Hükümetin hayallerini yıkan ovp emekçiye ne diyor?

Hükümet, Orta Vadeli Programı’nı (OVP) açıkladı. Hükümet’in ekonomiye dair, önümüzdeki üç yıllık (2015-2017) hedefleri ve beklentileri artık önümüzde duruyor. Açıklanan programın bundan önce açıklanan orta vadeli programlardan ruhu ve hedefleri bakımından hiçbir bir farkı yok! Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın programı açıklarken sarf ettiği, “Bir önceki OVP’de öncelik cari işlemler açığını düşürmekti. Artık öncelik enflasyonu düşürmek” sözleri de programın esasına dair fark değil.
Her ne kadar özü itibariyle bir fark olmasa da, OVP’de dikkate ve analize değer bir yan var. İşsizlik ve enflasyon hedefi önceki programa göre yukarı yönlü revize edilirken, büyüme hedefi önceki programa göre aşağı çekildi. Yani bu, daha yüksek işsizlik, daha yüksek bir enflasyon, daha düşük ekonomik büyüme anlamına geliyor. Nitekim hükümet kurmaylarından da işlerin biraz kötüye gideceği yönünde itiraflar geldi; ‘Biz yine de dünyaya ve Avrupa’ya göre iyiyiz. Düşük de olsa büyüyeceğiz’ avuntusu eşliğinde.
Söz konusu itirafların ve programda yer alan hedeflerin emekçiler açısından nasıl sonuçlar doğuracağına ‘zum’ yapmadan önce geçmişi hatırlamakta fayda var. Zira geçmiş uygulamaların sonuçlarını ortaya koymak, bugünkü orta vadeli programın doğuracağı sonuçlara ulaşmayı kolaylaştıracak.
Bugüne kadar alışık olduğumuz şey hükümetin ekonomiyle övünmesiydi. Hükümet, yaşadığı her sorun, her olumsuzluk, her politik sıkıntı karşısında hep aynı savunmayı geliştiriyordu: “Türkiye ekonomisi çok başarılı. Bu başarının önünü kesmek isteyen iç ve dış çeteler ve lobiler var.” Hükümetin söz konusu savunmasına birçok kalemin şu tezi eşlik ediyordu: “Türkiye’de ekonomi çok iyi gidiyor. Bir ülkede ekonomi iyi gittiği sürece diğer toplumsal sorunlar bir hükümetin yeniden seçilmesini engellemez.”
Hükümetin yarattığı bu ekonomik başarı miti ve yenilmezlik tezi karşında, ‘ekonomi hiç de söylendiği gibi değil’ itirazları da geldi. Duayen sayılan iktisatçı Korkut Boratav’tan Özgürlük Dünyası’nda yazan iktisatçı arkadaşlara uzanan itirazlardı bunlar.
Söz konusu iktisatçıların buluştukları noktalarından ilki, cari açık ve dış borç meselesiydi. Türkiye ekonomisi, tarihsel olarak çok büyük boyutlara ulaşan cari açık ve dış borçtan besleniyordu. Söz konusu açık Türkiye’de büyümenin en önemli belirleyicilerinden olmuştu. Cari açık ve dış borca dayalı bir büyüme elin parasıyla yapılan büyümeydi ve sonsuza kadar yürütülemezdi. Bu nedenle ortada bir başarı da yoktu.
İkinci olarak, AKP döneminin, ekonomik büyüme açısından, daha önceki dönemlerden daha başarılı olmadığını öne sürüyorlardı. Tezlerini, Türkiye tarihinin büyüme ortalamasıyla AKP’nin 12 yıllık iktidarı dönemindeki büyüme performansının kıyaslanmasına dayandırıyorlardı.
Türkiye tarihinin büyüme ortalaması yüzde 4’ün biraz üzerindeydi, AKP’nin 12 yıllık iktidarı dönemindeki büyüme ortalaması da yüzde 4 civarındaydı. Dolayısıyla ortada hiç de abartılacak bir durum yoktu.
Üçüncü olarak, Türkiye’de eğer bir ekonomik başarıdan söz edilecekse, bu başarı, AKP Hükümeti öncesinde yapılan reformlar sayesinde gerçekleşmişti. Dolayısıyla bir başarı varsa bile bunu AKP sahiplenemezdi.
