‘İç Güvenlik Paketi’ ve bir tarihsel deneyim

İç ve dış politikaların iflası, ekonomiyi ayakta tutan dayanakların kapasitelerini çoktan doldurması ve alarm vermesi; Gezi, Soma, Kobanê, iş cinayetleri, kadın katliamı, giderek artan ve her yerde patlak veren grevler ve fiili işçi direnişleri, çığ gibi büyüyen işsizlik, hükmedenlerin hoyratlığı karşısında dört bir yandan sıkışmışlık duygusuyla halkın ani patlamaları… Tüm bunlar, iktidarını, yolsuzluk ve sömürü rantını korumak isteyen ama bunu kaybedeceği bilgisine sahip olan AKP’yi duvara dayadı. Hükümetin artık mevcut yasal sınırlar içinde kalarak iktidarını koruyamayacağı açıktı. Haliyle kendini güvenceye alacak, bu sırada da halka yönelik saldırılarını yasal meşruluk kisvesine büründürecek yeni yasalara ihtiyacı vardı. Ve karşımıza “İç Güvenlik Paketi” ile çıkageldi.
Geçtiğimiz haftalarda tüm tepkilere ve engelleme çabalarına rağmen, 6-8 Ekim Kobanê eylemlerini bahane ederek gündeme getirilen, silah kullanmak da dahil olmak üzere, polise verilen yetkilerin genişletilmesini amaçlayan İç Güvenlik Paketi’nin en tehlikeli 67 maddesi Meclis’te kabul edildi. Geriye kalan ve görüşülmeyen 65 madde İçişleri Komisyonu’na geri çekildi. Ne var ki paketin, polis ve valilerin yetkilerinin genişletilmesini içeren ve doğrudan toplumsal muhalefeti hedef alan 67 maddenin geçmesi AKP iktidarı için kâfiydi.
Temel hak ve özgürlükler açısından en sıkıntılı maddeler olan söz konusu 67 madde ile valilerin hem savcı hem de yargıç olarak görevlendirilmesinin önü açılıyor. 1991 yılında çıkarılan “Terörle Mücadele Yasası” ile polise ateş etme yetkisi verilmiş ve yapılan itirazlar sonucunda Anayasa Mahkemesi, insan haklarına aykırı bularak bu yetkiyi iptal etmişti. AKP Hükümetinin 2. döneminde, 2007 yılında, Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nda yapılan değişiklikle polise yeniden silah kullanma yetkisi verilmişti. Bugünkü paketle, polise verilen silah kullanma yetkisinin sınırları genişletiliyor.

KALICI SIKIYÖNETİM PAKETİ

Yasalaşması halinde herhangi bir etkinlikte havai fişek, bilye, sapan, kesici aletler ya da molotof benzeri maddeler varsa, polis doğrudan silah kullanarak duraksamadan ateş edebilecek. Çünkü geçen maddeler sayesinde kademeli müdahale zorunluluğu kaldırılıyor.
Polis ev veya iş yerlerinde ifade alabilecek, mahkeme kararı ya da savcılık emri olmadan ince arama yapabilecek. Evlerde ya da iş yerlerinde artık karakol kurabilecek. Kabul edilen maddelerle polise koruma ve uzaklaştırma yetkisi de veriliyor. İstemediği insanları belli alanlara ya da semtlere sokmayacak. Anlayacağımız, Gezi Parkı ve Taksim’de başta olmak üzere fiilen yaptığını, bu paketle yasalaştırmış olacak.
İnsan hakları savunucusu avukat Ercan Kanar’ın yorumladığı gibi; “Bu yasa geçer ve resmi gazetede onaylanırsa tam bir felaket. Paket, kalıcı bir sıkıyönetimi getiriyor. Ancak paket mevcut haliyle Anayasa’nın 23 maddesini, AİHM Sözleşmesi’nin ise 11 maddesini ihlal ediyor. 12 Eylül faşist askeri darbenin Anayasası’nda bile savaş ve isyan döneminde hürriyetlerin özüne dokunulmaz maddesi vardır. Bu paket ise hürriyetlerin özünü ortadan kaldırıyor, bu coğrafyada yaşayan herkes için büyük bir tehdit oluşturuyor.”
Anlayacağımız, aksi kuvvetle muhtemel olsa da, AKP iktidarı varlığını Haziran genel seçimleri sonucunda yine de koruyabilir ise; Anayasa Mahkemesi sürecinde belirli bir geri dönüş ve değişiklikler gündeme gelse dahi, tamamen iptal edilmesi talebiyle yasaya karşı mücadele uzun soluklu olacak.
Sınıf mücadelesi tarihi, gericiliğin ve baskı rejimlerinin saldırı yasalarına karşı ve onlara rağmen verilen mücadele örnekleriyle doludur. Egemen güçler kendilerini baskı altında hisseder hissetmez tarih boyunca benzer önlemlere başvurdu. Kapitalizm çağında da özünde burjuva diktatörlükten başka bir şey olmayan her renk ve tondan burjuva demokrasilerinde de toplumsal hak ve özgürlükler, egemen sınıfların çıkarları ve sınıflar mücadelesinin güç dengelerindeki değişimler doğrultusunda ya hoyratça sınırlandırılmışlar ya da genişletilmişlerdir.
Bu yazıda bakmak istediğimiz, yaratılan bu baskı ve korku imparatorluklarına karşı mücadelenin en parlak örneklerinden biri. Alman işçi sınıfının ve onun partisinin “Sosyalistler Yasası”na karşı ve olağanüstü hal uygulamalarına rağmen 1878-1890 yıllarında verdiği 12 yıllık uzun soluklu, ama içinden güçlenerek çıktığı, zaferle sonuçlanan mücadelesini hatırlamak, birçok bakımdan öğretici olabilir.

“SOSYALİSTLER YASASI “ NASIL DOĞDU?
Mayıs 1875’te Gotha’da iki büyük Alman işçi partisinin –“Eisenachçılar ve Lassallecılar”– Almanya Sosyalist İşçi Partisi adı altında birleşme kongresi gerçekleşmişti. Böylelikle, Almanya’da burjuva ve büyük toprak sahipleri partilerinin etki alanının dışında, proleterlerin çıkarlarını açıkça savunan ulusal çaptaki ilk parti doğmuştu. Artık, muhafazakârların, sağ partinin, ulusalcı liberallerin, liberallerin, Alman İlerleme Partisi’nin, Alman Halk Partisi’nin ve (Katolik) Merkez’in yanı sıra, faaliyetine başlarken Reichstag’ta  hâlihazırda 9 milletvekili bulunan (1874) ve sayısı 12’ye çıkan (1877) ulusal boyutta bir örgüt vardı. Genel oyların yaklaşık yüzde 10’una sahip olarak işçi partisi, egemen güçlerin ve çevrelerin hesaba katmak zorunda olduğu politik bir nicelik oluşturuyordu.
Bismarck yönetimindeki Alman Hükümeti bu tarihte, Almanya’yı bir ulus devlet haline getiren 1871’deki Reich birleşimiyle yaşanan ekonomik ve siyasal yükseliş döneminin ardından, Alman sanayi kapitalizminin ilk büyük sosyoekonomik kriziyle karşı karşıyaydı. Büyük toprak sahiplerinin, banka ve sanayi sermayesinin, zanaat ve ticaret küçük burjuvazisinin ve de proletaryanın gerçek ekonomik çıkarları şimdiye dek Alman imparatorluğunun yabancısı olduğu bir açıklıkla gün yüzüne çıkmıştı.
Sosyalist ve işçi hareketinin güçlenmesi karşısında huzuru kaçan egemen sınıflar, 1875 sonbaharında Reichstag’ta, ceza yasasında yapılan bir yenilenmeye bağlı olarak yeni bir 130. madde taslağı sundu. Bu yasa önergesi, Reichstag’ta açıkça vurgulandığı gibi salt sosyal demokrat harekete yönelikti. Paragraf, “sınıf düşmanlığına kışkırtmayı” ve “evlilik, aile ya da mülkiyet kurumlarına” aleni saldırıları hapisle cezalandırmayı öngörüyordu. Teklif o zamanlar henüz oy birliğiyle reddedilmişti. Yalnızca iki yıl sonra aynı öneri, bu kez burjuva İlerleme Partisi Milletvekili Hänel tarafından sunuldu.
1877’de 12 milletvekilini parlamentoya sokan sosyal demokrat seçmenlerin oy sayısı 1874’e nazaran, 135 bin 791 yükselmişti. Yani toplamda neredeyse yarım milyon oy elde edilmişti. Oy kullanma hakkına sahip seçmen sayısı 1877 yılında 9 milyon civarındaydı ve yaklaşık 5,5 milyon seçmen sandık başına gitmişti. Neredeyse dörtte birlik oranındaki bu artış, özellikle büyük kentlerden gelmişti. Bu kentlerde işçiler ve küçük esnafla atölye sahipleri 1873’te başlayan ve 1878’e dek süren ekonomik krizin yıkıcı sonuçlarından özellikle olumsuz etkilenmişti. Buna bir de fiyatlarda hızlı bir yükselişe neden olan dolaylı vergilerdeki artış ekleniyordu.
Vergi artışı Bismarck’ın devlet politikasının bir sonucuydu. Bismarck yasal düzenlemeler yoluyla “jünkerlerin”  alt katmanlarının aleyhine politik bir sınıf uzlaşması sağlamayı başardı. Ağır krizin sonuçları büyük burjuvazi ve büyük toprak sahipleri için koruyucu gümrük vergilerinin sağlanmasıyla hafifletildi: Demir vergisi karşılığında tahıl, iplik vergisi karşılığında hayvan vs. Ancak bu kaçınılmaz olarak geçim maliyetinde bir yükselişe neden oldu. Buna işsizlik eklendi. Halkın alt tabakalarında, özellikle de sanayi kentlerinde hoşnutsuzluk yayılmaya başladı. Tüm kriz dönemlerinde olduğu gibi suç oranları hızla yükseldi. Hükümete sık sık, şu ya da bu kentte halk arasında yaşanan ve yer yer sokak çatışmalarına varan öfke patlamaları rapor ediliyordu.
Emniyet müdürlüğü, 1874’ten itibaren düzenli olarak, beklenen ya da planlanan kitlesel işçi atmalar hakkında raporlar topluyordu. İşten atmalar 1877’de sıçramalı bir şekilde yükseldiğinde, basına, izin almadan işten atma ve yeniden işe alım haberlerini yayınlamasını yasakladı. Aynı yıl Berlin’de toplam 39 bin evsiz gözaltına alındı ve büyük bir kısmı sınır dışı edildi.
1877/78’de sosyal çatışmaların keskinleşmesi, halkın içinde –imparatorluğun kalbi Berlin’de de– mayalanan şeyin ne olduğuna dair belirsizlik, hükümeti endişelendiriyordu. Huzurunu kaçıran, özellikle, sosyal demokrasinin sayısal artışının yanı sıra gözle görülür hale gelen örgütlü gücüydü.
Mart 1878’de Genel Alman Birliği’ne bağlı Matbaacılar Derneği’nin henüz genç yöneticisi ve Berlin işçi hareketinin örgütçülerinden olan August Heinsch veremden öldüğünde sosyal demokrasi, 10 Mart’ta Heinsch için bir kitle gösterisi niteliğinde büyük bir cenaze töreni düzenledi. Cenaze günü kızıl karanfiller ve başkaca kızıl sembollerle (polis bayrak taşınmasını, hatta dürülü bayrakların getirilmesini yasaklamıştı) yaklaşık 100 bin kişilik bir kalabalık Berlin’in doğu bölgesinin sokaklarında yürüyüşe geçti. Birçok evin penceresinden matem bayrakları sarkıtılmıştı. Burjuva “Magdeburger Zeitung” [Magdeburg Gazetesi] cenazeye katılan kalabalıktan, “alaylar, bölükler, tugaylar, daha da fazlası; bunlar, koca koca ordu birlikleri” diye söz ediyordu.
Üstünden daha yedi hafta geçmişti ki benzer bir olay yaşandı. Paul Dentler, “Berliner Freie Presse” [Berlin Özgür Basını] gazetesinin editörü, gözaltındayken hayatını kaybetti. Bu cenaze de bir kitle gösterisine dönüştü. Almanya açısından, halkın alt tabakalarının bu yeni türdeki eylem birliği ve kamusal alanda alenen sergilenen örgütlü tutum ve özgüven, Bismarck ve onun memurlar aygıtı için kabul edilebilirlik sınırını aşmıştı. Onlar açısından yeni bir 1848’in doğuşuna engel olmak artık elzemdi.
Başka muhafazakârlar da bunu aynen böyle görüyordu. Ağustos 1877’de Saksonya’daki Prusya elçisi, oradaki hükümetin kültür bakanının yaptığı bir açıklamayı Berlin’e rapor ediyordu: “Sosyal demokrat hareketin başarıyla engellenmesi için, Reich anayasasınca bu akımın yasaklanmasının dışında bir yol yoktur… 1. Sosyal demokrasi yasaklanmıştır. 2. Bu akımın üyesi olan hapsi boylar.”
1877’nin sonunda, fabrika işçilerinin kitlesel olarak örgütlenmesi henüz gerçekleşmemişse de sendikaların var olduğu iş kollarındaki yaklaşık 2 milyon işçiden 50 bini örgütlü durumdaydı. Kimi sanayi merkezlerinde ise bu örgütlenme düzeyi belirgin olarak daha yüksekti. Sosyal demokrasi bu örgütleri, “modern işçi hareketi içerisinde önemli ve değerli bir faktör” olarak selamlıyordu.
Keza büyük burjuvazi ve onun partilerinde, örgütlü işçi hareketine yönelik olağanüstü bir yasa çıkarılması isteği büyüyordu. Onların huzurunu özellikle kaçıran, puro işçilerinin, matbaacıların ve terzilerin kurduğu türden bölgeler üstü sendikalardı.
1878 yılının başında ekonominin ağır ağır yeniden yükselişe geçtiğinin işaretleri belirmeye başlamıştı. Bu konjonktürel gelişimin sürmesi için burjuvazinin, işletmelerde “huzur ve düzene” ihtiyacı vardı. Bu nedenle yasal önlemlerin alınmasını zorunlu görüyordu. Sendikal hareketin hızlı büyümesi durdurulamayacaksa da en azından frenlenmeliydi. Gümrük politikasındaki ekonomik uzlaşmadan sonra burjuva partileri de artık “Sosyalistler sorununda” muhafazakârlarla politik bir uzlaşmaya varmaya hazırdı.
Şubat ayının başında, içişleri bakanı yardımcısı, Prusya İçişleri Bakanlığı’ndaki bir toplantıda “Mevcut dernek ve basın yasasının, sosyal demokrasinin devrimci çabalarını kamu çıkarına uygun bir şekilde engellemeye yetmediğini” saptıyordu. Sosyalist ve işçi hareketine baskı yoluyla bir son verme konusundaki uzlaşma niyeti, Alman Kaiserine düzenlenen peş peşe iki suikastin “uygun” fırsatı sağlamasıyla reel politika haline geldi.
11 Mayıs 1878 günü, 23 yaşındaki sıhhi tesisatçı Max Hödel, üstü açık faytonla “Unter den Linden” caddesinden geçen Kaiser I. Wilhelm’e birkaç kez ateş etti. Tabancasının namlusu eğriydi ve Kaiser bu saldırıdan yara almadan kurtuldu. Hödel, politik olarak tutarsız biriydi. Sosyal demokrasiden ihraç edilmişti, zaman zaman ulusalcı liberaller için faaliyet yürütürken Saray Vaizi Stoecker’in Sosyal-Hıristiyan partisi üyesiydi ama kendisini anarşist olarak tanımlıyordu.
“Suikast”ten yalnızca beş saat sonra Bismarck, müsteşarı von Bülow’a çektiği telgrafta şunu öneriyordu: “Suikasti sosyalistlere ya da onların basınına karşı bir yasa tasarısı çıkarma vesilesi yapmak gerekmez mi?” Bu şaibeli olaydan 14 gün sonra Reichstag, Bismarck’ın sunduğu bir olağanüstü hal yasasını görüştü; ne var ki çoğunluk oyunu alamadı.
Bir ay sonra, 81 yaşındaki Kaiser, gerçek bir suikast sonucu ağır yaralandı. Yine sosyalistlerle ilişki içinde bulunmayan Dr. Nobiling adında bir şahsın düzenlediği bu ikinci suikast, Bismarck’a daha kararlı hareket etme olanağı sundu ve Reichstag’ı dağıttı. Terör ve baskı ortamında geçen yeni Reichstag seçimleri, muhafazakârlara eskisinden çok daha fazla oy getirdi.
Ağustos ayı ortalarında hükümet basını, “Sosyalistler Yasası”nın yeni taslağını yayınladı. Bu taslak Alman eyaletlerinde polis merkezlerine, yardımlaşma sandıkları dâhil olmak üzere işçi derneklerini ve birliklerini kapatma, yasaklama ve “kamu barışını” ve mevcut devlet ve toplum düzeninin temellerini “tehdit” eden tüm yayınları toplatma hakkı tanıyordu. Tüm sosyal demokrat örgütlerin toplantıları, parti amaçları doğrultusunda her türlü para toplama faaliyetleri yasaklanmak isteniyordu. Yerel yönetimlere, asgari bir yıllık sürelerle sıkıyönetim ilan etme hakkı veriliyordu. Bu da basın, toplantılar, dernekler vb. üzerinde ağır polis denetiminin getirilmesi anlamına geliyordu. Her şeyden önce polise, “kamu güvenliğini ve düzenini” tehdit edebileceklerinden şüphelendikleri kişileri sınır dışı etme hakkı tanınacaktı. Yasanın geçerlilik süresi konusunda herhangi bir sınır öngörülmemişti.
Yasa üzerinde yürütülen tartışmalar sırasında gericiler, yasanın işçi düşmanı içeriğinin üstünü örtmeye çalışıyor ve yalnızca anti-sosyalist niteliğini ön plana çıkarmaya çalışıyorlardı. Bismarck demagojik bir şekilde şunları söylüyordu: “Daha ilk oturumda, işçilerin durumunun iyileştirilmesine yönelik her çabayı; yani işçilerin durumunun iyileşmesini, işçilere sanayinin getirilerinden daha yüksek bir pay tanınmasını ve çalışma saatlerinin olanaklar ölçüsünde kısaltılmasını amaçlayan bir derneği de destekleyeceğimi ifade etmiştim.”  Ulusalcı liberallerin lideri Bennigsen de bu minvalde bir konuşma yaptı. Ancak kısa sürede, bu söylenenlerin, sabun köpüğünden ibaret olduğu görüldü.
19 Ekim 1878’de Reichstag uzun tartışmaların ardından Bismarck’ın sunduğu “sosyal demokrasinin toplum için tehlike oluşturan faaliyetlerine karşı yasa tasarısı”nı onayladı.

GERİCİLİK SALDIRIYOR
Üç gün sonra “Sosyalistler Yasası” yürürlükteydi. Yasanın 1. maddesi şunları söylüyordu: “Sosyal demokrat, sosyalist ya da komünist emellerle mevcut devlet ve toplum düzenini yıkmak amacındaki dernekler yasaklanacaktır. Aynı şey, mevcut devlet ve toplum düzeninin yıkılmasına yönelik sosyal demokrat, sosyalist ya da komünist emelleri, toplumsal barışı, özellikle de toplumsal sınıfların barışçı uyumunu tehlikeye atan bir biçimde yürüttüğü anlaşılan dernekler için de geçerlidir. Her türden birlik derneklerle bir tutulacaktır.”
Önceleri yasanın süresi iki buçuk yıl ile sınırlandırılmıştı ama daha sonraki süreçte bu süre uzatıldı ve 1890 yılına dek yürürlükte kaldı; yani tam 12 yıl boyunca. Yasanın amacı, işçi partisini proletaryadan izole etmek ve onu yok etmekti. Ancak yasanın hedefinde yalnızca sosyalistler değil, tüm işçi sınıfı ve onun tüm sınıf örgütlenmeleri vardı.
Gericilik saldırıya geçti. Birkaç hafta içinde polis, 17 sendika örgütünü ve yaklaşık 62 yerel derneği lağvetti.  “Offenbach Tagesblatt” ve “Fränkische Tagespost” dışındaki tüm parti gazetelerini yasakladı. Aynı şey sendika basınının da başına geldi. Tek istisnayı Matbaacılar Birliği’nin yayın organı “Korrespondent” oluşturdu. Bu aynı zamanda faaliyetine devam etmesine de izin verilen tek sendikaydı. Diğer tüm sendikalar –Hirsch-Duncker sendikaları hariç– yasaklandı. Kısa süre içinde tüm işçi derneklerinin faaliyetleri sonlandırıldı. Bunların arasında eğitim, müzik ve jimnastik dernekleri de vardı. Birkaç büyük kentte, örneğin Berlin, Hamburg, Leipzig ve Stettin’de “küçük sıkıyönetim” ilan edildi. Polis sosyal demokratları yakalıyor ve sınır dışı ediyordu. Burjuvazi, sosyal demokrasinin artık ipinin çekildiğini ve bir daha asla ayağa kalkamayacağını düşünerek bayram ediyordu.
Bu yasa, Alman sosyal demokrasisini en zayıf noktasından, henüz sağlamlık kazanamamış parti örgütünden vurmuştu. Alman sosyal demokrasisinin liderleri başlangıçta yasa karşısında son derece büyük bir kafa karışıklığı içindeydi. Yasanın kabul edileceğinden artık hiçbir şüphenin kalmadığı eylül ayında sosyal demokrat Reichstag milletvekilleri, Parti yönetimiyle olağanüstü yasanın etkilerine karşı alınacak önlemleri tartışmak üzere Hamburg’a gittiler. Yönetimin çoğunluğu öyle bir çaresizlik duygusuna kapılmıştı ki partinin feshini önermek dışında bir çözüm göremedi. Buna uygun olarak aldığı kararla, 21 Ekim’de “Vorwärts” [İleri] gazetesinde, partinin feshini ilan etti. Bu yolla yasaklamanın önüne geçilmek istenmişti. İşçi hareketinin geleceğine dair derin teslimiyet duygusuna kapılmış parti yönetimi, neredeyse tüm parti gazetelerinde, şu andan itibaren artık merkezi bir örgütün bulunmadığını, planlı örgütlenme devrinin geçtiğini, aidat toplanmasının durdurulduğunu, kısacası tüm üyeliklerin feshedildiğini bildiriyordu. Parti yönetimi tüm parti üyelerini, polis merkezlerine bu kararı ilettikleri konusunda bilgilendiriyordu. Dahası, yönetimin açıklaması, tüm yerel parti örgütlerine kendilerini derhal feshetme yönünde bir çağrıda bulunuyordu ve şu muğlâk ifadeyle sonuçlanıyordu: “Sıkıntılı zamanda da taktikte birlik, daha iyi bir geleceğin teminatıdır”  Açıklamada illegal bir parti merkezinin oluşturulacağından söz edilmiyordu. Bu, parti yönetiminin çoğunluğunun, gericiliğe karşı mücadeleye hazırlıklı olmadığının ve herhangi bir direniş göstermeden silah bıraktığının ifadesiydi.
Ancak çok geçmeden August Bebel’in yönetiminde Leipzig’te fiilen partinin Merkez Komitesi görevlerini yürüten bir Yardımlaşma Komitesi kuruldu. Bu komite, olağanüstü hal yasasına karşı mücadelenin öncüsü oldu.

