Din Ve Komünizm

Eğer yazarının siyasal etkisi ve konumu söz konusu olmasaydı, “Din Sorununa Devrimci Yaklaşım” adını taşıyan bir küçük broşür, üzerinde ciddiyetle durulmayı gerektirmeyecek ve geçmişte ve bugün yazılan diğer pek çok küçük broşür gibi hiç okunmadan ve üzerinde konuşulmadan, genel ilgisizliğin tozlu raflarına kaldırılacaktı. Ama söz konusu kitapçık, günümüz siyasal olaylarından en önemlilerinden birini temsil eden bir siyasal hareketin özel bir konudaki politikasını belirleyen en yetkili kişinin görüşlerini iletmektedir ve bu bakımdan benzeri kapsam ve içerikteki diğer broşürlerden ayrı bir önem taşımaktadır.
Hemen belirtmek gerekir ki, elimizdeki broşürde dile getirilen görüşler, tarih, politika, teori ve ideoloji bakımından pek çok eleştiriyi hak etmekte, hatta üzülerek söylemek gerekirse, bazen eleştirinin nutkunun tutulacağı kadar geri platformlara savrulmaktadır. Bu kadar ağır ve kaba hatanın bir arada yapılamayacağını, gerçeklerin bu kadar açık saptırılmasının ancak ve olsa olsa özel bir politikanın gereği olabileceğini düşünmek ise, ayrı bir siyasal kaygının ve endişenin kaynağı olmak tadır.
İşçi sınıfının hegemon bir güç olarak devrime damgasını basamadığı ulusal kurtuluş koşullarında ideolojik zafiyetin bu boyutta olması çok şaşırtıcı değildir. Her ulusal kurtuluş hareketi, kendisine yön veren başlıca sosyal tabakaların ideolojisini, kendi kurtuluş ideolojisi halinde geliştirmekte de, bunu diğer sınıf ve tabakalara kabul ettirmeye çalışmakta da mazurdur. Buna karşılık, birbirlerinin hatalarını görmekte ve göze batırmakta mahir Türkiye solu, hareketin ideolojik zayıflığını, pragmatizmini ve özellikle hassas olunması gereken teorinin saflığının bozulması çabasını eleştirmekte tek kelimeyle korkak davranıyor. Tüfek sesi ve barut dumanı, yanlışların üstünü örtüyor, kaba saba ve rasgele sözde analizlerin sosyalizm adına yapılmış olmasını çoğu kez sineye çektiriyor, cehaletin hoş görülmesine, karanlığa ve geriliğe prim verilmesine, teorinin tahrif edilmesine sessiz kalmaya yol açıyor. Ama karşımızda duran bu en açık küçük burjuva pragmatizminin, feodal gelenekler ve geri bilinç düzeyleriyle bu apaçık uzlaşmasının sonucunda doğan bozulma ve çarpılmayı “bilimsel sosyalizm” olarak sunmasının kabul edilebilecek hiç bir yanı yoktur. Ulusal kurtuluş hareketinin gerçekten dostu olduğunu ileri süren herkes, hareketin geleceği karşısındaki sorumluluklarını eleştiri silahını keskinleştirerek yerine getirmek zorundadır.
Ulusal kurtuluş hareketi, kendi yolunu kendisi seçmek, kendi amaçlarını formüle etmek ve bu amaçlara uygun araçları geliştirmekte elbette serbesttir. Karşı devrim tarafından kendisine yöneltilen tecrit etme ve yalnızlaştırma politikalarına cevap verirken seçeceği yolda da öyledir. Bunu kendi özelliklerine göre, kendi sınıf bileşeninin dengelerine ve ihtiyaçlarına göre ayarlayacaktır. Ama bu ulusal zeminin, işçi sınıfı zemini olduğunu, bu amaçların tespit edilmesinde ve bu amaçlara uygun araçların seçilmesinde kendisine yol gösteren dünya görüşünün proletaryanın evrensel düşüncesi olduğunu iddia etmeye kalkıştığında, söylenen her şeyin sosyalizm ve Marksizm-Leninizm adına söylendiğini iddia ettiğinde, buna müdahale etmek, doğrusunu göstermek ve yanlışlarını reddetmek de bizim hakkımız ve görevimizdir.
