Türkiye’de iktisadi, toplumsal ve siyasal hayatın hızla yeni bir kavşağa doğru yol aldığını ve hangi yöne saparsa sapsın, önümüzdeki sürecin çok sıradan olmayan gelişmelere gebe olduğunu söylemek herhalde bir kehanet sayılmaz. Bu yol ayrımında, yönü, sınıflar mücadelesinin durumunun belirleyeceğini söylemek de, bu aralar gazetelerin arka sayfalarında sıkça rastladığımız “yeni yıl” kehanetçilerine özgü bir tahmin değil elbette.
AKP Hükümeti’nin, yeni yılın ilk yarısında yapılacak genel seçimlerde yerini korumak için tüm araçlarını ve gücünü devreye sokacağı 2015’e topyekûn bir saldırganlık programıyla girdiği bir sır değil. Dış politikasından iç politikasına, bütçesinden çalışma yasalarına, güvenlik paketinden eğitim düzenlemelerine, istihdam paketlerinden hemen hemen tüm yasa değişikliklerine; tümü sermayeden yana, toplumsal muhalefeti bastırmaya yönelik faşizan, gerici politika ve uygulamalarıyla –arsızlığı, yolsuzluğu, saltanat özlemi de cabası– büyük ölçüde “tek adam diktatörlüğü”ne dönüştürülmüş olan devletin hemen tüm kurumlarıyla seferber edildiği AKP hükümetinin saldırısı, boyutları sürekli katlanarak bir çığ gibi halk kitlelerinin üzerine doğru yuvarlanıyor. Yuvarlandıkça hızlanan, hızlandıkça barbarlaşan, “yok artık!” demeyi çoktan bıraktığımız bu çığ bir doğal felaket de değil; kapitalizmin 21. yüzyıldaki neoliberal ve muhafazakâr ‘fıtratı’yla gayet uyumlu bir durum.
Bu çığın en altında kalacak olan, malumumuz, ezilenlerin ezileni geniş emekçi kadın kitleleriyse, bu çığa ivme katan da, ne yazık ki AKP’nin yedeklemeyi başardığı geniş kadın kitleleridir. Ve yine, o çığı durduracak olan sınıf mücadelesinde, demokrasi mücadelesinde en geniş kadın kesimlerinin alacağı tutumun belirleyici önemi olacak.
SERMAYENİN FIRSAT EŞİTLİĞİ
Bilindiği gibi, son 30 yıldır, ama özellikle de son 10 yıldır kapitalizmin kendini yeniden yapılandırmak için devreye soktuğu neoliberal politikalar kadınları merkezine aldı. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması 1998’de Avrupa Birliği tarafından resmi gündem ilan edildi ve aday ülkelerin uyum kriterleri arasına alındı. Dünya Bankası (DB) da, 2006’dan beri, ekonomik büyümeyi kadınların sağlayacağı savıyla “Toplumsal Cinsiyet Eylem Planı”nı yürürlüğe soktu. Bundan böyle kadın erkek “fırsat eşitliği”nin gerçekleşeceği ve kadın emeğinin değerleneceği söyleniyordu. Keza DB “eşitlik kârlılık getirir” sloganıyla 2012 yılını “Kadın Yılı”, Türkiye’yi de pilot ülkelerden biri olarak ilan etmişti.
Ancak bu “eşitlik”in, kadının sosyal güvencesiz, kayıt dışı ve düşük ücretle istihdam edilmesinde yoğunlaşma anlamına geldiği ve kadınlara yalnızca daha fazla yoksulluk, yoksunluk, eşitsizlik vaat ettiği artık açıkça ortada. Kapitalizmin bütün dünyada kadınlara neoliberal politikaların yıkıcı sonuçları altında ezilmekten başka bir şey sunmadığı gerçeği her geçen gün daha fazla kadın tarafından yaşanarak görülüyor.
2010 OECD raporlarına göre, tüm dünyada 3 milyar kişiyi kapsayan ücretli çalışan kesim arasında beyan edilmeksizin çalışanların, yani kayıt dışı çalışanların sayısı 1,8 milyar. İşçi sınıfının görülmemiş bir hızla büyüyerek ana gövdesini oluşturur hale gelen bu kesimin en geniş bölümünü ise kadınlar oluşturuyor. Türkiye’de de, çalışan kadınların yüzde 66’ı kayıt dışı çalışıyor.
