Newroz’dan 1 Mayıs’a

1 Mayıs, işçi sınıfının dünya çapındaki birlik, dayanışma ve mücadele bayramı olarak anlamını korur ve geliştirirken, ezilen halkların mücadelesiyle de birlik, dayanışma ve mücadele kardeşliği içinde olduğunu göstermek göreviyle karşı karşıyadır.

Türkiye’de 1 Mayıs, en yüksek kitlesel katılımla ve yalnızca işçilerin değil, bütün emekçilerin ve devrimci gençliğin bayramı olarak 1976’da kutlandı. Ertesi yıl, 1977’de, bu büyük mücadele, dayanışma ve birlik şenliği, devletin terörü kitlesel bir katliamı hedefleyerek geliştirdiği saldırıyla kana bulandı. 34 kişi öldü, 126 kişi yaralandı. Ondan sonra da 1 Mayıs, aynı ölçüde kitlesel, aynı ölçüde işçi ve halk katılımıyla tek bir alanda bir kez daha kutlanamadı. İstanbul Taksim alanı, 1 Mayıs’ın işçi sınıfının toplumsal etkisinin ve sınıf olarak taşıdığı büyük devrimci potansiyelin sergilendiği, halka, işçi sınıfına ve devrimci muhalefete moral üstünlük sağlayan meydan olarak hatırlandı ve “1 Mayıs Alanı”, geçmiş 1 Mayısların yükselerek tekrar yaşanması özleminin adı oldu. 1977 katliamı bütün bunlara en azından biçimsel olarak son verdi. Ardından gelen 12 Eylül yılları boyunca, 1 Mayıs tümüyle ve her biçimiyle resmen yasaklandı. Kazanılmış bütün devrimci mevziler gibi. 1 Mayıs da, 12 Eylül rejimi tarafından çiğnendi.
Bütün mevzilerde, devrimle karşıdevrim arasındaki mücadelenin değişik boyutlar kazanarak ilerlediği günümüzde, 1 Mayıs’ın anlamı, özellikle işçi sınıfının sosyalizm için mücadelesi ile ezilen ulusların kurtuluş mücadelesi arasındaki ilişkinin Marksizm-Leninizm’in ilkeleri temelinde yeniden vurgulanması ve önde gelen sorun olarak kitlelere yansıtılması açısından derinleşmiştir.
İşçi sınıfımız, 1 Mayıs’a, kanlı bir Newroz bayramını görmüş olarak ve onun sonuçlarının devam ettiği koşullarda giriyor. İşçi sınıfı, Kürt halkına karşı girişilen yıldırma, sindirme ve mücadelesini kanla bastırma operasyonlarını, kendi hedeflerine, kendi mücadelesine karşı girişilmiş bir saldın olarak anlamak zorundadır. Her türden sosyal muhalefetin lokomotifi olan işçi sınıfı, kendi müttefiklerine, emekçilere, ezilen uluslara karşı girişilen saldırıları göğüslemekle, kendi yolunu açacağını, kendi sosyalizm mücadelesi için yeni kazanımlar sağlayacağını bilerek hareket etmek zorundadır.
Tekelci burjuvazi, yeni terörcü hükümeti aracılığıyla, Kürt ulusunun mücadelesine karşı olduğu kadar, her türden muhalefete karşı da terörü vazgeçilmez, genel ve sürekli bir yöntem olarak geliştiriyor. Sermayenin saldırılarının değişik yönlere dağılmış olması, bütün bunların toplam sonucunun işçi ve emekçi yığınlar üzerinde ekonomik ve siyasi bir şiddet egemenliğinin kurulduğunu ve pekiştirilmeye çalışıldığı gerçeğini görmemizi engellememelidir. Ezilen ulusun ve emekçi halkın her kesimine, her tabakasına yöneltilmiş saldırılar, eninde sonunda işçi sınıfının mücadelesine vurmakta, onun yeni bir dünya için sürdürdüğü kavganın engelleri olarak gelişmektedir.
Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi, kendi içinde her gün artan ve yeni boy veren sorunlar ve çelişkiler doğurarak, bunları zaman içinde parça parça çözerken sürekli olarak yenileriyle karşılaşarak ilerliyor. Bir süredir, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi, ulusun bütün sınıf ve tabakalarını kucaklamaya başladı. Kürt işçi ve emekçi köylüleri kadar, Kürt küçük ve orta burjuvazisi, esnaf, küçük sanayici ve tüccarının da katıldığı, desteklediği bir politik kimlik kazanıyor. Ancak bu katılım genişliği, hareketin siyasal ve ideolojik çeşitliliği içinde, bir sınıf mücadelesine de yol açıyor. Kürt ulusu, mücadelesinin birleşik karakterdeki önderliğine rağmen, sınıflar-arası çelişmeleri de barındırıyor.
Bu noktada, ulusal hareketin, sınıf kimliğinin zaman içinde netleşecek özelliklerini göz önünde tutarak, bugünden üzerinde dikkatle durulması gereken bir özelliğe dikkat edilmelidir: Kürt ulusal kimliğinin gelişmesi, kendi imkânlarını genişleterek ilerlerken, kendisine karşı olan koşullarla çatışıyor. Bu arada, özellikle yıllardır birlikte yaşadığı, ama daima, onun egemenliği altında kaldığı Türk ulusal kültüründen de kopmak ve bununla mücadele etmek zorunluluğunu duyuyor. Buna, kışkırtılan Türk şovenizmi, iki halk için de olumsuz sonuçlar doğuracak gelişmelere zemin hazırlıyor. Kürt halkının, iki ulus arasındaki farklılığı kendi ulusal kimliği adına öne çıkarma ihtiyacını duyması doğaldır ve yüzyıllardır bastırılmış kimliği adına bu haklı bir tepkidir. Ancak bu gelişme, iki halk arasındaki kardeşlik duygularının zarar göreceği bir ortama doğru sürükleniyor. İşçi sınıfı, bir yandan sermayenin genel ve toplu saldırısını püskürtmek, bir yandan da kardeş Kürt halkının haklarının ve mücadelesinin en kararlı savunucusu olarak öne çıkmak için, 1 Mayıs’ı değerlendirecektir. 1 Mayıs, işçi sınıfının dünya çapındaki birlik, dayanışma ve mücadele bayramı olarak anlamını korur ve geliştirirken, ezilen halkların mücadelesiyle de birlik, dayanışma ve mücadele kardeşliği içinde olduğunu göstermek göreviyle karşı karşıyadır.
1 Mayıs, Newroz’la birleşmek zorundadır.
Fakat 1 Mayıs, Newroz’un gölgesinde kalmamalı, Newroz’un temsil ettiği dünyadan farklı ve ileri bir dünyanın habercisi olduğunu, ulusal kurtuluş mücadelesinin, işçi sınıfının sosyalizm için mücadelesinin yalnızca bir parçası, bir müttefiki olduğunu bilmelidir. Biri diğerinin yerine geçirilemez olan bu sınıf karakterleri ve gelenekleri ayrı bu iki mücadele günü, emperyalizme ve tekelci burjuvazinin faşist diktatörlüğüne karşı birleşmelidir. 1 Mayıs, Newroz’un çağrısını daha ileri götürmek, onu dar ulusal kapsamından ve kendi içine kapanma tehlikesinden uzaklaştırmak için, en az onun kadar ısrarlı ve mücadeleci olmak zorundadır.

Mayıs 1992

Almanya-türkiye gerilimi, abd’nin libya operasyonu ve türkiye Dış politikada yeni düğümler

Uluslararası ilişkilerin Sovyetler Birliği’ndeki çözülmenin kesinleşmesinden sonra yaşadığı gelişmeler, “Yeni Dünya Düzeni” kavramının, yalnızca bir konjonktürü tanımladığını, dünyanın en azından uzunca bir süre yaşayacağı bir dönemin temel özelliği olmadığı görüldü, “Yeni Dünya Düzenimin, propaganda edildiğinin aksine, “uluslararasında yeni bir barış dönemi” yaratmaktan çok güncel çelişmeleri özel dengeler içinde çözmeye yönelik bir taktik politika olduğu ve özellikle Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerindeki gelişmelerin kamuoyuna yansıtılış biçimiyle ilgili bir medya sloganı olarak işlendiği şimdi daha açık görülüyor.
Henüz Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği adının, nükleer güç, Doğu Avrupa başta olmak üzere, dünyanın pek çok köşesinde siyasi ve ekonomik egemenlik, dünyanın paylaşılması savaşında göz ardı edilemez bir süper devlet anlamını taşımaya devam ettiği gecen iki yıllık son devirde. Gorbaçov önderliğindeki politika, bu kavramı, gerek SSCB’nin yeniden düzenlenmesi süreçlerini, gerekse bu süreç boyunca emperyalistler-arası ilişkilerde geçerli olması istenen temel uzlaşma noktalarını belirlemek için ortaya atmıştı.
Bir yandan nükleer silahlar tarafından oluşturulduğu ileri sürülen “toptan yok oluş” tehdidine son verilecekti, diğer yandan da, bundan böyle her ülkenin kendi iç yönetiminde geçerli kılacağı ilkeler belirlenmiş olacaktı. Savaşsız, diktatörlüksüz, insan haklarını temel alan bir d uma vaat ediliyordu.
“Yeni Dünya Düzeni” kavramının, o zamanki iki süper devlet arasındaki anlaşmayı bütün dünya ilişkilerini belirleyecek bir kapsamda olduğu propagandası, ağır bir sis tabakası halinde sonraki sürecin bütün olaylarının üstünü örttü. Kamuoyu, barış, demokrasi ve insan hakları ideallerinin önde gelen temsilcisinin ABD olduğuna inanmaya zorlandı. ABD, elde ettiği moral üstünlüğü, “Yeni Dünya Düzeni”nin kurucusu ve kollayıcısı olarak kendisini kabul ettirme noktasına kadar zorladı ve “uluslararası adalet jandarması” rolünü üstlendi. ABD’nin Sovyetler Birliği’nin etki ve hegemonya alanlarını bir bir terk etmesinin ardında, buraları rakipsiz olarak ele geçirme girişimi, “Yeni Dünya Düzeni”nin bir ABD düzeni olduğu konusunda, barış, demokrasi ve insan hakları çağına girildiğinden kuşku duymayan en iyi niyetli yorumcularda bile “ciddi endişeler” ve korkular yaratmaya başladı. ABD, “adalet jandarmalığı” rolünün ilk sahnesini, Körfez’de Irak’a karşı oynadı.
Körfez krizi ve Irak’a karşı düzenlenen operasyon, büyük kamuoyu aldatmacaları içinde ABD’nin görülmemiş bir destekle hareketi yürütmesi sonucunu verirken, diğer yandan belli belirsiz, yeni yaratılan ortamın, çelişkisiz ve istikrarlı bir uluslararası ilişkiler ortamı olamayacağının da ilk işaretlerini verdi.
Sovyetler Birliği ile ABD’nin ayrı askeri ve siyasi kamplar olarak karşı karşıya durduğu günlere ait olan özel güç dengesi eridikçe ve ABD dünya hegemonya sahnesinde yalnız kalma eğilimini güçlendirdikçe, Sovyetler Birliği’ne karşı kurulmuş ittifak da kendi içinde çatlaklar doğurmaya başladı. Soğuk savaş ve karşıt askeri paktlar dönemi boyunca kendi varlıklarını ve etkilerini bu denge içinde tanımlamaya zorlanmış bulunan diğer emperyalist güçlerin kendileri için de bir yer aramaları zamanının geldiğini bildiren çanları çaldı.
Birinci ve İkinci emperyalist savaşlar öncesinde, daima emperyalistler-arası paylaşım mücadelesine gecikerek ama en zinde ve güçlü taraf olarak giren Almanya, bugün gene benzeri bir pozisyonda bulunduğu izlenimi veriyor. Bugüne kadar en sıkı müttefiki olan, Avrupa’da ve üçüncü ülkeler nezdinde temsilciliğini yaptığı ABD ile ciddi çelişmeleri olduğu ve bu çelişmelerin sertleşme potansiyeli taşıdığına dair işaretler, son günlerin olayları içinde bir kez daha görüldü. ABD’nin, askeri ve siyasi bakımdan, Sovyetler Birliği’nin varlığı koşullarında Almanya’nın yalnız müttefiki değil, aynı zamanda gerçek anlamda “patronu” olarak kaldığı günler, şimdi geride kalmaya başlamıştır. Almanya yalnızca ABD’den farklı değil, ona karşıt politikalar da izlemeye aday olarak kendisini yeniden organize etmektedir.
“Duvar”ın yıkılması, “Birleşik” bir Almanya doğurmakla kalmamış, Almanya’nın, emperyalistlerin gerçekleşmesinin imkânsız olduğunu bile bile propaganda ettikleri “barış dünyası”nın, “kutupsuz dünya”nın kurulmasının başlıca engellerinden birisi olabileceğini de göstermiştir. Sermaye birikiminin düzeyi, işgücü fazlası ve ucuz işgücü olanakları, sanayi malları üretimi bakımından yüksek yoğunlaşma ile karakterize olan Alman emperyalist ekonomisi, bütün bu olguların iç etkileri bakımından da, kapitalizmin olağan çelişmelerini derinleşerek yaşama sürecine girmiş bulunuyor. Büyümenin ve krizin çelişmeli bütünlüğü içindeki Alman ekonomisinin ihtiyaçları, dış politika alanında, eski emperyalist müttefikleriyle ilişkisini yeni kurallara göre düzenlemeyi dayatıyor. Buna göre, Almanya, kendisi için kendi hedeflerini gözeten ve diğer emperyalistlerin değirmenine su taşımaktan büsbütün kopan bir yola girmek zorundadır. Almanya’nın geniş, sürekli ve istikrarlı bir pazara olan ihtiyacı büyümektedir ve bu ihtiyacı orta ve uzun vadede karşılayacak fırsatlar, günümüzün dünyasında çoğalmıştır. Almanya, olağan rekabet kuralları içinde çözüm bulamayacağı sorunlarını, diplomasinin ve politikanın, gizli, üstü örtülü araçlarını kullanarak gidermeye yönelmiş görünmektedir. Bu açıkça, emperyalistler arasındaki çelişmeler alanına “elde kılıçla” girmenin başlangıcı demektir.
NATO ve ABD merkezli emperyalist politik ilişkiler sisteminde. Varşova Paktı ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin varlığı belirleyici öğe idi. Her girişim, ekonomik, politik, askeri ya da kültürel her mücadele, ceninde sonunda bu “iki kutuplu”, gerilimli alanın üzerinde cereyan ediyordu ve sonuçları bakımından da bu alanın işleyişinin gereklerine bağlanıyordu. Global çıkarları bakımından bu alan üzerinde kalmaya zorunlu olan emperyalist ülkelerin her biri, kendi çıkarlarını, kendi hesaplarını bu alanın genel ilişkileri içinde çözmek durumundaydı. Bu çerçevede, ABD, elindeki silah gücüyle, mali ve iktisadi imkânlarıyla, siyasi gücüyle ve kontrol mekanizmalarıyla, diğer emperyalistlerin tartışılmaz patronluğunu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında eline geçirmişti ve bu durum, büyük ölçüde değişiklik göstermeden, “Doğu Bloğu”nun yıkılışına kadar devam etti.
Şimdi bu çerçeve, dünya ilişkilerini sabit iki eksen etrafında hareket ettiren genel durum son bulmuştur. Bu çerçevenin artık geçersiz olduğuna inananların başında gelen Almanya, aynı zamanda bütün eğilimleriyle bu çerçevenin gerçekten aşılması için eyleme geçen ilk emperyalist ülke de olmuştur. Dünyanın iki ana uçla tanımlandığı dönemin sona ermesiyle, Batı emperyalizminin kendi içinde yeni uçlar doğuracağı, görünürdeki entegrasyonun ve bütünlüğün parçalanacağı, bilinmeyen bir şey değildi, Bu gelişme, esasen varolan ancak, temel çatışma ekseni dolayısıyla üstü örtülmüş bulunan çelişmelerin açığa çıkmasından başka bir şey değildi.
Şu anda Almanya ile diğer emperyalistler, özellikle de ABD arasındaki çelişmeler, gerçek boyutlarıyla açığa çıkabilmiş değildir. Şu anda çelişkilerinin ifadesini, aktif bir “muhalefet” düzeyinde tutan Almanya’nın, özellikle ABD ile olan çelişmelerini, daha çok, üçüncü ülkelerle olan ilişkisi aracılığıyla sergilediği söylenebilir,
Mart ayının son günlerinde Türkiye, Newroz olayları gerekçe gösterilerek bu türden bir üçüncü ülke rolü oynadı, Nisan ayında da bu rol Libya’nın üzerine düştü.

