Bush’un ziyareti ile birlikte aldıkları talimatın ardından, egemen sınıflar, Amerikan hayranı generaller, hükümet ve burjuva muhalefet, sözde bilim adamı burjuva ideologlar ve şakşakçı basın “savaş” çığlıkları attılar. Türkiye, 20 bin asker, 1500 özel tim ve kontrgerilla, 2 bin korucu, uçaksavar ve tanklarla Güney Kürdistan’a girdi, işgale PKK’nın Hakkâri’nin Şemdinli ilçesine bağlı Samanlı Köyü’ndeki sınır karakoluna düzenlediği son baskın gerekçe gösterildi. Ve “Türkiye’nin güvenliği, insanların güvenlik ve huzuru” için, “Türkiye’yi ve insanları savunmaya” yönelik olarak “Körfez savaşı sonrasında Kuzey Irakta oluşan otorite boşluğundan yararlanan eşkıyanın (PKK’nın, Ö.D.) sınırın hemen bitişiğindeki bu yörede yerleşme ve örgütlenme imkanı bulmuş olmasından hareketle, söz konusu bölgenin eşkıyadan temizlenmesi için” sınır ötesi harekatın yapıldığı açıklandı resmi ağızlarca.
“Sınır ötesi harekât” ilk kez yapılmıyor. Türkiye, daha öncede Irak’a girmiş, ırkçı-faşist Saddam yönetimiyle Kürt direnişini bastırılması konusunda anlaşmalar yaparak; ilk kez Mayıs 1983, daha sonra Ağustos 1986 ve Şubat 1987 tarihlerinde, “sıcak takip”lerle sınırı geçmişti. 5 Ağustos 1991’de başlayan harekâtla ‘Irak topraklarına girdiği’ni resmi olarak kabul ediyor. Öncekilerden farklı olarak, Türkiye bu kez sadece “sıcak takip”le yetinip geri dönmeyecek. Güney Kürdistan topraklarında yerleşmenin hesaplarını yapıyor. Gerekçe de hazır. Ve “meşruiyet” yasal dayanaklara oturtuluyor! Irak’ın henüz siyasal bağımsızlığının olmadığı, İngiltere’nin sömürgesi olduğu bir dönemdeTürkiye ile İngiltere arasında, 1926 yılında yapılan bir anlaşmaya dayanarak “meşruluk” kanıtlanmaya çalışılıyor. Türk egemen sınıflarının iştahı o kadar kabarmış ki, daha da ileri gidilerek söz konusu anlaşmanın 6-11. maddelerine dayanılarak sınırdan içeri 75 km girme hakkını ileri sürebiliyor.
Gerekçenin ileri sürüldüğü gibi PKK’nın sınıra yakın bölgede yerleşme ve örgütlenme imkânının ortadan kaldırılması yoluyla Türkiye ve insanların güvenlik ve huzurunun sağlanmasının pek olmadığını bizzat olayların gelişimi de doğruladı. Türkiye’nin Güney Kürdistan’a girmesi kendisi ile ABD emperyalizminin çıkarları ve amaçları doğrultusunda, bilfiil ABD’nin desteği ile olduğu anlaşılıyor.
Ortadoğu’daki en önemli iki ulusal hareketlen biri olan Kürt ulusal harekeli gerek emperyalizmin gerekse Kürt halkını baskısı altında tutan bölge gericiliklerini zora sokan hayali öneme sahip sorunlardan biri olma özelliğini koruyor.
