Dinin siyasallaşması, terör ve İslam

Paris’te Charlie Hebdo dergisinin çizer ve yazarlarının katledilmesi, bu katliamın dünyada

uyandırdığı infial, “İslam ve terör” tartışmasını yeniden sıcak gündemin ön sırasına çıkardı.

Elbette tartışma belki Charlie Hebdo üstünden alevlendi, ama gerçekte, Charlie Hebdo

saldırısı sadece tartışmanın güncelleşmesinin vesilesi oldu.

Çünkü son 10-15 yıl içinde, El Kaide’nin infial uyandıran eylemleri, IŞİD’in Suriye ve

Irak’ta geniş bir toprak parçalarını ele geçirerek, devletlere kafa tutacak kadar güçlenip bir

“İslam Devleti” ilan etmesi, Boko Haram’ın “Sahraaltı İslam ülkeleri”nde (Nijerya, Nijer,

Çad, Gana, Libya,…) IŞİD’e benzer bir yolla devlet ilan etmeye yakınlaşması,… Bu eylemleri

İslam dünyasında sempatiyle karşılayan binlerce gencin Avrupa ülkelerinden bile çıkıp savaş

bölgelerine gitmesi,…. Kelle kesme videolarının internet üstünden yayımlanması, farklı din

ve mezhepten kimselerin ibadethanelerinin dinamitle uçurulması, “ılımlı İslamcı” çevreler

güç ve itibar kaybederken El Kaide, IŞİD yöntemlerinin yaygınlaşıp taraftar toplaması,…

“gerçek İslam”, “Terörizm ve İslam”, “laisizm ve İslam”, Avrupa ve Amerka’da “İslamofobinin

yükselmesi”,… gibi konuları öne çıkartıcı bir ortam yaratmış, bu açıdan yeterince baskı

oluşturmuştu. Zaman zaman gündemin gerilerine düşmüş görünseler de, gerçekte, sözü edilen

konular, son yıllarda bir yandan siyasetin öte yandan da din otoritelerinin gündemi olarak zaten

öndeydi.

Elbette, bir makale ile bin-iki bin yıllık bu tartışmaların sonuçlandırması beklenemez. Bu

yüzden, bu yazının sınırları içinde, güncel siyasetin ortaya attığı sorulara ve tartışmalara bir

açıklık getirmeye çalışacak, olup bitenin anlaşılması ve gidişata müdahale için ortaya çıkan

imkanları tartışacağız.

DİN VE DİNİN SİYASALLAŞMASI

Nasıl bir “tanrı” tanımı, nasıl bir “dünya” ve “öteki dünya” tasarımı, nasıl bir “ibadet”

(tapınma) sistemi, nasıl “sevaplar” ve “günahlar” tarif,… ettiklerinin ötesinde, başlıca dinler,

tarih sahnesine çıkarlarken, iki konuda ortak tutum içinde olmuşlardır.

1-) Ezilenlere, yoksullara, kölelere hitap ederek, onların acılarını anladıklarını; “yüce

yaradan”ın, onları kurtarmak için, bütün eski inançlarını (dinlerini) terk ederek günahtan

kurtulmalarını ve bu yeni dine sarılmalarını istediğini söyleyerek, bu dünyanın acıları karşısında

“sabır” öteki dünyadaysa “kurtuluş” (cennet) vaat etmişlerdir. Böylece, bütün sınıflı toplumlarda

büyük çoğunluğu oluşturan yoksul halk yığınlarının arasında kendi inançlarının yayılmasını

amaçlamışlardır.

2-) Dinler, tarih sahnesine çıkarken, çok küçük bir azınlığın inancı olarak çıkmışlardır.

Bu yüzden de dinin peygamberi ve ilk büyükleri, çoğunluğun baskısına karşı herkesin

inancında özgür olmasını, bütün dinlerin inançlarını barış içinde yaşamalarını savunmuşlardır.

Bu, aslında çoğunluğun inancı (dini) karşısında kendi inançlarını savunabilme, eski inanç

sahiplerinin kendilerine karşı şiddet uygulamasını önleme, kendilerine özgürlük alanı açmak için

başvurdukları, başvurmak zorunda kaldıkları bir “taktik” de olsa, böyleydi.

Yani bilinen başlıca dinler, bir yandan geniş toplum kesimlerine yokluk-yoksulluk içindeki

kölelere, serflere, savaş esirlerine, en yoksullara bu dünyada çektikleri acılarını azaltmayı,

“öteki dünya”da tam kurtuluşu (cenneti) vaat ederken, aynı zamanda “barış” ve herkesin kendi

dinine göre inanıp yaşayabileceği, “inanç özgürlüğü”nün geçerli olacağı bir toplumu da vaat

etmişlerdir.