ALMANYA İLE TÜRKİYE’NİN NEWROZ BUNALIMI
Kuşkusuz, Almanya’nın Türkiye’de Newroz ve Libya’da “iki ajan” olayları sırasında takındığı tavrın, özel olarak ABD ile ya da diğer emperyalistlerle olan ilişkisinden bağımsız özel nedenleri vardır.
Newroz bahane edilerek Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından Kürdistan’da başlatılan operasyonlar sırasında, bunu daha önceden bekleyen ve çeşitli vesilelerle Türkiye’nin Kürdistan politikasına karşı eleştiriler yöneltmiş bulunan Almanya, silah sevkıyatını kestiğini ilan etti. Gerek NATO çerçevesinde, gerekse ikili ilişkiler içinde, silahlı kuvvetlerinin ihtiyaçlarının büyük bir kısmını ABD’den ya da dolaylı olarak. Almanya’dan sağlayan Türkiye için, bu gerçekten ciddi sonuçlar doğuracak bir tutumdu.
Resmi çevreler ve doğrudan yöneltilebilen basın, Almanya’nın tutumunu “anlayışsızlık”, “yanlış anlama” gibi gerekçelere sığdırmak istediler. Almanya’nın Avrupa ve ABD ilişkileri içindeki yerini ve gelecekteki Avrupa Topluluğu üzerindeki etkisini hesap ederek hükümet, gene bir kısım basının değerlendirmelerinde kullandığı terimle “soğukkanlı” davrandı. Almanya’nın “doğru”lan er geç göreceğinin umut edildiği açıklandı, diplomatik dilin inceliklerinin kullanılmasından vazgeçilmedi. Türkiye’nin operasyonlarının, terörizmi hedef aldığına dair kanıtlar sıralanırken, “şu anda dünyada NATO ülkelerini ve savunma alanlarını tehdit eden en büyük tehlikenin terörizm olduğu” Öne sürüldü. Bu ana fikrin, Almanya’yı ikna edeceğinden emin olunduğu, sonradan Almanya’nın tavrı değişmeyince hiddetlenen Demirel’in sözlerindeki hayal kırıklığından anlaşıldı: “Onlar, Baader-Meinhoff’a ne yaptılarsa, biz de onu yapıyoruz!” Buna karşılık, Türkiye’nin Bonn büyükelçisi, resmi tutumu en ince biçimde ifade eden sözcü oldu: “Durumu abartmamak gerekir. Alman basınında Türkiye ile ilgili bazı haberler çıkmış. Biz kendilerine konuyu anlattık, bu haberlerin aslı yoktur. Alman kamuoyunda eksik ve yanlış bilgiler bulunuyor. Biz gerçekleri anlatıyoruz. Bu bakımdan yanlış bilgiler, izlenimler ortadan kalkacaktır” Büyükelçinin sözlerine inanılacak olursa, Alman hükümeti, bir NATO ülkesine yaptığı silah yardımını, gazetelerdeki haberleri okuyarak kesebiliyordu.
Almanya’nın silah sevkıyatını durduran kararı Türk iç politikasında en gerilimli günlerin, “bahar Sendromu”, “Newroz bunalımı”, “ayaklanma” gibi kavramlarla örülmüş ortamında gündeme geldiğinden ve Türkiye’nin o günlerdeki başlıca çelişkisiyle ilgili olduğu için milliyetçi çevrelerin özel tepkisine konu oldu. Milliyetçi öfkenin küfre dökülmesi işi, basında bu işi gönüllü olarak bihakkın yapacak kalem erbabına bırakıldı. Manşetler. “Domuz Alman”, “Arkamızdan hançerlendik”, “Ödlek Alman, PKK’dan Korktu. Silah Vermiyor”. “Vermezsen Verme Be!”, gibi “milli hisleri” yansıtan sloganlarla dolduruldu. Bu arada. ABD’nin PKK’ya karşı tavır alması, “Aferin Amerika’ya”, “Dostumuz Düşmanımız Belli Oldu” gibi sloganlarla övüldü.
Almanya’nın Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar üzerindeki hesaplarıyla bu tavrı arasındaki ilişkiler ise gene şoven milliyetçi bakış açısından. “Türkiye’nin gelişmesini önlemek” amacına bağlanarak, emperyalist ilişkiler sitemi içindeki yeri geçiştirilerek ele alındı. Şoven basın, “Almanya’nın hesaplarının önündeki en güçlü engelin Türkiye olduğu” tezini işledi.
Almanya’nın silah ambargosu uygulamasının gerçek nedenlerinin ne olduğuna dair bir saptama yapılmaksızın olasılıklar üzerinde duranlar ise, o sırada Almanya’nın gündeminde bulunan eyalet seçimlerini öne çıkardılar. Cumhurbaşkanı Özal da, bu yorumun genelleşmesine ve resmi tutumun dışında bir yorum olarak işlenmesine önayak oldu. Özal’ın yorumuna göre, Almanya’da bazı güçler, PKK’yı destekliyorlardı ve bu güçlerin politikayı etkileme potansiyeli vardı. Bir ihtiyat payı bırakan Özal, “Belki bizzat hükümet değil, ama bu gruplar, açık surette Türkiye’nin karşısında terör örgütünü destekliyorlar” diyordu. “Bazı kuruluşlar, insan hakları vesaire adı altında resmen PKK’ya destek veriyorlar. Bay Genscher’in yaptığı iç politikadır. Kendi iç politikası. Önlerinde seçimler var. Ye bu gruplardan istifade etmek için Türkiye’yi kullanmıştır. Ama yaptığı iş fevkalade yanlıştır. Hitler Almanyası da bunu yaptı. Ekonomik gücünü kötü şekilde kullanarak ve bu şekilde tehditler savurarak yaparsa, çok kısa zamanda yanlış olduğunu görecektir.”
Özal’ın kehaneti gerçekleşti! Almanya. Türkiye’ye uyguladığı “geçici silah ambargosu”. TC’nin Kürdistan’daki Newroz operasyonunun esası bakımından sona ermesinden sonra kaldırıldı. Gerçekte ambargo, “Almanya’nın gerçekleri görmüş olmasından değil, iç politika bakımından bir gösteri, dış politika bakımından ise ABD-Türkiye ilişkileri karşısındaki tavrın ciddiye alınması gerektiği konusunda bir uyarı mahiyeti taşıyan oyunun amacına ulaşmış olmasından kaynaklanıyordu. Özal bunu söylemese bile, hemen hemen bütün beklentiler, ambargonun en çok bir hafta süreceği yolundaydı.
Şu anda, Almanya ve Türkiye ilişkileri, özellikle geçen hafta içinde Genscher’in görevinden uzaklaşmasıyla birlikte, “normal” seyrini bulma eğilimine girdi. Alman siyaset çevreleri ve kamuoyu odakları, Genscher’in istifasında. “Türk politikasındaki yanlışlıkların rol oynadığı” yorumunu yaptılar.
Böylesine önemli bir siyasi kararın, tek başına Genscher’den çıkmadığını, Alman devlet yetkililerinin, Kohl dâhil Türkiye’ye uygulanan geçici silah ambargosunu bir hükümet politikası olarak uyguladıklarını bilenler için bu “sorumlu tek adam” yorumunun fazla önemi yoktur.
Almanya’nın. Newroz bunalımını pek çok etkenle birleşen bir “master plan” çerçevesinde uyguladığı bir gerçektir.

“BÜYÜK ALMANYA” HEDEFİNİN ESAS UNSURLARI
Almanya’nın Doğu Avrupa ile birleşmesi sırasında, bütün Avrupa’da. Almanya’nın eski emperyalist savaşlardaki rolü hatırlatılarak, yeni dönemde de. Almanya’nın yeni bir savaşın nedeni olacak politikalar izleyeceği endişesi yayılmıştı. Almanya’nın üçüncü süper güç olarak uluslararası ilişkiler sahnesine çıktığı, büyük Alman sanayinin ve ileri teknolojisinin, yeni bir paylaşım savaşını öngörmeksizin yaşayamayacağı tahlilleri yapılmıştı. Avrupa’nın onde gelen basın tekelleri, ağız birliği yapmışçasına Almanya’nın üzerindeki Anglo-Amerikan denetiminin önemini propaganda etmişti.
Gerçekte, bütün bir İkinci Savaş sonrası dönemde, Almanya, ABD’nin Avrupa’daki siyasi ve iktisadi karakolu rolünü oynamıştı ve ABD politikalarının Avrupa’daki sözcüsü olmuştu, Almanya.  Politika ve diplomasi alanında, kendi kimliği ile konuşan bir ülke görüntüsü vermiyordu.
Bununla birlikte, Alman sermayesi ile ABD sermayesi arasında, sanayi ürünlerinin pazarlanması konusunda, siyasete fazla yansımayan, uluslararası ilişkiler alanında Alman- ABD ilişkilerini zorlamayan bir rekabet söz konusuydu. Bu, yukarıda da değinildiği gibi tamamen Sovyetler Birliği’nin varlığı koşuluna bağlıydı.
Birleşik Almanya’nın gerçekleşmesi sürecinde Almanya, diğer emperyalistlerde uyanan endişeyi gidermek üzere, kendisinin AGİK ve AT ilişkilerinin bir parçası olarak değerlendirilmesini istemiş, böylece bu kurumlar çerçevesinde gerçekleşen ilişkilere aykırı bir tutumun söz konusu olamayacağını açıklamak ihtiyacını duymuştu. Ne var ki, Almanya, söz konusu kurumları, herhangi bir emperyalist girişimin engeli olarak tanıtır ve kendisi hakkındaki kuşkulara karşı bu kurumların güvencesini ileri sürerken, söz konusu kurumlar içindeki etkinliğini pekiştirmek, belirleyici söz sahibi ülke haline gelmek için de birçok girişimde bulunuyordu. Örneğin, Yugoslavya ile ilgili tutumunda, AT ülkelerini kendi politikasının peşine takmayı başarmıştı. Bu, özellikle ABD ile ilişkileri daima sorunlu ve çelişkili olmuş olan diğer Avrupa ülkelerini kendi etrafında seferber etme imkânı gösteren bir örnek olarak belleklere yerleşti. Almanya, söz konusu platformlarda kendisini destekleyecek bir çoğunluk sağlayamasa bile, tek başına hareket etmekten çekinmiyor.
Türkiye ile olan ilişkilerinde de benzer bir olay tekrarlandı. Türkiye konusunda Avrupa Parlamentosundan karar çıkarma girişimi karşısında, Yunanistan ve Kıbrıs dışında “ciddi” destek bulamadı. (Kıbrıs sözcüsü, Türk basının abartma ve kışkırtma dolu üslubuyla bildirdiğine göre, “Lafla destek olmaz, PKK’ya silah verilmelidir” demişti!) Buna rağmen Almanya, tek başına kararını uygulamaktan geri durmadı. Hollanda, “prensip olarak” Almanya’nın tutumunu desteklemekle birlikte, Türkiye’ye karşı aktif bir yaptırıma girişmedi. Fransa, AT’nin tutum almasına yönelik girişimlerin ertelenmesi çağrısıyla, Almanya’yı köstekledi. Portekiz, “Türkiye’nin harcanmaması gerektiğini bildiren bir tavır takındı. İngiltere, İtalya ve İspanya da, Almanya’yla “uyumlu davranmakta isteksizlik gösterdiler'”. Böylece, NATO, AT, AGİK gibi kuruluşlardaki etkisine rağmen, Almanya kendi tutumunun genelleşmesi konusundaki girişimlerinde başarısız kaldı. Almanya’nın çağrıda bulunduğu birçok devlet, “Kürdistan’daki durumu iyi belirlemek gerekir”, “Ankara’daki elçiliğimizden yeterli değerlendirmeyi alamadık”. “Şu andaki bilgilerimiz yetersiz” vs, gibi cevaplar verdiler. Bütün bu farklı duruşların altında, Almanya’nın “insan hakları, sivil katliamı” vs. gibi sloganlarına inanılmadığı, hatta bıyık altından gülündüğü seziliyordu.  Bütün emperyalist eşkıyalar, gündelik politikaların sloganları altında hangi gerçeklerin yattığını iyi biliyorlardı. Almanya’yı kendi başına çıktığı seferde yalnız bırakmak, hepsinin ortaklaşa çıkarları söz konusu olmadıkça, kaçınılmaz bir sonuç olarak doğacaktı.
Almanya’nın desteksizliğine karşı, Türkiye, ABD’nin gösterişli desteğini arkasına almış olmaktan mutluydu. Türk basını, durumu “Aferin Amerika’ya” sloganında en bayağı şeklini bulan değerlendirmelerle kutladı! Bu olay aynı zamanda, çelişmenin, uluslararası bir boyutu olduğunu, özellikle de ABD ile Almanya’nın Ortadoğu politikalarının birbirlerini dıştalayan bir içerik etrafında geliştiğinin göstergesi oldu.
Almanya’nın “Kürt Sorunu”na ilgisi, sadece Newroz olayları sırasında ortaya çıkmış değil. Almanya, bir süredir, ısrarlı bir şekilde, “Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkının tanınmasını” istiyor ve Türkiye ile ilişkilerinde bu ilkeyi bir sıkıştırma aracı olarak kullanıyor. Kendi deyimleriyle, “Kürt faktörü” emperyalist Alman politikalarında önemli bir yer tutuyor.
Nedir Almanya’nın Türkiye’den istediği? Bu soru, “Neden Almanlar PKK’yı destekliyor” sorusundan daha anlamlıdır. Çünkü gerçekte, Almanya hiç bir zaman dolaysız olarak PKK’yı desteklememiştir. PKK ile ilgili politikalarında, Almanya açısından Kürt halkı ya da PKK değil, bölge ve dünya çapındaki planları önemlidir.
Sovyetler Birliği’nin dağılması sürecinde, Türkiye, ABD’nin soğuk savaş dönemindeki planlarının bir başka zeminde sürdürücüsü olma rolü ile ortaya çıktı. Orta Asya, Kafkasya, ve Orta Doğu’daki Amerikan politikalarının başlıca takipçisi, acentesi olarak Türkiye bu rolü benimsemiş bulunuyor. Daha önceki yazılarımızda da kısaca değindiğimiz gibi, Almanya, Türkiye’nin ABD ile giriştiği bu işbirliğinden hoşnut değil. Bunun göstergesi sayılabilecek bir olay, Doğu Almanya’dan dönen Sovyet askerleri için yapılacak konutlar konusunda, Türk ve Alman firmalarının rekabeti sırasında yaşanmıştı. İhaleyi Türk firmaları kazanmasına rağmen, Bonn hükümeti, siyasi ağırlığıyla inşaatı, Alman firmalarının üstlenmesini sağlamıştı. Türkiye, kaybetmiş olsa da, Almanya ile rekabet edecek düzeye geldiğini propaganda ederek avundu. Fakat bu olay, sıradan, basit bir firmalar rekabeti olarak değil. “Almanya ile Türkiye arasında Asya’da rekabet” olarak adlandırıldı. Bu küçük gösterge, Türkiye’nin ABD gibi bir süper emperyaliste dayanmaksızın, bölgedeki etkinliğini ve varlığını sürdüremeyeceğini de gösteriyordu.
“Büyük Almanya” hedefi, Asya, Orta Doğu, Kafkasya ve Balkanlar’daki girişimlerde kendisini gösterdiği gibi, dünya çapında bir hegemonya ve pazar kavgasını gerektiriyor.