Herhangi bir iş akdi olmadan gerçekleşen bu işçilik, çoğu durumda net görev tanımları olmaksızın sürdürülüyor. Çalışma hayatını, çalışanların ancak kısa sürelerle dayanabildikleri insanca olmayan koşullar belirliyor. Aşırı sömürü koşullarının hâkim kılındığı günümüz iş pazarında işçi kadınlar, hiçbir pazarlık gücü olmayan, herhangi bir belgede işçi olduğu görünmeden, emeklilik, sosyal ve sağlık sigorta haklarını elde edemeden ucuzun ucuzu ücretlerle çalışan, her koşula razı edilen işçi grubunu oluşturuyor.
Alan araştırmaları, kadınların kayıt dışı çalıştırıldığı başta tekstil, gıda ve hizmet sektörlerinde, işyerlerindeki fiziksel koşulların, insan ilişkilerinin, çalışma düzeni ve kurallarının insan sağlığına zarar veren, çalışma motivasyonunu yok ederek her tür işi angaryaya dönüştüren, kadınların güçlerini sonuna kadar sömüren bir nitelik taşıdığını ortaya koyuyor.
Tekstil atölyelerinin yoğun olduğu İstanbul-Çağlayan’da çalışan bir işçi kadın kendilerine dayatılan çalışma koşullarından nasıl etkilendiklerini şöyle anlatıyor: “Çoğumuz sigortasız çalışıyoruz. Sigortalı çalışsak sezon boşluklarında edindiğimiz borçları aldığımız ücretlerle ödeyemeyiz. Bu nedenle yaptığımız işin sağlımızı bozduğunu bilsek bile çalışmaya devam ederiz.
“Büyük işyerinde çalışıyorsan adet sayısı çıkarmak zorundasındır, yoksa ya işten atılır ya da patronun, ustabaşının hakaretlerine maruz kalırsın. Atölyede çalışıyorsan, parça işi yetiştiremezsen hafta sonu haftalığını alamayacağın korkusuyla makine gibi çalışmaya mecbursundur. Bu da psikolojini bozar. Bu makineleşmiş çalışmaya bir de evin sorumluluğu ve toplumun kadına yüklediği yük ağır geliyor, hayat daha çekilmez oluyor.”
Ekonomik faaliyetin kayıt dışına kaçırıldığı, işçilerin yasal ve örgütlenme haklarının gözetilmediği böyle bir ortamda, işçiler için sağlık hakkı hiçbir gerçek karşılığı olmayan bir kavrama dönüşüyor. Kadınların her türlü koruyucu önlemden uzak ortamlarda, yeterince beslenmeden ve dinlenmeden çalışmaları gerçeği, iş güvencesi ve sosyal güvenlikten yoksun olmalarıyla birleşiyor ve ortaya ağır bir sömürü tablosu çıkıyor. Kayıt dışı çalışan kadınların yarınları olmadığı gibi, koşulların dayatmasıyla küçük yaşta çalışma hayatına sürükledikleri kızlarının da yarını olmuyor.
“Çocuk yaşta çalışmak durumunda kalan Sevcan, şimdi bir lokantada çalışıyor, senelik izni olmadan, sigortasız, günlük 30 liraya; 10 saat, saati 3 liraya çalışıyor ve emekli olabileceğini düşünmüyor… ‘38 yıllık hayatımda 28 yıl çalıştığım halde sadece ve sadece 3 yıllık sigortam var’”.
Çalışanların en temel hakkı olan emeklilik, artık uzak bir hayal ve/veya bireysel olarak çözülmesi gereken kişisel bir sorun halini aldı. Kadınların payına ‘hangi koşulda olursa olsun, iş olsun’ beklentisinin düştüğü pazar ekonomisi ve piyasa şartlarının yarattığı aşırı sömürü koşulları altında ev dışında çalışmak, kadınların büyük çoğunluğu için, zaten çok fazla olan yüklerine yük eklemek anlamına geliyor. “Ev içi rolleri”nin yüceltilmesiyle, iş ve aile yaşamının uyumlulaştırma miti ve “pozitif ayrımcılık” kisvesi altında kadınlara sunulan ve giderek yaygınlaşan ‘alternatif’ çalışma biçimlerinden biri de en acımasız sömürü koşullarının ev içlerine taşındığı parça başı işler/üretim.
