Cezayir’de “İslami Devrim” Ve Türkiye

CEZAYİR:
NÜFUS: 25,7 Milyon
YÜZÖLÇÜMÜ: 2.380.000 Km2
DİN: Sünni-Müslüman
DİL: Arapça
KİŞİ BAŞINA GELİR: 1200 Dolar
SANAYİ: Petrol, doğal gaz, hafif endüstri, gıda…

Cezayir, Fransız sömürgeciliğine karşı bağımsızlık savaşının zafere ulaşmasından otuz yıl sonra, bir “iç savaş” tehdidiyle karşı karşıya.
İslami Selamet Cephesinin, genel seçimlerden halkın büyük desteğini alarak çıkması Cezayir’de sosyal ve siyasal rejimin karakteri konusunda, Batılı emperyalistleri yakından ilgilendiren bir tartışma başlattı.
Soğuk savaş yıllarında İslamiyet, komünizme karşı bütün dünyada, özellikle de Asya ve Kuzey Afrika ülkelerinde, Amerikan emperyalizminin yakın müttefiki sayılıyor, emperyalizm aleyhine her türden siyasal ve sosyal değişimin karşısında, İslamiyetçin geleneksel tutuculuğuyla etkili olacağı düşünülüyordu. Komünizm karşısında din, emperyalizmin başlıca savunma araçlarından birisi olarak, yalnızca ideolojik planda değil, aynı zamanda siyasi bakımdan da örgütleniyor, gerici Arap rejimlerinin petrol kaynaklarından elde ettiği gelirlerle, her İslam ülkesinde, komünizme karşı dinsel temalara dayanan örgütlenmeler destekleniyordu.
ARAMCO (Arap-Amerikan Petrol Korporasyonu), Suudi Arabistan’dan başlayarak, İran, Suriye, Türkiye, Ürdün, Mısır, Irak vs. gibi ülkelerde militan anti-komünist hareketlerin örgütlenmesinde başlıca finans kaynağı rolü oynuyordu. 60’lı yıllarda, Endonezya’da 500. 000 komünistin, devrimci ve demokratın öldürüldüğü büyük kitle katliamı, Amerikan emperyalizminin dinsel gericilikle oluşturduğu örgütsel ilişki içinde düzenlenmişti. Türkiye’de “Komünizmle Mücadele Dernekleri”, ARAMCO’nun aktif desteği ile kuruldu ve, 60’lı yılların bütün gerici terör eylemlerinde (TİP mitinglerinin basılması, Kanlı Pazar provokasyonu, devrimci öğrenci hareketine karşı saldırılar, vs.) bu örgütlerin militanları ve onlar tarafından kışkırtılanlar tarafından gerçekleştirildi.
“İran İslam Devrimi”, Amerikan emperyalizmi ve İslamiyet arasındaki büyük tarihsel anti-komünist ittifakın sarsıldığı görüntüsü verdi. İranlı mollalar, Şah rejimine karşı büyük kitle hareketleri içinde aktif rol oynayarak demokratik halk hareketinin başına geçme başarısını, halk muhalefetinin önemli unsurları olan devrimci, komünist ve demokrat örgütlerle yakın işbirliği fırsatı içinde göstermişlerdi. Hareketin merkezi önderliğini bir kez ele geçirdikten sonra, da, ilk şiddet eylemlerini, komünistlere, kadın hareketine ve demokrasi güçlerine karşı uyguladılar. Böylece, emperyalizme ve faşist Şah rejimine karşı görünüşte oluşturulan cephenin, aslında anti-komünist karakterini yitirmemiş bir ideolojiyle tarih tarafından geçersiz kılınmış bir ittifak olduğu sonradan görüldü.
Bununla birlikte, “İran İslam Devrimi”, İslamiyet’in siyasal ve sosyal bir güç olarak örgütlenme ve iktidarı ele geçirme olanakları taşıdığını, mevcut siyasal rejimlerle şeriat hükümleri arasındaki çelişmenin, bir muhalefet hareketinin örgütlenmesinde çıkış noktası olarak kullanılabileceğini göstermesi bakımından, diğer İslam ülkelerinde de örnek olarak kabul edilecek bir etki yarattı.