Ancak uzun ya da nispeten kısa dönemde, dinler, yayılıp egemen inanç haline gelmeye

başlamalarıyla birlikte, egemenler tarafından benimsenmiş, toplumu yönetmenin etkin bir aracı

olarak kullanılmaya başlanmışlardır. Böylece; ibadet biçimleri, tanrı tarifi, dünya tasarımları,

ritüelleri,… çok değişmese de (ki yaygınlaştıkça yeni inançlarla karşılaştıkça bunlar bile ülkeden

ülkeye, bölgeden bölgeye değişikliğe uğramıştır), yoksullar ve acılarına dair söylemler korunsa

da, gerçekte, egemenlerin iktidarlarını ve mülkiyetlerini meşrulaştıran bir içerik ve tutum

kazanmışlardır. Ve elbette böyle bir değişimle; yoksulları kurtarma iddiası ve inanç özgürlüğünü

savunusuyla ortaya çıkan yeni din, egemen din haline gelince; eski din ve diğer inançları egemen

din adına sınırlama, denetim altına alma, yasaklama, egemen din dışında inanca sahip olanları,

“kafir”, “yok edilmesi gereken günahkarlar” ilan etme,… amaçlı yeni özellikler kazanmıştır.

Böylece din; egemenlerin ülkeyi yönetiminin, egemen siyasetin bir aracına; bazen toplumu

zalimin zulmüne boyun eğmeye ikna etmenin, bazen baskı ve zulme baş kaldıranları kılıçla

hizaya getirmenin, “egemenin hakkı” olarak kutsamanın, çoğu zaman da her ikisini birden

yaparak, egemenlerin halk yığınları üstündeki egemenliğini meşrulaştırmanın silahına

dönüşmüştür. Ve tabii egemen sınıfların elinde din, egemenler için, aynı zamanda diğer ülkeleri

zapt etmenin ve başka ülkeleri yağmalamanın, ele geçirmenin dayanağına dönüşmüş; yoksul

inançlı kitleler, din uğruna egemenlerin yağma ve sömürü dürtüsünün askerleri olarak cephelere

sürülebilmiş; aynı sınıftan insanlar birbirlerini “din uğruna” boğazlamışlardır.

Egemen sınıfın, sahiplenip ülkeyi ve toplumu yönetmesinin aracına dönüştürmesiyle, yeni

din, artık egemenlerin hizmetine giren “din ulularınca”, “ulemaca” elden geçirilmiş, kutsal kitap

ve peygamberlerin söyledikleri yeniden yorumlanmış; din, sistemin ihtiyacına uygun olarak

yeniden, yeniden biçimlendirilmiştir. Ve bu biçimlendirmeler, yeniden yorumlar (bunlar hep

siyasetle iç içe geçmiş yeni din kavgaları biçimde sürmüş) içinde “yeni dinler”, mezhepler,

tarikatlar, cemaatler,… sistem ve ona bağlanmış resmi din tarafından “meşru” ya da “sapkın

görülen yeni “inanç toplulukları” oluşmasıyla birlikte yürümüştür.

Kısacası dinler yaygınlaşıp geniş topluluklar içinde yayıldığında, egemenler, eski dinlerini

bir yana bırakıp, “yeni din”i benimsemekte, halk yığınları üstündeki egemenliklerini böylece

yenilemekte pek az tereddüde düşmüşler, yeni inanış biçimleri eskilerini yerlerinden sürüp geniş

kitleler tarafından benimsendikçe onlar da yenilikleri –şüphesiz çıkarlarıyla uyumlandırarak– en

ileriden sahiplenmekten geri durmamışlardır.

DİNLERİN SİYASALLAŞMASI VE TERÖR

Dinlerin yayılması ve egemenler için toplum yönetmenin bir aracına dönüşmesi, dolayısıyla

dinin siyasallaşması (siyasetin dinileşmesi) süreci içinde varılan noktadan geriye bakan kimi

düşünürler; “gerçek bu değil, gerçek din ilk çıktığı denemde yoksuldan yana, ezilenden yana”dır

diyerek, “gerçek din bu değil” tartışmasını tarihin değişik dönemlerinde yapmışlardır.

Hatta öyle ki; dinlerin doğuşu yıllarındaki yoksulların acılarını azaltmak iddiaları ve bu

doğrultuda geliştirdikleri “din kardeşliği” dayanışmasına, kutsal kitapta “tüm kulları eşit gören

tanrı kelamı”na dayanarak “din adına” egemenlerin zulmüne başkaldırmalara, hatta Kilise’ye

karşı eşitlik, adalet talepleriyle yürütülen mücadelelere bakan bazı 18. yüzyıl ütopik sosyalistleri

“Hıristiyan sosyalizmi” denecek bir sosyalizm türetmeye kalkışmışlardır. 20. yüzyılda benzer

bir eğilim İslam dünyasında aydınlar içinde yayılarak, 20. yüzyılın ikinci yarısında Ortadoğu,

Kuzey Afrika gibi İslam dünyasının önemli bir bölümünde “Müslüman sosyalizmi” programları

ile BAAS tipi partiler ve “sosyalist cemahireye”ler kurulmuştur.

Ancak “Hıristiyan sosyalizmi” dünyanın uzak köşelerinde kimi tarikatların ütopik

girişimleriyle sınırlı kalırken, “İslam sosyalizmi” fikri Sovyetler Birliği’nin destek verdiği askeri

darbelerle işbaşına gelen kısa ömürlü diktatörlükler olarak kurulmuş, ama kısa bir süre sonra ya

faşizan ya da şeriatçılığı bayrak edinen kişisel diktatörlüklere dönüşmüştür.

