‘68 olayları, dünya ve Türkiye burjuvazisi tarafından, uzunca bir süre korku ve öfkeyle anıldı. “Gençliğin komünizm tarafından aldatıldığı bir anarşi ve kargaşa dönemi” olduğu üzerine kitaplar yazıldı, basın ve TV yoluyla gençler hem suçlu ilan edildi hem de yeniden “ıslah” edilmeye çalışıldı.
1980’lerden sonra burjuvazi ve gericilik, kazanımlarını yeniden gözden geçirdiği koşullarda, ’68’in tarihi de yeniden yazıldı. Bu yeniden yazılımla, ’68’i, devrimci mücadelenin, anti-emperyalist, anti-kapitalist mücadelenin tarihsel geçmişi olmaktan çıkarıp, burjuvazinin kendi kendisini eleştirdiği bir “reform” dönemine, kapitalizmin kendi çelişkilerini aşma çabası olarak burjuvazinin kendi hanesine yazdığı bir kazanım biçimine dönüştürmeyi amaçladı. Bu amaçla 1988, ” ’68’in 20. Yıl Kutlamaları”na dönüştürüldü. Fransa başta olmak üzere, ’68’e sahne olmuş tüm ülkelerde burjuva basın ve iletişim organları, bu “kutlamaların “kapsamlı” ve görkemli olması için ellerinden gelen çabayı gösterdiler.
’68 olayları, Türkiye bir yana bırakılırsa, en radikal biçimini Fransa’da kazanmıştı. Yoğun öğrenci gösterileri, FKP’nin ihanetine karşın işçiler tarafından sempatiyle karşılanmış, dahası işçiler öğrencileri desteklemek için sokaklara dökülmüştü. Ve sonuçta 20 yıldır Fransa’nın tartışılmaz lideri, burjuvazinin ulusal kahramanı De Guelle istifa edip köşesine çekilmek zorunda kalmıştı. Bu yüzden de Fransa’nın ’68 olaylarında ayrı bir yeri vardı. Ve sanki 20 yıl öncesinin önderliği tersten yineleniyormuş gibi, ‘”68’in 20. Yıl Kutlamaları”na da Fransa önderlik etti. ’68’in olumlu değerlerinin tasfiyesi, “Fransız Devrimi’nin 200. Yıl kutlamaları” vesilesiyle gerçekleştirilen devrimin “kötü anılarının” “silinmesi” kampanyasıyla birleştirildi. Bu bir rastlantı değildi. Tersine ‘80’Ierde tarihi yeniden yazmaya yönelen burjuvazinin, geçmişin “kötü anıları”nı silme kampanyasının bir parçasıydı. Nitekim devrimin 200. Yıl kutlamalarının ana teması, devrimi kutlamak değil, devrimin uyandırdığı başkaldırı ve özgürlük duygularını silme, burjuvazinin her türden gericilikten bir tür özür dilemesiydi. Bu yüzden de “kutlamaların” sloganı, “Yaşasın Devrim” değil, “Keşke 16. Lui giyotine gönderilmeseydi!” biçimindeydi. ’68 de, aynı mizansenin bir unsuru olarak işlendi. Daniel John Bendit gibi ’68 de öğrenci önderliği yapmış, ama sonradan nedamet getirerek düzene adapte olmuş “68’liler” öne çıkarılarak, ’68’in devrimci yanları mahkûm edilmeye çalışılırken, öğrenci ve “genç” yanları öne çıkarılıp sahiplenildi. Tıpkı kilise gibi, burjuvazi de, “tövbekâr eski günahkârları” çok tuttu. Dönekliği, burjuvaziye biat etmeyi kutsayıp bir erdem düzeyine yükseltti. Basın, TV, eğitimciler, politikacılar; “Evet, ‘60’lı yularda bir takım sorunlar vardı, yaşlılar duyarsızdı, ama gençler de aşırı tepki gösterdiler. Düzeni sarsan eylemlere giriştiler. Sonra yanlışlarını anladılar, iş güç sahibi oldular, aile kurdular ve düzenin kabul ettiği sınırlar içine çekildiler. Doğrusu buydu. Bugünün gençliği de bu olumsuzluklardan ders almalı, düzen dışı politik kanallarda eyleme geçmemeli vb. merkezli bir propaganda eşliğinde genç kuşakların ’68 geleneği ve onun olumlu yanlarıyla bağlarını koparmayı amaçladılar. Fransa’da başlatılan bu gerici kampanya bütün dünyaya yansıtıldı. Her ülkeden Dantel John Benditler bulundu, onların ağzından ‘68’in bütün olumlu değerleri karalandı. ” ’68 ruhu’; “dayanışma” “eski anıların yeni koşullarda yeniden yorumlandığı” “emekli ruhu”na dönüştürüldü. ’68 “günleri”, “geceleri” düzenlendi; “gençliğimizde neydik!”, “gençliğimizi bir ütopya için harcadık” sohbetleri içinde iş bağlantılarının yapıldığı lobiler kurulmaya çalışıldı.