Cezayir, şimdi ikinci bir İslam devrimi için alan olmaya aday görünüyor. Devlet düzeyinde, seçim sonuçlarına yapılan müdahale, İslami Selamet Cephesi etrafında örgütlenmiş ve eyleme geçmiş bulunan halkın çoğunluğunu, kendi tercihlerini başka yollardan gerçekleştirme iradesini zorlayacaktır. Bu durumda, İslami Selamet Cephesi, kendi programlarına oy vermiş insanların isteklerini hiçe sayarak, devletin kendisine koyduğu sınırlan kabul edecek, ya da bu sınırlan tanımadığını, programını gerçekleştirmek için elinde seçim sandıklarından başka araçlar bulunduğunu gösterecektir.
Görünüşte yalnızca iki seçenek vardır. Ancak, uluslararası ilişkiler, özellikle de Cezayir’de bir İslam rejimi kurulmasından rahatsızlık duyan Fransız ve Amerikan emperyalizmlerinin tutumu göz önüne alındığında, İslami Selamet Cephesi’nin programından önemli tavizler verip, kendisini batıya beğendirerek “kabul edilebilir bir İslami çerçeve” çizmesi olasıdır. Şu anda, batılı kamuoyu odakları, bu kabul edilebilir çerçeveyi, demokrasinin temel prensipleri ve insan hakları olarak gösteriyorlar. Buna göre, eğer İslami Selamet Cephesi, diğer partilerin varlık hakkını tanıyacaksa, seçimlere katılmasına, seçimlerde başarılı oldukları takdirde iktidarı devralmalarına razı olacaksa ve kendi programına oy vermeyen yurttaşların diledikleri tarzda yaşamalarını, düşüncelerini serbestçe ifade etmelerini ve örgütlenmelerini engellemeyecekse, onun iktidarına razı olunabilecek! Bütün bunlar, şeriat kurallarına uygun bir rejim projesinin temelden reddi anlamına geliyor. İslami Selamet Cephesi’ne önerilen şey, açıkça, “iktidara gel, ama kendi programını uygulama” demek oluyor.

İSLAMÎ SİYASET VE KAPİTALİZM
Emperyalizm, neden İslami bir rejimin kurulmasına karşıdır? İran’daki mollalar rejimi, temelleri bakımından emperyalizmin iktisadi bütünlüğü dışına çıkmayan, kapitalizmden başka bir şey olmayan sistemiyle, global emperyalist çıkarlar çerçevesini hiç de zorlamayan bir yola girmiştir. Gerek Amerikan ve İngiliz petrol şirketlerinin faaliyetleri karşısında milli bir yol tutmayı başaramamış olmasıyla, gerekse emperyalist pazarın içindeki konumu dolayısıyla, İran, bütünüyle emperyalist sistemin bir parçası olarak kalmıştır.
İran, komşu ülkelerdeki Şii hareketlerini destekleyerek devrimi Ortadoğu çapında ihraç etme planından, şimdilik de olsa vazgeçerken, yeni bir Batıya açılma politikası da izleyerek bu bütünleşmenin önündeki son ekonomik ve siyasi engelleri de temizlemeye mecbur kalmıştır. Bu zorunluluğun temelinde, İran Devrimi’nin sistemden kopmayı hedeflemeyen politikaları yatmaktadır. Bir bütün olarak kapitalizmin sınırları içinde kalındıkça) onun siyasal ve ekonomik sistemiyle bütünleşmek yolunda yeni adımlar atmak da kaçınılmaz olacaktır. Bu, aynı zamanda şeriat kurallarına uygun devlet ve toplum örgütlenmesinin, özünde kapitalizme yabana olmadığının, sonuç olarak emperyalizmden kopmayı ifade etmediğinin de bir işaretidir.