Zeynep, iki yıldır aileye ek gelir kazanmak için Sincan Organize Sanayi’de bulunan bazı fabrikaların küçük işlerini yapıyor evinde. İşe önce ameliyat malzemeleri üreten bir fabrikanın steril bezlerini katlamakla başlamış, sonra hazır yemek fabrikalarına yaprak sarması yapmış, şimdi de mutfak poşetleri üretimi yapan dünyaca ünlü bir fabrikanın fırın poşetlerini katlama işini yapıyor.
Ev içi üretim son zamanlarda Sincan’da yaşayan kadınlar arasında yaygınlaşmış. Her mahallede bu işleri organize eden arabulucu bürolar açılıyor. Zeynep’in apartmanında bu işi yapan dört kadın var, mahalledeki sayının ise 70 civarında olduğunu tahmin ediyor. İşler arabulucu bürolara geliyor ve oradan mahalleli kadınlara dağıtılıyor…
“6’da uyanıyorum” diye anlatıyor Zeynep bir gününü. “Eşimi işe gidecek, kızım okula, kahvaltı falan… 8’den öğlen 11’e kadar poşet katlama işini yapıyorum, sonra günlük ev işlerini hallediyorum oğlumu okula gönderene kadar. Saat 13.00 oluyor; kızımın okuldan gelme vakti, onunla ilgileniyorum. 15.00 gibi tekrar başlıyorum katlamaya, bir yandan akşam yemeği hazırlığı, 20.00’ye kadar böyle. Sonra yemek, bulaşık derken, saat oluyor 22.00. Televizyon karşısında gece 1, 2’ye kadar katlamaya devam… Günde ortalama 500-800 arasında katlıyorum, aylık 200-300 lira arası bir gelirim oluyor. Mutfak parası falan diye idare ediyoruz. Bizim gibi ev kadınlarının fazla bir tercih şansı yok.”
“Neden Sincan Organize’de herhangi bir iş bakmıyorsun?”
“Çocuklar var, okulları var, evde yapmam gereken işler var. Çocukları güvenle bırakabileceğim emanet edebileceğim bir yer yok…”
“Bu sorunlar çözülse bir fabrikada çalışırsın yani?”
“Tabii ki çalışırım. Sigortam, düzenli maaşım, servisim, her şeyim olur.”
GERİCİLİĞİN ‘FITRAT ADALETİ’
Bu süreç, aynı zamanda “kültürel olarak muhafazakâr, ekonomik olarak neoliberal” iktidarın işgücü ve aile biçimini yeniden üretirken toplumsal algıyı düzenleyen, topluma muhafazakâr normlar yerleştiren bir süreç de oldu. Yazılı olmayan, ama yazılı olanlardan daha etkili hale gelen yasaklar ve kurallar devreye sokuldu. “Politik” müdahale olarak hukuki ve bürokratik düzenlemelerle karşımıza çıkan bu norm oluşturma çabaları, diğer yandan gündelikleştirilip sıradanlaştırılarak siyasalın dışına da atılmaya çalışıldı.
Kadınlara üç çocuk doğurma çağrısından kürtaj yasaklarına, hamile kadınların sokağa çıkmaması gerektiği savlarından kadının kahkahasının iffetsizliğine, rujunun renginden “kadın mıdır kız mıdır bilmem” imalarına, “kadın erkek fıtratları gereği eşit olamaz” tespitinden en son “doğum kontrolüyle yıllarca vatana ihanet edildi” söylemine, AKP Hükümeti her türden politikasının merkezine kadın cinselliğini koyan bir hat izledi, izliyor. Bir yandan muhafazakâr, ataerkil ve kadın düşmanı söylemler her vesileyle dolaşıma sokulurken, bir yandan da devlet kurumları kullanılarak ahlaksal-dinsel özendirme, sıradanlaştırma, korkutma, ödüllendirme, hukukileştirme ve bilimselleştirme gibi tekniklere başvuruluyor.
