Proletarya zincirlerinden kurtuldu mu?

Marksizm’e göre tarih, sınıf mücadelelerinin tarihidir. Kapitalist toplumda bu sınıf savaşımı, iki modern sınıf; burjuvazi ile proletarya arasındaki mücadeleye, açık ve dişe diş bir tarihsel hesaplaşmaya dönüştü. Proletaryanın egemen sınıfın iktidarını parçalayarak kendi sınıf iktidarını kurma çabası ile burjuvazinin şu anda zaten onun sınıfsal egemenliğinin ifadesi olan devletin korunması ve kalıcılığının sağlanması çabası arasındaki karşıtlık, yalnızca şiddetin çözebileceği bir yapı kazandı.
Ancak sınıf mücadelesi bu son kapışmaya dönüşünceye kadar birçok değişik deneyden geçer, birçok değişik biçime bürünür. Burjuvazi sınıfsal egemenliğinin sunduğu olanakları kullanarak bu son kapışmayı geciktirmeye, bu yöne doğru akmakta olan işçi sınıfının kanallarını tıkamaya, yolunu değiştirmeye, onu şaşırtmaya ve sınıfın düzen içi bir unsur olarak kalmasını sağlamaya çalışır. Sınıfa ideolojik olarak sürekli bir saldırı içindedir.
Proletaryanın tarihsel dönüşümlerin odağında yer aldığı ve onun, politik eylemiyle sisteme ait bütün çelişkileri çözerek, sonal hedefi olan kendisi de dâhil bütün sınıfları ortadan kaldırmayı gerçekleştirmeye aday ve muktedir bir sınıf olduğunu söyleyen Marksist sav, bugün ve aslında çok uzun zamandır en çok saldırıya uğrayan, en çok tahrif edilen ve içi en çok boşaltılan saptamadır. Proletaryanın devrime dönen yüzünü burjuvazi bu teze her fırsatta değişik cephelerden saldırarak karartmaya çalışır.
Marksizm, işçi sınıfını toplumsal dönüşümün ve sosyalizmin inşasının motor gücü olarak ilan ederken, kimilerinin sandığı gibi 1848’ler Avrupası’nın devrimci dönüşümler ve ayaklanmalar döneminden çıkarılan heyecanlı, inançlı ama “sübjektif” gözlemlere dayanmaz. Kapitalizmin tahlili, bu sisteme ait üretim ilişkilerinin gizil olarak barındırdığı eğilimin saptanması, bu somut gözlemleri elbette içermektedir, ama bu dönemde yaşanan ilişkilerin ve ilişkilerin kritik noktaya geldiği bu tarihsel zamanda ortaya çıkan sonuçların; proletaryanın devrimci bir sınıf olduğu ve bu devrimin enderi olacağı savının kapitalizmin bütün zamanları için geçerli bir önerme haline gelmesinin daha derin ve nesnel analizlerin sonucunda oluştuğu gerçeğini örtmez. Bu tez üretim ilişkilerini toplumsal yaşamın belirleyici ilkesi olarak kabul eden, kapitalist üretim ilişkilerinin sömürüye dayalı karakterini burjuvazinin siyasal ve sosyal egemenliğinin nedeni sayan tarihsel materyalist ilkeden doğar. Sömürü ilişkisinin diğer ucunda bu sömürülmenin nesnesi olarak bulunan proletaryanın devrimci bir sınıf oluşu, kapitalist üretim ilişkilerinin ampirik olmayan, nesnel tahlilinden doğan önermedir. Geçen onca zaman bu ilişkilerde öze ilişkin hiçbir değişiklik yaratmadığı için de bu tez hala geçerli ve hala günceldir. Marksizm de bu bakımdan ilk ortaya çıktığı zamanı ilgilendiren “Avrupa merkezli” bir teori değildir.
Bunu yeniden anımsatmak bir ihtiyaçtan doğdu. 1 Mayıs akşamı televizyon kanallarından birinde Engin Ardıç’ı izleyenler, onun şimdiye dek kimsenin anlamadığını sandığı bir gerçeği (!) dile getirdiğine tanık oldular. Engin Ardıç şöyle diyordu: “Marks’ın 1848’lerde söylediği işçi sınıfının zincirlerinden başka kaybedecek şeyi yoktur sözü bugün geçerliliğini yitirmiştir. O zaman için doğru olan şey bugün için doğru değildir.” Kendine Ardıç kuşu lakabını takan bu bilgiç karşı-devrimci yorumcu, “devrimciler”e öğüt veriyordu: “İşçi sınıfının kaybedecek şeyleri var artık!
Örneğin renkli televizyonları var!” Kimileri Engin Ardıç’ın her zamanki yavanlıklarından biri diye gülüp geçti. Ama birçok izleyicinin kafasında bir kuşku uyandırmayı başardığı da açık. Şimdiye dek yer aldığı günlük gazetedeki köşesinden devrimcilere tuttuğu salvo ateşi, zaten her zaman bu “acabaları üretmeye hizmet ediyordu ve bu bakımdan ezilen ve sömürülen sınıf ve tabakaların kendi özgüvenlerini zedeleyerek, kendilerinden ve güçlerinden kuşku duymalarını sağlamaya çalışan burjuvazinin argümanını kullanıyordu.
