Bir insan… Bir devrimci… ve bir komünist.
O, soyadı söylenmeksizin hemen anımsanan tek kadındır.
Rosa bir kadındı ama öteden beri politikanın erkeklere özgü bir alan olduğuna dair sürdürülen ön yargıyı kendi eylemiyle yıkmış, devrimci mücadelenin en ön saflarında kadın kimliğiyle yer alabilmiş bir savaşçıydı. Kadınlara özgü kılınmış değerler ve uğraşlarla, erkeklere özgü olduğu kabul edilen değerler ve uğraşların özel bir sınıfsal çıkara uygun olarak birbirinden farklı kılındığı bir dünyada, bu iki cins arasında yapay olarak çizilmiş kaba ve kalın tarihsel sınırı kırıp aşarak kadın cinsiyetine özgü klasik tanımlamaları alt-üst etmiş ve ancak devrimci mücadele içinde, politik eylem aracılığıyla kadında yitirilmiş insanlığın geri kazanılacağını kendi öyküsünde göstermiştir.
O bir Polonyalıydı ama bir kaç parçaya bölünmüş ülkesinin sorunlarıyla çok yakından ilgilenmekle birlikte eylemini ve ilgi alanlarını doğduğu ülkenin sınırlarıyla daraltmamış, dünya sosyalist hareketinin bir parçası kılmış. O zamanlar uluslararası devrimci mücadelenin merkezi olan İkinci Enternasyonal’in en canlı, en etkin, en renkli yüzü olmuştu.
Çok genç yaşlarda, Polonya’da Proletariat Partisi’nde başlayan devrimci mücadelesi Rosa’yı çok geçmeden sosyalizm tarihinin en önemli kişilerinden biri haline getirecekti. Polonya’da büyük kentlerdeki aydınları kucaklayan bir parti olan “Proletariat” 1889 yılında Polonya’yı sarsan grev ve işçi eylemlerinin şiddetle bastırılmasından sonra dağıtılınca Luxemburg yurt dışına çıkmak zorunda kaldı. Önce İsviçre’ye, sonra da Almanya’ya geçti. Mülteci Polonyalı sosyalistlerin arasında sürdürdüğü örgütlenme çalışmalarından sonra kısa zamanda Alman Sosyal Demokrat Partisi’ne (SPD) katıldı.
Rosa’nın bundan sonraki yaşam öyküsü Polonyalı genç bir komünist kadının ulusal sınırlar içinde kalan mücadelesinin öyküsü değil, İkinci Enternasyonal’in en güçlü partisi olan SPD içinde yer alarak sürdürdüğü ulusal sınırları aşmış, dünya devrimci hareketinin etkin ve önemli bir parçası olmuş hem Polonyalı, hem Almanyalı, ama daha çok dünyalı bir komünist kadının uluslararası, devrimci mücadelesinin öyküsüdür.
O, kısacık yaşamına “birçok hayat” sığdırmış; bu hayatı yaşadığı dönemin toplumsal dinamizmiyle beslenen, açığa çıkan, gelişen yeteneklerinin bütün sınırlarını zorlayıp aşarak yaşamıştı. Hem bir ajitatör, hem bir örgütçü, hem bir militan, hem bir entelektüel-yazar, aynı zamanda gelişmiş bir doğa-bilimci, bir felsefe ve matematik tutkunuydu. Polonya’dan ayrıldıktan sonra ülkesinin ulusal sorunlarına karşı yazdığı ilk broşürü sayısız makaleler ve birçok kitap izledi. Devrimci eylemin gündemine gelen her sorun üzerine yazıyor, her konuda tartışıyordu. SPD içinde zaman zaman kesintiye uğrasa da parti yayın organlarının editörlüğünü üstlenmiş, militan mücadelesini kalemiyle güçlendirmişti”.
Lenin onu “O bir kartaldı” diye tanımlıyor. SPD’ye katıldığı ilk andan itibaren, bu Avrupa’nın en büyük ve en kitlesel partisi olarak tanımlanan partinin bürokratik ve hantal yapısını görmüş heybetli görünümüne, Kautsky ve Bernstein gibi ağır toplara ve etkili sözcülerine rağmen taşıdığı gizli kofluğa işaret etmiş, bazılarının kendisine “Polonyalı ithal devrimci” diye dudak bükmelerine karşın yılmadan savaşmıştı. Rosa yaratıcı ve dönüştürücü bir devrimciydi.