“Tek tanrı”lı ve sonuçta Musevilikten ilham alarak (ilhamdan da fazla şeyler alarak)

türeyen üç din olarak, Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın evrimi, yukarıdaki özetlenen genel

saptamaların dışında değildir. Belki Musevilik “kavim dini” olmasıyla Hıristiyanlıktan ve

İslam’dan farklı özellikler gösterse de, tarihsel süreçte o da benzer bir yol izlemiştir.

EGEMENİN ŞİDDETİNİ KUTSAYAN DİNİN ŞİDDETİ KULLANMASI

Ama konumuz olan “İslam ve terör” ilişkisinde bir yaklaşım sunmak için, Hıristiyanlıkla

İslam’ın tarihsel gelişim sürecine ana çizgileriyle bakmak yararlı olacaktır.

Öncelikle belirtmek gerekir ki, Hıristiyanlığın bir din olarak, İsa’nın doğumu kabul edilen

Miladi 0 (sıfır)’dan 30 yıl kadar sonra belirmeye başladığı kabul edilirse, İ.S. 325 ‘te Roma’nın

Hıristiyanlığı meşru, hatta imparatorluk dini olarak tanımasına kadar geçen 300 yıl boyunca,

bu din, yer altında nispeten küçük toplulukların, illegal cemaatlerin, kölelerin, ezilenlerin, en

yoksulların dini olarak kalmıştır.

MS 325’ten itibaren Roma’nın Hıristiyanlığı devlet dini olarak benimsemesiyle birlikteyse,

Hıristiyanlık, önce Roma’nın diğer halklar üzerindeki efendiliğini kutsayan “tanrısal erk”

olurken, Roma’nın çöküşünden sonra da, feodal krallıkların, derebeyliklerin egemenliklerine

göksel (tanrısal) onay veren, serflerin ve öteki ezilenlerin feodal sömürüye ve zorbalığa

boyun eğmelerini Hıristiyan olmanın şartı olarak, Hıristiyan ahlakının temeline koymuştur.

Ve nihayet, feodal Avrupa’da, İslam’a karşı Hıristiyanlığın Avrupa’sını korumayı da üslenen

Kilise, girişimlerini; Avrupa’nın açlıktan, hastalıktan, savaş ve kıyımlardan kırılan yoksul

Hıristiyanlarını silahlandırarak, Hıristiyanlığın kutsal kenti Kudüs’ü Müslümanlardan kurtarmak

üzere Haçlı Seferleri düzenlemeye kadar vardırmıştır.

Haçlı Seferleri, her ne kadar Papaların, Kardinallerin, papazların düzenlediği Hıristiyan

yoksulları “din uğruna şehit ya da gazi olarak” ruhlarını kurtaramaya çağıran din savaşları gibi

görünse de, gerçekte, kasaları boşalan kralların, ayaklarının altındaki toprak kayan derebeylerin

“Doğu’nun zenginliklerini yağmalama” seferleridir.

Sonrasını da biliyoruz. Sistemler, sömüren sınıflar değişmiş; din dünya işlerinden bir

adım geri çekilmişse de, Hıristiyanlık sermayenin sömürüsünün, dünyayı yağmalamasının,

sömürgeciliğin, giderek de emperyalizmin ön cephesindeki en etkili ve gözde silahı olmaya

devam etmiştir, etmektedir. Hem sömürüye ve zulme başkaldıran işçi sınıfı ve mazlum

halklara boyun eğmeyi öğütleyerek, hem zalim sermaye ve emperyalist tekellerin sömürüsünün

meşruluğuna “kitap”ta yer bularak, görevini sürdürmektedir.

Yani doğuşundan itibaren 300 yıl boyunca “din” olarak yoksulların acılarını anlayıp azaltmak

için, hiç olmazsa öteki dünyada kurtuluş için bu dünyada sabır öğütleyen Hıristiyanlık, devlet

dini haline gelmesiyle egemen sınıfların çıkarlarına bağlanıp egemen siyasetin emrine girerek,

askeri sefer düzenleyen, yağmaları, cinayetleri, tecavüzleri kutsayan, yoluna çıkan farklı

inançların ya da kendi inancından olanların da katline onay vermekten çekinmeyen, zalimi

kutsayan bir dine dönüşmüştür.

Herhalde o gün de (bugün de) kimi Hıristiyanlar; “Hıristiyanlık bu değil” diye

haykırmışlardır. Ama, önce feodal ve ardından kapitalist düzen ve Papa’nın, Kardinallerin

“Hıristiyanlık” dediği Hıristiyanlık sürüp gitmektedir.

İSLAM NEREDEN NEREYE GELDİ?

300 yıl boyunca “sadece din” olarak, inanç olarak kalan Hıristiyanlık, Roma’nın ve sonraki

egemenlerin siyasetinin aleti haline geldikçe nasıl ki kılıca sarılıp, kralların, derebeylerin,

kapitalistlerin sömürü ve yağmasının sürülmesinin silahına dönüşmüşse, İslam da aynı gelişme

çizgisini izlemiştir. Ama çok daha çabuk bir biçimde.