Her ulusal kurtuluş hareketi, kendi öz kaynaklarından gelen bir de düşünce geleneği ve tarzı oluşturarak ilerler: bu yapı, harekette egemen olan sınıfın kendine özgü dünya görüşünün izlerini taşır ve ulusal hareketin kapsadığı diğer bütün sınıfların az çok sistemli dünya görüşlerinin etkisine açık bir gelişme çizgisi izler. Ulusal hareketlerin genel karakteristiği, ulusun tümünü kucaklayarak, öyleyse ulusu oluşturan bütün sınıflardan her birinin özelliklerini içinden geçmekte olduğu tarihsel koşulların etkisiyle bir araya getirerek ilerlemesidir. Ama bu bileşim, hiç bir zaman ulusal kurtuluş yolunda ilerleyen halkın içindeki sınıf mücadelelerinin, değişik dünya görüşlerinin çelişmesiz hale geldiği, aralarındaki farklılıkların silindiği ya da bunlardan birinin diğerlerinin tümünü kendisine benzer kılma gücünü sürekli kılabileceği anlamına gelmez. Kürt ulusal kurtuluş savaşının tam bir kurtuluşla sonuçlanabilmesinin tek koşulu, ona işçi sınıfının her alanda kendi sınıf karakterinin damgasını vurmaktan geçmektedir. Din sorununa yaklaşımın ortaya koyduğu gibi, bu başarılamadığı sürece, şimdi kendisini ele aldığımız konuyla sınırlı olarak söyleyecek olursak, ideolojik plandaki bu tavizkâr ve uzlaşmacı tutum, yarın, siyasi ve ekonomik alanlarda, Kürt hâkim sınıflarıyla her türden uzlaşmanın kapısının açık tutulacağının da bugünden görülen bir işareti olma özelliğini taşımaktadır. Elimizdeki broşüre bakarak, hiç çekinmeden söyleyebiliriz ki, ulusal kurtuluşu sosyal kurtuluşa çevirmek isteyen işçi sınıfı, karşısında mülkiyetin kutsallığına dair Kuran ayetleri okuyan bir partiyi, hâkim sınıfların kendi din kardeşleri olduğunu öğütleyen parti imamlarını, “dürüst din adamlarını” bulduğunda şaşırmayacaktır.

DİN KARŞISINDA TÜRKİYE SOSYALİST HAREKETİNİN TUTUMU
A.Fırat’a göre, Türkiye’de ilk sosyalizm tartışmaları yapıldığı dönemde, işe dine küfürle başlandığı “bilinmekteymiş”! Bu gerçekten bilinmeyen bir şeydir! Çünkü gerçekte, Türkiye’de sosyalizm tartışmaları dine küfretmekle başlamak bir yana, Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı dönemi boyunca, yani TKF’nin kendisine bir varlık alanı, sosyal bir ilişki zemini bulabildiği en çetin tarihsel koşullarda, “kızıl”ın yerine “yeşil”in tercih edildiği daha çok bilinen bir şeydir. TKP, din düşmanlığı yapmak bir yana, bütün tarihi boyunca, halkın geri bilinç düzeyine, hem siyasi hem de ideolojik anlamda sürekli ödün verme yolunu seçmiştir: O’nun burjuva liberalizmi karşısındaki oportünist tavrı ile geri ideolojik eğilimler karşısındaki tavrı birbirini tamamlamıştır.
Ne var ki, özellikle Kemalizm’le yakın ideolojik ilişkisi dolayısıyla, ve kendi ideolojik tutumunu netleştirememekten gelen bir yalpalamayla, burjuva laisizm ve devlet politikalarına biçtiği “ilericilik” değeri dolayısıyla da, bu tavrı, örneğin bugün yapılabildiği kadar açık bir dinsel ideoloji yardakçılığına dönüştürememiştir. Bununla birlikte, TKP ve onun varyasyonları, hiçbir zaman militan bir ateizmi, tutarlı bir materyalizmi savunmak becerisini ve ideoloji cesaretini de gösterememiştir. Türkiye’de açık bir tanrıtanımazlık ve din düşmanlığı, komünistlerin dışından o da bir tek örnekle, bütün emeği saygıyla anılacak olan Turan Dursun’dan gelmiştir.
Dinle uzlaşma çabalarının listesi ise oldukça kabarıktır.
Ortadoğu’da komünistlerin başarısızlığının nedenlerini, bu arada TKP’nin tecrit olmasının kaynaklarını, yanlış olarak din karşısında “kaba materyalist” bir tutum takınmış olmalarında değil, mücadele kaçkını olmalarında, sınıfı ve halkı örgütlemede isteksizlik ve korkaklık göstermelerinde, devlet ve hâkim sınıf ideolojileri ve politikaları ile sürekli uzlaşmalarında aramak gerekir.

