İşçi sınıfı mücadelesi ve anti-emperyalizm

20. yüzyıl, proleter devrimleri çağı olmadan önce emperyalizm çağı olmuştu. Ekim devrimi, emperyalizm çağını proleter devrimleri çağına çevirdi. Ama emperyalizme karşı mücadelenin önemini ortadan kaldırmadı. Tersine, emperyalizme karşı mücadeleleri de sosyalizm mücadelesine bağlayarak onu daha da anlamlı ve radikal bir konuma getirdi. Bu yüzden, Ekim devriminden bu yana, dünyanın her köşesinde, işçi sınıfının mücadelesinin en önemli bileşenlerinden birisi anti-emperyalizm olmuştur.
Anti-emperyalizm, emperyalist ülkelerin proletaryası için emperyalist sömürgeciliğe, kendi burjuvazilerine, doğrudan kapitalizme karşı savaş, sömürgelerin, yarı-sömürgelerin proletarya ve halklarının mücadelesine destek olurken, geri ülkelerin proletaryası için ülkenin emperyalist baskı ve sömürüden kurtulması, bağımsızlık ve özgürlük mücadelesi olmuştur.
Ekim devriminden bu yana, anti-emperyalist mücadele, hem uluslararası proletarya için, hem de birer birer ülkelerin proletaryası için sosyalizmi kurma mücadelesinin başlıca bileşenlerinden birisi olmuştur. Ve bu süre içindeki pratikte göstermiştir ki; anti-emperyalist mücadeleyi ihmal eden bir parti devrime önderlik etme şansını asla elde edememiş, ya küçük bir grup olmaya mahkûm olmuş, ya da yozlaşıp dağılmıştır.
20. yüzyılın başından bu yana da; emperyalizme karşı tutum gerçek Marksistlerle her türden revizyonizm uç reformizmi ayıran başlıca ayıraçlardan olmuştur. Gerçekten de o zamandan bu yana bütün sapmalar önce emperyalizm karşısında diz çökerek, onunla uzlaşmaya girişerek, uzlaşmanın teorisini yapıp, emperyalizmde olmayan olumlu nitelikler keşfederek Marksizm’den kopmuş, revizyonizmin, reformculuğun saflarına geçmiştir. Bernstein, Kautsky, Troçki, Buharin, Tito, Kruşçev, Mao Zedung, Gorbaçov, Ramiz Alia ve onların her ülkeden izleyicileri gibi.

TÜRKİYE’DE ANTİ-EMPERYALİST MÜCADELE VE İŞÇİ SINIFI
Türkiye işçi sınıfı, Kurtuluş Savaşı’ndaki anti-emperyalist tutumu bir yana bırakılırsa, emperyalizme karşı mücadelede yer alması ancak 1960’II yıllarda olanaklı olmuştur. Ne var ki bu dönem görkemli işçi ve gençlik eylemleriyle başlayan ama reformcu ve revizyonist çevreler tarafından düzen sınırları içine çekilerek mücadelenin kısırlaştırıldığı bir dönem olmuştur. Anti-emperyalist ve aynı anlama gelmek üzere anti-Amerikan sloganların işçi ve diğer emekçi sınıflar içinde yaygınlaşıp gösterilere dönüştüğü bu dönem, kısa da sürse, bugün için önemli dersler içeren bir dönem olmuştur. İşçiler ve yüksek öğrenim gençliğinin doğrudan anti-emperyalist amaçlı gösterileri ve ekonomik amaçlı gösteriler içinde bile sık sık anti-emperyalist sloganların herkesi birleştiren bir öğe olarak öne çıkması, sınıf hareketine yeni bir nitelik ve canlılık kazandırıyordu.
1970’lerin sonuna doğru mücadelenin anti-emperyalist “bileşenine” karşı belirli bir ilgisizlik ortaya çıkmıştı, ama yine de, emekçi yığınlar ve gençlik bugünle kıyaslanamayacak ölçüde anti-emperyalist bir duyarlılığa sahipti.
Özellikle 1960’lı yılların sonlarında Küba, Vietnam ve dünyanın her köşesindeki anti-emperyalist mücadele işçi sınıfı, gençlik ve diğer emekçi sınıflar tarafından yakından izleniyor, onların başarılarıyla gururlanılıyor, onların başarıları için destek eylemlerine başvuruluyordu.
Bu anti-emperyalist duyarlılık, bir yandan ülke çapında emperyalist mücadeleyi güçlendirirken, işçi sınıfımız için enternasyonalist dayanışmanın bir ifadesi, onun enternasyonalist bir ruhla eğitilmesinin de vesilesi oluyordu. İşçi ve emekçi sınıflarımızın mücadelesi içindeki bu olumlu eğilim, giderek azalan bir seyir izlese de 1980,12 Eylül darbesine kadar sürdü.