LİBYA, ABD GERGİNLİĞİNDE ALMANYA
Libya ile ABD arasında, son ayların gündemini meşgul eden olay, Almanya ile diğer emperyalistler arasındaki çıkar çatışmasının bir başka örneğini sergiledi.
1986’da ABD. Libya’ya karşı giriştiği askeri eylemle, bu ülkenin, Müslüman Afrika’daki muhalif ve direnen tutumunu kırmak istemişti. Site Körfezi ablukası ve ardından gelen bombardıman, gerek Akdeniz ölçüsünde ABD hegemonyasının korunması bakımından, gerekse, Libya’nın takındığı radikal tutumun cezalandırılması ve yandaşlarına ibret dersi olmak bakımından önem taşıyordu.
Libya, son aylarda emperyalist terörün yeniden hedefi haline geldi.
1988 yılı 21 Aralık gecesi, İskoçya’nın Lockerbie kasabası üzerinde bir sabotaj sonucu düşen uçağın sorumluluğunu, ABD ve İngiltere, “uzun araştırmalar sonucunda” Libya’nın üzerine yıkmaya karar verdiler. İki Libyalı ajanın adı öne sürülerek, yargılanmak ve cezalandırılmak üzere kendilerine teslimini istediler. Libya’nın bu talebi reddetmesi üzerine, ABD konuyu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi gündemine getirerek, uluslararası planda bir saldırı başlattı. Fransa’nın da desteği ile ABD ve İngiltere’nin saldırısı, gerçek anlamda bir uluslararası saldırı halini aldı.
Libya’nın adı geçen iki ajanı kendi kurumlan içinde gözaltına alıp yargılayacağını açıklaması, koparılan gürültüyü hafifletmedi. Trablusgarp hükümetinin ajanların Lahey’de uluslararası bir mahkemede yargılanması önerisi de reddedildi. ABD ve İngiltere kendi taleplerinde ısrar ettiler. Libya daha fazla gerilemeyince de, ekonomik ablukaya alındı. Türkiye, bu ablukaya ilk katılan ülkelerden biri oldu. Bu süreçte Almanya, gene emperyalist “müttefiklerinden” farklı bir tutum takındı.
Almanya, sanayide kullandığı petrolün özelliklen bakımından Libya ile ilişkileri en sıkı olan Avrupa ülkelerinden biri. Libya petrolü, Ortadoğu petrolüne göre, daha kolay rafine ediliyor, yüksek kaliteli ve Alman sanayi teknolojisinin ihtiyaçlarına daha kolay cevap veriyor. Alman sanayisinin petrol ihtiyacının büyük bir bölümünü bu özellikleri dolayısıyla Libya sağlıyor. Geçmişte, Almanya’nın Libya’da gizli askeri fabrikalar kurduğu da biliniyor.
Bu ilişkiler, ABD ve İngiltere’nin bölgede ABD hegemonyasının sürekliliğini sağlamaya yönelik operasyonlarının nihai amacıyla birleşince, Almanya, emperyalistlerin patronuyla olan çelişkilerinin sergilendiği yeni bir tavır takınmaya zorlandı.
Olayın en önemli sonucu, “Yeni Dünya Düzeni”nin, propaganda edilen içeriğinden farklı bir dünyada yaşamakta olduğumuzu göstermesi oldu. Belki de Almanya, “Duvarın yıkılışıyla sembolü haline geldiği “Yeni Dünya Düzeni” umudunun içi boşluğunu göstererek herkesin gerçekle yüz yüze gelmesine yol açıyor. Bunun gibi, Libya’nın ve Kürdistan’ın Almanya bakımından ne anlama geldiğini de anlamayı kolaylaştırıyor.

* * *
Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesi gibi, küçük bölge devletlerinin kendi egemenliklerini pekiştirme mücadelesi de, emperyalistler-arası ilişkilerin karmaşık ağı içinde, bin bir hesap ve çıkar çatışmasının ortasından geçerek kendi yolunu çizmeye çalışıyor.
Emperyalistlerin kendi çıkarları için, ulusların varlık mücadelesine yandaş görünmelerine, onları destekledikleri görüntüsü vermelerine bakarak, bu mücadelelerin meşruluğu ve haklılığı tartışma konusu yapılamaz.
Ancak bunun yanında, ulusların ve halkların, emperyalistlerin tutumları konusunda uyarılmaları da aynı derecede önemlidir. Kürt halkı, ya da Libya, özel konjonktürde gerçekleşen olaylara bakarak, hiç bir emperyalist hakkında umut beslememeleri gerektiğini bilecek kadar tarihi tecrübeye sahiptirler.

Mayıs 1992

İdamlarının yirminci yılında: Denizler

Yoldaşları, dostları, gençlik arkadaşları ve Denizler denilince içinde, devrime, demokrasiye, insan olmaya dair bir şeyler kıpırdayan herkes, idam edilişlerinin yirminci yılında Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı, adlarına yakışır biçimde anmaya hazırlanıyor.
Emperyalizmin dizginsiz bir biçimde dünyanın her köşesinde dilediğince davranma özgürlüğünü elde ettiğine inandığı günümüzde, onların adı anti-emperyalist gençlik ve halk mücadelesinin bayrakları arasında bulunmaya devam edecektir. Onların halka ve gençliğe bıraktığı en önemli miras olan yurtsever, anti-faşist ve anti-emperyalist mücadele ruhunun, bugün küçük görülmesine, yozlaştırmasına, gereksiz bir maceracılık olarak adlandırılmasına karsı bir ses olacaktır bu anma süreci, Onların ve diğer şehit arkadaşlarının anısı, emperyalist gericilik, ırkçılık ve şovenizm tarafından kirletilmiş, depolitizasyon saldırılarıyla şaşırtılmış, uyuşturulmuş gençliğin ve halkın onlardan esen güçlü rüzgârlara ihtiyacı var.
Kavgacılığı kadar, sanata düşkünlüğü, insan-severliği ve arkadaş canlılığı ile de tanıyan herkesin kalbinde ve beyninde silinmez bir yer kazanmış olan Deniz Gezmiş’i, ağırbaşlı, bilgili, inatçı ve sabırlı örgütçü Hüseyin İnan’ı. yeteneklerinin ve cesaretinin sınırı olmayan Yusuf Aslan’ı, efsane yaratan kişilikleriyle olduğu kadar, canlı insani özellikleri ve yüksek ahlaki değerleriyle bugünkü kuşaklara anlatmak, anılarını yaşatmak ve gelecek kuşaklara eksiksiz, tahrifsiz aktarmak, yalnızca devrimcilerin, komünistlerin değil, demokratların, anti-emperyalist ve anti-faşistlerin de görevidir.
Bu görevi içinde duyanlar, bu yıl birçok etkinliğin yanı sıra, bir belgesel filmin yapımı için de bir araya geldiler. Filmin yapımında bulunduğum süre boyunca, onların mücadelesinin ve kişiliklerinin bıraktığı izleri, Şimdi sıradan insanlar olarak yaşamlarını sürdüren pek çok kişi üzerindeki etkilerini, bir anlamda yaşamaya devam eden ruhlarının ışığını görmek fırsatını buldum. Onların arkadaşı olmanın gururunu, onlarla aynı çağda, aynı kavganın içinde yaşamış olmanın mutluluğunu bir kere daha duydum.
Tanık oldum: onlarla bir kez bir yerde karşılaşan, onlarla bir yürüyüşte, bir mitingde, bir kavgada beraber olan herkeste, onların cesaretinden, onların iyiliğinden, onların devrimciliğinden bir iz yaşamaya devam ediyor.
Tanık oldum: Onların anısı, aralarındaki farklılıklar, şimdiki yaşam tarzları ve siyasi tercihleri ne olursa olsun, pek çok insanı bir yerde buluşturma gücünü hâlâ taşıyor.
“Terör” ve “anarşi” sözcüklerinin bunca yoğunlukla ve beyinleri yıkamak üzere kullanıldığı günümüzde, Denizlerin arkadaşları, bu kirletilmiş kavramların etkisinde kalmaksızın, onların yiğit mücadelesini sımsıcak anıyorlar. Düzene ve alışılmış siyasi yöntemlere karşı köklü başkaldırılarına rağmen, şimdi artık düzenle ve geleneksel siyaset tarzlarıyla bağdaşmış pek çok insan arasında bile onların neden hâlâ bunca sempatiyle anıldıklarını anlamaya çalışıyorum.
Deniz. Türkiye’nin bütün siyasi tarihi boyunca bir kez daha eşine rastlanmayan büyük bir kitle önderiydi. Gençlik yığınlarını cesaretlendirmeyi, onları kendi talepleri için en sert mücadelelere çekmeyi, mücadele içinde gidebilecekleri son noktanın neresi olduğunu önceden kestirmeyi ve o son noktaya varmadan önce, kitleyi dağıtmadan, yılgınlığa düşürmeden, kazanma duygusu ve yeniden dövüşme arzusu kazandırarak kavgayı o an için bitirmeyi bilirdi. Yaşadığı çağın kendisiyle övüneceği çocuklarından biriydi o. Ama yalnızca biriydi. Çünkü kendisini benzer özelliklerle donanmış, birçok arkadaşı kuşatıyordu ve o, bu anlamda, iyilerin en iyisiydi sadece. Dünyanın ve ülkenin büyük bir devrimci kasırga içinden geçmekte olduğu ‘60’ların sonunda, her halkın içinden çıkan yiğit devrimci militanlar yığınının bir neferiydi; abartmasız denilebilir ki, dünyadaki diğer kardeşleri içinde o, gerçekten en iyilerden biri, belki de en iyisiydi.
Birlikte aynı metanet ve devam eden mücadele duygusuyla ölümü kucakladığı arkadaşlarına bakarak, onun nitelikleri hakkında daha açık bir fikre varılabilir. Atasözünde denildiği gibi, “arkadaşının kim olduğunu söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.” Hüseyin ve Yusuf, Deniz gibi, kitle mücadelesinin içinden gelen ama onun taşıdığı heyecan uyandırıcı özellikleri, başka özellikleri altında açığa çıkarma ihtiyacı duymamış önderlerdendiler. Deniz’in yanında, kendilerinin bir tamamlayıcı olduklarını hissettiler. Deniz de onlarla kendisinin tamamlandığını, birlikte anlamlı olduklarını biliyordu. Tıpkı Cihan ve Sinan’ın yanında kendisinin bir sıra neferi olduğunu, hep birlikte anti-emperyalist mücadelenin yarattığı insanlar olduklarını bildiği gibi. Hep hatırlanacak olan bütün üstün meziyetlerinin yığınların mücadelesinin bir ürünü olduğunu, kimliklerini ve kişiliklerini, kendilerini adadıkları dünya çapındaki büyük devrimci dalganın yarattığını biliyorlardı.

Mayıs 1992

Gelecek Komün’dür

Feodalizmin yıkılıp, yerine onun bağrında gelişen kapitalizmin, bir toplumsal sistem olarak tarih sahnesine çıktığı burjuva devrimleri dönemi, içerdiği karşıt sınıfların birliğinin, her sınıfın “kendi” konumlanışına aktığı ve yeni bir sınıfsal mevzilenmenin oluştuğu bir diyalektik süreç yaşadı. Yeni sınıfsal mevzilenme, yeni sınıfsal çatışmalar demektir ve burjuva toplum, bütün sosyo-politik süreçlere damgasını vuracak proletarya hareketini üretti, karşısında buldu. Burjuva devrimlerini, sınıf mücadelesinin, burjuvazi-proletarya çatışması eksenine oturttu.
19. yy. Fransa’sı ve Paris, 1789’dan beri, yoğun toplumsal hareketliliğiyle ve politik alt-üst oluşlarla, sınıflar savaşımının adeta bir arenası görünümündeydi. Denilebilir ki, toplumsal sınıflar bu laboratuarda kimliklerini tamamlıyorlardı. 1871 Paris Komünü ise proletaryanın kimliğinin politik tescili oldu.
Proletarya, 1789 sonrası, Fransa’da gelişen bütün siyasal olaylarda vardı ve burjuva devrimleri de dâhil, Paris’te yaşanan bütün devrimci kalkışmalar proleter bir nitelik taşıyordu. Nasıl elde edilecekleri açısından yeterince formüle edilmeyişlerine rağmen kendi talepleriyle, kendisini ifade ettiğinde proletarya, karşısında, gericilikle kol kola burjuvaziyi buldu. Zira programatik olmasa da proleter istemler, kapitalistler, feodaller ve düzen açısından tehlikeler içeren, yeni bir dünya özlemi içeriyordu.

1848’DEN 1871’E
Nisan 1848, Avrupa kıtasının her yanında, burjuva devrimlerinin zaferinden yararlanan burjuvazinin (küçük-burjuvazi, burjuvazinin cumhuriyetçi kesimi) monarşist burjuvazi ve yenilen sınıflarla ittifakına sahne oldu. Haziran 1848’de, Paris’te, işçi kitleleriyle ordu tarafından desteklenen diğer bütün sınıfların arasında geçen kanlı mücadele, “gerici ittifak”ı yaratanın, proletaryanın “kendisi için” sahneye çıkışı olduğu gerçeğini çarpıcı bir şekilde bütün Avrupa’nın gözleri önüne seriyordu.
Paris proletaryası yenildi, onunla birlikte Avrupa devrim fırtınası da dinmiş, yenilmişti. “Eski ve yeni muhafazakârlar, böylece bu olayın önemini çok iyi anladıklarını gösterdiler.”(Marks)
Bu olanlar, işçi sınıfının, aslında yalnızca burjuvazinin değil, feodal aristokrasinin de en tutarlı karşıtı olduğunu kanıtladı. İşçi sınıfının yenilgisiyle, dayanaksız kalan burjuva devrim, çok geçmeden 1851’de Louis Bonaparte’ın, 18. Brumaire diye bilinen hükümet darbesiyle, II. İmparatorluğa tanıklık yapacaktı.
Aslında, burjuvazinin bu tarihsel ve de nesnel ikiyüzlülüğü, 1795 Fransa’sında da yaşanmıştı. Burjuva devriminin ideallerini sahiplenip, savunmakta, biraz fazla “erdemli” davranan Robespierre’in trajedisinden bahsediyoruz. Burjuvazinin temsilcisi olmakla, Sans-Culotte’ların silahlarına dayanmış olmanın derin çelişkisi, yine burjuvazinin “nesnel ikiyüzlülüğünü” anlayamamış olmasıydı onun trajedisini hazırlayan. Bu anlamda, Robespierre, burjuvazinin artık sahiplenmekte tereddütte olduğu burjuva devrim ideallerine bağlı kalmaya çalıştığı için düştü. Sonuç biliniyor: Thermidor!
1848 restorasyon dönemiyle kıta çapında önlenen devrimci fırtına, geride, Parisli işçilerin yiğitçe direnişini bırakarak dindi. Dövüşerek yenildiler! Aynı tavır, diğer kıta ülkelerinde görülmedi. 1871 Komün atılımının, yine Paris’te yaşanmış olmasından, Paris proletaryasının bu geleneğinin hiç mi rolü yoktu?
Bonaparte ve II. İmparatorluk, proletarya ve burjuvazinin kendi siyasal iktidarlarına doğrudan sahip olabilecekleri güçten yoksun oldukları bir dönemde, yine burjuvazi lehine vekillik işlevi gördü. Bu durum, 20 yıl, ta ki “imparatorluğun anti-tezi komün ol(ana)” dek sürdü.
Bu yirmi yıl boyunca, işçi ve emekçi kitlelerin istemlerine hiçbir cevap veremeyen rejim, tepki biriktirdi. Orduya bir iş bulmak ve devrimci muhalefeti dışa doğru yönelterek bir çıkış yolu aramak çabasındaki Bonaparte, toprak talebinde bulunduğu Prusya’ya “ulusallık” motifli bir savaş açtı. Sonuç; yenilgi ve kitlelerin ayaklanması. Napolyon imparatorluğunun sonu ve Şubat 1871 Fransız Cumhuriyeti.
Burjuvazi durumdan yararlanmayı bir kez daha becermişti. Önce, başına General Trochu’nun getirildiği “ulusal savunma hükümeti” kurdurtuldu. Proletarya ise, kendi örgütlerini kurmaya başladı. Paris İşçi Örgütleri Temsilcileri, bir merkez komite seçtiler. Prusya saldırısına karşı Paris’in savunulacağına dair hükümete söz veren merkez komite, bunun için halkın silahlandırılması, derhal Komün seçimlerine gidilmesi vb. talepler içeren programını sundu. Ulusal Muhafız Taburları’nın kurulması onaylanınca, işçiler, kitleler halinde buralarda örgütlenmeye başladılar. Böylece silahlanma olanağı ediniliyordu.
Prusya saldırısına karşı işçilerin direnişleri ve Eylül 1870’te, çeşitli taleplerle hükümete karşı gelişen kendiliğinden işçi hareketi bastırıldı. 17 Şubat 1871’de Thiers hükümeti kuruldu.
Yeni hükümet hemen Prusya ile anlaşma imzaladı ve Prusya birlikleri, Paris’i işgale başladılar. İşçiler ise bu duruma sessiz kalmayarak bir Ulusal Muhafız Federasyonu kurdular. 18 Mart, ulusal muhafızların elindeki topları almak üzere, hükümetin ordu birlikleri gönderdiği, buna karşılık proletaryanın boyun eğmeyerek sokaklara döküldüğü, dolayısıyla iplerin tamamen koptuğu tarih oldu. Merkez Komitesi, Komün seçimleri yapılmasına karar verdi. 26 Mart’ta yapılan seçimler sonrası 28 Mart 1881’de ilk proletarya iktidarı olarak Komün ilan edildi. Merkez Komite, bir kararname ile iktidarı Komün’e bıraktı.
Aslında, Paris proletaryasının Şubat devriminde “Toplumsal Cumhuriyet” çığlığı, bir burjuva iktidarının değil, belirsiz de olsa, proleter cumhuriyeti özleminin ifadesiydi. Paris Komünü ise bu özlemin şekillenmiş biçimi oldu.