İ.S. 610’da Hz. Muhammed’e gelen lik “vahy” ile ortaya çıktığını kabul edersek, İslam, daha

ortaya çıkmasından birkaç yıl sonra silaha sarılıp Mekke’nin köle sahiplerine karşı savaşan bir

din olmuştur.

İlk Müslümanların, kölelerin yanı sıra Mekke’nin ileri gelen tüccar ailelerinden gelen kişilerin

de olmasıyla, İslam, hızla egemenlerin dini haline gelmiştir. Ve daha Hazreti Muhammed, hem

peygamber hem de yeni devletin başı olmuş, putperestlere karşı verilen savaşları yönetmiştir.

İlk Halife Ebubekir’in’in İ.S. 634’te ölmesinden sonra Halife olan Hazreti Ömer, 3. Halife

Osman ve Büyük halifelerin dördüncüsü olan Hazreti Ali (ilk dört halifenin üçü) katledilerek,

nerdeyse kanlı iktidar değişimlerinin habercisi olmuşlardır.

Sonra Muaviye ve ardılları, Hazreti Ali yandaşlarını, bu arada Peygamberin torunu Hazreti

Hüseyin’i, akraba ve yandaşlarını katlederek Emevi hanedanlığını kurmuş; başkenti de, çöl

ortasındaki Mekke’den ticaret ve kadim uygarlıkların kesiştiği merkez olan Suriye’ye, Şam’a

taşımışlardır.

Öte yandan genç İslam devleti, daha ikinci Halife Ömer döneminde, Musevilerin ve

Hıristiyanların kutsal kenti (her iki dinin de doğduğu kent kabul edilen) Kudüs’ü ele geçirmişti.

Ve daha İslam’ın tarih sahnesine çıkışının üstünden yüz yıl geçmeden, İslam orduları, bir

yandan Orta Asya’da Çin sınırına, öte yandan da Kuzey Afrika’yı baştan sona zapt ederek

İspanya’nın ortasına vardığında, tarih İ.S. 711’dir.

HIRİSTİYAN DÜNYASINDA İSLAMOFOBİ YENİ Mİ?

Elbette bu kadar kısa sürede bu kadar fetih, İslam’ın ilham ve teşvik ettiği fetih ruhu ve genç

ve yeni egemen sınıfın yeni topraklar, yeni servetler ele geçirme isteği ile açıklanabilir. Ama

resmi tarihte denildiği gibi, İslam bu anarşi içindeki topraklara düzen ve adalet götürdüğü için

fetih orduları gülle karşılanmamıştır. Bütün bu fetihler, ilhaklar kanla, kılıç zoruyla olmuştur.

Hele de bu toprakların 300-500 yıldır Hıristiyanlığın egemen olduğu (aynı zamanda ilk

yayıldığı) topraklar olduğu dikkate alındığında, Avrupa merkezli olarak Hıristiyan dünyasında,

“İslam orduları geliyor. Topraklarımızı, dinimizi, ülkemizi koruyalım” kaygı ve korkusunun

bütün kaygı ve korkuların önüne geçtiğini söylemek yanlış olmaz. Dahası, Kilisenin, kralların,

derebeylerin bu korkuyu daha da kışkırtarak, halkı yanlarına çektikleri de herhalde tartışılmazdır.

Dahası, önce Selçuklu’nun Hıristiyan toprağı Anadolu’yu önemli ölçüde zapt etmesi,

arkasından Osmanlı’nın Bizans’ı da yıkarak Viyana kapılarına dayanmasının, Avrupa’da ikinci

bir “Anne, Müslümanlar geliyor” korkusu yarattığı resmi tarih tarafından da övünülerek kabul

edilen bir gerçektir. Bu korkuyu da yine Kilise’nin, çöken derebeyliklerin ve kralların kendi

çıkarları için kullandığı dikkate alındığında, bugün İslamofobinin Avrupa için yeni olmadığını,

İslamın ilk yüzyıllından başlayıp gelen bir korku olduğu ve bunu Avrupalı egemenlerin ihtiyaç

duydukça kullandıkları ve kullanacaklarını bilmek için kahin olmaya gerek yok.

Buradan bakıldığında, bugün Avrupa’da yükselen işsizlik ve yoksulluğun yanı sıra artan

İslam nüfusu ve bunlara eklenen İslam adına ortaya çıkan vahşi terör eylemlerini kullanan ırkçı,

faşist odakların bu çelişkilerden yararlanarak İslam’ın Avrupa’yı ele geçirmesine karşı yeni bir

Hıristiyan başkaldırısı örgütlemek üzere harekete geçmeleri için tarihsel dayanakların fazlasıyla

olduğunu görüyoruz.

Ve elbette ki, bin 500 yllık İslam tarihinin ilk bin yılının Hıristiyanlığa karşı fetih yüzyılları

olması ve bunun bir 300 yılının da “Haçlı seferleri” denilen sıcak savaşları kapsaması dikkate

alındığında, bu fetihlerle savaşların “İslamofobi”nin yaratılması ve sürmesinde başlıca dayanak

yapıldığını söylemek yanlış olmaz.