İŞÇİ SINIFI PARTİSİ TOPARLANIYOR
Gerici saldırı dalgası karşısında Alman proleterlerinin silah bırakmaya hiç niyeti olmadığını, 18 Temmuz 1879’da yapılan Wroclaw (Breslau)  seçimleri gösterdi. Şiddetli polis baskısına rağmen sosyal demokrat aday seçimden zaferle çıktı. Hükümet ve gericilik neye uğradığını şaşırmıştı. Ağustos 1879’da, o dönemki koşullara göre, Hamburg işçilerinin muazzam bir gösterisi gerçekleşti. Aralık 1879’da parti, Magdeburg’daki seçimlerde bir zafer kazanırken, Mayıs 1880’de on binlerce işçi Braunschweig’ta yürüdü. Ne var ki bunlar henüz birbirinden kopuk, ortak bir önderliğe sahip olmayan eylemlerdi.
Sosyal demokratlar ancak yavaş yavaş parti faaliyetini yeni koşullar altında yeniden canlandırmanın, iletişim ağını yeniden kurmanın, ajitasyonu geliştirmenin ve mali dayanakları sağlamlaştırmanın biçimlerini keşfetmeye başladılar. Başlangıçta dört bir yana dağılmış üyelerini bir araya toplama işini, başta Leipzig’teki merkez komite olmak üzere, yardımlaşma komiteleri üstlendi. Bu komiteler sınır dışı edilenlere yardım ediyor, aynı zamanda seçim bölgelerindeki bağlantıları ve başka kentlerdeki tehlike altında bulunmayan yoldaşlarla irtibatı sağlıyorlardı.
Sosyalistler yasasının ikinci yılında Bebel, “Sosyalistler Yasası bizleri eski örgütümüzü dönüştürmek zorunda bıraktı. Biz de kendimizi koşullara göre uyarladık. Orada bu şekilde, burada şu şekilde; şartlar nasıl gerektirdiyse öyle. Bir yerde örgüt daha çok gevşek bir yapıya sahipken, başka bir yerde daha merkezi bir yapıda; duruma göre.”
1880’de yapılan Wyden Kongresi ve 1882 yılında Zürih’teki Ağustos Konferansının ardından, iç örgütlenmenin kuralları kısmen standartlaştırılabildi. Sosyalistler yasasının son yıllarında imparatorluğun çeşitli bölgelerinde seçim dernekleri, halkçı seçimler için dernekler, belediye ve mahalle seçim dernekleri ve de çeşitli komiteler, sosyal demokrasinin neredeyse legal politik örgütleri olarak etkin olabildiler. Julius Motteler’in yönetimindeki “Kızıl Sahra Postası” parti gazetesi “Sozialdemokrat”ın Zürih’ten, 1888’den itibaren de Londra’dan Almanya’ya dağıtımı güvence altına alınmıştı.
Sosyal demokratlar, kişisel çevrelerinden gizli faaliyetleri için yararlanmayı bildiklerini ortaya koydular. Bu ilişkilerin işe yaramadığı, yasanın olası ya da gerçekleşen sonuçlarının baskısı altında dostlukların bozulduğu yerde, yeni biçimler devreye giriyordu. Karşılıklı dayanışma ve güvene dayalı ilişkiler, yabancı ve akraba olmayan insanlara kadar uzanabiliyordu. “Ana dayanaklarımız o dönemde yalnızca kişisel dostluklar ve tanışıklıklardı. Bunlar da sık sık çökebiliyordu. Kimi ürkek dost kapıyı yüzümüze çarpıyordu… Sonra yine tüm ailesini davamız için kazanan, ne zaman yardıma ihtiyaç varsa fedakârlıklarda bulunan, çıkar yol bulan dostlar vardı.”
Partinin örgütlenme yapısı, yerellerde birliği sağlama biçimleri ve de parti gazetesi “Sozialdemokrat”ın ülke çapındaki dağıtımı, sürekli olarak hep yeniden işçilerin yaşam şartlarına uydurulmak durumunda kalıyordu. Bunun nedeni, tuzaklarla dolu yasanın kendisi değildi sadece, örgütçüleri yaratıcılık göstermek zorunda bırakan aynı zamanda işçinin günlük yaşamıydı da. “Konut ve kent değişiklikleri, işten atılma, ölümler, ev aramaları, posta yasağı ve daha birçok durum sürekli olarak adres değiştirmeyi zorunlu kılıyordu. Tehlikeye girmiş adreslere gönderilerin yolda olduğu her yöne doğru, güvenlik önlemleri almak ve her türden düzenlemeler yapmak gerekiyordu. Hararetli bir faaliyetin ortasındayken birdenbire ülkenin her köşesine yolculuklar yapma zorunluluğu doğuyordu.”
Özellikle politik olarak aktif işçileri en çok yetkili makamların sınır dışı etme pratiği etkiliyordu. Ancak politik hareket bundan da faydalanmayı bildi. “Partinin kendisi, sınır dışı etmeler nedeniyle en ufak bir zarar görmedi. Tam tersine, eskiden, sosyalizmin ilkeleri doğrultusunda faaliyet yürütmek üzere maaşlı ajitatörler ülkenin dört bir yanına gönderilmek zorunda kılınırken, şimdi bunların yerini, sınır dışı edilmiş işçiler fazlasıyla dolduruyordu.”  İmparatorluk şansölyesi Bismarck, bu nedenle ciddi ciddi ve alenen sosyal demokratların Almanya’dan da sınır dışı ve sürgün edilmelerini planlıyordu.
Bu, aynı zamanda işçilerin direniş biçimlerinde büyük bir çeşitlilik geliştirdikleri bir dönemdi. Ustaca tasarlanmış tuzaklarla ajanlar teşhir ediliyor ve isimleri parti basınında yayınlanıyordu. Parti kongreleri başka “tabelalar” altında gerçekleştiriliyordu. Örneğin Wyden kongresi, “İsviçre’deki Alman hasta, gezgin ve yaşlılarla dayanışma sandığı derneklerinin genel kurul toplantısı” adı altında gerçekleştirilmişti.
Bu dönemde işçi hareketinin sembolleri, özellikle de kızıl bayrak, öylesine yüksek bir siyasi önem değeri kazandı ki, yaşı ilerlemiş işçiler bile, sırf bayrağı ortaya çıkarıp göstererek ya da hatta ve hatta yükseklere asarak adeta gençlik taşkınlığı içinde polise meydan okumaya yöneliyordu.
Örgütlü işçiler oldukça basit yöntemlerle, üst makamların “yukarıdan” sıkıştırmasıyla takip ve gözetime yöneltilmiş sinirli polislerin önlemlerini aşabiliyorlardı. 18 Mart 1882’de, 1848 Berlin’deki devrimci mücadelelerin yıl dönümünde, “Friedrichshain’deki mezar ziyareti, burjuva basının bizzat itiraf ettiği üzere gerçek bir kavim göçüne benziyordu… ‘Öğle olduğunda’ deniyordu, ‘kortejler dipdibe derin bir suskunlukla mezarlığın yollarında ağır ağır ilerliyorlardı.’ Kızıl kurdelalı çelenklere elbette polis müsaade etmedi, bunun yerine ‘isimsiz’ bir mezarın üstüne konan defne yapraklarından yapılmış bir çelengin tam ortasına herkesin büyük ilgisini çeken kan kırmızısı bir lale oturtulmuştu.”
Örgütlü işçiler, büyük bir kahramanlık ve yaratıcılık ortaya koydular. Sosyalistler yasası sırasında, zanaatçı kalfa dernekleri geleneğine dayanarak sayısız yerel mesleki birlikler, dernekler doğdu. Alman sosyal demokrasisi, yasanın sınırlayıcı hükümlerini atlatmak için iki yönteme başvurdu. Bir yandan yürürlükte olan 1869 seçim yasası gereğince, seçim birliklerinin kurulması ve seçim toplantılarının düzenlenmesine izin veriliyordu. Böylelikle sosyal demokrat seçim dernekleri bu dönem boyunca parti örgütünün legal biçimlerini oluşturdular. Diğer yandan da tek tek, her yerel derneğin “mutemet” (kendisine inanılıp güvenilen kimse) olarak adlandırılan bir yöneticisi bulunuyordu. Bu mutemetler, üyeler ve parti yönetimi arasındaki dolaysız bağı oluşturuyordu.
Sosyal demokratların toplantıları sık sık bu ‘paravan’ örgütlerde gerçekleştiriliyordu. Kiel’deki “Klimperkasten Derneği”  –1884’te Schleswig eyaletinin tamamında yasaklandı– gibi gevşek birlikler bile, Partinin önceleri varlığını sürdürme ve yeniden inşası için, sonraları bağlılığın ve ajitasyon faaliyetinin sürdürülmesi için bir tür örgütsel çerçeve işlevi görüyordu. Eğlence, spor, müzik, eğitim, tiyatro vb. dernekler, çoğunlukla işçilerin, artan boş zamanlarını kendi benzerleriyle anlamlı bir şekilde geçirmek ihtiyacı üzerinden doğuyordu.
Sosyal demokratlar, tek tük önceden planlayarak böyle paravan örgütler kuruyorlardı; ama bu örgütler de yalnızca işçilerin boş zaman ihtiyaçlarını karşıladığı için etkili olabiliyordu. Sosyal demokrasi bu boş zaman dernekleri içinde ve onlarla birlikte başarılı politik bir faaliyet yürütebiliyordu; çünkü bu örgütler işçi mahallelerinde kök salıyor, işçilerin günlük yaşamına dahil oluyor ve örgütlü işçilerin günlük yaşamının bir parçasını oluşturuyordu. Dernek yasasının, legal yöntemlerle, yani ajanlar olmaksızın bu derneklerde olup bitenler hakkında haberdar olma yönünde polise sunduğu olanaklar pek kısıtlıydı. Buna rağmen 1878-1888 yılları arasında 101 eğitim, müzik, spor ve eğlence derneği yasaklandı.
“Yaşı geçkin yoldaşlar, böylesi ciddiyetsiz ve apolitik örgütlenmelere kuşkuyla bakıyorlardı. Ben… büyük bir hevesle bir tiyatro kulübüne katıldım. Amacı partiye özellikle nakit para olanakları sağlamaktı. Ayrıca genç, yaşam dolu insanlar olarak kadın ve erkek üyelerine önemli oranda eğlenme imkânı sunuyordu. Ve bu, derneği hiç de aşağı görmeme neden olmadı, çünkü ben yaşamdan kimi oldukça rahatlatıcı, neşeli yönlerini kazanmaya başlamıştım. Bu nedenle zevkli olanı yararlı olanla birleştirmeye çalıştım. Tiyatro kulübümüzde gönlümce mim yapıyor, dans ediyor ve eğleniyordum, bu sırada da bunu yaparak partinin çıkarına hizmet ettiğimden emindim ve bundan hoşnutluk duyuyordum.”

OLAĞANÜSTÜ HAL YASASI KOŞULLARINDA SAĞ VE ‘SOL’ EĞİLİMLERLE MÜCADELE
Sosyal demokrasinin önderlerinin büyük bir hünerle kitlelerin her devrimci inisiyatifini yalnızca desteklemekle kalmayıp aynı zamanda da olabildiğince enerjik bir şekilde yardımcı olmasının elzem olduğu bir dönemde partide, devrimci ilkelerden tamamen vazgeçilmesini ve mevcut legal koşullara uyum sağlanmasını isteyen bir çizgi ortaya çıkmıştı. Bu görüşler en açık biçimde, “Sosyal Bilimler ve Sosyal Politika Yıllığı”nda yayınlanan (Zürih) “Almanya’daki sosyalist harekete geriye dönük bakışlar” isimli makalede ifade buldu. Yazarları –Höchberg, Schramm ve Bernstein– makalenin altına imzaları yerine üç tane yıldız koymuşlardı. Makale, devrimci taktiğe karşı sert saldırılarda bulunuyor, sınıf mücadelesinin terkini ve partinin illegal örgütlenmelerinin feshini talep ediyordu. Ama her şeyden önce partiyi, işçilerin çıkarları için “tek yanlı” mücadele etmekle suçluyordu. 
Engels bu konuda, Schramm, Höchberg ve Bernstein, “tümüyle adi birer burjuva olarak üçü de kendilerini barışçıl filantroplar yerine koyan bir makale üretmişler” diye yazmıştı.
A. Bebel, W. Liebknecht, B. Bracke vb.’e yönelik bir mektupta Marx ve Engels “Üç Zürihlinin manifestosu”nu ayrıntılı bir eleştirel analize tabi tuttular. “Üç Zürihli” diye saptıyordu bilimsel sosyalizmin kurucuları, uzlaşma ve uyum politikası izlenmesini, hükümet ve burjuvaziye karşı mücadeleden vazgeçilmesini, eğitimli ve mülk sahibi sınıflar arasından çok sayıda sempatizanın partiye dâhil edilmesini istiyorlar. Parti faaliyetinin “köhnemiş toplum düzeninine yeni dayanaklar oluşturan, böylelikle de nihai felaketi belki de yavaş yavaş, adım adım ve olabildiğince barışçıl bir çözülme sürecine dönüştürebilecek olan yamavari küçük burjuva reformların” elde edilmesine yöneltilmesini talep ediyorlar.
Almanya’daki parti ve işçi hareketi için bir diğer tehlikeyi de “sol” akım oluşturuyordu. Bu akımın sözcüsü Johann Most idi. “Solcular” teröre başvurma çağırısı yapıyor, Reichstag seçimlerine katılmaktan ve Reichstag kürsüsünden ajitasyon amacıyla faydalanılmasından vazgeçilmesini talep ediyorlardı. Anarşist unsurların yayın organı Most’un Londra’da çıkardığı “Freiheit” [özgürlük] gazetesiydi. Gazete monarklara ve gericilere yönelik küfür salvoları yayınlıyordu. Most, el yapımı bomba ve patlayıcı tarifleri basıyor, “eylem yoluyla propaganda” olarak adlandırdığı ve “Parlamentodaki gevezeliklerin” yerine geçirilmesini istediği terör politikasını savunuyordu.
Bebel’in anılarında Most hakkında şunları okuyoruz: “1883 Sonbaharından itibaren gözünü tam anlamıyla kan bürümüştü. Kışkırtıyor ve suikastların düzenlenmesi için tahrik ediyordu; yandaşları böyle bir eylem gerçekleştirdiklerinde sevinç nidaları atıyor ve suikastçıları insanlığın kurtarıcıları olarak nitelendiriyordu.”  “Freiheit”ın yazı kuruluna ve muhabirleri arasına bu gazetenin partiye verdiği zararı daha da büyüten polis muhbirleri sızdı. Sorge’a yazdığı bir mektupta Marx, Most’un gazetesinin “devrimci bir içeriğe sahip olmadığını, yalnızca boş devrim söylemlerinden oluştuğunu” söylüyordu.
Marx ve Engels, partinin taktik çizgisini ve yönetimini yeniden doğru rotaya girmesini sağlayabildiler. Bunun en önemli göstergesi, Ağustos 1880’de İsviçre’deki eski Wyden Şatosu’nda illegal toplanan partinin olağan kongresiydi. Kongre, partinin ajitasyon faaliyetini olağanüstü yasayı dikkate almaksızın ve ona rağmen güçlendirme taktiğini onayladı. Sosyal demokrat Reichstag fraksiyonu, parti yönetimi işlevini üstlenmekle görevlendirildi. “Sozialdemokrat” partinin resmi organı olarak kabul edildi.
Kongre, 1881 Reichstag seçimlerine katılmayı ve seçim ajitasyonunu olabilecek en enerjik şekilde geliştirmeyi karar altına aldı. “Solcular”ın liderleri Most ve Hasselmann partiden ihraç edildi.
Kongre, Gotha programı üzerinde önemli bir düzeltme gerçekleştirdi. Programın ikinci maddesinde yer alan, partinin hedeflerini bütün “yasal araçlara” başvurmak yoluyla gerçekleştireceğini belirten cümleden, “yasal” sözcüğü çıkarıldı.

SOSYALİSTLER YASASI DÖNEMİNDE SOSYAL DEMOKRASİNİN BAŞARILARI
1881 sonbaharında Reichstag seçimleri gerçekleştirildi. Alman sosyal demokrat parti bu sınavdan yüz akıyla çıktı. Seçimler, partinin kendine ait matbaasının olmadığı, bu nedenle de el ilanları, bildiriler çıkarabilecek ya da sosyal demokrat adaylar için oy pusulaları basacak durumda olmadığı bir dönemde gerçekleştirilmişti. Hükümet birçok kentte “küçük sıkıyönetim” ilan etmişti. Bu da sınırdışı edilenlerin sayısının yükselmesine neden olmuştu. Buna rağmen parti seçimlerde üç yüz binden fazla oyu kendisinde birleştirmeyi başardı. Bu inkâr edilemez bir başarıydı. Seçim sonuçları parti üyelerine umut ve özgüven aşılamıştı.
Kısa bir süre içerisinde parti merkez organı “Sozialdemokrat”ın düzenli bir şekilde yayınlanmasını sağlayabildi. 1879’dan itibaren gazete İsviçre’de, 1888-1890 yıllarında da İngiltere’de basıldı.  Birinci sayının yayınlanışdan üç ay sonra “Sozialdemokrat” Stuttgart, Köln ve Burgestädt’te de yayınlandı. Baskı sayısı hızla 3 600’den 10 000’e yükseldi. Gazete dünyanın dört bir yanında dağıtılıyordu. 1886 yılında ona Zürih’te, Kopenhagen’de, Londra’da, Bükreş’te, New York’ta, Buenos Aires’te ve başka kentlerde abone olmak mümkündü.
“Sozialdemokrat”, sosyal demokrasinin Bonapartizmin Prusya versiyonuna karşı yürüttüğü mücadelenin en önemli sorunlarını aydınlatıyor ve Marksizmin ilkelerini propaganda ediyordu. Lassallecılığa, sağ ve sol oportünizme karşı, proleter ideolojinin kirlenmemesi için çetin bir savaş veriyordu. “Devlet sosyalizmi” ve militarizme karşı makaleler, gazetede önemli bir yer tutuyordu. Almanya İmparatorluğu’ndaki sınıf mücadelesinin en önemli gelişmelerini ele alıyordu.  Bu literatür ve çok sayıda bildiri zengin deneyimlere sahip bir parti üyesi olan Julius Motteler yönetimindeki “Kızıl Sahra Postası” aracılığıyla Almanya’ya ulaştırılıyordu.
Sosyal demokratlar gizli çalışma sanatını öğrenmişler ve ardı arkası kesilmeyen takiplerden sıyrılmakta ustalaşmışlardı. Sosyal demokratların ormanlarda, tarlalarda, taş ocaklarında vb. düzenledikleri toplantılar büyük bir rol oynuyordu. Parti, polisin takiplerine rağmen kongrelerini düzenli olarak gerçekleştirdi. 29 Mart – 2 Nisan 1883 tarihlerinde Kopenhagen Kongresi toplandı. Bu kongrede, sağ oportünistlerle devrimci kanat arasında şiddetli tartışmalar yaşandı. Bebel’in önderliği altındaki Marksistler kesin bir başarı elde ettiler. Sağ kanadın direnişine rağmen Kongre, Reichstag seçimleri için yalnızca partinin devrimci ilkelerini tereddütsüz benimseyen ve savunan adaylar çıkarmayı karar altına aldı.  Bu kararın ardından sosyal demokrat vekillerin parlamenter faaliyetleri etkinlik kazandı. Reichstag’taki, eyalet meclislerindeki ve belediye meclislerindeki temsilcileri, bu legal kürsülerden, sosyal demokrat görüşleri yaymak, hükümetin icraatlarını eleştirmek ve emekçilerin politik eğitimi için yoğun olarak faydalandılar.
Kısa bir süre sonra yeni başarılar kaydedilebildi. 1884 yılında sosyal demokratlar Reichstag’ta 24 koltuk kazandılar. 550 bin seçmen parti lehine oy vermişti. Oy sayısı 1881 yılına göre neredeyse 250 binlik bir artış göstermişti.
Sendikal harekette de önemli başarılar elde edildi. Tüm yasaklamalara rağmen sendikalar, çeşitli legal örgütlenmeler; yardımlaşma ve hasta sandıkları, eğitim dernekleri vs. vs. görünümü altında faaliyetlerini sürdürdüler. Olağanüstü yasa yürürlüğe girdiği yıl sendikalar 50 bin üyeye sahipti. 1885 yılında bu sayı 80 bine ve 1891’de yaklaşık 278 bine yükselmişti. Sosyalist ve sendikal gazetelere abone olanların sayısı 1878’de 160 bin iken, 1890’da 250 bine ulaşmıştı.
Sosyal demokratların önderlik ettiği grev hareketleri ülke çapında büyüdü.
İşçi hareketindeki önemli bir gelişme, 1885 yılında yaşanan demirciler greviydi. Grevin merkezi Berlin’di, burada tek tek derneklerin merkezi örgütü olarak Demirciler Federasyonu kuruldu. Federasyon işverenlere yönelik ekonomik talepler formüle etmiş ve grevi örgütlemişti. İşçiler birliklerini korudular ve meslektaşlarının dayanışması sayesinde zafer kazandılar. Berlinli demirciler Hamburg, Hannover, Leipzig ve Dresden’den önemli miktarda para yardımı aldılar. Parisli demirciler 500 frank gönderdi. Demircilerin grevi, işçi mücadelesinin yeni bir aşamasının –yerel bir hareketin hızla ülke çapındaki bir harekete dönüştüğü– başlangıcını oluşturdu. Demirciler Federasyonu güçlendi ve büyüdü. Leipzig, Eberfeld, Elbing, Lübeck, Hamburg-Altona, Hannover, Wroclaw (Breslau) ve başka kentlerdeki yerel işkolu dernekleri federasyona katıldı. 
İşçi sınıfının en büyük eylemlerinden biri, 1889’da Ruhr bölgesinde 90 bin maden işçisinin iş bırakmasıydı. Grevciler ücret artışı ve iş gününün 8 saatle sınırlandırılmasını talep ediyorlardı. Grevi Saksonya, Saar ve Yukarı Silezya bölgelerinin maden işçileri destekliyordu. Polisle kanlı çatışmalar yaşandı.
1889’da toplam 134 bin işçi greve çıktı. 1 Ocak 1889’dan 30 Nisan 1890’a dek Almanya’da yaklaşık 400 bin işçinin katıldığı 110 grev yaşandı.
İşçi kitleleri arasında devrimci ruh güçleniyordu. Artık hükümete karşı politik gösteriler gündemdeydi. Olağanüstü hal yasasının 10. yıl dönümünde Berlin’in birçok evinden kızıl bayraklar sarkıtıldı. Alman sosyal demokrasisinin uluslararası itibarı önemli oranda arttı.
Artık egemen sınıflar için bile, baskıların amacına ulaşmadığı açıktı. Hükümet, işçilere tavizler vererek onları sosyal yasama alanının sınırları içinde tutarak sınıf mücadelesinden uzak tutmaya çalışıyordu. 1878 yılında çocuk işçiliğini sınırlayan bir yasa kabul edildi. 1883 yılında Reichstag hastalık sigortasıyla ilgili bir yasa kabul etti ve bunu kaza sigortasıyla ilgili bir yasa takip etti. Ancak bu yasalarda ciddi boşluklar vardı. Bu yasalara göre örneğin primlerin üçte ikisi işçiler tarafından ödenirken yalnızca üçte birlik bölümünü işveren ödüyordu. Kaza sigortasıyla ilgili yasa, yalnızca çalışma yetisinin tam kaybı halinde sigorta miktarının ödenmesini öngörüyordu.
20 Şubat 1890’da yeniden Reichstag seçimleri yapıldı. Bu seçimler sosyal demokrasinin tam bir zafer geçidine dönüştü. Sosyal demokrat adaylar neredeyse 1,5 milyon oy aldı. Ki bu, tüm oyların yüzde 20’siydi (1887’deki oylara göre 665 binlik bir artış). Parti 35 koltuk kazandı. Bu başarının olağanüstü bir önemi vardı. Seçim sonucu Sosyalistler Yasasının fiyaskosunun ilanıydı. Egemen çevrelerde, baskıcı yöntemleri nedeniyle “Demir Şansölye” olarak anılan Bismarck’ın “işçi politikası”na ve sosyal demokrasiye karşı mücadele yöntemlerine ilişkin hoşnutsuzluk büyüyordu. Grev hareketinin yayılması, sosyal demokratların seçimlerde kaydettiği başarılar ve büyük burjuvazinin politikaların değiştirilmesi talebi sonuçta “demir şansölye”yi koltuğundan etti. Bismarck Mart 1890’da görevden çekildi. Sosyalistlere yönelik olağanüstü hal yasası yürürlükten kaldırıldı.
Alman sosyal demokrasisinin tarihindeki bu kahramanca dönem, mücadelesinin Sosyalistler Yasası yıllarındaki kesiti, legal ve illegal olanaklardan ustaca yararlanmanın, işçi hareketine rehberlik etmenin çeşitli biçim ve yöntemlerini başarıyla birleştirmenin örneklerini sergiliyor. Parti bu dönemde çelikleşti, örgütsel ve ideolojik olarak güçlendi ve yalnızca Almanya’nın sınıf bilinçli işçileri arasında değil, birçok ülkenin proleterleri ve devrimci önderleri arasında da büyük bir saygınlık kazandı.
İki işçi partisinin 1875’teki birleşmesinden ve 1878-1890 yılları arasındaki Sosyalistler Yasası nedeniyle yaşanan fiili illegalite dönemini atlattıktan sonra Almanya Sosyal Demokrat Partisi, 1891 Erfurt Programı ile birlikte Marksist bir anlayış benimsedi. Birinci Dünya Savaşı’na kadar milyonları kapsayan bir örgüt haline gelişti.


Kaynaklar:

August Bebel; Aus meinem Leben [Yaşamımdan Anılar], Berlin 1961.
Horst Groschopp; Proletarische Organisation als Kulturprozess [Kültür süreci olarak proleter örgütlenme]. Yayımlanmamış kitap çalışması. http://www.horst-groschopp.de/sites/default/files/Arbeiterorganisation%20als%20Kulturprozess%20[1988-1990,%202002].pdf
L.I. Subok (sorumlu editör), B.A. Aisin, V.M. Dalin, G.G. Kuranov, M.I. Mihailov, A.L. Narotniçski, J.I. Rubinstein, V.M. Turok;  Die Geschichte der zweiten Internationale [İkinci Enternasyonal Tarihi], cilt 1, Akademie der Wissenschaften der UdSSR, Institut für Geschichte der UdSSR [SSCB Bilimler Akademisi, SSCB Tarih Enstitüsü]; Verlag Progress Moskau 1983, sf. 71-82.
Marx-Engels Werke [Eserler]; cilt 19 ve 34.

Yol ayrımında kadınlar ne yapacak?

Türkiye’de iktisadi, toplumsal ve siyasal hayatın hızla yeni bir kavşağa doğru yol aldığını ve hangi yöne saparsa sapsın, önümüzdeki sürecin çok sıradan olmayan gelişmelere gebe olduğunu söylemek herhalde bir kehanet sayılmaz. Bu yol ayrımında, yönü, sınıflar mücadelesinin durumunun belirleyeceğini söylemek de, bu aralar gazetelerin arka sayfalarında sıkça rastladığımız “yeni yıl” kehanetçilerine özgü bir tahmin değil elbette.
AKP Hükümeti’nin, yeni yılın ilk yarısında yapılacak genel seçimlerde yerini korumak için tüm araçlarını ve gücünü devreye sokacağı 2015’e topyekûn bir saldırganlık programıyla girdiği bir sır değil. Dış politikasından iç politikasına, bütçesinden çalışma yasalarına, güvenlik paketinden eğitim düzenlemelerine, istihdam paketlerinden hemen hemen tüm yasa değişikliklerine; tümü sermayeden yana, toplumsal muhalefeti bastırmaya yönelik faşizan, gerici politika ve uygulamalarıyla –arsızlığı, yolsuzluğu, saltanat özlemi de cabası– büyük ölçüde “tek adam diktatörlüğü”ne dönüştürülmüş olan devletin hemen tüm kurumlarıyla seferber edildiği AKP hükümetinin saldırısı, boyutları sürekli katlanarak bir çığ gibi halk kitlelerinin üzerine doğru yuvarlanıyor. Yuvarlandıkça hızlanan, hızlandıkça barbarlaşan, “yok artık!” demeyi çoktan bıraktığımız bu çığ bir doğal felaket de değil; kapitalizmin 21. yüzyıldaki neoliberal ve muhafazakâr ‘fıtratı’yla gayet uyumlu bir durum.
Bu çığın en altında kalacak olan, malumumuz, ezilenlerin ezileni geniş emekçi kadın kitleleriyse, bu çığa ivme katan da, ne yazık ki AKP’nin yedeklemeyi başardığı geniş kadın kitleleridir. Ve yine, o çığı durduracak olan sınıf mücadelesinde, demokrasi mücadelesinde en geniş kadın kesimlerinin alacağı tutumun belirleyici önemi olacak.