Ardıç bir yana, proletaryanın “artık kaybedecek şeylerinin olduğu”na dair ifadelere daha sık rastlanır oldu. Kendini ‘çağdaş sendikacılık’ın uygulayıcısı olarak ilan eden bazı sendikalar da bu görüşü değişik üsluplarla öne sürmeye başladılar, kendilerini bu ilke doğrultusunda yeniden yapılandırmaya giriştiler. Otomobil-İş Sendikasının kongresinde Celal Özdoğan kürsüden ‘proletaryanın artık kaybedecek şeyleri vardır’ anlamına gelen sözler söyleyince seçimi kaybetti.
Ne Ardıç ne de bu “çağdaş” sendikacılar, patentin kendilerine ait olduğunu sansalar da yeni bir görüş ileri sürmüyorlar. İşçi sınıfının durumu yıllardır sürekli olarak gözden geçiriliyor ve burjuva ideologlarınca bu sınıfın devrimci bir sınıf olmadığı, daha doğrusu devrim diye* bir şeyin olmadığı defalarca yeniden tescil ediliyor. Üstelik Marx’ın öngörülerinin 1848’ler için doğru olduğunu artık teslim edenlerin benzerlerinin daha o zamanlarda nasıl aynı kılıçları çekmiş olduklarının ve bunların Marx’ı daha o zaman nasıl uğraştırdıklarının belgeleri de var.
İşçi sınıfını burjuvaziyle girdiği mücadelede zayıflatmak, sosyalizmle sınıf hareketi arasındaki bağı koparmak için burjuva ideologlarının girdiği çaba oldukça zengin malzemeye ve varyantlara sahip. Son zamanlarda en çok kullanılan yöntem proletaryanın bir sınıf olarak yeniden tahlil edilmesi ve bu tahlilin sonucunda onu burjuvaziden ayıran sınırın bulanıklaştırılarak yeniden çizilmesi. Bu sınırın yeniden çizilmesi ihtiyacı, Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’ndeki rejimlerin çökmesi sonucu ortaya çıkan politik coğrafyada egemenlik alanlarının yeni sınırlarla belirlenmesi ihtiyacıyla çok yakından ilgili.
Eski revizyonist ülkelerde rejime ilişkin olumsuzlukları, sosyalizme fatura ederek, sözde iki dünya arasında cereyan eden soğuk savaşta burjuvaziye haklılık kazandıran durumları değerlendiren, bu yüzden de bu ülkelerde sosyalizm olduğuna dair yanılsamalar üretmekten özel bir çıkar uman burjuvazi, bu rejimlerin birer birer çöküşüyle yeni bir taktik kullanma ihtiyacı duyuyor. Sosyalizmin tarihe gömüldüğünü, hâlâ sosyalizmi savunanların bu tarihsel gerçeği anlamayarak boşa kürek çektiklerini vazediyor. Onlara göre dünya ikiye bölünmekten kurtuldu, kapitalizmle sosyalizm arasındaki çıkar çatışmalarının yerini bütün insanların ortak çıkarları aldı!
Dünyanın artık eski dünya olmadığı, değiştiği tezleri işçi sınıfının da eski pozisyonunda bulunmadığı, onun da dünyayla ve kapitalizmle birlikte değişerek devrimden uzaklaştığı iddiasıyla besleniyor.
Bugün proletaryaya elveda diyenler, proletarya yoktur demenin yükselen kitle mücadeleleri ve işçi hareketi nedeniyle çok zor olacağı, 1968 ve ‘70’li yıllarda ürkekçe fısıldanan karşı devrimci görüşlerden besleniyor. Nicos Poulantzas o yıllarda, “Hem burjuvazi hem de proletarya ağırlığı giderek artan orta kesimin yahnisi içinde, sınıf mücadelesinin eriyip dağıldığı bölgede karışıp kaynaşmaktadır” diyordu. FKP teorisyenleri de Marksizm’in sınıf tahlilini tahrif ederek yeni duruma uygun proletarya profili çizmeye soyunuyorlardı. Bu kez yapılan,”beyaz yakalı” hizmet sektörü çalışanlarının da proletarya içinde tanımlanmasıydı. Mandel ise, bilimsel teknolojik devrimin, kapitalizmi ve işçi sınıfın değiştirdiğini, Marksist devrim kuramının artık işlevinin kalmadığını iddia ediyordu. Proletaryanın tanımlanması stratejik bir öneme sahipken en çok bu tanım üzerinde neden durulduğu, neden sık sık gözden geçirilme ihtiyacı hissedildiği anlaşılır bir şeydir.