Bir insanın eylemini ve eylemi aracılığıyla kimliğini tanımlamak için, yaşamından öne çıkan bir kaç durumu fotoğraflamak yeterli olursa eğer Rosa da bir kaç tarihsel anla karakterize edilebilir. Ancak onun yaşamı, akıp giden süreç içinden seçilen bu anların kronolojik dizimi değildir sadece. Rosa’nın yaşamından seçilen durumların tarihsel önemi vardır. Bu durumlar yalnızca onun kişisel yaşamını tanımlamak açısından değil, bu yaşamın içinde sürdürüldüğü tarihsel ortamın çizgilerinin çizilmesini sağlamak açısından anlamlıdır. Rosa’nın kişisel öyküsü, içinde yaşadığı tarihsel ortamın ürünüdür ve bu tarihsel öyküyle sarmal haline gelir. Rosa bu anlamda bir tarih, tarih bu anlamda Rosa’dır.
Bernstein’la ve onun “kapitalizm Marx’ın farkına varmış olduğundan çok daha kuvvetli bir yaşama potansiyeline sahiptir” iddiasıyla başlayan revizyonizmin ve reformist önerilerin SPD içinde yarattığı çalkantıların tam orta yerinde durur Rosa. Yaşamından alınan birinci an Bernstein’in SPD’yi reformcu çizgiye ve karşı devrimci sallara sürükleme çabasına karşı dişe diş kavgaya girdiği andır. SPD saflarında tehlikeli uğultuların duyulduğu, parti birliğinin sarsıntıya girdiği günlerde kararlı Marksist tutumunda ısrarlı olarak gerici rüzgarlara karşı dimdik ayakta kalabilmeyi, üstelik bu rüzgara karşı dövüşebilmeyi başarmıştır.
Bernstein’ın kapitalizmin doğası ve sosyal demokrasinin rolü konusunda ileri sürdüğü savların bir bir çürütülmesi gerekiyordu. Hareket halindeki Alman işçi sınıfına reformlar peşinde koşmak, hukuksal düzenlemelerle yetinmek, sendikal mücadelede boğulmak, devletle uzlaşmak öneriliyordu. Rosa “Toplumsal Reform Ya Da Devrim” adlı yapılıyla sosyalist kampa sokulan burjuva virüsü bütün yönleri ve özellikleriyle tanımlayarak, onu açığa çıkardı. Bir statüko savunucusu olarak Bernstein’in kuramları ile burjuva değerler sosyalist karnaval elbisesi giydirilerek içeri sokuluyordu.
Bernstein’in revizyonizme karşı dövüşmesinden sonra, Luxemburg’un yaşamında seçilebilecek ikinci önemli an; birinci emperyalist paylaşım savaşının ufukta göründüğü, Sovyet devriminin ayak seslerinin yavaş yavaş işitilmeye başlandığı sıralarda İkinci Enternasyonale üye birçok sosyal demokrat partinin kendi ülkelerindeki burjuva savaş hükümetleriyle uzlaşmaya girdikleri ve birden bire “anavatan savunucusu” kesildikleri günlerde en yakın mücadele arkadaşlarını bu gruba kaptıran Rosa’nın bu ihanetlerle yalnız kalmasına karşın sosyal-şovenizme karşı dövüştüğü andır.