SERMAYENİN FIRSAT EŞİTLİĞİ
Bilindiği gibi, son 30 yıldır, ama özellikle de son 10 yıldır kapitalizmin kendini yeniden yapılandırmak için devreye soktuğu neoliberal politikalar kadınları merkezine aldı. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması 1998’de Avrupa Birliği tarafından resmi gündem ilan edildi ve aday ülkelerin uyum kriterleri arasına alındı. Dünya Bankası (DB) da, 2006’dan beri, ekonomik büyümeyi kadınların sağlayacağı savıyla “Toplumsal Cinsiyet Eylem Planı”nı yürürlüğe soktu. Bundan böyle kadın erkek “fırsat eşitliği”nin gerçekleşeceği ve kadın emeğinin değerleneceği söyleniyordu. Keza DB “eşitlik kârlılık getirir” sloganıyla 2012 yılını “Kadın Yılı”, Türkiye’yi de pilot ülkelerden biri olarak ilan etmişti.
Ancak bu “eşitlik”in, kadının sosyal güvencesiz, kayıt dışı ve düşük ücretle istihdam edilmesinde yoğunlaşma anlamına geldiği ve kadınlara yalnızca daha fazla yoksulluk, yoksunluk, eşitsizlik vaat ettiği artık açıkça ortada. Kapitalizmin bütün dünyada kadınlara neoliberal politikaların yıkıcı sonuçları altında ezilmekten başka bir şey sunmadığı gerçeği her geçen gün daha fazla kadın tarafından yaşanarak görülüyor.
2010 OECD raporlarına göre, tüm dünyada 3 milyar kişiyi kapsayan ücretli çalışan kesim arasında beyan edilmeksizin çalışanların, yani kayıt dışı çalışanların sayısı 1,8 milyar. İşçi sınıfının görülmemiş bir hızla büyüyerek ana gövdesini oluşturur hale gelen bu kesimin en geniş bölümünü ise kadınlar oluşturuyor. Türkiye’de de, çalışan kadınların yüzde 66’ı kayıt dışı çalışıyor.
Herhangi bir iş akdi olmadan gerçekleşen bu işçilik, çoğu durumda net görev tanımları olmaksızın sürdürülüyor. Çalışma hayatını, çalışanların ancak kısa sürelerle dayanabildikleri insanca olmayan koşullar belirliyor. Aşırı sömürü koşullarının hâkim kılındığı günümüz iş pazarında işçi kadınlar, hiçbir pazarlık gücü olmayan, herhangi bir belgede işçi olduğu görünmeden, emeklilik, sosyal ve sağlık sigorta haklarını elde edemeden ucuzun ucuzu ücretlerle çalışan, her koşula razı edilen işçi grubunu oluşturuyor.
Alan araştırmaları, kadınların kayıt dışı çalıştırıldığı başta tekstil, gıda ve hizmet sektörlerinde, işyerlerindeki fiziksel koşulların, insan ilişkilerinin, çalışma düzeni ve kurallarının insan sağlığına zarar veren, çalışma motivasyonunu yok ederek her tür işi angaryaya dönüştüren, kadınların güçlerini sonuna kadar sömüren bir nitelik taşıdığını ortaya koyuyor.
Tekstil atölyelerinin yoğun olduğu İstanbul-Çağlayan’da çalışan bir işçi kadın kendilerine dayatılan çalışma koşullarından nasıl etkilendiklerini şöyle anlatıyor: “Çoğumuz sigortasız çalışıyoruz. Sigortalı çalışsak sezon boşluklarında edindiğimiz borçları aldığımız ücretlerle ödeyemeyiz. Bu nedenle yaptığımız işin sağlımızı bozduğunu bilsek bile çalışmaya devam ederiz.
“Büyük işyerinde çalışıyorsan adet sayısı çıkarmak zorundasındır, yoksa ya işten atılır ya da patronun, ustabaşının hakaretlerine maruz kalırsın. Atölyede çalışıyorsan, parça işi yetiştiremezsen hafta sonu haftalığını alamayacağın korkusuyla makine gibi çalışmaya mecbursundur. Bu da psikolojini bozar. Bu makineleşmiş çalışmaya bir de evin sorumluluğu ve toplumun kadına yüklediği yük ağır geliyor, hayat daha çekilmez oluyor.”
Ekonomik faaliyetin kayıt dışına kaçırıldığı, işçilerin yasal ve örgütlenme haklarının gözetilmediği böyle bir ortamda, işçiler için sağlık hakkı hiçbir gerçek karşılığı olmayan bir kavrama dönüşüyor. Kadınların her türlü koruyucu önlemden uzak ortamlarda, yeterince beslenmeden ve dinlenmeden çalışmaları gerçeği, iş güvencesi ve sosyal güvenlikten yoksun olmalarıyla birleşiyor ve ortaya ağır bir sömürü tablosu çıkıyor. Kayıt dışı çalışan kadınların yarınları olmadığı gibi, koşulların dayatmasıyla küçük yaşta çalışma hayatına sürükledikleri kızlarının da yarını olmuyor.
“Çocuk yaşta çalışmak durumunda kalan Sevcan, şimdi bir lokantada çalışıyor, senelik izni olmadan, sigortasız, günlük 30 liraya; 10 saat, saati 3 liraya çalışıyor ve emekli olabileceğini düşünmüyor… ‘38 yıllık hayatımda 28 yıl çalıştığım halde sadece ve sadece 3 yıllık sigortam var’”.
Çalışanların en temel hakkı olan emeklilik, artık uzak bir hayal ve/veya bireysel olarak çözülmesi gereken kişisel bir sorun halini aldı. Kadınların payına ‘hangi koşulda olursa olsun, iş olsun’ beklentisinin düştüğü pazar ekonomisi ve piyasa şartlarının yarattığı aşırı sömürü koşulları altında ev dışında çalışmak, kadınların büyük çoğunluğu için, zaten çok fazla olan yüklerine yük eklemek anlamına geliyor. “Ev içi rolleri”nin yüceltilmesiyle, iş ve aile yaşamının uyumlulaştırma miti ve “pozitif ayrımcılık” kisvesi altında kadınlara sunulan ve giderek yaygınlaşan ‘alternatif’ çalışma biçimlerinden biri de en acımasız sömürü koşullarının ev içlerine taşındığı parça başı işler/üretim.
Zeynep, iki yıldır aileye ek gelir kazanmak için Sincan Organize Sanayi’de bulunan bazı fabrikaların küçük işlerini yapıyor evinde. İşe önce ameliyat malzemeleri üreten bir fabrikanın steril bezlerini katlamakla başlamış, sonra hazır yemek fabrikalarına yaprak sarması yapmış, şimdi de mutfak poşetleri üretimi yapan dünyaca ünlü bir fabrikanın fırın poşetlerini katlama işini yapıyor.
Ev içi üretim son zamanlarda Sincan’da yaşayan kadınlar arasında yaygınlaşmış. Her mahallede bu işleri organize eden arabulucu bürolar açılıyor. Zeynep’in apartmanında bu işi yapan dört kadın var, mahalledeki sayının ise 70 civarında olduğunu tahmin ediyor. İşler arabulucu bürolara geliyor ve oradan mahalleli kadınlara dağıtılıyor…
“6’da uyanıyorum” diye anlatıyor Zeynep bir gününü. “Eşimi işe gidecek, kızım okula, kahvaltı falan… 8’den öğlen 11’e kadar poşet katlama işini yapıyorum, sonra günlük ev işlerini hallediyorum oğlumu okula gönderene kadar. Saat 13.00 oluyor; kızımın okuldan gelme vakti, onunla ilgileniyorum. 15.00 gibi tekrar başlıyorum katlamaya, bir yandan akşam yemeği hazırlığı, 20.00’ye kadar böyle. Sonra yemek, bulaşık derken, saat oluyor 22.00. Televizyon karşısında gece 1, 2’ye kadar katlamaya devam… Günde ortalama 500-800 arasında katlıyorum, aylık 200-300 lira arası bir gelirim oluyor. Mutfak parası falan diye idare ediyoruz. Bizim gibi ev kadınlarının fazla bir tercih şansı yok.”
“Neden Sincan Organize’de herhangi bir iş bakmıyorsun?”
“Çocuklar var, okulları var, evde yapmam gereken işler var. Çocukları güvenle bırakabileceğim emanet edebileceğim bir yer yok…”
“Bu sorunlar çözülse bir fabrikada çalışırsın yani?”
“Tabii ki çalışırım. Sigortam, düzenli maaşım, servisim, her şeyim olur.”

GERİCİLİĞİN ‘FITRAT ADALETİ’
Bu süreç, aynı zamanda “kültürel olarak muhafazakâr, ekonomik olarak neoliberal” iktidarın işgücü ve aile biçimini yeniden üretirken toplumsal algıyı düzenleyen, topluma muhafazakâr normlar yerleştiren bir süreç de oldu. Yazılı olmayan, ama yazılı olanlardan daha etkili hale gelen yasaklar ve kurallar devreye sokuldu. “Politik” müdahale olarak hukuki ve bürokratik düzenlemelerle karşımıza çıkan bu norm oluşturma çabaları, diğer yandan gündelikleştirilip sıradanlaştırılarak siyasalın dışına da atılmaya çalışıldı.
Kadınlara üç çocuk doğurma çağrısından kürtaj yasaklarına, hamile kadınların sokağa çıkmaması gerektiği savlarından kadının kahkahasının iffetsizliğine, rujunun renginden “kadın mıdır kız mıdır bilmem” imalarına, “kadın erkek fıtratları gereği eşit olamaz” tespitinden en son “doğum kontrolüyle yıllarca vatana ihanet edildi” söylemine, AKP Hükümeti her türden politikasının merkezine kadın cinselliğini koyan bir hat izledi, izliyor. Bir yandan muhafazakâr, ataerkil ve kadın düşmanı söylemler her vesileyle dolaşıma sokulurken, bir yandan da devlet kurumları kullanılarak ahlaksal-dinsel özendirme, sıradanlaştırma, korkutma, ödüllendirme, hukukileştirme ve bilimselleştirme gibi tekniklere başvuruluyor.
İktidarın “aileye” dolayısıyla da kadın ve erkeğe ilişkin yaklaşım ve değerlerinin eğitim, medya, edebiyat, sinema vb. gibi alanlar aracılığıyla toplumsallaştırılması sıradanlaştı. “Aile yapımız ve öz değerlerimiz”, “manevi değerlerimiz”, “örf ve adetlerimiz” söylemleri toplum yaşamına gerici müdahalenin meşru gerekçelerini oluşturur oldu. Dizilerdeki karakterlerin evlendirilmesi, dekoltelerin kapatılması, RTÜK kurallarına “aile değerlerini aşağılamama” kriterlerinin getirilmesi, kadının ders kitaplarında yalnızca aile içerisindeki rolleriyle yer verilmesi bu sıradanlaşmanın bazı örnekleri.
4+4+4 uygulamasıyla başlayan, eğitimin dini söylem ve kurallara göre biçimlendirilmesine yönelik politika ve uygulamaların önümüzdeki dönemde artarak süreceğinin ilk işaretini, cumhurbaşkanı, yaptığı bir açıklamada din dersiyle fizik dersini eşitleyerek vermişti. Hemen ardından yapılan 19. Milli Eğitim Şurası’nın açılışında cumhurbaşkanının yaptığı konuşmada “hikmet”i dışlayan, çocuklarımıza “manevi değerleri” öğretmeyen bir eğitim sisteminin kabul edilemeyeceğini söylemesiyle Şura’nın gündemi belirlenmiş oldu.
Eğitim sisteminin gerçek sorunları tartışılmazken, din eğitiminin yanı sıra çocukları potansiyel suçlu, okulları da birer cezaevi gibi gören, eğitime kışla düzeni getirmeye çalışan, insan hak ve özgürlüklerine, pedagojiye aykırı kararlar da peşi sıra geldi. Eğitimde bugüne kadar atılan adımlara ek olarak, okulöncesi dahil eğitimin bütün kademelerinde karma eğitim veren okulların yanında, “velilerin tercihi” doğrultusunda karma olmayan okulların açılması, okulöncesinde zorunlu din ve Kur’an dersi ile “yemek duası” gibi öneriler kararlaştırıldı.

İÇİ BOŞALTILMIŞ ‘ADALET’
AKP Hükümeti’nin içeride ve dışarıda yürüttüğü diğer saldırgan, ayrımcı, öteleştirici, militarist politikalarıyla “Yeni Türkiye”nin inşası bu eksen üzerinden şekillenmeye devam ederken, kadınlar serileşen, katliama dönüşen cinayetlerle, gündelikleşen ve çeşitlenen şiddet biçimleriyle karşı karşıya kaldı. AKP’nin “fıtrat gereği eşitsizliğe dayalı” zihniyetiyle donanmış devlet kurumları, kadınların en temel insan hakkı olan yaşam hakkını bile koru(ya)mazken, zaten işlemeyen eşitlik ve sosyal destek mekanizmaları tam anlamıyla etkisiz ve işlevsiz hale geldi.
Kadınların yalnızca bedenlerinin değil akıllarının ve ruhlarının da prangaya vurulduğu bu süreçte, kadını değil katil ya da şiddet uygulayan erkeği kollayan yargı kararlarıyla iktidarın yerel ve genel söylemleri, televizyon programlarında katillerin boy göstermesiyle, şiddetin “meşru” ve sıradan bir biçimde görselleştirilmesiyle sonuçlandı.
“Eşitlik” fikrinin toplumdaki kadın ve erkeğe biçilen rollerde adaletin tesis edilmesine imkân vermediği, zarar verdiği savıyla yerine “cinsiyet adaleti” kavramının yerleştirileceği 25 Kasım’ın hemen öncesinde ilan edildi, cumhurbaşkanı tarafından. Akabinde AKP teşkilatıyla Hükümeti tam bir biat içinde kavramı derhal yaygınlaştırmaya girişti. Bu söylem, kadını erkeğin itaat ve hizmetine veren “fıtrat”la açıklıyor, eşitliğin neden olamayacağını. Adalet ise, bir “öte dünya” tahayyülü olarak, bir ideal olarak kadınların önüne sürülüyor. Adalet, mücadeleyle kazanılmış hakların içerildiği modern hukukun değil, Şer’i hukukun ve geleneklerin bir gereği olarak sunuluyor.
Kadınların adalet saraylarında kurşunlandığı bu ülkede en çok ihtiyaç duyulan, ama hiç ulaşılamayan “adalet” kavramının, böylelikle, içi boşaltılarak çarpıtılmış bir kavram olarak, Erdoğan ve emrindeki iktidarca kitleleri, özellikle de kadınları kendine yedeklemede kullanılacağı anlaşılmış oluyor.

“İNSAN OLMA” ÖZLEMİ
Gelelim, kadınların sermayenin “fırsat eşitliği”yle, gericiliğin “fıtrat adaleti”yle kuşatıldığı bu soğuk ve karanlık iklimde varılan yol ayrımına.
Geniş emekçi kadın kitlelerini işte ve evde köleliğe, angaryaya, yoksulluğa, yoksunluğa, güvencesizliğe, örgütsüzlüğe, sağlıksızlığa, eğitimsizliğe, iş cinayetlerine, işsizliğe, erkek şiddetine, cinskırımına mahkûm eden; düşünsel ve psikolojik bağımlılığa, çaresizlik ve umutsuzluğa, yalnızlığa iten; dini ve gerici propagandayla tevekküle, kaderciliğe, itaate, siyasi ve toplumsal kayıtsızlığa ve daha birçok musibete sürükleyen koca bir sistemden bahsediyoruz.
Neresine bakarsak bakalım, kapitalist sömürü tarafından belirlenen, onun yazılı olan ve olmayan yasalarına tabi olan yaşamın her alanı kadınlar için birer dert ve kaygı cehennemi anlamına geliyor. Emekçi kadınların acılarının, yoksunluklarının yanı başında vurguncuların, iktidar sahiplerinin, sömürücü kapitalist milyarderlerin şatafatlı lüksü, akıl almaz israfı en arsız şekilde saçıldıkça saçılıyor.
Kadınlar, bütün bu kötülüklerin kapitalizmin ve Erdoğan’ın yeniden tüm ülke halkını kazanmaya çalıştığı siyasi ve dinci gericiliğin fıtratında olduğunu öz deneyimleriyle öğreniyorlar…
Ezici iş ve yükümlülüklerin ağırlığı altında kadınlıklarını ve insanlıklarını ezen, aşağılayıcı bir biçimde zincire vuran, yeteneklerini ve ufuklarını körelten bu toplumsal, siyasal ve iktisadi ortam içinde kadınların kendilerini “insan” olarak hissetme, insan gibi yaşayabilme özlemi büyüyor.

KADINLAR MÜCADELE İÇİNDE
Elbette tüm bu kara tablo içerisinde, Türkiye’de de kadınlar, dünyanın her yerinde olduğu gibi, iş, ekmek, özgürlük ve barış için toplumsal ve emek mücadelelerinin bir parçası ve önemli bir dinamiğini oluşturuyor. İşçi-emekçi kadınlar ve kadın hareketi önemli bir mücadele birikimine sahip olduğu gibi, bugün de kadınlar, sömürü, savaş ve cinsiyet ayrımcı politikalar karşısında hareketsiz ve sessiz değil.
Yaşam alanları talan edilen, tarım alanları yok edilen, geçim araçları elinden alınan, ücretsiz aile işçisi olarak çalışan, tarım işçiliğine giderken iş cinayetlerinde hayatlarını kaybeden köylü kadınlar çevre mücadelelerinde en öne atılıyor.
Ucuzun ucuzu, güvencesiz, taşeron, esnek, kayıtdışı, gündelik, saatlik çalışma biçimlerine zorlanan işçi ve emekçi kadınlar, işyerlerindeki keyfi, ayrımcı, adaletsiz ve hukuk dışı uygulamalara karşı son dönemlerde sayısı giderek artan büyüklü küçüklü grev ve direnişlerde yerlerini alıyor, işlerlerinde sendikalaşma mücadeleleri veriyor.
Demokrasinin sınırlarının giderek daraltılmasına, hak ve özgürlüklerin gasp edilmesine karşı, kentsel dönüşüme karşı, kadına yönelik şiddet ve kadın katliamı karşısında kadınlar susmuyor; kız kardeşleriyle birlikte sokağa çıkıyor, kadın davalarını izliyor, dayanışma eylemliliklerinde bulunuyor, mücadele platformları içerisinde mücadele yürütüyor.
Başta uzun bir mücadele geleneğine sahip Kürt kadınları olmak üzere, bu toprakların kadınları, barış için, Kürt sorunun demokratik halkçı çözümü için mücadele ediyor, örgütleniyor. Ortadoğu’daki savaş ve çatışma ortamının ortasında Kürt halkının diğer bölge halklarıyla birlikte kurup yaşattıkları demokratik Rojava kantonunu ve onun bir parçası olan Kobanê’yi boğmaya çalışan katliamcı IŞİD çetesinin saldırılarına karşı büyük direnişe bulunduğu her yerden destek veriyor, kız kardeşlik köprüleri kuruyor.
Kadınlar, Ortadoğu’daki savaşa, AKP iktidarının yürüttüğü ayrıştırıcı, savaşçı, militarist politikalara karşı çıkıyor, barış talep ediyor ve din, dil, ırk, mezhep ayrımı olmaksızın halkların kardeşliğini savunuyor. Savaştan kaçıp ülkemize sığınan çoğunluğu kadın ve çocuk olan milyonlarca mülteci için eşit yurttaşlık hakkı talep ediyor ve sığınmacılara/mültecilere yönelik şiddete, ayrımcılığa, ötekileştirmeye karşı çıkıyor.

İŞÇİ SINIFI PARTİSİ VE KADINLAR
Ancak kadınların bir parçası olduğu parçalı toplumsal mücadelelerin, AKP Hükümeti ve devletin halkın üzerine şiddetlenerek geleceğinin işaretini verdiği saldırı dalgasını durdurmaya yetecek, püskürtecek güçte, birleşiklikte ve örgütlülükte olmadığını biliyoruz.
Yazı boyunca çeşitli yönleri üzerinde durduğumuz gibi, ülkemizde geniş kadın kitlelerinin içinde bulunduğu durum ve kuşatılmışlık, aynı zamanda kadınları en kırılgan, en kolay ikna edilebilir, sindirilebilir, maniple edilebilir kesim haline getiriyor. Dolayısıyla da kapitalizmin, gericiliğin önemli bir dayanağını oluşturuyor.
Türkiye halklarının barış ve demokrasi mücadelesi cephesinin olmazsa olmaz bileşenlerinden biri kadın hareketiyse ve kadın mücadelesi bu cephenin en önemli mücadele alanlarından birini oluşturuyorsa, bu cephenin temel görevlerinden biri, en geniş kadın kitlelerini saflarına kazanmak, kapitalizmin ve gerici iktidarın bu sağlam dayanağını onun altından çekip almak olacaktır. Bu, aynı zamanda, ana gövdesini emekçi kadınların oluşturduğu geniş ve birleşik bir kadın hareketinin yaratılması anlamına geliyor. Kadınların ezilen cinsiyet olmaktan kaynaklı sorunları karşısında, toplum ve aile hayatının bütününde eşit haklara sahip olmaları için kitlesel, demokratik mücadelenin örgütlenmesi sorumluluğu da birincil olarak işçi sınıfı partisine düşüyor.
İşçi sınıfı partisi, geniş emekçi kadın kitlelerini saflarına ve mücadelesine kazanmak için bütün gücü ve enerjisiyle çalışmaya atılmak zorundadır. Bu güç, ama olmazsa olmaz zorunluluğun başlıca omuzlayıcısı da elbette sınıf partisinin kadın kadroları olacaktır. En geniş emekçi kadın kesimlerine ulaşmanın onları aydınlatmanın, örgütlemenin yorucu ve zahmetli yollarını yürümeli, yöntemlerini bulmalı, işçi ve emekçi kadınların ileri kuşaklarını partiye, partili mücadeleye kazanmalıdır.
Kısacası, işçi sınıfı partisi ve onun kadın kadroları, nerede kadınlar acı çekiyor, nerede kadınlar hakları ve özgürlükleri uğrunda mücadele etmek zorunda kalıyorsa, orada olmalıdır. Fabrikada, atölyede, mahallede, sokakta, her yerde kadınların birliklerini sağlamak ve güçlendirmek, ortak taleplerini oluşturmak için, anlayış ve duygudaşlıkla eylemlerine ve örgütlenmelerine yardımcı olmalıdır.
Bu nedenle, haydi emekçi kadın kitlelerine, kapitalizmin köleleştiren şiddetinden kurtuluşlarını, kendilerini “insan” hissedecekleri; özgür, eşit, sömürüsüz, yani insan gibi yaşabilecekleri geleceği kurma ufkunu ve umudunu kazandırmaya! Kapitalist iktidara karşı mücadelede tüm genel, yerel ve özel örgütlenme ve organlarda, sendikalarda, işletme ve işçi komitelerinde çalışmaya ve mücadeleye!

Komün ve Enternasyonal

ENTERNASYONAL VE ALMAN-FRANSIZ SAVAŞI 1870-1871

Temmuz 1870’te dünya, Batı Avrupa’da yaşanan yeni bir savaş trajedisine tanık oluyordu. İki büyük devletin, Prusya ve ikinci Bonapartçı İmparatorluğun çok binlik orduları, Fransız toprakları üzerinde kanlı bir çarpışma için silah çattılar.

2 Eylül 1870’te Sedan’da Fransız Ordusunun bir bölümünün teslim olmasına, Bonapartçı rejimin yıkılışına, 4 Eylül’de cumhuriyetin ilanına, Paris’in Prusya birlikleri tarafından kuşatılmasına ve proleter devrim tehlikesini ulusal aşağılanma pahasına engellemek isteyen burjuva Milli Savunma Hükümetinin temsilcilerinin 28 Ocak 1871’de rezil bir geçici barış anlaşması imzalamalarına neden olan bir savaştı bu. Fransa’nın iki eyaletini, Alsas ve Loren’i kaybettiği ve Fransa’yı 5 milyar tazminat ödemek durumunda bırakan nihai barış, 10 Mayıs 1871’te Frankfurt’ta imzalandı. Daha savaş sona ermeden, 18 Ocak 1871’de, Versay’da Alman İmparatorluğu ilan edildi. Prusya Kralı Wilhelm, Alman Kaiseri oldu. Böylelikle “demir şansölye” Bismarck temel amaçlarından birine ulaşmış oldu: Almanya’nın junkerci-militarist Prusya himayesinde yukarıdan birleştirilmesi gerçekleşti.

Alman-Fransız savaşı iki aşama geçirdi. 4 Eylül 1870’e dek olan ilk aşamada bu savaş Almanya açısından bir savunma savaşı niteliği taşıyordu. Bu savaşın Almanya açısından nesnel amacı, ulusal birliğini sağlamanın önündeki engelleri ortadan kaldırmaktı. Bunların başında III. Napolyon’un saldırgan politikasıyla Avrupa’da hegemonya kurma iddiası ve sallantıya giren rejimini güçlendirme çabaları geliyordu. Ancak bu aşamada dahi, Prusya egemenleri, savaşın ileriki süreçlerinde kendi fetihçi planlarını gerçekleştirme umudu besliyordu. Onların askeri bir çarpışmayı provoke etmek için gösterdikleri gayretkeşlik Bonapartçı hükümetinkinden geri kalmıyordu. Bonapartizmin yıkılmasıyla birlikte Almanya’nın birleşmesi önündeki son engel de ortadan kalktıktan sonra, toprak fetihleri ve Fransa’nın yağmalanması, Almanya’nın egemen sınıflarının savaşı sürdürmelerindeki ana saik haline geldi.

4 Eylül ile birlikte savaşın ikinci aşaması başladı. Almanya açısından, bu, savaşın saldırgan bir fetih savaşına dönüştürülmesi, Fransa Cumhuriyeti açısından da ulusal bir özgürlük mücadelesine, bir savunma savaşına dönüşmesi anlamını taşıyordu.

Alman-Fransız Savaşı ve İşçi Sınıfı

Avrupa işçi sınıfı, bu büyük ve kanlı çarpışmayı engelleyebilecek durumda değildi. Ama bu sınıf, artık eskisi gibi, savaşan ülkelerde cephede öne sürülecek gönüllü yem olmak ve tarafsız kalan ülkelerde ise savaşın pasif seyircisi olmak istemiyordu.

Tarihte ilk kez, bu savaş esnasında işçi sınıfı, geniş bir antiemperalist hareket geliştirmeye başladı. İşçi sınıfı içerisindeki antiemperyalist eğilimler, çoğu yerde, geniş kesimlerin genel pasifist tutumundan yeni yeni ayrışmaya başlıyordu. Bazı ülkelerde radikal burjuvazi hareketin başına geçmeye çalışıyor ve hareketin sınıfsal yönünü belirsizleştiriyordu. Tek tük bazı durumlarda bu hareket anarşist maceracılar tarafından kendi amaçları doğrultusunda kullanıldı. Ama toplamına bakıldığında, proleter kitlelerin bu savaş karşıtı eylemleri, işçi sınıfının halklar arasındaki kanlı savaşlara karşı ilk büyük enternasyonal eylemleriydi. Tarihte ilk kez, Enternasyonal (Uluslararası İşçi Birliği) sayesinde, işçi sınıfının, barış mücadelesinde, saldırgan dış politikalara ve militarizme karşı mücadelesinde bir eylem birliği gerçekleşti.

Çeşitli ülkelerde farklı biçimlerde ifade bulan bu hareket, Uluslararası İşçi Birliği’nin (UİB) fikirlerinin zemin bulduğu tüm ülkelere yayıldı. Kimisinde bu saldırı savaşının kışkırtıcılarına karşı ve fetih savaşlarına karşı genel bir protesto yükseliyordu. Kimisinde Bonapartizm karşıtı eylemlerde ya da savaşan ülkelerin işçileriyle dayanışma gösterileri biçiminde, veyahut, özellikle de savaşın ikinci evresinde, gönüllü birliklere katılarak saldırganın geri püskürtülmesinde doğrudan yer alarak ifade buluyordu. Bir diğer ifadesi de, hükümetlerin dış politikadaki tutumlarını değiştirmelerine yönelik kapsamlı siyasi kampanyalardı.

UİB’in Genel Kurulu bu hareketin başlıca ilham kaynağını oluşturuyordu ve onun örgütleyici, harekete geçirici merkezi haline geldi. Genel Kurul, işçi sınıfını burjuva milliyetçiliğin ve şovenizmin etkisinden korumaya, proletaryanın aldığı tutumunun sınıfsal bağımsızlığını ve onun enternasyonal eylem birliğini savunmaya çalıştı. Bu sırada Genel Kurul, her şeyden önce savaşan ülkelerin işçi sınıfını ve İngiltere’nin proletaryasını etkisi altına almaya çalıştı. Çünkü trade unionlarda örgütlü ve sayıca güçlü olan İngiliz işçi sınıfı, politik geriliğine ve reformist eğilimlerine rağmen, uluslararası proleter bir hareket için elverişli bir yönelimle olayların seyrine etki edebilecek bir güç durumundaydı.

Bu hareket açısından, Alman ve Fransız işçilerinin savaş sırasındaki tutumu muazzam öneme sahipti. Genel Kurul’un birincil görevi, savaşan ülkelerin işçilerinin şovenist propagandaya kapılmalarını engellemek ve aralarında dayanışmayı kurmaktı.

Genel Kurul’un savaş üzerine yayınladığı ilk açıklama

Savaş 19 Temmuz’da başladığında Genel Kurul, savaşın karakterini teşhir eden bir açıklamayla birliğin Avrupa’daki bütün üyelerine ve tüm işçi sınıfına seslenmeye karar verdi ve John Hales’in önerisi üzerine Marx’ı bu belgeyi kaleme almakla görevlendirdi. Genel Kurul, 26 Temmuz’da onayladığı açıklamayı özel bir bildiri olarak tüm Avrupa dillerinde yaygınlaştırmayı kararlaştırdı. 2 Ağustos’ta yayınlanan açıklamada, bu savaşın Almanya açısından bir savunma savaşı olduğunu kanıtlayan Marx, aynı zamanda, Alman halkının ulusal çıkarları ile Prusya’nın egemenlerinin kliğinin ve Alman burjuvazisinin şovenist çevrelerinin bu savaşta izledikleri fetihçi çıkarlarını keskin bir biçimde birbirinden ayırt ediyordu.

Bonapartçı iktidarın yaklaşan çöküşünün öngörüsüyle, Marx, Genel Kurul adına, Alman işçilerini, savaşın Fransız halkına yönelik bir fetih saldırısına dönüşmesine izin vermemeye çağırıyordu. Böyle bir durumda, deniyordu bildiride, zafer ya da yenilgi aynı derece feci sonuçlara yol açacaktı.

Kabaran şovenizme, Fransız ve Alman işçilerinin enternasyonal dayanışması ve tüm dünya proletaryasının birliğinin pekiştirilmesiyle karşı çıkılacaktı: “Resmi Fransa ve resmi Almanya bir kardeş katliamında birbirlerinin üzerine çullanırken işçiler birbirine barış ve dostluk mesajları göndermektedir.”

