Bundan kısa bir süre önce, Uluslararası Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Konferansı (CIPOML), ilk defa Emek Partisi’nin ev sahipliğinde, Türkiye’de toplandı. CIPOML’nin bu seferki Konferansı’nın, kuruluşunun 20. yıldönümüne denk gelmesi dolayısıyla, başta İstanbul’daki şenlik olmak üzere, çeşitli etkinlikler de gerçekleştirildi. Bu etkinlikler boyunca hem CIPOML kendini Türkiye kamuoyuna tanıtma fırsatı buldu, hem de Türkiyeli işçi ve emekçiler CIPOML’i daha yakından tanıma olanağına kavuştular. CIPOML hakkında bazı notları düştüğümüz bu makale de, bu vesile dolayısıyla kaleme alınmıştır.
OLAĞANÜSTÜ TARİHSEL KOŞULLAR
Uluslararası Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Konferansı’nın tarihteki yerini ve dolayısıyla geleceğini değerlendirmek için tek başına geçmişine bakmak yeterli olmayacaktır. Bunun için, ayrıca, geçmişinden kopuk olmayan bugünkü nitelikleri arasında onun yarınını da şekillendirebilecek olanları ayırt etmek ve bunların neden şekillendirici özellikler olduğunu sergilemek gerekecektir.
Henüz olmayanı konu edinmek, spekülatif bir yaklaşım olarak görülebilir. Ancak kabul edilir ki, henüz olmayan, eğer bir gün olacaksa, olanın temeli üzerinde olacaktır. Ve söz konusu olan, bir örgüt, yani politik aktörlerden oluşan bir yapı ise, bu yapının üye ve militanları; ancak içinde yer aldıkları tarihsel süreci geniş ve çok yönlü bir perspektifle idrak ettikleri ve nesnel koşulların zorunlu ve olanaklı kıldığı eylemleri gerçekleştirme yeteneği ve kararlılığı gösterdikleri ölçüde bu tarihsel sürecin bilinçli özneleri olarak rol oynayabileceklerdir…
Burada CIPOML’nin tarihi üzerinde ayrıntılı durmayacağız. Bu tarihin bazı yönlerini daha yakından öğrenmek isteyen okur, Konferans’ın yayın organı Birlik ve Mücadele dergisinin “20. Yıl Özel Sayısı”na bakabilir. Bununla birlikte, bu bağlamda bazı noktaların altını yeniden çizmekte fayda var.
Bugün kendisini CIPOML olarak ifade eden Uluslararası Komünist Hareket (UKH), her şeyden önce; iktidarı sosyalizmin kalesinde gasp eden modern revizyonizme karşı bir başkaldırının, tüm aleyhte koşullara rağmen devrimci bir öfke ve kararlılığın ve proletarya sosyalizmine tereddütsüz bir bağlılığın sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu değer ve nitelikler uluslararası plandaki ilk açık ifadesini, 16 Kasım 1960’da, Moskova’da 81 partinin katılımıyla gerçekleşen Komünist Partiler Konferansı’nda Enver Hoca’nın Arnavutluk Emek Partisi (AEP) adına yaptığı ve SBKP’ye hakim olan Kruşçev reziyonizmine açıktan karşı çıktığı konuşmasında bulmuştur.
Dolayısıyla, bugün her ne kadar CIPOML’nin 20. yılını kutluyor olsak da, UKH’in bu biçimi almadan önceki tarihi, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin (SBKP) 20. Kongresi’ni (1956) izleyen yıllara kadar uzanmaktadır. Hatırlatmak gerekir ki, UKH’in yeniden biçimlenmesi ya da yenilenerek ortaya çıkışı, olağanüstü koşulların belirlediği olağanüstü bir yoldan gerçekleşmişti. Koşullar olağanüstü idi; zira Sovyetler Birliği’nde Kruşçev revizyonizmi Leninizm maskesi altında iktidarı gasp etmişti. Modern revizyonizminin parti ve ülkeyi sürüklediği yol, iddia edildiği gibi ‘komünizme gitmek’ şöyle dursun, sosyalizmin alttan alta oyulması ölçüsünde kapitalist öge ve ilişkilerinin önü açılarak kapitalizmin restore edildiği bir yoldu. Dahası, SB ve SBKP’nin itibarını da kullanarak, bu revizyonist çizgi ve yol, başta halk demokrasilerindeki partiler olmak üzere uluslararası planda da tüm komünist partilere dayatılmaktaydı. Proletarya enternasyonalizminin ilke ve değerleri, maskelenmiş biçimlerle, tersyüz edilmişti. Marksizm-Leninizme ve işçi sınıfının davasına bağlı partiler açısından, bu sapma ve dayatmalara karşı uluslararası ölçekte bir ideolojik-politik mücadele verilmesi şarttı. Haliyle, bu koşullardaki mücadelenin uluslararası biçimleri de dolambaçlı ve olağanüstüydü.