12 Eylül darbesinin arkasından uzun bir sessizlik dönemi yaşayan işçi sınıfı mücadelesi, 1985’lerden başlayarak yeniden yükseldi. 1988’den itibaren ise; kitlesellik ve eylemdeki çeşitlilik bakımdan 1970’li yılları geride bıraktı. 1988-1991 arasında milyonlarca işçi grevlerden sokak gösterilerine kadar değişik eylem biçimleri içinde yer aldı. Bu, dönemin olumlu, bundan böyle sınıf hareketinin üstünde yükseleceği çok önemli bir zemindi.
Öte yandan işçi sınıfı hareketi, bu tarihinin en yoğun kitlesel eylemlere sahne olan döneminde adeta bir çemberin içine hapsoldu: gündelik ekonomik çıkarların. Daha doğrusu daha da dar bir çembere, ücret artışına… Son bir kaç aylık döneme kadar işyeri ve işkollarında işçileri ilgilendiren en önemli şey TİS ve TİS içinde de en önemli madde ücretlerle ilgili maddeydi. Patronlar ve sendikacılar da işçilerin bu zaaflarını iyi biliyorlardı, iyi de değerlendirdiler. Oldukça yüksek rakamlarla bağıtlanan TİS’lerle işçileri oyalayıp, hızlı fiyat artışı ve işçi kıyımına başvurarak dolaylı yoldan ücretleri aşağı çektiler. Daha sözleşme döneminin yarısında işçilerin “yüksek ücret”leri anlamsızlaştı, yeni TİS dönemi için daha “yüksek ücret” istemekten başka bir şey düşünülmemesi sendikacılar ve reformcu “sol” çevrelerce körüklendi.
Bu son derece hareketli döneminde işçi sınıfımız ekonomik mücadelenin sorunlarıyla “ilgilendi”, özgürlük, demokrasi, sömürünün ve sınıfların ortadan kaldırılması için mücadele onun gündeminde fazla bir yer tutmadı. Marksist hareketin sınıfla ilişkisinin düzeyi ve işçi sınıfına bilinç götürdüğünü iddia eden çeşitli küçük burjuva örgütlerin durumu göz önüne alındığında, sınıfın siyasal konulara yönelmesi için çabalar yetmemiştir denebilir. Ama konu anti-emperyalizm olduğunda şu söylenebilir: sorun çaba yetmezliği değildir, konunun sınıfın gündemine sokulması ihmal edilmiştir. Elbette ki sınıfın partisinin bu konuda çabaları olmuştur, ama bunun yeterli olduğu söylenebilir mi? Oysa yaşadığımız yıllar emperyalizmin ülke içinde ve dünya ölçüsünde eylemlerinin son derece arttığı, emekçilerin yaşamına doğrudan müdahalede bulunduğu yıllardı: Dünya Bankası ve IMF’nin dayatmaları, “yeni dünya düzeni”, Körfez savaşı vb.
Anti-emperyalist mücadele ile bugün işçi sınıfı mücadelesinin kaçınılmaz iç içeliğine değinmeden önce, 1960-1970’lerdeki işçi sınıfının anti-emperyalist mücadelesine ve bu mücadelenin sınıf hareketine getirdiği dinamizme kısaca değinmekte yarar var.
İşçi sınıfının emperyalizme karşı mücadelesinden tarihsel bir kesit
1960’ların ortasından itibaren, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de anti-emperyalist mücadele hızla yükselir. Dünya ölçüsünde ABD’ye ve onun şahsında emperyalizme karşı i yürütülen mücadeleler, Vietnam devriminin de etkisiyle, sıradan tepkiyi aşarak yığınsal mücadelelere dönüşür.
Türkiye’de bu tepki, “Petrollerin ulusallaştırılması” -sloganıyla, yabancı sermayeye tepki olarak başlar, 1966-67’lerde ABD ve emperyalizm damgası taşıyan her şeye yönelir: “ABD Üsleri Kapatılsın”, NATO’ya Hayır!”, “6. Filo Defol!”, “Yanke Go Home”, “Ortak Pazara Hayır!”, “İkili Anlaşmalar Açıklansın ve İptal Edilsin!'” vb. sloganlar dönemin en yaygın sloganlarıdır.
Önceleri değişik gösterilerin içinde dar gruplar tarafından atılan bu sloganlar, bütün öğrenci gençliğe, sonra da işçilere mal olur. İşçi grevleri anti-emperyalist sloganlarla yeni bir canlılık kazanır. Fabrika işgalleri ve direnişlerde ise; ABD ve emperyalizm karşıtlığı her türden başkaldırı eyleminin alametifarikası olur.