Genel Kurul’un bildirisi işçi sınıfının bakış açısını açıklarken, ortaya çıkan askeri krizin koşullarını net olarak ortaya koyuyordu. 31 Temmuz 1870’te, Engels, bu belge hakkında şöyle yazıyordu: “Bu açıklama tüm sınıflardan Populus’a  şimdi yalnızca işçilerin gerçek bir Foreign policy’ye  sahip olduklarını gösterecek.”

Açıklama hızla yankı bulup yayıldı. İngiltere’de birçok büyük gazete tarafından, daha sonraları da birçok yerel gazete tarafından yayınlandı. UİB’in Avrupa ülkelerindeki tüm organlarında, ayrıca Rusça’da “Narodnoje Delo”da yayınlandı. Bildirinin birçok ülkede proleter ve demokrat çevrelerin savaş karşıtı eylemleri üzerinde büyük bir etkisi oldu.

Genel Kurul’un savaşa ilişkin ikinci açıklaması

Marx ve Engels’in öngörüleri tümüyle gerçekleşti. 4 Eylül 1870 günü ikinci Fransız imparatorluğu yıkıldı ve Alman-Fransız savaşında yeni bir aşama başladı. Bu durum değişikliği karşısında uluslararası işçi sınıfının bu aşamadaki görevlerinin de yeniden belirlenmesi gerekti.

6 Eylül 1870’te, Marx’ın eline, Enternasyonal’in Paris Federal Kurulu’nun bir üyesi olan Bachruch’un, Londra’daki Genel Kurul’undan savaş üzerine yeni bir açıklamanın yayınlanmasını talep eden mektubu ulaştı. Genel Kurul, söz konusu bildirinin yazılmasıyla Jung, Milner, Serrailler ve Marx’tan oluşan bir komisyonu görevlendirdi. Söz konusu açıklama 14 Eylül tarihinde yayınlandı ve hızla dağıtıldı. Genel Kurul, 20 Eylül günü, iki bildiriyi içeren ayrı bir broşür yayınlama kararı aldı.

Savaş üzerine ikinci açıklamada, Marx, Prusya jünkerciliğinin fetihçi politikasını teşhir etti ve Alsas-Loren ilhakının ve Fransa’nın yağmalanmasının, gelecekte büyük askeri çarpışmaların kaynağını oluşturacağını ortaya koydu. Marx, Bismarck’ın saldırganlığından kaynaklı olarak Avrupa’da gelecek 50 yıl için oluşan güçler dağılımını öngörülü bir biçimde karakterize etti: Bir Fransız-Rus ittifakının oluşması ve bunun sonucu olarak, kaçınılmaz olarak Almanya ve müttefikleriyle karşı karşıya gelinmesi. Bildiri, Almanya ve diğer ülkelerin işçilerine, Fransız eyaletlerinin gasp edilmesine karşı ve Fransız Cumhuriyeti ile yapılacak onurlu bir barış için mücadele etme göreviyle karşı karşıya olduklarını ilan ediyordu.

Fransa’da cumhuriyetin ilanını, Marx, işçi sınıfı açısından elverişli bir durum olarak niteledi. Cumhuriyetçi hükümet biçiminin eskisinden farkına işaret ederek, işçilerin sınıfsal örgütlenmesinin sağlamlaştırılması yönünde doğan olanaklardan faydalanmanın önemini vurguladı. Aynı zamanda, işçileri, burjuva cumhuriyetçi illüzyonlara kapılmamaları konusunda uyardı ve Milli Savunma hükümetinin karşı devrimci bileşimine dikkat çekti. Bu hükümetin emekçi kitlelerin aleyhine ve onlardan gizli olarak düşmanla işbirliği yapabileceği ihtimaline, egemenlerin İkinci İmparatorluktan arta kalanları olduğu gibi koruma gayretlerine işaret etti.

Genel Kurul, tüm ülkelerin işçilerini Fransa Cumhuriyeti’ne destek vermeye ve cumhuriyetin diplomatik olarak tanınmasını sağlama konusunda mücadele etmeye çağırıyordu: “İşçiler üstlerine düşen sorumluluğu unuturlarsa, pasif kalırlarsa şimdiki korkunç savaş, daha da korkunç uluslararası savaşların bir öncüsü olmaktan başka bir şey olmayacak ve her ülkede işçilerin, kılıçların, toprakların ve sermayenin efendileri eliyle uğratılacakları yeni yenilgilere yol açacak.”

Genel Kurul’un Alman-Fransız Savaşı üzerine yayınladığı ikinci bildiri, proletaryanın dış politika, savaş ve barış konularındaki enternasyonalist bakış açısı ve işçi sınıfının ilhaklar ve fetihler karşısındaki uzlaşmaz tutumunun geliştirilmesi bakımından olağanüstü büyük bir öneme sahipti. Bu belgenin işçiler üzerinde ilkinden daha az seferber edici bir etkisi olmadı.

SAVAŞ SIRASINDA ALMAN PROLETARYASININ ENTERNASYONAL ÇİZGİSİNİN GELİŞTİRİLMESİNDE GENEL KURULUN ETKİSİ

Alman-Fransız savaşı, Alman işçi sınıfı için özellikle ciddi bir sınavdı. Ortaya çıkan durum, onun son derece esnek bir taktik izlemesini, ulusal görevlerin çözümüne iliştkin tutarlı bir devrimci yaklaşım ortaya koyup, egemen sınıfların, özellikle de Prusya’nın daha savaşın ilk aşamasında ifadesini bulan fetihçi eğilimlerine karşı kararlı bir mücadele yürütülmesini gerektiriyordu. Doğru enternasyonalist bir tutum için bir dizi güçlüklerin aşılmasına ihtiyaç vardı. Bu güçlükler, yalnızca durumun karmaşıklağından doğmuş değildi; aynı zamanda Alman işçi hareketinin bölünmüşlüğünden, Lassallecılar ile Eisenachçılar arasında süren mücadeleden ve de taktik sorunlarda Eisenachçı partinin yönetimi içerisindeki fikir ayrışmalarından da kaynaklanıyordu. Söz konusu güçlüklerin aşılmasında, Enternasyonal’in Genel Kurulu’yla Marx ve Engels’in Alman sosyal demokratlarına kesintisiz olarak yardımcı olmaları büyük bir rol oynadı. İleri Alman işçilerinin toplamda proleter enternasyonalizme uygun bir tutum ortaya koymaları böyle mümkün olabildi.

Savaşın ilk aşamasında Sosyal Demokrat İşçi Partisi

Savaş başladığında, Almanya işçi sınıfının ileri unsurları arasında enternasyonalist ruh hali egemendi. Ancak işçilerin önemli bir kısmı, özellikle de kuzey Almanya’da yine de ulusal savaşa aktif katılım gösterme ile Prusya hükümetinin desteklenmesi arasındaki farkı görmekte zorlanıyorlardı. İşçilerin bir bölümü Prusya’nın zaferini Fransa’da bir devrim ihtimaliyle birleştiriyorlardı, ancak sorunun diğer yönünü, yani aynı zamanda böylesi bir zaferin Almanya’daki jünkerci militarist güçlerin mevzilerini de sağlamlaştıracağını yeterince açık kavrayamıyorlardı.

Alman işçileri açısından en büyük avantaj, Marksizmin ilkelerini benimsemiş olan ve Enternasyonal’in fikirlerini Almanya’da hayata geçiren bağımsız bir partiye sahip olmalarıydı. Fakat savaşın başlarında henüz bir yılını doldurmamış olan parti, ideolojik ve örgütsel olarak hala zayıf durumdaydı. Bunun göstergelerinden biri de parti çizgisini kimin belirleyeceğinin açıklığa kavuşmamış olmasıydı; o tarihlerde Braunschweig’ta bulunan Merkez Komitesi mi, yoksa Leipzig’te yayınlanan partinin yayın organı “Volksstaat”ın Yayın Kurulu mu. Braunschweig Komitesi’nin beş üyesinden üçü Lassalleci Genel Alman İşçi Derneği’nin eski yöneticilerindendi ve kendilerini henüz tam olarak bu gelenekten kurtarabilmiş değillerdi. Parti organının yöneticileri olan Wilhelm Liebknecht ve August Bebel’se, Prusya militarizmine karşı mücadele veren ateşli militanlar olarak haklı bir otoriteye sahiplerdi.

Ne Braunschweig Komitesi ne de “Volksstaat”ın Yayın Kurulu, savaşın birinci aşamasında hem Almanya’nın ulusal görevlerini dikkate alan hem de enternasyonal proleter dayanışmanın ilkelerine kesin olarak karşılık gelen bir taktiğin geliştirilmesi gibi karmaşık bir görevin üstesinden hemen ve hatasız gelebildi.

Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisinin devrimci tutumu ve liderlerinin zaman zaman gösterdiği tüm yalpalamalara rağmen, özellikle de önder kişiliklerinin Reichstag’taki duruşları dolayısıyla belirlenen enternasyonalist karakteri, işçi hareketinin reformist kanadının temsilcilerinin, Lassallecıların izlediği şovenist çizgiyle keskin bir ayrım içerisindeydi. Reichstag’ın 21 Temmuz’daki olağanüstü oturumunda Bebel ve Liebknecht, savaş kredileri sorununda “her türlü hanedancı savaşın ilkesel karşıtları olarak, sosyal cumhuriyetçiler ve ulus farkı gözetmeksizin her türlü ezene karşı, tüm ezilenleri büyük bir kardeşlik bağı ile birleştirmek için mücadele eden Uluslararası İşçi Birliği’nin üyeleri olarak” oy kullanmayacaklarını açıkladılar.

Tarihte ilk kez proletaryanın temsilcileri parlamentoda cesaretle Enternasyonal’in üyesi olduklarını ilan ediyor ve Enternasyonal’in hedeflerini açıklıyorlardı. Marx bu açıklamayı İngilizceye çevirerek, 26 Temmuz günü Genel Kurulu’nun onayına sundu. Genel Kurul, açıklamayı büyük bir destekle benimsedi. Marx, Paul ve Laura Lafargue’a Bebel ve Liebknecht’in “Reichstag’ta olağanüstü iyi bir duruş sergilediklerini” yazdı.

Savaşın arifesinde, Lassallecı sosyal demokrat gazete “Social-Demokrat” ise şu açıklamada bulunmuştu: “… Alman ulusu ve hatta devrimci Alman proletaryası Prusya hükümetinden yana tutum almak zorundadır…” Ve Lassallecıların Reichstag’daki temsilcileri, savaş kredileri lehine oy kullandılar. Lassallecılar savaş döneminde “Burgfrieden”  taktiğini savunuyorlardı. Aldıkları bu tutum, Almanya’nın ileri işçileri arasında büyük bir tepki görmelerine ve Eisenachçı partinin üyelerinin sert protestolarına yol açtı.

Alman işçilerinin antimilitarist eylemleri

Uluslararası İşçi Birliği’nin sayesinde Almanya’da derinlere kök salmış olan enternasyonalizmin fikirleri, Bebel ve Liebknecht’in Reichstag’taki cesur tutumları, çok çeşitli fikirleri savunan sosyal demokrasinin liderlerinin Fransız işçileriyle ortak dayanışma çağrıları; tüm bunlar işçi sınıfının ileri unsurlarının duygu ve düşüncelerine etkide bulunuyordu. Bu duygu ve düşünceler, Almanya’nın birçok kentinde şovenizm karşıtı, antimilitarist toplantı ve gösterilerde ifade buldu.

Prusya’nın Ren bölgesinde düzenlenen toplantıların katılımcıları savaş karşıtı kararlar alıyorlardı. Silezya’nın Breslau (Wroclaw) kentinde çok geniş katılımlı bir toplantı “Parisli kardeşlerini” selamlayan bir çağrı kabul etti. Birliğin Berslau seksiyonunun bir üyesi olan Max Neissner, bu mesajı 23 Temmuz’da Marx’a “onu güvenli yoldan Paris’e iletme” ricasıyla gönderirken şunları yazmıştı: “Bu mesaj, son derece kalabalık bir halk toplantısında oy birliğiyle kabul edildi ve burada egemen olan ruh halini tastamam yansıtıyor.”

Saksonya ve güney Almanya işçileri de savaşı sert bir şekilde protesto ediyor ve Fransız işçilerini selamlıyorlardı. Saksonya’nın başkenti Dresden’de bin işçinin katıldığı bir toplantı, Bebel ve Liebknecht’in Reichstag’ta aldığı tutumu onaylıyordu. Leipzig işçileriyse özellikle aktif bir tutum aldılar. Prusya yanlısı milliyetçi liberallerin etkisindeki üniversite öğrencileri “Volksstaat”ın yazıişleri bürosunu ve Liebknecht’in oturduğu evi basma girişiminde bulunduklarında, Leipizgli işçiler buraların güvenliğini üstlendiler.

Bavyera’da da savaşı protesto eden birçok toplantı düzenlendi. Nürnberg’te yapılan bir işçi toplantısında alınan bir karar “despotik yönetime sahip” her iki devleti, Prusya ve Fransa’yı, savaş çıkarmakla kınıyordu. Münih’teki bir halk toplantısı “Avrupa’nın bütün halklarına” başlığını taşıyan bir manifesto yayınladı. Bu manifestoda, halkların “ne Fransız ne de Prusyalı Sezar’dan yana tutum alabileceğini” söylüyordu. Augsburg’taki bir işçi toplantısı yayınladığı kararda “vatan toprağının savunulmasının sorumluğunun üstlenileceğini” ilan ederken, “bunun, Bismarck’ın ve Prusya kralının aynı şekilde özgürlükleri katleden heveslerine karşı mücadeleden vazgeçildiği anlamına gelmediğini” vurguluyordu.

Braunschweig Komitesinin Manifestosu

Parti yönetimindeki fikir ayrılıklarının bir an önce aşılması gerekiyordu, çünkü savaşta koşullar değişmişti ve Prusya zaferinden sonra savaşın Almanlar açısından bir fetih ve ilhak savaşına dönüşmesi tehlikesini günden güne artmaktaydı. Taktik konusunda birleşik bir tutum, kesinlik ve açıklık, o belirleyici anda özellikle önemli olduğundan, komite, Marx ve Engels’in yardımına başvurdu. Bracke, ileride bu konuda şunları yazacaktı: “Bebel, Liebknecht ve başka yoldaşlarla fikir ayrılıkları nedeniyle Enternasyonal Genel Kurulu’nda Almanya sekreteri olan, düşünsel üstünlüğü hepimizce tanınan Karl Marx’a çeşitli görüşleri açıklayan bir mektup göndermiştim. Birkaç gün sonra kendisinden Sedan ve Paris’teki büyük gelişmelerden hemen önce, siyasi durum üzerine ayrıntılı bir inceleme almıştım.” Bu mektup, Bracke’nin yazdığı gibi, Sosyal Demokrat İşçi Partisi Merkez Komitesi’nin “Tüm Alman İşçilerine” manifestosunun yayınlanması için aldığı “asıl itki” olmuştu.

Bracke tarafından kaleme alınan bu “Manifesto”, bir bildiri olarak yayınlandı. Bebel ve Liebknecht tarafından da onaylanarak, “Volksstaat”ta tam metin olarak basıldı. Bu belgede, Marx ve Engels’in mektubundan, Alsas-Loren’in ilhakının Almanya için doğuracağı ağır sonuçları ortaya koyan parçalar yer alıyordu. Alıntıların arasında, Marx ve Engels’in şu tespiti de yer alıyordu: “… bu savaş işçi hareketinin kıtadaki ağırlık merkezini Fransa’dan Almanya’ya kaydırmıştır. Böylelikle Alman işçi sınıfına daha büyük bir sorumluluk düşmektedir…”

Manifesto, Alsas-Loren’in ilhak planlarına karşı çıkıyor ve Fransız cumhuriyetiyle onurlu bir barışın imzalanmasını talep ediyordu. Manifesto, halk mitinglerine, toplantılarına ve sokak eylemlerine, ilhaka karşı mücadeleye çağırıyordu. Alman işçilerini, Almanya’nın birliğinden, Marx ve Engels’in deyimiyle “Prusya kışlalarında” kazanılmış olsa da, işçi hareketini daha da geliştirmek üzere, kendi çıkarları doğrultusunda faydalanmaya davet ediyordu.

Manifestonun yazarları parti adına şunu ilan ediyordu: “Ve ant içeriz ki, tüm uygar ülkelerdeki çalışan kardeşlerimizle birlikte tüm mücadelelerde ortak davamız için sadakatle bir arada duracağız! Yaşasın proletaryanın enternasyonal mücadelesi!”

Alman işçilerinin Fransız cumhuriyeti ile onurlu bir barış için mücadelesi

İleri Alman işçilerinin savaş karşıtı kampanyası savaşın ikinci aşamasında özellikle güçlü bir gelişim gösterdi. Kampanya, egemen sınıfların tüm siyasetine, Alman burjuvazisi tarafından desteklenen gerici junkerliğe ve Prusyalı askeri kliğe karşı devrimci bir protesto niteliği kazandı.

Hükümet, derhal, çeşitli baskı yöntemleriyle sosyal demokratların peşine düştü. Özellikle kuzey Almanya’daki parti örgütü ağır koşullar altında bulunuyordu. Burada Fransızların olası bir karaya çıkma operasyonu ihtimali gerekçesiyle sıkıyönetim ilan edilmiş, tüm yetki askeri makamlara devredilmişti. Onların talimatıyla 9 Eylül günü Braunschweig Komitesi’nin tamamı tutuklanıp “vatana ihanet” ile suçlandı. Komitenin görevleri Hamburg’taki denetim komitesine aktarıldı. Ancak bu kent de sıkıyönetim bölgesinin içindeydi. Birkaç gün sonra denetim komisyonunun iki üyesi tutuklandı, yazışmalarına el konuldu. Birçok kentte yerel örgütlerin yöneticileri tutuklandı.

Partinin savaşa karşı mücadelesinin merkezi baştan beri Saksonya’ydı. Dresden’de geçici bir komite oluşturuldu. Leipzig’te yayınlanmaya devam eden “Der Volksstaat” proleter enternasyonalizm ilkeleri doğrultusunda mücadelesini sürdürdü. 21 Eylül’den itibaren her sayısının sürmanşetinde “Fransız Cumhuriyetiyle ucuz bir barış! İlhaklara hayır! Bonaparte ve suç ortakları cezalandırılsın!” yazıyordu.

Sosyal demokratlar Bavyera’nın ve Saksonya’nın birkaç kentinde Eylül ayı boyunca ilhaklara karşı kararlar alan toplantılar düzenlediler. Bu eyaletler sıkıyönetim bölgesinin dışında bulunmalarına rağmen, bu amaçla düzenlenen toplantıların birçoğu yasaklandı ya da polis tarafından dağıtıldı. Tüm bunlara rağmen işçiler toplanma haklarına sahip çıkmayı ve antimilitarist kampanyayı yürütmeyi başarıyordu.

Polis, işçiler arasındaki devrimci ruh halini bastırmak ve liderlerini ellerinden almak istiyordu. Bu amaçla birçok kentte sosyal demokratlar, “kışkırtıcılık” yaptıkları gerekçesiyle sürgüne gönderildi. Mainz’in yerel parti örgütünün yöneticileri, Fransız savaş esirlerini kurtarmaya ve cumhuriyet ilan etmeye kalkıştıkları gerekçesiyle sınır dışı edildiler. Resmi ve burjuva gazetelerin tamamı, sosyal demokratlara yönelik yalan haberlerle dolup taşıyordu.

Enternasyonal’in Genel Kurulu, gergin bir dikkatle Almanya’da gelişen mücadeleyi takip ediyordu. Marx ve Engels, Bismarck rejiminin keyfi şiddet eylemlerini teşhir etmek için ellerinden gelen her şeyi yapıyordu. Marx, Braunschweig Komitesi’nin tutuklanışı hakkında çok sayıda kısa makaleyi İngiliz gazetelerine gönderiyor, Enternasyonal’in diğer ülkelerdeki üyelerini Alman sosyal demokratlarının uğradıkları baskılar hakkında bilgilendiriyor ve burjuva demokrat dostu Beesly’yi Uluslararası İşçi Birliği üzerine bir makalede, polisin Almanya’da Enternasyonal’in üyelerine saldırılarını kınaması yönünde teşvik ediyordu.

Bebel ve Liebknecht Reichstag’ta militarizme ve polis rejimine karşı tutum alıyorlar

Baskılar ve kovuşturmalar partinin faaliyetini kıramadı, tam tersine mücadelesi daha da etkinleşti. Bu sırada Lassallecıların bir bölümünü, özellikle Bavyera’da kendi saflarına kattı. Bavyeralı Lassallecılar savaş karşıtı mitinglere katılıyor ve yayın organları “Proletarier” (Proleter), savaş meselesinde, sosyal demokrasinin tutumuna öylesine yakın bir duruş sergiliyordu ki, bu gazete “Volksstaat”ın yasaklandığı kuzey Almanya’da yayımlanmaya başladı.

Farklı görüşlerden işçiler arasında gelişen bu eylem birliği Lassallecı liderlerin yalnızlaşmasına ve kitlelerden kopmasına neden oldu ve Bismarck dostu tutumlarını solcu söylemlerle örtmeye çalışmak zorunda kaldılar. Alman işçilerini Fransız Cumhuriyeti’ni desteklemekten alıkoymaya çalışan Genel Alman İşçi Derneği başkanı Schweitzer, bu cumhuriyetin burjuva karakterini her yolla ortaya çıkarmaya çalışıyordu. “Ne yazık ki bu yalnızca ‘mavi’ bir cumhuriyettir bizim selamlayabileceğimiz ‘kızıl’ bir cumhuriyet değil” diyordu ve savaşın sürmesinden Fransa’nın sorumlu olduğunu ileri sürüyordu. Schweitzer, cumhuriyetin ilanından sonra yayınlanan Paris Federal Kurulu’nun çağrısında yer alan bazı milliyetçi motifleri cımbızlıyor ve bunun tüm sorumluluğunu Enternasyonal’e yıkmaya, Enternasyonal’in izlediği çizginin Alman işçileri nezdindeki saygınlığını kırmaya çalışıyordu.

Ancak işçiler arasındaki antimilitarist ruh –ki bu ruh Genel Alman İşçi Derneğinin sıradan üyeleri arasında da yaygındı– Lassallecı liderleri, 24 Kasım 1870’te toplanan kuzey Almanya Reichstag’ında ilhaklara karşı oy vermek zorunda bıraktı. Engels’in bu konuya ilişkin yazdığı gibi, Alman işçilerinin şahane tutumu “Schweitzer alçağını bile, … L[iebknecht] ve B[ebel]in önderliğine tabi olmak durumunda bıraktı.”

Bebel ve Liebknecht, bu oturumu, Prusya militarizmini ve onun ilhak planlarını teşhir ve mahkûm etmek için kullandılar. Yeni koşullar altında savaş kredilerinin oylanması karşısında çekimser kalma tutumu geçerliliğini yitirmişti. Şimdi bu kredilere karşı oy vermek gerekiyordu. Bebel parti adına savaş kredilerini reddetme gerekçelerini ortaya koyan bir açıklama okudu ve “Fransız ulusuyla derhal, her türlü ilhak talebinden vazgeçildiği bir barış anlaşması imzalanmasını” talep etti. Liebknecht, Bismarck hükümetini savaşın sürdürülmesinin sorumlusu olarak niteledi, “Alsas-Loren’in ilhakının Almanya’yı güçlendirmek bir yana, tam tersine Almanya ve Fransa arasında daimi düşmanlığının tohumlarını ekmek anlamına geleceğini” ilan etti ve “…İlhak bize barışı değil, savaşı getirir” dedi. Bebel ve Liebknecht’in konuşmaları burjuva vekillerin sıklıkla öfkeli bağırışlarıyla kesildi. Aralarından bazıları Bebel ve Liebknecht’e yumrukla saldırmaya ve onları salondan atmaya kalkıştı.

Bebel ve Liebknecht’in kurulmakta olan Alman İmparatorluğu’nun anayasa taslağına ilişkin yaptıkları konuşmalar da Reichstag çoğunluğu arasında özellikle büyük bir öfke dalgasına yol açtı. 7 Aralık’ta yaptığı konuşmada Bebel, lafını sakınmaksızın, “Alman halkının nihai hedefinin ancak ve ancak monarşinin ortadan kaldırılmasıyla cumhuriyetin kurulması olabileceğini ve olmak zorunda olduğunu” ilan etti.

Oturumun bitiminden sonra, Bebel, Liebkneceht ve “Volkstaat”ın ikinci başyazarı Hepner tutuklandı. Burjuva basın okurlarını onlara karşı kışkırtıyor, onları vatan hainleri olarak damgalıyordu. Bunun karşısında Leipzig, Augsburg, Münih, Bilefeld, Chemnitz, Glauchau, Meerane ve başka birçok kentte Bebel ve Liebknecht’in tutumunu destekleyen ve tutuklanmalarını protesto eden çok sayıda işçi toplantıları ve gösterileri düzenlendi. Diğer ülkelerdeki Enternasyonal üyeleri, işçi gazetelerinde Bebel ve Liebknecht’e sempatilerini ilan ediyor ve tutuklanmalarını protesto ediyordu. Genel Kurul, Bebel ve Liebknecht’in Reichstag’taki konuşmalarını alkışlıyor ve tutuklanmanın ardından zındana atılan yoldaşları ve aileleri için yardım kampanyaları düzenliyordu.

Acımasız saldırılara rağmen parti savaş döneminin sınavından eskisinden de güçlü bir şekilde çıktı, proleter ve demokratik çevrelerdeki otoritesi artmış, birçok yeni üye kazanmıştı. Parti, Uluslararası İşçi Birliği’nin bir seksiyonu olarak, proleter enternasyonalizmin ruhuyla hareket ettiği için yalnızca kendi proletaryasının öncüsü konumuna gelmekle kalmadı, aynı zamanda, Avrupa’daki işçi hareketinin tamamının da en ön saflarında yer almayı başardı. Paris Komünü’nün yenilgisinden sonra, bu öncü rol, uzun bir süreliğine devrimci Alman sosyal demokrasisine geçecekti.

SAVAŞ DÖNEMİNDE ENTERNASYONAL’İN FRANSA SEKSİYONLARI

Fransa’daki altı yıllık faaliyeti sırasında Uluslararası İşçi Birliği önemli başarılar ortaya koymuş bir durumdaydı. 1870 ilkbaharında, çeşitli akımların temsilcileri Enternasyonal platformu üzerinde Bonapartizm karşıtı bir birlik cephesi oluşturmuşlardı. Sol kanat Proudhoncular, Blanquiciler, sendika odalarının üyeleri ve cumhuriyetçilerin sosyalist düşüncelere sahip sol kesimleriydi bunlar. Paris’te ve Fransa’nın daha birçok kentinde kendini ortaya koyan güçlü birlik eğilimi, yeterli örgütsel sağlamlığa kavuşturulamadı ve Fransız proletaryasının bir partisinin kurulmasına yol açamadı.

Bu, bir yandan, Alman-Fransız savaşı gibi son derece önemli bir gelişmenin hemen arifesinde Fransa’nın işçi sınıfını öndersiz bırakan hükümetin acımasız baskı ve saldırıları nedeniyle gerçekleşemedi. Bir yandan da, Proudhoncu ideolojinin işçi sınıfının önemli kesimleri üzerindeki etkisinin henüz aşılamamış olmasından kaynaklanan bu durumda, Fransız proletaryasının güçlerinin parçalanmışlığı ve Blanquicilerin sekter anlayışla Enternasyonal’den giderek uzaklaşması da etkili olmuştu.

Ancak bu, Enternasyonal’in Fransa’daki üyelerini, Temmuz 1870’te, savaş tehlikesine karşı seslerini cesaretle yükseltmekten alıkoymadı. En deneyimli önderlerinin yokluğuna rağmen (Varlin Belçika’da sürgünde, Aubry ise cezaevindeydi), “Tüm ulusların işçilerine” başlıklı çağrılarında savaşa karşı çıkıyorlar ve sınıf kardeşlerine bölünmeme, Ren’in her iki yakasında da egemenlerin zaferine izin vermeme çağrısı yapıyorlardı.