Hareketin olağanüstü koşullarda oluşması en başta şu anlama geliyordu: UKH; işçi sınıfının tarihinde o güne kadar ortaya çıkmış tüm uluslararası komünist örgütlenmelerden farklı olarak, AEP ve benzeri istisnalar olsa da, saflarındaki genç komünist parti ve örgütler henüz fiilen işçi partileri olamamışken, büyük oranda modern revizyonizmin hegemonyası altında olan bir uluslararası işçi hareketi karşısında görevlerini yerine getirmek zorunda kalmaktaydı. Dolayısıyla, görevlerin çapıyla, işçi hareketi içerisinde teşkil edilen güç arasında ters bir orantı söz konusuydu. Olağanüstü tarihsel koşullar, olağanüstü zor ve ağır görevler yüklemişti. Ve bu, şu ya da bu komünistin veya partinin o dönemde bu görevlerin tüm boyutlarının tam farkında olup olmamasından bağımsız olarak, mücadele koşullarının olağanüstü oluşuyla konulmuş nesnel bir durumdu.
O yıllarda, olağanüstü koşullarda mücadele etmenin beraberinde getirdiği çelişkili durum ve görevler söz konusuydu. Örneğin hem burjuvazinin yoğun anti-komünist saldırıları karşısında sosyalizmden ödün vermeme ve hem de sosyalizmi iğdiş eden modern revizyonizmi teşhir etme gibi. Veya hem modern revizyonizmin işçi hareketi saflarındaki hegemonyasını marjinal dar örgüt pozisyonlarına düşmeksizin kırma (dolayısıyla işçi hareketinin bütünsel çıkarlarını gözetme, uzun vadeli çıkarlarının kısa vadedeki ifadesini doğru yakalayabilme ve bunu sorumlulukla temsil edebilme) ve hem de revizyonizmin proletarya davasının teorik, politik ve örgütsel alanlarında yol açtığı tahribatlarının üstesinden gelmeyi sağlayacak bir gelişmişliğe ulaşma zorunluluğu gibi…
Bununla birlikte, bu çelişkili tarihsel durum ve ondan da türeyen çok yönlü görevler, bunların üstesinden gelmeyi başarma ya da iddialarını yitirmeyle yüz yüze kalan devrimci komünistlere sadece ek çaba ve zorluklar getirmedi. Aynı zamanda, o anda işçi hareketi içinde tutulan somut pozisyonla sınırlanmayan başka nitelikler de kazandırdı.
Nitekim; modern revizyonizm o yıllarda ileri kapitalist ülkelerdeki işçi hareketi içinde de hakimdi. Ancak, onun bu hakimiyeti büyük oranda bürokratik, formel, hantal ve taktiksel esneklik ve uzak görüşlülükten uzaktı. Ve esasta da bu ülkelerde elde edilmiş kazanımları oportünistçe idare etmeye dönüktü. UKH mensubu çoğu genç partiler ise, modern revizyonizm karşısındaki iddialarının da bir gereği olarak, işçi sınıfının hareketi ve mücadelesinden azami ölçüde öğrenmeye hem mecbur ve hem de pozisyonları itibarıyla buna çok daha açıktılar. Yani işçi hareketinin gelişimi ve mücadeleleri karşısında alınan tutum bakımından, hareketimiz ile modern revizyonizm arasında birbirine tamamen zıt bir pozisyon doğmuştu: modern revizyonistler, ne teorik ne de pratik olarak işçilerin mücadelelerine işçi sınıfının iktidarı alma kabiliyetini geliştirmeyi hedefleyen bir anlayışla yaklaşmazken, UKH parti ve örgütleri, işçi sınıfının bağımsız hareketinin gelişimine bağlanmak ve bu gelişimi içinde onunla devrimci bir temelde birleşmek zorundaydılar.