KOMÜN PROGRAMI
Komün, proletaryanın, burjuva devlet cihazını parçalayıp, yerine kendi iktidarını kurmak perspektifiyle, özellikle, bürokrasiyi ve militarizmi ortadan kaldıracak tedbirler almaya başladı. Düzenli ordu ve polis örgütünün yerine, halkın silahlı gücü olan Ulusal Muhafızlar geçirildi. Devlet organlarının ve devlet adamlarının, toplumun efendileri durumuna gelmemeleri için Komün’ün aldığı iki tedbir, kapitalist restorasyon nedenlerinin tartışıldığı günümüzde, Özellikle, sosyalist devlet-bürokratikleşme bağlamında can yakıcı önemde tartışılmayı gerektiriyor. Bunlar, bütün yönetim, adalet ve eğitim görevlilerinin, ilgililer tarafından seçilmesi, gene ilgililerce her an görevden alınabilmeleri ve ikincisi, küçük-büyük bütün hizmetlerin, işçilerin aldığı ücretten fazla karşılık ödenmemesi ilkeleriydi.
Bu tedbirler, devlet gücünün parçalanması perspektifliydi. Devletin en zararlı yönlerinin hemen budanmaya başlanmasıydı.
(Bu perspektif, elbette doğrudur, fakat yine de, bu önlemlerin -özellikle Merkez Komitesi’nin, yetkilerini hemen devretmesi ile birlikte- 1871 Parisi’ndeki özgül konumlanışını bazı yönleriyle tartışmak gerekiyor. İlerde yapmaya çalışacağız.)
Komün, sürekli ordu ve devlet memurluğu ile birlikte, iki büyük gider kaynağını da ortadan kaldırdı. Böylece, bütün burjuva devrimlerinin bir türlü gerçekleştiremedikleri/gerçekleştiremeyecekleri, o “ucuz hükümet”i gerçekleştirmeye yöneliyordu.
Kilise ve devlet işleri ayrıldı, özel dini bütçe kaldırıldı. Kilise mülkiyeti, ulusal mülkiyete dönüştürüldü.
Burjuvalarca, işletmeleri durdurulan işyerleri işçilere verildi.
Fırınlardaki gece çalışmaları kaldırıldı, boş konutlar gereksinimi olanlara dağıtıldı. Ve yine, Komün’e seçilmiş olan yabancıların görevleri onaylandı.
Komün’de çoğunlukla işçiler veya ünlü işçi temsilcileri yer alıyorlardı. Bundan dolayıdır ki, kararlar da proleter nitelikteydi. Ve bu kararların özünde yatan ise, sınıf mülkiyetini kaldırmak, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi amacıyla burjuva demokrasisinden proletarya demokrasisine ve yine aynı anlama gelmek üzere, burjuva diktatörlüğünden proletarya diktatörlüğüne bir yönelim, bir geçişi yaşıyordu Paris.

YENİLGİ
Marx’ın “…bu, komünizmdir, imkânsız’ komünizm?” diye nitelendirdiği, tüm bu önlemler karşısında, Avrupa burjuvazisinin ve aristokrat güçlerin ortak reaksiyonu hemen kendisini gösterdi.
Gösterilen bu ortak reaksiyonun en çarpıcı somutu, Paris proletaryasının bu atılımının, bütün Fransa’ya ve bütün Avrupa’ya yayılmasını önlemek üzere, Cumhuriyet Hükümeti ile “ulusal düşman” Bismarck Prusyası arasında kurulan, Komün düşmanı ittifaktı. Örneğin, Almanlar, binlerce savaş esirini, Versailles’a yardıma gönderdiler. Bu takviye güçlerle birlikte Cumhuriyet Ordusu, Ulusal Muhafızların, 2-4 Nisan tarihleri arasındaki saldırılarını püskürttü. Ardından da, “Kanlı Hafta” saldırıları ile eşi görülmemiş bir vahşet örneği sergilendi. 1848 Haziran Ayaklanması’na duyulan vahşice kudurganlık, 1871’de Komün’e karşı çok boyutlanmış olarak kusuldu. Katliamlarla ifade olunan burjuva düzenin kini karşısında, Komünarların barikatlardaki kahramanca direnişi bir hafta sürebildi. 28 Mayıs’ta, son barikatın da düşmesi ile Komün, proletaryanın sınıf mücadelesi tarihinde, onurlu yerini alırken, geleceğe, önemli birikim ve gelenekler devretti.
Thiers, şöyle diyordu: “Ereğe eriştik. Düzen, adalet ve uygarlık, en sonunda zaferi kazandı!”
Evet, uygarlık, uygarlığın zaferi! “En büyük sorunu, savaş bittikten sonra, kendi yol açtığı ceset yığınlarından nasıl kurtulacağım bilmek olan, gerçekten övünçlü uygarlık!” (Marx)
Ve şu; “Son yığınsal katliamın yapıldığı Pere-Lachaise mezarlığındaki Federeler Duvarı, proletarya kendi hakkı için ayaklanmaya cüret eder etmez, yönetici sınıfın gösterebileceği taşkın Öfkenin, hem dilsiz, hem de belagatli tanığı olarak, bugün hala ayaktadır.”

KOMÜN-İKİ DÜNYA
72 gün süreyle Paris’i süsleyen barikatların karşı taraflarında, yalnızca Komünarlar ve yalnızca Versailles kuvvetleri çatışmıyorlardı. O zamana dek görülmemiş ölçüde ayrışmış, giriftlikten kurtulmuş, netleşmiş iki dünya; burjuvazi ile proletaryanın dünyaları bu barikatlarla ayrılıyordu. İki sınıf da enternasyonal bir savaşın, bir dünyalar savaşının özneleriydiler. Bu açıdan, Komün savaşı, yenilgisi ve yenilgi sonrası, Kıta Avrupa’sı çapında yansı buldu. Hem Avrupa burjuvazisi ve hem de Avrupa proletaryası üzerinde, ayrı ayrı, ortak etkilerde bulundu; benzer süreçler yaşandı.
Komün, burjuvazi cephesinde, tüm “uygar dünyanın” ortak düşmanı olarak işlem gördü. Hemen bütün Avrupa hükümetleri, Komün karşısında ortak tutumlarıyla, burjuva sınıf egemenliklerinin uluslararası niteliğini ortaya koydular.
Prusya ve Thiers Fransası’nın, Komün karşısındaki tereddütsüz birliktelikleri, burjuva toplumun en büyük “kahramanlığı” olan ulusal savaşın, yine burjuva hükümetlerce, sınıflar savaşını geciktirici, kamufle edici ve böylece de, kitlelerin ihtilalci potansiyelini maniple edici bir araç olarak kullanıldığını gösteriyordu. Nitekim 1871’deki gibi, sınıf savaşı, iç savaş biçiminde patlak verince, Thiers ve Prusya hükümetleri, ulusal savaşı hemen bir kenara atarak, onun, bir aldatmacadan başkaca bir şey olmadığını kanıtladılar. “Sınıf egemenliği, kendini, artık ulusal bir üniforma altında gizleyemez; ulusal hükümetler, proletaryaya karşı ancak, bir bütün oluştururlar” (Marx)
Burjuva demokrasisinin, bu kaçınılmaz iç diyalektiğini anlamak, işçi sınıfının Marksist eğitiminde, önemli bir teorik ve pratik referanstır.
Barikatın bu tarafında, proletaryanın önderlik ettiği Paris emekçisinin hareketi vardı. Savunulan, emekçi dünyasıydı. Devrim, Paris orta sınıfının büyük bölümü -dükkâncılar, satıcılar, tüccarlar- tarafından bile, toplumsal girişkenliğe yetenekli tek; sınıf olarak, işçi sınıfının açıkça tanındığı ilk; devrimdi. Komün, 1848 Haziranı’ndaki işçi ayaklanmasının ezilmesine katılmış bu orta sınıfın, kendi içindeki borç ve alacak sorununu çözmüştü. Aynı zamanda, orta sınıf, imparatorluk ve Komün dışında bir seçenek olmadığını seziyordu.
Marx Şöyle yazıyordu: “Komün, Fransız toplumunun tüm sağlıklı öğelerinin gerçek temsilcisi ve dolayısıyla gerçek ulusal hükümeti olduğu kadar, aynı zamanda, bir işçi hükümeti ve böylece emeğin kurtuluşunun gözü pek bir savunucusu olarak, sözcüğün gerçek anlamında uluslararası bir hükümetti de. İki Fransız eyaletini Almanya’ya katan Prusya ordusunun gözleri önünde, Komün, tüm dünya emekçilerini Fransa’ya katıyordu.” (Fransa’da İç Savaş)
İşte, bu diyalektik örgülü betimleme, şunu haykırıyordu:
“Komün bayrağı, Dünya Cumhuriyetinin bayrağıdır.” Yani, Komün Savaşı, Enternasyonalin savaşıdır!
Enternasyonal Genel Konseyi, Komün’ü çok yakından izledi, destekledi. Özellikle burjuva basın ve hükümetlerin çarpıtma ve kara çalmalarına karşı yoğun kampanyalar örgütledi. Mitinglerle kamuoyu oluşturmaya çalıştı. Öyle ki, “muzaffer” Prusya Ordusu, Berlin’de “Yaşasın Komün!” çığlıklarıyla karşılandı.
Ve yine, emeğin uluslararası karakterinin örgütsel biçimi olan Enternasyonale karşı, Avrupa hükümetlerince, ortak saldırıya geçildi. Nasıl ki, Komün savaşı, Enternasyonal’in savaşıydıysa, Thiers’in savaşı da, tüm Avrupa burjuvazisinin savaşıydı. Paris Komünü, bu açıdan, burjuvazi için de önemli bir deneyim ve ortak politik-pratik zemini oluyordu.
Fransız devrimcileriyle, diğer ülke Enternasyonalcileri arasındaki bağlantıların kesilmesi çabalarıyla birlikte, tüm “uygar hükümetlere” şu kutsal görev biçiliyordu: Enternasyonal’in kökünü kazımak!
Komün’ün uluslararası karakteri, onun tarihsel büyüklüğünü oluşturan şeydi. Bundan ötürüdür ki, Komün yenilgisi, dünya proletaryasının yenilgisiydi. “Komün’ün öldüğü yerde, Enternasyonal yaşayamadı: ‘Komüncülere ölüm!’ çığlığı üzerine, Enternasyonal, Avrupa’nın bir ucundan öbürüne ezildi” (Engels)

YENİLGİDE ÖZNEL FAKTÖRLER
“Halkların yaşamında büyük sorunları, yalnız kuvvet çözümler.” (Lenin)
Eylül 1870 tarihli Enternasyonal Bildirisi’nde Marx, zamansız bir ayaklanmaya karşı, Fransız proletaryasını uyarıyordu. Böyle bir tutumu şu nedenlere dayandırıyordu:
-Prusya Ordusu’nun, daha Paris kapılarında bulunuyor olması.
-İşçiler, cumhuriyet imkanlarını kendi sınıflarını örgütlendirmekte kullanmalı, gelecekteki burjuvaziyle hesaplaşmaya kuvvet biriktirmelidirler.
Fakat, geçici hükümetin katı halk düşmanı politikaları, Ulusal Muhafızlardan silahların alınmaya çalışılması vb. nedenlerle ayaklanma başlayınca da, kitlelerin, bu devrimci atılımını coşkuyla selamlamakta tereddüt etmedi. Komün ilan edilince de Marx, kendisini, komünarlardan ayırmadı; büyük bir enerjiyle onları savundu.
Ayaklanma patlar, ama bu, hiç olmazsa 18 Mart için, işçilerin bir girişimi değil, hükümetin kışkırtmasının sonucudur, 17 Nisan tarihli, Kugelmann’a yazılmış mektubunda, Marx: “Savaşa ancak mutlak elverişli koşullarda girilmeye kalkılırsa, dünya tarihini yapmak da kuşkusuz son derece kolay olurdu.” Ve şöyle devam eder: “Son durumda işçi sınıfının göz yılgınlığı, bazı ‘önder’lerin yitirilmesinden çok daha büyük bir felaket olur-
Bu tarihsel bakışla olayları izleyen Marx, Komün’ün yenileceğini önceden sezebiliyor ve bu sonucun, kendi kusurlarından, aşın bir dürüstlükten kaynaklanmış olacağını belirtiyor.
Liebknecht ve Kugelmann’a, Nisan tarihli mektuplarında, özellikle, iki sübjektif kusur saptıyor:
-İç savaşı başlatmış görünmemek için (“sanki, hükümet Paris’i silahsızlandırmaya kalkmakla iç savaşı başlatmamış gibi”) Versailles üzerine hemen yürümemiş olmaları, hükümete zaman kazandıran, sınıf bilincinden yoksun bir “soyluluktu.
-Merkez Komitesinin, sadece bir “onur” titizliği yüzünden, görevlerini çok çabuk Komün’e bırakması. Oysa Komün’ün örgütlenmesi daha zaman istiyordu. İleride irdelemeye çalışacağımız gibi, bu, örgüt bilincindeki eksiklik ve safça “demokratizm”den kaynaklanıyordu.
Ve yine, bu zaaflar, proletarya diktatörlüğünün, özellikle, devrimin savunma ve inşası dönemlerinde ağır basması gereken “merkezilik” ve “bastırma” özelliklerinin, Paris Komünü’ne eksik yansımış olmasının (bu da Marksist sınıf bilincinin ve Marksistlerin etkinliğinin cılızlığından kaynaklanır.) izdüşümü olarak yaşanan, yalnız iktisadi değil, aynı zamanda ölümcül-siyasal yanlıştı da. Marx’ın sözleriyle “Komün’ü Fransız Bankası’nın kapıları önünde durduran o ‘kutsal saygı’ şaşırtıcıdır.”
Bir parantez: Komün bileşiminde Blanquiciler ve Proudhoncular çoğunluğu oluşturuyorlardı. Ve bu hareketler, ancak “proleter devrimci içgüdü bakımından sosyalist bir kimlik taşıyorlardı.” Komün’ün yapmış olması gereken birçok iktisadi ve siyasi tedbirin alınamamış olmasında, bu bileşimin önemli rolü vardı.
Engels ise, asıl şaşılacak şeyin, Blanquist ve Proudhoncu bileşimli Komün’ün, gene de yaptığı doğru şeyler olduğunu belirtir. İktidardaki her iki akım da kendi okul öğretilerinin buyurduğunun tersini yapabildiler. Emekçi ortaklaşması öngören Komün, ortaklaşmayı reddeden Proudhoncu sosyalizm okulunun, tabana yayılmış iktidar zemini ise, komploculuk öneren Blanquist öğretinin adeta mezarı oldu. Komün, Blanquist ve Proudhoncu iradenin, kitlelerin tarihsel eyleminin nesnel gerçekliğine ters düştüğünü, onunla çeliştiğini ve büyük ölçüde, hareketin içinde eridiğini, fakat onu yönlendiremediğini gösterdi. Blanquist ve Proudhoncuların ağırlığı, devrimin ve Komün’ün ancak bir zaafı olabilmiştir gerçekten. Toplumsal-tarihsel eylemin doğasına aykırılıklarından dolayıdır ki, Komün deneyimi, bu öğretilerin, yaşamda yansıma bulamamalarının ve ölümlerinin habercisidir, öyle de olmuştur.
Alt başlığı, Lenin’le bitirelim: “Devrimci hareketin, birçok başka durumlarda olduğu gibi Paris Komünü’nde de yenilgiye uğraması, Marx’ın diyalektik materyalizminin ışığında, proletarya mücadelesinin genel yürüyüşü ve sonucu açısından, o kadar önemli değildir. Asıl önemli olan, kazanılmış mevziinin terk edilmemesi, düşmana savaşsız teslim olunmamış olmasıydı; böyle bir teslimiyet, proletaryayı yılgınlığa sürüklemiş, savaşkanlığını törpülemiş olurdu.”