Fransız imparatorluk ordusunun 6 Ağustos’ta Wörth ve Spichern’de uğradıkları ilk büyük yenilgiler, Paris ve taşrada belirgin bir Bonapartizm karşıtlığını ifade eden kargaşanın çıkmasına neden oldu. Hükümetin içine düştüğü müşkül durum ve halk kitlelerinin patlak veren öfkesi, imparatorluğun neredeyse yıkılmasına yol açan bir devrimci kriz doğurdu.

Paris’te sıkıyönetim ilan edildi. Hükümet başkanlığına gerici general Kont Palikao getirildi. 10 Ağustos’ta, resmi makamlar, geriye kalan son demokrat gazetelerin yayınlanmasını da yasakladı.

1 ve 2 Eylül 1870’te İmparatorluk ordusunun Sedan’da uğradığı hezimet ve teslim oluşu, halk arasında yeni bir isyan dalgasına yol açtı. 3 Eylül günü Paris’te işçilerin kitlesel gösterilerine üniversite öğrencileri, askerler ve ulusal muhafızlar katıldı. 4 Eylül’de imparatorluğun çöküşü, Fransa’da demokratik bir düzenin kurulması, emekçi kitlelerine kapsamlı hakların tanınması, saldırgana karşı gerçek bir halk direnişinin geliştirilmesi için yolu açmışa benziyordu. Fakat işçiler ile sol cumhuriyetçilerin Bonapartizm karşıtı bloğu, proleter unsurların örgütsel zayıflıkları ve küçük burjuva müttefiklerinin kararsızlıkları nedeniyle iktidara gelemedi.

Rochefort’un ve sağcı cumhuriyetçilerin yanı sıra Orlean hanedanlığının tanınmış yandaşlarının bulunduğu ve hükümet başkanı olarak general Trochu gibi isimlerin geçici hükümette yer alması, sol cumhuriyetçilerin proletarya karşıtı güçlerin tarafına geçişini ifade ediyordu.

Paris’in ileri işçileri, hükümetin bileşiminden dolayı büyük bir endişe içindeydi. 4 Eylül akşamı spontane bir biçimde Enternasyonal’in Paris Federal Kurulu’nun eski binasında toplanan sendika odaları delegeleriyle Enternasyonal üyelerinin aldığı kararlar da buna işaret ediyordu. Buraya, proletaryaya en yakın duran sosyalist yazar ve konuşmacılar da gelmişti. Katılımcılar, kararlı bir biçimde, hükümetin aldığı kararları gözlemleme ve denetleme hakkına etkin bir biçimde başvurma niyetlerini dile getirdiler. Ayrıca işçi topluluklarının komitelerinde sürekli görev yapan kimselerin olması gerektiğine karar verildi.

Enternasyonal temsilcileri, aynı zamanda, Parisli emekçilerin, sonraki aylarda devrimci hareket üzerinde önemli bir etkisi olan, bağımsız politik tutum alışının özgün bir biçimine de önayak olmuşlardı. 5 Eylül’de, Enternasyonal üyelerinden ve onlara bağ içindeki sendika odalarının temsilcilerinden oluşan 500 kişilik bir toplantıda Paris’in tüm 20 ilçesinde Cumhuriyetçi Gözetim Komiteleri kurmaya karar verdiler. 9 Eylül günü basın, 20 ilçenin geçici merkez komitesinin kuruluşunu bildiriyordu. Bu komitenin 7 üyesinin 5’i Enternasyonal üyesiydi.

Kısa bir süre sonra, 20 ilçenin MK’sının eylem programı ilan edildi. Temel amaç olarak, vatanın savunulması ve “kişisel inisiyatifi tüm halkla dayanışmayla birleştiren”, “gerçekten cumhuriyetçi bir hükümetin kurulması” ilan edildi. Planlanan önlemlerin başında, demokrasinin korunması ve etrafındaki ablukanın giderek daha da sıkılaştığı Paris’in savunulması geliyordu. Paris’teki durumun ve savaş döneminin zorluklarının kendisi, halk kitlelerinin akıbeti için endişelenen komitenin işçi üyelerinin sosyal nitelikte önlemler almalarına neden oldu. 20 ilçe MK’sının programı, gıda maddeleriyle yakıt stoklarına el konulmasını, tayinlere bağlanan bir dağıtım sisteminin kurulmasını, civar yerleşimlerden Paris’e sığınan halkın barındırılmasını vb. talep ediyordu. Afiş olarak basılan bu program kentin tüm sokaklarına asıldı.

Enternasyonal’in çok sayıdaki üyesi, başta da Varlin, Ulusal Muhafızların tabur komutanlıklarına seçildi. Eylül’ün ilk yarısında yapılan seçimlerdeki bu başarı politik bir gücü ifade ettiği gibi, olumsuz bir yönü de vardı, zira kitlelerin en çok benimsediği ve en yetenekli politikacılar hareketin genel yönetiminden alıkoyuyor, daha dar askeri, yer yer de salt ekonomik görevlerin boğucu ağırlığı altına sokuyordu.

 

Blanquicilerin hükümete karşı açık mücadeleye geçişi

İşgal altındaki başkentte kitleler, cepheden gelen her habere derhal tepki veriyordu. Metz kalesinin teslim oluşu haberi 31 Ekim 1870 ayaklanmasının patlak vermesine yol açtı. Ayaklanma hazırlığı yürüten Blanquiciler ve 20 ilçe MK’sı hareketin başına geçme fırsatı bulamamışlardı. “Ateşkese hayır!”, “Sonuna kadar savaş!”, “Komün seçimleri yapılsın!” sloganları altında kentin birçok yerinde insanlar toplandı. En büyük kalabalık Belediye binasının önünde birikti. Buraya Blanqui, Flourens ve Milliere de geldi. Ayaklananların arasında Serrailler gibi Enternasyonalin bazı önderleri de vardı. Ne var ki eski Federal Kurul’un çoğu üyesi ayaklanmaya katılmaktan imtina etti. Bu ayaklananları önemli ölçüde zayıflattı.

31 Ekim ayaklanması sırasında Blanquicilerin taktiğinin negatif yönleri kendini gösterdi. Kitleleri bu ayaklanmaya hazırlamamışlardı, belirli bir planları ve hedefleri konusunda net bir fikirleri yoktu. Bu durum, ilk anda hazırlıksız yakalanan ve Komün seçimleri için 2 Kasım tarihini ilan etmek durumunda kalan geçici hükümetin, Ulusal Muhafızların devrimci taburları zaferlerinden emin bir şekilde evlerinin yolunu tutmuşken, hükümet birliklerini belediyelerinin önüne yığmasına fırsat verdi. Ayaklanma bastırıldı. Demokratik güçlere doğrudan bir saldırı dalgası başlatıldı. Özel savaş mahkemeleri kuruldu, tabur komutanları arasında bir ayıklama furyası başlatıldı.

Komün seçimlerinin yapılması talebine karşılık, hükümet, Paris’in ilçe belediye başkanları seçimlerini devreye soktu. İşçi semtlerinde Enternasyonal üyelerinden Malon, Dereure, Blanquici Jaclard, Ranvier ve Flourens seçildi. Sağ Proudhonculardan Tolain, Murat ve Heligion ilçe belediye başkanı ve yardımcısı seçildiler.

Abluka altındaki başkentte açlık kol geziyordu, ışıklandırma gazı ve yakıt sıkıntısı vardı. Ocak 1871’de kente yönelik başlayan top ateşi yangınlara ve yıkımlara neden oluyordu; birçok yurttaş evsiz barksız kalmıştı. Bu koşullar altında kitlelerin inisiyatifleriyle oluşturdukları düzenleme ve mekanizmalar giderek daha büyük bir önem kazandı. Daha imparatorluk döneminde Enternasyonal üyeleri tarafından kurulan kooperatif kantinleri (Marmite) ve işsizler için atölyeler faaliyetlerini geliştirdiler. Buralarda kadın işçiler de son derece aktiftiler.

20 ilçe MK’sının “Kızıl İlan”ı ve 22 Ocak Ayaklanması

Hükümetin demokratik unsurlara karşı fütursuz saldırısı kitlelerin daha da hareketlenmesine yol açtı. 1870/71 kışında 20 ilçe MK’sı devrimci eğilimin odağı haline geldi. Komite, ayaklanma hazırlığı için kendi içinde 22 kişilik bir komisyon ve daha özel gizli bir beş kişilik komisyon seçti. Bu komite, 6 Ocak 1871’de yayınlanan 20 ilçe MK’sının Paris halkına yaptığı programatik çağrıyı, ünlü “Kızıl İlan”ı kaleme aldı. “Kızıl İlan” hükümetin tüm faaliyetini sert bir dille mahkum ediyordu. “İmparatorluğun devamı” olarak nitelenen mevcut rejimin milli savunma davasını beceremediğini söylüyor, görevden alınmasını talep ediyordu. Bu çağrı “Halka yol aç” “Komüne yol aç” sloganlarını formüle ediyordu. Çağrının altında Paris ilçelerinin 20 cumhuriyetçi komitesinin 140 delegesinin imzası vardı.

Bu çağrı bir ayaklanma davetiydi adeta; Fransa’nın karşıdevrimci burjuvazisi Paris’in savunulması kanlı komedisinin son perdesine hazırlanırken –başkentin teslim olması ve ateşkes– devrimci kampın sağlamlaşmasına katkıda bulundu. Ulusal Muhafızların işçi taburlarını kan kaybından dirençsiz ve moralsiz bırakmak için 19 ve 20 Ocak 1871’de Bouzonville yönüne bir saldırı planı hazırlanmıştı. İhanet içinde örgütlenen bu hücum girişimi, savaşçıların çaresizlik içinde kahramanca çarpışmasına rağmen yenilgiyle sonuçlanmış ve büyük kayıplar verilmişti.

Paris’in bu en iyi insanlarının bu şekilde yem edilmesi ve teslimiyet planlarına dair ortada dolaşan duyumlar 22 Ocak Ayaklanması’na yol açtı. Bu kez, “beşli komite”nin öncülüğündeki ayaklanma Enternasyonal’in Federal Kurulu tarafından desteklendi. Ayaklanmaya, yalnızca proleter değil, burjuva demokrat unsurlar da katıldı. Artık bir başarıdan ümidini kesmiş bulunan Blanqui ve Flourens bu gelişmelere aktif bir biçimde katılmadılar. Alanda toplanan Ulusal Muhafız taburları daha önce belediye binasını ablukaya alan hükümet birlikleri tarafından püskürtüldü. İşçi eylemlerinde devam eden tek tek eylemler de aynı şekilde hükümet güçleri tarafından bastırıldı. Ayaklanma bir kez daha yetersiz örgütlülükten dolayı yenilgiye uğradı. Bu kez, ek olarak, Parisli işçilerin açlık ve yokluktan dolayı aşırı bitkinliği de söz konusuydu.

Enternasyonalin Fransız üyeleri ve Ulusal Meclis seçimleri

28 Ocak’ta Fransız hükümeti Bismarck’la bir ateşkes anlaşması imzaladı. Savaş ve barış konusundaki nihai karar Ulusal Meclis tarafından alınacaktı ve bu meclis için yapılacak seçimlerin tarihi 8 Şubat olarak ilan edildi.

Paris Federal Kurulu, sendika odaları ve 20 ilçe MK’sıyla birlikte bir liste hazırladı. Bu listede F. Pyat dışında sözde devrimci politikacılardan kimse yoktu; aksine Paris proletaryasının gerçek önderleri Federal Kurul üyeleri, Genel Kurulun iki üyesi ve Blanquici grubun yer aldığı 44 aday vardı. Geri durumdaki işçilere bir taviz olarak Tolain de bu listeye dahil edildi.

Seçim sonuçları Federal Kurulun beklentilerini karşılamadı. Yalnıza iki aday (Malon ve Tolain) seçildi. 58 bin oy alan Varlin seçilemedi. İleri Parisli işçiler için taşradaki sonuçlar ağır bir darbe oldu. “taşranın seçim sandıklarından gericiliğin vahşi kükreyişi yükseliyordu” diye yazmıştı Lissagaray; bu olayların bir katılımcısı ve tarihinin yazarı.

12 Şubat’ta Bordeaux’da toplanan Ulusal Meclis, Prusya’yla yapılan rezil barışın geçici maddelerini onayladı ve monarşist bir gerici olan, demokrasinin ve işçi hareketinin azılı düşmanı Thiers’i hükümet başkanı olarak seçti. Thiers, dünkü düşmanı Bismarck’ın desteğini sağlama aldıktan sonra, Fransız burjuvazisinin kendisine verdiği görevi yerine getirmeye girişti: Paris’i dize getirmek. Bir ayaklanmayı provoke etmek ve onu kanda boğmak için bir dizi önlem aldı. Bu doğrultuda savaş boyunca biriken kira ve senet borçlarının ödenmesini talep etti, basılı tüm materyaller için damga vergisi yeniden yürürlüğe girdi, cumhuriyetçi gazeteler yasaklandı ve sıkıyönetim yenilendi.

Ateşkes sonrası koşullarda silahlarını teslim etmeyen ve burjuvazinin karşı devrimci planları açısından ciddi bir engel oluşturan Ulusal Muhafızlara özellikle ağır darbeler vurdu. Hükümet, Ulusal Muhafızlara tanınan asker maaşını kaldırdı. Ulusal Muhafızların Başkumandanı olarak Parislilerin nefret ettiği Bonapartist Vinoy atandı. Vinoy, Şubat sonlarında muhafızların tüm ağır silahlarını (toplamda 300’ten fazlaydı) kentin burjuva batı semtlerine nakletme emrini verdiğinde Muhafızlar buna itaat etmeyi reddetti ve emekçi halkın yardımıyla tüm topları Montmartre ve Chaumaunt tepelerinde topladı. Bu andan itibaren, proletarya ve demokrasinin, Paris işçilerini silahsızlandırmak isteyen karşı devrimci güçlere karşı verdiği savaş başlamış oldu. Thiers’in karşıdevrimci hükümetinin 18 Mart sabaha karşı bu topları zorla ele geçirme girişimi Proleter devrimine ve Paris Komünü’nün ilanına sebep oldu.

ENTERNASYONAL VE PARİS KOMÜNÜ

Paris işçileri, tarihte ilk kez işçi sınıfının iktidarını kurmanın kahramanca girişiminde bulunduğu sırada, Enternasyonal’in kongreleri ve işçi basınında açıklanıp işlenen Marksizmin birçok programatik ve örgütsel ilkeleri Avrupa ve Amerika’da işçi sınıfının bilincine sirayet eden bir yol kat etmiş bulunuyordu. Marx, yoldaşlarından oluşan çekirdeğe dayanarak, Enternasyonal’in Genel Kurulu ve Enternasyonal’in çeşitli ülkelerdeki seksiyonları üzerinde önemli bir etkide bulunabiliyordu.

Ne var ki, Paris’teki proleter devrim, ne Fransız seksiyonları ne de Genel Kurul tarafından “gerçekleştirildi”. Alman-Fransız savaşının başından itibaren ve Komün sürecinde Genel Kurul adına Enternasyonal’in Paris’teki üyelerine iletilebilen önerilerin kesinlikle bir talimat ya da direktif niteliği yoktu. “Fransa’da İçsavaş”ın taslağında, Marx, buna ilişkin şunları yazmıştı: “Bazı densizlerin zannettiği gibi Enternasyonal’in Paris ya da herhangi başka bir seksiyonunun bir merkezden doğru d’ordre  aldığı gibi bir durum söz konusu değil. Ancak tüm uygar ülkelerdeki işçi sınıfının en parlak kesimi Enternasyonal’e mensup olduğundan ve onun fikirlerini benimsediğinden, işçi sınıfının her yerdeki önderliğini ele alacağından kuşku yok.”  Keza Engels’in, Komün’ün “Enternasyonal onu yapmak için parmağını oynatmamış olsa da entelektüel olarak mutlak şekilde Enternasyonalin bir çocuğu” olduğuna ilişkin tespiti de aynı anlama geliyor.

Ulusal Muhafızların Merkez Komitesi ve Enternasyonal’in Paris Federal Kurulu

Şubat 1871’de Corderie’deki proleter sosyalist merkezin yanı sıra hızla devrimci kitlelerin ikinci bir merkezi ortaya çıktı. Bu, Ulusal Muhafızların Cumhuriyetçi Federasyonu ve onun MK’sıydı. Bu oluşumun da kuruluş amacı Ulusal Meclis seçimlerine hazırlıktı. Bu federasyonun kuruluşu, gerici subaylar kastının hareketi kendi nüfuzları altına alma girişimlerinden dolayı hızlandırılmıştı. Muhafızlardan silahlarını teslim etmemelerini ve yalnızca seçilmiş komutanlarının emirlerine uymalarını isteyen geçici bir merkez komite oluşturuldu. Bu süreçte Varlin önemli bir rol oynadı.

Federasyon nihai biçimine, Paris’teki devrimci krizin derinleştiği koşullarda, monarşi yandaşlarının saldırısına karşı cumhuriyetçi kitle hareketinin yükselişi sırasında kavuştu. 3 Mart günü yeni bir merkez komitesinin seçimi bunun ifadesiydi. Artık MK’nde aktif ve devrimci anlayışa sahip politikacılar bulunuyordu, aralarında, başta Varlin olmak üzere birçok Enternasyonal üyesi vardı.

Enternasyonal’in Paris Federal Kurulu gibi 20 ilçe MK’sı da ilk zamanlarda Ulusal Muhafızlar Federasyonu’na şüpheyle yaklaşıyordu. Paris Federal Kurulu’nun 1 Mart’ta gerçekleşen oturumunda, Varlin, ulusal muhafızlara mensup Enternasyonal üyelerinin merkez komite seçimlerine girmek için çaba göstermelerinin önemini vurguladı ve merkez komiteyle ilişkiyi sürdürecek bir komisyonun kurulmasını önerdi. Yürütülen tartışmanın sonucunda dört kişilik bir komisyonun Ulusal Muhafızların MK’sına gönderilmesi kararı alındı. Bunlar, MK çalışmalarına bireysel olarak katılacak ve alacakları kararlar Enternasyonal örgütü için bağlayıcı olmayacaktı. Enternasyonal üyelerinin katılımı Ulusal Muhafızlar MK’sının mevzilerini güçlendirdi. Karışıklıkların doğmaması için 20 ilçe MK’sı yeniden eski “20 ilçe delegasyonu” ismini aldı.

Ulusal muhafızlar MK’sı 300 bini aşkın neferden oluşan, örgütlü ve silahlı ulusal muhafız taburlarına dayanıyordu ve hızla otorite kazanan reel bir güçtü.  Bu, onun, 18 Mart’ta proleter ayaklanmanın önder merkezi olarak işleyebilmesini sağladı.

18 Mart 1871 Paris Devrimi

Ayaklanma, ev kadınları, sabah gün ağarırken gıda kuyruklarında yerlerini tutmak üzere sokağa çıktıklarında, hükümet birliklerini güvenceye alınmış toplara gizlice yanaşırken görüp ortalığı alarma vermeleriyle kendiliğinden patlak verdi. Büyük bir hızla toplanan MK, hükümet binasının ele geçirilmesi için bir plan hazırladı. Varlin, taburuyla kent merkezindeki Vendome meydanına gönderildi. Gece olduğunda, kentin en önemli noktaları isyancıların eline geçmiş bulunuyordu ve belediye binasında devrimci proleter hükümet olarak MK’nın ilk toplantısı yapıldı. “… Eski dünya, belediye binasının tepesinde dalgalanan kızıl bayrağın manzarası karşısında öfke nöbetleriyle çılgına dönmüştü.”

Yeni hükümet, ne sosyal bileşimi ne de siyasi görüşleri açısından homojen bir yapıya sahipti. Ulusal muhafız taburlarında yalnızca işçiler yoktu, küçük tüccarlar, memurlar, küçük işyeri sahipleri, üniversite öğrencileri, avukatlar ve doktorlar vardı. Onların MK’daki temsilcilerinin çoğu 1789 geleneklerini yücelten ve neojakobenler olarak adlandırılan küçük burjuva demokratlarıydı. MK’nın proleter üyelerinin bir kısmı Blanquiciydi. Ancak üyelerinin en az dörtte birlik kısmı Enternasyonal’e mensuptu. Fakat bunlar gerekli deneyim ve teorik donanımdan yoksundu. Buna karşın, MK’nın tüm üyeleri, halk karşısında duydukları sorumluluk duygusuyla ve üzerlerine düşen kamusal görevlerinin bilinciyle doluydu.

“Journal officiel”de şunları okumak mümkündü: “Parisin proleterleri, egemen sınıfların yenilgileri ve ihanetinin orta yerinde, kamusal meseleleri kendi ellerine almak suretiyle durumu kurtarmak zorunda oldukları anın gelip çattığını kavradılar… Kendilerini kendi kaderlerinin efendisi haline getirmenin ve hükümet erkini ellerine geçirmenin en yüce görevleri ve mutlak hakları olduğunu kavradılar.”  Hükümetin bu yayın organı tarihinde ilk kez böyle sözlere yer veriyordu.

MK’nın ilk işi, sıkıyönetimi, askeri mahkemeleri kaldırmak, tüm politik tutuklular için af çıkarmak oldu. MK, elindeki erkin tamamen geçici olduğunu öngörüyor ve Komün seçimlerini ilan etmek için acele ediyordu. Tüm bakanlıklara, yeni çalışma biçimlerini hayata geçirmek için devrimci hükümetin yetkilileri gönderildi. Bu çalışmada da Enternasyonal üyeleri en ileri saflarda yer alıyordu.

MK, yalnızca birkaç gün içinde proleter iktidar karakterini yansıtan bir dizi karar aldı. Polis ve düzenli ordu dağıtıldı; emanetçilere bırakılan eşyaların hiçbir karşılık alınmaksızın iade edileceği duyuruldu; senetlerin süresi uzatıldı, devlet memurlarının maaşları düşürüldü, açlık çeken ailelerin ihtiyaçlarının giderilmesine yönelik adımlar atıldı.

Ancak aynı zamanda MK, devrimci iktidarın sağlamlaştırılmasını güvenceye alacak en temel önlemleri almadı. Marx’ın tespit ettiği gibi, devrilen hükümetin üyelerinin Versay’a gitmelerine izin verilmişti ki, bu, onlara, orada karşıdevrim için güçlerini toparlama imkanı vermişti. “Devrimciler sayısız hata yaptı. Polis şeflerini etkisiz hale getirecekleri yerde onlara kapılar açıldı ve kurtarıcılar olarak selamlandıkları Versay’a gittiler; 43. alayın öylece gitmesine izin verildi; halk ile kardeşleşen tüm askerlerin evlerine gitmelerine izin verildi; gericiliğin Paris’in merkezinde örgütlenmesine fırsat tanındı, Versay rahat bırakıldı.”  Tüm bu hatalar, devrimin barışçıl bir şekilde sonuçlandırılabileceğine dair illüzyonlardan kaynaklanıyor, “yasalılığın” ihlal edilmesinden ve bir iç savaşa yol açmaktan duyulan korkudan besleniyordu.

Enternasyonal üyelerinin Paris Komünü’ne katılımı

Paris seksiyonlarından birçok önder ve sıradan üyesi 18 Mart Devrimi’ne son derece etkin bir şekilde katılmış olmasına karşın, Paris Federal Kurulu’nun kendisi, hareketin dışında kaldı. Çoğu üyesi hala reformist anlayışların etkisinden kurtulmuş değildi.

Paris Seksiyonları Federal Kurulu Komün seçimleri için bağımsız bir aday listesi oluşturmadı; ancak Enternasyonal üyeleri, ilçe örgütleri tarafından aday gösterilen, dürüst demokratlardan ve proleter devrimcilerden oluşan ve 20 İlçe Delegasyonu tarafından açıklanan 80 kişilik listede başköşeyi oluşturuyordu. 26 Mart’ta Komün’e seçilenlerin arasında Paris’te tanınan Enternasyonal üyesi 20 kişi bulunuyordu. Ve 16 Nisan’da yapılan ek seçimlerde bunlara daha fazlası eklendi.

Paris’in varlıklı sakinlerinin birçoğu ablukanın kaldırılmasından hemen sonra taşraya kaçtığı ve burjuvazi seçimleri kısmen boykot ettiğinden, Komüne seçilen üyelerin ezici çoğunluğu emekçi kitlelerin temsilcileriydi. Gerici burjuvazinin küçük bir temsilci grubunun böylesine plebyen bir bileşimin parçası olmayı reddetmesiyle de, Komün’ün sosyal bileşimi, nihai olarak, işçi sınıfıyla emekçi küçük burjuvazinin bir ittifakı olarak gerçekleşti. Parti politikaları bakımından bu durum üç ana grup olarak yansıma buldu ve Komün’ün çalışmalarının yönünü bunlar belirledi. Bunlar, Fransa’da işçi hareketinde belirleyici olan iki akım, Proudhoncular ile Blanquiciler ve küçük burjuva demokratları olan neojakobenlerdi.

Ekonomik kitle mücadelelerinin ve 60’lı yılların kooperatif ve sendikal hareketin katılımcıları olarak Enternasyonalin Paris seksiyonlarının üyelerinin çoğunun görüşleri, seksiyona 1870 ilkbaharında ya da kuşatma döneminde katılan daha genç üyeleri arasında Blanqui yandaşları olsa da, Komün’ün Proudhoncu fraksiyonuna yakındı.

Enternasyonal’in Parisli üyeleri sıkı bir birlik içindeki bir örgütlenmeye sahip olmayıp, bilimsel olarak temellenmiş bir program ve buna uygun bir taktik belirleyebilecek durumda olmasalar da, Paris Komünü’nün tüm faaliyeti üzerinde büyük bir etkiye sahiplerdi. Toplumun en ilerici kesiminin ileri temsilcileri olarak dönemlerinin en nitelikli insanları arasında yer alıyorlardı. Marx, daha sonraki işçi kuşaklarının kaçınması için onların hatalarını katı bir eleştiriye tabi tutuyor olsa da, Enternasyonal’e mensup Komünarların yüksek ahlaki düzeyi, düşüncelerine sadakatleri ve toplumsal çıkarlar uğruna kendilerini feda eden tutumları karşısında hep saygıyla eğiliyordu.

Enternasyonal sınıf dayanışmasının pratiği ile eğitilmiş olan Uluslararası İşçi Birliği üyeleri sayesinde, Komün, proleter enternasyonalizmin büyük fikirlerinin taşıyıcısı olarak hareket etti. Komün, yabancı uyrukluları saflarına kabul etmeyi kararlaştırdı.

Komün’ün ilk önlemlerinden biri, Enternasyonal’in birçok kongresinde karar altına alınan bir talep olan, halktan kopuk ve onun bastırılmasına hizmet eden düzenli ordunun dağıtılması oldu. Komün’ün kararı üzerine, I. Napolyon’un yağma savaşlarını ve militarizmi temsil eden ve Enternasyonal’in altı yıl boyunca yıkılması için mücadele ettiği Vendome sütünü yıkıldı.

Paris Komünü’nün sekreteri neredeyse ilk günden itibaren işçi Charles Amouroux idi. Bir Blanquici olan bu Enternasyonal üyesinin yüksek örgütçü yetenekleri ve büyük sorumluluk duygusu sayesinde, bu ilk proleter hükümetin 18 Nisan’dan itibaren hiç eksiksiz steno edilen tutanakları günümüze kadar ulaşabildi.