Dördüncü olarak dile getirdikleri şey, ‘hormon’ vurgusuydu. Ekonomik başarı gibi görünen şeyin arkasında yaygın özelleştirmeler ve aşırı değerli TL’nin ulusal geliri olduğundan yüksek göstermesi gibi faktörler vardı. Türkiye’de ekonomik büyüme işsizliği ve yoksulluğu azaltmıyordu, dolayısıyla ortada istihdam yaratmayan hormonlu bir büyüme vardı.
Beşinci olarak da, Türkiye, cari açığın yanında “gerçek dış borcu” dünyada en hızlı artan ülkelerden biriydi. İktidar yanlısı tezlerin, iddiaların tersine özel sektör ve banka borçları
dikkate alındığında, borç milli gelirin yarısını buluyordu. Böyle bir büyüme modeli sürdürülemezdi.
Beş maddede ana hatlarını vermeye çalıştığımız, AKP’nin büyüme efsanesinin karşına dikilen tezlerin elbette iktisadi açıdan tutarlılığı, geçerliliği, haklılığı var. Fakat, ‘büyümedik’, ‘ortada büyüme başarısı yok’ tartışması yapmak yerine, büyümenin kendisini ve ortaya çıkardığı sonuçları tartışmak herhalde daha doğru olacaktır. Çünkü ortada öyle ya da böyle kesintisiz bir büyüme gerçeği var.

EKONOMİ BÜYÜRKEN KÜÇÜLENLER
Türkiye ekonomisi 2002 ve 2008 yılları arasında kesintisiz ve yüksek sayılabilecek bir ekonomik büyüme dönemi yaşadı. Bu süre zarfında K. Derviş’in bıraktığı yerden devam edilerek aynı yoldan yüründü; enflasyon ve bütçe açıkları kontrol altına alındı, kamu borcunun ulusal gelire oranı azaldı. İhracat hızla arttı.
2009 yılında ‘teğet geçti’ denilen küresel kriz etkisiyle büyümede bir düşüş yaşansa da, Türkiye ekonomisi 2010 ve 2011 yıllarında  sırasıyla yılda yüzde 9,2 ve yüzde 8,5 oranlarında bir büyüme performansı gösterdi. Söz konusu performans, Türkiye’yi yönetenlere, 2023 yılında dünyadaki en büyük onuncu ülke olma hayallerini bile kurdurdu.
Evet, Türkiye ekonomisi bu performansı gösterdi. Küresel gelişmelerin bu performansta çok büyük desteği oldu. Bol ve ucuz döviz rüzgarıyla ve ucuz emek üzerinden şişirilen yelkenle yol alındı. Bu sadece Türkiye’ye özgü bir durum da değildi. “Gelişmekte olan” diye tabir edilen pek çok ülkede durum aynıydı. Eğer söz konusu ülkeleri bir atlete benzetirsek, eskiden yüz metreyi 20 saniyede koşan bu ülkeler artık 12 saniyede koşuyordu. Türkiye de hızını artıranlar arasındaydı. Fakat artan hızının yoksul ve orta gelirli ülkelerin gerisinde kaldığını belirtmeden geçmeyelim. (Herkesin hızının artırdığı böylesi bir ortamda, hızı bu ortalamanın altında kalan atlet, hızını geçmişe göre çok artırmış olsa dahi, göreli olarak başarısız denebilir.) Bu arada ABD ve AB ülkeleri gibi kriz sürecinden geçen ülkeler ise büyüyemiyordu. Eskiden iyi bir atlet olsalar da artık sakattılar. Türkiye ekonomisi AKP döneminde krizden geçen zengin ülkelerden daha hızlı büyüdü. “Sakat atletleri” geçmekte hiç zorlanmadı yani.