Bu dönemdeki işçi grev ve direnişlerinde, fabrika işgallerinde (1967-70 arası dönemin tipik eylemlerindendir) diğer günlük taleplerin yanı sıra, “NATO’ya Hayır”, “Kahrolsun ABD Emperyalizmi”, “6. Filo Defol” gibi sloganlar da sürekli haykırılan, ya da fabrika binalarının en görünür yerlerine asılan sloganlardı.
Anti-emperyalist mücadele bu dönem gençlik mücadelesinin merkezindedir. ABD’nin Türkiye üstündeki baskıları ve 6. Filo ise, adeta mücadelenin dinamiti olur. 6. Filo’nun Türk limanlarına gelmesi demek ülke çağında anti-emperyalist eylemlerin yoğunlaşması demektir. Bu dönemde İşçiler de, anti-emperyalist mücadelede hayli yoğun bir biçimde yer aldı. Sendikalar ya da tek tek işçiler anti-emperyalist eylemlerde, gösterilerde aktif olarak yer aldılar. Örneğin, Kanlı Pazar olarak bilinen ve ABD 6. Filosu’nun protesto edildiği, büyük bir çoğunluğunu işçilerin oluşturduğu 30 bin kişilik görkemli gösteri gerici ve faşistlerin polis destekli saldırısına uğradı. Üç emekçi öldürüldü, onlarcası yaralandı. Ama gösterilerin arkası da kesilmedi. Giderek ABD 6. Filosu Türkiye limanlarını “ziyaret edemez” oldu.
Bu gelişmeler içinde ilerici-gerici saflaşması, çok doğru olarak anti-emperyalist bir platformda gerçekleşti. Emperyalizme karşı olanlar ilerici, emperyalizmden yana olanlar gericiydi. Bugünkü gibi, gazete köşesinde yabancı sermayenin nimetlerinden söz edip, emperyalist dünya barışının övgüsünü yapıp sonra da ilerici geçinmek olanaksızdı. Çünkü sadece gençlerin değil, emekçilerin de beynine emperyalizmin dünya gericiliğinin asıl ocağı olduğu çakılmıştı. Bu yüzden de ABD’ni protesto edenlere gericiler ve polis birlikte saldırırken, devrimciler ve geniş emekçi kesimler aynı safta birleşip mücadeleye atılıyordu.
Bu dönem anti-emperyalizmi, emperyalizmi ABD’nin dünya jandarmalığında, 6. Filo ve üslerde, doğrudan yabancı sermayede vb. ele alan bir anti-emperyalizmdir. Ama bu yaklaşım bile emperyalizmin işbirlikçisi egemen sınıflar ve yabancı sermaye yanlısı çevreleri fazlasıyla ürkütmüştü. AP’ye başkan olurken, Nixon’la kol kola çektirdiği resimleri delegelere dağıtarak (Bugün Özal’ın, Reagan ya da Bush’la “dost” olduğu için övünmesi gibi) oy toplayan Demirel, 1968’lerde bu ilişkisini gizlemeye çalışır. “Morrison Süleyman” olmadığını kanıtlamak için bin dereden su getirmek zorunda kalır. Yabancı sermaye savunucuları bu görüşlerini açıkça savunamaz duruma düşerler. Bir aydına, bir politikacıya yapılabilecek en büyük suçlamalardan biri “yabancı sermaye (ya da NATO) yanlısı”, “ABD’nin İşbirlikçisi” olması suçlamasıdır. Dahası 1970’lerden itibaren, ABD 6. Filosu’na bağlı savaş gemileri Türkiye limanlarını ziyaret edemez duruma düşerler. Öyle ki, 27 Mayıs ihtilalcileri ilk açıklamalarında “NATO’ya CENTO’ya bağlılık” yemini ederken, onlardan çok daha geri bir çizginin savunucusu faşist 12 Martçılar, anti-emperyalist, yabancı sermaye karşıtı bir tutum benimsiyor havası vermek zorunda kalırlar kendilerine.
1970’lerin ortalarına kadar, anti-emperyalist bilinç yükselmeye devam eder. Gerçi işçiler 1960’lerin sonuna kadar giderek daha az anti-emperyalist şiarları kullanır, (burada DİSK’in işçileri anti-emperyalist eylemlerden ekonomik mücadelenin sorunlarına çekme çabasının etkili olduğu gerçektir) eylemlere daha az katılır olurlar, ama anti-emperyalist bilinç ve emperyalizme karşı öfke artarak sürer. 1970 sonlarında ortaya çıkan THKO ve THKP-C’de şiddetin asıl keskin yanının emperyalizme yönelmesi, emperyalizme karşılığın öne çıkarılması bir rastlantı değildir.