Enternayonal’in üyeleri, Komün’ün karşı devrimci Versay Hükümeti’ne karşı verdiği silahlı mücadelede büyük bir rol oynadılar. Varlin ve Emile Duval, Ulusal Muhafızların MK’sının, ilk günden itibaren Monarşistlere karşı kararlı önlemler alınmasını ve Versay’a bir sefer düzenlenmesini isteyen en etkin üyelerindendi. Askeri Komisyon’unun üyesi Flourens ve Komün’ün generali Duval, Versaylılara karşı verilen 3 ve 4 Nisan 1871’deki ilk çarpışmalarda şehit düştüler. Birçok enternasyonal üyesi karşıdevrimci güçlere karşı düzenlenen hücumlar sırasında ya da “kanlı hafta” sırasında son barikatlarda can verdi. Proletaryanın bu kahramanlarının birçoğunun ismi ne yazık ki tarihe kalamadı.

Ancak Komün’de Enternasyonal’in düşüncelerinin en derinlemesine nüfuz ettiği alan, alınan toplumsal tedbirlerdi; çalışma, sanayi ve takas komisyonunda gerçekleştirilen çalışmalardı. Bu komisyonun üyelerinin çoğu Enternasyonal mensubuydu. Komisyon üyelerinden Frankel, “…, eğer toplumsal ilişkilerde radikal bir dönüşüm yaratmayı başarabilirsek, 18 Mart Devrimi şimdiye kadar görülenlerin en dehşetlisi olarak tarihe geçecek” diye yazıyordu, 30 Mart 1871’de Marx’a.

Komisyon, çalışmalarına, görünürde ehemmiyetsiz, ama emekçi yurttaşların dolaysız ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik ertelenemez önlemlerle başlamak zorundaydı. Rehincilerde rehini kaldırılmamış eşyaların satışı yasaklandı ve kira ödemeleri ertelendi (29 Mart genelgesi). Kısa süre sonra (12 Nisan) karşılıksız senetlerin hukuksal takibi durduruldu. Marx, devrimci proletaryaya kentli küçük burjuvazinin desteğini sağlayan bu önlemler hakkında Genel Kurul’a bilgi verirken, bunları “iki ustaca hamle” olarak niteledi. Frankel, fırınlarda gece işçiliğini kaldıran, işçi ve memurların ücret ve maaşları üzerinde herhangi bir kesintiyi ve para cezasını yasaklayan kararların alınması için Komün’de etkin bir çalışma yürüttü.

Proleter devletin mülkiyet ilişkilerine müdahale ettiği ve sosyalist bir renk taşıyan önemli bir genelge de, Paris’i terk etmiş işletmecilerin başıboş bırakılmış işletmelerinin işçi kooperatiflerinin emrine verilmesi oldu. Bu genelgeyi hayata geçirmek için sendikaların yardımıyla boş bırakılmış binaların tespiti ve çalışmanın durduğu tesislerin envanterini çıkarmak için bir inceleme başlatıldı. Enternasyonal’in Paris Federal Kurulu, çalışma komisyonunu desteklemek için üyelerinden oluşan özel bir inisiyatif komisyonu oluşturdu. Ne var ki, bu çalışma komisyonu genelgenin metnini hazırlarken, terk edilmiş mülklere el konulmasına karar veremedi ve dönmeleri halinde sahiplerine iade edilmesini öngördü.

İşçi kitleleri içinde otorite sahibi olan Enternasyonal üyeleri, Komün’e, devlet kuruluşlarında Versay yandaşlarının sabotajlarını boşa çıkarmada başarılı bir şekilde yardımcı oldu. Komün’ün postadan sorumlu ve yetkili kıldığı Theisz; darphaneden sorumlu kılınan Camelinat, dolaylı ve dolaysız vergilerin idaresine seçilen Combault ve Bastelica çalışmalarında, cesaretle önemli görevlerde sorumluluk verdikleri işçilere ve alt kademe memurlarına dayandılar. Büyük ve sorumluluk isteyen bir çalışmayı Varlin gıda komisyonunda yerine getiriyordu. Burada olağanüstü örgütleme yetenekleri gün yüzüne çıktı. Bir süreliğine mali komisyona da atandı; burada muhasebeci François Jourde onun sağ kolu oldu. Varlin ve Jourde, Komün’ün maliyesini büyük bir dürüstlük ve tutumlulukla düzene soktular, ama burjuva “yasalılık” tasavvurlarını aşamadılar. Komün’ün Fransa Bankası’nı kamulaştırmamasının ve burada tutulan servetlere el koymamasının baş sorumlusu onlardı. Ki bu önlemler, gerek duyulduğunda, Versaylılar üzerinde baskı kurmaya olanak tanıyabilirdi.

Nisan-Mayıs 1871’de Paris Federal Kurulu  ve Komün içindeki bölünme

Komün, proleter devlet sisteminin yeni biçimi olarak güçlendiği ölçüde, önceki aşamalarda ortaya çıkan devrimci proleter toplumsal örgütlerde en çok öne çıkan temsilciler, giderek daha çok Komün’ün çeşitli organlarındaki çalışmaya çekildiler. Bunlar, 20 ilçe delegasyonları, Ulusal Muhafızlar MK’sı, Paris Federal Kurulu, federal sendikalar odasıydı. Onların yerine, semtlerdeki taban örgütlerinden, gözetim komisyonlarından, seksiyonlardan ve kulüplerden seçilip gönderilen ve sayıları her gün daha da artan yeni temsilciler geliyordu. Bu durum da kitlelerin artan etkinliğinin bir göstergesiydi. Buna uygun olarak da, yeni Enternasyonal seksiyonları ortaya çıkıyordu.

12 Nisan’da Federal Kurul, son derece önemli bir kararı, A. Tolain’in Enternasyonal’den ihracı kararını verdi. Zira Tolain, işçi sınıfının davasını savunması için Ulusal Meclis’e seçildikten sonra, en alçakça ve rezil bir biçimde saf değiştirerek ihanet etmişti.

Mayıs ayının başında Komün içerisindeki akımlar arasındaki mücadele sertleşti. Politik idare ve Versay’a karşı yürütülecek savaş meselelerinde yetkiyi ellerinde bulunduran Blanquiciler ve neojakobenler, tüm iktidar erkinin merkezileşmesi gerektiğine dair kanılarını güçlendirmişlerdi. Sayı üstünlükleri olduğundan, 1 Mayıs’ta, beş kişiden oluşacak ve tüm delegasyonlarla komisyonlar üzerinde sınırsız bir yetki tanıyan ve yalnızca Komün’e sorumlu olan bir kamu hizmetleri komitesinin kurulmasını sağladılar. Proudhonculardan oluşan azınlık, “diktatöryan bir karaktere” sahip bu organın kurulmasını protesto etti. Komünün imtiyazlarına titizlikle riayet edilmesi ve tartışma tutanaklarının tam metinlerinin yayınlanması taleplerinde ısrar ettiler. Ne var ki, bu arada proleter devletin yüz yüze bulunduğu tehlike ve Paris’in içinde dahi karşıdevrime (kente Thiers’in ajanları sızmıştı bile) karşı mücadele etme zorunluluğu, güçlü devrimci bir erkin oluşturulmasını gerektiriyordu. Eski legalci, burjuva demokrat illüzyonların yansıma bulduğu Proudhoncuların görüşleri, 18 Mart Devrimi’nin başarısını güvenceye alan Paris proletaryasıyla emekçi küçük burjuvazinin oluşturduğu bloğu böldü.

Bunun yanı sıra Proudhoncu “azınlık” ile “çoğunluk” üyelerinin ilişkileri, ayrı ayrı toplantılar düzenlemeye başlamalarıyla daha da kötüleşti. 15 Mayıs günü, “azınlık”, Komün’den ayrılma ve seçim çevrelerine dönme niyetlerini ifade eden hazır bir deklarasyonla Belediye binasına geldi. “Çoğunluk” üyelerinin o sırada orada bulunmamaları nedeniyle amaçladıkları toplantı gerçekleştirilemedi, ama deklarasyon doğrudan gazetelere verildi. Deklarasyonun altındaki 21 imzanın 15’i Enternasyonal üyesiydi. Ancak Enternasyonal’in birçok üyesi “çoğunluk” saflarındaydı.

Frankel ve Serrailler’in önerisiyle Paris Federal Kurulu, Komün’ün Enternasyonal’e mensup tüm üyelerinin katılacağı ve belediye binasındaki olayla ilgili hesap verilmek ve Komün içindeki bölünmeyi değerlendirmek üzere özel bir toplantı çağrısında bulundu. Bu toplantı 20 Mayıs’ta gerçekleşti. Üyelerin savunmalarının ardından, Kurul, gerekçelerin iyi niyetini kabul etmekle birlikte, işçi sınıfının çıkarlarının gözetimi pozisiyonundan ayrılmaması ve Versay hükümetine karşı zafer kazanılması açısından vazgeçilmez önemdeki birliğin zedelenmemesi için gereken her şeyin yapılması uyarısında bulundu. Kurul, aynı zamanda, Komün oturumlarının yayınlanması ve kamu hizmeti komitesinin çalışmalarını denetleyecek bir mekanizmanın oluşturulması talebini destekledi.

“Azınlık”ın deklarasyonu Paris basınında ayrıntılı olarak işlendi ve işçi gazeteleri ve işçi toplantıları tarafından sert bir biçimde mahkum edildi. Dördüncü bölge seçmenleri, deklarasyon imzacılarından, Komün’deki yerlerini derhal yeniden almaları talebinde bulundu. Birçoğu gerçekten de Komün’ün bir sonraki toplantısına katılım gösterdi. Ne var ki, Komün, o tarihten sonra fiilen sadece üç kez toplanabildi; 17, 19 ve 21 Mayıs 1871’de. Versaylılar Paris’e girdi ve “kanlı hafta” başladı. Paris işçi sınıfının birliği, “azınlık” üyelerinin “çoğunluk” üyeleriyle aynı kahramanlıkla çarpıştıkları barikatlarda yeniden sağlandı.

18 Mart Devrimi ve Paris Komünü’nün Genel Kurul tarafından değerlendirilmesi

Marx ve Engels, başından beri, Uluslararası İşçi Birliği’nin yönetici organının Paris’teki proleter devrime ilişkin doğru bir bakış açısı kazanması için çaba gösterdiler. Genel Kurul’un daha 21 Mart 1871’deki oturumunun büyük bir bölümü bu konuya ayrılmıştı. Serrailler, eline henüz yeni geçmiş mektuplara dayanan ve Londra gazetelerinin verdiği haberleri önemli oranda düzeltip ayrıntılandıran bir bilgilendirmede bulundu. Engels, olayların genel tablosunu çizip, devrimin, hükümet birlikleriyle ulusal muhafızların kardeşleşmelerinde ifadesini bulan halkçı karakterinin altını çizdi. Ulusal muhafızlar MK’sını, Paris’in emekçi kitlelerini temsil eden demokratik organı olarak tanımladı ve bu MK’ya enternasyonalin dört üyesinin dahil olduğunun altını çizdi. Durumun genel değerlendirmesinde, Engels, Prusya bu mücadeleden uzak tutulabilirse, başarı şansının artacağını söyledi. Kurul’da, Marx’ın, Genel Kurul’un Londra’nın işçi örgütlenmelerine Paris Devrimi’nin özünü anlatıp açıklamak ve onları “Paris hareketine desteklerini ifade etmeye” davet edecek delegasyonlar gönderilmesi önerisi kabul edildi. Genel Kurul üyeleri derhal çeşitli işçi toplantılarında konuşma yapmak üzere harekete geçtiler. İngiliz işçilerinin gelişmeleri doğru anlayıp değerlendirmelerinde Marx ve Engels’in açıklamalarının ne denli büyük katkı sağladığını, onların açıklamalarından anlamak mümkün. 27 Mart 1871’de bu toplantılardan biri, Paris hareketini, “devlet içinde hak ettikleri konumu almak isteyen işçilerin hareketi” olarak değerlendirmişti.

Devrimci hükümet ile Enternasyonal’in Paris Seksiyonlarının bağlarının güçlendirilmesi yolunda, Genel Kurul’un kararı üzerine, Serrailler yeniden Paris’e gönderildi. Gizlilik koşulları gereği karısına yazdığı mektuplar, Marx ve Engels için Komünarların durumu hakkında son derece önemli bir bilgi kaynağıydı.

Marx ve Engels, zaman zaman Parislilerin devrimci mücadelesinin taktiğinin analiziyle ilgilendiler. Thiers’in, bir yandan tetikteki ayaklanmacıları uyutmaya kalkarken, diğer yandan Bismarck ile irtibat halinde oluşunu gördüler. Böylesi bir işbirliğine varılacağından Marx’ın kuşkusu yoktu. Prusya ordusunun Fransa’daki varlığını hareketin gelişimi açısından son derece elverişsiz bir durum olarak değerlendirirken, Paris’te karşıdevrimin kararlılıkla bastırılması ve Versay’a saldırıya geçilmesinin, Parislilere taşradaki devrimci unsurların desteğini kazandırabileceği görüşündeydi. Bu arada, Parislilerin uyguladıkları savunma taktiği, başkenti yalıtılmışlığa mahkum etmişti. Bu hatanın vahim sonuçlarını Marx hemen tespit etmişti. 6 Nisan’da, Wilhelm Liebknecht’e şöyle yazdı: “Öyle görünüyor ki Parisliler yeniliyor. Bu kendi suçları; ama hakikaten de fazlasıyla iyi niyetten kaynaklanan bir suç. Merkez Komitesi ve daha sonraları da Komün, mischievous avorton  Thiers’e düşman güçlerini toplamak için zaman tanıdı. Çünkü; 1. akılsızca iç savaş başlatmak istemediler; sanki Thiers onu, Paris’in zorla silahsızlandırılması girişimiyle zaten başlatmamış gibi, sanki Ulusal Meclis yalnızca savaş ve barış meselesini Prusya’yla kararlaştırmak için toplanmış ve cumhuriyete derhal savaş ilan etmemiş gibi. 2. Darbeci şiddet izlenimini vermemek için, Komün seçimiyle –ki bu seçimlerin örgütlenmesi vb. ayrıca zaman gerektirdi– son derece değerli zamanlar kaçırdılar.”

1871 Mayıs ayının başlarında, Marx ve Engels, Komün’ün askeri durumundan dolayı endişelilerdi. 9 Mayıs’ta, Engels, Genel Kurul’da sokak çatışmalarının kaçınılmazlığından bahsediyordu. İstihkamlar ele geçirildiği taktirde, şimdiye dek görülmedik şiddette bir barikat savaşı yaşanacaktı. Tarihte ilk kez barikatlar topla, tüfekle ve gerçek anlamda düzenli birliklerce savunulacaktı. Versaylılar birliklerinin bir kısmını düzeni sağlamak üzere taşraya gönderdiğinden, güçler aşağı yukarı eşit olacaktı.

Uzunca süren bir rahatsızlığın ardından, Marx, 23 Mayıs’ta ilk kez yeniden bir Genel Kurul oturumuna katılabilmişti. Tartışmayı, Komün’ün sonunun yakın olduğunu saklamadığı uzun bir konuşmayla açtı. Ancak proletaryanın bu yenilgisinin geçici bir yenilgi olacağını söyleyen Marx, “Komün’ün ilkeleri ölümsüzdür ve yok edilemezler; işçi sınıfı kurtuluncaya kadar kendilerini hep yeniden ve yeniden kabul ettirecekler.” Bitirirken, Enternasyonal’in egemen sınıflara korku saldığını, dolayısıyla bundan böyle daha fazla takibata uğrayacağının altını çizdi.

Paris Komünüyle Dayanışma hareketinin örgütçüsü olarak Genel Kurul

Egemen sınıfların temsilcileri nefretlerinin tüm gücüyle Komün’e saldırmak için en başından itibaren Komün’ü Enternasyonal ile özdeşleştirirken, tüm ülkelerin işçileri içgüdüsel olarak Paris Devrimi’nin sınıf karakterini anlıyor ve onun savunmak için harekete geçiyordu. Asıl görev, proleter dayanışmanın bu hareketini örgütlemek, onu doğru şekilde kanalize ve koordine etmekten oluşuyordu. Marx ve Engels, bu nedenle, olabildiğince geniş kitleleri bu harekete katmaya çabalıyor ve yalnızca Enternasyonal’in seksiyonları aracılığıyla etkin olmakla kalmıyorlar, ilerici düşüncelere sahip aydınlarla ve burjuvazi saflarındaki bazı dürüst demokrasi savunucularıyla sahip oldukları çok sayıdaki ilişkiden de azami ölçüde yararlanıyorlardı.

Enternasyonal’in önderleri tüm ülkelerde Komün’ün desteklenmesine yönelik kapsamlı bir kampanyanın yürütülmesini sağlamayı başardılar. Genel Kurul’un çağrıları her yerde yankı buluyordu. Dünyadaki ilk proleter devletle dayanışma hareketi, daha önceki yıllarda işçilerin ekonomik ve politik talepleri uğruna gerçekleştirilmiş olan mücadeledeki eylem birliğinden doğuyordu. Ancak kapsam bakımından Enternasyonal’in bugüne kadar yürüttüğü tüm kampanyaları aşan bu hareket, nitelik olarak da diğerlerinden ayrılıyordu. Sınıf bilincinin daha yüksek bir düzeyini, proleter enternasyonalizmin daha derinlemesine kavranışını yansıtıyordu; bu hareket, işçi hareketinin devrimci eğilimini ortaya konulmasına katkıda bulunuyordu. İşçi sınıfının henüz ilk adımlarını attığı ekonomik olarak az gelişmiş ülkelerde Paris Komünü ile dayanışma mücadelesi ve onun kazanımlarının savunulması mücadelesi bağımsız bir işçi hareketinin doğumuna işaret ediyor ve işçilerin Enternasyonalist ruhla eğitilmesinin temellerini atıyordu.

Avrupa işçi sınıfının Paris Komünü ile dayanışma hareketindeki doruk noktalarından birini, Bebel’in 25 Mayıs 1871’te yaptığı Reichstag konuşması oluşturdu. Dünya proletaryasının ileri bir bölüğünün temsilcisi olarak, Bebel, Junkerciliğin ve burjuva gericiliğin tam kalbindeki kürsüye çıkıp, ilk proleter devleti savunmaktan çekinmedi. Sağcı vekillerin yuhalamalarına ve kopardıkları yaygaraya aldırış etmeden, şunları ilan etti: “Şundan emin olun ki, Avrupa proletaryasının tamamı ve bağrında özgürlük ve bağımsızlık adına hala bir duygu taşıyan herkes gözünü Paris’e dikmiş bulunuyor… Ve şu an Paris bastırılmış olsa dahi, size şunu hatırlatırım ki, Paris’teki mücadele yalnızca küçük bir öncü bölüğün çatışmasıdır ve Avrupa’daki asıl dava henüz görülmeyi bekliyor ve on yıllar geçmeden, Paris proletaryasının ‘Saraylara savaş, kulübelere barış; yoksulluğa ve aylaklığa ölüm!’ savaş çığlığı tüm Avrupa proletaryasının savaş çığlığı haline gelecektir.”

Komün mültecilerine yardımın örgütleyicisi olarak Genel Kurul

1871 Haziran’ının başında Versay’ın takibinden kurtulmayı başaran ilk Komünarlar Londra’ya geldiğinde, Genel Kurul, teknik ve örgütsel nitelikte ertelenemez görevlerle karşı karşıyaydı. Emekçi kesimlerden gelenler, Versay’a karşı çatışmalarda varlarını yoklarını kaybetmişler ve büyük bir yokluk içindeydiler. Birçoğu parklarda yatmak zorundaydı. Öncelikli iş, onlara en azından barınak ve iş bulmaya yardımcı olmaktı. Genel Kurul aylarca bu sorunları çözmek için büyük bir çaba gösterdi. Marx, Kugelmann’a yazdığı mektupta, o günlere dair şöyle yazıyordu: “Enternasyonal işleri başımızdan aşkın, Londra ilgilenmemiz gereken refugee’lerle  dolup taşıyor”. Mültecilerce işletilen bazı ucuz oteller adeta yurtlara dönüşmüştü; masraflarının bir kısmını üstlenen Genel Kurul buralara mülteciler yolluyordu. Sığınmacılar burjuva yardım severliğine bel bağlayamıyordu ve Genel Kurul kendisini “Yardım komitesi olarak … düzenlemek” zorunda kalmıştı.

Genel Kurul, İngiliz işçileri arasında en ufak katkıların bile kaydedildiği imza listeleriyle bağışlar alıyordu. Engels, iş çevrelerindeki eski arkadaşlarından önemli miktarlar toplamayı başardı. Marx Alman ve İngiliz demokratları arasında, Marx’ın kızları da bağları oldukları ilerici üniversite gençliği arasında bağış kampanyasına etkin bir biçimde katılıyorlardı. 27 Haziran’da bu işle görevli ve 29 Ağustos’a kadar etkin bir çalışma yürüten bir alt komite oluşturuldu.

Marx, Engels ve Genel Kurul, ayrıca, henüz Paris’te gizlenen Komünarların kurtarılmasıyla da yoğun bir biçimde ilgilendi. Bu, gizlilik gerektiren ve fazla sayıda kişinin dahil edilemeyeceği bir işti. Genellikle tamamen güvenilir kişiler aracılığıyla, Komünarlara, Fransa’yı terk edebilecekleri, İngiliz, Alman ya da başka ülke pasaportları gönderiliyordu.

Enternasyonal’e yönelik baskılar

Paris Komünü’nün yenilgisinden sonra neredeyse tüm ülkelerdeki politik durum keskin bir biçimde değişti. Egemen sınıflar, Komün’ün, iliklerine kadar işleyen korkusunun acısını proletaryadan çıkarmaya başladı. Enternasyonal üyeleri ve örgütlerine yönelik bir saldırı dalgası başladı. Almanya, Fransa, Avusturya-Macaristan, İspanya, İtalya, Belçika, Danimarka ve Çarlık Rusyası egemenlerinin eş zamanlı olarak Uluslararası İşçi Birliği’ne karşı giriştiği saldırılarda sömürücülerin sınıf dayanışması ifadesini buldu. Bismarck’ın iddia ettiği üzere, tüm ülkeler Enternasyonal tehlikesiyle karşı karşıyaydı.

1872 yazı geldiğinde, Avrupa’nın neredeyse tüm ülkelerinde Enternasyonal şu ya da bu ölçüde yasaklanmış durumdaydı. İllegal faaliyete geçiş, böylesi mücadele biçimlerine uyum sağlamamış olan seksiyonlar için son derece zorluydu. Bazı yerlerde, Birliğin seksiyonlarının komplocu gruplara dönüşmesi ve bunlara ajan ve muhbirlerin sızması riski doğmuştu.

PARİS KOMÜNÜ DENEYİMLERİNİN GENELLEŞTİRİLMESİ “FRANSA’DA İÇ SAVAŞ” AÇIKLAMASI

18 Mart 1871 Paris’teki proleter devrim modern çağın tarihinde bir dönüm noktasıydı. Yeni bir dönem, “burjuvazinin tam egemenliği ve çöküşünün, ilerici burjuvazinin gerici ve aşırı gerici mali sermayeye dönüşümünün dönemi” başlıyordu.

Uluslararası işçi hareketi de yeni bir gelişim aşamasına girmişti. Paris Komünü’nün kapitalizme vurduğu bu ilk darbeyi, kapitalist devletlerin otuz yıllık görece “barışçıl” gelişim süreci izledi. Bu, tekel öncesi kapitalizmin emperyalizme adım adım geçiş yaptığı ve Lenin’in şöyle tarif ettiği bir dönemdi: “Batı, burjuva devrimleri dönemini kapattı. Doğu ise henüz bunları yaşayacak olgunluğa erişmedi.” İşçi sınıfı bundan böyle, devrimci güçleri toplama, sosyalist partiler kurma ve yeni devrimci mücadeleler için hazırlanma göreviyle karşı karşıyaydı.

Paris Komünü, çeşitli sosyalist öğretiler açısından büyük bir tarihsel sınama olarak gerçekleşti. Küçük burjuva doktrinerciliğin, sekterciliğin ve reformizmin verimsizliğini ve dayanaksızlığını kanıtladı. Paris Komünü, bilimsel komünizmin, Marksizm öncesi küçük burjuva sosyalizminin çeşitli biçimlerin karşısındaki kesin zaferini hızlandırdı. Yalnızca Marksizm, Komün’ün deneyimlerini derinlemesine genelleştirmeyi, Komün derslerinden işçi sınıfını düşünsel bakımdan zenginleştirecek materyali çıkarmayı, dolayısıyla da işçi sınıfını yeni son derece önemli bilimsel tezlerle donatmayı başardı. Bu durum, Marksist öğretinin, işçi hareketi içerisinde, sonrasında Marksist temel üzerinde yükselen proleter partilerin oluşumunu koşullayan mevziler kazanmasına yardımcı oldu.

Komün deneyimleri, Enternasyonal’in devrimci programının geliştirilmesine olanak vermişti. Proleter kitlelerin Komün’e duyduğu sempatinin, Parisli Komünarların başlattığı davayı sürdürüp sonuca götürmenin bilinçli çabasına tahvil edilmesi gerekiyordu. İşçi sınıfı içinde, burjuvazinin kaynaklık ettiği kadar sekter unsurların da kaynaklık ettiği Komün’ün özüne dair yanlış yorumların yayılmasına engel olmak elzemdi.

Anarşistlerin Komün’ü kendi ilkelerinin bir teyidi olarak ilan etmekte acele etmeleri bir tesadüf değildi. Paris Komünü’nün uluslararası proletarya tarafından nasıl anlaşıldığı, birçok bakımdan proleter devrimcilerle Bakuninci anarşizm arasında yaşanacak olan nihai mücadelenin sonucunu belirleyecekti.

Komün, egemen sınıflarda genel olarak nefrete ve öfkeli bir saldırganlığa neden olmuştu. Paris Komünarları üzerine boşaltılan yalan ve iftira seli karşısında, Enternasyonal bakımından, ideolojik bayrağını savunmak ve Komün davasının uluslararası işçi sınıfının tamamının çıkarlarıyla bozulmaz bütünlüğünü açıkça ilan etmek bir yükümlülük haline gelmişti. Engels daha sonraları şunları yazmıştı: “Uluslararası İşçi Birliği, ilk günden son gününe kadar Parisli ayaklanmacılarla ve bunun da ötesinde yenilgiye uğratılan proleterlerle kendini özdeşleştirme cesareti gösteren tek taraftı.”

Enternasyonal’in Genel Kurulu, Komünarların muazzam eyleminin tarihsel önemini bilimsel olarak ortaya koymak, deneyimlerini süzerek onları tüm mücadele halindeki proletaryanın kolektif mülkiyeti haline getirmek zorundaydı. Bu da, Marx’ın Genel Kurul adına kaleme aldığı “Fransa’da İç Savaş” açıklamasıyla gerçekleşti.

Bilimsel komünizmin parlak bir program belgesi olarak “Fransa’da İç Savaş”

Genel Kurul’un Paris’teki gelişmeler üzerine bir açıklamasını yazma çalışmalarına, Marx, Nisan 1871 ayı ortalarında başladı. İki ayrı taslak kaleme aldı, “Fransa’da İç Savaş”ın birinci ve ikinci taslağı. İlki 10 Mayıs 1871’de tamamlandı, ikincinin tamamlanması Mart ortalarına kadar sürdü.

Bu taslaklar, Marx’ın yaratıcı çalışma biçimini gözler önüne seriyor; Paris Komünü’nün deneyimlerini genelleştiren sonuçları formüle etmek için son derece önemli teorik ve tarihsel sorunları nasıl çok yönlü incelediğini gösteriyor. Ancak bu taslakların değeri bununla sınırlı değil. Birçok noktada sonuç metninden daha ayrıntılı bir argümantasyon sergiliyorlar. Marx, bir açıklamanın görece kısıtlı çerçevesine bağlı kalmak zorunda olduğundan, burada taslaklarda öne sürdüğü materyalin tümünü kullanamadı. Bu nedenle taslaklar, yer yer fragmanvari bir niteliğe sahip olsalar da, içerikleri bakımından açıklamayı önemli oranda tamamlıyorlar.