Bu noktada sınıfsal perspektifle sormamız gereken soru şudur? Türkiye en hızlısı olsa ve
Türkiye’nin ekonomisi yüzde 4 değil de, sürekli olarak yüzde 10 büyüseydi, bu, işçiler, emekçiler, yoksullar açısından otomatik olarak iyi sonuçlar mı doğururdu? Milli gelir artışının, toplumun bir bütün olarak refahının artması anlamına gelmediğini yaşayarak görmedik mi? Keza, kişi başına düşen milli gelirin artmasının hep beraber yaşam standardımızın yükselmesi, mutlak yoksulluğumuzun azalması anlamına gelmediğini de…
Burjuva iktisat, büyümenin insana maliyetlerini, işçi ve emekçilere çıkardığı faturayı, çalışma koşulları üzerindeki etkilerini (gayri insani ağır çalışma koşulları, köleleştirme vb.) göz ardı eder. Ekonomideki büyümenin ve zenginliklerin ne pahasına ve kimler tarafından yaratıldığını gizler. Doğaya etkisini hiç mi hiç önemsemez. Nitekim Türkiye’de övünülen ekonomik büyüme döneminde bakılması gereken noktalar buralardır. Yaşadıklarımızdan yaşacaklarımızı çıkarabilmemiz için bu noktalara bakmak elzemdir.
Türkiye ekonomisi büyürken, istikrarsız-geçici, düşük ücretli, yarı zamanlı ve güvencesiz istihdamı büyütmüştür. Yılda ortalama 1200-1300 işçinin iş cinayetine kurban gittiği gerçeği, emek üzerinde yaratılan tahribatı yakıcı, çarpıcı bir şekilde yüzümüze çarpıyor.
Türkiye’nin AKP dönemindeki ekonomik başarısı sadece emek üzerinde tahribat yaratmamış, sosyal alanları da geriletmiştir. Sosyal gelişme dendiğinde akla ilk gelen kavramlardan birisi olan gelir dağılımındaki bozukluk, yaratılan gelir eşitsizliği, yoksulluk uluslararası kayıtlara geçmiş, bilinen bir gerçek. Birleşmiş Milletler İnsani Gelişmişlik Endeksi bu gerçeği ortaya koyarak, gelir eşitsizliğinde en kötü üç ülke arasında Türkiye’yi sayıyor.
Türkiye’deki sosyal gelişmeyi; ortalama yaşam süresi, akademik yayın sayısı, basın özgürlüğü ve spordaki gelişmeler açısından incelediğimizde de, AKP iktidarındaki büyümenin buralara hiç yansımadığını görürüz. “Türkiye sosyal gelişme açısından hem mutlak hem de karşılaştırmalı olarak AKP öncesi dönemde çok daha başarılı olmuşken, AKP döneminde mutlak olarak yavaşlamış ve göreli karşılaştırmalar açısından da birçok ülke grubunun arkasında kalmaya başlamıştır.”
Bu kadar bedel ödemişken, şimdi orta vadeli program bize diyor ki; işler biraz daha kötüye gidecek!

DAHA ÇOK YOKSULLAŞMAK VE İŞSİZ KALMAK
Hükümetin Orta Vadeli Programı (OVP) daha çok yoksulluk ve işsizlik yaşanacağının açıkça itirafından başka bir anlam taşımıyor. OVP’ye göre, bu yıl yüzde 9.6 düzeyinde beklenen işsizlik oranının, gelecek yıl yüzde 9.5’e, 2016 yılında yüzde 9.2’ye ve 2017 yılında yüzde 9.1 düzeyine gerilemesi hedeflendi. Yani, üç yıl boyunca işsizlik oranı yüzde 9’un üzerinde kalacak ki, bu sadece hedefleniyor.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) en son açıkladığı işsizlik rakamı yüzde 9’un üzerinde. İşsiz sayısı resmi olarak 3 milyona dayanmış. Bu rakama, işe başlamaya hazır olduğu halde, umudu olmadığı için ya da başka bir sebeple son 4 haftadır iş aramadığı için “işsiz sayılmayan”ları eklediğinizde, işsizlik oranı yüzde 20’ye dayanıyor. İşsiz sayısı da 5,5 milyona… Önümüzdeki üç yıl boyunca aynı manzara ile karşılaşacağız.