DİNİN ÖZÜ
A. Fırat, “…halkımızın, İran devriminde görüldüğü gibi, anti-emperyalist, anti-kapitalist İslami duygularını, moral değerlerini, eşitlik anlayışını, İslam’ın doğru yorumu, doğru değerlendirilmesi ve doğru sahiplenilmesi biçiminde halka götürmek, bu temelde halkı bilinçlendirme, kaba materyalist yaklaşımı bu biçimde aşarak bilimsel sosyalizmin Ortadoğu halk gerçeğine ve kendi halk gerçekliğimize başarıyla uygulamasını bilmek gerekir” diyor.(age, s.61)
Hemen görülebileceği gibi, A. Fırat, Iran halkının anti-emperyalist halta anti-kapitalist mücadelesinin İslami inançlardan kaynaklandığına, İran’daki sosyal hareketliliğin kaynağında İslamiyet’in bulunduğuna inanmaktadır. O’nun, kitabın diğer bölümlerinde de sıkça vurgu yaptığı, “dinin devrimci özü” fikri, bir bütün olarak dinin tarihteki rolü hakkındaki düşünceleri, sosyal varlık ile sosyal bilinç biçimleri arasındaki ilişkiyi, Marksizm’in aynı konudaki tezleriyle hiç uyuşmayan bir biçimde, bütünüyle tersinden kurduğunu göstermektedir.
Hiç bir din, ne özünde, ne biçiminde hiçbir zaman, dolaysız olarak kendisinden kaynaklanan devrimci bir yan taşımamıştır. Her din, eninde sonunda, bir sosyal olayın kendisinde bir ifade biçimi bulmasından, sosyal harekelin kendisini ortaya koyusunda bir araç rolü üstlenmesinden, ya da bir sosyal hareketin hedeflerinin formüle edilmesinde kolaylıklar sağlamasından dolayı, sosyal hareketin içeriğini teşkil ediyormuş gibi görünebilir. Ama bu onun “özünden gelen” bir şey değildir ve sosyal hareketin önceli olacak tarzda kendi başına bir hareket yeteneği taşıdığı anlamına gelmez. Dinin, tarihte sosyal olayların kaynağında bulunduğunu gösterecek biçimde özel olarak seçilmiş örnekler bile az çok sosyal hareket yasalarından anlayan birisi için, yalnızca görünüşteki bir çakışmaya işaret eder.
Hıristiyanlığın “kölelerin dini” olarak, onların isyancı ideolojisi olarak doğduğunu söylemek başka bir şeydir, onun köleleri isyancı yaptığını, köle isyanlarının Hıristiyanlıktan kaynaklandığını söylemek başka bir şeydir. Yahudiliğin Yahudilerin Firavunlardan kurtuluşunun yolunu açtığını söylemek de, İslamiyet’in Arap kavminin kurtuluşunun ve “gerçekten muazzam bir uygarlık” yaratışlarının sebebini oluşturduğu nu söylemek kadar anlamsızdır. A. Fırat, tarihsel hareketin kendisini dinde ifade etme yolları bulması olgusuna bakarak, dinin tarihsel olayların kaynağında bulunduğu sonucuna, hem de materyalizmin iyisini yaptığını ileri sürerek ulaşıyor.
Hıristiyanlık, Romalı sömürgecilere karşı duran Yahudi emekçilerinin, kendi din adamlarının işbirlikçiliğine karşı oluşturduğu bir siyasi kuruluşun örgütlenmesi ve yaygınlaşması için yardımcı olmuşsa eğer, bu, onun özünden gelen bir şey değildir: aksine, Hıristiyanlığa eğer bir nebze halkçı karakter veren bir şey varsa, o da bu sosyal hareketin kendisidir: yoksa Hıristiyanlık, bu harekete halkçı ve isyancı bir karakter vermiş değildir. Dinin tarih içindeki yerine bakarken, onun kendi kendine bir gerçekliği olduğunu sanmak, A. Fırat’ın çokça sözünü ettiği “kaba materyalizm “in, özel olarak da Feuerbachcılığın özelliğidir.
Eğer Marksist materyalizmin devrimci özüne dair herhangi bir bilinç taşınıyorsa, “dinin bir tarihi olmadığını” bilmek gerekir. Dinin kendi başına bağımsız bir tarihi olduğunu düşünmek, ya da aynı anlama gelmek üzere, tarihsel hareketi doğuran bir güç olarak dinde “devrimci bir öz” bulmak, sosyo-tarihsel hareketten bağımsız bir düşünce tarihi olmadığı, dinlerin, ideolojilerin, kültürün diğer öğelerinin kendi başlarına ve sosyal bir form kazanmaksızın hareket edemeyeceklerini ileri süren Marksizm’in materyalist tarih görüşüne tamamen aykırıdır. A. Fırat, bütün “semavi dinlerin” tarihi yapan güç olduğuna samimiyetle inandığı izlenimi veriyor. Belki bu inanca, her türden inanca saygı gösterenler tarafından bir saygı gösterilebilir. Ama bunun Marksizm’le, militan materyalizmle ilgisi olmadığının da belirtilmesi gerekiyor.