İktidarın “aileye” dolayısıyla da kadın ve erkeğe ilişkin yaklaşım ve değerlerinin eğitim, medya, edebiyat, sinema vb. gibi alanlar aracılığıyla toplumsallaştırılması sıradanlaştı. “Aile yapımız ve öz değerlerimiz”, “manevi değerlerimiz”, “örf ve adetlerimiz” söylemleri toplum yaşamına gerici müdahalenin meşru gerekçelerini oluşturur oldu. Dizilerdeki karakterlerin evlendirilmesi, dekoltelerin kapatılması, RTÜK kurallarına “aile değerlerini aşağılamama” kriterlerinin getirilmesi, kadının ders kitaplarında yalnızca aile içerisindeki rolleriyle yer verilmesi bu sıradanlaşmanın bazı örnekleri.
4+4+4 uygulamasıyla başlayan, eğitimin dini söylem ve kurallara göre biçimlendirilmesine yönelik politika ve uygulamaların önümüzdeki dönemde artarak süreceğinin ilk işaretini, cumhurbaşkanı, yaptığı bir açıklamada din dersiyle fizik dersini eşitleyerek vermişti. Hemen ardından yapılan 19. Milli Eğitim Şurası’nın açılışında cumhurbaşkanının yaptığı konuşmada “hikmet”i dışlayan, çocuklarımıza “manevi değerleri” öğretmeyen bir eğitim sisteminin kabul edilemeyeceğini söylemesiyle Şura’nın gündemi belirlenmiş oldu.
Eğitim sisteminin gerçek sorunları tartışılmazken, din eğitiminin yanı sıra çocukları potansiyel suçlu, okulları da birer cezaevi gibi gören, eğitime kışla düzeni getirmeye çalışan, insan hak ve özgürlüklerine, pedagojiye aykırı kararlar da peşi sıra geldi. Eğitimde bugüne kadar atılan adımlara ek olarak, okulöncesi dahil eğitimin bütün kademelerinde karma eğitim veren okulların yanında, “velilerin tercihi” doğrultusunda karma olmayan okulların açılması, okulöncesinde zorunlu din ve Kur’an dersi ile “yemek duası” gibi öneriler kararlaştırıldı.
İÇİ BOŞALTILMIŞ ‘ADALET’
AKP Hükümeti’nin içeride ve dışarıda yürüttüğü diğer saldırgan, ayrımcı, öteleştirici, militarist politikalarıyla “Yeni Türkiye”nin inşası bu eksen üzerinden şekillenmeye devam ederken, kadınlar serileşen, katliama dönüşen cinayetlerle, gündelikleşen ve çeşitlenen şiddet biçimleriyle karşı karşıya kaldı. AKP’nin “fıtrat gereği eşitsizliğe dayalı” zihniyetiyle donanmış devlet kurumları, kadınların en temel insan hakkı olan yaşam hakkını bile koru(ya)mazken, zaten işlemeyen eşitlik ve sosyal destek mekanizmaları tam anlamıyla etkisiz ve işlevsiz hale geldi.
Kadınların yalnızca bedenlerinin değil akıllarının ve ruhlarının da prangaya vurulduğu bu süreçte, kadını değil katil ya da şiddet uygulayan erkeği kollayan yargı kararlarıyla iktidarın yerel ve genel söylemleri, televizyon programlarında katillerin boy göstermesiyle, şiddetin “meşru” ve sıradan bir biçimde görselleştirilmesiyle sonuçlandı.
“Eşitlik” fikrinin toplumdaki kadın ve erkeğe biçilen rollerde adaletin tesis edilmesine imkân vermediği, zarar verdiği savıyla yerine “cinsiyet adaleti” kavramının yerleştirileceği 25 Kasım’ın hemen öncesinde ilan edildi, cumhurbaşkanı tarafından. Akabinde AKP teşkilatıyla Hükümeti tam bir biat içinde kavramı derhal yaygınlaştırmaya girişti. Bu söylem, kadını erkeğin itaat ve hizmetine veren “fıtrat”la açıklıyor, eşitliğin neden olamayacağını. Adalet ise, bir “öte dünya” tahayyülü olarak, bir ideal olarak kadınların önüne sürülüyor. Adalet, mücadeleyle kazanılmış hakların içerildiği modern hukukun değil, Şer’i hukukun ve geleneklerin bir gereği olarak sunuluyor.
Kadınların adalet saraylarında kurşunlandığı bu ülkede en çok ihtiyaç duyulan, ama hiç ulaşılamayan “adalet” kavramının, böylelikle, içi boşaltılarak çarpıtılmış bir kavram olarak, Erdoğan ve emrindeki iktidarca kitleleri, özellikle de kadınları kendine yedeklemede kullanılacağı anlaşılmış oluyor.
