olduğunu muğlak bırakmaktadır. Bu muğlaklık, yazarın tüm beyaz yakalıları yeni itici güç içinde değerlendirdiği yönünde yorumlanabilir olmakla birlikte, makalesinin kapsamı içinde değindiği “aynı ağırlıkta” çelişkiler bağlamıyla bu “yeni güç” ezilen ve baskı altında tutulan, yazarın deyişiyle mağdur edilen herkesi kapsayan bir “çokluk” olarak da görülebilir. Baydar’ın “klasik işçi sınıfıyla sınırlandırılamayacak yeni bir itici güç”; “mezar kazıcılığı ve yıkıcılıkla yetinmeyen, yeni dünyanın inşaına katılan, o dünyanın parçası olan yapıcı bir güç” arayışı, bu muğlaklık ve esnekliğiyle, her iki durumda da sorunlu ve yanlıştır. Bu “arayış”ta saklı duran bir diğer öge, “mezar kazıcılığı ve yıkıcılıkla yetinme” formasyonu-eyleminin “klasik işçi sınıfı”na; “o işçi sınıfı”na layık görülmesidir. Baydar, “yıkıcılıkla yetinmeyen, yeni dünyanın inşasına katılan, o dünyanın parçası olan yapıcı güç”ün kimliğini her nedense açıklamamıştır. “Yeni dünyanın inşasına katılacak” gücün farklılığını ve onu şekillendiren özelliklerini muğlak bırakan ve bir “yeni özne” tarifi yapan yazarın, sözünü ettiği, işçi sınıfının anti kapitalist mücadeledeki müttefikleri sorunu değildir. Baskı ve sömürüye hedef olan kent-kır yoksullarının, ezilen ulusun talep ve sorunlarının sahiplenilmesiyle proletaryanın kapitalizme karşı ve sosyalizm için mücadelede başarıya ulaşmasının sadece kolaylaşması yönünden değil, kendi kurtuluşunun, baskı ve ezme politikalarının her görünümüne karşı mücadeleden geçmesi nedeniyle de kendi dışındaki emekçi kesimlerle birlikte olmaya gereksinimi vardır. Ne var ki, yazar, sosyalizm amaçlı mücadelede, “klasik işçi sınıfı”ndan farklı bir “yeni itici güç” arayışındadır. Bu “yeni itici güç”ün ezilen ulus ve halklar, ezilen cins, ekolojist gruplar olup olmadığını da belirsiz bırakmıştır.
“Toplumun ve tarihin, hele de günümüzde mutlaklaştırılmış tek bir çelişkiyle açıklanamayacağını; çözümünde sadece bu çelişkinin çözülmesiyle sağlanamayacağını” belirten yazara, bu düşünceye varmasını gerekli kılan bir bakış açısını “gördüren”, ancak onun açıklamaktan geri durup sadece iddia ederek, bu varsayımsal iddiasının doğruluğunu “kanıtladığı”(!) bir tartışma ve “analiz” yöntemiyle karşı karşıyayız. Yazar, kapitalist üretim sisteminin emek-sermaye çelişkisi temelindeki analizinden hareketle bu sonuca varmıştır, ama yukarıda gördük ki, o, aynı zamanda Marx’ın bu analizinin 150 yıl sonra yine geçerli olduğunu da kabul ettiğini açıklamıştır. “Mutlaklaştırıldığı”nı belirttiği emek-sermaye çelişkisinin artıdeğer sömürüsü temeli üzerinden şekillendiği ve kapitalist üretimin artıdeğer üretimi olmaksızın söz konusu edilemeyeceğini yazar da teslim edecektir. Ama eğer böyleyse, artıdeğer sömürüsü ve emek-sermaye çelişkisi temelli bir kapitalizm analizinin, –bu analiz yöntemi kimi kişi ve kesimler tarafından kaba materyalist, idealist ve mekanist bir “mantık” ve yaklaşımla çarpıtıldı diye–, “mutlaklaştırılmış” olmasından ve “günümüzde” açıklayıcı olmaktan çıktığından nasıl söz edilebilir? “Toplumun ve tarihin…mutlaklaştırılmış tek bir çelişkiyle” açıklandığı iması ve iddiası, toplum ve tarihi kapitalizmin tarihine indirgeme yüzeyselliğinin yanı sıra, kapitalist üretim tarzını artıdeğer üretimi ve emek-sermaye çelişkisi temelinde irdelenmesini çelişkinin mutlaklaştırılması olarak görür. İnsanlık tarihine, Engels’in deyişiyle insanla birlikte girilir ve tarihin “açıklanması”, iktisadi-sosyal koşullar ve ilişkilere bağlı olarak ilkel komünal, köleci, feodal ve kapitalist toplumlar tarihi yönünden farklılıklar gösterir. Emek-sermaye çelişkisi ise kapitalist topluma ilişkindir ve haliyle de işçi sınıfı ile tarihin bağı ancak onun tarih sahnesine geldiği kapitalizm koşullarında kurulabilir. Baydar, bu “ayrıntıları” gözden kaçırmıştır! Çelişkilerin tümüne “aynı ağırlıkta” önem verilmediği gerekçesine dayandırılan bu yüzeysel bakış açısı, farklı nitelikte çelişkileri “aynı değerde” görmesi/kabul etmesi nedeniyle de çelişkili ve sorunludur. Yazar, insanların sübjektif tutum ve davranışlarını “daha derinden etkilediği”ni belirttiği çelişkilerin karakterini ortaya koymadığı gibi, devrimin “yeni itici gücü”nün ‘kimliği’ni de belirsiz ve muğlak bırakmıştır.
“İnsanları ve toplumları çok daha derinden etkileyip biçimlendiren farklılıkları, çelişkileri, konumları” günümüz gelişmeleriyle bağını abartarak yeni ortaya çıkmış gösteren yazarın görüşü, İrlanda, Polonya ve Çek sorunu gibi 19. yüzyıldakileri bir yana, uluslar hapishanesi olarak anılan Çarlık Rusyası özgülündeki “ulusal”; tüm sınıflı toplumlar boyunca devam edip gelen ve kapitalist sömürü koşullarında daha sinsi, daha inceltilmiş yöntemlerle süren kadının ezilmesi ve ikinci cins olarak erkeğe tabi kılınması gibi “cinsiyetçi”; kâr için yaşam alanlarının ve genel olarak doğanın tahribi gibi “çevre”sel sorunların günümüzden hayli zaman öncesindeki gerçekliği açısından da isabetsizdir. Ne emperyalist savaş, işgal ve saldırılar, ne ezen-ezilen ulus ilişkisi, ne kadının ikinci cins konumunda baskıya tabi tutulması ne de doğanın tahribi zaman açısından günümüze ilişkin olarak ilk kez önemli hale geliyor değildirler. Ancak, şu noktalar dikkatten kaçmamalıdır: ezilen ulusun kurtuluş sorunu, ulusal baskı ve ayrımcılığın kapitalist kaynağından soyutlanamaz ve pazarlar üzerine rekabet göz ardı edilerek doğru ve sağlam temele oturtulamaz. Emperyalist savaş, işgal ve saldırılara karşı mücadele, ezilen ulusun burjuvazisi için kendi pazarına sahip olma sorunu iken, bu ulusun proleter ve emekçi kitleleri için ulusal baskının son bulması, siyasal özgürlükler ve sömürüye karşı mücadele özelliği gösterir. İşçi sınıfı, ulusların baskı altına alınmalarına, boyunduruk altında tutulmalarına karşı ulusal tam hak eşitliği için mücadele eder ve fakat ulusal baskının kapitalizmin ürünü olarak şekillendiğini ve gerçek bir çözümün ancak kapitalizmin tasfiye edildiği koşullarda mümkün olacağını da akılda tutar. Kadının ikinci cins ve erkeğe tabi konuma itilerek baskı ve eşitsizlik hedefi haline getirilmesinin sınıfların ortaya çıkışıyla bağlı oluşu, sorunun sınıf sömürüsü ve mücadelesinden soyutlanmadan ve kesin çözümünün emek-sermaye çelişkisinin çözümüne bağlı olduğu bilinerek ele alınmasını gerektirir. Ezilen cinsin kendi içinde de mülk sahibi burjuva, küçük burjuva, işçi-emekçi kadın olarak bölünmüş olması ve sömürülüp ezilenin esas olarak işçi-emekçi kadın oluşu, kadın sorununu esas olarak emekçi kadın sorunu olarak belirginleştirir ve kadının kurtuluşunu emekgücü sömürüsünün ortadan kaldırılmasıyla bağlı hale getirir. Kâr amaçlı kapitalist üretimin ve burjuva yağmasının yol açtığı doğanın kapitalist  tahribinin durdurulması; yaşam alanlarının korunması, toprağın, havanın, kara ve deniz sularının zehirlenmesinin engellenmesi ile emperyalist büyük güçlerin ve tekellerin başını çektikleri kapitalist yıkımın son bulması mücadelesi birbirinden ayrı tutulamaz.
Marksistleri, toplum ve tarihi “mutlaklaştırılmış tek bir çelişki” üzerinden değerlendirmekle suçlamak için, yazarın, emperyalizme ve kapitalist sömürüye karşı mücadelenin sorunlarıyla ulusal hak eşitliği, kadın-erkek eşitliği, dini-mezhepsel farklılıkların insanlar arasında baskı nedeni olmaması için yürütülen ideolojik-politik mücadeleden “habersiz olması”(!) dışında bir gerekçesi yoktur. Marksizm ve Marksistler emek-sermaye çelişkisiyle tüm öteki toplumsal çelişkiler arasındaki bağı olanca açıklığıyla ortaya koymuşlar,  “azınlıklar”ın, “farklı kimlik grupları”nın, ezilen cins ve ulusların ya da örneğin farklı ülkelere iktisadi ve siyasi nedenlerle göç etmiş olan emekçilerin, ayrımcı politikalara karşı mücadelesini sahiplenmiş ve içinde yer almışlardır.
Oya Baydar, toplumsal değişimi, bilim ve teknikteki gelişmeleri işçi sınıfı yönünden olumsuz; “mağdur gruplar” açısından olumlu etkenler listesine yazarak, nesnel gerçekleri tek yanlı yorumlara tabi tutmuştur. Sınıfın “nitelik değişimi” üzerine ileri sürülenlere dayanak gösterilen “bilimsel-teknolojik devrim” kaynaklı değişim ve gelişmelerin tek yanlı, tek boyutlu, ve sınıfa karşı bu yorumu, kapitalizmin temel toplumsal formasyonları ve sınıflar arası ilişkilerinin nitelik değişimine uğradığı görüşünden beslenmektedir. Kanıtsız olarak ileri sürülmüştür ve dayanaktan yoksundur.