Yani Hıristiyan dünyasında İslamofobi yeni keşfedilmiş ya da hiçbir tarihsel gerçekliği

yokmuş da bugün suni olarak uydurulmuş bir şey değildir. Bugün yeni olan, İslam adına ortaya

çıkan terör örgütlerinin infial uyandıran eylemleri karşısında ırkçı şoven güçlerin bu tarihsel

korkuyu uyandırmak için yaptıkları güncelleştirmelerdir.

GERÇEK İSLAM YA DA GERÇEK HIRİSTİYANLIK VAR MIDIR?

Yani, tabiri caizse İslam, Hıristiyanlıktan farklı olarak, elinde kılıçla doğmuş ve daha

başından itibaren iktidar değişimleri kanlı katliamlar ve taht kavgalarıyla ilerlemiş bir tarihe

sahip olmuştur. İsmaili Mezhebi ve onların büyük şeyhi Hasan Sabbah ise, suikastları, bireysel

terörü, siyasi amaçları için kullanmada, buna İslam’da yer bulmada bütün çağdaşların aşan bir

yetenek göstermiştir.

Bütün bu fetihler, kanlı taht kavgaları ya da din ve mezhep savaşları içinde, işkence, deri

yüzme, kelle vurma gibi terör örnekleri hep İslamı koruma, İslamı yayma “gerçek İslam’ı

savunma” adına sürüp gelmiştir. Sömürülen yığınları bırakalım, rakip ülkelerin Müslüman ya

da Hıristiyan prens, sultan vb. yöneticilerini bir yana koyalım, Fatih Sultan Mehmet’ten itibaren

yasaya bağlanıp meşrulaştırılan Sultan oğlu (Şehzade) ve kardeş boğdurmaları hep “Osmanlı’nın

bekası” ve “yeryüzündeki gölgesi” Sultan olan “İslam’ın yüceliği” uğrunadır!

Antikapitalist Müslümanların önde gelen isimlerinden İhsan Eliaçık, Evrensel’deki

röportajında bu tabloyu bugün İslamcı teröre “meşruiyet” kazandırmak isteyenlere yanıt vererek

şöyle çiziyor: “Evet, ‘Batılılar geldi bizi işgal etti, onlar da Irak’ta 1 milyon kişiyi öldürdü,

öfke dolu bir kuşak doğdu, Batı İslam dünyasının örgütlerini terörize etti, onların şiddete baş

vurmasına yol açtı, bu örgütleri onlar yarattı’ deniyor. Ama bana göre bunun ortaya çıkan

tabloya etkisi yüzde 1 bile değildir. Yüzde 99’u içeridedir. Bu görüşlere sığınanların şuna cevap

vermesi gerek; İslam’ın ilk 3 halifesini kim öldürdü? Batılılar mı yaptı bunu? Kerbela’yı kim

yaptı? Batılılar mı? Mekke’yi, Medine’yi basıp kim ateşe verdi?… Sulh yoluyla el değiştiren

bir tane iktidar yok İslam tarihinde. Hep kanlı darbe, kılıç. İslam tarihi bu açıdan kendisiyle

yüzleşmesi gereken kanlı bir tarihtir.”

Eski Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu da Hürriyet’teki söyleşisinde Erdoğan-
Davutoğlu ve yandaş basın aracılığı ile sürdürülen “İslamofobi Batılıların eseri” ve “İslam’da

olmayan terör olaylarını kullanarak Batılılar oluşturuyor” tezine karşı “içeriden” yanıt veriyor:

“İslamofobinin Müslümanlar aleyhine gelmesinde İslam adına fotoğraf verenlerin çok büyük

rolü var. Sorumluluğu var. Ama asıl sorun İslam entelektüellerinde… İki nedenden dolayı böyle;

Bir, bir kısım İslam etelektüeli böyle sorunlu bir kitle yetiştirdiği için,… İki; bir kısmı da sustuğu

için.”

Çünkü diyor Profesör Bardakoğlu; “Din ideolojik oldu. Din ideolojilerle yer değiştirdi.

Kavgalar din üzerinden verildi. Herkes dinde kendini meşrulaştıracak veya ötekini dışlayacak

argümanlar seçme yarışına girdi. Bireye özgürlük tanımak şöyle dursun kimi sevip kime karşı

olunacağına kadar inen prototip Müslüman modeli sunuldu.”

El Kaide, IŞİD, El Nursa, Boko Haram gibi örgütlerin, kestikleri kafaları videoya alıp

internetten yayımlamaları, kaçırdıkları ya da ele geçirdikleri bölgelerde kendileriyle aynı

inançtan olmayan kadınları, kızları Müslüman erkeklerle evlenmeye ve din değiştirmeye

zorlamaları ya da köle olarak satmaları gibi uygulamaların ortaya çıkmasıyla, dini daha ılımlı

siyasetin aleti olarak kullananlar ya da İslamcı teröre karşı çıkanların önemli bir bölümü;

“Gerçek İslam bu değil”, “İslam barış dinidir”, “İslam başka inançlara saygı gösteren bir

dinidir”,…diyerek İslam adına terörü kullananları eleştirirken, İslam’ı ılımlı siyasetin dayanağı

olarak kullanmaya da devam etmektedirler ya da kullanılmasını meşru görmektedirler.