’68, özellikle Avrupa’da bir öğrenci gençlikle başlayıp nispeten kısa sürede yükselip biten bir hareket oldu. Mücadeleye katılan gençlerin asıl kitlesini orta sınıflardan gelenler oluşturuyordu. Bu, kendi sınıflarından gençlerin düzene başkaldırması olduğu için, burjuvazi için gelecek endişesini artıran bir etkendi. Ama bu sınıfsal temel, aynı zamanda, burjuvazinin gençliği “ıslah etmesi’nin olanaklarını da yaratıyordu. Burjuvazi bu olanağı iyi kullandı ve ’68’in “asi gençleri”ni bir kaç yıl içinde kendi düzenine bağlamasını bildi. Bir yandan ‘60’lı yıllardaki anti-emperyalist fırtınanın dinmesi, öte yandan okullarını bitiren ve ideolojik bakımdan zaten burjuvaziden kopmamış gençlerin, çeşitli kurum ve kuruluşlarda “görev” almaları, kısa zamanda düzenle uzlaşmalarını getirdi. Devrimci komünizmin önderliğinden, onun dönüştürücü etkisinden yoksun gençlik, 1970’lerde hippilik, otonomculuk, çevrecilik eğilimlerine savrulurken, bir kesimi de kapitalist düzenin en radikal savunucuları ve uygulayıcıları olarak burjuva basın ve yayın kuruluşlarının önemli mevkilerine ve “yuppilik”e kadar yükseldiler. Bütün bu savrulmalar, burjuvazi tarafından kullanıldı. Sivrilmiş eski “asi genç” önderler şahsında ’68’in devrimci değerleri karalandı. Geride, isyan duygusunun sıcaklığı ve hoş anılar kaldı.
TÜRKİYE’DE ’68 VE KENDİNE HAS ÖZELLİKLERİ
1968 başlarında Avrupa ve Kuzey Amerika’yı saran öğrenci hareketlerinin başlıca talebi özgürlük ve demokrasiydi. Kapitalist toplumun geleceğine duyulan güvensizlik ve yaşlıların yönetimi olarak niteledikleri burjuva yönetimlerin kendilerini anlamadığını, yerleşik değer yargılarının, kendilerinin yaratma ve gerçeği arama çabalarını engellediğini öne süren öğrenciler, okul ve ülke yönetiminde gençliğin daha aktif olarak yer almasını istiyorlardı. Bu amaçla, okul yönetimlerinde ve ülkedeki çeşitli yasalarda değişiklik talep ediyorlardı.
Öte yandan, özgürlük ve geleceğin eşit, özgür dünyasının habercisi olmuş ve bu uğurda geçmişte büyük mücadelelere önderlik etmiş komünist partileri, ‘60’lı yıllarda birer düzen partisine dönüşmüş, gençliğin düzene başkaldırısına sırt dönmüşlerdi. Bu partiler, o yıllarda işçi sınıfı içinde hala büyük bir otoriteye sahipti. Bu nedenlerle de yükselen gençlik hareketi komünist bir önderlikten yoksun olduğu gibi bağlaşıklardan da yoksun olarak ortaya çıkıp yükseldi.