“SOL” LİBERAL İDEOLOJİK BASKIYA KARŞI MÜCADELENİN ÖNEMİ
İşçi sınıfının “üretim sürecindeki yeri ve toplumsal konumunda, gelişmelere bağlı olarak yaşanan değişimin, devrimci potansiyeli ve toplumun devrimci değişimindeki rolünü belirleyici olmaktan çıkardığı” yönündeki sistematik propaganda, kim tarafından ve hangi amaçlarla yürütüldüğünden bağımsız olarak, proletarya ve emekçilerin mücadele ve örgütlenme eğilimine karşı, onu zaafa uğratıcı ve zayıflatıcı bir işlev görmeye devam ediyor. Bilimsel-teknik gelişmeleri, yeni üretim araçları ve üretim dallarını, iş ve üretimin örgütlenmesinin yeni biçimlerini, sınıf bileşimini ve mücadele ve örgütlenmenin konjönktürel düzeyini dayanak edinerek, “nerede o eski işçi sınıfı, sınıf nitelik değiştirdi, sadece işçi sınıfıyla ileri gidilemez!” anlayışını yaygınlaştıran söylem ve bu söylemi besleyen sözüm ona nesnel dayanaklara sahip teori, sermayenin değirmenine su taşımış; işçilerin özellikle ileri kesimleri üzerinde bir tür ‘mahalle baskısı’ oluşturmuştur.
Bu durum, özellikle “sol” adına; hatta Marksizmi savunma iddiasıyla ve fakat Marx’ın kuramını ya tahrif ederek ya da bilimsel-teknolojik “devrim”in, toplumsal ve tarihsel değişimin sonucu olarak “günümüz toplumunu açıklayıcı olmadığını” ileri sürerek, sol-liberal yazar, sosyolog ve iktisatçıların yürüttükleri karşı propagandanın deşifre edilmesini daha da önemli hale getiriyor. Bugüne dek yürüttüğümüz tartışmalara da konu olduğu üzere, liberal-sol eleştirinin en fazla yoğunlaştığı konu, emek-sermaye çelişkisi ve Marksist sınıf tahlilidir. Bu ‘nokta’, burjuva ideolojik saldırının da en fazla yoğunlaştığı; sivri oklarını yönelttiği hedeftir. Bu da, Marksist sınıf analizi konusundaki netlik ve hassasiyetin, bu saldırıların püskürtülmesi açısından taşıdığı önemi gösterir.
Bitirirken bir kez daha vurgulamakta yarar var. Sınıf ilişkileri, üretim sürecinde tutulan-bulunulan yere göre ve ekonomik, siyasal, ideolojik, kültürel vb. tüm yaşam etkenleri ve ilişkileri içinde şekillenir. Kapitalist üretim süreci, artıdeğer üretiminin gerçekleştirildiği bir süreçtir ve emekgücü olmaksızın sermayenin kendini büyütmesi olanağı yoktur. Emeği, sermayenin kendini büyütmesini sağlayan işçinin “mavi tulumlu” mu “beyaz yakalı” mı olmasından bağımsız olarak, işçi sınıfının anti kapitalist mücadelenin temel gücü olması, bu olgu ve ilişki ile dolaysız bağlıdır. İşçi sınıfını öteki emekçi sınıf ve toplumsal kesimlerden farklı kılan özelliği, üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmaması ve kapitaliste, kendisine –emek gücü karşılığı olarak– ödenenden daha fazla bir değer, artıdeğer üreterek, sermayesini büyütme olanağı sağlayan üretici güç olmasıdır. Kapitalizm emekgücü sömürüsü gerçekleşmeksizin varolamaz ve bu nedenledir ki, kapitalist gelişmeden söz edildiği yerde proletaryanın gelişip güçlenmesinden de söz ediliyor demektir.  “Küreselleşen sermaye ve üretim” evrensel bir işçi sınıfının oluşumu yönündeki gelişmeye ivme kazandırmıştır. Proletarya nicel olarak artmış (günümüzde dünya nüfusunun yarısını oluşturuyor), uluslararası mücadele ve dayanışmasının nesnel koşulları daha da olgunlaşmıştır. Kapitalist rekabetin ve üretimin parçalı/esnek biçimlerinin işçilerin saflarında yarattığı bölünme ve rekabete karşın, birlikte mücadele ve devrimci birleşme sınıf hareketinin tarihsel eğilimi ve gelişmesinin asıl yönü olmaya devam ediyor.
İşçi sınıfının “kendinde sınıf” halinden “kendisi için sınıf” olma durumuna geçmesi yönünden gelişmelere baktığımızda, 19. ve 20. yüzyıldaki durumuyla bugünkü durumu arasında ciddi farklılıklar olduğu doğrudur. Ama işçi sınıfının “kendinde sınıf” durumundan “kendisi için sınıf” durumuna değişiminin kendiliğinden hareketinin içinde ve kendiliğinden gerçekleşmediği de sınıfın mücadele tarihinin deneyimleri arasındadır ve en açık ve net şekilde Lenin tarafından ortaya konmuştur. İşçi sınıfının kendiliğinden hareketin sınırlarında tutulmasınden ibaret bir politikayı benimseyip sürdüren ekonomist-uzlaşması partiler ve sendikalar pratiği bu bakımdan büyük sorumluluk altındadır. İşçi sınıfı partileri ve sınıfın mücadele merkezleri olma iddiasındaki sendikaların devrimci bir çizgide mücadelesi bu “geçiş” için olmaz ise olmaz önemdedir. İşçi sınıfı hareketine dair sorunların “ideolojik-psikolojik” unsurlarla izahı kuşku yok ki yetersiz ve sorunun öznel ve nesnel çeşitli diğer unsurlarını örtme gibi bir tehlike içerecektir. Buna rağmen, “taşıma rüzgarla olmaz” yaklaşımı, hareketin kendiliğindenliğinin aşılması için yapılması gerekenleri önemsizleştirici bir örtü olmaya elverişlidir. İkisinden de kaçınılması şarttır. Kendiliğindenlik kendiliğinden aşılamaz.
İşçi sınıfının 20. yüzyılın sonlarından başlayarak ya da esas olarak 21. yüzyılda nitelik değişimine uğrayarak diğer ezilen kimlik kesimleriyle “eşit ağırlıklı özne” durumuna gerilediği iddiası, kapitalizmin özsel olguları yönünden de dayanaksızdır. Buna rağmen, bu türden mekanist-teknolojist ve kaba indirgemeci anlayışlarla ideolojik mücadele önemli olmaya devam ediyor.

15. Latin Amerika Marksist Leninist Partiler Toplantısı deklarasyonu

Dünya işçileri ve halkları ile birlikte, israil hükümeti ve ordusunun filistin halkına yönelik soykırımını lanetliyoruz!