İslamiyet’le kapitalizmin çelişik olduğunu, şeriat düzeninin kapitalizmden başka bir şey olduğunu iddia eden bütün İslam ideologları, sonuçta yalnızca kapitalizmin, Hıristiyan kapitalizmine özgü hayat biçimlerine karşı olmak noktasına kadar gelebilirler. Batı toplumlarının hayat biçimleri, kurumsal ilişkileri, kapitalizmin görünüşlerinden başka bir şey değildir ve bunlar, şu ya da bu toplumun tarihsel geleneksel, dinsel geçmişleriyle ilişkili olarak şu ya da bu biçimi alabilir. İslami hareketin karşı olduğu şey, özellikle Hıristiyanlığın kapitalizm içindeki sonuçları olarak şekillenen ilişkilerdir: yoksa kapitalizmin ilişkileri değil. Tamamen demagojik tarzda, Hıristiyan gelenekleriyle, Hıristiyan düşünce ve davranış tarzıyla kapitalizm arasında dolaysız bir ilişki kurularak, bunlara karşı olmakla kapitalizme karşı olmak aynılaştırılıyor ve İslamiyet’in kapitalizme karşı olduğu palavrasına dayanak yapılıyor.
Cezayir örneğinde görüldüğü gibi, kapitalist dünya, İslami rejimin kendisine özünde bir zarar vereceği endişesinde değildir. İslami rejimin, bankaları, tekelleri ulusallaştıracağından, toprak rejimini değiştireceğinden, bir halk yönetimi oluşturarak kapitalizmden tamamen farklı bir sosyal ve siyasal rejim kuracağından korkulmuyor. Yalnızca “demokrasi” ve “insan hakları” kavramları çerçevesinde eski sömürgeci anlayışların emperyalist çıkarlar açısından yeniden düzenlenmesini ifade eden bir itiraz yükseltmektedirler. Sömürgecilik çağında da emperyalizm çağında da, bir ülke içinde etkinlik sağlamaya başlayan kapitalizm, kendisini yeniden üretmenin başlıca koşullarını yaratırken, buna uygun siyasal ve ideolojik yapıların da doğup gelişmesine özen gösterir. Sermaye, yalnızca kendisine uygun koşullarda yeniden üretilebilir. Bu, yalnızca yolların, limanların, üretim araçlarının geliştirilmesini değil, aynı zamanda bu malzemeleri kullanacak, doğrudan üretimde bulunacak insanların düşünce ve becerilerinin de kapitalizm koşullarına göre yeniden düzenlenmesini gerektirir. Çünkü yabancı sermaye, yalnızca ekonomik ilişkiler içinde ve yalnızca üretim araçlarının kullanılmasıyla değil, bundan daha önemli olmak üzere, siyasal ve sosyal örgütlenmelerin gerektiği biçimde düzenlenmesiyle yeniden ve genişletilmiş yeniden üretiminin koşullarını bulabilir. İslami rejimler, biçimsel olarak bu yeniden üretim mekanizmalarının önüne engel oluşturabilir. Örneğin, eğer İslami rejim, teknoloji ve bilimsel gelişmelere karşı geleneksel yöntemleri öneriyorsa, bu kapitalizmin genişletilmiş yeniden üretiminin önünde bir engeldir. Ya da kapitalizme özgü siyasal koşullar ve çalışma koşullarının uluslararası kapitalist standartları, İslami rejim tarafından engelleniyor ya da değiştiriliyorsa, bu sermayenin yeniden üretimi için zararlıdır. Görülebileceği gibi, kapitalizmle İslamiyet arasındaki çelişme, eninde sonunda feodalizme özgü biçimlerle kapitalizm arasındaki çelişmeye denk düşmektedir. Elbette bu durumda, emperyalist kapitalizmin İslami rejimler karşısında ilerici bir konumda bulunduğu sonucu çıkarılamaz. İlericilik ve gericilik tartışması, yalnızca sınıflı toplum eleştirisini politika düzeyine yükseltmiş işçi sınıfının devrimci amaçları açısından yapılabilir.