Din, Marks’ın sözlerini hatırlayacak olursak, acı çeken bir dünyanın hıçkırığıdır. Hayatın çarpılmış bir görüntüsünü, ama gene de bir görüntüsünü verir. Bu onda, ister istemez gerçek ilişkilerin kırılmış ve bozulmuş da olsa bir yansımasını, öyleyse, gerçek hayatın acılarından kaynaklanan ve onların dindirilmesi vaadini içinde taşıyan bir takım kavramlara dayanılması gereğini doğurmuştur. Yığınlara seslenen, onları belli bir ilkeler topluluğu etrafında toparlamak ve yönlendirmek amacı güden bir ideoloji, elbette yığınların özlemlerine yer vermek, kendisine bağlanması istenen insanların dilini konuşmak zorundadır. Dinler bir yana, faşist propaganda mekanizmaları, metanın reklâm edilmesinin psikolojik ve edebi içeriği, burjuva siyasal partilerin seçim propagandaları bile buna özen gösterir. Ama kim kalkıp, bunlardan herhangi birinde adalet, eşitlik, kardeşlik, fedakârlık gibi kavramların kullanılmış olmasına bakarak, bunlardan herhangi birinin devrimci bir öz taşıdığını söyleyebilir?
Yığınların tarihsel eylemi içinde, her eski kurum kendi eski biçiminden ayrılarak, o hareketin özellikleriyle donanmaya başlar. Tarihsel hareket, kendi dönüştürücü özelliklerini, eskiden bütünüyle dönüşmenin ve değişmenin karşısında yer almak üzere kurumlaşmış bulunan sosyal kategorilere yapıştırır. Güncel ilişkileri ve kurumları değiştirirken, geçmişteki olayları, ilişkileri ve nesneleri de kendisinin geçmişteki kökleri olarak görünecek tarzda kendi parçası haline getirir. Ama bu bütün o kurum ve ilişkilerin, ta doğuşlarından bugüne aynı özü taşıdıkları, hep bu tarihsel hareketin oluşumu için derinden gelen bir etkiyi taşıdıkları yanılsamasına yol açmamalıdır.
Komünizmin geleneğinde, “dinin devrimci özüne” sahip çıkmak diye bir şey yoktur. Aksine, komünistler, her ülkede, mutlak olarak; din karşıtı ne varsa onun takipçisi olmuşlardır ve kendi geleneklerini ateist, kilise karşıtı, din tarafından sapkınlık olarak suçlanmış düşünce hareketleri içinden seçmeye özen göstermişlerdir. A.Fırat’a göre, örneğin, on sekizinci yüzyılın ateist literatürünü çevirmeyi ve propaganda etmeyi Alman proletaryasına öğütleyen Engels, bir “kaba materyalisttir!

KOMÜNİSTLER DİNSİZ MİDİR?
Bir komünist, evet tam da A.Fırat’ın karşı olduğu kadar militan bir ateisttir. “Komünistler dinsizdir”‘ sözünün gericilerin bir uydurması, olduğunu söyleyerek, neyin kurtarılmak islendiğini anlamak mümkün değildir. Apaçık söylemekte yarar var: bir komünist, geleceğin insanının bugünkü bir modelidir ve geleceğin insanının her türden yabancılaşmadan tam kurtuluşu simgelediği ölçüde, dinden de tam kurtulmuş olması koşuldur. Dindar bir “komünist”, ya bir ikiyüzlüdür, ya da komünizmi yalnızca adalet, eşitlik, fedakârlık gibi aslında geçmişe ait olan kavramlarla indirgeyen, bu yüzden de dinin vazettiği kavramlarla bu acayip komünizm ülküsü arasında olmadık bir ilişkiyi mümkün gören Ortadoğulu bir politikacıdır: ama her iki halde de bir komünist değildir.
Mülkiyetin bütün biçimleriyle yabancılaşmanın bütün biçimleri arasındaki dolaysız ilişkiyi gören her komünist, militan bir ateist olarak kalmaya devam edecektir. Din’ sorunu, insan olmakla ilgili bir sorun olarak konulduğunda, bir komünistin kabul edemeyeceği en aykırı önerme şudur: “Din insanlık kadar eskidir, insanlığın oluşumunun ayrılmaz bir parçasıdır”. Bu açıkça, din yoksa insan da olmaz demektir ki, bir komünist için vazgeçemeyeceği temel gerçek, bunun lam aksidir: dinden kurtulmadıkça insan, hayvanlıktan da tam kurtulmuş sayılamaz. Komünistlerin dine saygılı olduğunu söyleyerek itibarın kurtarılmak istenmesi, aslında komünizmin saflığına yönelmiş oportünist bir saldırı biçimini almaktadır.
A.Fırat’ın, sık tekrarlamaktan hoşlandığı bir fikri var: Din insanlık kadar eskidir! Bu tez, bütün teologların, ilahiyatçıların, bu arada papazların, imamların, yani dinle ister inceleme-araştırma amacıyla, isterse onu en basit kalıplar içinde halka sunmak amacıyla ilgilensin, her din adamının başlıca dayanağını, en inandırıcı olduğunu düşündükleri temel “gerçeklerini” ifade eder “İnsan dinsiz olamaz, çünkü din insanlık kadar eskidir.”!