Uluslararası Marksist Leninist Partiler ve Örgütler Konferansı’nın kuruluşunun ilan edildiği Quito Deklarasyonu’nun 20. yıldönümüyle paralel olarak, Latin Amerika Marksist Leninist Komünist Partileri, Türkiye ve İspanyalı Marksist Leninist Komünistlerinin de dostça katılımlarıyla birlikte, geçtiğimiz yıl yaptığımız özel ve genel çalışmamımızı değerlendirmek; genel olarak dünya ve özel olarak Latin Amerika ülkelerindeki durum ile ilgili perspektifimizi analiz etmek amacıyla bir araya geldik.
Gerçekleştirilen sunum ve tartışmalarda gözlemlediğimiz, farklı düzey ve boyutlardaki eksikliklere rağmen, partilerimizin aktif oldukları; işçi sınıfı ve halk kesimlerini birleştirmek, siyasi iktidarı ele geçirme perspektifiyle siyasi pozisyonlarını yükseltmek, mücadelelerini ilerletmek, farkındalık yaratmak; yanı sıra saflarını genişletmek, ulusal politik hayat içinde etkili politik güçlere dönüşmek için yoğun çaba harcadıklarıdır.
Daha derin ve sürekli bir dikkat gösteremiz gereken karmaşık bir sürecin tam ortasında şekilleniyoruz. Latin Amerika, ABD emperyalizminin ve diğer emperyalist güçlerin temel etki alanı olmaya kesin olarak devam ederken, Avrupa Birliği ve alışık olmadık şekilde Çin ve Rusya; BRICS aracılığıyla bu alanın oluşturduğu pazar ve doğal kaynaklarından pay almak için acele etmekte, bu, Latin Amerika’yı emperyalistler arası çekişmede önemli bir bölgeye dönüştürmektedir. Bunlar siyasi yansımalara neden olmakta ve olmaya devam edecektir, konuyu akıllılıkla ele almamız gerekmektedir.
Latin Amerika’nın durumunu karmaşıklaştıran bir başka konu ise, yıpranmış neoliberal reçetelerle bağlanmış kukla hükümetlerden daha fazla, bazı ülkelerde sistem politikalarının, ilerici hatta sol olarak tanımlanan; halklarımız üzerindeki etkilerini önemli oranda koruyan hükümetlerin programları aracılığıyla ifadelerini bulmalarıdır.
Ülkelerin çoğunluğunda demokratik hakların ve kamusal özgürlüklerinin kısıtlanması; eylemlerin kriminalize edilmesi, devrimci militanların, sendikal aktivistlerin ve genel olarak toplumsal aktivistlerin, sadece varsayımlara dayanarak ve halk kitleleri lehine ya da hükümete muhalif politik etkinlikler örgütleme gerekçeleriyle; terörizm ve devlete isyana kadar vardırılan suçlarla yargılanmaları yönünde yükselen bir eğilim mevcuttur.
Kıtamızdaki bu eğilimi doğrulayan tutumlar Arjantin, Brezilya, Kolombiya, Meksika, Peru, Şili, Paraguay, Ekvador ve Orta Amerika ülkelerinin çoğunda gözlemlenmektedir.
Bu olumsuz eğilim, bizi, demokratik hakların savunulması ve insan hakları kazanımları için verilecek mücadelenin, aynı zamanda partilerimiz ve halklarımız arasındaki enternasyonalist dayanışmanın yükseltilmesi zorunluluğuyla karşı karşıya bırakmaktadır.
Genel durum, partilerimiz için, teori ve bugüne kadar sınırlı olarak geliştirdiğimizden daha geniş ve yoğun propaganda çalışması yapılmasını dayatıyor.
Karşımıza çıkan bir çok olgu arasında BRICS projesi ve politikaları da bulunmaktadır; bunlar, halklarımız arasında, üye ülkelerinin hükümetlerinin yakın günlerde özel olarak vurguladıkları üzere, Çin, Rusya ve Brezilya hükümetlerinin sol eğilimler tarafından yönetildiğine inanılması türünden çokça kafa karışıklığı yaratmaktadır; gerçek ise, ilk ikisinin emperyalist pozisyon aldığı ve üçüncüsünün de emperyalizmle ittifak halinde burjuva bir hükümet olduğudur.
Kitleleri aldatan ve solun gerçek pozisyonunu ve itibarını sarsan kendilerini solcu olarak tanımlayan hükümetler kurulması projesinin emperyalist karakterini, özel çıkarlarını ve politikalarını teşhir etme görevi önümüzde durmaktadır.

Propagandamız, devrimci ve sosyalist idealimizin, ülkelerimizin, işçi sınıfının ve halkların sorunlarının gerçek çözümü olduğunu göstermeli; Kuzey Amerika , Avrupa Birliği ve BRICS emperyalizminin halk düşmanı ve ulusal olmayan karakterini açığa çıkarmalıdır.
Etkinlik ve tartışmalarda, politikaların ögeleri şu ya da bu biçimde öne çıkabilir, fakat aynı içerik ve amaçla Latin Amerika’da uygulanmaktadırlar, tüm bu politikalar sermaye birikiminin artışını sağlamaya yöneliktir; bu politikalar şunlardır:

1-ÇOKULUSLU ŞİRKETLERE ÖDÜNLER. Finansal sermayenin ve çokuluslu şirketlerin yeni yatırımlar bulma, kârlarını koruma ve ve hammade kaynaklarını kontrol etme çabasının bir parçası olarak, aralarında madenler, gaz ve petrolün bulunduğu doğal kaynakların, çıkartılması ve sömürülmesi.
Maden arama ve çıkarma faaliyeti için imtiyazlı toprak edinme politikasının çevre, tatlı su kaynakları, yerli topluluklar ve yerel nüfus üzerindeki korkunç etkisi gizlenmektedir.

2-GDO’LU TARIMIN DESTEKLENMESİ. Sermayenin rant alanlarını tarımsal üretim ile genişletmek için açlıkla savaş üzerine sahte bir tartışma yürütülüyor; halklarımızın üretim kültürünü ve ulusal bağımsızlığını etkilediği gibi insan sağlığına da zarar veriliyor.

3-MEVCUT HÜKÜMETLERİN EKONOMİK BÜYÜME ADI VERDİKLERİ POLİTİKALAR. Kalkınma bu değildir: Düşük maaşlar, işçilerin ve genel olarak halk kesimlerinin kazanım ve haklarından yapılan kesintiler ve doğal kaynakların tahribi üzerinde yükselmektedir. Uluslararası alanda rekabet edebilirlik adı altında bu “büyüme” politikaları belirttiğimiz içeriğe dayanmakta; GSYİH’nin büyümesini teşvik etmekte, aynı zamanda, halkın çoğunluğunun yoksulluğunun devam etmesine ya da daha da yoksullaşmasına sebep olmaktadır.

4-YASA, GENELGE, YÖNETMELİK VE SÖZLEŞMELERİN ADAPTASYONU. ‘Hukuk devleti’ ve ‘yönetişim’ hüsnükabulleriyle sayılan imtiyazların devamı mümkün kılınmakta, çokuluslu şirketlerin ve genel olarak sermayenin yatırımlarının üzeri örtülmektedir.

5-YENİ KALKINMACI POLİTİKALAR. Devlete, özel sermaye ile kavga etmeyeceği yeni yatırım alanları açma gücü vermekte, dahası, sermayenin sirkülasyonunu için yeni bulvarlar açmaktadır; bu arada, genel olarak ‘sosyal yardım’ için yapılan harcamalar, kamusal olanın özelleştirilmesinin etkilerini azaltmak ve yoksulluğu maskelemek için kullanılmakta, fakat esasta seçim rüşveti olmanın ötesine geçememektedir.

6- İÇ VE DIŞ BORÇLANMA POLİTİKALARI. Finans kapital ve iş adamlarının ihtiyacı doğrultusunda devlet tahvillerinin ihracı aracılığıyla, ülkelerin doğal rezervlerini ipotek olarak kullandıklarının farkında olarak, ulusal egemenliği tahrip edecek şekilde; halklara daha fazla vergi yükü olarak dönen ve kamuya, sosyal yatırımlara ayrılan, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik aracılığıyla halkın yararına kullanılması gereken bütçelerde kesintiye neden olunmaktadır. Genel olarak tüm ülkelerimiz, yankıları büyük olan bütçe açıklarıyla karşı karşıyadır.