Buna rağmen, emperyalizmin İslami rejimler karşısındaki korkusunun kapitalizmle ilgisi olmayan bir haklı endişesi vardır. Her ne kadar bu endişe İran devriminin sonuçlarıyla boşa çıkmışsa da, emperyalizm, belli başlı kritik bölgelerdeki devletlerin bağımsız bir rol oynamak üzere kendilerine özgü bîr rejim kurma çabalarından hala tedirgin olmaktadır. Irak örneği, bölgesel hegemonya çabalarının bir biçimde emperyalizmin genel çıkarlarıyla çatışan sonuçlar doğurduğunu göstermiştir. Gerek siyasal yapılar ve gerekse emperyalizmin dünya çapında “insani temel değerler” olarak kabul ettirmeye çalıştığı belli başlı “demokrasi” kuralları açısından farklılıklar gösteren bir devlet yönetiminin, bölgesel etkinlik bakımından potansiyel tehlike olarak değerlendirilmesinde nesnellik bakımından bir hata yoktur. Bu tür girişimler, bağımsız bir hegemonya mücadelesi bakımından, kendi halkları nezdinde ulusal ve dinsel motiflerle güçlenmiş bir destek de bulmaktadır. Son dönemde, Cezayir, Batı basınında, yalnızca güçlenen İslami hareket dolayısıyla değil, ilginç ve provokatif renkler taşıyan bir başka haber dolayısıyla da yer tuttu: Batılı istihbarat kaynaklan, Irak’ın uranyum rezervlerini Cezayir’de sakladığını tespit etmişlerdi ve Cezayir, Çin’den nükleer silah yapımıyla ilgili teknik bilgi ve malzeme satın almıştı! Kuşkusuz, eğer bu haber doğruysa, Cezayir’in, Körfez’de Irak’ın başaramadığını başarmak üzere hazırlandığı sonucu çıkarılabilir. Böyle bir girişim, geleneksel adıyla “Arap Ret Cephesi”nin Amerikan-İsrail politikalarına karşı yürüttüğü eski mücadelenin bir devamı olarak canlanabilir ve Körfezde Irak’ın uğradığı yalnızlık batağına düşmek riski daha düşük olduğundan, Afrika ve Orta-Doğu boyutunda daha ciddi bir tehdit olarak gelişebilir. İslami karakteri kuvvetle vurgulanmış bir Cezayir devleti, böyle bir kombinezonda, daha da etkili bir faktör olarak yer alabilir; sinmiş bir Kaddafi, böyle bir girişimde yeni bir cesaret bulabilir vs. Ancak bu, şu anda yalnızca spekülatif bir değerlendirme olma boyutunu aşamaz, bir senaryo olmanın ötesine geçemez. Fakat bu haberi, gerçek olaylara bağlayan daha geçerli bir olasılık vardır: Batılı emperyalist güçler, bu spekülatif olasılık yüzünden değil, ama İslami karakter taşıyan somut gelişmenin besleyebileceği yeni hayalleri provoke etmenin kamuoyu temellerini hazırlamaktadırlar.

İSLAMİ “DEVRİM”İN CEZAYİR’DEKİ TEMELLERİ
“İslami Devrim”, toplumsal hayatın her alanda şeriat kurallarına göre düzenlenmesi amacını önüne koymuş bulunan siyasal değişikliklere verilen bir ad. Ne var ki, burada “Devrim” nitelemesi, bu değişikliğin içeriğini değil, ona katılan eylemli halk yığınlarının katkısını tarif etmek üzere kullanılıyor. Bu bir yanıltmadır. Şeriat esasına dayanan değişiklikler, toplumsal hayatı tarihsel bakımdan ileri bir aşamaya götürmediği, İslami rejim altında sosyal ve ekonomik bakımdan kapitalizmden farklı bir sistem geliştirilmediği için, bunun bir devrim olarak adlandırılması yanlıştır. Bununla birlikte, Cezayir’in son otuz yıllık iç ve dış politikasının esasları göz önünde tutulduğunda, halkın çoğunluğunun tepkisinin hangi kaynaklardan geldiği ve bunun neden şimdiden bir “devrim” çağrışımı yaptığı anlaşılabilir.