Hatta daha fazlasıyla karşılaşacağız! Çünkü Türkiye’de iş talep edenlerin sayısı çığ gibi büyüyor. Örneğin, TÜİK verilerine göre, 2013 Temmuz’undan 2014 Temmuz’una, 1 yılda işgücünde/iş bulduklarında çalışmaya hazır nüfusta 1 milyon 701 bin artış oldu. Bunların 1 milyon 187 binine iş bulundu. İşsiz sayısı 514 bin arttı. Türkiye’de son bir yılda 1 milyonun üzerinde insana iş bulunmuş, ama iş talep eden 1,5 milyon kişi olduğu için, işsiz sayısı yine de yarım milyon artmış.
Türkiye’de yüzde 3 gibi düşük bir büyüme hızında 1 milyon kişiye nerede iş bulmuş?
Sanayide değil elbette… Üç kuruşluk niteliksiz işlerde tabii ki… İşsizlik verilerinde dikkat çeken  noktalardan biri de, kayıt dışındaki artış. Net bir şekilde söyleyelim ki, resmi hesaplamayla dahi, yüzde 10’un üzerine çıkmış, üç yıl daha bu yükseklikte kalıcı hale gelecek olan bir işsizlik oranı, geleceğin emekçilerine işsizlik sunuyor. Ya da en iyisinden, çok niteliksiz ve güvencesiz, kısmi zamanlı istihdamdan başka bir imkân vaad etmiyor.
Bulunacak işlerin niteliksizliği görmezden gelinse dahi, iş bulunamayacak olması gerçeği görmezden gelinemez. OVP’de büyüme oranları düşürüldü. Önümüzdeki yıl yüzde 4’lük bir büyüme olursa ‘öpüp başımıza koyalım’ deniliyor. Türkiye’de yüzde 5’in altındaki her büyüme, yoğun iş talebinden dolayı işsizlikte artışa yol açar ya da kölelik koşularında işçiliği artırır. Yüzde 5’lik büyüme mevcudu korur. Büyüme yüzde 5’in üzerinde olursa ancak işsizlik azalır.
Hükümet karşımıza çıkmış şu savunmayı yapıyor: Yüzde 3 büyüme hızıyla Avrupa’nın en hızlı büyüyen ülkesiyiz. Haydi, Türkiye’deki gelir adaletsizliğini görmezden gelip, şöyle bir hesap yapalım. Türkiye yüzde üç büyüdüğünde kişi başına gelir ne kadar artıyor? 300 dolar! Peki, misal Almanya yüzde 1 büyüdüğüne kişi başına düşen gelir ne kadar artıyor? 450 dolar. Kişi başına düşen milli geliri (45 bin dolarla) Türkiye’nin 4,5 katı olan Almanya, Türkiye’nin üçte bir hızıyla büyüse bile, Türkiye’den daha çok gelir elde ediyor. Hükümet, manasız kıyaslamalarla, bizi perişan hale şükre çağırıyor, anlayacağınız.
İşsizlik ve büyüme konusunda ‘kara haber’ veren OVP, enflasyondan da ‘iyi’ haber vermiyor.
OVP’de öncelikli hedef olarak belirlenen enflasyonun bu yıl sonunda yüzde 9.4 düzeyine kadar çıkması öngörüldü. Söz konusu bu öngörü, eski programda yüzde 5 olarak hedeflenen enflasyon oranını neredeyse ikiye katlıyor. Söz konusu oran, milyonlarca memurun yılı zamsız geçirdiği, emeklinin yüzde 3+3 artışa mahkum olduğu, sendikasız iş yerlerinde sıfır zamların kural haline geldiği bir ortamda mutlak yoksullaşma anlamına geliyor. OVP’de öncelikli hedef olarak enflasyonun belirlenmiş olması, maaş ve ücretlerin düşük tutulmasının ön habercisi… “Aman ha sakın maaşlar ve ücretler artmasın, artarsa enflasyon azar” benzeri cümleleri sık sık duyacağız.

ZAMLAR KAÇINILMAZ
2015 yılı bütçesi, Orta Vadeli Program ile açıklandı. Buna göre, devlet halktan gelecek yıl 452 milyar TL para toplayacak. Devletin halktan değişik şekilde toplayacağı ve harcayacağı paranın büyüklüğü milli gelirin (GSYH) dörtte biri büyüklüğünde.