Bu tarihsel dönem akla karanın belli okluğu, revizyonizmin partiyi içten kemirip çökerttiği, yıkıntılarının üzerine burjuvaziyle işbirliği siyasetini tercih etmiş, bir ihanet partisine dönüşmüş SPD’nin oturtulmaya çalışıldığı dönemdir. Savaşa ve kendi ülkelerinin burjuvazilerine karşı tavır almak komünistler için bir kriter olurken başta Kautsky olmak üzere SPD’nin bazı liderleri saflarını proletaryanın yanında değil, Alman burjuvazisinin yanında belirleyerek, adlarını dönekler kitabına yazdırıyorlardı. Bu dönemde Rosa, Clara Zetkin’le birlikle Lenin’in yanında konumunu saptıyor, hem savaşa hem Alman burjuvazisine ve savaş hükümetine, hem SPD ve İkinci Enternasyonal içindeki sosyal-şoven işbirlikçilere karşı savaş bayrağını açıyordu. “Bu partide” diyordu “iki erkek kaldı; Clara Zetkin ve ben”.
SPD’nin yeni biçimlenmesinden sonra parlamentoda savaş kredileri ile ilgili yapılan oylamada sosyal demokrat milletvekillerinin Kari Liebknecht hariç tamamı lehte oy verirlerken, Liebknecht ret oyuyla SPD politikasından koparak Rosa Luxemburg’un muhalefet grubuna katılır. Bto tarihten sonra Rosa’nın ve Karl’ın eylemleri ve yazgıları ölümlerine dek ve ölümlerinde de iç içe geçer.
Başlangıçla SPD’den ayrılmayı doğru bulmazlar ama parti içinde adını “Spartaküs Birliği” koydukları bir muhalefet grubu oluştururlar.
SDP’nin ihaneti ve Alman burjuvazisinin politik çıkarlarına hizmet edecek biçimde tavır alması Alman işçi sınıfının devrimci eylemine zarar verecektir. Savaş yoğun bir kıtlık ve sefalet yaratmıştır. Devrimci eylem 1917 Rus Devrimi’nin gelişimine paralel olarak, ondan esinlenerek giderek gelişir. SPD bu süreçte işçi kitlelerinin dizginlenmesi ve disiplin allında tutulması işlevini görür; devrime ihanet eder. Rosa’nın yaşamındaki üçüncü an Alman işçi kitlelerindeki radikal hareketliliğin komünistler tarafından heyecanla abartılmasının ve eylemin boyutlarını aşan taktiklerin tespit edilmesinin zararlarını önceden görerek yoldaşlarını uyarmaya çalışmasına rağmen geride ve tarafsız kalmayı değil, ayaklanmanın içinde yer almayı tercih ettiği andır.
Almanya gibi kapitalizmin geliştiği bir ülkede devrimin olması Rus devriminin korunması ve dünya devriminin zaferi için önemli bir adım olacaktır. Ancak SPD için Almanya’da olası bir “Bolşevik devrimi” korkulu bir rüyaydı. Bu yüzden devrimci eylem baltalanmaya çalışıldı. Henüz küçük bir grup olan “Spartakus Birliği” duruma hâkim olamayınca Alman burjuvazisi devrimi kanla bastırdı.
Devrim günlerinin sonunda 15 Ocak 1919’da yoldaş Kari Liebknecht’le yakalanıp aynı gün öldürülüşleri bu iki devrimcinin fizik olarak yok edilişi anlamına gelir yalnızca. Bu ölüm anında bile edilgin değildir Rosa. Yıllar önce nasıl ölmek istediğini “Her şeye rağmen görev başında, bir sokak çatışmasında ya da darağacında can vermek isterim” diye saptarken, onu ortadan kaldırmak için vahşi bir arzu duyanlardan daha çok söz sahibidir ölümü üzerinde. Nasıl yaşamayı tercih etmişse öyle yaşamış, ölüm biçimi de bir devrimcinin ancak öyle ölmeyi isteyebileceği gibi; görev başında, sokak çatışmalarının ortasında; oradan çekilip alınarak olmuştur. Bir nehre atılıp aylarca sonra bulunan bozulmuş, şişmiş, çürümüş cesedi Luxemburg’un kendi fotoğraf albümüne gerici Alman burjuvazisinin tutulmuş uşakları tarafından koyulmuş gibi görülür. Gerçekte ise öyle değildir. Yaşamında fikse edilmiş son görüntü, sön enstantane üzerinde Rosa’nın herkesten, ama herkesten daha çok belirleyici üstünlüğü vardır. Ölümü ve ölüm biçimi üzerine olan iradi tercihiyle o yine yenmiştir. “Devrimci mücadele içinde en iyisi olmak” biçiminde seçilerek yaşanmış bir ömrün yine seçilmiş bir ölüm tarzıyla bitirilişi bu yüzden anlamlıdır.