Körfez savaşından beri Ortadoğu’nun emperyalizmin ilgi odağı olma özelliğini hiç yitirmediği, bu “sınır ötesi operasyonla” ilgili olarak bir daha gözlendi. Ve her çelişmenin kendini en saf biçimde açığa vurmasının çelişmenin en keskin olduğu yer ve zamanda gerçekleştiği bir kez daha görüldü: ABD emperyalizmi, bütün sistemin çıkarlarının “koruyucusu” olarak ağırlığını Türkiye’den yana koydu ve ilk kez PKK’yı açıkça eleştirerek, “terörist” nitelemesini kullandı. Bu, kaderini ABD’nin iki dudağı arasından çıkacak söze bağlamış olanları pek sevindirdi. ABD, “bizim yanımızda” yer alıyordu! ABD demek bütün emperyalist dünya demekti! Ama emperyalistler arasında bu sefer Irak’a karşı girişilen Körfez savaşındaki kadar bir “birlik” yoktu. “Birlik” bir yana çok ciddi çatlaklar vardı. Türklerin “kadim dostu”, “silah arkadaşı” Almanya başta olmak üzere İngiltere dışındaki bütün belli başlı Avrupa ülkeleri, “sınır ötesi harekât”ı çok sert biçimde eleştirip Türkiye’yi protesto eltiler. Almanya, Alman turistlerin kaçırılmasını da bahane ederek sadece protesto etmedi aşağılayıcı bir dille de tutumunu ifade etti.
Burada iki ilginç gelişme vardı: Birincisi ABD’nin PKK’na ve onun şahsında Kürt hareketine karşı belirli bir tutum alması, Türkiye’nin müdahalesini açıkça desteklemesi, ikincisi ise; İngiltere dışındaki Avrupa ülkelerinin, özellikle de Almanya’nın ABD politikasına karşı bir tutumu açıkça ortaya koymaları.
Kuşkusuz ki; ABD halen emperyalist dünyanın tartışılmaz patronudur ve izlediği politikalarda da bu konumuna uygun davranmaya çalışmaktadır. Bazen BM şemsiyesi, bazen NATO, bazen özel danışmalar yoluyla sistem içinde ağırlığı olan ülkelerle diyalogu canlı tutmaya çalışmaktadır. Ortadoğu da emperyalistlerin çıkarlarının kuyruklarının birbirine fazlaca dolaştığı bir bölgedir. Kürt sorunu da bölgenin, bugün en can alıcı sorunlarından birisidir. Ama emperyalistler böyle can alıcı bir sorunda karşı karşıya geliyorlar. Acaba ABD gerçekten Avrupalı emperyalistlerin çıkarlarını fazlaca mı çiğnedi; yoksa iddia edildiği gibi, Avrupalılar Irak’ın toprak bütünlüğüne çok mu saygılı, ya da Almanya Kürtlere özel ilgi duyup PKK’yı el altından destekliyor mu vb. sorular çoğaltılabilir, ama bu soruların yanıtı hep aynı olacaktır. O da şu: Ortadoğu’da emperyalizmin Kürt sorununa karşı yeterince seçeneği var. Bölge ülkeleri tarafından parçalanmış, bugünkü statünün olduğu gibi korunduğu bir Kürdistan’dan “bağımsız” tek bir Kürdistan’a kadar, koşullara göre, bütün seçeneklere oynayabilirler. Bütün bu seçeneklere oynayacakları, bölge hükümetlerinden Barzani, Talabani gibi Kürt liderlere kadar epeyce koza sahipler. Emperyalistler için gözetilecek tek ilke Kürtlerin statü ve istemlerinin bölgede deki çıkarlarına aykırı, çomak sokucu olmamasıdır. Bundan başka değiştirmeyecekleri bir ilke ve politikaları yoktur. Bugün şunu desteklerken yarın öbürünü, bugün şununla işbirliği yaparken yarın bugün “düşman” olduklarıyla işbirliği yapabilirler.
Emperyalistlerin, bugün Kürt sorunuyla ilgili politikalarına bakarsak şu açıkça görülür: Ortadoğu’da emperyalistler kendi düzenleri için tehlike gelecek odakları denetim altına almışlardır. En hareketli odak olan Kürtler ise; birer ” Caş” olan Talabani ve Barzani tarafından nispeten denetim altına alınabilmişse de, Kürt hareketinin en güçlü ve en dinamik ayağı olarak görünen PKK’nın temsil ettiği kanadı emperyalist düzenle uyumlu bir platforma çekilemediği gibi, aynı zamanda bölgede kurulmak istenen düzene tehdit niteliğindedir. Bugün ABD’nin bölgedeki önemli sorunlardan birisi bu muhalefet odağının tasfiyesi, ya da aynı anlama gelmek üzere hizaya getirilmesidir. Bunun yollarından birisi ise; Türkiye’nin PKK’na karşı hareketini desteklemek, onun bölgedeki eylemine göz yummaktır. Bu yolla zayıflayacak radikal Kürt hareketinin ABD’den icazet dilenmesi, onun kabul edeceği bir çizgiye çekilmesi. Sonrası “tartışılarak” halledilebilir. Dünyanın pek çok bölgesinde denenip başarılı olmuş bu taktik Ortadoğu’da da olur mu? Pek olanaklı görünmüyor, ama zamanla daha açık göreceğiz.