KOMÜN, BİR DÖNÜMDÜR

O zamana kadarki en önemli işçi hareketi, şüphesiz Komün’dü. Zira siyasal iktidara sahip olmuştu. Komün’ün en büyük önemi ve yine eksik ve zaafları, bu olgu ekseninde, yani siyasal iktidara sahip olması ve siyasal iktidarı yeterli etkinlikte kullanıp kullanmaması bağlamında tartışılmış, tartışılmalıdır.
Paris Komünü sayesinde, işçi sınıfının, burjuvazi ve burjuva devlet karşısındaki savaşımı yeni bir evreye girmiştir. Bu kavga, sonucundan bağımsız, proletaryanın mücadelesinde, dünya çapında tarihsel bir önem taşıyan, yeni bir çıkış noktasına varılmıştır.
Marx’ın Komün değerlendirmeleri, Marksizm’in, örgüt, devrim, siyasal iktidar sorunlarına yaklaşım biçimini derinleştirdi, geliştirdi: Denilebilir ki, Paris Komünü ile pratik, “Fransa’da İç Savaşla yapılan proletarya devleti tahlilleri ile de teorik bir kopuş, daha doğrusu bir “aşma” yaşandı. Leninizm, bu yeni düzeyin, değişen koşullarda, emperyalizm çağında daha da geliştirilerek yeniden üretimi oldu.
Marksizm, sosyalist toplumun kurucusu olarak, proletaryanın evrensel tarihin rolünü açıklayarak bir sitem oluşturdu. Marksizm’in omurgasıdır bu. İlk kez, 1844’de ortaya atıldı, 1848’de “Komünist Manifesto”da sistematize edildi. Daha sonra, Ekim’e kadar, dünya tarihinin başlıca üç döneminde (1848 Devrimlerinden Paris Komünü’ne-Paris Komünü’nden 1905 Rus Devrimi’ne-1905’ten Ekim’e) deneyimlerle, birikimlerle gelişti.
1848 yenilgileri liberal burjuvazinin, burjuva demokratik görevlerin çözümü de içinde olmak üzere, toplumsal devrim karşısında negatif bir konumlanışa oturduğunu gösterdi. Burjuvazinin devrimci barutunu yitirmesi süreciyle, demokratik görevlerin de, proletaryanın çözüm torbasında biriktiği nesnel ve teorik süreç paralel işlemişlerdir. 1871 Paris’i, burjuvazinin “ulusal düşman” ile, proletaryaya karşı saf tutması, bu sürecin çok daha olgun yaşanmasının somutu oldu. Komün değerlendirmeleri, Marksist devrim teorisinin geliştirilmesi anlamında önemli bir laboratuar işlevi görmüştür. Daha sonraları “İki Taktik” ve “Nisan Tezleri” ile Lenin’in, bu teoriyi daha da yetkinleştirip tamamladığı biliniyor. 1848 ve 1871, burjuvazinin ilericiliğinin son noktası olarak sınıflar savaşımının hafızasına kazınmıştır. Bu son nokta, proletaryanın karşısında konumlanışı ile demokratikliğini yitirdiği, gericiliğini tescil ettiği dönümdür.

MANİFESTO’YA KATKI
1848-1851 Fransa’sı politik hareketliliklerinin tahlilini yaptığı “18. Brumaire”de Marx, proleter devriminin, proletarya diktatörlüğünün temellerini geliştirmeye çalıştı. Devrimin zaferi için, burjuva devlet aygıtını kırma zorunluluğu, Komünist Manifesto’daki “ele geçirme” anlayışının sıçratılması oldu. İlk kez 18. Brumaire’de dile getirilen ve Komün Deneyimi ile de doğrulanan bu tez, Fransa’da İç Savaş’ta genişçe işlendi. Manifesto’daki siyasal iktidar sorununun yeniden gözden geçirilebileceği ve “İşçi sınıfının, devlet makinasını olduğu gibi almak ve onu kendi hesabına işletmekle yetinemeyeceği” saptandı.
Bu önemli detay, .Marx ve Engels’çe, Manifestomun 1872 tarihli Önsöz’üne de geçirildi: “Önerilen devrimci tedbirlere özel bir ağırlık verilmemiştir (Komünist Manifesto’da -ÖD-). Orada yazılanlar, birçok bakımlardan, bugün olsa çok başka biçimde kaleme alınırlardı. … Önce Şubat Devrimi’nde, sonra da Paris Komünü’nde daha da büyük ölçüde kazanılan pratik tecrübe göz önünde tutulacak olursa, bu program, bazı ayrıntılarda gününü geçirmiştir. Komün, özellikle bir şeyi ispatlamıştır: İşçi sınıfı ‘Devlet çarkına hazırdan el koyup onu kendi amaçları için kullanamaz.”
Konu, Bakunin ve Marx arasında da tartışılmıştır. Marx, proletaryanın, burjuva devleti yıkmakla yetinmeyip kendi devlet düzenini de kurması gerektiğini söylerken, Bakunin, Paris Komünarlarını, her türlü siyasal otoriteyi derhal ortadan kaldırmadıkları için eleştirir.

KOMÜN PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜDÜR

“…baylar, bu diktatörlüğün neye benzediğini bilmek ister misiniz! Paris Komünü’ne bakınız, Paris Komünü proletarya diktatörlüğü idi.” (Fransa’da İç Savaş’a Önsöz’den) diyordu Engels, Alman sosyal-demokratlarıyla tartışırken.
Diyebiliriz ki, Komün üzerine yapılan tartışmaların çoğu proletarya diktatörlüğü, proletarya iktidarı bağlamında yapıla-geldi. Günümüzde, boyutlanarak süren tartışmalarda, proletarya diktatörlüğü karşısındaki konumlanış, devrim-reform, Marksizm-Leninizm-revizyonizm arasında saf belirlemeyi tayin eden önemli bir ayraç olmaktadır. İlerde değineceğimiz, Lenin-Kautsky tartışmaları, günümüzde yeniden üretilmektedir. Belki biçimler değişmekle, fakat içerik hep aynı: proletarya diktatörlüğünü reddediş ve savunu, tez-antitez olarak değişmemektedir.
Daha önce de belirtildi, proletaryanın, burjuva devlet cihazını olduğu gibi ele geçirmesi yetmez; parçalaması ve yerine yeni bir devlet düzeni kurması gerekir. Bu devlet, klasik anlamda devlet olmayan bir devlet olmalıdır. Silahlı halk milisinin düzenli ordu ve polisin yerini almasını, bürokrasiyi kaldırma yönelimini ve görevlilerin denetlenebilmesini, görevden alınabilmesini vb gereksinir. Paris Komünü, bunları gerçekleştirmeye çalıştığı için proletarya diktatörlüğü idi.
Burjuva devletin, “kuvvetler ayrılığı” ve parlamenter rejime dayanıyor olma özellikleri, proleter devletin, bunları tasfiyesini, yerine, yasama-yürütme-yargı işlevlerinin, işçi ve halk iktidar organlarınca yükümlenmiş olması, yaşamın yeniden üretilmesi sürecinde çıkan sorunların böylece yine üretim birimlerinde çözümlenmesi, Sovyet temsilcileri konseylerinin de etkin denetlenmesini gereksinir. Paris Komünü böyle bir yönelim içinde olduğu için proletarya diktatörlüğüdür.
Proletarya diktatörlüğü, proletaryanın önderliğindeki emekçi sınıflar ittifakının, “sermayeye karşı ittifakın, sermayeyi tamamen devirmek, burjuvazinin direncini ve onun restorasyon girişimlerini tamamen bastırmak amacıyla bir ittifakın özel biçimidir!” (Lenin)
Paris Komünü, pasajda belirtilen bileşimi içerdiği için proletarya diktatörlüğü idi. Fakat, yine pasajda belirtilen “sermayeyi tamamen devirmek, direncini ve restorasyon girişimlerini bastırmak” bilincinden yoksun olması onun önemli eksikliğiydi.
Proletarya diktatörlüğü, proleter kitlelerin diktatörlüğüdür tanımını Paris Komününden, karar alma mekanizmalarının koşullardan bağımsız olarak, tamamen tabana yayılması, bir tür, merkeziliğin tasfiyesiyle birlikte yorumlamak üzere uzunca bir parantez açmak gerekiyor.
Paris Komününü değerlendirirken aslında önemli bir zaaf olarak saptanan karar mekanizmalarının hemen kitlelere dağıtılarak, merkeziliğin zayıflatılması ve bu mekanizmaların tümü hiyerarşik organlarının tez elden kitlelere devredilmesini “hemen şimdi” fantezilerinin veya “devletin hemen sönmeye yüz tutması” vb. projelerinin bir destekleyici örneği olarak savunulması, günümüzde, “demokratizm” hastalığının bir türevi olarak nüksediyor.
İktidarı taban örgütlerine yayabilmek de, planlanmış merkezi politikalar gerektirir. Bunun için ise, merkezi bir iktidar organı zorunludur.
Sosyalizmin gereksindiği maddi üretim düzeyine, ancak “inşa” dönemleriyle oluşturulabileceği görece geri ülkelerde, devletin sönmesi yolunda atılacak adımlar sınırlıdır. Günümüzde kapitalist-emperyalist kuşatma düzeyi, bu sınırın daha da daraltılmasını dayatıyor. Bu, maddi, manevi temel olabilecek üretim ve bilinç düzeyi sağlanana kadar proletarya iktidarının güçlü bir merkezi yapısının kaçınılmazlığı demektir. Aksi durum, bürokratlaşmış bir merkezi yapının vardığı sonuçları, yani devrimin ve inşanın çabucak yenilgisini getirir.
Sosyalizmin, nesnel olarak, ekonomik ve siyasal kurumsallaşmasının topluma nüfuzundan çok önce, yönetim kanallarının önce yönlendiriciliğinden yoksun, kitlelerin kendiliğindenci inisiyatifine bırakılması, bu katılımı, Marksist-Leninist iradeden soyutlanmış, bir tür, ahlaki ve ivedi bir hedef/zorunluluk olarak görmek; tam da Paris Komünü’nün yaşadığı eksikliktir.
Marks, bunu gördüğü için, merkez komitesinin, yetkilerini komüne bırakmasını, komün seçimleriyle zaman kaybedilmesini önemli bir hata olarak görüyordu ve Eylül 1871’de Komün’ün yanılgıları üzerinde dururken “(Komün) yeni bir sınıf hükümeti biçimi bulamadı.” diyor.
Komün’ün, bastırmaya değil de, daha çok yayılmaya önem veren bir siyasal biçim olması ve kapitalist sınıfın yenilgisi, yeni düzenin inşası ve iç ve dış saldırılara karşı savunması için hayati önem taşıyan “merkezi bir otorite”den, bir “parti”den yoksun olması onun açmazını sergiliyordu.
Sosyalist devlet, devletsizliğe geçiş devletidir. “Siyasal” ile “toplumsal” arasındaki mesafe, devletliliği zorunlu kılar. Bu mesafenin, toplumsal dinamiklerce, “kendiliğinden” kapanması mümkün değildir. Merkezi örgüt, komünist işçi partisi, zorunluluktur.
Lenin şunları söyler: “Biz ütopyacı değiliz. Tüm yönetim makinesinden, bütün devlet basamaklarından bir anda vazgeçmeyi hayal etmiyoruz. Proletarya diktatoryasına düşen görevlerin anlaşılmamasına dayanan bu anarşistçe düşler, Marksizm’e adamakıllı yabanadır” (Devlet ve İhtilâl)
Sosyalizmi gerçekleştirmek için, önce politik iktidarın ele geçirilmesi gerekir. Bu ise, emekçi halk kitlelerinin işçi sınıfı ve partisi önderliğinde birleştirilmelerini gereksinir.
Ve Stalin: “… Proletarya diktatörlüğü, ancak, bir parti, komünistlerin, önderliği diğer partilerle paylaşmayan ve asla paylaşmaması gereken partisi, ona önderlik ettiği takdirde eksiksiz olabilir.” (Eserler Cilt 10)

DİKTATÖRLÜK-KOMÜN-LENIN VE KAUTSKY

Lenin, Kautsky’nin, Marx’ın Paris Komünü’nü proletarya diktatörlüğü olarak tanımlamasını bulandırma ve böylece “diktatörlük” kavramından Marx’ı “tenzih” etme çabalarına karşı, yine Marx’ın devrimci öğretisini özetleyen şu sözlerini alıntılıyor: ‘Kapitalist ve komünist toplum arasında, birinden diğerine, devrimci dönüşüm dönemi bulunur. Buna uygun olarak da, devletin, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olmadığı siyasal geçiş dönemi vardır.” (Proleter Devrimi ye Dönek Kautsky)
“Kautsky, proletarya diktatörlüğünün tarihsel olarak somut, bilimsel olarak kesin olduğunu, proletaryanın görevinin, burjuva devlet örgütünü ezmek olduğunu, hem Marx’ın hem de Engels’in 1848 devrimleri deneyimini ve bununla birlikte, 1871 Komün deneyimini özetleyerek, 1852-1891 arasındaki kırk yıl bundan söz ettiklerini bilmek zorundadır!” (age)
Kautsky’nin, diktatörlüğü “egemenlik durumu” olarak yorumlayıp bir “yönetim biçimi” olarak değerlendirmesini ise Lenin, “aptalca düşünen bir adamın aptallığının durumu ile, aptallığının biçimini ayırt etmeye” benzetiyor,
Proletarya diktatörlüğü, burjuvaziye karşı şiddet kullanacaktır ve Paris Komünü bunu yapmaya çalışmıştır (eksikliğiyle). Engels: “Komün,… burjuvaziye karşı silahlı halkın yetkesini kullanmasaydı, bir günden fazla dayanabilir miydi? Biz, tersine, onu, yetkesini çok az kullanmasından dolayı suçlayamaz mıyız?’ (Aktaran Lenin age.)
Ayrıca Lenin, Kautsky’nin “saf demokrasi”ciliğini eleştirirken, Marx’ın, Komün’ün Fransız Merkez Bankasına el koymaması yanlışını saf demokrasi ilkelerine ve uygulamasına bağladığını aktarır.
Şurası önemli: “Diktatörlük, …yönetim biçimi değildir. Ve Marx, yönetim biçiminden değil, devletin çeşit ya da biçiminden söz etmişti. Bu, bambaşka, tümüyle farklı bir şeydir” (Lenin age.)
Komün, bir diktatörlüktür.
Komün, bir “yönetim biçimi” değil, bir “devlet biçimi”dir.