İşçi sınıfının bugün sahip olduğu bazı geçim araçlarıyla artık o eski işçi sınıfı olmadığını iddia etmekle; burjuvaziyle bu sınıfı, küçük burjuvazinin tanımlandığı alanda buluşturmakla; ya da küçük burjuva sınıf katmanlarının onların da üretim araçlarına sahip olmadıklarını ileri sürerek proletarya içinde görülmesi arasında amaçsal bir farklılık yoktur. Bu ortak amaç, proletaryanın taleplerini bulandırmak, burjuvaziyle bu sınıf arasındaki antagonizmayı yumuşatmak, burjuvaziyle alınıp verilecek bir şeyin kalmadığına, bu düzenin herkesin refahını sağladığına insanları inandırmaktır.
“Bilimsel ve teknik devrim’in işçi sınıfını değiştirdiği, onu orta sınıflarla yakınlaştırdığı iddiasında bulunanlar, bilimsel teknik gelişimin sınıf mücadelelerinden bağımsız özel bir dönüştürücü ve değiştirici işlevinin olduğunu savunurlar. Üretime aktarılan ve emek araçlarının daha da geliştirilmesine yol açan her yeni buluş kısmi bir refah sağlayabilir. Ama Kapitalizmde sanayi devriminden beri bu emek araçlarının giderek gelişip karmaşıklaşarak, üretimde bir yoğunlaşmaya yol açtığı bilinir, kapitalist üretim tarzının kendi iç işleyiş yasaları ve örgütlenme biçimiyle ilgili olarak yine bilinir ki, kapitalizmin onmak bilmez krizlerinin nedeni de bu yoğunlaşmış üretimdir. Bilimsel teknik gelişim bir yanda yeni ihtiyaçlar ve yeni üretim alanları, sınıfa yeni üyelerin katılmasını sağlarken, diğer yandan ama işsizliğin de etkeni olur.
Bilimsel teknolojik gelişim, sınıf mücadelesinden bağımsız olarak toplumsal gelişimin öznesi olamaz. Üstelik kapitalizmde bütün buluşların patent hakkına sahip olan burjuvazi, kendi sınıf çıkarlarını ilgilendirdiği ve güçlendirdiği ölçüde bilimin ve tekniğin gelişmesine izin verir. Bu gelişim kapitalizmin sınırlan içinde sınırlı bir ivmeye sahip olacaktır.
Euro-komünizmin beslediği bütün ideologlar, insan öğesini içinden dışladıkları bir üretici güçlerin gelişmesi kuramı oluşturarak, işçi’ sınıfının bu gelişmelerin etkisiyle artık eski sınıf özelliğini yitirdiğini onun da bu düzende kaybedecek şeyler edinerek zincirlerini kırdığını iddia ediyorlar. İşçi sınıfının sermayeden koparmayı başardığı bir kısım konfor öğeleri için ne kadar yoğun mücadelelere girdiği, bizzat bugün elinde canları da ancak mücadele ederek koruyabildiği onlar için önemsizdir.
İdeolojik manipülasyonlarla üstü örtülmeye çalışılan çelişki, her iki sınıfın birbirinden farklı olan çıkarlarını belirleyen gerçek; birinin emek gücünü satarak doğrudan doğruya sömürülüyor olması, diğerinin ise bu emek gücünü satın alarak işçinin ödenmemiş emeğinden artı-değer sağlamasıdır. Bu alışverişin koşulları bir yanda üretim araçlarına sahip bir sınıf varken diğer yanda bütün bu araçlardan tarihin bir döneminde koparılmış ve geçinmek için emek gücünden başka satacak hiç bir şeyi kalmamış bir insan kitlesinin olmasıdır. “Üretim araçlarına sahip olan kesim, aynı zamanda ürünlerin tasarruf hakkına bunların sonucu olarak siyasal egemenlik, kültür tekeli, entelektüel yönetimin temellükü”ne sahiptir (1)
Bu analiz bugün de geçerliliğini korur. Ancak, İşçi sınıfının yaşam koşulları; sahip olduğu geçim araçları, yaşamını sürdürmek ve bir sınıf olarak kendini yeniden üretebilmek için gereksindiği malzemeler bakımından değişmiştir. 19. yüzyılda bugünkü gibi işgücünü kapitaliste satarak geçinen işçi sınıfı, kuşkusuz bugüne göre kıyaslandığında, oldukça vahşi koşullar altında yaşıyor ve çalışıyordu. Geçen zaman zarfında çalışmanın koşullarında ve emek gücünün yeniden üretiminin bileşenlerinde emek araçlarının ve diğer üretici güçlerin düzeylerinde değişiklikler oldu. Kapitalizmin iç evrimi hem işçi sınıfının hem de burjuvazinin olanaklarını aradaki uçurumu korumak kaydıyla değiştirdi geliştirdi.