Oysa ortada bin 500 yıllık bir din kültürü vardır ve bugün bu kültür üstünden hareket

edenlerin, dini siyasetlerinin vurucu gücü haline getirenlerin kendilerini “terörle”

ayıramayacakları da ortadadır. Nitekim örneğin Türkiye’yi yöneten parti ve hükümetinin

sözcüleri ile El Kaide ve IŞİD sözcülerinin mantığı ve amaçları arasında bir fark yoktur. Sadece

“üslup farkı” vardır.

Eliaçık, yukarıda sözü edilen röportajda buna “gömlek farkı” diyor: “Türkiye’de hükümetin

de desteklediği din algısı, bu tür saldırıları bizim ülkemizde de kendisine hak gören insanları

açığa çıkarır. Bugün Türkiye’deki ortalama bir cemaatte mevcut din anlayışıyla eğitilen bir

genç 3 gömlek sonra IŞİD’cidir.” “İslam’ın adaletli, eşitlikçi, barışçı mesajı Kerbela’da toprağa

gömülmüştür. Ebuzer’in ölümüyle, üç halifenin katledilmesiyle, Mekke, Medine’nin basılmasıyla,

Kerbela’da Peygamberin torunlarının toprağın altına gömülmesi, Hüseyin’in kafasının kesilip

saraya gönderilmesiylebu iş bitti. Ondan sonrası nedir; kanlı imparatorluklar tarihidir.”

Peki bırakalım İslam’ı, daha genel soralım: “Gerçek din ve gerçek olmayan din” diye bir

ayrım yapılabilir mi?

Yukarda çok kısaca özetlediğimiz haliyle Hıristiyanlık ve İslam’ın gelişimine şöyle bir

bakmak bile, dinlerin her dönemde o dönemin siyasetine göre içerik değiştirdiğini göstereceği

gibi; her dönemde egemen sınıfın çıkarına göre yenilenen içeriğe de, kutsal kitaplarda,

hadislerde ya da din ulularının yorumlarında dayanak bulunduğunu görürüz.

Çünkü din bilim değildir. Bu yüzden de, “Şu din bu dinden daha iyidir”, “Şu din yanlış bu

din doğrudur”, “Şu din gerçek bu din gerçek değildir”,… denemeyeceği gibi, “Müslümanlık bu

değildir” de denemez. Çünkü din; inançtır, nasıl inanılıyorsa öyle olan bir şeydir ve bu yüzden

eğer gerçek aranıyorsa, “Bir dine ne kadar inanan varsa o kadar ayrı din anlayışı vardır” demek

gerçeğe en yakın olandır. Haydi biraz daha yakından bakalım, en fazla belirli bir din otoritesi kişi

ya da ulema grubu etrafında bir araya gelen “topluluklar”, çeşitli örgütler vardır. Ama her biri

ötekine göre “daha gerçek İslam”dır. Ama sadece o anlayışla birleşenler için.

Eğer din bilim olsaydı, “doğru din”in kanıtları gösterilir, yanlış olanlar dışlanır, “bilim

dışı” ilan edilir, sorun da ortadan kalkardı! Az çok dinlerin ne olup olmadığı tartışmasının

başlamasından beri, gerek dinin içindeki “din büyükleri”, gerekse teologlar, “gerçek İslam

şudur”, “gerçek Hıristiyanlık budur” (bu diğer dinler için de geçerli) denilebilecek bir “gerçek

din” tanımı yapamamışlardır. Tersine her “gerçek din” tanımlama girişimi, yeni dini yorumlar,

yeni mezhepler, yeni tarikatlar, yeni cemaat oluşumlarıyla, dinin kendi içinde parçalanmalarla

sonuçlanmıştır. Gerek Hıristiyanlık, gerek Müslümanlık (Yahudilik ve diğer bütün dinlerde de

geçerli bu) sayısız mezhep, tarikat, cemaat buradan çıkmıştır.

Nitekim bugün; Müslüman Kardeşçi ulema ya da siyaset erbabı; vahşi katliamlar, Şii camileri

ve diğer dinler ve mezheplerden kişilerin ibadethanelerinin bombalanmaları karşısında, “gerçek

İslam bu değil” dediğinde, IŞİD’ci, El Kaideci, Boko Haramcı, ulama “hayır, gerçek İslam

bizim değimizdir, bizim uyguladığımızdır” diyerek daha çok kanıt ileri sümektedir. Nitekim

İslamcı terörist gurupların “ruhani liderleri” de tanınmış “din adamları” olduğu gibi, pek çok dini

çevre de IŞİD’e, El Kaide’ye “dini kaynaklara” dayanarak ciddi bir itirazda bulunamamaktadır.

Bugüne kadar da hiçbir ciddi Sünni ulama topluluğu ya da dini otorite sayılan kişi ya da

kurumun İŞİD’i, El Kaide’yi ,… “İslam dışı” ilan ettiği duyulmadı.