‘60’ların dünyasında özgürlük, eşitlik ve demokrasi için savaşanlar sadece Batı ülkelerinin gençliği değildi. Tersine, özgürlük mücadelesinin asıl mihrakları Küba’dan Vietnam’a birçok halkın elde silah emperyalist ve gerici ordulara karşı savaştığı ülkelerdi. Bu yüzden de Paris ya da Bonn’da sokağa dökülen gençler, Ho Şi Minh, Che ve Castro gibi emperyalizme karşı savaşan liderlerin posterlerini taşıyorlar, anti-emperyalist talepleri öne çıkarıyorlardı. Bu yüzden de Batı ülkelerinin gençliği, kendi ülkelerinde neredeyse yalnızdı, ama emperyalizme karşı savaşan halklardan sıcak bir ilgi görüyorlardı.
Türkiye’de ’68’e gelen süreç ve sonrası gelişmeler, Batı ülkelerinden farklı bir yol izledi.
Her şeyden önce, Türkiye’de öğrenci gençliğin emperyalizme karşı mücadeleye girmesi ’68’de değil, daha 1963’den itibaren başlamış bulunuyordu. 1965’te “Petrollerin ulusallaştırması” talebi öğrenci gençlik yığınları içinde anti-emperyalist duyguların yaygınlaşmasına yardımcı olurken, aynı zamanda, toplumun diğer kesimleri içinde de emperyalizme karşı mücadele isteğini uyandırmıştı. “Bir Türk dünyaya bedeldir”, “Aslan Türkiye”, “Kaplan Türkiye” edebiyatının cilası kazındıkça, altında emperyalizmin yarı sömürgesi olmaktan başka bir şey olmayan bir Türkiye görüntüsünün ortaya çıkması gençleri anti-emperyalist duygularla dolduruyordu. Bu yüzden de bir Alman, bir Amerikan ya da bir Fransız gençliğinin durumundan farklı olarak Türkiye gençliği için emperyalizm olgusu “dışarıda” bir sorun değil, doğrudan kendi ülkesinde savaşılması gereken, sadece enternasyonalist bir sorun olarak değil, aynı zamanda bir yurtseverlik sorunu olarak ortaya çıkıyordu.
Öte yandan, 1960’lardan itibaren ülkede çevrilmeye başlayan sosyalizm ve anti-emperyalizmi konu edinen kitapların gençlik içinde yoğun bir biçimde okunmaya başlanması, resmi eğitim ve politikacıların iddialarının tam tersi bir dünya ve Türkiye’de yaşanıldığının sezilmesi, gençlerin gözünü açıyor, nasıl bir dünyada yaşadıklarını, bu dünya içinde Türkiye’nin yerinin ne olduğu gibi konuları öğrenme duygularını kışkırtıyordu. Gençler, sadece eğitim ve kendi geleceklerini değil, aynı zamanda, ülke ve dünyanın sorunlarını düşünmeye, tartışmaya, daha iyi bir dünya yaratmak için eyleme geçmeye, daha 1965’lerden itibaren, başlamışlardı bile. Bu yüzden de Avrupa ve Kuzey Amerika’nın 1968’i, Türkiye’de daha 1965’lerden itibaren yaşanmaya başlanmıştı.
Daha sonraki yıllarda, 1967’den itibaren, gençlik ve emekçi sınıfların mücadelesi önünde bir engel haline gelecek olan TİP, bu yıllarda henüz kuruluş halinde olduğu için, bir engel olarak rol oynayamadığı gibi yığınların, özellikle gençlik yığınlarının uyanmasına yardımcı da oluyordu.
Küba’nın ABD emperyalizmine karşı destansı mücadelesi, Latin Amerika ve Afrika halklarının emperyalizme karşı ayağa kalkması ile Vietnam halkının dünyanın jandarması ABD emperyalizmine karşı kahramanca kurtuluş savaşı, dünyayı henüz tanımaya başlayan Türkiye gençliğinin yüreğindeki yurtseverlik duygusunu suluyor, büyütüyordu. Daha bir kaç yıl önce bir öcü gibi gösterilmeye çalışılan Marx, Engels, Lenin ve Stalin’i tanımaya başlayan gençler, egemen sınıfların, kendilerine dünyayı olduğundan çok farklı gösterdiklerini anlamaya başlıyor, burjuva-feodal düzene karşı tepkileri, öfke ve nefrete dönüşüyordu.