Açıklamaya kıyasla taslaklar, Komün’ün doğuşuna zemin hazırlayan tarihsel önkoşullara ve Komün öncesinde Fransa’daki devrimci harekete daha geniş yer ayırıyor. Keza proleter devletin sosyal önlemlerini ve köylülük ile kentli orta tabakalara yönelik yürüttüğü politikayı daha ayrıntılı olarak karakterize ediyor.

Marx’ın 30 Mayıs 1871 günkü Genel Kurul oturumunda onaylanmak üzere okuduğu ve mevcut üyelerin tamamının onayladığı “Fransa’da İç Savaş” açıklaması, yalnızca Uluslararası İşçi Birliği için değil, daha sonrasındaki proleter dünya hareketi için programatik bir öneme sahipti. Lenin bu eseri, proleter devrim mücadelesinde başvurulacak “en iyi kılavuz” olarak nitelemiştir.

Marx, hazırladığı açıklamayı, aynı zamanda, sekter akımlara karşı bir darbe olarak da tasarladı. “İşçiler sosyalist tarikatçılık döneminden çıkmıştır” diye saptıyordu. Bu eser, proletarya diktatörlüğüne, proleter partiye vb. dair –daha sonraları Londra ve Lahey’deki konferanslar tarafından kabul edilen– en temel tezlerinin teorik temellendirilmesini içeriyordu. Ayırt edici bir diğer nokta da, açıklamada komünist ilkelerin ilan edildiği devrimci gözü peklikti. Engels, 28 Haziran 1871’de Carlo Cafiero’ya yazdığı bir mektupta, Genel Kurul’un bu resmi belgeyle apaçık bir şekilde “komünizm lehine” görüş bildirdiğini söylüyordu.

Paris Komünü’nden sonra Enternasyonal tarihindeki yeni aşama

Paris Komünü, Uluslararası İşçi Birliği’nin etkinliğinde de bir dönüm noktasını oluşturuyordu. Birliğin fikirlerinin olağanüstü bir yaygınlaştırılmasına katkıda bulunmuş ve yeni bir üye akımına neden olmuştu. Bu konuda Lenin şunları aktarıyor: “Sosyal devrimin öncü savaşçısı olarak Komün proletaryanın acı çektiği ve mücadele ettiği her yerde sempati kazandı. Komün’ün yaşamı ve ölümü, bir dünya metropolüne ele geçirmiş ve iki aydan fazla bir süre elinde tutmuş bir işçi hükümetinin varoluşuna dair tablo, proletaryanın kahramanca mücadelesinin ve yenilgisinin ardından yaşadığı acılar; tüm bunlar milyonlarca işçinin cesaretini yükseltmiş, umudunu büyütmüş ve sempatisini sosyalizme yöneltmişti. Paris toplarının gümbürtüsü, proletaryanın en geri kesimlerini derin uykusundan uyandırmış ve devrimci sosyalist proletaryanın her yerde yoğunlaştırılmasına itilim oluşturmuştur.”

Paris Komünü’nün etkisiyle Enternasyonal örgütleri sayısal olarak büyüdü. Artık daha önceleri Birliğin hiç seksiyonunun bulunmadığı ya da kurulmasının daha ilk adımlarının atılmış olduğu ülkelerde de örgütler oluşmaya başladı (İtalya, İspanya, Portekiz, Danimarka, Latin Amerika vb.). Aynı zamanda işçi sınıfının burjuvazinin ideolojik etkisi altında bulunan ve Komün’ü burjuvazinin gözleriyle “sınıf barışı”nı bozan bir tehdit olarak gören kesimleri Enternasyonal’den uzaklaşmaya başladılar. Fransa’daki olaylar işçi hareketi içindeki güçlerin ayrışmasını hızlandırıyor, devrimci ile sekter reformist kanat arasındaki mücadeleyi keskinleştiriyordu. Reformist politikacıların bir bölümü açıkça devrim yoluna sırtını döndü. Komün devrimci çizgi ile yüzünü henüz Enternasyonal’e dönmüş işçiler arasında güçlü bir temsili olan ve proleter enternasyonalizm konusunda henüz eğitimsiz olan küçük burjuva anarşist eğilimler arasındaki çelişkilerin derinleşmesine yol açtı. Enternasyonal içerisinde proleter olmayan güçlerin tamamı, solcusu olduğu kadar da sağcılarıyla da, tek bir blok halinde bir araya geliyordu.

Paris Komünü’nün açtığı bu tarihsel süreçte, proleter hareketin örgütlenme biçimlerini değiştirmek ve geliştirmek ihtiyacı doğdu. Paris Komünü öncesinde sınıf mücadelesinin seyri yalnızca ileri işçilerin bir bölümünü tek tek ülkelerde proleter partilerin kurulması gerekliliği kavrayışına götürmüşse, Komün’den sonra, işçi sınıfını birleştiren bu türden partilerin kurulması, işçi hareketinin yeni gelişim koşullarından kaynaklanan kaçınılmaz bir zorunluluk haline gelmişti. İşçi sınıfının temel görevi, bundan böyle, gelecek devrimci mücadelelere hazırlanmak için güçlerin toplanması ve birleştirilmesiydi. Bu da, Enternasyonal’i ideolojik ve örgütsel olarak sağlamlaştırmayı gerektiriyordu.

Paris Komünü’nün ardından Enternasyonal içindeki ideolojik mücadelenin keskinleşmesi

Paris Komünü’nden sonra Enternasyonal seksiyonları içerisinde keskinleşen mücadele daha da karmaşık bir hale geldi. İdeolojik farklılıkların odağında, doğrudan Fransa’daki proleter devriminin sonuçlarından doğan sorunlar duruyordu: Politik iktidarın işçi sınıfı tarafından mücadeleyle ele geçirilmesi ve proletarya diktatörlüğünün kurulması; işçi sınıfının devlete yaklaşımı, proleter partinin rolü. Bu sorulara doğru bir yanıt verebilmek, ancak küçük burjuva anarşist görüşlerin üstesinden gelinmesiyle mümkündü. Bu arada, bu tarihlerde bazı ülkelerde Enternasyonal’e katılan işçi sınıfının yeni tabakaları, Bakuninci propagandaya özellikle açık olan yıkıma uğramış küçük üreticilerden oluşuyordu. Paris Komünarlarının kahramanca mücadelesinin dolaysız etkisi altında, anarşistlerin, “derhal” devrimci eyleme geçmeye ve “her türden devletin” yıkılmasına, genel demokratik harekete katılımdan feragat etmeye ilişkin ultra devrimci söylemlerinin çekiciliğine kapılıyorlardı. Anarşist propagandanın özellikle uygun bir zemin bulduğu ülkeler İspanya ve İtalya’ydı. Bunlar, bağımsız bir işçi hareketi için önkoşulların henüz oluşmaya başladığı ülkelerdi.

Anarşistler, Komün’ü proletaryanın diktatörlüğü olarak görmemekte direniyor, dolayısıyla bilimsel komünizmin teorik, taktik ve örgütsel ilkelerini reddediyorlardı. İşçi sınıfının, doğrudan anarşist “sosyal tasfiyeye yol açmayan” her türlü politik etkinlikten uzak durması gerektiğini savunuyorlardı. Bu ultra devrimci söylemin ardında, kapitalist sömürünün ve işçi sınıfının mücadelesinin içinde bulunduğu sosyo-ekonomik koşulların gerçek nedenlerinin görmezden gelinmesi ve kavranamaması bulunuyordu.

İşçi hareketinin bu gelişim aşamasında, yani sınıf mücadelesinin nesnel yasaları sonucu proletaryanın bağımsız politik partilerini kurma göreviyle karşı karşıya olduğu bir gelişim aşamasında, “işçilerin örgütlenmesinin ve eğitiminin rolünü kavramamak”, pratikte burjuvazinin egemenliğini korumak anlamına geliyordu. Anarşistlerin Enternasyonal’e dayatmak istediği teorik program, tüm Avrupa işçi hareketini yanlış bir yönelime savurabilirdi. Proleter partiler kurmak için, hem ideolojik hem de örgütsel bakımdan en temel engel durumuna gelmiş bulunan küçük burjuva devrimciliğinin temsilcilerinden, anarşistlerden ayrışmak gerekiyordu.

Nitekim, 1871 Londra Konferansı’nın sosyalist devrimin önkoşulu olarak bütün Avrupa ülkelerinde yasal işçi sınıfı partilerinin kurulması çağrısında bulunan kararı bu ayrışmayı belirginleştirdi. Marksizmin fikirlerinin Enternasyonal’de kesin üstünlük kazanması ise, 1872 Lahey Kongresiyle gerçekleşti. Bakuninci muhalefet Lahey’deki yenilgisinden hemen sonra Enternasyonal’den ayrılıp İsviçre’ye yerleşerek, ayrı bir Enternasyonal kurma girişiminde bulundu.

1872 Lahey Kongresi, modern Avrupa işçi sınıfı tarihinin ilk döneminin bitiminin de sinyalini verdi ve bir sonraki dönemin koşullarına işaret etti: Tüm Avrupa’da ulusal işçi sınıfı partilerinin inşası, İkinci Enternasyonal’de birleşmeleri ve sendikaların yükselişi. Enternasyonal işçi sınıfı partilerinin görevleri hakkındaki Londra Konferansı ve Lahey Kongresi kararlarında Avrupa işçi sınıfının yakın gelecekteki stratejisini çizmişti.

 

Kaynaklar:

“Die Erste Internationale” (Birinci Enternasyonal), cilt II, Dietz Verlag, Berlin1971, Alm.

Wolfgang Abendroth; “Avrupa işçi hareketleri tarihi” Belge Yayınları, Eylül 1992.

 

 

Barış, eşitlik ve demokrasi mücadelesiyle 8 Mart’a

Dünyanın yeniden ve yeniden paylaşılması kapitalist sistemin bilinen bir gelişim ve varlık koşuluysa, bu paylaşımda savaşların ve çatışmalı süreçlerin eksik olmaması da öyle bilinen bir olgudur. Enerji, hammadde, yeni pazar ve yatırım alanlarıyla ucuz emek gücü ihtiyacı, emperyalist güçler arasındaki rekabet ve mücadelenin perde arkasını oluşturur.
Almanya eski Genelkurmay Başkanı ve NATO eski Askeri Komite Başkanı Klaus Naumann, Yugoslavya savaşlarla parçalandığı sırada aktif görevdeyken verdiği bir röportajda, “Dünyada artık yalnızca iki geçer akçe var: Ekonomik güç ve onu kabul ettirmek üzere askeri araçlar”  diyerek, bu gerçeği kuru bir nesnellikle ifade etmekten çekinmedi.
Bugün büyük Avrupa devletleri, ABD, Çin, Rusya, Japonya gibi başlıca emperyalist güçlerin aşırı kârlarını güvence altına almak, etki ve nüfuz alanlarını genişletmek, rakiplerini zayıflatmak hesaplarıyla gözünü diktiği coğrafyalara baktığımızda, dünyada süren savaşların ve silahlı çatışmaların oluşturduğu kuşakla örtüştüğünü görürüz. Aşağıdaki, AKUF’un  yayınladığı 2012 raporunda yer alan grafik bunu çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor.

(Grafik:  2012’de süren belli başlı savaşlar ve silahlı çatışmalar)

˜ savaşlar   
™ silahlı çatışmalar

Bugün “huzur”, “barış”, “özgürlük”, “demokrasi” getirmek kisvesi altında yürütülen emperyalist askeri müdahaleler kadar, dünya genelinde silahlanmada kaydedilen devasa artış da bu tabloya denk düşüyor.
Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün rakamlarına göre, dünya çapında silah satışları, 2007-2011 yılları arasında, beş yıl öncesine oranla yüzde 25 arttı. Dünya silah pazarının yüzde 30’unu ABD, yüzde 24’ünü Rusya, yüzde 9’unu Almanya elinde tutuyor. Ortadoğu, Afrika ve Uzakdoğu ülkeleri birer “silah deposuna”, “barut fıçısına” dönmüş durumda. ABD’nin silah satışları, 2011 yılında, bir önceki yıla göre üç misli arttı. Türkiye ise, yaklaşık 17 milyar dolar ile dünyada silaha en çok yatırım yapan 24’üncü ülke.

BARBARLIK…
Süren ve sürdürülen savaşlar, silahlı çatışmalar her yıl on binlerce insanın ölümüne, birkaç katının yaralanmasına yol açarken, çok daha fazlasının yaşamını ve yaşam alanlarını tarumar ediyor. Sonuç; temel insan haklarından yoksunluk, mültecilik, göç, sefalet, doğada yıkım… Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Bürosu’nun son verilerine göre, dünyada yaşam alanlarından koparılmış çoğu kadın ve çocuk 42,5 milyon insan mülteci olarak hayata tutunmaya çalışıyor.
Gelişmiş kapitalist devletlerin kanlı pençelerini geçirdiği dünyaya dayattığı neo-liberal politikaların bilânçosuysa savaşlardan da ağır. Hitler faşizminin altı yılda yarattığı insan kıyımını, neo-liberalizm tek bir yılda gerçekleştiriyor. ECOSOC (BM Ekonomik ve Sosyal Konseyi) istatistiklerine göre, 2011’de, 52 milyon insan açlık ve yoksunluğun yol açtığı hastalıklar sebebiyle öldü. 12 milyar insanı besleme kapasitesine sahip bir gezegende yürütülen barbar politikalar sonucu, her 5 saniyede bir 10 yaş altı çocuk, her gün 57 bin insan açlıktan ölüyor.
Eğitime, sağlığa, çalışma yaşamına, emeklilik düzenlemelerine peş peşe gelen saldırı paketleri, halka dayatılan vergi yükleri, hak gaspları ve kısıntılar aracılığıyla krizlerini atlatan kapitalist sistemin gözettiği tek şey aşırı kârları güvence altına almak, para babalarının kasalarını ağzına kadar doldurmak. Birçok ülkede olduğu gibi, açlık ve yoksulluk sınırında yaşayan çoğunluğun sayısı ülkemizde de büyüdü.

… VE TÜRKİYE’DEKİ YÜZÜ
Kâr, çıkar ve nüfuz hırsını kanla ve halkların iliğiyle besleyen emperyalist güçlerin, kapitalist sistemin barbarlığını nasıl şiddetlendirdiğini anlamak için uzun boylu verilere, raporlara da ihtiyaç yok aslında; zira etkilerini her gün görüyor, hissediyor, yaşıyoruz.
Bu barbarlığın Türkiye’deki uygulayıcısı AKP’nin hükümranlık halini alan on yıllık iktidarı altında hazırlanan 2013 bütçesi de, tam bir savaş ve yoksulluk bütçesi olarak çıktı. Bütçede büyük oranda işçi ve emekçilerden alınacak vergilerde ciddi bir artış söz konusuyken, sağlığa ayrılan payın iki katı savaş kurumlarına ayrılmış durumda.
Başbakan Erdoğan’ın sık sık dillendirdiği “savaşa hazırız” mesajları eşliğinde Malatya Kürecik’e NATO Radar üssü kuruldu. Geçtiğimiz günlerde de, NATO’nun Patriot füzeleri halkın tüm tepkisine ve itirazına rağmen, üç ilimize konuşlandırılmak üzere, ülkemize getirildi. Propagandaya inanılacak olursa “savunma” amaçlı! Oysa, İran ve Rusya’nın Kürecik “füze kalkanı”yla ilgili açıkladıkları “öncelikli hedef” içerikli tutumlara bakılırsa, Antep, Adana ve Maraş’a “kalkan” ve Patriotların yerleştirilmesi, olası bir bölgesel savaşta coğrafyamızın savaşın ön cephesi haline gelmesi demek.
En son, ABD ve Batı emperyalizminin Türkiye’ye biçtiği “ileri karakol” rolünden görev çıkaran Başbakan, “binlerce on binlerce kilometre öteden gelip Irak’a girenler bu dünyada haklı oluyorsa, biz 910 kilometrelik sınırımız olan ülkeyle eli bağlı tribünde seyirci olamayız. Gereği neyse bunu yapmamız lazım ve yaparız” dedi. Böylece, Başbakan, Hükümetinin savaş politikasındaki ısrarını bir kez daha ilan etmiş oldu.
Patriotların yerleştirileceği illerden biri olan Antep’te yaptığı bu konuşmanın girizgâhında Hükümetin tüm çabası ve uğraşının “bu coğrafyanın tam anlamıyla bir barış coğrafyası, huzur deryasına dönüşmesi” amacı taşıdığına dair sözlerinin ikiyüzlülüğünü görmek için, ülke içine bakmak yeter: 30 yıldır bu topraklarda süren savaşın korkunç sonuçlarını yaşadık. On binlerce insan hayatını kaybetti. Binlerce yerleşim yeri yakılarak, yıkılarak boşaltıldı. 4–4,5 milyon Kürt vatandaşı, güvenlik güçlerinin baskısı, OHAL uygulamaları, koruculuk baskısı ve dayatmaları, can güvenliği, köy boşaltmaları, yayla yasakları ve gıda ambargoları nedeniyle yaşam alanlarını terk etmek zorunda bırakıldı. Zorunlu göçle aileler parçalandı, Kürtlerin kimlikleri aşağılandı, dilleri hükümsüzleştirildi, ekonomik ve politik baskılar hız kesmedi.
Göç Platformu’nun yoğun göç alan 9 ilde yaptığı bir araştırmaya dayanan “Zorla Yerinden Edilenler İçin Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Araştırma Raporu”  (2011), zorunlu göç mağdurlarının yüzde 31’inin göç sürecinde işkence yaşadığını ya da tanık olduğunu ortaya koyuyor. Yüzde sekizi, taciz ve tecavüz sonrası travma yaşıyor. Zorla yerinden edilenler barınma, beslenme, eğitim, sağlık, çalışma haklarına ulaşmakta büyük sıkıntılar yaşıyor. Özellikle kadın ve çocuklar mağdurun mağduru durumda. Rapor, her birinin altında Türkiye Cumhuriyeti imzası bulunan BM “Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi”nin, “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi” ile “Çocuk Hakları Sözleşmesi”nin ciddi bir biçimde ihlal edildiğini, önemli hak kayıpları yaşandığını gösteriyor.
Zorunlu göç mağdurlarının yüzde 68’i yeterli alt yapıya sahip konutlarda yaşamıyor, yüzde 50’si düzenli öğün yiyemiyor, çocukların yüzde 84’ü yetersiz besleniyor. Yüzde 52’si anadilinden dolayı okulda başarısız, yüzde 59,6 dil bilmemekten sağlık hakkına ulaşmakta sorun yaşıyor, yüzde 25’i tedavi sürecinde bedelleri ödeyemiyor.
Zorla göç ettirilenlerin yüzde 45’i işsiz, yüzde 80’inin düzenli işi, yüzde 23’ünün sosyal güvencesi yok. İlköğretim çağında olup çalışan çocukların yüzde 94’ü, 8–12 saat arası ve güvencesiz kayıt dışı işlerde çalışıyor.
Rapor, kadınların % 33.52’sinin göç sonrası (% 28,6’sının düşük-erken doğum nedeniyle) çocuklarının öldüğünü, hamilelik döneminde kurumsal destek almadıklarını, doğumlarının genellikle sağlıklı olmayan ortamlarda gerçekleştirdiklerini ve önemli oranda (% 87) üretim sürecinin dışında kaldıklarını ortaya koyuyor.
Kadınların yüzde % 44,52’si, zorunlu göç sürecinde kadın kimliğine yönelik fiziki-psikolojik saldırı ya da baskı yaşadı. Kadının aile, akraba ve sosyal çevre ilişkileri bu süreçte olumsuz etkilendi. Zorunlu göç yaşayan kadınların ruh halinde, bir yere ait olmama, geleceğe güvensizlik önemli bir yer tutuyor.
Baskı ve yok sayma politikalarının mirasçısı AKP iktidarında da, Kürt sorununu barışçıl, demokratik yoldan çözmek yerine sürdürülen nefret, korku ve düşmanlık ortamı, şiddeti normalleştirerek, gündelik yaşamda en ağır şekilde karşımıza çıkardı. Çatışmalı ortam demokratik hak ve özgürlüklerin gaspına, bütün ülkede anti-demokratik uygulamaların meşrulaştırılmasına bahane edildi. Kürt, Alevi, işçi, kamu emekçisi, çevreci, köylü, öğrenci, kadın, aydın ya da sanatçı –toplumun herhangi bir kesiminden yükseltilen her türlü hak talebi, tahammülsüz, saldırgan, ayrımcı, hak ve adalet tanımaz militarist bir tutumla karşılaştı.
Bir yandan da, tüm toplum kesimlerinin görüşlerinin dikkate alındığı iddiasıyla Anayasa hazırlıkları yürütülüyor. AKP iktidarı altındaki bu baskıcı, saldırgan siyasi ve toplumsal atmosferde hazırlıkları sürdürülen anayasa, kimin anayasası olabilir? Tüm farklı seslerin kısıldığı, demokratik siyaset kanallarının tıkandığı tehdit ve savaş ortamında halktan yana demokratik bir anayasa yapmanın koşullarının oluşamayacağı aşikâr.

8 MART’TA BARIŞ SESİ YÜKSELMELİ
Silahların konuştuğu yerde ne barış, ne demokrasi, ne eşitlik, ne de özgürlükten söz edilebilir. Dini dogmaların siyaset malzemesi yapıldığı, muhafazakâr söylemlerle yükseltilen erkek egemen toplumsal zihniyetin kadını aile içine hapsettiği, en az üç çocuk fetvalarının verildiği, kadınların çalışmasının öldürülmelerine sebep gösterildiği, kadına yönelik şiddetin hız kesmeyip alınan önlemlerin kâğıt üzerinde kaldığı Türkiye’de, kadınların barış, eşitlik ve demokrasi mücadelesi, olası bir savaş karşısında daha da elzem hale geliyor.
Çünkü savaş denilen heyula, arkasında yalnızca ölüm, yıkıma uğratılmış bir doğa, nefrete boğulmuş insanlar bırakıyor ve yarattığı yıkımla birlikte barınma, beslenme, sağlık, eğitim gibi en temel insan haklarından yoksunluk, sefalet getiriyor.
Çünkü savaş, kadınlar için, yaşam alanlarından koparılmak, göçe zorlanmak, yoksulluğa, işsizliğe ya da en kötü, en güvencesiz işlere mahkûm edilmek, hayatın iyice kıyısına itilmek, fuhuşa zorlanmak demek.
Çünkü savaş, daha hoyrat ve acımasız olmaya çağırılan, askerileştirilen erkeklerin kadınlara yönelik şiddetinin artması, tecavüz, kaçırılma ve daha çok kadın intiharı anlamına geliyor. Savaşın yol açtığı nefret ve düşmanlık dili, gazete, televizyon  haberlerinden televizyon dizilerine kadar yaygınlaşarak, erkek egemenliğini güçlendiriyor.
İçeride ve dışarıda savaş iklimine ancak güçlü bir barış, demokrasi ve eşitlik mücadelesi son verebilir. Kürt sorununun eşit haklar temelinde çözüme kavuşması, inançların özgürce yaşanabilmesi, emekçilerin hak arayışlarının önündeki tüm engellerin kaldırılması buna bağlıdır. Barışın kazanılması, ulusal, sınıfsal, cinsel sömürüye ve ayrımcılığa son veren, gerçek eşitliğin sağlandığı, insan haklarını güvence altına alan bir anayasaya sahip tam bağımsız demokratik bir ülkeye bir adım daha yaklaşmak anlamına gelecek.
Kadınların eşitlik, demokrasi ve özgürlük taleplerini en yüksek sesle haykırdığı 8 Mart’a yaklaşıyoruz. Bu yıl da, barışın, eşit hakların, halkların kardeşliğinin ve sosyalizmin sarsılmaz savunucusu Clara Zetkin’in 1910’daki çağrısına dünya kadınları uyacak ve 8 Mart’ta meydanlar, sokaklar, mahalleler kadınların en yakıcı talepleriyle dolacak.
Bu topraklarda, bu yıl, hiç kuşku yok ki, kadınların en yüksek sesle dillendirdiği talep barış olacak. Kadınlar içeride ve dışarıda savaşa “dur” diyecek, eşitlik ve demokrasi isteyecek, halkların kardeşliğini haykıracak.
Başta cinsel, ulusal, sınıfsal sömürüye son verilmesi olmak üzere, barış koşullarının hemen oluşturulması, silahların hemen susması ve operasyonların durdurulması, barış görüşmeleri için derhal adım atılması;
Komşu devletlere hiçbir müdahalede bulunulmaması, bölge halklarının kendi kaderlerini tayin hakkına saygı gösterilmesi; hiçbir ülkenin bağımsızlığına ve bütünlüğüne yönelik tacizlerde bulunulmaması, tüm yabancı üs ve tesisler kapatılması, tüm füzelerin ve rampalarının sökülmesi;
Savaşta hakikatleri araştırma komisyonunun yanı sıra kadın hakikatleri komisyonu oluşturulması, kadınlara karşı işlenen suçların açığa çıkarılması ve yargılanması, koruculuğun kaldırılması;
Yaklaşık iki yüz bin kişinin yargılandığı, demokratik itirazı imkânsız hale getiren  terörle mücadele yasasının derhal kaldırılması, her türlü hukuk kuralının ihlal edildiği gözaltı furyalarına son verilmesi;
Medya ve eğitim kurumlarının cinsiyetçilikten arındırılması, militarist ve cinsiyetçi sembol ve sözcüklerin kamusal alandan kaldırılması; eğitimde ve kamusal alanda anadil hakkının önündeki tüm engellerin kaldırılması; kadınların Meclis’e girmelerine engel olan seçim barajının kaldırılması gibi temel talepler etrafında birleşen bir çalışmanın barış ve demokrasi umuduna güç kazandıracaktır.
8 Mart’ta kadınların barış, eşitlik ve demokrasi taleplerinin her yerden en güçlü bir şekilde yükselmesi için, bu ülkenin, bu coğrafyanın kadınları tüm güçlerini birleştirmeli ve bu mücadeleyi en geniş kesimleri yanlarına katarak canla başla sahiplenmeli.
Barıştan, demokrasiden, toplumsal cinsiyet eşitliğinden yana tüm parti ve kurumları, sendikaları, dernekleri, platformları, çevre, sanat ve meslek örgütlerini, aydın ve sanatçıları, bölge ülkelerinden savaş karşıtı dost çevreleri ve kadın örgütlerini de içine alan geniş bir barış cephesinin örülmesi ufkuyla buluşan bir 8 Mart çalışmasının, ülkemiz kadın hareketine güç ve dinamizm kazandıracağından kuşku yoktur.

100. yılında 8 Mart

 

Kadınların tarih sahnesinde toplumsal ve emek mücadelelerindeki müdahalelerine baktığımızda; çoğu kez, belirleyici anlarda, hareketi ateşleyici, sürükleyici, ilerletici bir rol oynadıklarını görürüz. Birçok örnek biliriz ki, cesaretleri ve kararlılıklarıyla erkeklere öncülük etmişler, onları harekete geçmeye çağırmışlar, devletin kolluk kuvvetlerinin önlerine atılmışlar, savaş, mücadele ve direniş çağrılarını yükseltmişlerdir.

Ancak kendiliğinden hareketin örgütlü, karar alıcı, sistematik bir niteliğe bürünmesiyle gelinen yerde, kadınların bu eşikte “elendiği” de bir o kadar çarpıcı bir olgu olmuştur hep. Bu “elenme”, bir yandan kadının tarihsel dönemlerin, toplumsal sistemlerin özelliklerince şekillenmiş nitelikleri (eğitim düzeyi, çalışma ve toplumsal yaşamdaki konumu, temsiliyetinin olmaması vb.), öte yandan örgütlü yapılara sirayet etmiş olan erkek egemen toplumsal yapının bir devamı olarak kadından (aile, çalışma yaşamı, toplumsal temsiliyet) beklentilerdeki muhafazakar zihniyetin varlığı gibi etkenlerle belirlenmiştir.