70’lerin İkinci yarısı İçin, gerek işçiler gerekse gençlik ve aydınlarda, önceki yılların uyanıklığı kalmaz. (Elbette bu yıllarda anti-emperyalist uyanıklığın azalmasının nedenleri vardır. Ama burada, bu yazı çerçevesinde bulunan nedenlerine girmek yazının hacmini fazlaca artıracağından, bunu gereksiz görüyoruz.) Ama 12 Eylül sonrasıyla kıyaslandığında yine de son derece yüksek bir anti-emperyalist mücadele vardır demek hiç de abartma olmayacaktır.

1980-90’LARDA ANTİ-EMPERYALİST MÜCADELENİN SORUNLARI
1980 sonrasında anti-emperyalist mücadelenin gerilemesinde elbette 12 Eylül darbesinin devrimci ve Marksist hareket başta olmak üzere tüm ilerici güçlere saldırısının, bu saflarda korku ve tedirginlik yaymasının rolü vardır. Ancak, soruna dünya ölçüsünde yaklaşıldığında asıl ne; denin 12 Eylül terörünün dışından geldiği görülür.
Emperyalizm çağıyla birlikte anti-emperyalizm sorunu sömürgeler sorunuyla birleşir. Ekim devrimi ise emperyalizme karşı ulusal kurtuluş mücadelen için gerçek bir dayanak ve ilham kaynağı olur. 2. Dünya Savaşı eski sömürgecilik sistemini tümüyle çözerken dünyanın her köşesinde emperyalizme, onun eski ve yeni sömürgeciliğine karşı değişik boyutta mücadeleler yükselir. Genel göz önüne alındığında, emperyalizme karşı mücadele eden ulusal kurtuluşçu hareketler için tek dost mihrak dünya sosyalist sistemi ve SB’dir. İdeolojik tutumları ne olursa olsun emperyalizme karşı tutum alan herkes yönünü SB’ne ve sosyalizme dönmek zorunda hissediyordu kendisini. Bu hem sosyalizmi güçlendiren, dünya Çapında ona prestij sağlayan bir şeydi, hem de anti-emperyalist mücadeleleri ileri atılmak için yüreklendiren olumlu bir etkendi. Bu durum, Kruşçevcilerin ulusal kurtuluş hareketlerini küçümseyen, emperyalizme teslim olan tutumlarına kadar sürdü. Ama Kruşçevcilerin anti-emperyalist mücadeleyi arkadan hançerlemesinden sonra da anti-emperyalist mücadelenin yönünü sosyalizme dönme eğilimi sürdü. 1960’lı yıllarda Vietnam’ın kahramanca yürütülen anti-emperyalist savaşı, ulusal kurtuluşçu ve sosyalist güçler için büyük moral kaynağı olmaya devam etti.
Ancak, SB gibi, dünyada anti-emperyalist mücadelenin en sağlam kalesindeki geri dönüş ve bunun politikalara sosyal emperyalizm ve anti-emperyalist hareketleri baltalama olarak yansımasının anti-emperyalist hareketlerde olumsuz etkiler uyandırmaması beklenemezdi. Öyle de oldu. Anti-emperyalist mücadeleler kısırlaşarak genel olarak emperyalizme değil, şu ya da bu emperyalizme yönelik bir biçim kazandı. Dahası 1960’lardan itibaren Euro-komünizm ve Kruşçevci revizyonistler tarafından, “askeri güçlerle sağa sola saldırmaya (ABD emperyalizmi tanımlanıyordu) indirgenen emperyalizm tanımlamasıyla Avrupalı emperyalistler emperyalist kategorisinden çıkarılmıştı. 70’li yıllarda ise Maoculuk bunu teorileştirdi ve Avrupalı emperyalistleri, hatta ABD’ni anti-emperyalist ülkeler safına soktu!
Bu ideolojik ve politik zemin emperyaliste karşı, ama bir başka emperyalistin icazetine bağlanma eğilimini geçirdi.