SANAYİ DEVRİMİ VE EMEK ÜRETKENLİĞİNDEKİ ARTIŞ
Kapitalizmin “vahşi kapitalizm” diye tanımlanan döneminde, yani henüz sanayi devrimiyle başlayacak makinalaşma dönemine geçilmediği yıllarda, toplumsal üretim el emeğine dayanmaktaydı. Bu yıllarda işçi sınıfı bedensel olanakları sonuna kadar zorlanarak, takatleri ve enerjileri tükeninceye dek, günde 14-15 saat çalışmak zorundaydı. Bu emeğin üretkenliği de ortalama sağlıklı insan bedeninin fiziksel gücüne bağımlıydı ve bu emeğin birim zamanda üreteceği metanın ortalama miktarı da belirliydi.
Sanayi devrimiyle birlikte üretime makina girdi. Makina üretilen meta miktarının ve çalışma saatlerinin, insan bedeninin fiziksel olanaklarına bağımlı olmaktan kurtulması anlamına geliyordu. “Emeğin üretkenliğini yükseltmek yani bir metanın üretimi için gerekli emek zamanım kısaltmak için en güçlü araç olan makina, sermayenin elinde ilk kez el attığı sanayi alanlarında iş gününü insan doğasının koyduğu bütün sınırların ötesine uzatmak için en güçlü araç haline geldi.” (2)
Artık, birim zamanda üretilen meta miktarı artmış yani bir metanın üretilmesi için gereken zaman kısalmıştı. Makinalar 24 saat çalışıyorlardı. Hiç dinmeyen makina sesleri arasında bu sürecin içine eklenmiş, bileşeni bu yeni üretici güçle değişmiş olan toplumsal emek, yeni bir üretkenlik tanımıyla tanımlanıyordu. Makinalı üretimde kullanılan emeğin fiziksel bakımdan güçlü, eğitilmiş olması gerekmiyordu. Bu yüzden akın akın kadın ve çocuk emeği fabrikalara aktı. Bu dönem sermayenin hızla genişleme olanağı bulduğu, işçi sınıfının en sefil koşullarda yaşadığı dönemdir.  Daha sonraları bir erkek işçi, ailesini geçindirecek kadar bir ücret almak durumunda kalacaktı ama, o yıllarda bu ücret kadınların ve çocukların da fabrikalara doluşmasıyla birlikte aile fertlerine bölünüyordu. Sermaye dört kişilik bir ailenin bütün fertlerini aynı ücretle sömürüyor, dört kişinin emek gücünden ise dört kat artı-değer elde ediyordu. Makina bir metanın üretim maliyetini düşürmüş, emek önceki zamanlara göre ölçüsüz bir üretkenlik kazanmıştı.
Makinalaşmayla birlikte, işçi, yoğun bedensel ve zihinsel yetenekler kullanmak zorunda kalmayan yalın ve tek düze bir üretici güce dönüştü. Bir işçi eskiden 15-20 kişinin yaptığı işi tek başına yapabilir hale geldi. Bu durum sınıf üyeleri arasında derinleşen bir rekabete yol açtı. Emek pazarında bekleyen ve kendini en ucuz fiyata satmaya razı olan devasa bir yedek sanayi ordusu oluştu. “Makina, işgününün alabildiğine uzatılması için güçlü dürtüler sağladı, öte yandan da kısmen işçi sınıfının daha önce el atmadığı yeni tabakalarına yaklaşma olanağını sağlayarak kısmen de yerlerini aldığı işçilerin açıkta kalmalarına yol açarak, sermayenin diktasına boyun eğmeye zorunlu bir fazla işçi nüfusu meydana getirdi. Emek zamanının kısaltılması için en güçlü aracın, emekçi ile ailesinin ömürlerinin her anını,  sermayenin değerini genişletmek amacıyla kapitalistin emrine verme konusunda en şaşmaz bir aracı haline gelmesi gibi bir ekonomik paradoksun doğmasının nedeni de budur.” ( 3) İşçi ücretini belirleyen etkenlerden biri olan arz-talep yasasına göre, emek-gücünün arzındaki fazlalık, pazarlık yapma yeteneği konusunda henüz zayıf olan işçi sınıfının ücretlerinin düşük düzeyde tutulmasının etkeni oldu. Metaların üretim maliyetlerinin azalması, kendisi de bir meta olan emek gücünün maliyetini de etkiledi.