Otuz yıl boyunca Cezayir, kurtuluş savaşına önderlik eden ulusal burjuvazinin, halka yabancı, baskıcı, yalpalayan politikalarıyla yönetildi. 1989’da yapılan değişikliklere kadar, Cezayir Anayasası, sosyalizm lafızlarıyla doluydu. Ekonomide ağır bir devlet kapitalizmi uygulanıyordu, iç politikada anti demokratik bir yapı hâkimdi ve dış politikaya yön veren esaslar da, emperyalistler arasındaki ilişkilerin dengesine göre değişen bir oportünizmi ifade ediyordu.
Cezayir devleti, gerek kendi çıkmazları sonucunda doğan kendiliğinden muhalefeti kontrol etmek için, gerekse kitlelerin daha radikal sosyal çözümlere yönelmesini engellemek için, İslami hareketin gelişmesini özellikle destekleyen bir program izledi. Genel ve kronik hal almış ekonomik geriliğin, işsizliğin, artan yoksulluğun, sosyal ve siyasal çözülüşün karşısında devlet, İslamiyet’in bir supap rolü oynayabileceği düşüncesiyle, kendi kontrol edebileceği dinsel örgütlenmelere izin verdi. Ancak bundan, özellikle Suudi Arabistan tarafından desteklenmesine rağmen, halkın muhalif duygularıyla birleşebilmek için Körfez savaşı sırasında Saddam yanlısı gösterilerin başını çeken İslami Selamet Cephesi yararlandı. İslami Selamet Cephesi, kendisini baskı altında tutulan halkın simgesi olarak kabul ettirdi. Önderleri tutuklandı, toplantıları yasaklandı, gösterileri silah gücüyle dağıtıldı. İslami Selamet Cephesi, her türden muhalefet hareketinin destekçisi ve örgütleyicisi olarak görünmeyi başardı. Yoksulluk ve siyasi baskı altında bunalmış halk yığınları, bu sahte muhalefet önderinin yüzünü açığa çıkaracak, onun görünüşte sahip çıktığı talepleri, gerçekten devrimci bir muhalefetin talepleri olarak örgütleyecek bir önder bulamadığı için, İslami Selamet Cephesini destekledi. Din, yozlaşmış yönetim karşısında, eski ve bozulmamış değerlerin temsilcisi, eski ve mutlu günlerin temeli olarak propaganda edildi ve halk yığınları, tarihten gelen alışkanlıklarıyla, yaşadıkları toplumsal koşulların kendilerine daha değişik bir siyasal ve kültürel program seçme imkânı vermemesiyle, bu harekete yönelmekte gecikmediler. İslami hareket, mevcut sömürünün kaynaklarının batılı emperyalistler ve onların ülke içindeki bir yansıması olarak tanıttığı devletçi “sosyalist” sistem olduğu propagandasından yararlandı. Bu durum, tıpkı Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinde, geri bürokratik ve devletçi-kapitalist sistemlere karşı tepkinin sosyalizme tepki olarak biçimlenmesine benzer sonuçlar doğurdu. Siyasi iktidara karşı halk muhalefetinin yoğunlaşması, her zaman iktidardaki siyasi rejimin karakterine göre belirlenen biçimler kazanıyor. Cezayir’de de sözde “sosyalizmin” uygulamalarını, halk yığınları onun karşıtı gibi gördükleri İslama yönelerek cevaplıyorlar. İslami siyasal programların aldatıcılığı, İslamiyet’in baskı altında tutulduğu görüntüsü ile birleşince güçlü oluyor.