Örneğin ülkede İslam ve terör ilişkisi konusunda Hükümet cenahı ve yandaş basın “bu

Müslümanlık değil” diye ortalığı toza dumana katarken, yolsuzluk, rüşvet ve özgürlükleri

gasp etme gibi konularda yandaş basını bile geride bırakarak Hükümete hınk deyicilik yapan

Yeni Akit gazetesinin yazarı Faruk Köse, İslam’da barışın olmadığını öne sürüyor ve ekliyor

“İslam savaş dinidir de!” “Kur’an’da savaş anlamına gelen kıtâl kelimesi 13 yerde… mukatele

ve türevleri 57 yerde.. katl kelimesi ve türevleri 170 yerde, harb..,11, cihad ve türevleri 41

yerde geçiyor. Barışsa sadece 6 yerde. Pratik de savaşa dairdir. … Ben rahmet ve savaş

peygamberiyim’ buyuran Rasullullah (sav)in, 10 yıllık Medine hayatında 25 kez bizzat savaşa

iştirak ettiği, 50 de seriyye gönderdiği biliniyor.” Diyerek, teröre, barış düşmanlığına ayet ve

hadisler üstünden kanıtlar da gösteriyor.

Bundan da anlıyoruz ki, “İslam bu değil” diyenlerin de yine İslam’ın içinden “Hayır İslam

budur” diyenlerin de ciddi kanıtları vardır.

Daha üç yıl önce Diyanet İşleri Başkanı olan Ali Bardakoğlu; bu durumu kabul ediyor.

14 Ocak 2015’te Hürriyet’e konuşan Bardakoğlu; “İslam dünyasında mezhep çatışmalarında

kan akıyor, birbirinin camilerini bombalıyorlar. Sünni ve Şii ulema bir araya gelip tavır

alamıyor. Aksine kendi mezhep mensuplarını haklı çıkaran karşıt fetvalar yayımlıyorlar. Çeşitli

alimler sürekli cihat, tekfir ve canlı bomba fetvaları veriyorlar. Bütün bunlar sorun büyütüyor.”

diyerek, bugünün İslamcı örgütlerinin terörüyle “dini otoriteler” arasındaki bağlantıyı ortaya

koyuyor.

İSLAM İÇİNDEN ÇIKAN TERÖRE KARŞI MÜCADELE

Mantık çerçevesinde kalırsak; elbette ki “İslam bu değil” diyenler de, en az budur diyenler

kadar haklıdırlar. Ancak İslam içindeki terörist odaklara karşı mücadelenin, “İslam bu değil”

denerek, bu terörist odaklar “İslam dışı” görülerek, yapılan terör eylemleri “provokasyon”

olarak açıklanarak yapılamayacağı da açıktır. Tersine bunların İslam içindeki akımlar oldukları,

gıdalarını İslam’dan aldıkları ve ona göre mücadele edilmesi gerektiği benimsendiği ölçüde bu

mücadele anlamlı olacaktır.

Hürriyet yazarı Taha Akyol; yaşananları “İslam’ın Ortaçağından kurtulamamış olması”na

bağlıyor ve Taraf gazetesine verdiği röportajda şunları söylüyor: “Cihatçılara ‘bizim yaramaz

çocuklar’, ümmet anlayışına da kabile zihniyeti gözüyle bakmak yanlış, İslamcılar şiddete

başvurduğunda bunu önce ağırbaşlı Müslümanların eleştirmeleri gerekiyor!” Akyol; Hükümetin

Charlie Hebdo cinayeti karşısındaki tutumunu da eleştiriyor: “Müslümanların İslamofobiyi

eleştirdikleri kadar İslam’ın içindeki mütaassıp, dar kafalı eylemci grupların inanç sistemlerini

de eleştirmeleri gerekir. Paris’teki katliamı kınanmanın yolu ‘Biz her türlü teröre karşıyız’

demek değildir. ‘Biz terörün temelindeki şu İslam anlayışına da karşıyız’ diye konuşmak lazım”

diyor.

DİNİN SİYASALLAŞMASININ ÖNÜNÜ LAİSİZM KESER

Başka bir biçimde söylersek; din kaynaklı teröre karşı mücadele de, “daha iyi bir İslam”

fikriyle değil, dinin siyasetin, devletin dışına çıkarılması ve devletin dine karışmadığı bir

mevziye çekilmesiyle mümkündür. Çünkü bugün örgütlenip eline silah almış oldukça geniş

bir desteğe de sahip bir güç olarak, IŞİD, El Kaide,… gibi örgütler, ”gerçek İslam budur”

demektedir ve oların “gerçek İslam’ı” tüm dünyanın İslam değerlerin egemen olduğu bir dünya

olması için savaşmaktır. Bunu gerçekleştirmek üzere katliam, yağma, kadıların ve erkeklerin

köle pazarlarında satılması, halkların yerinden yurdundan sürülmesi,…türünden her yolun

“İslam’ın emri” olduğun savunmaktadırlar. Ki, “gerçek İslam mı değil mi” tartışması da,

siyasetin dini kullanmak, onu siyasetin aleti yapmak üzere başlattığı bir tartışmadır.