Açıktır ki, hareketin mensubu parti ve örgütler, bu çelişkili koşulların talep ettiği nitelikleri kazandıkları ölçüde revizyonizmden ayrı ve ona karşı olan varlıklarını anlamlı kılabilirlerdi. Ve elbette, revizyonizmin, özellikle de komünist partisinin işçi sınıfının partisi olması fikrini bozuşturup parti fetişizmine dönüştürmesiyle yaptığı tahribatlara da böylelikle karşı koyabilirlerdi.
Yeri gelmişken belirtelim ki, UKH’in modern revizyonizme (özellikle de Kruşçev revizyonizmi, Titocu özyönetimcilik, “Avrokomünizm” ve Maoculuğa) karşı ideolojik ve politik mücadele içinde kurulmuş olmasından, onun anlamı ve rolünün revizyonizmle mücadeleden ibaret olduğu sonucu çıkartılamaz. Bu tür bir indirgeme, modern revizyonizme karşı alınan tutumun tarihi anlamını yüzeysel kavramak anlamına gelir. Ayrıca, modern revizyonizmle mücadelenin baştan beri devrim ve sosyalizm mücadelesinin bir parçası olarak sürdürüldüğü gerçeğiyle de çelişir.
Vurgulamak gerekir ki, modern revizyonizmle açık mücadeleyi göze alan bu devrimci tarihi tutumun gerisinde; o dönemin yaygın revizyonist tezleriyle tezat oluşturan Marksist-Leninist bir politik ekonomi, parti, devlet, sınıf mücadelesi, devrim ve sosyalizm anlayışı durmaktaydı. Bir diğer önemli husus da; modern revizyonizmin aksine, kapitalizm hakkında da ham hayaller beslenilmiyor ve kapitalist üretim tarzının uzlaşmaz çelişkilerinin kaçınılmaz kıldığı sınıf mücadelelerinin gelişme doğrultusunun doğru değerlendiriliyor olmasıydı.
Kaldı ki, bu tutumun üzerinde yükseldiği Marksist-Leninist temelin devrimci karakteri, yakın tarihin bir başka önemli dönemecinde daha görüldü. Tarihsel büyük yenilginin dünya işçilerince de anlaşılır hale geldiği koşullarda (1989/1991); yani burjuvazinin zafer naraları attığı, anti-komünist propagandanın şaha kalktığı ve uluslararası işçi sınıfının saflarında umutsuzluğun yayıldığı bir dönemde, UKH bir kez daha devrimci tutumuyla öne çıktı: SB ve “Doğu Bloku” dağılır ve modern revizyonizm uluslararası planda çöker, revizyonizmin hakimiyeti altına giren pek çok parti tasfiye olur ya da sosyal demokrat partilere dönüşür ve burjuvaziyle birlikte “elveda sosyalizm” derken, UKH bu en karanlık dönemde karşı-devrimin yıkıcı rüzgarları karşısında yolundan sapmadı. Aksine, bir adım öne atıldı; ve bir dizi görüşme ve toplantının ardından, 1994’de Konferans olarak toplanıp yayınladığı Quito Deklarasyonu ile birlikte kendini CIPOML olarak yeniden örgütledi ve Marksizm-Leninizm ile işçi sınıfı davasına bağlılığını ilan etti!