Bu politikaların pratikteki uygulamaları halkların yanıtıyla karşılık bulmuştur. Ülkelerin çoğunda, doğal kaynakların çokuluslu şirketlere aktarılmasını reddeden, ücretlerin iyileştirilmesi ve çoğunluk için demokratik hakların sağlanmasını talep eden önemli halk mücadeleleri geliştirilmiştir.
Her ne kadar bu mücadeleler bir halk hareketi patlaması olarak ifadelerini bulmuş olmasa da, büyüyen bir eğilim içindedir, önemli olan ve partilerimizin dikkate alması gereken bu mücadelelere; bahsedilen politikaların biri ya da diğerinden etkilenmiş farklı toplumsal kesimlerin katılıyor olmasıdır. Katılımdaki çeşitlilik nedeniyle bu hareketler, henüz başlangıçlarında da olsalar, partilerimizin teşvik ve liderlik etmesi gereken halk cepheleri biçiminde ifadelerini bulmaktadırlar.
Bu politikaların ortaya çıkardığı gerçeklik, onları savunan ve sürdüren hükümetlere, siyasi ve kurumsal rejimlere muhalif olanlar için toplumsal temelleri genişletmekte olduğudur. 
Ve burada siyasi taktik ve çizginin önemi devreye girmektedir.

Yaptığımız tartışmalarda, Marksist Leninist Partiler ve Örgütler Konferansı’nda bir araya gelen parti ve örgütler olarak, her ülkede, o ülkenin özgün gerçekliklerine uygun kompozisyon ve bileşimde halk cepheleri kurulması politikaları geliştirme ihtiyacı üzerinde duruldu. Ve bu yaklaşımın doğru olduğu ve bu konuda daha fazla çalışmamız gerektiği sonucuna vardık.
Devrimcilerin önünde duran mücadele budur: Geniş, güçlü, kitlesel; resmi politikaya ve sermayenin, çokuluslu şirketlerin çıkarlarına darbe vuracak, mücadelede bir iktidar alternatifi olacak bir cephe biçimlendirmek. Bu görev bizi, çözümü zor, hatta neredeyse imkansız diğer zorluklarla da karşı karşıya getiriyor; Marksist Leninist komünistler olarak işçi sınıfının, halklarımızın kavgada öncü ve devrimci rolünü yerine getirmesini sağlamak; saflarımızı büyütmek, kitleler içinde daha fazla kök salmak, devam eden siyasi süreçlere liderlik edebilecek kapasitede komünist partilere dönüşmek.
Bunun yapabilmek için halk kesimlerini her zaman dikkate almalı; acil ihtiyaçlarının ne olduğu, bilinçlerinin hangi seviyede olduğunu göz önünde bulundurmalı, onlarla birlikte eylem ve düşünceye nüfuz etmeliyiz; ihtiyaç ve taleplerini bir mücadele platformunda birleştirebilmeli; mücadeleye katmalı, bilinçlerinin yükseltmesini dert edinmeli ve bu süreçte siyasi liderlerinin öne çıkmasını sağlamalıyız.
Bu, partilerimiz için bir siyasi hat meselesidir, kadın ve erkek militanlarımız aracılığıyla ifadesini bularak gerçekliklere dönüşür, politikamızı tanımlar. Militanların politik ve teorik eğitimi ve kitleler arasında siyaset yapma ve mevcut siyaseti ilerletme yetenekleri, partilerimizin bu yaklaşımı hayata geçirebilmesi için yaşamsal önemdedir.
Önümüzdeki zorlukların ve taahhütlerimizin bilincinde olarak, işçi sınıfı ve emekçilerlerle birlikte, CIPOML’nin diğer ülkelerde Marksist Leninist parti ve örgütlerin inşaasına kılavuzluk etmesi için büyük bir kararlılıkla çalışmaya devam edeceğiz.
Bu taahhütlerde, gerçekliklerimizin, hem devrimci çalışmanın karmaşıklığı ve zorluklarının ve hem de aynı zamanda uygun koşullarının da farkında olarak bulunuyoruz.
Ve bu anlamda, özellikle militanlarımız arasında, daha fazla çalışmamız ve ancak böyle büyüyebileceğimizin bilincinin yayılması için her şeyi yapmamız gerektiğinin daha fazla açıklık kazanması için kendimizi zorlamalıyız.
Bugün, 2008’de başlayan küresel krizin zirvesine ulaştığını işaret eden ekonomik iyileşmeye yönelik belirtiler kaydedilmesine rağmen, birçok ülkenin dış borçlarının yüksekliği ve geri ödemeler için hükümetlerin kamu harcamalarının büyük çoğunluğunu kullanmak zorunda kalmalarının yanı sıra vergi açıkları, yüksek işsizlik ve dönemsel çalışma oranları ortadır; bunların tümü, büyüme eğilimini tersine döndürecektir.
Bunun da ötesinde, devrimci propaganda ve ajitasyonun önemli bir ögesi olarak, kapitalist sistem zalimce halkların yaşamlarını parçalamaktadır. Bir kişinin bile onurlu bir iş bulamadığı milyonlarca hane bulunmaktadır; diğer sorunların yanı sıra milyonlarca genç eğitim ve istihdama erişememektedir.
Ekonomik krizden çıkış dönemi, dünya ölçeğinde, tekeller ve emperyalistler arası anlaşmazlıkları da yoğunlaştırmıştır. Sermayenin açgözlülüğü doruğuna çıkmış, krizin neden olduğu üretici güçlerin yıkımından fayda sağlama ve enerji, temel maddeler, ucuz iş gücü ve tüketici pazarları gibi birincil stratejik merkezlere sahip olabilme amacıyla, çatışmaları ve karşıtlıkları keskinleştirmiş, saldırı, savaş ve halklara yönelik işgalleri kışkırtmış, emperyalistler arasında anlaşmazlıkları çatışma noktasına getirecek kadar büyütmüştür.
Bu, başka şeylerinin yanı sıra, Ukrayna ve Suriye’de, Afrika kıtasında çatışmaların büyümesinde; Irak’ta anlaşmazlıkların yeniden yapılandırılmasında, Çin ve Vietnam arasındaki çelişkilerin ortaya çıkmasında ifadesini bulmuştur.
İsrail hükümeti ve ordusunun Gazze Şeridi’nde Filistin halkına yönelik kanlı saldırısı ise özel olarak bahsedilmeyi hak ediyor; soykırım, Kuzey Amerika emperyalizminin alkışları ve Avrupa Birliği ile Birleşmiş Millerler’in sessiz suç ortaklığı ile hayata geçirilmiştir.
Kahraman Filistin halkıyla; emperyalist güçlerin saldırılarına ve sermaye baskısına karşı mücadele eden tüm halklar ve emekçilerle devrimci dayanışma içinde olduğumuzu bir kez daha yineliyoruz. 

Devrimci Komünist Parti – Brezilya
Kolombiya Komünist Partisi (m-l)
Ekvador Marksist Leninist Komünist Partisi
Meksika Komünist Partisi (m-l)
Peru Komünist Partisi (m-l)
Komünist Emek Partisi – Dominik Cumhuriyeti
Venezuela Marksist Leninist Komünist Partisi