2015 yılı için ekonominin büyüme tahmini yüzde 4. Buna karşılık bütçe gelirlerinin yüzde 12.1 oranında artırılması öngörülüyor. Ekonomi yüzde 4 büyürken bütçe gelirinin yüzde 12.1 oranında artırılması, ancak vergi artırımıyla, zamla mümkündür. Devlet 2015 yılında harcayacağı paranın yüzde 83’ünü vergi olarak halktan toplayacak. Fakat bunu Kurumlar Vergisi ve Gelir Vergisi ile zenginden değil, KDV ve ÖTV gibi dolaylı vergilerle ağırlıklı olarak geniş halk kesimlerinden toplayacak.
Yeri gelmişken belirtelim ki, Türkiye’nin bölgesinde uyguladığı yayılmacılık ve savaş politikası da vatandaşa ayrı bir fatura çıkarıyor. Eylül ayı bütçe rakamları bunun en açık göstergesi. Bütçe ilk 8 ayda 2.7 milyar lira açık vermişti. Eylülde ise 9.2 milyar… Açık, toplamda 12 milyar liraya dayandı. Açığın büyümesindeki en önemli etken savaş! Türkiye bölgedeki savaşları körükledikçe mülteci sayısı artıyor. Mülteci sayısı artıkça maliyet kabarıyor. Maliyet kabardıkça bütçedeki delik büyüyor. Sınıra hendek kaz, askeri harcamaları arttır… Sonra dön vatandaşın cebine el at! Çark böyle işleyecek.
Başta sağlık olmak üzere, her hizmete verdiğimiz paranın miktarı artacak. İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası’nın, Türkiye’de Sağlık Stratejileri ve Harcamalar adlı raporuna göre de, vatandaşın cebinden ödediği sağlık harcamaları tutarı artıyor: “Vatandaşın cebinden sağlık harcamaları için ödediği tutar bir yılda 14 milyar liraya yaklaştı. Çalışan ve emeklilerden halen 10  farklı  isimle (isimler tabloda) katkı payı istenirken, para ödemekten kurtulmak isteyen vatandaş hastanelerin acil servislerine yöneldi. 77 milyon nüfuslu Türkiye’de hastalar bir yılda tedavi için 90 milyon kez acil servislere gitti.”
Hükümetin en çok övündüğü alanlardan biri olan sağlıkta sorunlar çığ gibi büyüyor. İlaçta katkı payının, tedavi ücretlerinin artması… Özel hastanelerde muayene olurken ödenen fark fiyatının büyümesi… Zorunlu Sağlık Sigortası primlerini ödemeyenlerin kamu hastanelerinde tedavi haklarının ellerinden alınması… “Gelir testi” yaptırmayan milyonlarca kişinin Zorunlu Sağlık Sigortası borçlarının tavan yapması derken, yenileri ekleniyor. Örneğin Sosyal Güvenlik Kurumu 1 Ekim itibariyle ameliyat malzemelerine ödediği tutarlarda indirime gidince, kamu hastaneleri malzeme alamaz hale geldi. Özellikle beyin, kalp ve ortopedi gibi alanlarda birçok ameliyat malzeme yokluğundan iptal ediliyor. SGK’nın ödeme listesinden çıkarılan ilaçlar binlerce hastayı mağdur ediyor. Örneğin Lösemi hastalığı için kritik öneme sahip bir ilaç. Şimdi bulunmuyor, SGK’nın ödeme listesinden çıkarıldığı için. Özetle gidişat şu: Nitelikli kamusal sağlık hizmeti alınamazlık hali derinleşecek. Ödenen tutarlar artacak.
Kabaran elektrik faturaları, madenlerde ölümler gibi çok acı deneyimlerle sonuçlarını yaşadığımız özelleştirmeler de aynen sürecekmiş. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, “Her şeyi özelleştireceğiz, iki yıl sonra Özelleştirme İdaresi işsiz kalabilir” diyor. Doğal kaynaklar çok kısa surede tüketilerek, KİT’ler hızla satılarak, aşırı dış borç biriktirerek büyümek kolay. Ancak bu kısa vadeli başarının uzun vadeli maliyeti yüksektir. Uzun vadede doğal kaynaklar tükenecek, satılacak KİT kalmayacak ve dış borçların geri ödemesi gelecek. İşte o zaman faturayı yine halk ödeyecek. Hem de bugünkünden çok daha bir şekilde!