Elbette kimi İslami çevreler de İslamcı terörist örgütlerin vahşi eylemlerinin İslam’la ilgisi

olmadığını söylemekte, dolayısıyla İslami alanda böyle bir polemiğin sürüp gideceği açıkça

görülmektedir.

Ama şu da bir gerçek ki, konuları değişik olsa da, “ne İslam ne değil”, “hangi İslam gerçek

İslam” tartışması bin 500 yıldır bir adım ileri gitmeden sürmektedir ve bugün de bu tartışmada

bir adım ileri gitmenin imkanı yoktur. Sonuçta her zaman olduğu gibi, “doğru İslam galip

gelenin İslam anlayışı” olmaktadır! Ta ki bir başka güç tarafından o anlayış alt edilene kadar.

Şimdiye kadar da hep, galip gelenin İslam anlayışı egemen olmuş, “galipler mağluplerin ak

libaslarına silmiştir kılıçlarının kanlarını!”

İnsanlığın, bugüne kadar başlıca dinler içindeki ve arasındaki kavgayı sona erdirmesinin

yolu, sorunu, din ve “gerçek din” tartışmasından çıkarmak, dini devletin, siyasetin alanı dışına

çıkarmak, bunun öteki yüzü olarak da, aynı zamanda devleti de dinin alanından çıkarmaktır.

Böylece siyasetin dışına çıkmasıyla, din, kişiyle inandığı tanrı arasında kişisel bir ilişkiye

dönüşmekte ve bir tartışma konusu olmaktan çıkmaktadır. Laisizm de aslında budur.

Avrupa, bin yıl süren din ve mezhep savaşlarına, laisismi benimseyerek son vermeyi

başarmıştır.

Elbette sınıfların olduğu bir toplumda egemenler dini kullanmak için her fırsatı

değerlendirmektedirler. Bu yanıyla da laisizm en gelişkin burjuva demokrasilerinde bile

kör topal işlemektedir. Ama laisizmin sınırlı bir biçimde bile toplumsal kabul görmesi, din

konusundaki tartışmaların mezhep ve din savaşlarına yol açacak düzeyde büyümesini önlemiştir,

önlemektedir.

Hele de Ortadoğu gibi, bu tür İslamcı terör organizasyonlarının, mezhepçi gerici siyasi

güçlerin fink attığı, dahası bunların ülke yönetimlerinde etkin biçimde yer aldığı bir bölgede

laisizm mücadelesi bugün çok daha önem kazanmıştır.

Bugün bölgede sadece IŞİD’in “İslam devleti” yoktur; aynı zamanda İran, Irak, Türkiye,

Körfez Emirlikleri, Suudi Arabistan, Yemen, İsrail,… (Mısır, Libya gibi Afrıka-İslam

ülkelerini saymıyoruz bile) nispeten de Suriye’de din ve mezhep yönetimleri bölgeyi bir

din ve mezhep çatışmaları bölgesine dönüştürmüş bulunmaktadır. Ve bu gelişmeler, bölge

ülkelerine emperyalist müdahalenin boyutları ve derinliği ile birlikte ele alındığında, mezhep

yönetimlerinin, bölgedeki gerilimin büyümesinde en az IŞİD ve EL Kaide kadar rol oynadıkları

açıkça görülecektir. Hatta bu ülkelerin dinci, mezhepçi yönetimleri, bölgedeki gerilim

bakımından terörist örgütlerden daha da büyük tehdit oluşturmaktadırlar. Ki, IŞİD, El Kaide,

Boko Haram gibi örgütler de hem bu mezhepçi yönetimler ve güç odakları arasındaki rekabetten

hem de onlar arasındaki çatışmaların yarattığı boşluklardan yararlanarak güçlenip etkinlik

kazanmaktadırlar.

Gerek bölgedeki ilerici demokratik güçler gerekse bölge halkları, artık laisizm konusunda

daha duyarlıdırlar ve bölgede artık giderek daha fazla, laisizm doğrudan bir yaşam tarzı,

toplumun birliğinin ve bir arada yaşamasının harcı olarak anlaşılmaya başlanmıştır.

IŞİD’in ortaya çıkması ve tüm halklar için bir tehdit oluşturması, aynı zamanda bölgedeki

mezhepçi yönetimlerin ne olduğunun anlaşılmasını da kolaylaştırmıştır. Bu yüzden de, düne göre

bugün, laik ve demokartik bir Ortadoğu için mücadele daha güçlü dayanaklara sahiptir.

Elbette bugün İslami terörizmi lanetlemek onun vahşi yöntemlerini teşhir etmek, onların din

ve mezhepler üstünden yaptıkları kışkırtmaları boşa çıkarmak, onlara dayanak olan mezhepçi,

“ılımlı” görünümlü dinci siyasi odakları teşhir etmek önemlidir. Ama aynı zamanda ondan

da önemli olan, bölgede emperyalist müdahalelere karşı ve onların işbirlikçisi her renkten

mezhepçi, dinci akım ve hareketlere ve ülke yöntemlerine karşı mücadeledir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