Öte yandan Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri, tarihlerinde hiç olmadığı kadar bir hareketlilik dönemine adım atıyorlardı. Haklarını kendi kollarıyla, birleşik güçleriyle alabilecekleri bilincinin kıvılcımları bile onların mücadelesine yeni bir renk veriyor, 1967-70 arasının o unutulmaz mücadele günlerine hazırlanıyorlardı.
Bütün bu olumlu koşulların bir araya gelmesi Türkiye ’68’nin, hem daha görkemli hem de daha kalıcı sonuçlara yol açmasının ortamını hazırlamıştı.
1968 baharında Batı dünyası gençlik eylemleriyle sarsılmaya başladığında, Türkiye yüksek öğrenim gençliği, bütün belli başlı üniversite ve yüksek okullarında, en azından öğrenci dernekleri düzeyinde, devrimci ve anti-emperyalist bir doğrultuda örgütlenmiş, kendisine önderlik edebilecek nitelikte bir gençlik önderleri kadrosunu yetiştirmiş bulunuyordu.
Kuşkusuz, Türkiye gençliğinin öğrenim koşulları ve ihtiyaçları Batı Avrupa gençliğinden çok farklıydı. Burjuvazi ise, gençliğe ne Batı burjuvazisi kadar ılımlı yaklaştı ne de gençliği kolayca satın alabilecek olanaklara sahipti. Tersine, yükselen gençlik hareketine karşı, şiddet ve ezme, polis copu, işkence ve cinayetler, başlıca yöntem oldu. Polis-dinci-faşist işbirliği ile gençlik hareketi boğulmaya, önderleri yok edilmeye çalışıldı. Ama gençlik mücadelesi, bir heves ya da bunalmışlık üstünde değil; demokrasi, özgürlük ve bağımsızlık isteği üstünde yükseldiği için de burjuvazinin ’68 gençlik eylemini bastırması, batıdaki kadar kolayca ve kısa sürede olamadı. 12 Mart darbesinin şokunun yarattığı bir kaç yıllık dönem bir yana bırakılırsa, 1965’lerde başlayan Türkiye ’68’inin, 1980 12 Eylül darbesine kadar sürdüğünü söylemek bir abartma olmayacaktır.
Bu 15 yıllık dönem içinde 1967-71 arasındaki sürecin elbette kendine has özellikleri vardır. Çünkü sonraki yıllara damgasını basan politik gelişmeler, radikal anti-emperyalist gençlik hareketi, devrimci demokratik hareket ve Marksizm’e varma eyleminin öncü kadroları bu hareket içinde, nispeten kısa olan bu dönemde, yetişmişlerdir.
Kuşkusuz, Batı gençliğinin ’68 ile Türkiye gençliğinin ’68’i arasındaki en önemli farklardan birisi de sosyalizm karşısındaki tutumdur.
Yukarıda da değinildiği’ gibi, Avrupa’nın geleneksel komünist partileri, ’68 gençlik hareketleri karşısında açıkça düzenden yana tutum almışlar, sosyalizm ve komünizmi onların şahsında gören gençler Marksizm’e uzak durmuş, bu yüzden de kendilerine yol gösterici kuram olarak Marksizm’e değil, Marcusse gibi karanlık kuramcılara ya da varoluşçuluk gibi idealist eğilimlere yakınlık duymuşlardır.