Bu durum, özellikle son 30 yılda, anti-emperyalist mücadelelerin hedefini daraltırken onları zayıflattı, emperyalizme karışı uluslararası ittifakı parçaladı, emperyalistlerin onlar içinde bölücü faaliyetler yürütmesini kolaylaştırdı. Genel olarak emperyalizme karşı savaşın yerine, en iyimser yorumla, bir emperyaliste karşı savaşı geçirdi. Genel olarak emperyalizmle uzlaşma yoluna giren anti-emperyalist bir güç, bu mücadele sırasında bir başka emperyaliste dayanmak, onun çıkarlarının aleti olmakta hiçbir sakınca görmedi. Ya da gerektiğinde dayandığı gücün artık emperyalist olmadığını iddia edebilecek savları benimsemeye yöneldi. 1960’lı yıllarda Afrika ve Asya’daki kurtuluş mücadeleleri hemen tümüyle bu biçimde gelişti. 1970’lerde Afrika’daki Portekiz sömürgelerindeki gelişmeler de, önce sadece Portekiz sömürgeciliğine karşı, bazı (ABD, Fransa, İngiltere, SB) emperyalistlerle birlikte, sonra da çeşitli emperyalist (SB ve Batılı emperyalistler arasında) mihraklar arasındaki çatışmaya dönüştü.
Bu gelişmeler, cunta ve darbelerin destekçisi ABD emperyalizmine karşı, “demokrasi yanlısı” AET’nin yanında yer almak, ya da en tehlikeli emperyalist SB’ne karşı ABD ve Avrupalı emperyalistleri anti-emperyalist mücadelenin gücü görmek gibi eğilimlerin gelişmesine, anti-emperyalist cephenin parçalanmasına yol açtı.
Batılı emperyalistlerin SB ile girdikleri yarışta SB’nin teslim bayrağını çekmesi; son otuz yılda ortaya çıkan ve anti-emperyalist cephe içinde biriken olumsuzlukların da biçimlenmesine vardı. Ve anti-emperyalist cephe içinde genel olarak emperyalizme karşı çıkma, yerini, şu ya da bu emperyaliste karşı öteki emperyalistle birleşme eğilimine açıkça terk etti. Anti-emperyalizmin vazgeçilmez unsuru olan bütün emperyalistlerden bağımsız ulusal devletlerin oluşması istemi, yerini; şu, son 5-6 yılda sıkça görüldüğü gibi, bağımsızlık mücadelesi veren ulusal kurtuluşçu hareketler, geleceklerini emperyalist yeni dünya düzenine bağlamış, emperyalistlerin izin vereceği sınırlar içinde bir bağımsızlığa razı olur durumdadırlar. Bugün en sıcak kurtuluş mücadelelerinden birinin sürdüğü Irak Kürdistan’ında Barzani ve Talabani önderliğindeki Kürt kurtuluş hareketleri, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etme hakkını Ortadoğu’da emperyalistlerin kendilerine biçtiği rol içinde gerçekleştirmeye yönelmişler, emperyalizmin bölgedeki çıkarlarının gerçek bir sıçrama tahtası durumuna gelmişlerdir. Iran Kürdistan’ında da durum çok farklı değildir. Bu genel durumdan ayrılan tek farklı tutum Kuzey Kürdistan’daki Kürt mücadelesinde olup, anti-emperyalist, tutumunu sürdürmektedir.
Özellikle 80’li yıllardaki gelişmeler göz önüne alındığında şu açıkça söylenebilir: Dünyanın her köşesindeki anti-emperyalist mücadeleler çok büyük çoğunluğu ile kendilerine emperyalist yeni dünya düzeni içinde bir yer aramaya yönelmişlerdir. Buna bağlı olarak da, eski radikal anti-emperyalist çizgilerini, bağımsızlık ve özgürlük isteklerinden vazgeçerek, emperyalistlerin kabul edebilecekleri bir programı benimsemişlerdir. Bu durum mücadele çizgilerine de yansımış, silahlı mücadele ve emekçi sınıfların yığın eylemleriyle emperyalizmi alt etme yerine, diplomasi ve taviz politikasını geçirmişlerdir. Gelişmenin sınıfsal plandaki ifadesi ise; anti-emperyalist mücadelenin ve hareketlerin emekçi sınıflardan koparak burjuvazi ve emperyalizme yaklaşması, görünüşte bile anti-emperyalist olmaktan uzaklaşma yoluna girmeleri olmuştur.
Son olarak şu önemli etkene de dikkat çekmek gerekiyor: Son yüz yıl içinde sosyalizmin yükseliş ve zaferleriyle anti-emperyalist mücadelelerin radikalliği ve yükselişi arasında kaçınılmaz bir paralellik dikkati çeker. Ne zaman sosyalizmin prestiji yüksek, dünya politikası içinde etkinliği yüksekse, anti-emperyalist mücadeleler de daha radikal ve devrimci bir çizgide yoğunlaşır. Ne zaman sosyalizm güç kaybetmişse anti-emperyalist mücadele içinde gericiliğin etkinliği artmış, mücadelede, reformcu, uzlaşmacı eğilimler güç kazanmıştır. Özellikle son kırk yıl içinde bu durum kendisini daha çok duyurduğu gibi, Gorbaçovcuların iktidarı ele alması ve sosyalizme karşı yürütülen emperyalist-revizyonist birleşik kampanyanın güç kazanmasıyla iyice açığa çıkmıştır.