BİRKAÇ KISA POLEMİK

Sosyalizmin çöküşü ve kapitalist restorasyon sürecinde, önemli bir rolü olan “bürokratik merkeziyetçi devlet”e karşı, açıkladığımız gibi, gerçekte, Paris Komünü’nün yakıcı önemdeki eksikliği ve zaafı olan “diktatörlüğün yeterince kullanılmaması” eğiliminin sahiplenilip savunulması, bir karşı tepki olarak günümüzde sol saflarda önemli prim topluyor. Kautsky yad ediliyor. Leninist devrim teorisinin “sorgulanması” işinde, Komün’ü böyle değerlendirerek bir çıkış yolu aranıyor.
Bir örnek, revizyonist Kagarlitsky. “Kan dökmekten kaçınmaya uğraşan ‘insani devrimler (Şili ve Paris Komünü kastediliyor) karşı-devrimlerce ezilmiştir. Kan dökmekten ve terörden, açık politik diktatörlükten çekinmeyen ‘sert’ devrimler ise yozlaşmışlar ve Termidorcular tarafından ezilmişlerdir. Paris Komünü bastırıldı, ama Bolşevik Rusya … yozlaştı … Bence haklı olan Martov ve Ailende idi, Lenin değil. … Yenik bir devrim, hiç değilse ahlaki bir zafer olarak kalır… Bir devrimin yozlaşması ise iğrenme duygusu yarattı” (Aktaran Çağdaş Yol, sayı: 1)
Bir yanda, yenilgiye yazgılı ama “ahlaki zaferler”, diğer yanda, maddi olarak taçlanan ama bu defa da “yozlaşmaya yazgılı ‘sert’ devrimler” (!).
Üretim ilişkileri ve siyasal üst yapısıyla birlikte “eski”nin tasfiyesi ise, tüm devrimlerin “insani” olduğu bir yana, yazılanlar, Marx ve Engels’in Paris Komünü’nde tespit ettikleri zaaf ve eksikliği abartarak sahiplenirken, Lenin’le birlikte Marksizm’in bu kurucularının, devrim ve proletarya diktatörlüğü anlayışlarını da sorguluyor, reddediyor. Marx’ın proletarya diktatörlüğü anlayışını yeterince vurguladık. “Lenin haksız çıktıysa eğer, “Marx ve Engels de haksız çıktı” olmalıydı!
Öte yandan, Ekim Devrimi, Paris Komünü deneyiminden çok ayrı değildir. Onun teorik ve pratik birikimini de içermiştir. Bu deneyimden devrimci dersler çıkaranlar Ekim Devrimi’ni başardılar.
Paris Komünü, “ahlakiliği, örneğin Versailles üzerine yürünmemesi sınıf bilincinden yoksunluğu ile değil, başarabildiği proletarya diktatörlüğü önlemleriyle gelecek kuşaklara kaldı, Ekim’e aktı. Olumsuzluklar ise, burjuvazi ile reformlar yoluyla savaşılamayacağını, burjuva militarizmi parçalanmadan sosyalizmin hayal olduğunu vb. kanıtlayan Allende’nin yenilgisiyle birlikte, dünya devrim tarihine, dersler çıkarması gereken acı deneyimler olarak geçtiler.
Bir söz daha, Ekim Devrimi’nin ve diğer sosyalist devrimlerin sonradan yenilgiye uğramaları, yine bu devrimlerin, insanlığın yeni bir dünya yaratma mücadelesinde yürüyebildiği mesafe olarak tarihin hafızasında kapladıkları muazzam yerleri inkâra yetmez. Başlanacaksa, Ekim’den başlanacaktır, Allende’den değil. Lenin’in Bolşevik Partisi’nden geçecektir devrim, Allende’nin ‘Halk Birliği’nden değil! Ve yine Ekim’den tiksinti duymak, emperyalist kapitalizmin devasa saldırıları karşısında ideolojik olarak küçülüp, sürüngenleşenlere çok yakışıyor!
Paris Komünü’nü, ilk proletarya diktatörlüğü örneği olarak değil de, sadece “kararlı bir eylem” olarak önemseyen ve onun bir proleter devlet biçimi olduğunu vurgulamama eğilimindeki (!)’li dergide, Emirhan Oğuz imzalı yazıda Paris Komünü “değerlendiriliyor”, ama bir kez bile olsun onun (Komün’ün) Marx ve Engels’çe nasıl tanımlandığına girilmiyor. Sadece şunlar var: “Paris Komünü’nün toplumsal ve siyasal örgütlenişinin anlam ve tanımı konusunda çok çeşitli görüşler öne sürülmüştür.” (Demokrat! Mart ’92)
Bu kadar!
Demokratizm damgalı kimlik, proletarya diktatörlüğü kavramına tahammül edemiyor. Zira yazar, Komün’ün asıl tarihi önemdeki bu yanını irdelemek isteseydi Marx ve Engels’in “Komün, proletarya diktatörlüğüdür” tanımlamasıyla karşılaşacaktı. Marx ve Engels’in bu değerlendirmesini, ansiklopedik bir bilgi olarak bile vermeye tahammülü yok yazarın. Sadece “kararlı bir eylem? Kautsky bile, Marx’ın böyle bir tanımlama yaptığını kabul ediyor, ama “diktatörlük” kavramını çarpıtarak inkâra çalışıyor.
Aslında, yazarın bu çabası, yani, Komün’ü bir devlet, bir iktidar biçimi olmaktan çıkarma çabası -veya bu yönünü vurgulamama- bir önceki, Levent Saçılanateş imzalı yazının son paragrafala bütünleştiğinde anlam kazanıyor:
“Evet, Komün, ‘destansı bir dram’ olarak son buldu. Ne var ki, her destan gibi Komün de kendinden sonraki tarihte yerini aldı. Hem de, sadece söylence olarak değil, ete ve kemiğe bürünmüş canlı bir organizma olarak… 1905, 1917 Sovyetleri, İtalya İşçi Konseyleri, Çin Kızıl Siyasi İktidarları, Latin Amerika Halk Komiteleri ve Türkiye…” (Altını biz çizdik -ÖD-)
Evet “ve Türkiye…” (!) Aslında yakarın kafasında “ve Türkiye’den sonra söyleyeceği şey bellidir. “Fatsa” denilecektir, “direniş komiteleri” denilecektir, ama o, bunu, “Alternatif İktidar Biçimleri” başlıklı ana çalışmaya bırakmıştır. Yalnızca, işin destansı yönüyle ilgilenmiş ve “Fatsa”ya, “Direniş Komiteleri”ne yol açmıştır. Komünün devlet olma özelliğinin vurgulanmamasının nedeni budur.
“AP’li, CHP’li, MSP’lisinin, devrimci ve demokrat insanların, çatışmasız, olaysız, bir arada (kardeşçe) yaşadığı…”, halkının tahriklerle, kışkırtılıp, güvenlik kuvvetlerinin karşısına çıkarılmak isten(diği)” (N. Mitap), ve nihayet çok sevilen “Başkan”ın, değişen koşullarda, cenazesine bile sahip çıkmayan “Fatsa Komünü” de “destansı bir dram olarak” son bulmuyor muydu?
Komün’ün devlet biçimi özelliğini vurgulamamasının nedeni anlaşılıyor olmalı.
(!)’ligillerden Engin Günay, diğerlerince yazılanları sistematize ettiği ve bizce ana çalışmaları olan yazısında, Paris Komünü’nü, devrimci durumlarda özgün bir süreç olarak gerçekleşebilen, “ikili iktidar”ın,   kitlelerin devrimci inisiyatifinin ifadesi olan “Sovyet” ayağına indirgeyerek, onunla özdeş tutarak, burjuva toplumda, burjuva diktatörlüğü altında da Komün iktidarları kurulabileceği anlayışını sergiliyor.
İkili iktidarın “Sovyet” ayağı da, Paris Komünü gibi, aynı güce, silahlı emekçi inisiyatifine dayanıyordu ama bir devlet iktidarı olmadığı için, bir süre sonra, iktidarını gönüllü olarak burjuvaziye devredip “ikili” durumun sona ermesine yol açtı.
İkincisi, defalarca belirttik; Paris Komünü’nün proletarya diktatörlüğü olarak tanımlanması, en başta, işçi ve emekçilerin burjuva devlet cihazını parçalayarak yerine kendi devlet düzenlerini kurma girişimi olmasından kaynaklanıyordu. Marx, değerlendirmelerinde bu yönü önemle vurgular.
Komün Örgütleri, neden 18 Mart öncesi proletarya diktatörlüğü olarak tanımlanmadı’ Aynı soru, Ekim öncesi İşçi ve Asker Vekilleri Sovyetleri için de sorulabilir. .
Paris Komünü, bir devlet biçimidir, proletarya diktatörlüğüdür. Daha önce, Marx ve Lenin’le açıkladığımız gibi, diktatörlük ancak bir devlet biçimidir, Burjuva diktatörlüğünün tasfiyesini ön-gerektirmiştir.
Burjuva egemenlik ilişkileri altında, sınıf savaşı sürerken kurulabilecek “işçi konseyleri”, “işyeri komiteleri”, “direniş komiteleri” gibi örgütlülüklerle Paris Komünü arasında özdeşlik kurmak, “Hemen şimdi!” fantezisine dayanak oluşturma çabasıdır.
“Bu geçiş (devrimin birinci aşamasından ikinci aşamasına) bütün iktidarın Sovyetlere devredilmesiyle olacaktı ve Sovyetler, Paris Komünü tipinde bir devlet olacaktı”
Doğrudur. İşte, Sovyetler, ancak bütün iktidara, yani bir devlet iktidarına sahip olduğunda -bu burjuva iktidarın devrilmesi demektir- Paris Komünü tipinde olacaktı.
Proletarya diktatörlüğünün temel organları olabilme potansiyelini taşımakla, proletarya diktatörlüğünün kendisi olmak, ikincisinin, burjuva iktidarı tasfiye etmiş, muzaffer bir proletarya devrimi içermesiyle, birincisinden ayrılır.
Burjuva diktatörlüğünün tüm organlarından (yasama-yargı-yürütme, ordu, polis vs) kurtulmuş, halkın kendi silahlı iktidarına sahip olduğu Kızıl Siyasi iktidarlar ile örneğin, Fatsa’daki “Çamur Kurutma Komiteleri” veya esas olarak devletin resmi güçlerine karşı değil de, sivil faşist saldırılara karşı oluşturulmuş Direniş Komiteleri!
En acısı da, direniş komiteleri döneminden hayli gerilere savrulmuş, devrimci demokratlıktan, demokratlığa “terfi” etmişlerin, bırakınız “çağdaş komünler” yaratmayı, “Çamur Kurutma Komiteleri” türü imeceler yaratma ruhunu bile kaybetmiş olmaları!
Komün’lü 121. yılda da, devrimci ve komünistler, yine “gökleri fethetme ruhuyla”, yine “Gelecek, Komündür” şiarlarıyla…