A.Fırat, bu propaganda cümlesini, kendince “maddi ve nesnel” koşullarla açıklıyor: “Gerçekten, o dönem insanı, ruhen, fiziksel yönden ve düşünce itibariyle, böyle çırçıplak olan, iki sözcüğü, iki ağaç dalını bile bir araya getiremeyen konumdadır, fakat düşünmeye cesaret ediyor, ruhen de bir ürperti duyuyor. Doğruluk, iyilik ve güzellik kavramları onu etkiliyor” (DSDY, s. 14) Tabii, iki sözcüğü iki ağaç dalını yan yana getiremeyen birinin düşünmeye kalkışması gerçekten cesaret ister! Çünkü düşüncenin işten önce gelemeyeceğini, nesne ile ilişkinin ve onu dönüştürme eyleminin öncesinde insanoğlunun en sıradan kavram oluşturma etkinliğini bile gerçekleştirmeyeceği, materyalizmin, bilip bildirdiği en temel gerçeklerden biridir. İki ağaç dalı, iki sözcük yan yana gelmeden, iyilik, doğruluk, güzellik kavramlarının oluşmayacağını kendisini az çok materyalist sayan herkes bilir. Ama bir idealist, yani dinin ve bu anlamda düşüncenin işe, nesnel etkinliğe, üretken insan emeğine öncel olduğuna inanan birisi için, bunu ileri sürmek o kadar zor değildir. Çünkü kutsal kitaplar da, „ idealist filozoflar da, her şeyden önce “ruhu ürperten” kavramların geldiğini, her şeyin öncesinde sözün bulunduğunu ileri süren geleneksel metafiziğin yolunu izlerler. Ama bunu, din karşısındaki materyalist tutumu “kaba materyalizm” olarak damgalayıp, daha incelmişini önerdiği iddiasıyla ortaya çıkan bir “bilimsel sosyalist”in söylemesi en azından yadırgatıcı oluyor. Bu düşünceyi bu kadar açıklıkla ve idealist metafiziğin temel argümanlarını kullanarak ileri süren birinin materyalist olup olmadığı konusunda çok ciddi kuşkular doğuruyor.
Hangi dine mensup olursa olsun, her din adamı, her ilahiyatçı, kendi dininin en yüksek gerçekleri kapsadığını, insanlığın en eski zamanlarından beri her düşünce biçiminde kendi dininin izlerinin bulunabileceğini ileri sürer. Bir Hıristiyan, animizmde ruh-ül Kudüs fikrinin izlerini bulabilir, bir Müslüman, hele bir de tasavvufa inanıyorsa, animizmin kendi dininin biraz ilkel bir aşaması olduğundan kuşku duymaz. Dinsel düşünce ve tavrın her değişiminde, kendi dinine doğru tarihsel bir yönelim bulur. Bütün idealist felsefe ve ideoloji biçimleri, kendi varol uslarını, geçmiş bütün düşünce biçimlerinin bir aşılması, tamamlanması olarak ileri sürerken aynı temel düşünceden yola çıkarlar: varolan şey, var olmuş olanların gelişmesinin ve tamamlanmasının her aşamasında, bir biçimde onların içinde bulunur. Sonuçta da her geçmiş olay ve olgu, varolanın ortaya çıkması için o son ve en gelişmiş aşamanın tamamlanması için kendilerinde bir erek taşırlar. Örneğin putperestlik, İslamiyet’e varmak için bir aşamadır: çünkü orada bile bir tanrı inancı vardır ve o ilkel inancın amacı, ereği, gerçek Allah kavramına varmak için bir basamaktır vs. Dolayısıyla, ilkellerin, ilk insanların düşünceye benzer bir şeyler taşımış olmalarına dair her işaret, bugünün ihtiyaçları ve bugünün egemen kılınmak istenen ideolojileri açısından kökendeki geçmiş olarak yeniden yorumlanır.
“Din insanlık kadar eskidir, insanlığın oluşumundan ayrılmaz bir parçadır, insanın varlığı dinsel bir varlıktır” vs. biçimindeki sözlerin ardında yatan felsefi yorum tarzının içeriği, ilahiyatçılarınkinden farklı değildir.