OVP’nin yaşamımıza getireceklerine dair tespitlerimizin üzerine şunu da eklemek gerekiyor. Doların son dönemdeki yükselişi ilk etapta enerjiye zam olarak yansıdı. Sonra da enflasyon. Fakat dolardaki yükselişin ödeteceği faturalar bunlarla sınırlı değil! Hükümetin borçlanma maliyeti arttı. Söz konusu maliyet ya zamlar yoluyla ya da sosyal hizmetlerde kısıntıya gidilerek vatandaşa yansıtılacak.
Ayrıca Haziran ayından bugüne şirketlerin borçları, dolardaki yükselişe bağlı olarak, 25 milyar dolar arttı. Şirketlerin, işçi sömürüsü üzerinden elde ettikleri gelirden borca ayırdıkları rakam büyüdü. Şimdi patronlar işçiye dönüp diyecekler ki; “Kazanamıyorum seni daha çok sömürmem lazım.” Süreç adım adım hayatın zamlı, ücretlerin ise sabit olduğu günlere doğru ilerliyor.

SONUÇ YERİNE
Orta Vadeli Program’ın bir de eskileriyle aynı ruha sahip esnek istihdam politikaları hedefi var. Özel istihdam bürolarının geçici çalışmayı da kapsayacak biçimde yaygınlaşması, taşeron çalıştırmanın ekonominin rekabet gücünü dikkate alarak yeniden düzenlenmesi ve bireysel hesaba dayanan kıdem tazminatı sisteminin hayata geçirilmesi gibi…
OVP’ye bakınca, Hükümet, 2023 hallerinin çöktüğünü görüyor. Kişi başına 25 bin dolarlık milli gelir, 500 milyar dolarlık ihracat, dünyanın en büyük 10. ekonomisi olma vb. iddialarıyla 2023 yılı hedefleri hayaldi, şimdi yerle bir oldu. Söz konusu hedefler, ‘bu hızla’, Türklerin Anadolu’ya girişinin 1000. yılında, yani 2071’de bile zor! Önümüzde duran üç yıllık program hükümete hayalinin çöküşünü anlatsa da, emek cephesine, yukarıda sıraladığımız nedenlerden dolayı başka bir çağrı yapıyor. Sınıf kavgası çağrısı. Aksi; ağır bedel!
Marx ve Engels’e göre, bir yanda emekten daha fazla artı değer yaratma çabası biçimindeki sömürü, diğer yanda bu sömürüye karşı direnç kapitalist toplumlarda sosyal sınıflar arasındaki çatışmaların özünü oluşturur. Öznel niyetlerin ya da düşüncelerin dışında, nesnel olarak hayatın içinde mevcut bir gerçeklik olan bu mücadele, bazen örtülü yürüse de, günümüz iktisadi durgunluk ve krizleri koşullarında, bugün açık bir sınıf savaşına dönüşmüştür.
Bu gelişmeler, sınıf mücadelesini temel alan proleter devrimci bir sınıf siyasetinin halâ çok önemli olduğunu ve acil bir ihtiyaç olarak işçilerin ve tüm emekçi örgütlenmelerinin önünde durduğunu göstermektedir. Savaşın ve sömürünün yoğunlaşacağı önümüzdeki günlerde ertelenemez bir görev hem de…

TABLO
VATANDAŞ SAĞLIĞI İÇİN 10 ÇEŞİT KATKI PAYI ÖDÜYOR

İlaç bedelinin yüzde 10-20’si
Muayene için 5-12 Türk lirası
Reçete için 3 Türk Lirası
Eşdeğer ilacın en ucuzunun yüzde 10’u
İlaç kutusu başına ek 1 Türk Lirası
Tetkik parası
Öncelikli tetkik parası
Özel hastane işlemlerinde liste fiyatından % 200’e ulaşan oranlarda ödeme
İstisnai hizmetle hastaneye göre değişin otelcilik ücretleri ödemesi
Telefonla randevu için 4.5 lirayı bulan harcama

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