Mayıs 1992

Leninist Militan Tip’in Yaratılması Üzerine

‘Yeni’ nitelemesi, bir nesneyi, olguyu, durumu ya da bir düşünceyi “süregelen”den ayırmak için kullanılıyor. “‘Süregelen”in pek çok niteliği kendisine geçişmiş olsa bile, “yeni”, bunları farklı bir mantık ve tarzda, farklı bir biçimde örgütlemiştir. Bu bağlamda, “yeni”, “eski”ye, “klasik olan”a, “süregelen”e bir başkaldırıdır; ilericidir, devrimcidir.
Ancak sözcük olarak “yeni”, evrime karşı son derece inatçıdır; nitelediği şey her geçen gün yaşlandığı, eskidiği halde, o, değişmeden, olduğu gibi yaşamaya çalışmaktadır. “Yeni”, nitelediği şeyin kendisiyle bu bağlamda bir çelişme potansiyeli taşımakta; bu potansiyel, süreç içinde harekete geçerek, “şey”i “yeni”ye yabancılaştırmaktadır; nitelenen, sıfatına ihanet etmektedir, çünkü sıfatı “bağnaz”dır.
Bunun yanışına “yeni”nin demagojik bir yanı ya da en azından böyle bir kullanımı da var. Demode olmuş yöntemler, biçimler, kokuşmuş düşünceler “yeni” ile bezenerek her gün piyasaya sürülmektedir. Bazen de tarihsel bir sürecin geri bir dönemi (sözgelimi yaşamakta olduğumuz) ötesinin olmadığı, rasyonel, bu yüzden de doğru olanın bu olduğu anlamında, yine “yeni” olarak sunulmuştur. Bu “yenileme süreci, hızını bir türlü alamamış, “yeni dünya düzeni”, “yeni düşünce”, “yeni insan” (merhum TBKP ve benzerlerinin kullandığı anlamı ile) hep bu temelde ortaya çıkmış; bir kavram olarak “yeni” sömürülmüş, yıpratılmış ve devrimci içeriğinden arındırılmıştır. Gericilik “yeni” olmuş, ilerici olan “klasikleşmiş, sosyalistlere klasik olanı savunmak kalmıştır. Biz de bu yazı boyunca, “yeni insan” kavramı yerine “klasik” olanı, “sosyalist insan”, “sosyalist insanın prototipi” ya da “Leninist militan tip” kavramlarını kullanacağız.
“İnsan tipi” kavramını belli bir üretim biçimi içinde yer alan, yaşadığı toplumsal koşullarda egemen ya da muhalif, örgütlü olduğu oranda bir sınıfa mensup bulunan ve belli düşünüş, duyuş ve davranış tarzına sahip insanı anlıyoruz ve bu kavramı kullanırken, “kültür”, özellikle de “egemen kültür” kavramlarına ihtiyaç duyuyoruz.
Kültür, bir yerde şöyle tanımlanıyor: “İlişkileri kuran, her şeyi birbirine benzer hale getiren, bir yanlarıyla her şeyi bir başka şeye bağlayan o sistemin içinde, kendisinden öncekileri yorumlayıp harekete katan, harekete geçiren, kendi unsurlarım bir belli erek doğrultusunda egemen düşünceler, egemen ilişkiler haline sokan ve bu arada, daima sınıf çatışmalarının içinde kendi karşıtlarının doğuşuna yol açan bir başka sınıfın alttan gelen egemenliğinin bir unsuru olarak gelişme potansiyeli taşıyan bir akım” (A. Çubukçu, Kültür ve Politika, sf. 35-36) (Kitapta kültür tanımı, bununla sınırlı tutulmamış olsa da konumuz açısından bu kadarı yeterli.)
Gelişimi sürecinde çeşitli kırılmalar, kopukluklar ve sıçramalar yaşasa da, kültür, öğelerini bir iç çizgiyle birleştiren, tutarlı kılan bir “mantık”a sahiptir ve bu mantık sayesinde, o, tıpkı içinde yaşadığımız sistem gibi, doğal olarak düzenlenmiş bir ilişki gibi görünür; “sağduyu”nun ifadesi olarak durur! Bu yüzden insan, üretirken ve emek-gücünü yeniden üretirken attığı her adımını bu “mihenk taşı”na vurmak, düşünüş ve davranış biçimlerinde onu baz almak ve tavrını ona göre belirlemek zorunda kalır. “Egemen kültür”, kültürün işte bu işlevselliğinin, egemen ideoloji temelinde, erekli örgütlenmesidir. Kültür, anti-tezini, kendi içinde “olanak” halinde taşır; egemen kültür, bu “olanak”ın “gerçekleşmesini önlemeye çalışır. Egemen kültürün toplumsal işlevi ise, sistemin içsel antagonizmalarını etkisizleştirerek, çöküşünü hazırlayan süreci yavaşlatmaktır. İşte bütün bunlardan dolayı, verili bir sistemin “sıradan” insanı, o sistem içinde tanımlıdır, düzen içidir. Daha somut bir ifadeyle, kapitalist toplumun kendiliğinden insanı, burjuva ideolojisine tabidir; kapitalizmin dışını ya da ötesini düşünemez, erekleyemez. Söz konusu insanın üretim ilişkileri içindeki yeri ne olursa olsun, egemen kültüre karşı örgütlü bir tavır almadıkça bu gerçek değişmez,
Ancak feodalizm karşısında kapitalizmin durumunu incelediğimizde görürüz ki, orada süreç böyle gelişmemiştir. Feodal toplumun sıradan insanı, sınıfsal konumlanış içindeki yeri gereği, kendiliğinden kapitalist olabilmiştir.
Bu durumu nasıl açıklayacağız?
Yukarıda kültür kavramını ele alırken, kültürün, anti-tezini içinde olanak halinde barındırdığını söyledik. Burjuvazi, işte bu “olanak”!, feodal toplumun içinde gerçekleştirebilme şansına sahipti. Bir başka deyişle, burjuvazi, egemen bir sınıf olarak iktidarda örgütlenmeksizin, kendi kültürünü ve böylece insanını yaratabileceği doğal olanaklara sahipti. Bu doğal olanakların özü, kapitalizmin ekonomik ilişkilerinin, bir başka deyişle üretim ve değişim tarzının feodalizm koşullarında doğup gelişebilmesinde yatmaktadır. Devrimci sınıf olan burjuvazi, ileride kuracağı sistemin üretim biçimini devrim öncesinden başlatabilmiş, bu süreç, kendisine koşut burjuva ideolojisini, kültürünü ve bu arada insan tipini yaratmıştır. Kapitalist devrim (kapitalizmin inşası), bütün normları ile feodal toplumun bağrında ve ona rağmen başlayıp gelişmiş ve siyasal iktidarın burjuvazi tarafından alınmasıyla tamamlanmıştır. Siyasal iktidarı ele geçirip egemen sınıf olarak örgütlenen burjuvazi, kendi kültürünü de “egemen” kılmıştır.
Sosyalizmin inşası ise, kapitalist inşanın aksine, işe siyasal bir devrimle başlamak zorundadır. Proletarya, siyasal iktidarı ele geçirdiğinde sosyalizme ait hiç bir unsuru hazır olarak bulamaz. Gereksindiği her şeye, ancak eskiyi yıkarak ve yenisini yaratarak ulaşabilir. Tıpkı ekonominin yeni bir tarzda inşasına ve sosyal hayatın yeniden örgütlenmesine olduğu gibi, sosyalist kültürün yaratılmasına da ancak egemen sınıf olarak iktidarda örgütlendikten sonra girişebilecektir. Kısaca, sosyalizmin inşası, bir bütün olarak, içsel ve dışsal zorlukların aşılmasını da içermek üzere devrim sonrasında başlatılabilecektir.
Proletaryanın iktidar aygıtını ele geçirdiği, ülkede kapitalizmin gelişmişlik ve proletaryanın örgütlülük düzeyi, dünya ölçeğinde (varsa) sosyalist sistemin emperyalist sistem karşısındaki ekonomik ve siyasal durumu, enternasyonalist ilişkilerin düzeyi, sosyalizmin prestiji ve daha pak çok etken, bu sürecin, sosyalizmin bir sistem olarak inşası sürecinin, zorluk derecesini belirler.
Bu zorunlu sürecin en önemli unsurlarından biri, belki de en önemlisi, sosyalist kültürü ve sosyalist insanı yaratmak olacaktır. Bu unsurun önemi, onun, söz konusu sürecin aynı zamanda etkin bir öznesi olmasından gelir. Yukarıdaki zorluklar göz önüne alındığında, sosyalizmi inşa etmek; her koşulda mücadele edecek, her zorlukla boğuşacak, her saldırıya karşı koyacak bir direngenlik ve kurulmakta olan sosyo-ekonomik yapıyı, onun ideolojisini her koşulda savunacak bir cesaret gereksinir. Özellikle tek ülkede sosyalizmi inşa etmek, bu direngenlik ve cesareti gösterecek güçlü bir irade ve inanca sahip insanlardan oluşmuş proletarya partisini, zorunlu bir koşul olarak görür. Sosyalizmin geleceğinin en belirleyici etkeni budur. Diğer bütün etkenler sosyalizmin lehinde olsa bile, bu etken gerçekleştirilememişse, burada, sosyalizmin zaferinden emin olmak mümkün değildir. Öte yandan her şey sosyalizmin aleyhine dönmüş, ancak buna rağmen sosyalist öznenin varlığından söz edebiliyorsak eğer, söz konusu zorluk ve dezavantajlar aşılmaya, sosyalizm yaşatılmaya çalışılacaktır. Devrimi yapmak kolay değildir; zorlu bir mücadele, tutkulu bir adanmışlık, direngenlik, fedakârlık ve sabır ister; sosyalizmi inşa etmek de…
Bu denli önemli olan sosyalist kültürü ve insanı yaratma işine, devrimden önceki süreçlerde başlanabilir mi?
“Kültürün bir sınıf karakteriyle belirlenebilmesinin başlıca koşulu, o sınıfın egemen sınıf olarak örgütlenmiş olmasıdır.” (agy. s.92) Sosyalist kültür açısından söyleyecek olursak, bu kültürün egemen kültür olarak kabul görmesinin temel koşulu, proletaryanın siyasal iktidarı elinde bulunduruyor olmasıdır. Ancak bu, sosyalist kültürün bazı temel unsurlarının devrimden önceki süreçlerde yaratılamayacağı anlamına gelmez. Söz konusu kültürün hiç değilse bir modeli ve sosyalizmin insanın bir prototipi, bugünden yaratılabilir; bu teorik olarak mümkündür ve sosyalist mücadele tarihinde bu düşünceleri destekler nitelikte örnekler mevcuttur. Bunun koşulu ve olanağı, işçi sınıfının, egemen sınıf olarak örgütlenme savaşı içinde bulunmasında yatmaktadır. Demek ki iki şey zorunludur: İktidar perspektifi ve örgütlülük.
İktidar perspektifi zorunludur; çünkü bu perspektiften yoksun bir örgütlülük, sınıf ya da oluşum, egemen ideolojiye tabidir; onun ötesini düşleyemez ve son tahlilde düzen içidir. Düzen içi olan bir yapılanmanın ise, alternatif bir kültür yaratması ve bu alternatif kültür içinde geleceğin insanını biçimlendirmesi beklenemez.
Örgütlülük zorunludur; çünkü bir sınıf ve bütünsel kılınmış o sınıfa mensup bir birey, tarih yapıcı gücünü, ancak örgütlü oluşunda bulabilir. Sınıf, ancak egemen sınıf olarak örgütlenme mücadelesi içinde varolabilir ve ancak bu biçimde ” kendisi için sınıf” olup, toplumsal yaşamın sadece bir unsuru olmaktan çıkıp, onun aynı zamanda etkin bir öznesi durumuna gelebilir.
Sosyalist kültürü ve sosyalist insanın bir ön biçimi olan Leninist militan tipi yaratmak tartışılıyorsa eğer, devrimci bir örgütlülük, Leninist örgüt modeli bir zorunluluktur ve bu örgütlülüğün en üst biçimi, en iyi tahkim edilmiş olanı, Leninist partidir. Kapitalist toplum içinde, söz konusu idealleri gerçekleştirmenin en olanaklı, en güçlü mekânı, böylesi bir partidir. O, bu gücünü, iki özelliğinden alıyor: Egemen burjuva kültürüne karşı dikilmiş bir barikat olmasından ve sosyalist ilişkilerin, duyuş, yaşayış ve düşünüş biçiminin her gün yeniden üretildiği bir devrimci kültür ortamına sahip olmasından. Bu ortam, kadroların düzenle bütün bağlarını koparabileceği; “kahramanlık”ın her devrimci için olağanlaşabileceği; bireyin, bütünsel insan olma ekseninde gerçek birey olabileceği, özgürleşebileceği bir ortamdır. Kapitalizm koşullarında kurtuluş, bütün insanlığın kurtuluşunu erekleyerek örgütlenmiş, böylesi bir mekânda mümkündür ancak. “Bireyin bilgi ve becerisini, yeteneklerini, toplumsal hareketin bütün dinamikleriyle, bütün bireylerin ortaklaşa birikim ve çabalarıyla birleştirerek, dünyanın dönüştürülmesi eyleminin bir öğesi haline getirebilmesi, canlı ve etkili kılabilmesi, yani kısacası kendi kabuğunda birey olma kuruntusundan çıkarak gerçekten ‘insan’ olabilmesi, kapitalizmle açıktan ve cepheden bir çatışmanın örgütlü hayatı içinde ve bunun ‘özel hayal’ olarak benimsenip sürdürülmesi durumunda mümkündür.” (Bireyselleşme sloganı, Ö. D. 22)
Bir gerçeğe, “sosyalist kültür ya da bireyi, hiçbir biçimde, kapitalizm koşullarında yaratmanın mümkün olmayacağı; zaten bu değerlerin önemsiz, devrim öncesinde böyle bir çabanın ise anlamsız olduğu” temelinde biçimlenen bir saldırının yanı sıra; “kurtuluşun, sadece devrimci bir örgüt ya da partide mümkün olduğunu düşünmenin, dar bir yaklaşım olduğu; bu amacın devrimci örgütler dışında da, örneğin kitle örgütlerinde”, ya da daha ileri giderek, “örgütsüz bir yaşam içinde de gerçekleştirilebileceği” temelinde gelişen bir başka saldırı daha var. Yazının şu ana kadarki bölümünde bu saldırılardan ilkine verilen yanıtın yeterli olduğunu düşünüyoruz. İkinci saldırı içinse birkaç söz daha söylemekte yarar var.
Unutmamak gerekiyor; özellikle 80 sonrası, sosyalist ideolojinin Türkiye’de ve dünyada aldığı darbelerden esinlenen ve çoğu eski solcu olan liberaller ve aydınlar, Leninist örgüt modeline karşı burjuvazinin yürüttüğünden de etkili bir saldırı başlattılar. Bu “sol” liberaller ve aydınlar sosyalist mücadelenin her geri çekiliş döneminde olduğu gibi bu dönemde de egemen burjuva ideolojisinin sıradan bir nesnesi olmanın da ötesinde, onun en azgın savunucuları, verimli üreticileri ve amansız savaşçıları oldular. Roman sayfalarından dergilere, oradan filmlere; oyunlara kadar her ürünlerinde, yeniden keşfettikleri bireyin, böylesi bir örgüt içinde nasıl ezildiğini(!) nasıl insan olmaktan çıktığını(!), düşüncelerinin çarpıcı kanıtları(!) ve ticari amaçlarının kârlı malzemesi yaptılar. Şurası kesindir; Leninist örgüt modeline karşı her türlü saldırı, bu liberallerin saldırısı ile aynı zemini paylaşır; Leninist örgüt teorisine karşı geliştirilen örgütsüzlük teorisi, kapısını bu liberaller için ardına kadar açmıştır. Her türlü ilişkinin meta ilişkisinde somutlandığı kapitalizmin doğal koşullarının, örgütsüz bir yaşamla çakıştığı 80 sonrası dönemde egemen ideolojinin toplumun bütününe yakın. bölümünün her zerresine nasıl sindiğini, insanları insan olmaktan nasıl çıkardığını, nasıl her türlü insani değeri pazara sunduğunu, kendisine ve emeğine yabancılaştırarak insanı nasıl yalnızlaştırdığını, ihaneti insansal bir nitelik ve yükümlülük olarak sunup nasıl yaygınlaştırdığını hatırlamak; kapitalizmin bu “olağan” ve “doğal” koşullarında, Leninist bir örgüt içinde mücadeleye katılmadan, sosyalist teori ve pratiği her adımda yeniden üretip, barikatı her adımda yeniden tahkim etmeden, bu doğal müdahale alanının dışında kalmanın mümkün olmayacağını kavramak, bir zorunluluk oluyor. Yani, devrimden önce bütün insanları kurtarmaya çalışmak, mantıksal olarak bu eleştirinin yöneldiği zemine kayacak, idealist bir uğraştır. Biz, kutulusu örgütleyecek insanları kurtarmayı amaçlayabiliriz ancak; diğerleri, bu örgütlülük öncülüğünde, kurtulmak için devrimi yapacaklardır ve kurtuluşları, ancak bunu başarmalarından sonra mümkün olacaktır.
Leninist militan tipin, ancak örgütlü bir yaşam içinde varolabileceğim söyledik. Bu durumda, yoldaş ilişkileri dışındaki yaşam nasıl olacaktır? Örneğin bir kitle çalışmasında, henüz kazanılmamış insanlar karşısındaki ya da daha geri bir zeminde süre-giden ilişkileri (akrabalık ilişkileri vs) söz konusu olduğunda, ne olacaktır militanın tavrı? Yaşamın bu alanında, devrimci militan, biçimsel ödünler mi verecektir? Ya da (kitle çalışmasını da kapsamak üzere) bu türden bütün ilişkilerine bir son verip “yalnız” mı kalacaktır?
İkisi de değil. Yalnızlık olamaz; çünkü yukarıda değindik, kurtulmak için devrimi yapacak insanları, en başta sınıfın kendisini, bu amaçla hareket geçirecek mekanizmaların yaratılması gerekir. Bunun yanı sıra, “özgürleşmiş” insanlara yenilerini katmak, “barikat”ı bir üst düzeyde yeniden üretmek gerekir. Bu açıdan sosyalist insan, sosyal ilişkiyi en çok gereksinen insandır; yalnızlığı değil. Bu, onun “özgürleşme”/örgütlenme mantığını tutarlı kılacak zorunlu bir ön koşuldur.
Yaşamın söz konusu alanında, biçimsel ödünler vermesi de gerekmez Leninist militanın; aksine bu, kesinlikle yapmaması gereken şeydir. Kendi özgürleşme sürecini militan, herhangi bir zorlamaya tabi olmaksızın, sürecin her adımında özgürleşen iradesiyle; her adımı özümseyip içselleştirerek; doğruluğuna her şeyi ile inanarak; bu inanç temelinde gerektiğinde her türlü fedakârlığı yaparak; düzenden her türlü beklentisini yok edip bağlarını kopararak yaşamıştır. Durumu, yaşayış biçimi ve savunduğu şeyler saklanması gereken şeyler değil, aksine, egemen kültüre ve onun insanına her an alternatif olarak sunulması, her fırsattı savunulması, yaşayarak gösterilmesi gereken şeylerdir. İçinde örgütlendiği bütünün bir örneği olarak militan, ancak bu biçimde kitle bağlarını sağlam bir zeminde geliştirebilir, bir çekim merkezi olabilir.
Yazının bu son bölümünde “Leninist militan tip”in yaratılmasında sıkça yaşanan bir yanılgıya değineceğiz.
Sosyalist mücadele tarihinde ya da devrimci romanlarda “Leninist militan insan”ı çeşitli düzeylerde içselleştirmiş devrimcilere rastlamak mümkün. Geçmişle ve bugün en büyük yanılgı, devrimcilerin, işte bu kahramanları, bütün yönleriyle kendilerinde cisimleştirmeye çalışmaları noktasında ortaya çıkıyor. Kuşkusuz bu çabanın da özellikle mücadeleye yeni katılmış insanlar için büyük katkıları vardır, Devrimci insan, “örnek militan”ın temel niteliklerini, çoğu kez özümsemeden de olsa, kısa sürede kendi kimliğine taşıyabiliyor ve böylece doğru bir takım değer yargılarına ve yüzeysel de olsa devrimci bir perspektife, daha sürecin başında ulaşmış oluyor. Bu durum ona, doğru bir zeminin dışına çıkmasını çoğu kez önleyen “devşirilmiş” bir sezgi sunuyor. Ancak unutulmamalıdır ki, “örnek militan”ın, kendi nesnelliğinde biçimlenmiş, bugüne olduğu gibi taşınamayacak pek çok niteliği de potansiyel olarak vardır. İşte bu niteliklerin, bugünün nesnel koşularındaki izdüşümü yakalanıp bu hedeflenmezse, söz konusu nitelikler bugüne bu bağlamda taşınamazsa, “Leninist militan tip”in yaratılması bir yanılsamaya dönüşebilir.
Bunun yanında bir de yönteme değinmek gerekir. Amaç, mücadele tarihinden tekil örnekler alıp, bu “örnek”i kendinde cisimleştirmek için her türlü çabayı harcamak olmamalıdır; amaç, söz konusu “kahramanları her defasında daha üst düzeyde yaratacak olan “doğal” ortamı oluşturmak olmalıdır. Sosyalizmin bugüne kadar var olmuş kahramanları ve daha üst düzeyde varolacak yenileri, ancak böylesi bir mekanizmayla birlikte düşünüldüğünde gerçeklen anlamlı olacaklardır.