İspanya Komünist Partisi (m-l)
Emek Partisi -EMEP- Türkiye

Ekvador, Temmuz 2014

İran’da marksistler birleşti

Sevgili yoldaşlar, komünistler, İran’lı işçi ve dostlar,
Bu deklarasyon ile tüm Marksist-Leninistleri, İran işçi sınıfı ve halklarını, İran Emek Partisi (Toufan) ile Toufan-Rahe Ayandeh Marksist-Leninist Örgütü’nün birleştiğini bildiriyoruz. Bu iki örgüt, gerekli tartışma ve görüş alış verişinden sonra şu noktalar konusunda birleşti. Bu deklarasyonumuzu işçi sınıfının kurtuluşu için mücadele eden taraftarlara, içtenlikle sınıf baskı ve sömürüsünü ortadan kaldırmak isteyenlere de yöneltiyoruz. Birliğimizi ders çıkartabilecekleri olumlu bir örnek olması için onların hizmetine sunuyoruz. Ortak çabamızın komünizme gönül vermiş ve onun insanlığın kurtuluş ideali olduğuna inananlara ilham vermesini arzu ederiz.
İran Emek Partisi (Toufan) ve Toufan-Rahe Ayandeh Marksist-Leninist Örgütü, aynı amaçlar için ama ayrı yollardan yürüttükleri 35 yıllık mücadele ve gelişmede olumlu ve olumsuz birçok birikim sağlayabildiler. Bu tecrübelerleden çıkartılan derslere yaslanarak, tek ve aynı bir mücadele için birleşebildiler. İran Emek Partisi’nin program ve tüzüğü temelinde, İran işçi sınıfının tek partisi olarak ideolojik, politik ve örgütsel bir birlik sağlayabildiler. Yıllarca mücadeleden sonra, karşılıklı merkezi yayın organları ve tüm belgeleri inceledikten sonra, iki örgüt de, yaşanan olaylar ve genel koşullara dair aldıkları tavırların diyalektik materyalizme dayandığı ve genel olarak ideolojik ve politik sorunlarda tutarlı bir tavır içinde olunduğu sonucunu çıkardılar. Bu nedenle, bölünmüş ve ayrı durmak, ne normal, ne anlaşılır ne de sorumlu bir tutumdur. Dolayısıyla bu bölünmüşlüğe son verme kararını verdiler.
İki örgüt de, işçi sınıfının tek ve aynı partisi içinde birleşmesinin ikincil önemdeki detaylar ve günlük değerlendirmeler üzerinden olamayacağını düşünüyor. Komünist bir örgüt içinde birleşmenin temelleri Marksist-Leninist ideolojiye, işçi sınfının kapitalizmden kurtulmasına yönelik devrimci eylemine ve Leninist örgütsel ilkelere dayanmalıdır. İşçi sınıfının tek ve aynı partisi içinde birleşme, komünist örgütün doğasını belirleyecek başlıca belirleyici ve temel sorunlar temelinde inşa edilmelidir. Örgütler arasında tartışmaya neden olan ikincil önemdeki sorunlar ise, Parti içinde ve Leninist örgütsel ilkelere uyarak ve partinin çıkarları gözeterek tahlil edilmelidir. Tartışmaya yol açan sorunları çözmek için, Parti’nin inşasının temelleri olan soruların önemine, Parti’nin bütünün hizmetinde olması gerektiği ilkesine ve genel olarak “Birlik-Eleştiri-Birlik” ilkesine vurgu yapılmalıdır. Bu süreçte, Parti’nin birliğini pekiştirme amaçlı bir mücadele yürütülmesi gerekiyor. Olumlu iç tartışmalar, partinin canlığının, parti içi ilişkilerin demokratik doğasının kanıtıdır. Parti içi demokratik tartışmalar partiyi güçlendirir.
İran Emek Partisi (Toufan) ve Toufan-Rahe Ayandeh Marksist-Leninist Örgütü, işçi sınıfının ileri unsurlarını kazanmak için verdikleri günlük mücadelede, her zaman işçi sınıfının partisinin öncülüğüne ve Leninist disiplin ilkelerine derin inanç ve bağlılıklarını ilan etmişlerdi. Bu inanç ve bağımlılık Marksizm-Leninizme bağlı tüm örgüt ve kişilerin, sosyalist Ekim Devrimi’nin, Lenin ve Stalin yoldaşların öncülüğünde SSCB’de inşa edilen sosyalizmin tarihsel tecrübelerine yaslanıyor ve bu tecrübe, tek ve aynı Parti’de birleşmenin mümkün, hatta bir zorunluluk olduğunu gösteriyor. İşçi sınıfının partisi, işçi sınıfının tarihsel hafızası olarak yapılabilenleri ifade ediyor, sınıf savaşımının devamlılığını besliyor ve ilham sunuyor ve sınıfsal bölünmeye son verebilmek için mücadelenin subjektif faktörünü teşkil ediyor.
Parti, burjuva ve küçük burjuva ideolojilerine karşı, anarko-sendikalizme karşı, “emekçi kitlelerinin” kuyruğuna takılma eğilimine ve ekonomizme karşı devamlı bir mücadele yürütüyor. Parti “işçi sınıfının kurtuluşunu işçi sınıfı gerçekleştirecek” teorisine, yani bilinçli subjektif faktörden ve parti yönetiminin zorunluluğundan bağımsız bir kurtuluş teorisine karşı mücadele eder ve bunu işçi sınıfını “övme” adı altında burjuvazinin ona karşı ideolojik mücadelesinde kullandığı tezlerden birisi olarak teşhir eder. Parti bu şekilde bölünmüşlüğe, her türlü dağınıklığa, kendini parti disiplininden üstün tutma eğilimlerine ve bireyciliğe karşı mücadele eder. Bölünmüşlüğe ve dağınıklığa karşı mücadele, partinin yönetici rol ve sorumluluğuna, örgüt disiplinine güvenin geliştirilmesine, partiye bağlılığı sağlamlaştırmaya ve işçi sınıfının bilinçli unsurlarını ve birlik yolunu savunmaya vurgu yapmaktan geçiyor. Bölünmüşlüğe ve dağınıklığa son verme amaçlı mücadele ancak planlı, bilinçli, iyi düşünülmüş, hedefli, komünist sorumluluk duygusu ile hareket edildiği koşullarda başarılı olabilir.
İşçi sınıfının partisi ideolojik sağlamlığı ve işçi sınıfının politik bağımsızlığının ifadesi olması gerekir. Sınıfın örgütsel birliğini sağlayarak, bölünmeleri hedefleyen küçük burjuva anlayış ve eğilimlere karşı mücadele edilmelidir. Partinin varlığı ve mücadelesi bölünmüşlük ve dağınıklığa son vermenin zorunlu koşuludur. Parti, bölünmüşlük ve dağınıklığa karşı mücadele bayrağını yükselten bilinçli, sübjektif faktördür, bunun için ideolojik, politik ve örgütsel dağınıklığın önünde boyun eğmez. Bilinçli faktör olarak parti küçük burjuva bölünme ve dağınıklık ruhuna karşı ve revizyonizmin ortaya çıkışından bu yana İran komünist hareketine zarar veren dağınıklık ve sonuçlarını tasfiye etmeye yönelik mücadele eder.
Sonuç olarak, iki örgüt de komünist ve İran işçi hareketi önündeki sorumluluklarını üstlenerek, ideolojik, politik ve komünist örgütlenme ilkeleri temelinde örgütsel birlik aşamasına geçtiler. Somut olarak İran Emek Partisi’nin politik çizgisi, programı ve tüzüğü üzerinden örgütsel birlik aşamasına geçtiler. İki örgüt de, işçi sınıfının kurtuluşunu gerçekten isteyen herkesi, komünist sorumluluk ruh haliyle ve mücadelede biriktirdikleri zengin ve değerli tecrübelerle birlikte, tereddütlerinden vazgeçerek bu ortak yolda birleşmelerini teşvik eder.

Yaşasın Marksizm-Leninizm
Yaşasın özgürlük, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm
1 Mayıs 2014

Toufan Emek Partisi
Toufan -Rahe Ayandeh Marksist-Leninist Örgütü

2015 merkezi bütçe tasarısı üzerine

İnsan ya da toplumla ilgili herhangi bir konuda kaynak kullanma sorunu gündeme geldiğinde ya da kaynakların farklı toplumsal kesimlerin ihtiyacına göre adilce bölüşülmesi talep edildiğinde, kaynakların denetimini elinde tutanlar, her fırsatta kapitalist iktisadın temel sloganı olan “ihtiyaçlar sonsuz, kaynaklar sınırlı” sözünü gündeme getirir. Bu önemli sözün, hep halkla ilgili konularda, emekçilerin sorunları gündeme geldiğinde dillendirilmesi dikkat çekicidir.
Türkiye’de vergilerin büyük bölümü halktan, emekçilerden toplanırken, çok azı onlara hizmet olarak geri dönmektedir. Bütçe kaynakları patronlara, rantiyeye, yandaşlara oluk oluk aktarılırken; eğitim, sağlık gibi tüm toplum kesimlerini yakından ilgilendiren konulara daha fazla kaynak ayrılmasına, kamu harcamalarının arttırılmasına sıra gelince, birden bire bütün kaynaklar buharlaşmakta, iktidar temsilcileri hep bir ağızdan “bütçe kaynakları sınırlı” ya da “mali disipline uymak zorundayız” gibi bilinen açıklamalar yapmaktadır.
Türkiye’de 1980 sonrası oluşturulan merkezi bütçelerin piyasa mekanizması ile hızlı bir bütünleşme içine girmesi, kamu kaynaklarının, tamamına yakını halka yönelik olan kamu hizmetleri dışındaki alanlara aktarılarak, kamu hizmetlerinin alanının piyasa ilişkileri içine çekilmesi sonucunu doğurmuştur. 2001 Krizi sonrası oluşan siyasal kaos ortamı üzerinden iktidara gelen AKP, 12 yıl boyunca, önceki iktidarların uygulamalarını aşan derecede sermaye dostu olduğunu her fırsatta göstermiş, kamu kaynakları “teşvik paketleri” üzerinden patronlara aktarılırken, geniş halk kesimleri işsizlik ve yoksulluğa mahkum edilmiştir.

BÜTÇE NEDİR?