Uzun sözün kısası: Uluslararası işçi sınıfı davasının hayati bir dönemecinde (SBKP’nin 20. Kongresi ve sonrasında) başta Enver Hoca olmak üzere, o dönemin devrimci komünistlerinin modern revizyonizm karşısında aldıkları bu tarihi devrimci tutum ne kadar vurgulansa azdır. Bu devrimci tutumun derin tarihi anlamı; o günün koşullarındaki pratik etkisinden ziyade, giderek yenilginin koşullarını olgunlaştıran sonraki süreç bakımından da belirli bir devrimci çizgiyi, belirli bir devrimci kararlılık ve iyimserliği, belirli bir devrimci değer ve morali komünistlerin mücadelelerinde muhafaza etmeleri ve bunları uluslararası işçi sınıfının yeni mücadele dönemine de devredilebilmelerini olanaklı kılmasında yatmaktadır. Bu tutuma tarihsel niteliğini veren de asıl bu özelliğidir. Yani Marksist-Leninist çizgi-tecrübe-kültür bakımından geçmiş ile bugün arasında onlarca yıl sürecek büyük bir kırılma ve kopuşun yaşandığı bir tarihsel süreçte, onları savunarak koruması ve böylelikle sonraki kuşaklara da aktarılmasını olanaklı kılmasıdır. Bu aktarmanın özellikle yenilgi yıllarındaki ifadesi de; tarihsel olarak haklı çıkmaktan ziyade, yenilginin Marksizm-Leninizmin topyekûn iflası olarak propaganda edildiği bir dönemde; işçi sınıfına kendi dünya görüşünden tereddüt etmesinin yanlış olacağını söyleyebilen, bu tereddüde yol açan gelişmeleri bilimsel sosyalizm adına baştan eleştirmiş olan ve işçi hareketini yeniden örgütleme görevlerine sarılan komünistlerin varlığına dayanmaktaydı.
Denebilir ki, yenilgi sonuçta sosyalizmin yenilgisiydi. Evet, denebilir; ama sonuç bize, yalnızca son ucu gösterir! Dolayısıyla, sonucun öncesi ve oluşumunda, tam da yenilgiye götüren revizyonist çizgiyi mahkum eden komünistlerin var olmuş olmasının tarihsel anlamı göz ardı edilmemelidir. Onların Marksist-Leninist bir çizgi ve hareket olarak varlığı, her ne kadar son uçta komünistlerin yenilgiyi engellemedeki başarısızlığını içerse de, öncelikle sosyalizmin yenilgisinin kaçınılmaz olduğu savını çürütmektedir. Kaçınılmaz olan, modern revizyonist çizginin iflasıydı. Bu çizginin tarihin belirli bir özel anında hakim hale gelebilmesi ise, hiçbir şekilde kaçınılmaz değildi.
Tek tek ülkelerdeki komünistlerin mücadelelerinde canlı kılınan devrimci tutumun bu tarihsel anlamının, genç UKH’ne gelişme ve işçi sınıfı karşısındaki görevlerinin üstesinden gelebilme güç ve morali verdiği şüphesizdir. Bugünkü CIPOML’nin, tüm eksiklik ve sınırlılıklarına karşın, kendi dışındaki tüm uluslararası mihraklardan diri ve dinamik bir birlik olmasıyla ayrışması bu nedenle bir tesadüf değildir.
İŞÇİ HAREKETİ KARŞISINDA AYRIŞAN POZİSYON
Enternasyonaller her ne kadar işçi sınıfının evrensel karakteri ve uluslararası mücadelesinin baştan ön koştuğu bir gereklilik olsa da; enternasyonallerin kuruluş ve şekillenişleri, her somut durumda, uluslararası işçi sınıfının mücadele düzeyi ve hareketinin gelişmişliğince belirlenmiştir. Üç enternasyonalin tarihi de bunu kanıtlamaktadır.