“Emeğin üretken gücü özellikle daha büyük işbölümü ile makinaların daha genel biçimde üretime sokulması ve durmadan geliştirilmesi ile artar, işin kendi aralarında bölündüğü emek ordusu ne kadar büyük olursa, makinalaşmanın alanı ne kadar genişlerse, üretim maliyeti bununla orantılı olarak düşer. Emek o ölçüde verimli olur. Bu yüzden kapitalistler arasında işbölümü ve makinaları arttırmak ve her ikisinden de en büyük ölçüde yararlanmak yolunda genel bir yarışma başlar” (4)
Büyük yedek sanayi ordusunun oluşması, buna bağlı olarak sınıf saflarında derin bir rekabetin gelişmesi, yaşam koşullarının düzeltilmesi için birlikte mücadele etme deneyi ve örgütlenme olanakları zayıf olan işçi sınıfının ücretinin olabildiğince alt sınırlara çekilmesine olanak verir. Bu sınır, geçim araçlarının en asgari düzeyde tutulduğu bir sınırdır. İnsanın başka diğer eğitsel, entelektüel, ihtiyaçlarından feragat edilmiş olduğu için aç kalmama sınırına dek çekilmiştir. Ve bu sınır hiç bir zaman somut ve belirlenebilen kesin bir çizgi değildir. İnsan gereksinimlerinin asgari düzeyini de toplumsal koşullar belirler, toplumsal ortalama yoksulluk düzeyi de o zaman dilimindeki koşullara göre belirlenir, ama her durumda işçi sınıfı genel eğilim olarak toplumun en yoksul kesimini oluşturur,
19. yüzyılda işçi sınıfının durumu, yaşadığımız yüzyıldaki işçi sınıfının sahip olduğu geçim araçlarına göre değerlendirilince, doğal olarak olumsuz bulunacaktır. Marx’ın sözünü ettiği paradoks, makinalaşmanın teorik olarak, çalışma zamanını kısaltması beklenebilecekken bu sonuca yol açmaması, bilimsel teknolojik gelişime; sınıf mücadelesinden kopuk bir özerklik tanınamayacağının, bu gelişmenin tek başına işçi sınıfının durumunda bir iyileştirme sağlayamayacağının göstergesidir. Çalışma saatlerinin kısalması ve sınıfın koşullarındaki iyileşme, proletaryanın bu talepleri ileri sürerek ayağa kalkacağı, örgütlenip mücadele edeceği sonraki yıllara kalacaktır. Proletaryanın talepleri, sistem içinde karşılanabildiği ölçüde, kapitalizme içselleştirilebilecek, teknolojik gelişimin düzeyiyle birlikte emek-gücünün yeniden üretiminin koşullarının yeni toplumsal unsurlarını oluşturacaktır.

GEÇİM ARAÇLARI VE EMEK GÜCÜNÜN YENİDEN ÜRETİLMESİNİN TOPLUMSAL KOŞULLARI
19. yüzyılda işçi sınıfı ailesinin sahip olduğu geçim araçlarıyla, yaşadığımız yüzyılın son çeyreğinde sahip olunanlar bakımından fark vardır. Çünkü kapitalizmin o yüzyılda dayandığı üretici güçler dolayısıyla üretimin koşulları da belli oranda değişti. Üretimin koşullarının değişmesi, emek-gücünün yeniden üretiminin koşullarında da bazı değişiklikleri gündeme getirdi.
Emek-gücünün yeniden üretimini sağlayan en önemli etken ücrettir ve ücretin miktarı bütün diğer metalar gibi bir meta olan bu gücün maliyetine göre belirlenir. Bazen çeşitli etkenler nedeniyle bu sınırın üstüne çıkar, bazen altına düşer ama sonuçta eğilim olarak bu maliyet sınırının üzerinde durur.
Emek-gücünün maliyeti hesaplanırken, kullanılan ölçü, işçinin bir günlük ya da haftalık olarak harcadığı emek-gücünü yerine koymak için gereken geçim araçları miktarıdır. “Bu maliyet zaman ve koşullara göre değişiklik gösterir, ama belli toplum koşullan için belli bir yer ve belli bir üretim dalı için hiç değilse oldukça dar sınırlar içinde bu maliyet bellidir. Kapitalist üretim tarzı temelinde işçinin’ üretim maliyeti, işçinin çalışabilmesi, çalışabilir durumda kalması ve yaşlılık hastalık ya da ölüm gibi nedenlerle yerinin bir başkası tarafından alınması için ortalama olarak gerekli olan geçim araçları miktarından ibarettir.” (5)
Bu geçim araçları karşılığında işçi peşin olarak yaşamsal faaliyetini satar. Emek, gücünün maliyeti hesaplanırken, işçinin bir sonraki gün ya da haftada, işyerinde hazır ve sağlıklı olarak bulunması için gereken geçim koşullarının karşılanmasının yanı sıra, sanayi devriminden sonra eve geri gönderilen kadınların ve çocukların geçiminin de gözetilmesi gerekir. Bu, işçi sınıfının bir sınıf olarak kendini idame etmesinin koşullarının yaratılması bakımından zorunludur. İşçi, zorunlu emek süresinde sadece kendi için değil, ailesi için de çalışır. Kriz dönemlerinde bir kişinin çalışmasıyla ailenin geçimini sağlamak mümkün olmaz ve o zaman kadın emeği de üretime akar, sermaye düşük ücret ödeyerek iki kişinin emek gücünden katlanmış bir artı değer elde eder.
Ücret basit anlamda işçinin karnını doyurması için gereken besin maddeleri, yakacak ya da konut giderlerini karşılamak için ödenmez. Emek gücünün yeniden üretimi için gereken araçlar toplumsal gelişme düzeyiyle çok yakından ilişkilidir. Örneğin çocukların çalıştırılmasına yasal sınırlar getirilmişse ve onlar için zorunlu bir eğitim programı koyulmuşsa, bu sermayenin, asgari olarak eğitilmiş insan gücüne duyduğu ihtiyaçtan kaynaklanır ve bunun için de, çocukların eğitim giderleri vs. ücrete içerilir.