“İNSAN OLMA” ÖZLEMİ
Gelelim, kadınların sermayenin “fırsat eşitliği”yle, gericiliğin “fıtrat adaleti”yle kuşatıldığı bu soğuk ve karanlık iklimde varılan yol ayrımına.
Geniş emekçi kadın kitlelerini işte ve evde köleliğe, angaryaya, yoksulluğa, yoksunluğa, güvencesizliğe, örgütsüzlüğe, sağlıksızlığa, eğitimsizliğe, iş cinayetlerine, işsizliğe, erkek şiddetine, cinskırımına mahkûm eden; düşünsel ve psikolojik bağımlılığa, çaresizlik ve umutsuzluğa, yalnızlığa iten; dini ve gerici propagandayla tevekküle, kaderciliğe, itaate, siyasi ve toplumsal kayıtsızlığa ve daha birçok musibete sürükleyen koca bir sistemden bahsediyoruz.
Neresine bakarsak bakalım, kapitalist sömürü tarafından belirlenen, onun yazılı olan ve olmayan yasalarına tabi olan yaşamın her alanı kadınlar için birer dert ve kaygı cehennemi anlamına geliyor. Emekçi kadınların acılarının, yoksunluklarının yanı başında vurguncuların, iktidar sahiplerinin, sömürücü kapitalist milyarderlerin şatafatlı lüksü, akıl almaz israfı en arsız şekilde saçıldıkça saçılıyor.
Kadınlar, bütün bu kötülüklerin kapitalizmin ve Erdoğan’ın yeniden tüm ülke halkını kazanmaya çalıştığı siyasi ve dinci gericiliğin fıtratında olduğunu öz deneyimleriyle öğreniyorlar…
Ezici iş ve yükümlülüklerin ağırlığı altında kadınlıklarını ve insanlıklarını ezen, aşağılayıcı bir biçimde zincire vuran, yeteneklerini ve ufuklarını körelten bu toplumsal, siyasal ve iktisadi ortam içinde kadınların kendilerini “insan” olarak hissetme, insan gibi yaşayabilme özlemi büyüyor.
KADINLAR MÜCADELE İÇİNDE
Elbette tüm bu kara tablo içerisinde, Türkiye’de de kadınlar, dünyanın her yerinde olduğu gibi, iş, ekmek, özgürlük ve barış için toplumsal ve emek mücadelelerinin bir parçası ve önemli bir dinamiğini oluşturuyor. İşçi-emekçi kadınlar ve kadın hareketi önemli bir mücadele birikimine sahip olduğu gibi, bugün de kadınlar, sömürü, savaş ve cinsiyet ayrımcı politikalar karşısında hareketsiz ve sessiz değil.
Yaşam alanları talan edilen, tarım alanları yok edilen, geçim araçları elinden alınan, ücretsiz aile işçisi olarak çalışan, tarım işçiliğine giderken iş cinayetlerinde hayatlarını kaybeden köylü kadınlar çevre mücadelelerinde en öne atılıyor.
Ucuzun ucuzu, güvencesiz, taşeron, esnek, kayıtdışı, gündelik, saatlik çalışma biçimlerine zorlanan işçi ve emekçi kadınlar, işyerlerindeki keyfi, ayrımcı, adaletsiz ve hukuk dışı uygulamalara karşı son dönemlerde sayısı giderek artan büyüklü küçüklü grev ve direnişlerde yerlerini alıyor, işlerlerinde sendikalaşma mücadeleleri veriyor.
Demokrasinin sınırlarının giderek daraltılmasına, hak ve özgürlüklerin gasp edilmesine karşı, kentsel dönüşüme karşı, kadına yönelik şiddet ve kadın katliamı karşısında kadınlar susmuyor; kız kardeşleriyle birlikte sokağa çıkıyor, kadın davalarını izliyor, dayanışma eylemliliklerinde bulunuyor, mücadele platformları içerisinde mücadele yürütüyor.
Başta uzun bir mücadele geleneğine sahip Kürt kadınları olmak üzere, bu toprakların kadınları, barış için, Kürt sorunun demokratik halkçı çözümü için mücadele ediyor, örgütleniyor. Ortadoğu’daki savaş ve çatışma ortamının ortasında Kürt halkının diğer bölge halklarıyla birlikte kurup yaşattıkları demokratik Rojava kantonunu ve onun bir parçası olan Kobanê’yi boğmaya çalışan katliamcı IŞİD çetesinin saldırılarına karşı büyük direnişe bulunduğu her yerden destek veriyor, kız kardeşlik köprüleri kuruyor.