Örneğin Birinci Enternasyonal, 1848 Devrimi’nin yenilgisi ardından bir süre geçtikten sonra, “Avrupa’nın sınai bakımdan en gelişkin ülkelerinde işçi sınıfının kendini yenileyen bir hareketinin belirdiği” ve “henüz birbirleriyle kopuk seyreden işçi hareketlerinin hemen birleştirilmesinin kendisini dayattığı” koşullarda, 1864’de kurulur ve büyük tecrübeler sunan Paris Komünü’nün yenilgisi ardından varlığına son verir. Birinci Enternasyonal, esas görevini –“işçi sınıfının kendiliğinden hareketlerini birleştirmek ve genelleştirmek” (Marx)– başarıyla yerine getirmiştir. Fakat Paris Komünü’nün düşüşü, Enternasyonal’i, bu “ilk tarihsel biçimiyle” devam edemez hale getirmiştir. Varlığına son vermek zorunda kalması ama, işçi hareketi içerisinde yaptığı etkileri silmez. Engels’in de dikkat çektiği gibi; Enternasyonal’in “tüm ülkelerin proletaryasının dayanışması ve çıkar birliği konusunda yarattığı bilinç”, kendini ifade etmenin yollarını bulur; “sosyalist işçi partileri arasında devam eden içten ilişkiler bunun kanıtı” olur. Birinci Enternasyonal’in etkileri ve oluşturduğu bu bilinç, 1870’lerin sonuna doğru yeniden canlanan Avrupa işçi hareketlerinde çok daha net görülmeye başlanır. 1877’deki Avrupa işçi hareketlerini konu edinen makalesinde, Engels bunu özellikle belirtir, ve sadece Avrupa işçi hareketinin hızla gelişmesine değil, “daha önemlisi, her yerde aynı ruhla” gelişmesine işaret eder. Ona göre, 1864’de Birinci Enternasyonal’i kuranlar, şimdi gururla şunu ilan edebilirlerdi: “Enternasyonal görevini tamamlamış, büyük hedefine tam ulaşmıştır – Bütün dünyanın proletaryasını onları ezenlere karşı mücadele etmek üzere birleştirmek.” Bilindiği gibi, işçi hareketi bu yılları takip eden nispeten uzun bir barış döneminde tüm sanayi ülkelerinde hızla ve genişlemesine büyür ve İkinci Enternasyonal bu gelişmelerin bir sonucu olarak 1889’da Paris’te kurulur…
Konumuz Enternasyonallerin tarihi değil. Fakat bu örnek, işçi hareketinin düzeyi ile Enternasyonallerin kuruluşu ve birbirlerini etkilemeleri arasındaki karşılıklı ilişkileri açıkça göstermektedir. Konumuza geri dönmek üzere, bu karşılıklı ilişkiyi göz önünde bulundurarak şu soru sorulabilir: Bugün UKH’in mevcut yapısı ile uluslararası işçi hareketinin düzeyi arasındaki somut ilişki nedir?
Uluslararası işçi hareketinin bugünkü düzeyi, sorunları ve zaafları, bu konularla az çok ilgilenen herkesin malumudur. Burada sadece şunları anımsamamız yeterlidir: İşçi sınıfının kendi davasına güveninin sarsılması ve bunun bir sonucu olarak özgüvenini kaybetmesi… İşçilerin henüz bir sınıf olarak hareket edememesi… İşçilerin sınıf olarak örgütsüz olduğu, hiç olmadık kadar bölündükleri, birbirleriyle ilişkisizleştikleri koşullarda, tarihsel yenilginin hala baskın ortak noktayı teşkil etmesi… Bu koşullar, UKH’in neden henüz bir Enternasyonal olarak örgütlenemediğini de az çok açıklamaktadır…
Genel tablo kabaca bu olmakla birlikte, burada, yukarıdaki sorumuzu da yanıtlamak amacıyla, UKH bağlamında atlanılmaması ve özellikle genç kuşak Marksist-Leninistlerce kavranması gereken bazı özelliklere işaret etmemiz gerekiyor.
Bugün Uluslararası Komünist Hareketin en önemli özelliklerinden birisi, devrimci tarihi pozisyonu nedeniyle, işçi hareketi ile sosyalizm arasındaki ilişkiyi olabildiğince saf, dolaysız ve gerçekliğe en yakın bir noktadan yansıtmasıdır. Bu ne demektir?
Modern revizyonizmin tahribatı ve işçi sınıfının uluslararası yenilgisi gibi tarihsel olgular, UKH’in de işçi hareketiyle ilişkisini etkilemektedir kuşkusuz. Bu yönüyle, UKH, kendilerini Marksist ve/veya komünist olarak tanımlayan tüm uluslararası hareketlerle aynı sorunları yaşamaktadır. Ancak, bu genel faktöre dair ilişkiye tersi yönünden bakıldığında, yani mevcut uluslararası hareketlerin bu genel durum karşısındaki konumları göz önüne getirildiğinde, UKH’in, tam da bu yenilgi faktörünü ortaya çıkaran sapmalara karşı baştan mücadele etmiş olmasıyla diğerlerinden ayrıştığı görülmektedir. Yenilgi, UKH partilerinin bir kamburu değildir! Aksine, bu noktada manevi bakımdan üstün, yenilgideki pay ve sorumluluk bakımından alnı aktır.