Bu durumda ABD ve İngiltere’nin tulumu anlaşılıyor, ama Almanya ve Avrupa’nın tutumunun nedeni nedir?
Kuşkusuz ABD ve diğer emperyalistlerin Ortadoğu’daki çıkarları hem ortak hem de çatışma halindedir. Ortadoğu’nun en önemli sorunlarından birisi olan Kürt sorununda da ciddi bir uyuşmazlıkları yoktur, olamaz da. Tıpkı ABD gibi diğer emperyalistler için de tek ilke emperyalizmin çıkarlarıdır, diğerleri; Kürtlerin kaderlerini tayinmiş, insan haklarıymış, uluslararası hukukmuş hepsi propagandaya yönelik, piyasayı “yükseltmek” için öne sürülen “değerler”dir. Almanya ve öteki Avrupalı emperyalistlerin asıl itirazı Türkiye’nin “sınır-ötesi harekâtı”na değildir. O sadece işin görüntüsüdür. Asıl ABD’ye mesaj iletilmektedirler. Kısaca, Körfez savaşında da az çok ortaya çıktığı gibi Almanya ve Japonya başta olmak üzere belli başlı emperyalistler ABD’nin tek patronluğuna, kendi adlarına haraç toplamasına, haraçtan da en çok kendine pay ayırmasına karşı çıkmaktadırlar. Kürt sorununda Almanya’nın yüksek sesle farklı bir tutum aldığını ilan etmesi, Fransa ve diğer Avrupalıların onu izlemesinin asıl nedeni budur. Bu aynı zamanda ABD baskısından bunalmış diğer ülkelere de, “ben de varım, ABD’den bunaldınızsa elinizi bana uzatın” demenin bugünkü koşullardaki ifadesidir. Görünen o ki; emperyalistler Ortadoğu ve Kürt sorununda şu anda hemen bir çıkar çatışması içinde görünmüyorlar, ama Almanya ve ABD arasındaki gelişen rekabette Almanya “sınır ötesi harekâtı” kendi ayrı tavrını belirtmek için vesile yapıyor. Ve öyle görünüyor ki; Japonya’nın da katılmasıyla bundan böyle dünyanın değişik köşelerindeki önemli olaylarda, emperyalist ülkeler giderek sertleşen farklı politikalar izlemeye hazırlanmaktadırlar. Asıl amaç pratik çıkardan çok bir tutum belirtmeyse de; Almanya ve öteki emperyalistlerin tutumlarını Ortadoğu ülkelerindeki diğer anti-emperyalist hareketler ve Kürtler içinde bir yatırım olduğu gerçektir. ABD’den yüz çevirenler için yeni bir çekim merkezi olarak konumlanmaya çalıştıklarını söylemek bir kehanet olmayacaktır.
Bugünkü koşullarda şu açıkça görülmektedir: ABD, kendi denetimi dışındaki Kürt hareketini denetimi allına almak için Türkiye’yi kullanmayı tercih ederken, Almanya ve diğer emperyalistler, daha değişik bir Ortadoğu düzenine oynayarak, Türkiye’nin “sınır ötesi operasyonuna karşı bir tutum almışlardır.