18. ve 19. yüzyıldaki teknolojik ilerlemeler, buharlı makine ve büyük dokuma makineleri gibi sanayi devrimini yaratan yeni icatlar, her şeyden önce, görülmedik büyük kitlelere istihdam olanağı yarattı. Özellikle de üretim süreçlerinin makineler yardımıyla artık daha basitleşmesiyle, ucuz işgücünü oluşturan vasıfsız kadınlara. Kadınlar, bu dönemde, geniş çapta üretim sürecine dahil edildiler.

Üretici güçlerin baş döndürücü bir hızla gelişmesiyle kadının kazandığı yeni sosyal ve ekonomik konumu, işçi sınıfı ve işçi hareketinin doğuşuyla dünyada büyük sosyal hareketlerin gelişmesi, kadının eşit hak ve kurtuluş mücadelesinin üzerinde de büyük etkisi oldu. İşçi hareketinin büyümesi ve eş zamanlı olarak sosyalist düşüncelerin gelişmesi, süreklilik ve bilimsellik kazanmasıyla birlikte, kadınlar, işçi hareketine kitlesel olarak katıldılar.

Ne var ki, 19. yüzyıl ortalarından itibaren emekçi kadın hareketinin güçlenmiş olması, kadınların, başından beri erkek sınıfdaşlarıyla doğallıkla omuz omuza mücadele edebildikleri anlamına gelmiyor. Kadın işçi ve emekçilerin, sınıf örgütleri, partiler ve sendikalar içerisinde örgütlenebilmeleri ve kadın sorununun ciddiye alınması için mücadele etmeleri gerekti.

Avrupa ve Amerika’da, hızla gelişen işçi hareketleri içinde, kadın emeğinin rolü üzerine keskin tartışmalar yaşandı. Bu sorunda başlangıçtaki belirsizliğin sebebi, ilk zamanlarda işçi hareketi içinde, proleter kadın hareketinin anlamı ve hedefleri konusunda, özellikle de kadın emeğine bakış konusunda olgunlaşmamış düşüncelerin varlığıydı. Dönemin sendikal ve politik işçi hareketinin geniş kesimleri arasında, kadın emeğinin yasaklanmasının, en azından evli kadınlara yasaklanmasının savunulması olağan bir durumdu.

Bu savununun temelinde, bir yandan kadın ve ailenin korunması isteği, 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başındaki kadın ve çocuk emeğinin felaketlere yol açan ağır çalışma koşulları (18 saate varan işgünü, korkunç hijyen koşulları, ustabaşı ve ustaların cinsel tacizleri, üretimin feci koşulları, fabrika kışlalarının oluşumu vb); öte yandan da açıkça düşük ücretleri nedeniyle kadın rekabetinin engellenmesi ve bertaraf edilmesi yatıyordu. Çünkü kadın emeği erkeklerin ücretini baskılıyor ve erkekleri işsizlikle yüz yüze bırakıyordu.

Bu durum, kadın işçileri, kadın emeği yoğunluklu işkollarında kendi sendikal örgütlerini kurmaya yöneltti. İlk kadın sendikası, 1845’te, ABD’nin tekstil sanayi kenti Lowell’de kuruldu. 19. yüzyılın ancak ikinci yarısında, işçi sınıfının, politik ve sendikal örgütlenmeleri aracılığıyla bu sorunu açıklığa kavuşturmasıyla birlikte, kadınların örgütlenmelerinde bir ilerleme sağlanabildi. 1864’de kurulan Uluslararası İşçi Birliği (1. Enternasyonal), kadınların da üyeliğe kabul edilmesini onayladı; kadın emeğini kaçınılmaz olarak gördü, kadının anne olarak konumunu savundu ve kadınların işgücünü ve sağlığını koruyan yasalar talep etti.

TALEPLERDE DEĞİŞİM

1866’da ABD’de kurulan Ulusal Ekmek Birliği, eşit işe eşit ücret ödenmesini ve kadınların sendika yönetimlerine gelmesini ortaya atan ilk örgütlenmeydi. İngiltere’de, erkek sendikacıların başarısızlığa uğradığı yerlerde, kadınlar, kadın işçilerin sendikalarda örgütlenmesinde olumlu roller oynadılar. Dewsbury’de, kadın dokumacıların grevini örgütleyen Kadınları Koruma ve Destekleme Birliği, 1874’te kuruldu. Bu birlik, daha sonra Ulusal Kadın İşçiler Birliği’ne dönüştü.

Yine 19. yüzyıl ortalarından itibaren, Avrupa’da ve ABD’de kadın işçiler, 8 Mart’ın kökenini oluşturan ve burada ayrıntılarına girmeyeceğimiz şiddetli emek mücadeleleri verdiler. Başlıca hatırlanacak olanı, elbette, 1857’de New York’lu kadın tekstil işçilerinin daha iyi çalışma ve yaşam koşulları için çıktıkları grevdir. Bu direnişte, 129 kadın, fabrikanın ateşe verilmesi sonucu alevler arasında can verdi. Londra’lı kibritçi kadın işçilerin, on binlerce Manhattan’lı tekstil işçisi kadının büyük grevleri de bu mücadelelerdendir.

Fransız Devrimi’nde “iş” ve “ekmek” talebiyle toplumsal mücadele alanına çıkan emekçi kadının yükselttiği talepler artık genişlemişti: Eşit işe eşit ücret, 8 saatlik işgünü, düşük ücretlendirilen mesleklerde ücretlerin düzenlenmesi, daha fazla fabrika müfettişi, kadın sağlığına uygun çalışma koşulları, annelik yardımı, işçi kadınlar için kooperatif evleri ve yalnızca mülk sahibi kadınlar için değil bütün kadınlar için oy hakkı. Emekçi kadınlar, yerel kampanyalar düzenliyor ve kadınları sendikal hareket içinde aktif olmaya teşvik ediyordu.

1910’da Kopenhag’da düzenlenen İkinci Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda, Clara Zetkin’in önerisiyle, her yıl dünyanın bütün ülkelerinde, başta oy hakkı olmak üzere kadın hakları için ve savaşa karşı bir mücadele günü olarak uluslararası kadınlar gününü kutlamayı öngören tarihi bir karar alındı. Böylece 8 Mart, Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü olarak benimsendi.

Erkek dominantlığı altındaki sosyal demokrasi için, kadının oy hakkı ve hak eşitliği, halen tali, başka reformlar karşılığında gözden çıkarılabilir, geri plana atılabilir bir talep görünümündeydi. 19 Mart 1911’de, ilk uluslararası kadın günü, bıyık altı gülümsemelere karşın, gerçek anlamda kadınların bir mücadele ve dayanışma günü olarak kutlandı. ABD’de ve Avrupa’da düzenlenen gösterilere yüz binlerce kadın katıldı. Yalnızca Berlin’de 45 bin kadın yürüdü. Ve sonraki senelerde bu sayının uluslararası çapta milyonlara ulaşmasıyla, 8 Mart, 1 Mayıs gibi, işçi sınıfının önemli mücadele ve dayanışma günlerinden biri olarak gelenekselleşti.

Kadının oy hakkı, politik hak eşitliği talebinin emekçi kadın kitlelerince benimsenerek yükseltilmesi, toplumsal temsiliyette, örgütlenmede söz ve karar hakkına sahip olmanın yakıcı ihtiyacına işaret eder. Bu bilincin geliştirilmesinde, kadın işçilerin sorunlarını ilk kez merkezine oturtan ve işçi hareketi içerisinde kadınları kendi seslerine kavuşturan kadın işçi basınının rolü büyüktü. Kadının ekonomik bağımsızlığının ve ev içiyle sınırlanmış yalıtılmışlığından kurtulmasının, özgürleşmesinin ve de toplumsal mücadelelere katılmasının, hem kendi çıkarına hem de bütün sınıfın çıkarına olduğunu büyük bir sebat ve ısrarla anlatan, başta, Clara Zetkin yönetimindeki kadın işçi basını oldu. “Kapitalizm, verili bulduğu ataerkil toplum yapısını devralıp kendi hizmetinde kullanır. Eğitimdeki, çalışma yaşamındaki geleneksel kalıplardan başlayarak aile ilişkilerine değin ekonomi, politika, ideoloji ve kültüre kendi kadın düşmanı damgasını vurur. Kadına yönelik ayrımcılığı pekiştirir ve bu ayrımcılığı kârı doğrultusunda kullanır.” (C. Zetkin)

SERMAYENİN ARAYIŞLARI

Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, gelişmiş kapitalist ülkelerde, kadının çalışma hayatına katılım oranı ciddi bir artış gösterdi, tüm kadınların yüzde 30 ile 45’i çalışır oldu. Sonraki on yıllarda, kadının çalışma yaşamına katılımı daha da yükselme gösterdi. Her iki dünya savaşı sırasında kadın emeğine çok yoğun bir başvuru olmakla birlikte, savaş sonrasında kadınlar yeniden evlerine gönderilerek, yerlerini savaştan dönen işsiz erkeklere bırakmaları istendi. Buna karşın, kadınların çalışma hayatına katılım oranları yavaş da olsa artmaya devam etti.

Büyük Ekim Devrimi’nin ardından kadının hak eşitliği konusunda alınan yasal önlemler ve hayata geçirilen uygulamalar, ilan edilen Sovyetler Birliği Anayasası, dünyada pek çok sosyal güvenlik sistemine kaynaklık etti. Devrimden yalnızca 4 gün sonra, “eşit işe eşit ücret”, “8 saatlik işgünü” ve “kadın emeğinin korunması”na, “anne ve çocuğun korunması”na dair kararnameler çıkarıldı. Böylece, tarihte ilk kez, kadının politik, ekonomik ve hukuksal tam hak eşitliği ilan edildi. Annelik ve ev kadınının ev içi faaliyetleri toplumsal üretimdeki çalışmaya denk, toplumsal fonksiyonlar olarak tanındı. Sovyet Anayasası, bu hakları yasa biçiminde güvence altına aldı. Özellikle İkinci Dünya Savaşı ertesinde, gelişmiş kapitalist ülkelerde, sosyal devletin gelişmesine paralel olarak, daha gelişkin sosyal güvenlik sistemleri oluşturuldu.

Dünyada sosyalist ülkelerin varlığı, sendikaların, işçi haklarının ve sınıf bilincinin gelişkinliği, sermaye için ekonomik ve siyasi sorumluluklar getirmiş, kârlarında azalma yaratmıştı. Oysa sermaye, emek sürecinde yeni teknolojik değişikliklerle bir yandan emeğin üretkenliğini arttırmaya çalışırken, bir yandan da vasıflı emeğe olan bağımlılığı azaltmaya çalışır. İşçi sınıfının mücadeleleriyle elde edilen sigorta, sendika, iş saatlerinin düşürülmesi, ikramiye, kreş, işyeri hekimi uygulamasını bertaraf etmek isteyen kapitalist sınıf, üretim sürecini daha küçük parçalara ayırmanın yollarını dener, denemiştir.

Sosyalizm ve işçi hareketinin yenilgisi üzerinden gündeme getirilen ve sistemin yeniden yapılandırılması çerçevesinde yürürlüğe sokulan neoliberal politikalar, 1970’lerden itibaren sosyal devletin güç kaybetmesini ve sosyal güvenlik sistemlerinin yavaş yavaş çökertilmesini beraberinde getirdi. Neoliberal politikalarla üretim süreçlerinin parçalanabilir hale gelmesi, sermayeye, üretimin emek yoğun bölümlerini, ya emeğin bol, ucuz ve örgütsüz olduğu uzak ülkelere taşıma ya da aynı ülke içerisinde taşeronlaştırarak, dağınık ve örgütsüz emekten faydalanma imkânı tanıdı. Her iki durumda da, sermaye, örgütlü emek gücüne büyük bir darbe indirmiş oluyordu.

Bunun da ötesinde, emeğin ucuz olması da artık sermayeye yetmemiş, işgücünden istedikleri farklılaşmıştır. Artık işgücünden esnek çalışma koşullarını benimsemesi, işe giriş ve atılma koşullarına kolaylıkla uyum sağlayabilmesi, belirli bir konuda uzmanlaşma yerine genel becerilerinin fazla olması ve farklı ürünlere ve bunlar için tanımlanacak üretim süreçlerine uyum sağlayabilmesi beklenmektedir. Bu, tam zamanlı, düzenli fabrika işçiliğinin yerine parçalanmış, güvencesiz, görünmeyen bir iş ve işçi kitlesinin yerleştirilmesi anlamına geliyor.

Bu, yeni üretim sürecinde, kimi nitelikleri nedeniyle kadın emeğine duyulan talebi artırmıştır. Kadın emeğinin eve bağımlı ve serbest olmayan, ek gelir getirici bir etkinlik olarak görüldüğü bir modele tabi olması, kadınların yarı zamanlı ve esnek saatleri olan işleri daha kolay kabul etmelerini, işte süreklilik arayışlarının daha az olmasını, geçici işten ayrılmayı kabullenmelerini getirmiştir.

Konuyla ilgili araştırmalar, yeni üretim biçimleriyle birlikte daha çok sayıda kadının, daha az iş güvencesi sağlayan, son derece düşük ücretlerle ve çok kötü çalışma koşullarıyla nitelendirilen kayıt dışı sektörde yer aldığını saptamaktadır. Sosyal devlet uygulamalarında kısıtlamaya gidildikçe kadının ev içi rolü ağırlık kazanmış ve ev içi emek yoğunlaşmış, evde parça başı üretim yapan kadın sayısı artmış, kadınlar arasında yarı zamanlı işlerde çalışma ve/veya esnek çalışma oranı ve işsizlik artmıştır.

Yine araştırmalar, çalışan kadın için ev/aile sorumluluklarının büyük ölçüde değişmediğini göstermektedir. Kadın çalışsa da, yine eş ve anne olma rolünü ve bunun getirdiği sorumlulukları yüklenmekte ve çocukla bu üçlü rolün (anne, eş, işçi) çerçevesindeki bir çalışma ve yaşama modeline sıkıştırılmaktadır. Kadınların çalışma yaşamına katılmasına karşın aile içinde konumlarının değişmemesi, kadına işgücü piyasasındaki bakışın da değişmediğini de yansıtır bir bakıma. Geleneksel işbölümü, buna dayalı haklar ve ödevler pek fazla değişmeden sürdürülmektedir.

TÜRKİYE’DE KADIN EMEĞİ

Türkiye’de de hakim model, erkekler için göreli olarak güvenceli ücretli çalışma koşulları ve düşük bir çalışan kadın oranıdır (yüzde 25-27). Muhafazakâr bir kadın ve aile tablosuyla belirlenen ve desteklenen aile içinde cinsiyet temelli işbölümü, bu modelin merkezinde yer alır. Kadın için düşük vasıflı, fiziksel ve/veya psikolojik olarak yıpratıcı ama düşük ücretli, sosyal güvencesiz ve/veya bağımsız bir geçim sağlamaya imkan tanımayan, eş veya başka aile bireylerinin gelirlerine bağımlı kılan bir istihdamı öngören bir modeldir bu.

Üretimin ve istihdam koşullarını “küreselleşen” pazar politikalarının gereklilikleriyle uyumlandırma sürecinde, ülkemizde de uygulanan, çalışmanın düzensizleştirilmesi ve esnekleştirilmesi olmuştur. Giderek yayılmakta olan yarı zamanlı/kısa çalışmalı, parçalı, esnek çalışma biçimlerinin temel işgücü potansiyelini kadınlar oluşturmaktadır.

Taşeron uygulamasının en uç ifadesi ise, ev-eksenli çalışma biçimidir. Kadınlar, bugün birçok sektörde ev-eksenli çalışıyor. Bu çalışma biçimi, fabrikalardan alınan işlerin bir aracı tarafından evlere dağıtılıp, sonradan toplanarak fabrikaya iletilmesi biçiminde işliyor. İşçi kadınlar, işverenle yüz yüze gelmiyorlar. Örgü, triko-penye işlemeciliği, kazaklara nakış, halı dokumacılığı, ayakkabı dikimi, oyuncak montajı, paketleme, takı yapımı, elektronik eşya parçaları ve tükenmez kalem gibi ürünlerin montajı, fıstık ve badem içi ayaklama, söz konusu işler arasındadır. Çalışma saatleri belli değildir, sigorta, iş garantisi yoktur. Ara dinlenme, fazla mesai olmadığı gibi, pazarlık etme şansı da pek azdır. Zaman sınırlı ve yapılacak iş çoksa, evdeki çocuklar ve yaşlılar da çalışmaya dahil olur. Kadınların aldıkları ücret ise, asıl işverenin ödediği paradan, aracının payı çıkarıldıktan sonra belirlenir. Fark aracıya gider. Kadınların çoğu zaman işin gerçek ücreti hakkında fikri dahi olmaz.

Anlaşılacağı üzere, bu çalışma biçiminde, asıl patron için çok kârlı bir durum söz konusudur. Sigortasız ve düşük ücretle istediği kadar kadın işçi çalıştırabilmekte; kira, vergi, servis, yemek vb. sorumluluk da almamaktadır. Üretim alanı “ev”dir. Çalışanlar bir üretim mekânında bulunmadıkları için, işçi-işveren ilişkisinin yaratacağı sınıf bilincinin gelişmesi zordur. Ev-eksenli çalışma, kadını ev içi süreçlerden alıkoymayıp, geleneksel toplumsal cinsiyet rollerine herhangi bir tehdit yöneltmediği için de, meşruluğunu daha rahat sağlayarak, sömürünün boyutunu gizleyebilmektedir.

DİRENİŞİN DİNAMİK UNSURU

Kadın emeğiyle ilgili bu kısa değinmelerden sonra, Türkiye’de uygulanan neo-liberal politikalara karşı direnişte kadınların yerine bir göz atmakta fayda var. Yeterince örgütlü ve güçlü olmasalar da, emekçi kadınların bu politikalara hiç de sessiz kalmadıklarını, neo-liberal uygulamalara karşı direnişin en dinamik unsurunu oluşturduklarını, verdikleri mücadeleler ortaya koydu. Özelleştirme kıskacındaki fabrikalarda, tasfiye süreci, direniş ve grevlerle karşılandı, Sümerbank, TEKEL gibi kadın işçilerin yoğun çalıştığı fabrikalarda, özelleştirme, direnişlerle durdurulmaya çalışıldı.

Özellikle son on yıldır kadınların emek mücadelelerinde belirgin bir artış görüldü. Tuvalete gitmenin, hamile kalmanın bile sırayla ve izinle olduğu Novamed’de işçi kadınların grevi, kadın dayanışmasının desteğiyle güçlendirildi ve bu destek grevin kazanılmasında etkili oldu. İşçi kadının hakları ve neo-liberal politikaların kadın emeğine etkileri, kadın hareketinin son 10 yılını, önceki dönemlere oranla daha fazla meşgul etmeye başladı.

DESA grevi ve sendikalı olduğu gerekçesiyle işten atılan DESA işçisi Emine Arslan’ın direnişi başta olmak olmak üzere, sayısız işyerinde, kadın işçiler, işten atmalara ve sendikasızlaştırmaya karşı mücadelenin ön saflarında oldular. Ev-eksenli çalışan kadınların örgütlenme mücadelesinde belirli adımlar atıldı. Yaşanan grev ve direnişler, kadın işçi ve emekçilerin sendikalaşmasının önemini bir kere daha gösterdi.

Kamu emekçisi kadınların gerek grevli toplusözleşmeli sendika talepleri, gerekse hak gaspları ve demokrasi mücadelesi içindeki etkileri daha da yükseldi. İşyerinde pantolon giyme hakkını 2001’de kazanan kamu emekçisi kadınlar, son yıllarda gasp edilen sosyal haklara karşı, özellikle kreş, emzirme hakkı ve ebeveynlere doğum izni gibi taleplerle mücadele yürüttüler.

Kürt ulusal hareketinin en dinamik unsurlarından birini, savaşın sonuçlarını en ağır biçimiyle yaşayan Kürt kadınları oluşturdu. Son on yıllarda bölgedeki savaş nedeniyle yaşanan yoğun göçle, Kürtler, ülkede hızla proleterleşen kesimlerin başını çekiyor ve yoksul Kürt kadınları, ev-eksenli çalışmanın başlıca işgücünü oluşturuyor. Kadın hareketinin 90’larda Kürt kadınlarıyla yeterince sergileyemediği dayanışma, 2000’lerde giderek yükseldi. Kadınların oluşturduğu barış platformları, Diyarbakır’dan İzmir’e, Hakkari’den İstanbul’a barış talebini taşıdılar. Barış, 2000’lerin ilk on yılının en başat taleplerinden birini oluşturdu. Kürt kadınlarının her geçen yıl seslerini daha da yükselterek haykırdıkları “Edi Bese! Artık Yeter!” çağlığına, her yerden, her dilden barış sözleri eklendi. Kadınların “söyleyecek sözümüz var, çözümü geliştirecek gücümüz var” diyerek çıktıkları yolda söyledikleri ve yaptıkları, Barış İçin Kadın İnisiyatifi’yle ete kemiğe büründü.

Son yılların 8 Mart meydanları, şiddet ve savaşın yanı sıra krize, yoksulluğa ve sömürüye karşı taleplerle doldu. Bursa’da kurulu Özay Tekstil’de patronun kaçmasınlar diye üzerlerine kapıyı kilitlediği kadın işçilerin yanarak can vermesi, sermayenin 150 yıl öncekinden pek de farklı olmayan vahşi çalışma koşullarını işçi ve emekçi kadınlara dayattığının acı bir göstergesi oldu. O yıl, 8 Mart’lar Bursa’da yanan işçi kadınlara adandı. Ceylanpınar’da traktör römorkunda fabrikaya taşınan kadın işçilerin boğulmaları, bir sonraki 8 Mart’ta unutulmayarak, protesto edildi. İstanbul’da geçen yıl yaşanan selde aynı fabrikadan 8 kadın işçinin ölümü de unutulmayacak. Onların yoksul hikâyeleri, işçi kadınların sudan ucuz emeklerini, hiçe sayılan hayatlarını bir kez daha hatırlattı.

8 Mart’ın yüzüncü yılına girdiğimiz bir sırada, kadın işçilerin direngen tutumlarıyla öne çıktıkları TEKEL direnişi ise, 8 Mart’ın tarihsel köklerinde bulunan büyük mücadeleleri tekrar anımsattı. 4-C ile açlık ve yoksulluğa mahkum edilmeye çalışılan TEKEL işçilerinin mücadele ruhunun bu yılki 8 Mart’a damgasını vuracağından hiç şüphe yok.

2010 MÜCADELE YILI

Sermayenin kâr hanesine yazmak üzere tepe tepe kullandığı krizin yarattığı işsizlik, yoksulluk, hak gaspları karşısında halkın tahammülünün kalmadığını, emekçilerin seslerini giderek daha yüksek sesle çıkardıklarını rahatlıkla söylemek mümkün. Diğer taraftan, böylesi hareketli bir gündemle girdiğimiz 2010 yılının, yönetimin iktidarını sürdürebilmek için emekçi kesimlerin ve halkın talepleri karşısında daha kırılgan hale geleceği ve bunlara cevap vermek zorunda kalacağı bir yıl olması için, tüm emekçi kesimlerin örgütlü seslerini daha yüksek çıkarması gerekiyor. Bütün bu kesimler içerisinde yer alan emekçi kadınlar açısından, bu, daha da büyük bir gereklilik. Emekçi kadın hareketinin bugüne kadar biriktirdiği deneyimlerle, daha hızlı reflekslerle örgütlülüğünü artırması, hayatın her alanında sesini duyurması ve sözünü söylemesi büyük bir önem taşıyor.

Bu arka planla birlikte, işçi sınıfının partisinin 2010 yılını kadınların mücadele yılı olarak ilan etmesi ve bu doğrultuda “Kadınlar El Ele Verecek Dünya Değişecek” şiarı altında bir kampanya çalışması başlatmış olması, bir o kadar anlamlı.

Ülkemizdeki çok düşük çalışan kadın oranından ve kadını çalışma yaşamına katılmaktan önemli ölçüde alıkoyan ataerkil aile içinde cinsiyet temelli işbölümü modelinden bahsetmiştik. Kadının ev içinde güçlenebilmesinin, kamusal alanda, çalışma yaşamında daha güçlü bir konuma gelmesinden geçtiği de bilinen bir gerçek. Bu yüzden, bu dönemde, sendikal, mesleki ve politik vb. örgütlenmelerde kadınların temsiliyetine, taleplerine özel bir vurgu, dikkat ve hassasiyet geliştirmek zorunludu. Sendikalarda, emek örgütlerinde, meslek örgütlerinde, siyasi örgütlerde, kadının emek tarihinin ortaya çıkardığı çarpıcı gerçekleri göz önünde bulundurarak, kadınların yalnızca örgütlenmelerinin değil, aynı zamanda tartışma ve karar süreçlerinde, yönetim ve karar organlarında söz sahibi olmalarının önemi ve vazgeçilmez zorunluluğu karşısında hamlede bulunmak gerekiyor. Özellikle işçi sendikalarının yönetim ve karar alma mekanizmalarındaki kadın varlığının acı bir biçimde erimiş olması, bu göreve daha da aciliyet katıyor. Sendikalarda kadın komisyonlarının işler hale getirilmesi, toplu iş sözleşmelerinde, sendikalaşma mücadelelerinde eşit işe eşit ücret, cinsiyetçi çalışma politikalarına son verilmesi, çalışma saatlerinin ücret ve istihdam kaybı yaşamaksızın kısalması (8 saatlik iş günü), güvenceli çalışma (sendika, sigorta), tam zamanlı çalışma, işyerlerinde kreş ve emzirme odalarının kurulması, ebeveyn izni gibi kadın işçi ve emekçilerin taleplerinin yer almasının sağlanmasına yönelik çalışma ve mücadele görevleriyle karşı karşıyayız. Kadınların güvencesiz ve düşük ücretli işlere hapsolmalarına karşı, bütün iş alanlarının kadınlara açılması için, işgücü piyasasında kadınlara yönelik kota ve pozitif ayrımcılık önlemleri için sendikaların etkili politikalar yürütmesi gerekiyor.

100. yılında 8 Mart’a yakışacak olan, 8 Mart’ı yaratan emekçi kadın mücadelelerinin önümüze koyduğu (henüz aşılmamış) kadının politik ve ekonomik hak eşitliği talebinin, geliştirilerek güçlü bir biçimde savunulması olacaktır. TEKEL işçileri örneğinde de rastlanabildiği gibi, kadınların cevalliğini, sürükleyiciliklerini öven, yücelten genel yaklaşımlarla tatmin olmamak, kadınların mücadelenin tüm aşamalarında gerçek temsiliyet, karar, yetki ve söz sahibi olmalarında ısrar etmek, bu yüzden ayrı bir önem taşımaktadır.

Diliyoruz ki, 2010 her anlamda emekçi kadının el ele verip dünyayı –hem özgül anlamda kendi dünyasını hem de bilinen genel anlamıyla dünyayı– değiştirecek mücadelelere atılacağı, her düzeydeki örgütlülüğünü önemli oranda güçlendireceği bir yıl olsun.

 

Ekim devrimi ve kadın

Rusya’da işçi ve köylü sınıflarının, insanlık tarihinde henüz örneği görülmemiş yeni bir toplum kurmak üzere iktidarı kendi ellerine almalarının üzerinden neredeyse bir asır geçti. Dünyanın ilk proleter devleti, temeli özel mülkiyet olan burjuva devleti yerle bir etme görevi ile karşı karşıya değildi sadece. Komünist Partisi’nin önderliğindeki emekçi sınıfların önünde, yeni bir toplum kurmak, insanlığa daha ayak basılmamış yollar açmak gibi devasa bir görev duruyordu.

Okumaya devam et “Ekim devrimi ve kadın”

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