Türkiye’de ise, 1960’ın ilk yarısında reformcu-parlamentarist TİP etrafında toplanan gençler, kısa zamanda TİP’in reformcu niteliğini fark edip ondan kopmuş, kendi yollarını, el yordamıyla da olsa, kendileri bulmaya çalışmışlardır. Devrimci bir önderlikten yoksunluk, gençlik için pahalıya mal olmuş, ama gençler inisiyatif ve deneyim olarak büyük kazanımlara sahip olmuşlardır. TİP’in ne işçi sınıfı için büyük bir otoriteye sahip olması, ne de sosyalizmin merkezi olarak görünmesi gençliğin sosyalizme yakınlaşmasında olumlu bir rol oynamış; kafasındaki sosyalizm anlayışı ne olursa olsun, bütün gençlik önderleri, ileri gençlik yığınları sosyalizme büyük bir ilgi ve yakınlık duymuşlardır. O yıllarda Batı gençliği içinde popüler olan kozmopolitik eğilimler, Türkiye gençliği içinde hiç bir ciddi etkiye sahip olamamıştır. Tersine, Deniz, Mahir, Cihan, Hüseyin, Yusuf, Sinan, Ulaş, Kaypakkaya ve diğer gençlik önderleri Marksizm’in birer izleyicisi, sosyalistler, komünistler olma çabası içinde olmuşlardır. Kendilerini sosyalist, komünist olarak tanımlamışlar, dünyayı Marksizm ışığında yorumlamaya ve değiştirmeye çalışmışlardır. Aralarındaki ayrılıklar da, Marksizm’e karşı olup olmamaktan değil, Marksizm’in yorumlanmasından çıkmıştır.
Elbette kişinin ya da kişilerin kendilerini Marksist, komünist sayması onların gerçekten Marksist, komünist olduğu anlamına gelmez. Dahası Türkiye’nin o günkü koşullarında gençliğin teorik birikimi ve devrimci hareketin tarihsel mirası, günün gençlik önderlerinin gerçek birer komünist olmaları için yeterli değildi. Ama onlar, samimi, Marksizm’i öğrenmeye çalışan, yaşamlarını devrime adamış, darağacında bile “Yaşasan Marksizm-Leninizm” diye haykıracak kadar Marksizm’e yakındılar. Ancak, Türkiyeli devrimcilerin Marksizm’e varması için daha 4-5 yıl geçmesi gerekti. Ama Marksizm’e varanlar, ’68’in gençlik önderleri, mücadele içinde en radikal tutumu alan, dönemin simgesi, efsanevi gençlik önderi Deniz, Hüseyin, Sinan, Yusuf ve diğer öğrenci önderleri tarafından kurulan THKO, kadroları içinden çıktı. THKO süreç içinde arınarak TDKP’ye dönüşmeyi başardı.
’68 GELENEĞİ VE DEVRİM
Lenin, Rus Bolşevizm’inin niteliklerini iki kaynağa bağlar: birincisi revizyonizmin bütün tahrifatlarından arınmış bir Marksizm’i kendisine teorik temel edinmiş olması, ikincisi ise Rus Narodniklerinin ataklık, inisiyatif, fedakarlık, sınırsız bir cesaretle savaşma gibi niteliklerini Bolşeviklerin de benimsemesidir.
Türkiyeli devrimci komünistler için de benzer tanımlama yaparsak; devrimci komünizmin birinci bileşeni; Titoculuktan Gorbaçovculuğa, Troçkizmden Euro-komünizme her türden revizyonist ve oportünist tahrifattan arınmış bir Marksizm-Leninizm ise, ikinci bileşeni ’68’i simgeleyen devrimci önderlerin, Denizlerin, Mahirlerin, İbrahim’lerin yaratıcılık, inisiyatif, sınırsız bir fedakarlık ve cesaretle savaşma özelliklerini benimsemek, onların baş eğmezliğinin sürdürücüsü olmaktır. Aslında Türkiye ’68’ini anlamlandıran, ona tarihsel bir önem kazandıran işte bu özelliktir. Nitekim burjuvaziyi ve gericiliği ’68’e düşman eden de, yeniden tarih yazmaya zorlayan da budur. Batı burjuvazisi, ’68’in tarihini yeniden yazmayı nispeten kolayca becerdi. Ama Türkiye egemen sınıfları için bu, öyle kolayca olacak gibi görünmüyor. Çünkü Türkiye ’68’i yukarıda sözünü ettiğimiz nedenlerden dolayı öyle kolayca, bir kaç parlak söz, bir kaç törenle geçiştiremeyecek kadar devrimci mücadeleye damgasını basmış bulunuyor. Ama burjuvazi amacına ulaşmaktan vazgeçmiş de değil. Tersine saldırılarını çeşitlendirerek sürdürüyor.