Din, gündelik hayat içinde insanlara hükmeden pek çok kuvvetin, insan zihninde fantastik tarzda yansımasının ürünüdür. Bu düşünüş tarzında, nesnel dünyanın bütün ilişkileri tersine çevrilir, nesne dışı bir içerik kazanır ve kendisine nesnel ilişkilerde karşılığı dolaysızca bulunamayacak görünümler ve ifade biçimleri bulur. Ancak teolojik bir bakış açısı, dinin bu çarpılmış ve defalarca kırılarak nesnel kaynağından uzaklaşmış görünümünü, insanın iç dünyasının ebedi biçimlerinden birisi sayar: böylece kaynağını aldığı dünyadan bu kopuş, insanoğlunun ezelden beri içinde taşıdığı manevi değerler olarak yorumlanır. Ona niteliğini veren ve en kaba çizgileriyle bütün dinlerin karakteristiği durumunda olan metafizik tarzda dünyayı yorumlama çabası, yalnızca kör inanca karşılık düşen duygular ve gerçek dünyadan kopuşu koyulaştıran ritueller, büyü törenleri, tapınma biçimleri, eninde sonunda, doğa üstüne inancın organik bileşenlerini, ve dinin sosyal bir işlev kazanmasının araçlarını temsil ederler.
Bütün bu karakteristikler, her sosyal kuruluş aşamasının özelliklerine, her toplumun maddi dünya ile ilişki içinde belirlenmiş özelliklerine, kültürel biçimlenmenin geçmişe uzanan köklerinin etkilerine vs. bağlı olarak, koşullu ve geçici bin bir özellik gösterir. Bu bakımdan Marksizm, eğer hâlâ birileri için bir değer ifade edecekse, şu belirlemeyi yapar: Din sosyo-tarihsel bakımdan koşullanmış geçici bir fenomendir.
Dinin kaynağında, doğa güçleri karşısındaki acizlik vardır. A.Fırat’ın görmek ve göstermek istediği gibi, insanın yücelişinin değil, onun yoksunluğunun ve güçsüzlüğünün bir işaretidir. Dinin sosyal köklerinde, toplumsal gelişmenin çeşitli unsurlarının yanı sıra, sömürü ve yoksullukla karşı karşıya gelen insanın çaresizliği ve daha iyi bir dünyaya -ama bu dünya, üzerinde yaşadığımız dünyada gerçekleşemeyecek bir “öte dünya”dır- özlem vardır. Bu yüzden din, insan için bir kurtuluş vaat etmek bir yana, onun mümkün sosyal kurtuluş yollarının tıkanmasının, ertelenmesinin veya en azından saptırılmasının ifadesidir. Lenin, “devamlı olarak başkaları hesabına çalışmaktan bunalmış halk kitlelerinin, yalnız başlarına kalışlarından ve sefaletlerinden doğan ve onlar üzerinde her an ağırlığını hissettiren manevi baskı biçimlerinden biri” olarak nitelediği dinin, ancak proleter devrimiyle bu olumsuz gücünü kaybedebileceği umudunu da bize miras bırakmıştır. Dinin insan hayatından silinebileceği, insanın dinsiz de yaşayabileceği, daha doğrusu ancak dinsiz olduğu takdirde insan olabileceği görüşü ile A. Fırat’ın, “insanin varlığı dinsel bir varlıktır” (DSDY. s. 15) tarzındaki düşüncesi kıyaslansın. Bu söz, yalnızca bugünün politik ihtiyaçlarının pragmatik tarzda yorumlanmasıyla ilgili bir içerikte kalsa, hareketin ulusal -ve bu yüzden en genel anlamda burjuva- karakteri de göz önünde tutularak bir dereceye kadar hoşgörü sınırlan içinde ele alınabilirdi. Oysa A. Fırat, bunu bilimsel sosyalizm adına ve geçmiş bütün sosyalist pratik ve teoriyi mahkûm ederek, onun yerine daha doğrusunu koyma iddiasıyla ileri sürüyor.

DİN HALKIN AFYONU MUDUR?
A.Fırat’ın “klasik değerlendirme” olarak bir kenara bırakılmasını önerdiği en ünlü Marksist aforizmalardan birisi olan “Din halkın afyonudur” cümlesinin içeriği, basitçe dinin uyuşturucu etkisine, halkın kendi gerçeklerinin farkına varmasının önündeki bir engel olarak taşıdığı anlama işaret etmekle kalmaz.
Marks, din karşısındaki insanlık durumunu, yalnızca dinin uyuşturucu etkisine indirgeyerek açıklayan basit bir propagandacı değildir. Marks’ın eleştirisi, çok derin bir analize dayanır: din ve insan arasındaki ilişki, tıpkı mülkiyet ve insan arasındaki ilişki gibi, insanın insan olmasının önündeki engellerden birini teşkil eder.
Daha 1844 El Yazmaları’nda, “Eğer ben dinin insanın yabancılaşmış kendinin bilinci olduğunu biliyorsam, din olarak dinde doğrulamasını bulan şeyin, benim kendimin bilinci değil, ama benim yabancılaşmış kendimin bilinci olduğunu da biliyorum demektir. Demek ki, o zaman, benim kendi kendime, kendi özüne bağlı bulunan kendimin bilincimin, kendini dinde değil, ama tersine, yıkılmış, kaldırılmış dinde olurladığını da biliyorum demektir” diyordu.