Ücrette herhangi bir artış, sermayenin büyüklüğünde de hızlı bir artışın olmasını öngörür. Sermayenin büyümesi toplumsal ihtiyaçların ve zevklerin de değişmesine neden olur. Bu işçi sınıfı için de geçerlidir. Ancak, burjuvazi işçi sınıfı için erişilmez olan bazı zevk araçlarına daha yoğun olarak sahiptir ve bu araçlara daha kolay ulaşır. İşçi sınıfı için, elde edilenler toplumsal gelişme aşamasına göre her zaman en düşük düzeyde kalır. “Bizim isteklerimiz ve zevklerimiz” diye yazar Marx, “Toplumdan kaynaklanır; bu bakımdan biz de bunları, toplum ölçüsüne vururuz; yoksa bize doyum veren nesnelerle ölçemeyiz. Bunlar toplumsal bir nitelik taşıdıklarından görelidirler. Bu bakımdan ücret yalnızca, karşılığında elde edebileceğim metalar miktarıyla belirlenmemektedir. Ücret çeşitli ilişkileri içerir.” (6)
Bilimsel teknolojik gelişim, bütün buluşların patenti burjuvazide olduğu sürece sermayenin genişletilmesinin olanaklarını yaratmaya yarar. Evlerde kullanılan beyaz eşyalar da, yoğun reklâm kampanyalarıyla halkta bir tüketim güdüsü yaratılarak pazarlanmaya çalışılır. Fabrikalarda işçilere ürettirilen bu eşyaların pazarını elbette çalışanlar oluşturmaktadır. Son yıllarda geliştirilen kredili satış yöntemleriyle, düşük taksitler belirlenerek bu eşyalara oldukça geniş bir kesimin ulaşmasının olanakları sağlandı. Üç yıl önce
sekiz ayla sınırlanan kredili satış süresi bu ürünlere ulaşmak giderek zorlaştıkça, işçi ücretlerinin alım gücü düştükçe on altı ya da yirmi dört aya dek uzatıldı. Ardıç, her işçi ailesinde artık çamaşır makinasının olduğunu söyleyedursun, onun temennisine ve yarattığı yanılsamaya karşın, çamaşır makinası hala işçiler için erişilmesi güç bir menzilde durur. Ola ki, teknolojik gelişim otomatik çamaşır makinasını ülkede yaygın bir kullanım alanına soktuktan sonra, hurda fiyatına elden çıkarılan eski şanzımanlı makinalardan edinilmemişse…
Toplumsal emeğin bileşenleri değişiyor. İletişim olanaklarının hızla geliştiği, Marksist devrimci eleştirinin kapitalist üretim ilişkilerine yönelttiği eleştiriyle sistemin temellerini sarsarak, onun geleceği konusunda kuşku uyandırdığı, işçi sınıfı eylemlerinin yaygın bir olgu olduğu, sosyalizmin bir ütopya olmaktan çıkarak kısa dönem de olsa yaşanan bir gerçeklik haline geldiği günümüzde, emek-gücünün yeniden üretilmesi artık eski yöntemlerle süremiyor.
Televizyon da bu bakımdan oldukça önemli bir işleve sahip. Çünkü televizyonla, yayın hakkını tekelinde bulunduran sınıfın dünya görüşü, ideolojisi her gün dakika dakika izleyenlerin bilinçaltına akıtılıyor. Geçmişte, sekiz saatlik işgünü için mücadele ederek döktüğü kan pahasına bu hakkı elde eden işçi sınıfı, görünürde kendisi için kullanabileceği bir zaman kazandı. İşçiyi makina başında saatlerce tutarak posası çıkıncaya kadar çalıştırma olanağını yitiren sermaye, işçi sınıfının kendisi için kazandığı bu zaman parçasını onu makina başına çekerek değil ama bu kez yeni bir yöntemle doldurmaya çalıştı. Televizyon bu bakımdan en elverişli malzemeydi. İş saatleri bitiminde eve koşarak saatlerce ekranın başında kendine sunulanları izlemeye koyulan bir kitle elbette, bu zamanı sosyal-siyasal ilişkilerini geliştirmek için kullanabilecek bir kitleden daha az tehlikeli olacaktı. Televizyon, ertesi günü işbaşına gelecek olan işçinin ideolojik bakımdan şekillenmiş, akşam izlediği programlarla eğlenerek dinlenmiş ve farkında olmadan burjuva değer yargılarıyla yeniden donanmış olmasını sağlıyordu. Sermayenin de, elinde olmadan göz yumduğu iş saatlerinin kısalması durumunu telafi etmesi bakımından uygun bir olanaktı. Her şey kapitalizmin sürmesi, ömrünün uzatılması ve işçinin işçi olarak kalmasının sağlanması içindi. Bu bakımdan televizyon ayrıcalıklı sınıflara mensup ailelerin lüks tüketim maddesi değil, alt tabakaların da edinebileceği ve özellikle edinmesi gereken zorunlu bir araçtı. Besin maddeleri gibi hemen tüketilmiyordu ama uzun vadede emekçilerin ruhlarının burjuvaziye satılmasını kolaylaştırıyordu.