Açıktır ki, alnı ak olmanın önemi, ahlaki bir kategori sınırları içerisinde doğru anlaşılamaz. Bunun asıl önemi, işçi hareketi ile sosyalizm arasında bugün tarihsel yenilgi kaynaklı bir güven sorununun bulunması gerçeği dikkate alındığında anlaşılabilir. Alnı ak olma hali, güven zedeleyici tarihsel olaylar esnasında ve sonrasında genelden ayrışan bir tutuma dayandığından, UKH mensubu partilerle karşılaşan işçi hareketi bakımından bu buluşmalar, bu güveni tarihinde ve bugünkü pratiğinde hep koruyan bir sosyalizmle yeniden buluşması demektir. İşçi hareketinin gelişiminin bu karşılaşmayı olanaklı kıldığı her yerde, işçiler kendi hareketlerine dönük bu içten güveni kısa sürede hissetmektedirler. Ve bu öz deneyimler, bu buluşmaya bakışlarını da değiştirmeye açık hale getirmektedir.
Tarihin diyalektiği burada o ki, modern revizyonizmin hakim olduğu dönemde işçi hareketine güvenilmez diye teşhir ettikleri, yenilgi sonrasında daha güvenilir çıkmış ve bugün işçi hareketiyle sosyalizm arasındaki güven sorununu aşmada daha inandırıcı bir pozisyona sahip olmuşlardır! Ve sadece bu da değil: Bugün, tarihsel yenilgi sonucunda, uluslararası işçi hareketi, kendi ideolojisi, tarihsel tecrübesi ve zengin mücadele biçimlerinden geçici de olsa önemli oranda fiilen kopmuş durumda. UKH ile modern revizyonizm kökenli mihraklar ise, bu olgu karşısındaki konumları bakımından da ayrışmaktadırlar. Özellikle modern revizyonizm kökenli mihraklar, işçi hareketine yönelik görevler açısından bir bütünlük arz eden bu konularda, hem yenilgiye götüren ideolojik-politik çizgileri ve hem de yenilginin kendisinden etkilenme derecelerinin de bir sonucu olarak, en iyi durumda oportünist bir tutum (ikircikli, tutarsız ve tereddütlü) içindedirler. İşçi sınıfının; ideolojisi, tarihsel tecrübesi ve mücadele biçimleri deneyimlerine yabancılaştırılmasına karşı mücadelede şekillenen UKH ise, kendi saflarında, bu konuların arasındaki bütünlüğü teori ve pratiklerinde hem bugüne kadar koruyabilmiş (örneğin politik ve örgütsel platformunu oluşturmuş) ve hem de bu bütünlüğün daha ileri bir noktadan yenilenip geliştirilmesi gerektiği konusunda bir anlayış birliği sağlamıştır.
Bu arada belirtelim ki, UKH’in ileri kapitalist ülkelerde bugün görece zayıf temsil edilmesi, bu devrimci karakteri ve dinamizminin görülmesini engellememeli. Yenilginin tahribatlarının boyutları, yenilgi öncesi zafer ve kazanımların boyutlarıyla ters orantılıdır. Hareketin emperyalist kapitalist ülkelerdeki etkisinin görece zayıflığı, büyük oranda bu nedensel ilişkiden kaynaklanmaktadır. Nitekim, kazanımlar ve yenilginin tahribatları arasındaki bu nedensel ilişkinin mücadelenin önünde doğrudan pratik bir bariyer teşkil etmediği yerlerde (örneğin Ekvador, Tunus, Burkina Faso gibi ülkelerde), CIPOML mensubu partilerin sergiledikleri pratik ve verdikleri mücadele, aynı zamanda yukarda sözü edilen bütünlüğün de yansımalarıdır.
ÖNEMSEME VE ÖZÜMSEME
UKH’in buraya kadar belirtilen nitelikleri, ona mensup parti ve örgütlerin işçi hareketi karşısındaki görevleri açısından yabana atılamaz mevzileri ifade etmektedir. Zira, bu nitelikler, esas itibarıyla; hem işçi hareketinin kendisini göstermesi oranında onunla en kolay şekilde birleşmeyi olanaklı kılabilecek ve hem de bu birleşme sürecinde işçi sınıfını daha da bilinçlendirme ve örgütleme çalışmalarını ilerletme dinamizmini verebilecek türdendirler. Ancak hemen eklemek gerekir ki, bu mevziler ne kendiliğinden pratik bir avantajı ifade edebilir, ne de bugün yüz yüze olunan görevlerin çapını küçültebilir!