Bütçeler, bir ülke ekonomisinin yönetimini ve denetimini elinde bulunduran siyasi iktidarın belirli bir bütçe dönemi içinde bütçe gelirlerinin kimlerden nasıl toplanacağını, kimlerin ne kadar pay alacağının önceden belirlendiği, iktidarın sınıfsal tercihlerini somut olarak yansıtan ekonomik ve siyasal metinler olarak bilinmektedir.
1980 sonrası oluşturulan merkezi bütçelerin tamamının ortak özelliği, önemli çoğunluğu halktan toplanan bütçe gelirlerinin büyük bölümünün, halkın ihtiyacından çok, sermayenin, aralarında silah ve ilaç tekellerinin de yer aldığı yerli ve yabancı sermayeye aktarılması, bu durumun her yıl yapılan bütçe kanunlarında somut olarak görülmesidir. Bütçe kanunlarında sadece rakamlar değişmektedir, ama bütçe üzerinden benimsenen bölüşüm politikaları 24 Ocak 1980 Kararları’ndan bu yana esaslı bir değişiklik yaşamamıştır.
Bütçe gelirleri içinde önemli bir yer tutan doğrudan ve dolaylı vergilerin asıl kaynağı olan ücretli emekçilerin bütçeden en az pay alan kesimler içinde yer alması dikkat çekicidir. Sırf bu durum bile, bütçe kaynakları üzerinde başından sonuna kadar tek söz sahibi olan siyasi iktidarın, hangi sınıfın çıkarlarına uygun hareket ettiğini göstermektedir.

2015 MERKEZİ BÜTÇE TASARISININ GENEL GÖRÜNÜMÜ
2015 yılı bütçe tasarısı, hükümetin öngördüğü Orta Vadeli Program’ın (2015-2017) hedefleri ve öncelikleri dikkate alınarak hazırlanmıştır. Bütçe tasarısı detaylı bir şekilde incelenip geçmiş yıllara ait değerlerle karşılaştırıldığında, kapitalist devletin kendi doğasına uygun olarak kaynakların bölüşümünde emekçilerden çok, sermayenin, patronların çıkarlarını gözettiği açık bir şekilde anlaşılmaktadır.
2015 Merkezi Bütçesi 473 milyar TL olarak belirlenirken, Orta Vadeli Program’da milli gelirin 1 trilyon 945 milyar TL (850 milyar dolar) olacağı açıklanmıştır. 2015 Merkezi Bütçe Tasarısı, tıpkı geçmiş yıllardaki bütçeler gibi, başta eğitim ve sağlık olmak üzere, kamu hizmetleri alanında yaşanan ticarileşme ve piyasalaştırma uygulamalarına paralel bir mantık ile hazırlanmıştır.
2015 Bütçesi’ne genel olarak bakıldığında, geniş toplum kesimlerini doğrudan ilgilendiren alanlarda açık ve gizli zamların, dolaylı vergi (KDV ve ÖTV) artışlarının, harç ve cezaların otomatiğe bağlandığı, askeri ve güvenlik harcamalarının belirgin bir şekilde arttığı, asgari ücretlilerin, işçilerin ve kamu emekçilerinin en temel ekonomik, sosyal haklarının ve insanca yaşam taleplerinin göz ardı edildiği bir bütçe olarak dikkat çekmektedir.

2015 YILI MERKEZİ YÖNETİM BÜTÇE GİDERLERİ

2015 Bütçe Giderleri    Gider Miktarı     Bütçeye Oranı
Personel giderleri    119.170    % 25
Cari Transferler    176.425    % 37
Faiz Giderleri    54.000    % 12
Mal ve Hizmet Alım Giderleri    41.153    % 9
Sosyal Güvenlik Giderleri        20.325    % 4
Borç Verme    10.545    %2
Sermaye Transferleri    6.798    %1
Yedek Ödenekler    3.573    % 1
Diğer Giderler    44.524    % 9

2015 Merkezi Yönetim Bütçe Tasarısı’nda toplam kamu personel harcamaları (Personel giderleri + Sosyal güvenlik devlet primi giderleri) bütçenin yüzde 29’una denk gelmektedir. Türkiye’de kamu personel harcamaları uzun süredir benimsenen politikalar nedeniyle istikrarlı bir şekilde azaltılmıştır. 12 yıl önce ortalama yüzde 38 civarında olan kamu personel harcamalarının yüzde 30’un altına düşürülmüş olması, iktidar temsilcilerinin dilinden düşürmediği “mali disiplin” söyleminin, emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarının ağırlaşmasına bağlı olduğunu göstermektedir.
Hükümet ile Memur Sen arasında geçtiğimiz yıl imzalanan “toplusözleşme” nedeniyle 2014 yılında 2,5 kamu emekçisi enflasyon farkı alamayacaktır. Kamu emekçilerinin yılın ikinci yarısındaki gelirlerini belirgin bir şekilde azaltan artan oranlı vergi dilimi uygulamasının sürmesi ve 2015 yılında tüm kamu emekçilerine yüzde 3 + 3 zam yapılacak olması ekonomik sorunları ağırlaştırmıştır. “Eşit işe eşit ücret” aldatmacası olan 666 sayılı KHK ile fazla mesailerin ve ek ödemelerin kaldırılması kamu emekçilerinin yaşadığı sefaleti ve yoksulluğu arttırırken, kamu personeline yönelik harcamalarının bütçe gelirlerine göre çok daha düşük oranlarda belirlenmesine neden olmuştur.
2015 bütçe tasarısında yer alan bütçe ödenekleri içinde en fazla pay 127 milyar 254 milyon TL ile Maliye Bakanlığı’na ayrılırken, Hazine Müsteşarlığı bütçesi olarak, 54 milyarı faiz ödemeleri olmak üzere, 68 milyar 399 milyon TL ayrılmıştır. Çalışma yaşamının sorunları ve iş cinayetleri ile uzun süredir gündemde olan Çalışma Bakanlığı bütçesinin 32,7 milyar TL’den 30,6 milyar TL’ye düşürülmesi, 2015 yılında yeni iş cinayetlerine ve sendikal hak ihlallerine resmen davetiye çıkarmaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı 5 milyar 743 milyon TL’lik bütçesiyle her yıl olduğu gibi bu yıl da çok sayıda bakanlığı geride bırakmıştır.

2015 BÜYÜME VE ENFLASYON HEDEFLERİ HAYAL
Türkiye, 12 yıllık AKP iktidarı döneminde büyük ölçüde dış kaynak girişine, başka bir ifade ile “sıcak paraya” bağımlı, cari açığın (ihracat ithalat farkının) finansmanına ve faiz dışı fazlanın (bütçeden yapılan harcamalardan faiz ödemeleri yok sayıldığında ortaya çıkan gelir gider farkı) artışına dayalı bir büyüme stratejisi izlemiştir. Bu süreçte hedef olarak belirlediği hiçbir oranı tutturamadığı gibi, gerçekleşmeler tahminlerden çok farklı olmuştur.
Hükümetin 2015 yılı için büyüme hedefinin yüzde 4, enflasyon hedefinin yüzde 6,3 olarak tahmin edilmesi gerçeklikten son derece uzaktır. Türkiye’nin mevcut ekonomik performansı ve dünya ekonomisindeki durgunluk belirtileri, 2014 dahil, önümüzdeki birkaç yıl içinde hedeflenen rakamların altında, düşük büyüme oranlarıyla karşı karşıya kalmasının kaçınılmaz olduğunu göstermektedir.
2015’te hedeflenen enflasyonun yüzde 6,3 olarak belirlenmiş olması, özellikle son yıllarda gerçekleşen enflasyon oranlarının hedeflerin çok üzerinde çıkmasından hareketle, hiç gerçekçi değildir. 2015 enflasyonun düşük açıklanmasının asıl nedeni ise, gerek özel sektörde, gerekse kamuda ücret artış oranları üzerinde fiili baskı yaratarak, maaş ve ücret artışlarını düşük tutmak, bu şekilde enflasyonu kontrol altına almak adına işçi ve emekçileri yine sefalet zamlarına mahkum etmektir.

BÜTÇENİN YÜKÜ YİNE EMEKÇİNİN SIRTINDA
2015 Bütçe Tasarısı’nda, AKP hükümetinin yıllardır izlediği ve emekçileri sürekli ezen geleneksel vergi rejimi değişmemiştir. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, 2015 yılında “vergi artışı yok” açıklaması yapmasına rağmen, 2015 yılında vergi gelirlerinde yüzde 11’e yakın bir artış olması kaçınılmazdır. Tapu harçları ve trafik cezalarındaki artış yüzde 13, toplamda ise bütçe gelirlerinin yüzde 12’nin üzerinde arttırılması öngörülmüştür. Türkiye’de vergi gelirlerinin önemli bir bölümünün toplam istihdamın üçte ikisini (yüzde 65) oluşturan ücretli emekçilerden karşılandığı dikkate alındığında, bütçenin asıl yükünü yine emekçilerin çekeceği anlaşılmaktadır.