ABD, bölgedeki askeri gücü, stratejik konumu ve güç ve ekonomik potansiyeli ile bugün bölgenin en güçlü devleti olan Türkiye’yi destekleyerek çıkarlarını sürdürmeyi amaçlıyor. Bu destek siyasi planda Türkiye’yi savunma şeklinde olurken; harekâtın askeri açıdan başarısı için uzaydan çekilen fotoğraflar; istihbarat yardımı veriliyor. Daha da önemlisi Silopi’de konuşlandırılan emperyalist askeri güç “Hazır Çekiç”le Kürtlere gözdağı veriliyor. ABD emperyalizminin Kürt sorunundaki olanaklarından biri si de Türkiye’nin seçeneksizliğiyle ortaya çıkıyor: Çünkü Türk egemen sınıfları izledikleri iç ve dış politikalarıyla Kürt sorunu şiddet ve zora dayanmayan yöntemlerle çözebilecek seçeneklere sahip değildir. Bu da bugün egemen sınıfları emperyalizmin politikalarına, onun çıkarlarını aleti olmaya mahkum eden nedenlerde en önemlilerindendir.
Türkiye’nin G. Kürdistan’a girmesi, PKK’nın “bir avuç eşkıya” olalak görülmediğinin de kanıtı oluyor. Aynı zamanda PKK ile fiilen ve resmen bir savaşın zorunlu kabulü gerçekleşiyor. Türk egemen sınıflarını buna iten genel olarak Kürt sorununu varlığı ve ABD’nin çıkarları doğrultusunda hareket etme zorunluluğu değil yalnızca. Kürt halkının direnişi yalnızca belirli dar bir alanla sınırlı olmaktan çıkmış durumda. Hareket, dağlardan köylere, köylerden şehirlere doğru genişliyor. Son Diyarbakır olaylarında görüldüğü gibi kitle hareketleri büyüyor. Köylülüğün, gençliğin ve esnafın en önemlisi işçi sınıfı mücadeleye katılmaya başlıyor. Bu gelişmeler, taviz politikasını da imkânsızlaştırıyor. Verilecek her taviz, hareketin yeni olanaklar içinde daha da gelişmesine yol açacağından, egemen sınıflar çaresizlik içinde “zor”u tek çözüm ve seçenek olarak kullanmak durumunda kalıyorlar. Basında da açıkça yazıldığına göre; Irak’taki Kürtlere karşı da uçaklar ve tanklar kullanılıyor. Böylelikle Genel Kurmay Genel Sekreteri Hurşit Tolun tarafından da “ama peşmergeler de öğrendiler ki, onların (PKK’nın, Ö.D.) yanında olurlarsa biterler” denilerek açıklandığı gibi amaç, boyun eğmeyi zor’la kabul ettirmek. Yalnızca Irak’taki değil, esas olarak Türkiye’deki Kürtlere de savruluyor bu tehditler. Halkın kentleri de sararak gelişen mücadelesine ket vurulmak istenirken Kürtlere, Talabani ve Barzani’nin yolu örnek gösterilmek ve kabul ettirilmek isteniyor. Boyun eğme yolu Kürt halkının tek seçeneğiymiş gibi dayatılmak isteniyor. Savaşla devletin gücü kanıtlanmağa çalışılıyor; ona karşı gelmenin imkânsız olduğu fikri işleniyor. Irak’taki Kürtlerin kanla bastırılan ayaklanmalarına olduğu gibi ayaklanmanın, karşı gelmenin fayda etmeyeceği, baş eğmekten başka yolun olmadığı ve baş eğilmek zorunda olunduğunun kabul edilmesini sağlamak amaçlanıyor. Kürt halkına, “teröristlik” yapan “zorba” PKK’nın radikal çizgisi değil, Talabani ve Barzani’nin uzlaşmacı çizgisi kabul ettirilmek isteniyor. Ve bunun için bütün yollar mubah sayılıyor.