O halde, sorunun bu şekilde kendisini ortaya koyuşundan çıkartılması gereken sonuçlar bellidir: İşçi sınıfı karşısında bugünün görevlerinin üstesinden gelebilmek için; UKH’in tarihsel devrimci tutumunu, temsilcisi olduğu ve bugüne taşıdığı Marksist-Leninist çizgi ve geleneği özümsemek olmazsa olmazdır. Bu özümseme, bugünkü mücadeleler bakımından çok daha hayatidir; onsuz sürdürülecek faaliyetler biçimsel ve ruhsuz olacak ve dar pratiğin sınırlarını aşamayacaktır. Bu özümsemenin hayati öneminin anlaşılması, tarihsel görevlerimizin çapının anlaşılması demektir. Bunun anlaşılması, devrim ve sosyalizm mücadelesinin içinde bulunduğumuz tarihsel süreçte çok daha bilinçli, yetenekli ve kararlı kadrolar talep ettiğinin anlaşılması demektir. Bunun anlaşılması, bu hayati dayanağımızla asla yetinemeyeceğimizin, çizgimizi, partimizi, çalışmamızı, haliyle de kendimizi her bakımdan daha da geliştirmemiz gerektiğinin anlaşılması demektir.
Günümüzün genç komünist kuşağı, işçi sınıfının en büyük yenilgisini aldığı ve etkilerinin hala şu ya da bu şekilde devam ettiği koşullarda yetişmiş bir kuşaktır. Aynı düzlem, içerik ve derinlikte olmasa da, işçilerin kendi tarihlerinden öğrenmeleri zorunluluğu, bu genç komünist kuşak için de geçerlidir. Açıktır ki, işçiler sınıf mücadelelerinde yer aldıkça, onlara yönelik sürdürülen aydınlatma ve bilinçlendirme çalışmalarına daha açık hale gelecek, sınıfının ideolojisi, bilinci ve tarihini özümsemeyi pratik bir ihtiyaç olarak hissedeceklerdir. Genç komünist kuşak açısından ise, kendi tarihi ve ideolojisini özümseme, içeriği her ne kadar pratik mücadelelerin ihtiyacı üzerinden şekillense de, özümsemenin kendisinin gerekliliği için ayrı bir pratik beklenmesini gerektirmemektedir.
Başka bir ifadeyle, işçi hareketinin hali hazırdaki geri düzeyinden hareketle, teorinin pratik çalışmada gereksiz olduğu sonucu çıkartılamaz. İçinde bulunduğumuz dönemde bu sonuç, teorik değil, pratik olarak karşımıza çıkmakta ve asıl kaynağını işçi hareketinin hali hazırdaki geri düzeyinden etkilenmekte bulmaktadır. Yenilgideki tarihselliğe değil de tarihteki yenilgiye odaklanmak demek olan bu etkilenme ama, hiçbir şekilde kabul edilir değildir. Bunu kabul etmek; Marksist-Leninistler olarak kendimizi ve dolayısıyla işçi sınıfı karşısındaki görevlerimizi inkar etmek demektir.
Marx’ın Birinci Enternasyonal Genel Konseyi’nin çeyrek yıllık raporundaki şu sözlerini hatırlayalım:
“En iyi politik koşullarda bile işçi sınıfının her ciddi başarısı, onun güçlerini eğiten ve bir araya getiren örgütün olgunluğuna bağlıdır. Ve hatta onun ulusal örgütü bile, ülke sınırları dışındaki örgütünün yoksunluğunda kolayca başarısız kalır, zira bütün ülkeler dünya pazarında rekabet etmekte ve birbirlerini karşılıklı olarak etkilemektedirler. Yalnızca işçi sınıfının uluslararası birliği onun kesin zaferini güvence altına alabilir. Uluslararası İşçi Birliği’ni yaratan bu ihtiyaçtı. O, bir tarikat ya da bir teorinin sera bitkisi değildir. O, proletarya hareketinin doğal bir oluşumudur. Proletarya hareketinin kendisi ise, modern toplumun normal ve karşı konulamaz eğilimlerinden kaynaklanır.”