Cezayir’de, İslami hareket yalnızca İslami Selamet Cephesi’nde örgütlenmiş değil. İslami Uyanış Partisi, İrşat ve Islah Partisi diğer etkili dinsel esaslı partiler. Bunlar içinde, İslami Uyanış Cephesi, belediye seçimlerinde gösterdiği başarıyla öne geçti ve diğer İslami partilerin etkisini kırdı. İslami Uyanış Partisi, toplumsal bakımdan büyük ölçüde esnafa ve köylülüğe dayanıyor. Bu sosyal taban özelliği, onun geçen yıl 25 Mayısta yaptığı “Genel Grev” çağrısının işçiler arasında yankı bulamaması sonucunu doğurdu ve “genel grev” başarısızlıkla sonuçlandı. İslami hareket, Cezayir’de de büyük ölçüde yoksullaşan küçük burjuvalar arasında destek buluyor. İşçiler, bu hareketin ele geçiremediği bir sosyal güç olarak duruyor.

TÜRKİYE VE CEZAYİR KIYASLAMALARI
Cezayir’deki gelişmeler, Türkiye’de de bir İslami devrim olasılığı tartışmalarını yeniden gündeme getirdi.
“Iran devrimi”nden sonra, “devrim”in ihraç edilmesi çabalarına karşı, uluslararası çapta emperyalist kuşatma ,ve Irak’ın provokasyonları büyük ölçüde etkili olmuş ve yeni bir İslami devrim, Ortadoğu çapında yeterli sosyal ve siyasal güç de bulamayınca tıkanmıştı. Bu, “İran Devrimi”nin içe kapanmasını ve kendi programı olarak öne sürdüğü uluslararası ilişkilerde ve iç politikada öngörülen radikal değişikliklerin gerçekleşmeden kalması sonucunu doğurmuştu. Şu anda “Iran Devrimi”nin başlangıç hedeflerinden çok uzaklara savrulduğu ve yeniden Batı ile ilişkiler içinde kendini revize etmeye giriştiği görülüyor. Böylece Iran destekli ve İran’dan kaynaklanan bir dalganın sonucunda Ortadoğu’da İslami bir devrim olasılığı en zayıf noktasına gelmişken, Cezayir’deki gelişmeler, konunun değişik boyutlarıyla yeniden ele alınması için etkili oldu.
14 Ocak tarihli Cumhuriyet’te Hasan Cemal, Cezayir’de gelişmelerin Türkiye’de olamayacağını kanıtlamak için bir kaç temel neden sayıyor. Buna göre, 1962’den bu yana, Cezayir’de otoriter bir rejim vardı ve son yıllara kadar her türlü muhalefet yasaklanmıştı. Ayrıca, Fransa’ya karşı kazanılan anti-sömürgeci savaş, Batı değerlerine ve Batı kaynaklı demokrasi kurumlarına karşı bir tepki doğurmuştu. Ekonomide benimsenen “devletçilik” refahın yaygınlaşmasını engellemiş, sorunların Çözümünün önünü tıkamıştı. İşsizlik, İslami hareketin kitle tabanı bulmasını kolaylaştırmıştı. “Gelir dağılımının yıllar içinde hızla bozulması, kitlelerde hoşnutsuzluğu körükledi… Vurgun ve karaborsa, toplumda öfke patlamalarına neden oldu. Halkın gözünde, partili bürokratlar, rüşvet, yolsuzluk ve hırsızlıkların kaynağında görünüyordu.” Bunun yanı sıra, iktidardaki Ulusal Kurtuluş Cephesi, dine yatırımı iktidar oyunun bir parçası olarak kullanmıştı vs. Bütün bu özetlemenin sonucunda, Hasan Cemal, İslami Selamet Cephesi’nin sandıktan çıkmasının doğal olduğunu söylüyor. Hasan Cemal’in çizdiği tablodan Cezayir’e özgü ad ve tarihler çıkarılıp yerine Türkiye’ye özgü ad ve tarihler konulursa, çizilen tabloda değişen hiç bir şey olmaz. Batılı demokrasilere özgü kurumlar ve laisizm, hiç bir zaman Türkiye ile Cezayir arasında