Burjuvazi ve gericiliğin Türkiye devriminin bu görkemli mirasını yozlaştırma çabalarını başlıca dört başlık altında toplayabiliriz:
1) Birinci yaklaşım, 68 için şöyle bir panorama çizer: Bu çocuklar karşılarındaki büyük gücü hesap etmeden başkaldırmış, iyi niyetli, cesur gençlerdi. Ülkeyi bölmek ve düzeni yıkmak gibi bir niyetleri yoktu. Anayasa uygulansa ve onlar anlayışla karşılansaydı, gençlik ve devlet arasına kan girmez, her şey tatlılıkla çözümlenirdi! Bu yaklaşımda olanlar daha da ileri gidiyor; ’68, gençliği ile ‘70’lerin gençliğini de ayırıyor: “68 iyi niyetli, polis asker öldürmemiş gençlerin eylemiyken, 70’ler gençliği, polis, asker öldürenler, bölücü, düzen karşıtı ilan edilip mahkûm ediliyor. Ya da, 12 Mart ile 12 Eylül mahkemeleri kıyaslanıp, 12 Eylül’de 12 Mart’a benzeyen eylemlere idam verilmemesinden kalkarak, 12 Mart hukuku mahkûm edilmeye çalışılırken, 12 Eylül hukuku aklanıyor. Adam öldürmüş olmama, bir ideoloji düzeyine yükseltilip, ’68’in önderleri birer burjuva hümanisti olarak tanıtılıyor. Onların silaha sarılması; hükümet, polis ve kimi provokatörlerin, gençlerin yanlış yollara sürüklenmesi olarak değerlendiriliyor. Sonuçta, ’68 mirasının içi boşaltılıp, burjuva reformcu bir gençlik hareketine indirgeniyor.
Daha çok, aydın çevrelerden gelen bu türden ’68 değerlendirmeleri, belki bir “iyi niyet” unsuru taşıyor, ama perspektif, düzen savunuculuğu, düzenin aklanması anlayışıyla sınırlı kaldığından, tam da egemen sınıfların göstermeye çalıştığı gibi bir ’68 profili çizilmiş oluyor. Burjuva tarih yazıcıları da, sadece hükümet ve kimi çevreleri suçlayıp düzeni aklayan bu değerlendirmeyi, yaklaşımlarının temel taşlarından biri olarak kullanıyorlar.
2) Propagandası yapılan bir diğer değerlendirme de, “68, ’68’de güzeldir!” değerlendirmesidir. Daha çok, ’68 gençliği içinde yer almış, ama bugün düzenle uzlaşıp sıradan liberal haline gelmiş çevreler; işlerine geldiğinde ya da dost ahbap toplantılarında ’68’li olmakla övünmektedirler. Aralarında ’68’in “dostluk”, “dayanışma”, “kişisel çıkar gözetmeyen” değerlerini övmektedirler. “Neydi o günler!” özlemi, “harcanmış gençlik”, yakınmalarına eşlik etmektedir. Ama bu çevreler için ’68, sadece yüreklerinin bir köşesinde kalmış acı-tatlı anılardan ibarettir. Bugün ’68’in devrimci değerlerini yaşatmak gibi bir dertleri olmadığı gibi, yaşatmaya çalışanları da hor görüp küçümsemek, çoğu zaman da onlara açıkça karşı durmak, bu çevrelerin başlıca tutumu olarak ortaya çıkmaktadır.
Burjuvaziye en somut propaganda materyali bu çevrelerden üretilmekle kalmayıp, bizzat kendileri de bir propaganda materyali durumundadırlar. Holding patronlarının danışmanlığından, gerici burjuva partilerinin yöneticiliğine, basın tekellerinin has adamlığına kadar düzenin en çürümüş yerlerinde önemli görevler üstlenen ’68 gençliğinden epeyce kişi tutumları ve yaşantılarıyla ’68’in devrimci yanını mahkum etmek isteyenler için spekülasyon malzemesi sunarken, bugünün genç devrimci kuşakları için de kötü örnek olmaktadırlar.