Kapitalist sömürü var oldukça, ücretli kölelik sürdükçe, “proletarya hareketinin kendisi” kaçınılmazdır. Sorun, bu hareketin devrimci; yani üretim araçlarını toplumsallaştırmak üzere kapitalist üretim ilişkilerini ortadan kaldırmayı hedefleyen ve gerçekleştirebilen bir hareket niteliğini kazanmasıdır. İşçi sınıfı bağımsız politik bir parti olarak örgütlenmeden ve uluslararası birliğini sağlamadan, hareketi de bu niteliğe kavuşamaz, kesin zaferi de güvence altında olamaz.
İşçi sınıfının uluslararası birliği, ancak her bir ülkedeki bu devrimci hareketinin doğmasıyla gerçekleşebilir. Dolayısıyla; işçi sınıfını bu temelde örgütlemeyen, işçilerin mücadeleleri ve hareketi karşısındaki görevlerini tutku ve kararlılıkla yerine getirmeyen, bu mücadelelerde öne çıkanları sosyalizme kazanmayan ve bu kazanmayı kuru bir propaganda olarak değil de, işçilerin öz deneyimine dayanan, sabırlı, çok yönlü ve zengin bir bilinçlendirme çalışması haline getirebilmek için başta kendini donatmayan biri enternasyonalist de olamaz.
* * *
Lenin, “III. Enternasyonal ve Tarihteki Yeri” başlıklı makalesinde üç Enternasyonal’in tarihteki yerini şöyle özetler:
“Birinci Enternasyonal, sosyalizm için uluslararası proleter mücadelenin temelini attı.
“İkinci Enternasyonal, bir dizi ülkede hareketin kitleler arasında geniş bir şekilde yayılması için zemin hazırlama dönemiydi.
“Üçüncü Enternasyonal, II. Enternasyonal’in çalışmalarının meyvelerini devraldı, oportünist, sosyal-şoven, burjuva ve küçük-burjuva pisliklerini silkeleyip attı ve proletarya diktatörlüğünü hayata geçirmeye başladı.”
Geniş işçi kitleleri henüz bilincinde olmasalar da, uluslararası işçi sınıfının başka bir seçeneği yok; yeniden bu yola koyulmak zorundadır. Bugün bütün bu gelişme ve olgunlaşma aşamaları genel hatlarıyla hala onun önünde durmaktadır.
Fakat görülmesi gereken, onun önünde duran aşamalardan ilk kez değil, yeniden geçileceğidir. Yani; uluslararası proleter mücadelenin temelinin yeniden atılması, hareketin kitleler arasında yeniden geniş bir şekilde yayılması ve işçi sınıfının iktidarının yeniden yaşama geçirilmesi. Lenin’in yukarıdaki özetinde de görüldüğü gibi, Enternasyonal’ler arasında, birinin öncekinin üzerinde yükselmesi anlamında tarihsel bir devamlılık söz konusudur. Dolayısıyla, bugünkü uluslararası işçi sınıfı, bu zengin tarihine yaslanmaksızın, bu tarihinin engin tecrübelerinden esinlenmeksizin ve bunları bugünkü mücadelelerinin dayanağı haline getirmeksizin tarihi misyonunu yerine getiremeyecektir.
İşte bu zengin tarihi ve teorik birikimi savunup kendine kılavuz edinmiş olan UKH’in tarihteki yeri tam da buradadır: Uluslararası işçi sınıfını, yaşanan büyük yenilgiyle sekteye uğrayan bu tarihsel devamlılığı yeniden kurabilecek bir konuma getirmek!
Tarihsel misyonu, doğuşunun olağanüstü tarihsel koşullarınca belirlenmiş olan günümüz UKH; ancak, uluslararası işçi sınıfının yenilgisinin geçiciliği, bir öngörüden çıkıp pratik bir gerçekliğe dönüştüğü zaman bu misyonunu yerine getirmiş olacaktır. Zira yenilginin geçici olduğu iddiası, yenilgi döneminin hareketleri arasında, en başta onun iddiasıdır!
Emek Partisi, UKH mensubu olmakla, bu tarihsel iddianın Türkiye topraklarındaki sahibi olduğu gerçeğin altını yeniden çizmiş bulunmaktadır. Bu, kuşkusuz büyük, fakat bir o kadar da onurlu bir tarihsel sorumluluktur!