Kendi “halkının yüce değerleri” olarak olumladığı din karşısında pragmatist bir uzlaşmayı seçen ve bunun politik hareketinin en önemli bir varlık biçimi almasını öneren birisi için bu cümle oldukça anlamsız bir felsefi sayıklama gibi görünecektir. İnsanın kendi bilincini dinde değil, aksine dinin yıkılışında ve kaldırılışında görmek, dinin insani varoluşun temeli olduğunu söyleyen birisine elbette yabancı ve anlamsız gelecektir. Ve bu durumda Marks da, Engels ve Lenin gibi bir kaba materyalist olarak damgalanmayı hak edecektir. Çünkü onlar, kendi tarihsel eylemini dünyayı dönüştürerek sürdüren insanın, eninde sonunda bu dünyayı bir başkasının yaratığı olarak görmekten, kendi yarattığı bir şey olarak görmeye geçebileceğini, böylece doğa karşısındaki güçsüzlüğünün ve yenilgisinin bir ifadesi olan dinden kurtularak gerçek bir insan halinde ayakları üzerine dikilebileceğini söylüyorlar: insanın ayaklarının üzerinde dikilişinin dinin, dinsel kavramların ürünü olduğunu ise “kabaca” reddediyorlar. Evet, onlar katı ve bükülmez materyalistlerdir: gündelik politikaların tarihsel zafere feda edilmesini kabul edemeyecek kadar “esneklikten yoksun” ve “izole olmayı” kabul etmiş ihtilalcilerdir. İnsanın ebedi kurtuluşunun ancak sosyalizmle mümkün olacağına inandıkları için, sosyalizmi güncel gerekçelerle sulandırmayacak kadar “kaba”dırlar. Bu yüzden bir kez “halkın afyonu” olarak lanetledikleri bir çarpık bilinç biçimini, sonradan yerden kaldırıp gökyüzüne, ilahiyatçıların oturttuğu yere koymamışlar, böylece de “dinin devrimci özü”nü keşfedemeyerek A.Fırat’ın gözünde “aciz kalmışlar”dır!
Hiçbir komünist, gündelik taktiklerin içinde dinin başlıca hedef alınarak, cepheden ve anarşistçe din düşmanlığı yapılmasını önermiyor. Devrimci mücadelenin önündeki fiziki ve siyasi engelleri pratik politika bakımından önemseyen ve mücadelesinin ihtiyaçlarını, halkın gerçek ihtiyaçlarıyla birleştirmesini bilen hiç bir ihtilalci böyle saçma bir yolu seçmeyecektir elbette. Ama bunun karşısında dine övgüler düzmek, dini kendi öz niteliklerden soyarak onu devrimci bir araç haline getirmeye çalışmak gibi bir oportünizme de prim vermeyecektir. Sosyalizm, uzak hedefleri belirleyen ilkeleri, temel proleter ideolojik değerleri çiğneyerek, onları günlük politikanın önünde yerlere sererek değil: Yeni bir insan yaratmanın bütün gereklerini, geleceğin dünyasında yaşayan insanın sahip olması düşünülen bütün temel özelliklerini gözeterek ve bunlardan hiç bir nedenle taviz vermeden gerçekleştirilebilir. Çünkü din, eğer sözleri hala bir değer taşıyorsa, Marks’a göre, insanın kendisinin yitirilmesinden, başka bir şey değildir ve öyleyse, dinin temel bir insani değer sayılmasına dayanan bir politikanın, aynı biçimde yalnızca kendisinin hiç bulunamamasına yol açacak olan bir bağımlılığa dönüşebileceği, bundan ötesini hiç vaat etmediği de çok gizli ve görünmez bir şey olmaktan çıkar.

ENTERNASYONALİZM ve ÜMMETÇİLİK
Aynı düşüncenin bir başka biçimde, kendisini Ortadoğu halklarının uluslararası ilişkilerinin yorumlanışı sırasında, daha derin ve artık kesin bir siyasal biçim kazanmış olarak gösterdiğine tanık oluyoruz.
A. Öcalan, “2000’E DOĞRU” dergisinin 30. sayısında yayınlanan bir demecinde, PKK’nın “en iyi Müslüman hareket” ve Ümmetçiliğin de “aslında enternasyonalizm” olduğunu söylüyor.
Kuşkusuz komünistlerin PKK’nın “en iyi Müslüman hareket” olduğu iddiasına söyleyebilecekleri fazlaca bir söz olamaz; bu onun sorunudur. Ama ümmetçilik ve enternasyonalizm arasında kurulan ilişkiye çok esaslı itirazları olacaktır; çünkü bu da komünistlerin sorunudur.