esaslı bir farklılık doğuracak kadar etkili ve gerçek kurumlar olamamışlardır. Bu bir yana, işsizlik, gelir dağılımındaki adaletsizlikler, vurgun, hırsızlık ve yolsuzluklarla politikacılar arasındaki ilişkinin halk tarafından algılanılışı, kapalı rejim, ve dinin iktidarlar tarafından bir yatırım aracı olarak kullanılması, Türkiye’nin Cezayir’den farkını değil, neredeyse birebir çakışmasını simgeleyen olgulardır. Örneğin, Hasan Cemal, Türkiye’de “çok partili” sisteme geçilirken, iktidardaki partiye karşı alternatifin İslamcılar olmamasını olumlu bir faktör ve bugün de geçerli bir veri olarak kaydediyor. Unutturulmak istenen bir şey var: “Çok partili sistem”e geçilirken, İslami her türden örgütlenme, tekkeler ve zaviyeler, tarikatlar, “yasak”tı. Ezan’ın Türkçe dışında bir dille (doğal olarak Arapça) okunması yasağı yeni kalkmıştı. Camilerin askeri depo olarak kullanılmasının üzerinden ise ancak bir kaç yıl geçmişti. Dinsel siyasal akımların üstünde, hala imamların, şeyhlerin idam sehpalarının gölgesi dolaşıyordu. Atatürk’ün “Menemen’in yerle bir edilmesini” emrettiği söylentileri hala canlı bir korku olarak dinsel-siyasal eğilimleri terörize ediyordu. Bu koşullarda, dinsel siyasetin, iktidar mücadelesi veren Demokrat Parti içinde örgütlenmesinden daha geçerli bir taktik olamazdı ve bu başarıyla uygulandı. Türkiye’de dinsel kimliğini açıkça vurgulayan ve parlamenter sistem içinde kendisine yer bulan ilk yasal parti, Milli Nizam Partisi, 60’lı yılların sonlarına doğru kuruldu. Bu zamana kadar, bu eğilim daima mevcut burjuva partiler içinde ve “gizli” tarikatlar düzeyinde örgütlenebilme olanağı buldu. Ama hiç bir zaman, sosyal varlığını ve siyasal kimliğini kaybetmedi. Modernleşme ve “demokrasi”, Türkiye’nin Cezayir’e göre bir üstünlüğü değildir. Aksine, uzun Fransız egemenliği yıllarında, Cezayir, birçok Afrika ve Asya ülkesinden daha uzun bir “modernleştirme” programının nesnesi yapılmıştır. Cezayir’de de “modernleşme”, tıpkı Türkiye’deki gibi, kendi tarihsel gelişiminin bir ürünü olarak doğmamış, çoğu kez baskıyla gerçekleştirilen bir sömürgeci etkinliği olarak toplumun ancak bir kesimini kuşatan bir yaşayış biçimi olarak kalmıştır. Türkiye’de de bu anlamda, Cezayir’e üstünlük sayılabilecek bir “modernleşme”den söz etme imkânı yoktur. Kaldı ki, tek başına “modernleşme” , sınırlı sosyal kesimlere özgü bir hayat tarzı olarak değil de, toplumsal örgütlenme biçimi olarak anlaşılmazsa, dinsel siyasal akımların iktidar olabilmesinin önünde bir engel olarak tanımlanamaz. Kastedilen anlamıyla “modernleşme” batı hayat tarzına ait yaşayış biçimlerinin, sosyal kurumların ve siyasal yönetim tarzlarının bir karmaşasıdır. O tarz ve kurumların, Batılı toplumlara özgü tarihsel dinamiklerden doğduğu, uzun bir tarihsel ve sınıfsal mücadele birikiminin ürünü olduğu görülmeksizin, siyasal gücün zoruyla ve yasalarla yerleştirilecek bir yaşayış biçimi olarak anlaşıldığı sürece, ondan yenilik ve ilerleme adına sonuçlar beklemek, onun dinsel gericilik önünde barikat oluşturabileceğini ummak yersizdir.