Bu çevrelerin çok önemli bir bölümü için ’68’lilik, dayanışma, arkadaşlık, sadece iş bağlantıları yapılırken akla gelen, bunda bile gerçek anlamda bir dostluk ve arkadaşlığın gerçekleşemediği, geçmişe ait bir şeydir.
Elbette ’68, geçmişe ait ve geçmişte kalması istenen bir olgu olarak değerlendirildikten sonra, burjuvazi için, kabul edilir bir şeydir. Bu yüzden de ’68’in bu türden bir değerlendirilmesi burjuva propagandanın bir unsuru olarak kullanılmakta, emekli ’68’liler de bu propagandaya güç vermekte, Türkiye devrim tarihinin çarpıtılmasına katkıda bulunmaktadırlar.
3) ’68 için burjuvaziye materyal sağlayan bir başka tutum ise, ’68’i aynen bugün de yineleme eğiliminde olan çevrelerdir. Bunlara göre ’68 diye adlandırılan dönemde ortaya çıkan THKO, THKP-C, TKP-ML gibi devrimci siyasal örgütlerin eylem çizgisi Marksist-Leninist’tir, bütünüyle doğrudur ve bugün de aynen sürdürülmelidir. Bunlara göre, o dönemin eleştirilmesi, Marksizm-Leninizm perspektifi ile doğruların ve yanlışların ayrılması o dönemin önderlerine saygısızlıktır, oportünizmdir vs.
Görünüşte ’68’in devrimci değerlerine sahip çıkma olarak görünen bu tutum, aradan geçen uzun yılların teori ve pratik birikimi göz önüne alındığında anlamsızlaşmaktadır. Hele o çizginin bugün, sadece kimi lojistik olanaklarla süslenerek yinelenmesi anlamsızlığın da ötesinde burjuvazinin devrimci hareketi karalamasına materyal sağlamaktadır. Çünkü ’68 devrimcilerinin, o günün koşullarında anlaşılır olan eylem çizgileri ve eylemleri, bunca deneyim ve birikimden sonra, bugün yinelendiğinde, sadece ’68’in karikatürü olmaktadır. Bu da, burjuvazinin bilinçli olarak, aslı ile karikatürünü karıştırması sonucu, devrimci hareketi ve Marksizm’i karalaması için vesile olmaktadır.
4) ’68’in tarihinin yeniden yazılması girişimlerinin bir dayanağı da, kendisine Marksist, sosyalist diyen ve bir zamanlar ’68 devrimcilerine cepheden saldıranların, Perinçek çevresinin değerlendirmeleridir, Daha ’68 eylemleri sürerken, bütün reformcularla aynı safta, ’68 eylemlerini, özellikle de Deniz Gezmiş’in önderlik ettiği İstanbul Üniversitesi olaylarını, “anayasanın sınırlarını aşan”, “anarşik bir hareket” olarak niteleyip, “asker-sivil-aydın zümreye” mesajlar gönderen Perinçek, aradan 20 yıl geçtikten sonra, 20 yıl süreyle ’68’in devrimci değerlerine karşı savaşmamış gibi, birden kendisini ’68’in devrimci tarafına atıp, Deniz Gezmiş “övgüsüne” dönüyor. Ama bekleneceği gibi kendi tarzında…
Yaşamayan ama arkasında olumlu ad bırakmış devrimcilerin heykellerinin dikilip mirasının içinin boşaltılması, bütün gericiliğin en bilinen taktiklerinden birisidir. Perinçek de aynı yolu izliyor. 