Bilineni tekrar etmek zorundayız. Ümmet kavramı, tarihsel olarak ulus kavramından daha geri bir topluluk ilişkisini dile getirir. Henüz uluslaşmasının öncesinde, kavimler ve milliyetler arasında, yalnızca aynı dinden olmalarından ötürü bir birliğin oluşabileceğini varsayan bir ideolojinin dile gelmesidir. Gerçekte, ne bu kavramın ortaya atıldığı çağda, ne de sonrasında, gerçek anlamda din birliği, halkların birlikte hareketinin ve aynı hedeflere sahip olmalarının nedeni olmamıştır. Ümmet kavramı ve ümmetçilik ideolojisi, daha çok ve esas olarak, aynı dine mensup farklı milliyetlerden halkları bir arada tutmak ve aralarında egemen devlet aleyhine birlikler oluşturmalarını önlemek amacıyla, etkili biçimde özellikle Osmanlı İmparatorluğu tarafından kullanılmıştır. “Dinin özü” tarafından ve var olduğu ileri sürülen devrimci niteliği dolayısıyla değil, doğrudan doğruya, sömürgeci amaçların bir uzantısı olarak toplumsal hayata girmiştir. Bu açıdan bakılınca, ümmet kavramının ve ümmetçilik ideolojisinin politik bir karakter taşıdığı ve bunun bugün de gene proletarya dışındaki bir sınıf tarafından politik amaçlarla kullanılabileceği sonucuna ulaşılabilir. Ne var ki, bu kavramla ifade edilen ilişkilerin, özellikle de siyasi literatürde özel olarak proletaryanın devrimci hareketinin bir boyutunu dile getirmek üzere kullanılagelen enternasyonalizm kavramına eşlenmesi son derece yanlıştır.
“Ümmetçilik, aslında enternasyonalizm” değildir. Tarihsel gerekçeler bir yana, işçi sınıfını devriminin öncüsü ve devrimini de sosyalizme kadar götürmek niyetinde olan bir politik hareket, bu iki kavramı birbirine özdeş olarak göstermekten mutlaka kaçınmalıdır. Biraz esnek bir yorumla, ümmetçiliği enternasyonalizm olarak gösteren bu anlayışın, örneğin, burjuvalar arasında da uluslararası çitleri ortadan kaldıran, onların ulusal çıkarlarından çok sermayenin uluslararası ilişkilerini ve çıkarlarım ön plana koyan bir anlayışla hareket etmelerinde olduğu gibi bir enternasyonalizmden söz ettiğini düşünmek de mümkün değildir, Öcalan, ümmet ve ümmetçilik kavramlarına kesinlikle olumlu bir anlam yüklemek üzere onları enternasyonalizmle eşitliyor. Ve bunu yaparken, halklar-arası kardeşlik temasını da, dinsel temele dayandırıyor. Ortadoğu halkları arasındaki kardeşliğin aynı dine mensup olmaktan kaynaklandığına işaret ediyor. Böyle bir “enternasyonalizm” anlayışının komünist enternasyonalizm anlayışıyla uzak yakın hiçbir ilişkisi yoktur. Komünist enternasyonalizm, ayrı uluslara mensup işçilerin kardeşliğinde tek bir kıstas tanın Aynı sınıfa mensup olmak, ayrı dinlerden, ayrı uluslardan, ayrı ırklardan işçileri kardeş yapar. Ayrı ve özellikle de karşıt sınıflardan insanlar, “din kardeşi” olabilirler, ama bu, kardeşliğin, sosyalizmi hedefleyen bir politik hareket bakımından, koyu bir pragmatizme saplanmadıkça ciddiye alınabilir hiç bir yanı yoktur. Ulusal hareket ve ulusal hareketin bölge çapındaki ilişkilerini devrimci sınıfın sosyal ve ideolojik ekseni etrafında yorumlayan bir politika, bu gibi terimlere ancak ifade ettikleri gerçek ilişkiler bakımından, yani egemen sınıfların egemenliğinin bir aracı olarak, sınıf farklarını örten rolleri bakımından bir değer biçebilir. Bu içeriği tersine çevirmek ve onu karşı devrimci rolünden soyarak, devrimci bir araç haline getirmek, en azından komünist bir hareket bakımından düşünülecek bir şey olamaz. PKK, bunu düşünebilir ve gündelik taktikleri bakımından bu yaklaşım, ona gerçekten büyük güncel ama tarih açısından bakıldığında geçici faydalar sağlıyor görünebilir. Ama böyle davranan bir politik partinin, komünizm, sosyalizm gibi nitelikleri, kendi niteliği olarak ileri sürmesine razı olunamaz. Böyle bir politikanın, komünist geleneklerin en değerlisi, işçi hareketinin en yüksek biçimi olan enternasyonalist hareketin adına bağlanması ise, hiç kabul edilemez.

Ekim 1991

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