1980-90’lardaTürkiye’de anti-emperyalist mücadele
1980’lere Türkiye yoğun bir anti-faşist mücadele ve giderek geri plana itilen bir anti-emperyalist mücadele içinde geldi.
12 Eylül darbesi ülke çapında mücadeleyi büyük ölçüde tahrip ettiği gibi mücadelenin kazanımlarını da yok etti. Uzunca bir zaman dilimini kapsayan bu karanlık dönem, emperyalizm konusundaki en pespaye iyimserliklerin her türden reformcu ve revizyonist görüşle mayalanıp emperyalist ideoloji ile kaynaştığı dönem oldu.
12 Eylülcülerin terörü karşısında sinen geçmiş yılların düzen muhalifi çevreleri, sahip olduklarını iddia ettikleri devrimci çizgilerini terk ederek kendilerini düzene uyum sağlatacak bir mevzi edinmeye yöneldiler. Önce, burun kıvırarak baktıkları parlamentarizme övgüler dizmeye başladılar ve bunun da kendilerine ancak Batı Avrupa’dan geleceğine karar vererek oraya yöneldiler. Ama bu Batı Avrupa, emperyalistti. Bu çelişkiyi çözmek için de emperyalizmi sadece 12 Eylül cuntasının açık destekçisi ABD’ne indirgeyen görüşlere yöneldiler. Euro-komünizm üstünden Kautsy’ciliğin Bernsteincılığın çığırtkanlığına soyundular. “Yeni” olguların “tahlil”ine girişerek kendilerinin kurulan zorbalık düzeniyle uyuşmasını sağlayacak, ama kendi geçmişlerine de pek halel getirmeyecek kurumlar oluşturmaya giriştiler. Emperyalist propagandacıların “emperyalizmin ve kapitalizmin yeni nitelikleri” üstüne ileri sürdükleri saçmaları bilimsel doğrular, ebedi gerçekler olarak yüksek perdeden yenilediler. Stalin’e, Lenin’e veryansın ederken Marks’ın anlaşılmamasına, yanlış anlaşılmasına hayıflandılar vb. vb. Bütün bu karmaşadan, sosyalizmin kapitalizm karşısında kesin ve bir daha dirilemeyecek biçimde yenilgiye uğradığı, kapitalizmin de artık eski çelişik ve sömürücü niteliğini aşarak baskısız ve savaşsız bir dünya yaratacağı, “yeni düzen”in adil ve barışçıl bir dünya düzeni olacağı sonucuna vardılar.
12 Eylül yılları boyunca, devrime, devrimcilere (başlarını belaya soktuğu, “cuntanın gelmesine yol açan eylemleri” nedeniyle) küfreden, işçi sınıfının (cuntaya karşı çıkmama ve DİSK yöneticilerine sahip çıkmamasını gerekçe göstererek) devrimci niteliğini yok saymak için her vesileyi kullananlar, önce Avrupa konseyi’nin “demokrasi” yanlılığından işe başlayıp, Türkiye’deki demokrasinin garantisini Türkiye’nin AT’a girmesinde bulmaya kadar vardılar. Eğer Türkiye AT’a girerse, Cuntacılar darbe yapmaya cesaret edemezmiş, vb. vb.
Bu görüşlerin çeşitli türden savunucuları, 60-70’lerin “Ortak Pazara Hayır”, “AET Avrupa emperyalizminin ABD emperyalizmine karşı kurduğu bir ortaklıktır, o da emperyalisttir” diyenleri, bu ülkenin burnundan kıl aldırmayan Kemalistleri, kendisine komünist sosyalist demekten geri kalmayan eski devrimci çevreleri ya da aydınlarıydı.
SB ve Doğu Avrupa’da Gorbaçovculuğun zaferi bu çevrelerin açıkça emperyalist “yeni düzenin kollarına atılmasını kolaylaştırdı, onlara cesaret verdi.
Bu çevreler, nasıl ki geçmişte dünya ölçüsünde yükselen devrim dalgasının etkisiyle kendilerine “devrimci”, “anti-emperyalist”, “sosyalist” demişlerse, şimdi de karşı devrim dalgası karşısında diz çöküp onun değirmenine su taşımaya koyulmuşlardı.Kısacası, önceki on yıllarda, anti emperyalist bir tutumla yönünü devrimden sosyalizmden yana dönen aydın küçük burjuvazi, emperyalistlerin oltasındaki yeme “demokrasi” ve “evrensel barış”a takılarak yönünü emperyalist yeni düzene dönmüş, onun kendisine vereceği bir “demokrasi” ve “barışa” razı olmuştu.