2015 Gelirleri (mil. TL)    2014    2015    Artış
Vergi Gelirleri     385.549    427.048    %  10.8
Gelir Vergisi     77.289    85.038    % 10
Kurumlar Vergisi     30.087    34.758    % 12,5
Özel Tük. Ver. (ÖTV)    89.203    94.431    % 5,9
Dahilde alınan KDV    66.557    75.017    % 12,7
İthalde alınan KDV    65.564    75.103    % 14,5
Motorlu Taşıt Ver.    7.676    8.841    % 15,2
Damga Vergisi    10.466    11.571    % 10,6
Harçlar    14.090    15.955    % 13.2
Para cezaları    7.930    8.960    % 13

2015 bütçe tasarısında vergi gelirleri içinde ilk üç sırayı dahilde ve ithalde alınan KDV (150 milyar TL), Özel Tüketim Vergisi (94,4 milyar TL) ve Gelir Vergisi (85 milyar TL) oluşturmaktadır. Vergi geliri hedefleri ile gerçekleşme açısından tabloda görülmeyen önemli bir ayrıntı bulunmaktadır. 2014 bütçe gerçekleşmelerinde ilk 8 aylık verilerde, kurumlar vergisi tahsilatında hedeflenen rakamın yüzde 17,5 altında gerçekleşme yaşanmıştır. 2014 bütçesinde gelir vergisi hedefi 71 milyar TL olarak belirlenmesine rağmen hedeflen rakamdan 6 milyar TL fazla gelir vergisi tahsilatı yapılmış olması dikkat çekicidir. Bir diğer dikkat çekici özellik, 2014’te 1,9 milyar TL olarak belirlenen trafik cezalarının, 2015’te yüzde 68 artışla 2,8 milyar TL olarak hedeflenmiş olmasıdır.
Büyük bölümünü işçi ve emekçilerin ödediği gelir vergisinin 77 milyar TL’den 85 milyar TL’ye yükseltilmesi, vergi yükünün 2015 yılında da emekçilerin sırtına yıkılacağını göstermektedir. Özellikle artan oranlı vergi dilimi uygulaması nedeniyle ücretlilerin gelirleri fiilen erimekte, özellikle kamu emekçilerine verilen maaş zammı “vergi dilimi” uygulaması ile fazlasıyla geri alınmaktadır. Bu durumun en somut sonucu kamu emekçilerinin satın alma gücünde yaşanan gerilemedir.
Halkın geniş bir kesimi sürekli artan vergiler ve peş peşe gelen zamlar altında ezilirken, patronlara çeşitli teşvikler üzerinden yapılan kaynak transferleri, vergi afları ve indirimleri, faiz ödemelerinde sağlanan çeşitli avantajlar, özellikle iktidara yakın holdinglerin vergi borçlarının büyük bölümünün silinmesi gibi uygulamaların 2015’te de süreceğini söylemek mümkündür.
Türkiye’de ekonominin bir süredir durgunluğa girmesi ile birlikte büyüme oranları hedeflerin altında gerçekleşmeye başlamıştır. Büyümenin azalması en temel ekonomik denge ve hedeflerin bozulması anlamına gelirken, işsizliğin belirgin bir şekilde artmasını beraberinde getirmekte, gelir dağılımını zenginler lehine ve yoksullar aleyhine bozulmasına neden olmaktadır. Nitekim 2014 yılı Küresel Refah Raporu’na göre, Türkiye’de 2000 yılında refahın yüzde 67’sini elinde bulunduran en zengin yüzde 10’luk kesimin payı, 2014’te yüzde 78’e yükselmiştir. Tek başına bu veri bile, Türkiye’de uygulanan ekonomik politikaların hangi sınıfın ihtiyaçlarına göre hayata geçirildiğini görmek açısından yeterlidir.

EĞİTİM VE SAĞLIK BÜTÇELERİ
2014 yılı için 56 milyar TL olan Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) bütçesi, bir önceki yıla göre daha düşük bir oranda, yüzde 11 artışla 62 milyar TL’ye çıkarılmıştır. MEB bütçesinin yüzde 68’i personel giderleri, yüzde 10’u sosyal güvenlik devlet primi giderleri olmak üzere, bütçenin yüzde 78’i doğrudan doğruya personel harcamaları için kullanılmaktadır.
Eğitime ayrılan bütçeyi en iyi yansıtan veri eğitim yatırımlarıdır. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında MEB bütçesinden eğitim yatırımlarına ayrılan pay yüzde 17 iken, 2014 yılı itibariyle bu oran yüzde 9’a gerilemiştir. Kamu kaynakları her fırsatta özel okullara aktarılırken, velilerin cebinden yaptığı eğitim harcamaları her geçen yıl istikrarlı bir şekilde artmayı sürdürmektedir. Türkiye’de eğitim harcamaları bakımından en yüksek ve en düşük gelir grubu arasındaki fark ise yüzde 14’e çıkmıştır. Toplamda 17 milyon öğrencinin olduğu Türkiye’de veliler her yıl eğitim bütçesinin yarısına yakın bir miktarda eğitim harcaması yapmak zorunda bırakılmaktadır.
Sağlık Bakanlığı bütçesi ise, 2013 yılından bu yana, Sağlık Bakanlığı, Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu ve Türkiye Halk Sağlığı Kurumu olmak üzere, üç parça halinde yapılmaktadır. Buna göre, Sağlık Bakanlığı bütçesi 2014 yılında 2 milyar 519 milyon TL iken 2 milyar 763 milyon TL’ye yükseldi. Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu’na ayrılan pay 9 milyar 29 milyar TL’den 9 milyar 883 milyon TL’ye, Türkiye Halk Sağlığı Kurumu’na ayrılan pay ise 6 milyar 874 milyon TL’den 7 milyar 488 milyon TL’ye çıkarıldı. 2014 yılında toplamda 18 milyar 422 milyon TL olan sağlık bütçesinin, 2015’te 20 milyar 214 milyon TL’ye çıkarılması öngörülmüştür.
Sağlık bütçesinin önemli bir bölümü sağlıkta dönüşüm uygulamalarına ayrılmakta, herkese eşit, ulaşılabilir ve ücretsiz sağlık hakkı yıllardır göz ardı edilmektedir. Özel sektörden mal ve hizmet alımlarının bu yılki sağlık bütçesinde belirgin bir şekilde artmış olması, halkın vergilerinin bir kez daha ilaç tekellerine ve özel sağlık kuruluşlarına aktarılacağının kanıtıdır.
“Sağlıkta dönüşüm” adı altında yıllardır sağlık hakkı hızla piyasalaştırılırken, sağlık hakkı özel hastanelerin ve ilaç tekellerinin beklentileri doğrultusunda dönüştürülmektedir. Nitekim 2014 sonu itibariyle halkın cebinden yapacağı sağlık harcamalarının 15 milyar TL’ye ulaşması beklenmektedir. Bu durum, SGK’nın son olarak ilaç alımında getirdiği yeni kısıtlamaları ile birlikte ele alındığında, 2015’te sağlık harcamalarında cepten yapılan ödemelerin daha fazla olacağını söylemek mümkündür.

SAVAŞ VE GÜVENLİK BÜTÇESİ ARTIYOR
Türkiye, yıllardır yüksek savunma ve güvenlik harcamaları açısından dünyada ilk on ülke içinde yer alıyor. Yıllardır sadece Milli Savunma Bakanlığı bütçesini esas alarak sürdürülen “savunma bütçesi azalıyor” söylemi, halkı kandırmaktan başka bir anlam taşımıyor. Savunma ve güvenlik bütçesi birlikte ele alındığında, 2015 bütçesinin aynı zamanda yeni bir savaş bütçesi olarak oluşturulduğu söylemek mümkün. 2015 bütçesi içinde toplamda 52 milyar TL’yi bulan, savunma ve güvenlik bütçesi kalemleri şu şekilde:

¨    İçişleri Bakanlığı bütçesi 3 milyar 898 milyon TL,
¨    Milli Savunma Bakanlığı bütçesi 22 milyar 764 milyon TL,
¨    Milli İstihbarat Teşkilatı bütçesi 1 milyar 108 milyon TL,
¨    Emniyet Genel Müdürlüğü’ne 17 milyar 623 milyon TL,
¨    Jandarma Genel Komutanlığı’na 6 milyar 490 milyon TL.

2015’te savunma ve güvenlik bütçesinin geçen yıla göre 2 milyar TL’den fazla artması dikkat çekiyor. Başta Başbakanlığa bağlı örtülü ödenek olmak üzere, iç ve dış güvenliğe ilişkin bazı kalemler ve kayıtlara geçmeyen kimi harcamalar bu rakamlara dahil edilmemiştir. Savunma ve güvenlik harcamalarının 2015 merkezi bütçesinin yüzde 11’ini oluşturmasının temel nedeni, AKP’nin içeride ve dışarıda izlediği baskı, yıldırma, güvenlik ve savaş stratejisinden bağımsız ele alınamaz.
Savunma ve güvenlik bütçesindeki artışın yarısından fazlasının tek başına Emniyet Genel Müdürlüğü bütçesinde yapılmış olması, Türkiye’nin bir süredir gerek yasal düzenlemelerle, gerekse pratik olarak “polis devleti” olma yolunda hızla ilerlediğinin kanıtı olarak değerlendirilebilir.