20 yıl boyunca saldırdığı mirası, içini boşaltarak benimsiyor. Ve bunu. Deniz gibi, sadece devrimci-demokratlar içinde değil, aydın çevrelerde, emekçi sınıflar içinde de efsaneleşmiş bir önderi över görünerek yapıyor. Deniz’e yüklediği misyon ise, onun “geri çekilmenin de önderi” olduğudur. Elbette her önder, saldırmasını bildiği kadar, geri çekilmesini de bilmek zorundadır. Ama bu Perinçek tarafından öne çıkarılıyor ve ’68 gençlik eylemleri gibi devrimci atılımın simgesi bir hareketin önderinin niteliklerine özellikle ekleniyorsa, olağan anlamı dışında bir anlam taşır. Nitekim buradan kalkılarak çizilen Deniz, karşınıza attığı her adımı kırk kez ölçüp biçen, hiç bir şeyi riske etmeyen, ikircikli bir tip olarak çıkıyor. Her ne kadar, her şeyi ölçüp biçen, hiçbir şeyi riske etmeyen önder tipi masa başında ideal görünürse de, devrim gibi toplumsal altüst oluş eyleminin lideri, gereğinde, yaşamı da dâhil her şeyi riske atabilen; olacakları, ancak olabilirlik düzeyinde değerlendirip karar veren kişidir. Çünkü devrim, toplumsal gelişmenin bir aşaması olarak kaçınılmaz bir biçimde ortaya çıksa da, siyasal bir eylem olarak bilinmeyeni arama, onu ele geçirme eylemidir. Bu yüzden de, aklın yanı sıra, en az onun kadar önemli olan bir faktör de devrime duyulan tutku, devrimci duygusallıktır. ’68’in devrimci önderlerini devrimci yapan onların kılı kırk yarması değil, devrime duydukları özlemi, her türden kişisel çıkarın üstüne çıkarmış olmalarıdır. Eğer Deniz ve diğer ’68 önderleri, Perinçek’in çizdiği gibi, devrimci atılganlıktan, geleceği fethetme ruhundan yoksun birer “hesap adamı” olsalardı, dönemin önderi olamazlar, bugün de Perinçek ve pek çok diğer ’68’li gibi, yaşamlarını, biraz da yaşadıkları dönemin hakkını vermemişliğin burukluğu ile sürdürenlere katılırlardı. Ama Deniz ve diğer devrimci önderler, amaçları uğruna yaşamlarını riske edecek kadar devrime bağlılık gösterdikleri için önder sıfatına layık oldular.
Perinçek’in çizdiği Deniz profili ve ’68 değerlendirmesi, yukarıda sözünü ettiğimiz ilk iki şıktaki değerlendirmelere göre daha ehveni şer gibi görünürse de, ’68’in devrimci mirasının yeni kuşaklara aktarılması bakımından, onlardan daha tehlikeli, burjuvazi için de kabul edilirdir. Çünkü devrimi bir “hesap” işi olarak gören, devrimci coşku ve tutkudan yoksun bir gençlik, devrimci dinamizm taşımayan bir gençliktir. Ataklık, gözü peklik, sınırsız bir cesaretle ileri atılmayan bir gençlik, devrimci harekete hiç bir şey katmayan bir gençliktir. Doğu Perinçek gençliğe, işte böyle, içi boşaltılmış bir ’68 mirası aktarmaya çalışıyor. Burjuvazi ve gericilik daha ne ister!
Değerlendirmeler çok; ’68’in mirasını müzeye koyup, o sayfaları kapatmak isteyenler daha da çok. Ama yukarıda da değinildiği gibi, Türkiye’nin ’68’i, müzelere ya da burjuva tarihçilerinin çarpıtılmış tarih sayfalarına sığmayacak kadar büyük ve yığınlara kök salmış bir harekettir. Bu yüzden de, “6 Mayıs’ın 20. Yıl Anmaları”, gençlerden ve emekçilerden olağanüstü bir ilgi görmektedir. Binlerce kişi, çarpıtılmamış, 68’in bütün gerçekliği ile sergilendiği gecelere, anmalara katılmakta, Ankara’dan Köln’e, İstanbul’dan Paris’e Londra’ya kadar devrimci ’68’in rüzgârları esmeye devam etmektedir.
Sömürü ve zulüm var oldukça başkaldıranlar da varolacaktır. Türkiye’de her başkaldırı da, ’68’den güç alacak, ’68’in ataklığı, kararlılığı, devrimci coşkusunu yeniden üretip çoğaltacaktır. Çünkü ’68, burjuvazinin değil, Türkiye gençliğinin, proletarya ve emekçilerinin mücadele tarihinin mirasıdır.
Haziran 1992