Bu koşullarda, ‘80 ortalarından itibaren bir yükseliş içine giren işçi sınıfı, gençlik ve öteki emekçi sınıfların mücadelesi anti-emperyalist bir içerikten yoksun olarak gelişti.
Oysa 1980’lerin dünyasında emperyalizm olgusu, geçmiş yıllara göre çok daha etkin, emperyalist sömürü çok daha geniş, ülkelerin iç işlerine emperyalist müdahaleler çok daha dolaysızdı. Özellikle de Türkiye için böyleydi: Emperyalistler ‘80’den başlayarak,  IMF ve Dünya Bankası aracılığı ile ekonominin bütünün planlar oldukları gibi, memur maaşlarından işçi ücretlerine, sağlık hizmetlerinden eğitime her alanda, yakın ve uzun vadeli planları denetim altına almışlardı. Ekonomi bütünüyle emperyalizmin uluslararası çıkarlarına hizmet edecek biçimde yönlendirilirken, iç politik baskılar da bu ekonominin ihtiyaçlarına göre belirleniyordu. Kısacası emperyalizm, üsler, bir kaç yabancı yatırım ve 6. Filo gemileri ötesinde doğrudan İşçilerin ücretine, köylünün taban fiyatlarına, memurun maaşına uzanan bir eldi. Ama ücret mücadelesi veren işçi, daha yüksek maaş ve sendikal haklar edinmek isteyen memur, özgür ve demokratik eğitim isteyen öğrenci, yüksek taban fiyatı isteyen üretici hakları için mücadeleye atılırken artık sofrasına kadar uzanan bu eli hesap etmiyordu. Bunun için de onca emek, bazen kan akıtılarak alınan haklar kısa sürede yok oluyor, mücadele kısır bir döngüye giriyordu. Çünkü mücadelenin anti-emperyalizm ayağı eksikti. Bunun anlamıysa şuydu: Ben patrondan yüksek ücret ve daha iyi çalışma koşulları isterim. Ama bunun dışında kasten enflasyonist politika izleniyormuş, ülkede yaratılan değerlere emperyalistler el koyuyormuş, emekçilerin 70 yıllık alın terinin ürünü olan KİT’ler yok pahasına yabancı ve yerli patronlara satılıyormuş, hayali ihracat kışkırtılıp kara para aklanıyormuş, gerçek ihracata aşırı destek verilerek, vergi diye toplanan gelirler üç beş patronun cebine giderken dövizler üretici olmayan alanlara aktarılıyormuş, emperyalist yeni dünya düzenini oluşturmak İçin emperyalistler dünyanın her köşesinde silahlı saldırılarda, bulunuyor, bölgesel çatışmaları kışkırtıyormuş, yeni dünya düzenine aykırı olarak silahlı savaş yürüten Kürtler yok ediliyor, emperyalistlerle ortak olarak sınır içi ve ötesi askeri eylemler düzenleniyormuş, kısacası dünya üstünde sömürünün, zulmün, adaletsizliğin kaynağı olan kapitalizmin ebedileştirilme-si için emperyalistler ve gericiler tam bir işbirliği içinde davranıyormuş bunlar beni ilgilendirmez demektir.
Bu uzun cümleyi kısaca şöyle de ifade edebiliriz: Ben çalışırım, üretirim, dünyada ne olup bitiyormuş bunu yönetenler düşünsün, yönetenlerin nasıl olsa bana ihtiyacı var, öyleyse bana da bir şeyler verirler; az verdiklerinde biraz yakınır sitem ederim, hakkımı arttırmak için çaba harcarım, ölmeyecek kadar bir ücreti de elde ederim. Niyet ne kadar bu olmazsa olmasın, anti-emperyalist mücadele perspektifi olmayan bir işçi sınıfı mücadelesi bunun ötesine geçemez.