2015 BÜTÇESİ KİMİN İÇİN HAZIRLANDI?
Bütçeden yapılacak harcamaların hangi alanlara ne kadar aktarılacağının ve finansmanının nasıl sağlanacağının belirlendiği bütçe hazırlık sürecinde, bütçe gelir ve harcamaların asıl muhatabı olan halk kesimleri, sendikalar, emek ve meslek örgütleri, her yıl olduğu gibi bu yıl da bütçe sürecinin dışında bırakılmıştır. Yıllardır bütçe gelirlerinin en önemli kaynağını oluşturan, başta ücretli emekçiler olmak üzere, halkın büyük bir bölümünün TBMM’de görüşülen 2015 bütçe harcamalarına ilişkin talep ve ihtiyaçlarının dikkate alınmaması, 2015 bütçesinin kimin için hazırlandığını göstermektedir.
AKP hükümeti, 2015 Bütçe Tasarısı ile, tıpkı önceki yıllarda olduğu gibi, gittikçe yoksullaşan halka yüklenen dolaysız ve dolaylı vergilerle, özel sektöre yönelik kaynak transferleriyle, sağlık ve sosyal güvenlik sisteminin adım adım tasfiye edilmesi ve kamu yatırımlarındaki azalmanın oluşturduğu ve adına “mali disiplin” dedikleri fiili kemer sıkma politikaları ile 12 yıldır sürdürdüğü sermayeye dost, emekçiye düşman çizgisini sürdürmektedir.
2015 Bütçe Tasarısı, iç ve dış borçlarda tehlike çanlarının çalmaya başladığı, borç faizi ödemelerinin arttığı, kamu istihdamında daralma, kamu yatırımlarında azalma; eğitim ve sağlık gibi temel sosyal alanlarda yaşanan ticarileştirme ve piyasalaştırma uygulamaları, vergi adaletsizliği, gelir dağılımının daha da bozulması ve bölüşüm politikalarının işçi ve emekçiler aleyhinde, yerli ve yabancı sermayenin çıkarına uygun bir şekilde oluşturulduğunun resmi belgesi niteliğindedir. Kamu hizmetlerinin adım adım piyasa ilişkileri içine çekilmesini hedefleyen, taşeronlaştırmanın kural haline geldiği, güvencesiz istihdam biçimlerinin yaygınlaştığı bir ortamda hazırlanan 2015 merkezi bütçesinin kimin için hazırlandığı açıktır.

SERMAYENİN DEĞİL, HALKIN İHTİYAÇLARI ÖNCELİK OLMALIDIR
Kamu yatırımlarının azaltılması, özelleştirmelerin tüm hızıyla sürmesi ve devletin yeni istihdam alanları yaratmak yerine güvencesiz istihdam ve esnek çalışmayı yaygınlaştırmak yönündeki tedbirler, Türkiye’nin 2015 yılında ciddi anlamda yüksek işsizlik ve ekonomik durgunluk tehdidi ile karşı karşıya olduğunu göstermektedir. 2015’te işçi ve emekçilerin ekonomik olarak büyük risklerle karşı karşıya kalmaması için yapılması gerekenleri maddeler halinde özetlemek gerekirse, ilk elde şunlar söylenmelidir:
¨    2015 bütçesi sermayenin, yerli ve yabancı tekellerin ve savaş lobisinin çıkarları doğrultusunda değil, bütçenin asıl kaynağı olan işçi ve emekçilerin ekonomik ve sosyal ihtiyaçları gözetilecek şekilde hazırlanmalı, bunun için sendikalar, emek ve meslek örgütleri bütçe sürecine bulunduğu her alanda müdahil olmalıdır.
¨    Emekçilerin yoksulluğunu arttıran dolaylı vergiler azaltılmalı, kazanca göre vergilendirme yapılmalı, yüksek gelirlilerden belli bir oranda “servet vergisi” alınmalıdır.
¨    1 Ekim’de yapılan yüzde 9’luk elektrik ve doğalgaz zammı geri alınmalı, 2015’te temel tüketim ürünlerine herhangi bir zam yapılmamalıdır.
¨    Asgari ücret bir işçi ailesinin geçimini sağlayacak şekilde belirlenmeli ve tamamen vergi dışı bırakılmalıdır.
¨    Her fırsatta patronların vergi, prim ve faiz borçlarını silen hükümet, ağır borç yükü altındaki ücretli emekçilerin borç faizlerini tamamen silmeli, borçlarını ödeme güçlüğü çeken milyonlarca kişiyi mağdur etmeyecek somut tedbirler almalıdır.
¨    Kamu emekçilerinin 2014 enflasyon farkı “ek zam” olarak 2015 bütçesi içinde yer almalı, yılın ikinci yarısında ücretleri eriten “artan oranlı vergi dilimi” uygulamasına son verilmelidir.
¨    Tüm ek ödemeler temel ücrete yansıtılmalı ve emeklilik hesaplamasına dahil edilmelidir.
¨    Kıdem tazminatının fona devri, taşeronlaştırmanın yaygınlaştırılması, bölgesel asgari ücret ve kiralık işçilik gibi emek karşıtı düzenlemeler asla gündeme getirilmemelidir.
¨    Sürekli artan iş cinayetlerini durduracak tedbirler alınmalı, işyeri denetimleri arttırılmalı, işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirlerini almayanlara ağır yaptırımlar uygulanmalıdır.
¨    Kayıt dışı ekonomi kayıt altına alınmalı, sigortasız işçi çalıştırmaya asla izin verilmemelidir.

SONSÖZ
Ekonomik toplumsal yaşamın her alanında olduğu gibi, devletin ve onun yürütme organı olan hükümetin en somut ekonomik-siyasal programı bütçelerin hazırlanması, tartışılması ve uygulaması sürecinde belirleyici olan, karşıt çıkarlara sahip sınıfların bütçe karşısındaki tutumu ve mücadelesidir. Bütçe kaynaklarının kimin için, nasıl kullanılacağı sorunu kuşkusuz farklı ekonomik sistemlerde, egemen sınıfların tercihleri doğrultusunda gerçekleşir. Dolayısıyla bir ekonomide egemen güçlerin (kapitalizmde sermayenin) tercihleri, kaynakların kimler için sınırlı, kimler için sınırsız olacağını belirleyen en temel faktör olmayı sürdürmektedir.
Merkezi bütçe üzerinden tartışılan kaynakların toplumsal sınıflar arasında nasıl bölüşüleceği sorunu, kaynakların sınırlı olmasından ya da olmamasından çok, doğrudan kaynaklar üzerinde söz sahibi olan sınıfın ve onun siyasal temsilcilerinin tercihlerinden kaynaklanmaktadır. Büyük bir kısmı devletin işçi ve emekçi halktan alınan dolaylı ve dolaysız vergiler yoluyla elde ettiği gelirlerden oluşan bütçenin paylaşımının nasıl olacağı, doğrudan doğruya toplumda yürütülen sınıf mücadelesinin düzeyi tarafından belirlenen bir olgudur. Söz konusu mücadele süreci, sadece ekonomik düzeyde değil, toplumsal, siyasal ve ideolojik yönleriyle sürmekte, sınıflar arası güç ilişkileri kaynakların nasıl bölüşüldüğünde temel belirleyici olma özelliğini sürdürmektedir.
Bugünden geriye doğru baktığımızda, sınıf mücadelesinin yükseldiği dönemlerin kamu harcamalarının nispeten arttığı dönemler olduğu bilinmektedir. Bu anlamda büyük bölümü halktan toplanan vergilerle oluşturulan bütçenin asıl sahibi olan halkın ihtiyaçları doğrultusunda harcanmasını istemek ve bunun için mücadele etmek kadar doğal ve meşru bir durum olamaz.
Kaynaklarını önemli ölçüde halktan almasına rağmen tamamen sermayenin, yerli ve yabancı tekellerin çıkarlarını gözeten, çeşitli kalemlerde (İçişleri, emniyet, jandarma, istihbarat vb) savunma harcamalarına ayırdığı pay ile savaş bütçesi özelliği de olan 2015 Bütçesi’ne karşı mücadelede sendikaların alacağı tutum ile 2015 yılında emekçilerin bütçeden ne kadar pay alacağı arasında dolaysız bir ilişki bulunmaktadır. 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