İşçinin işçi olarak sermayenin karşısında itirazsız bir kitle olarak kalmasının, yani kapitalizme özgü üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesinin en önemli ideolojik aygıtıydı televizyon. Bu bakımdan, emek-gücünün maliyetinin unsurlarına bu aleti de katmak gerekmekteydi.

PROLETARYANIN ZİNCİRLERİ
“Proletaryanın zincirlerinden başka kaybedecek şeyi yoktur” biçimindeki Marksist önerme, Kapitalizme ait mülkiyet ilişkilerinin analizinden çıkarılan bir önermedir. Kimilerinin sandığı gibi, işçi sınıfının günlük kullanımındaki malzemelerin, geçim araçlarının nicel yokluğunu ifade etmez sadece. Öyle olsa bile, burjuvazinin sınırsız zenginliği karşısında oransal bir ölçüme gidildiğinde yine de haklı olunur.
Ancak Marx, proletaryanın zincirlerinden bahsederken, üretim araçlarına sahip sınıf karşısında, bu araçlardan yoksullaştırmış ve bu yüzden de geçimini sağlamak için yaşamsal faaliyetini satmak zorunda kalan proletaryanın bağımlılığından bahseder. Yaşamsal faaliyetin ücret karşılığında satılmasıyla elde edilen geçim araçları, nasıl para kendiliğinden sermaye olamazsa, üretim araçlarının içinde yer aldığı özel mülkiyet kategorisinde de düşünülemez.
Oysa Toplumsal bütün zenginliklerin sahibi burjuvazidir. Üretim araçlarının ve ürünlerin tasarruf hakkına sahip olmak sıfatıyla, işçi sınıfını sömürür.
Daha önce sözünü ettiğimiz nedenlerden dolayı, bilimsel teknik gelişimin etkisiyle toplumsal üretim artışının sonucu olarak; sınıf mücadelesiyle yaşam koşullarının düzeltilmesine ilişkin olanaklar elde edilebilir ya da burjuvazinin sınıf mücadelesinin hızını düşürmek için uyguladığı taktiğe bağlı olarak ücretlerde göreli bir iyileşme görülebilir. Bütün bunlara karşın sınıf, göreli olarak yoksulluktan kurtulamaz.
Emek üretkenliğindeki artışla, işçinin kendisi için harcadığı zorunlu emeğin süresi giderek kısalırken, artı-emek süresinin nesnel olarak uzadığı görülür. Örneğin işçi 20 gün çalışarak bir yıllık geçimini sağlayacak ücreti kazanır, ama geriye kalan yılın diğer günlerinde karşılığı ödenmemek üzere kapitalist için çalışır. Bu sürede elde edilen artı-değerin kapitalistin emek-gücü karşılığında ödediği miktara oranı giderek artar. Bu sömürü oranı 19. yüzyılda yüzde elli ise, bugün yüzde bin sömürü oranından söz etmek bile az gelmektedir. İşçi sınıfının bir takım konfor öğelerine sahip olmasından çok, durumu belirleyen işte bu sömürü oranındaki artıştır. Sınıfın eline geçen kişisel mülkiyet unsurlarının artması aslında bu sömürü ilişkisinin derinleşmiş olduğunun göstergesidir.
Sermayenin hızla büyümesiyle işçi ücretlerinde görülen artış, işçiyi kapitalistten ayıran uçurumun da eskisine göre derinleşmiş olduğunun göstergesidir. Ücret artışının görünmeyen yüzünde bu sömürü ilişkisinin gizlenmesi ve emeğin sermaye karşısında daha bağımlı hale gelmesi vardır. İşçi emek-gücünü kullanarak “burjuvazinin zenginliğini ne denli arttırırsa kendisine düşen kırıntılar da o kadar artacaktır” ve belki önceki zamanlara oranla daha fazla kişisel mülk edinebilecektir.
Komünistlerin kişisel mülk edinme hakkına karşı çıktıkları, öteden beri Marksizm düşmanları tarafından iddia edilir. Marx’m proletaryayı sermayeye sıkıca bağlayan zincirlere ithafen söylediği sözlerden onun söylemediği anlamlar çıkarılır. Sınıfın bugün edindiği kişisel mülkiyet unsurlarına, herhangi bir toplumsal kalkışmada, devrimci bir altüst döneminde yitirilecek şeyler gözüyle bakılır, daha doğrusu sınıfın böyle bakması beklenir. Devrimci bir ayaklanmada, sosyalist bir taleple ortaya çıkışta yitirilecek şeyler varsa, kapitalizm en iyisidir. Manifestoda “Biz komünistler” diye yazar Marx, İnsanın kendi emeğinin meyvesi olarak kişisel mülk edinme hakkım kaldırmayı istemekle suçlandık; o mülkiyet ki, her türlü kişisel özgürlüğün, eylemin ve bağımsızlığın temeli olarak iddia edilir. Güçlükle edinilmiş, bizzat edinilmiş bizzat kazanılmış mülkiyet! Burjuva biçimden önceki bir mülkiyet biçimi olan küçük zanaatçı ve küçük köylü mülkiyetin den mi söz ediyorsunuz? Bunu kaldırmaya gerek yok; sanayideki gelişme bunu zaten büyük ölçüde yok etmiştir ve hala da gün be gün yok ediyor.