Bugün ileri işçiler, Marksistler, komünistler, devrimci ve demokratlar, sınıfın çıkarları için mücadele ettiğini samimiyetle söyleyen sendikacılar şunu anlamak zorundadırlar; bırakalım işçi sınıfının siyasal iktidarı elde etme mücadelesini, kalıcı başarılar elde etmek isteyen sendikal mücadele alanında bile anti-emperyalist bir içerik olmadıkça başarı şansı yoktur. Sınıfın ilgisini anti-emperyalist mücadeleye çekmedikçe, talepleri anti-emperyalist mücadelenin alanına kadar genişletmedikçe, uzun ve militan grevler, direnişler örgütlense bili bugünkü Ş. Yılmaz sendikacılığı aşılmış olmaz. Örneğin “Çekiç Güç”ün Ortadoğu’ya (hem de Silopi’ye) üslendirilmesi, Kürt sorunu, emperyalizmin Ortadoğu’ya müdahalesi ve “yeni düzen” kurma çabaları, IMF’nin ekonomi ve siyasete müdahalesi, ABD’nin Türkiye’yi ikinci İsrail rolüne itmesi, KİT’lerin özelleştirilmesi, Türkiye’de ABD üslerinin varlığı, yabancı sermayeyi teşvik girişimleri vb.nin sınıfı ücret, işten çıkarmalar, iş güvenliği gibi konulardan daha az ilgilendirir diye düşünen, komünist, sendikacı, devrimci ve demokrat, kendisine bunlardan hangi sıfatı yakıştırırsa yakıştırsın adına layık değildir. O, sıradan bir reformcu, emperyalist dünya düzeninin aşağılık bir hizmetkârıdır.
Bugün sorun sadece bu konuların işçilerin ilgilendirip ilgilendirmesi meselesinin de ötesinde, bunların işçi sınıfının somut mücadele konuları haline getirilmesi, sınıfın anti-emperyalist talepler uğruna mücadeleye çekilmesidir.
Son 5-6 yıllık mücadele deneyimi bile şunu açıkça gösterir ki; sınıfın talepleri bu alanı da kapsayacak biçimde genişletilmedikçe kısır döngüden kurtulmak olanaksızdır. (Burada konumuz işçi sınıfının anti-emperyalist mücadelesi olduğu için sürekli olarak işçi sınıfı vurgusu yapıyoruz. Ama gençlik ve tüm emekçi sınıflar için de durum farklı değildir. Bugün, tıpkı işçi sınıfı mücadelesi gibi, anti-emperyalist bileşeni olmayan bir gençlik ya da herhangi bir emekçi sınıf mücadelesinin başarılı olma şansı yoktur. Tersine anti-emperyalist mücadele her emekçi sınıf hareketini diğer emekçi sınıflarla birleştirebilecek, onları başarıya götürebilecek, (demokrasi mücadelesinin yanı sıra) başlıca iki alandan birisidir.) Dahası sınıfın yaşadığı dünyanın ilişki ve çelişkileri konusunda eğitilmesi, sınıfın sınıf bilincini edinmesi de olanaksızdır. Çünkü bugünkü dünya sistemi emperyalist bir dünya sistemidir ve bütün öteki ilişki ve çelişkiler ancak bu sistem kavranırsa anlaşılabilir. Bunu kavramanın yolu da sınıfı anti-emperyalist mücadeleye çekmekten geçer. Unutulmamalıdır ki; yığınlar ancak kendi mücadelesinden öğrenebilir; kitaplar, dergiler, bildiriler vb. yığınların eğitilmesinde ancak yardımcı araçlardır.
Sınıfın taleplerinin anti-emperyalist platformu da içine alacak biçimde genişletilmesinin nedeni sadece sınıfın eğitilmesi, onun dünya hakkında bilgisinin artırılması, siyasal bilincinin geliştirilmesi için zorunlu değildir. Bununla birlikte ve aynı zamanda sınıf hareketinin diğer emekçi sınıfların hareketiyle birleşmesi ve onlara önderlik etmesinin ön koşulu olarak da ortaya çıkmaktadır. Aksi halde işçi sınıfımız, bugünkü salt ekonomik mücadele alanında kalması durumuyla, içinde bulunduğu diğer emekçi sınıflarla bağ kuramama durumunu sürdürecektir. Oysa gençlik ve bugün hızla örgütlenme çabasına giren memurlar, kapitalist, emperyalist kıskaca alınan köylülük işçi sınıfımızın mücadelesine sıcak bakmakta, onun birleştirici ve dinamik eylemine ihtiyaç duymaktadır. Bugünkü koşullarda mücadele taleplerinin anti-emperyalist taleplere genişletilmesi emekçi sınıfların birliğinin harcı olacak tek seçenektir. Bu başarıldığı ölçüde işçi sınıfı ve tüm emekçilerin mücadelesine yeni bir atılım vermek olanaklı olacaktır. İşçi sınıfı içinde mücadele eden devrimciler, demokratlar, komünistler, ileri işçiler ve gerçek sendikacılar her şeyden önce bu gerçeği fark etmek zorundadırlar.

Ekim 1991

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