Liberalizm, Türkiye’de dinsel gericiliğin iktidar olmasının karşısında, devletin ve burjuva siyasal kurumların geleneksel politikalarının rolünü abartıyor ve Türkiye için bir tehlike bulunmadığı sonucunu, yalnızca bu olguların gücüne duyduğu güvenle açıklıyor. “İran İslam Devrimi”nden önce, hiç bir İranlı liberalin, hatta hiç bir komünistin aklına, Şah rejiminin alternatifinin bir mollalar rejimi olabileceği gelmiyordu. Ama bir kez kitleler “Allah-u Ekber” sloganının kendi taleplerinin tümünü kucaklayan siyasal bir slogan olduğuna inanınca, bu kendiliğinden “Humeyni Rehber”, “Humeyni Ruhumuz” sloganlarıyla tamamlandı. Geleneksel devlet politikalarının bunun önünde engel olması bir tarafa, gericilik düzeyinde, halk muhalefetinin demokratik devrimci bir içerik kazanması olasılığı yükseldikçe, dinsel gericilikle devlet politikaları arasında güçlü bir ittifakın doğması hiç de beklenmeyen bir şey olmayacaktır. Kaldı ki, özü bakımından, “geleneksel devlet politikaları” ile dinsel siyasal akımların tarih karşısındaki konumları arasında esaslı bir fark da yoktur. Şu anda, dinsel akımların hiç biri, açıkça ve dolaysız olarak “feodalizmin güçlerini” temsil etmiyor. Aksine, bu güçler, gelişen kapitalizmin, değişik ve yeni palazlanmaya başlayan güçlerine olduğu kadar, kaşarlanmış tekellere, yerleşik holdinglere de dayanıyorlar; sonuçta kapitalist sermayenin bir siyaseti olarak rol oynuyorlar. Ayrıca belgelenmeye ihtiyaç göstermeyecek kadar açık bir ilişki içinde, Suudi Arabistan’dan, İran’dan mali destek görüyorlar. Özellikle de Suudi Arabistan kaynaklı sermaye kuruluşları olarak faaliyet gösteren Al Baraka, Faysal Finans gibi kuruluşlar aracılığıyla Türkiye burjuvazisinin çeşitli örgütleri içinde siyasal etkiyi de yönlendirecek bir güç elde edilmiştir. İslami ideolojinin ve bu esasa dayanan siyasi örgütlerin, işsizler, yoksullaşan küçük burjuvalar ve kır ilişkileri içindeki köy nüfusu üzerindeki etkisine, bir başka deyişle bu hareketlerin sosyal taban olarak bu kesimleri içeriyor olmasına bakarak, tekelci burjuvazinin dışında bir karakter taşıdığını düşünmek yanlıştır. İslami hareket, genelde kapitalizmle, kapitalizmin kurumlaşmış ilişkileriyle, özel olarak da emperyalist siyasetlerle olan göbek bağını koparmamıştır, koparmayacaktır.
İslami hareketin anti-emperyalizmi, emperyalistlerin sistem içinde izin verecekleri yere kadardır. İslami hareketin emperyalizm karşısındaki tutumu, emperyalizmin yalnızca görünüşlerine karşıdır ve gerçekte, onunla sistem boyutunda bir çatışmayı hiçbir zaman gündemine almamıştır, alamayacaktır. Emperyalizmin, kapitalizmin bir üst aşaması olduğu, emperyalizme karşı savaşın kapitalizme karşı savaş düzeyine yükseltilmediği sürece tam zafere ulaşamayacağı İslami hareketin anlayabileceği, kabul edebileceği bir şey değildir. Bu ancak, işçi sınıfının sosyalizme yönelen mücadelesinin çözebileceği bir sorundur. Yalnızca işçi sınıfı ve yalnızca onun sosyal sistemi olan sosyalizm, emperyalist sistemden tam kopuşu sağlayabilir. İslami hareketin anti-emperyalizmi, anti-kapitalist bir köktenciliği içermediği, bir sınıf hareketi karakteri taşımadığı için de asla içeremeyeceğinden, bir aldatmacadan ibarettir. Bu anlamda, hiç kuşkusuz ki, emperyalizmin ve kapitalizmin olduğu kadar, İslami hareketin de biricik panzehiri, gene işçi sınıfı öncülüğündeki bir halk devrimi ve sosyalizmdir.

Şubat 1992

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