Kadınlar, Ortadoğu’daki savaşa, AKP iktidarının yürüttüğü ayrıştırıcı, savaşçı, militarist politikalara karşı çıkıyor, barış talep ediyor ve din, dil, ırk, mezhep ayrımı olmaksızın halkların kardeşliğini savunuyor. Savaştan kaçıp ülkemize sığınan çoğunluğu kadın ve çocuk olan milyonlarca mülteci için eşit yurttaşlık hakkı talep ediyor ve sığınmacılara/mültecilere yönelik şiddete, ayrımcılığa, ötekileştirmeye karşı çıkıyor.
İŞÇİ SINIFI PARTİSİ VE KADINLAR
Ancak kadınların bir parçası olduğu parçalı toplumsal mücadelelerin, AKP Hükümeti ve devletin halkın üzerine şiddetlenerek geleceğinin işaretini verdiği saldırı dalgasını durdurmaya yetecek, püskürtecek güçte, birleşiklikte ve örgütlülükte olmadığını biliyoruz.
Yazı boyunca çeşitli yönleri üzerinde durduğumuz gibi, ülkemizde geniş kadın kitlelerinin içinde bulunduğu durum ve kuşatılmışlık, aynı zamanda kadınları en kırılgan, en kolay ikna edilebilir, sindirilebilir, maniple edilebilir kesim haline getiriyor. Dolayısıyla da kapitalizmin, gericiliğin önemli bir dayanağını oluşturuyor.
Türkiye halklarının barış ve demokrasi mücadelesi cephesinin olmazsa olmaz bileşenlerinden biri kadın hareketiyse ve kadın mücadelesi bu cephenin en önemli mücadele alanlarından birini oluşturuyorsa, bu cephenin temel görevlerinden biri, en geniş kadın kitlelerini saflarına kazanmak, kapitalizmin ve gerici iktidarın bu sağlam dayanağını onun altından çekip almak olacaktır. Bu, aynı zamanda, ana gövdesini emekçi kadınların oluşturduğu geniş ve birleşik bir kadın hareketinin yaratılması anlamına geliyor. Kadınların ezilen cinsiyet olmaktan kaynaklı sorunları karşısında, toplum ve aile hayatının bütününde eşit haklara sahip olmaları için kitlesel, demokratik mücadelenin örgütlenmesi sorumluluğu da birincil olarak işçi sınıfı partisine düşüyor.
İşçi sınıfı partisi, geniş emekçi kadın kitlelerini saflarına ve mücadelesine kazanmak için bütün gücü ve enerjisiyle çalışmaya atılmak zorundadır. Bu güç, ama olmazsa olmaz zorunluluğun başlıca omuzlayıcısı da elbette sınıf partisinin kadın kadroları olacaktır. En geniş emekçi kadın kesimlerine ulaşmanın onları aydınlatmanın, örgütlemenin yorucu ve zahmetli yollarını yürümeli, yöntemlerini bulmalı, işçi ve emekçi kadınların ileri kuşaklarını partiye, partili mücadeleye kazanmalıdır.
Kısacası, işçi sınıfı partisi ve onun kadın kadroları, nerede kadınlar acı çekiyor, nerede kadınlar hakları ve özgürlükleri uğrunda mücadele etmek zorunda kalıyorsa, orada olmalıdır. Fabrikada, atölyede, mahallede, sokakta, her yerde kadınların birliklerini sağlamak ve güçlendirmek, ortak taleplerini oluşturmak için, anlayış ve duygudaşlıkla eylemlerine ve örgütlenmelerine yardımcı olmalıdır.
Bu nedenle, haydi emekçi kadın kitlelerine, kapitalizmin köleleştiren şiddetinden kurtuluşlarını, kendilerini “insan” hissedecekleri; özgür, eşit, sömürüsüz, yani insan gibi yaşabilecekleri geleceği kurma ufkunu ve umudunu kazandırmaya! Kapitalist iktidara karşı mücadelede tüm genel, yerel ve özel örgütlenme ve organlarda, sendikalarda, işletme ve işçi komitelerinde çalışmaya ve mücadeleye!