“Sınır-ötesi harekat”ta Kürt “Caş”ları Talabani ve Barzani’nin tutukları çok ilginçti. Bir yanda serde Kürt olmak vardı; öte yanda da Türkiye ve emperyalistlerle açık ve gizli sözleşmeler, anlaşmalar vs vs. vardı. Onun için de yabancı basına başka, Türk basınına başka açıklamalarda bulunacak kadar alçaldılar: Türkiye’ye “bizim birbirimize gereksinmemiz var” diyen bu sözde Kürt liderleri, PKK’ya “bölgelerinden gitmediği takdirde zorla çıkaracakları” tehdidini savunuyorlar. Operasyon süresince birçok kez Türkiye’ye gelerek aldıkları direktifler doğrultusunda basına açıklamalar yaptılar. Türkiye’ye yardımlarının bununla kalmadığı çok açık olsa gerek.
Burjuva partiler ve basın, operasyonu canı gönülden desteklediler. Muhalefet, hiç de muhalif değildi hükümete. “Türkiye’nin huzuru ve güvenliği”, “misak-ı milli”nin bekası için yapılan bu harekâtın bir an önce başarıyla tamamlanması istendi hükümetten. Yalnız, devletin gücü içte de gösterilmeliymiş. MİT kaynaklı haberciliğiyle ünlü Hürriyet’ten “solcu”, “demokrat” Cumhuriyet’e kadar bütün burjuva basın sevinç çığlıklarıyla elleri ovuşturdular. “Eşkıya’nın kökü kazmıyordu, ordumuzun gücü büyüklü, uçaklarımız ve tanklarımız şu kadar hedefi vurmuştu, Türk devletinin milletiyle bölünmezliğine ve bütünlüğüne kastedenler cezalandırılıyordu… Yürütülen harekât boyunca Devletçi basın önemli zamanlarda görevini layıkıyla yerine getirmeyi biliyordu.
Türkiye’nin Kuzey Irak”ta giriştiği harekâtın can alıcı noktası: “tampon bölge”. .
Olayların ilk gününün ardından gelişiminin açıkça ortaya koyduğu gibi Türkiye İsrail’in Lübnan’da yaptığı gibi Güney Kürdistan’da yerleşmek için bir tampon bölge oluşturmayı amaçlıyor. Operasyonun yapılmasının esas amaçlarından biri budur. Genelkurmay ve hükümetçe yapılan açıklamalardan “şimdilik” 5 km.lik bir tampon bölge amaçlandığı açıklanıyorsa da, yetkililerin birbirleriyle çelişen açıklamaları ve olayların ve olguların gelişmesi bununla yetinilemeyeceğini, daha da yayılacağının, “güvenlik kuşağı bölgesi” yeni güvenlik kuşağı bölgelerini zorunlu kılacağını gösteriyor. İlkiyle, sınırın güvenliği alınmağa çalışılacak, ancak bu bölgenin bizzat kendisi “güvensiz” olacaktır. Bu da yeni güvenlik bölgeleriyle “güven altına alınmayı” getirecektir. Egemenler ve generaller psikolojik olarak da kendilerini şimdi olduğu gibi sürekli güvensiz hissedeceklerdir. Ve bu yüzden de egemen sınıflar “dönüşü olmayan bir yola”‘ girmişlerdir. Onların bu korkularını bir gazeteci şöyle dile getirmektedir “TSK’nın artık savaşta olduğu yadsınabilir mi? Kuzey Irak topraklarına girilmiştir ve bu gidişin dönüşü yoktur. Önemli olan bir yere girdikten sonar orada tutunmaktır, batmak değil.” “Güvenlik kuşakları” ya da tampon bölge oluşturmaların kendilerini kurtarmaya yetmeyeceğinin Türkiye de farkındadır. Fakat çaresizlikten ötürü bu yola sarılmakladır. Yoksa İsrail de Filistin intifadasını engellemek için Lübnan’da tampon bölge kurmuştur; ama bu da Filistin halkının mücadelesini engelleyememiştir. Tampon bölge yalnızca bu açıdan değil, ekonomik, siyasi, psikolojik ulusal ve uluslararası bir yığın problemi de beraberinde getirecektir.
Güney Vietnam ve Güney Kürdistan’da ortak olan sadece “Güney” sözcüğü olmayacak, Güney Vietnam’ı ünlendiren şey Güney Kürdistan’ı da ünlendirecek gibi görünüyor.
Eylül 1991