Luxemburg’un yaşamından alınan dört an, dört film karesi politik mücadele içinde kendini tanımlamaya çalışan bir kadının özgür ve bağımsız olmak için kavgaya soyunan bütün kadınlar için model olarak önlerine koyabilecekleri yaşam öyküsünün akışından yakalanmış ana uğrakları gösterir. Dört fotoğraf karesinin her birinin önünde, arkasında, yanında, dolayında tutkuyla yaşanmış binlerce ilişki, binlerce olaydan oluşmuş akıp giden ve seçilmiş anlara bağlanan başka yaşam parçaları vardır.
Yoldaşlarına duyduğu tutkulu bağlılık devrimci mücadeleye özverili adanmışlığının yanında aynı tutkularla başka ilgi alanlarına yönelişi yer alır. Biyografisinin yazarı, Peter Neul’e göre o tutkulu bir doğa-bilimciydi. Ve “asıl ilgisi botanik ve zoolojiydi. Yaşamını kaplayan bir çalışma olmasa da bu konulara karşı her zaman, neredeyse mesleki bir çekicilik duymuştu. Daha sonra özellikle hapishanede bir koleksiyoncunun ayrıntılı katalogculuğuna periyodik olarak geri dönecek ve sadece doğayı seven dostlarını teknik açıklama ve yorumlara boğacaktı”.
Her koşulda ve durumda tükenmek bilmeyen bir neşeye ve yaşama sevincine sahip olan bu büyük kadın evinde, kavgada, hapishanede; nerede olursa olsun bütün dostlarına bu neşeyi bulaştırır ve coşkusuna ortak ederdi. O, kadınların fiziklerine ve yeteneklerine karşı duydukları kuşku ve yetersizlik duygularını aşmış, bunun dışında, hemcinslerini kötürümleştirip, edilginleştiren bütün diğer bağları parçalamış ama politik mücadele içinde bir kadın olarak yer almayı başarmıştı. Nasıl tutkulu bir savaşçı ve devrimciyse aynı tutkuyla aşklar yaşıyordu. Bizim onun “özel” yaşantısına duyduğumuz ilginin nedeni, burjuvazinin öteden beri yaptığı gibi özel yaşam alanında ve ortak “kadıncıl değerler” düzeyinde bütün kadınların aynı olduğunu gösterip, sınıfsal çıkar karşılıklarıyla bölünmüş kadın kitlesinin soyut bir “kadınlık dünyası”nda eşitlenmiş olduğunun iddia edilmesinden, buna inanılmasından umduğu özel sınıfsal çıkar değildir. Rosa’nın özel yaşamını düzenleyiş biçimi, kadınca olan özellikleri yitirmeden duyguyla, coşkuyla ve aşkla mücadele edilebileceğini kanıtlar. O hemcinsleri gibi sevmekten, çocuk sahibi olmayı düşlemekten, rahat evlerden, şık giysilerden hoşlanır, sevgilisini kıskanır, şiddetle özler ve bunu ifade eder. Duygu dünyası onun kadın olan yönünü belirlerken, politik mücadele ise klasik kadın kimliğinden koparır. Rosa başından beri cinsiyeti tarafından belirlenmeyi, edilginliği ve bu nedenle yalnız kalmayı reddeder. Eylemiyle çoğalır, akar ve büyür. Rosa’yı bir bahçe gülü olmaktan çıkarıp “Rosa” yapan da özel bir kadın hareketi örgütçüsü olmamakla birlikte, kadınlara ihanet etmeden, devrimci kadınların karşısına hep bir tuzak gibi dikilen klasik erkek görünümünü bedenine ve davranışlarına içselleştirmeden siyasal mücadele içinde “en iyilerden biri” olmak için yola koyulmasıdır. Bu onu ve bütün kadınları anatominin kader oluşundan, tutsaklaştırışından kurtaran tek yoldur.
Ocak 1992