“Yoksa modern burjuva özel mülkiyetten mi söz ediyorsunuz. İyi ama ücretli emek, emekçi için herhangi bir mülkiyet yaratır mı? Asla. Bu, sermaye, yani ücretli emeği sömüren ve yeni bir sömürü için yeni bir ücretli emek arzı doğuran koşullar dışında çoğalamayan bir mülkiyet yaratır. Mülkiyet, mevcut biçimi içersinde sermaye ile ücret karşıtlığına dayanır… Biz emek ürünlerinin bu kişisel mülk edinilmesini, insan yaşamının devamı ve yeniden üretimi için yapılan ve geriye başkalarının emeğine komuta edecek hiç bir fazlalık bırakmayan bu mülk edinmeyi hiç bir biçimde kaldırmak niyetinde değiliz. Bizim ortadan kaldırmak istediğimiz tek şey, içinde emekçinin salt sermayeyi arttırmak için yaşadığı ve yaşamasına ancak egemen sınıfın çıkarının gerektirdiği ölçüde izin verilen bu mülk edinmenin sefil karakteridir.” (7)
Demek ki, işçi sınıfının elinde bulunan kişisel mülkiyet öğeleri, sınıfın zincirlerinden kurtulduğu anlamına gelmediği gibi, yitirecek bir şeyleri olduğu anlamına da gelmez. Kişisel mülkiyet öğeleri proletarya için ancak “mülk edinmenin bu sefil karakteri” ortadan kalktığı zaman bir anlam taşıyacaktır. Toplumsal ürünün tamamından yine Marx’ın alt alta sıraladığı gibi “yıpranan üretim araçlarına ayrılan fon, üretimi arttırmak için bir ek bölüm, kazalara karşı doğal olaylardan vb. ileri gelen aksamalara karşı güvence, bunlar dışında tüketime sunulacak bölümden yönetimin genel giderleri, okul sağlık vs. gibi kurumlar için ayman pay, çalışamayanların geçimi için gerekli fonlar” (8) çıkarıldıktan sonra kalan ürün üreticiler arasında değişilecek duruma gelir. Şimdi artık “Kimse emeğinden başka bir şey sunamadığı gibi, bireyin mülkiyetine bireysel tüketim maddelerinden başka bir şey geçmez. Ama birey olarak ele alınan üreticiler arasında bu maddelerin paylaşılması konusunda egemen tike, eşdeğer metaların değişimine hükmeden ilkeden farksızdır: Bir biçimde aynı miktar emek başka bir biçimdeki aynı miktar emekle değinilmektedir” (9)
Mülk edinmenin sefil karakterinin kaybolması, üretim araçlarının bunları özel mülkiyetinde bulunduran sınıfın elinden, kapitalizmin yıkılmasıyla yitirecek çok şeyi olan burjuvazinin elinden alınarak toplumsallaştırılmasıyla mümkün olur. Bu eylemin öngördüğü devrim, buna muktedir ve bundan çıkarı olan, kapitalizmde zincirlerinden başka kaybedeceği hiçbir şeyi olmayan proletaryanın önderliğinde gelişecektir. Sosyalizm, kişisel mülkiyet öğelerini çalışanlar için hiçbir sömürü ilişkisi içinde edinilmemiş olması bakımından gerçekten değerli hale getirir. Ve bu mülkiyet türü belki o zaman sözcüğün sözlük anlamıyla yitirilmesinden korkulan şeyler olur. Ama bu yitirme korkusu kapitalizmde yitirilecek şeyler edinenlerin duyduğu korkudan değildir artık, çünkü bu tarzdaki mülkiyeti tehdit eden hiçbir güç kalmamıştır.

Haziran 1992

DİPNOTLAR:
1-Engels: Anti-Dühring Sol Yayınları, 1977; sf 445
2-Marx: Kapital 1. cilt, Sol Yayınları 1986; sf. 416
3-Marx: Kapital 1. cilt, Sol Yayınları 1986; sf. 421
4-Marx: Ücret Fiyat ve Kâr; Sol Yayınları, 1987; sf 53
5-Marx: Ücret Fiyat ve Kâr; sf 19
6-Marx: Ücret Fiyat ve Kâr; age 46
7-Marx-Engels: Komünist Manifesto, Sol Yayınları, 1991; sf 129
8-Marx: Gotha Programı’nın Eleştirisi, Sol Yayınları,1989; sf 28
9-Marx: Gotha Programı’nın Eleştirisi aynı yer.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