Mayıs 1992

BABUŞKİN’İN ANISINA
V.İ. Lenin
Aşağıda anlatacaklarımıza benzer şeylerin olabildiği lanetli koşullarda yaşıyoruz. Partinin övüncü olan önde gelen bir parti işçisi, hayatını bencillikten uzak biçimde, işçi sınıfı davasına adayan bir yoldaş, bir iz bırakmadan kayboluyor. Karısı ya da anası gibi en yakınları, en candan yoldaşları bile yıllar yılı başına ne geldiğini bilmiyorlar: Bir yerde mahkûm mu, bir hapishanede mi yok oldu, yoksa düşmanla savaşırken kahramanca öldü mü? Rennenkampf tarafından kurşuna dizilen İvan Vasilyeviç’in olayı da böyleydi. Ölümü üzerine ancak geçenlerde bilgi edindik.
İvan Vasilyeviç’in adı, yalnızca Sosyal-Demokratlar’a yakın ve saygın gelen bir ad değildir. Onu bilenlerin hepsi çalışkanlığı, gevezelikten kaçınışı, derin ve güçlü devrimci ruhu ve davaya ateşli bağlılığı için onu sever ve sayardı. Bir St. Petersburg işçisi olarak, 1895’te, sınıf bilincine sahip diğer işçilerin bir kümesiyle birlikte, Nevskaya Zastava’nın ötesindeki bölgede, Semyannikov ve Aleksandrov fabrikalarının ve cam fabrikalarının işçileri arasında çevreler kurarak, kitaplıklar örgütleyerek ve her zaman çok sıkı biçimde okuyarak çok etkindi.
Tüm düşünceleri bir şeye toplanmıştı çalışma alanını nasıl genişletmeli? 1894 sonbaharında St. Petersburg’daki ilk ajitasyon bildirisini, Semyannikov işçilerine seslenen bir bildiriyi hazırlamakta etkin görev aldı ve bildiriyi kendisi dağıttı. İşçi Sınıfının Kurtuluşu İçin Mücadele Birliği (79) St. Petersburg’ta kurulduğunda, İvan Vasilyeviç, onun en etkin üyelerinden biri oldu ve tutuklanana kadar onun içinde çalıştı. Sosyal-Demokrat Parti’nin birleştirilmesini ve sağlamlaşmasını sağlamak için yurt dışında bir siyasal gazete çıkarmak düşüncesini, St. Petersburg’ta onunla birlikte çalışmış olan eski yoldaşları, Iskra’nın kurucuları, onunla tartıştılar ve bu düşünce onun en hararetli desteğini aldı. İvan Vasilyeviç özgürken, Iskra hiç bir zaman gerçek işçi yazışmalarından yoksun kalmadı. Iskra’nın ilk yirmi sayısını gözden geçirin. Şuya, Ivanovo-Voznesensk, Orehovo-Zuyevo ve Orta Rusya’nın diğer yerlerinden gelen tüm bu mektupların hemen hemen hepsi, Iskra ile işçiler arasında en yakın bağı kurmak için her çabayı gösteren İvan Vasilyeviç’in elinden geçmişti, İvan Vasilyeviç, Iskra’nın en çalışkan muhabiri ve ateşli destekçisiydi. Babuşkin merkez bölgeden, güneye geçti, Katerinoslov’da tutuklandı ve Aleksandrovsk’ta hapsedildi. Hücresinin pencere demirlerini keserek diğer bir yoldaşla birlikte Aleksandrovsk’tan kaçtı. Bir tek yabancı dil bilmediği halde o sıralarda Iskra yazı-evinin bulunduğu Londra’ya kadar geldi. Orada birçok şey konuşuldu, onunla birçok sorun tartışıldı. Ama İvan Vasilyeviç, İkinci Parti Kurultayı’na katılma fırsatını bulamadı… Hapislik ve sürgün, onu uzun bir zaman boyunca etkin hizmetten ayırdı. Yükselen devrimci dalga öne yeni görevliler, yeni parti önderleri çıkardı. Bu sırada Babuşkin, Uzak Kuzeyde, Verhoyansk’ta, parti hayatından kopuk yaşıyordu. Ama zamanını boşa geçirmedi, inceledi, kendini mücadele için donattı, sınıf bilincine sahip sosyal-demokratlar ve Bolşevikler yapmaya çalıştığı sürgündeki yoldaşları olan işçiler arasında etkindi. 1905’te af geldi ve Babuşkin Rusya’ya doğru yola çıktı. Ama Sibirya’da mücadele kaynıyordu ve Babuşkin gibi adamlara orada da ihtiyaç vardı, İrkutsk kuruluna katıldı ve boylu boyunca çalışmanın içine daldı. Toplantılarda konuşması, sosyal-demokrat ajitasyon yürütmesi ve bir ayaklanma örgütlemesi gerekiyordu. Babuşkin ve adlarını öğrenemediğimiz beş yoldaş, ayrı bir demiryolu arabasında, Çita’dan aldıkları büyük bir silah yükünü götürürken, Rennenkampf’ın cezalandırma seferlerinden biri trenin yolunu kesti. Ve altısı da, en küçük bir yargılama görünümü yapılamadan, oracıkta aceleyle kazılan ortak bir mezarın kenarına dizildiler ve vuruldular. Onlar kahramanlar gibi öldüler. Ölümlerinin hikâyesi olayı gören askerler ve aynı trendeki demiryolcular tarafından anlatıldı. Babuşkin, çarcı uşağın hayvanca vahşiliğine kurban düştü. Ama o, ölürken hayatını adadığı davanın ölmeyeceğini, bu davanın onlarca, yüz binlerce, milyonlarca kişi tarafından sürdürüleceğini, işçi sınıfından gelmiş başka yoldaşlarının aynı dava için öleceklerini, onların muzaffer olana dek savaşacaklarını… biliyordu.
Bazı kişiler, Rus Sosyal-Demokrat işçi Partisi’nin bir “aydınlar” partisi olduğu, işçilerin ondan yalıtlanmış olduğu, Rusya’daki işçilerin bir Sosyal-Demokrat Partisiz Sosyal-Demokratlar olduğu, özellikle devrimden önceki ve dikkate değer bir ölçüde devrim sırasındaki durumun bu olduğu yolunda bir peri masalı çıkarmışlar ve bunu yayıyorlar. Liberaller bu yalanı, RSDİP’nin 1905’te önderlik ettiği devrimci kitle mücadelesine duydukları kin yüzünden yayıyorlar. Ve bazı sosyalistler, bu yalancı kuramı, ya cahillikten ya sorumsuzluktan tekrarlıyorlar, İvan Vasilyeviç Babuşkin’in hayat hikayesi, bu Iskracı-işçinin on yıllık Sosyal-Demokrat faaliyeti, bu liberal yalanın çarpıcı bir çürütülmesidir. İ.V. Babuşkin devrimden 10 yıl önce işçilerin Sosyal Demokrat Partisini yaratmaya başlayan o işçi-sınıfın savaşçılarından biridir. Böylesi savaşçıların proleter kitleleri arasındaki yorulmaz kahramanca, sebatlı çalışması olmasaydı, R.S.D.İ.P. bırakın on yılı, on ay yaşayamazdı. Yalnızca bölmesi savaşçıların faaliyetleri sayesinde, yalnızca onların desteği sayesinde, R.S.D.İ.P. 1905’te, büyük Ekim ve Aralık günlerinde, proletaryayla ayrılmaz biçimde kaynaşmış bir parti haline, bu bağı, yalnız ikinci Duma’da değil üçüncü Kara-Yüz Duması’nda bile İşçi temsilcilerinin kişiliğinde sürdürülen bir parti haline geldi.
Liberaller (Kadetler), Birinci Duma’nın Başkanı olan merhum S.A. Muromtsev’i bir ulusal kahraman yapmak istiyorlar. Biz Sosyal-demokratlar, Muromtsev gibi ılımlı ve zararsız memurlara bile eziyet eden çarcı hükümete duyduğumuz nefret ve kinimizi ifade etme fırsatını kaçırmamalıyız. Muromtsev yalnızca bir liberal memurdu. Bir demokrat bile değildi. O, kitlelerin devrimci mücadelesinden korkuyordu. O, Rusya’nın kurtuluşunun, bu mücadeleden değil, çarcı istibdadın iyi niyetinden, Rus halkının bu kötü ve amansız düşmanıyla bir anlaşmadan gelmesini bekliyordu. Böylesi kişilerin Rus devriminin ulusal kahramanları saymak saçmadır.
Ama böylesi ulusal kahramanlar vardır. Bunlar Babuşkin gibi kişilerdir. Bunlar bir ya da iki yıl değil, devrimden önce tam on yıl boyunca kendilerini işçi sınıfının kurtuluşu için mücadeleye tam yürekten adayan kişilerdir. Bunlar, enerjilerini, bireylerin boş terörcü eylemlerinde israf etmeyen, proleter kitleleri arasında, onların bilincini, onların örgütlenmesini ve onların girişkenliğini geliştirmeye yardım ederek sebatlıca ve şaşmadan çalışan kişilerdir. Bunlar, bunalım başladığında, devrim patladığında ve milyonlar ve milyonlar harekete geçtiğinde çarcı istibdada karşı silahlı kitle mücadelesinin başında bulunan kişilerdir. Çarcı istibdattan kazanılan her şey, yalnızca Babişkin gibi kişilerin önderlik ettiği kitlelerin mücadelesiyle kazanılmıştır.
Böylesi adamlar olmadan, Rus halkı, ebediyen, köleler ve yarı-köleler halkı olarak kalır. Böylesi adamlarla Rus halkı her türlü sömürüden tam kurtuluşunu kazanacaktır.
1905’in Aralık Ayaklanmasının beşinci yıldönümü şimdiden geçti. Bu yıldönümünü, düşmana karşı savaşta ölen savaşçı işçileri hatırlayarak kutlayalım. Biz işçi yoldaşlarımızdan, o dönemin mücadelesinin anılarını ve Babuşkin ve 1905 Ayaklanmasında ölen diğer Sosyal-Demokrat işçiler üzerinde ek bilgi toplamalarını ve göndermelerini istiyoruz. Böylesi işçilerin hayatı üzerine bir kitap yayınlamak istiyoruz. Böylesi bir kitap, Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisi’nin şüphecilerine ve küçük-düşürücülerine en iyi yapıt olacaktır. Böylesi bir kitap, bu kitaptan, her sınıf bilinçli işçinin nasıl yaşaması ve hareket etmesi gerektiğini öğrenecek genç işçiler için mükemmel bir okuma malzemesi olacaktır.

İVAN VASİLYEVİÇ BABUŞKİN
1903’te Vologda ili Lederskoye köyünde doğdu. 1887’den 1891’e dek Kronştad’da daha sonra Petersburg’da metal işçisiydi. 1894’te Le-nin’in denetimindeki Marksist işçi çevrelerinden birine katıldı. 1895’te Petersburg İşçi Sınıfının Kurtuluşu İçin Mücadele Bir/iği’nin etkin bir üyesiydi. Semianikov ve Aleksandrov fabrikalarında devrimci çalışma yürüttü, işçi çevreleri ve eğitim çalışmaları örgütledi. Ocak 1896’da Mücadele Birliği davasından tutuklandı ve Yekaterinoslav’a sürgün edildi. Aralık 1897’de Yekaterinoslav İşçi Sınıfının Kurtuluşu İçin Mücadele Birliği’ni örgütleyenlerden biriydi. Ekim 1898’de RSDİP (Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi) Yekaterinoslav Komitesi’ni oluşturdu. 1900’de illegal bir gazete yayınlamaya başladı; aynı zamanda Babuşkin, Lenin’in Iskrası’nın aktif bir muhabiriydi. 1900-1901 yıllarında Moskova, Smolensk, Polotsk, Orekhovo-Zvevo, Ivanovo-Yoznesensk gibi şehirlerde devrimci çalışma örgütledi. Birçok kez tutuklandı. 1902’de Yekaterinoslav cezaevinden kaçıp Londra’ya gitti. Ekim 1902’de Rusya’ya döndü. RSDİP Petrograd Komitesi’ne alındı; ekonomistlere ve Zubatov Sendikası’na karşı mücadele verdi. 1903’te tutuklandı ve Doğu Sibirya’ya sürgün edildi. 1905’te genel afla serbest bırakıldı. 1905-1907 Devrimi’ne aktif olarak katıldı. RSDİP Irkutsk ve Chita Komiteleri’nin üyesiydi ve Bolşevik gazete Zabaykal ‘Ski-Raboçi’de yazdı. Chita’da silahlı ayaklanmanın liderlerinden biriydi. Ocak 1906’da Chita’dan Irkutsk’a silah götürürken beş yoldaşıyla birlikte Sliudyanka İstasyonu’nda (Misovsk) yakalandı ve 18 Ocak’ta kurşuna dizildi.

“Bilim Yöntemi”, Kurt Ulusal Sorunu Ve İsmail Beşikçi (2)

Bilim Yöntemi’ ve burjuvazisiz, işçi sınıfsız, aydınsız ulus olma ütopyası:
İsmail Beşikçi ve onun “tez”lerini teme alan bazı başka Kürt çevreleri, Kürt toplumunun “sınıfsız” bir toplum olduğu iddiasındadırlar. Beşikçi’ye göre “Kürt burjuvazisi denilebilecek bir toplumsal kategori oluşmamıştır. Feodal sınıf, kapitalist ilişkilere geçme aşamasında ajanlaştırılmıştır. Bu kesimler, ajanlaştıkları ölçüde de Türk devleti tarafından maddi ve manevi olanaklarla donatılmışlardır. Böylece ‘Kürt burjuvazisi’ denilebilecek bir kategorinin oluşması engellenmiştir.”
“Güçlü bir burjuvazinin, kapitalist sınıfın oluşamaması Kürt işçi sınıfının oluşmasını da engellemiştir. Batman’da, Ergani’de Tatvan’da, benzer yerlerde Kürt işçiler Türk işçi sınıfı ideolojisi çerçevesinde örgütlendirilmeye çalışılmaktadır. Bu kategori ulusal ve demokratik harekete oldukça uzak kalmaktadır.”
“Güçlü bir burjuvazisi olmadığı gibi, aydınlan da yoktur. Aydın denilecek kategoriler, şu ya da bu nedenlerle, Kürdistan’dan kopmuşlardır.” (Kürt Aydını Üzerine Düşünceler)
Beşikçi, ya da onun “bilimsel” olmayan düşüncelerimi benimseyip savunanlar, sosyal olayları ve sosyal sınıfların oluşmasını, niyetlere ve düşüncelere göre değerlendirmektedirler. Beşikçi’ye göre, Kürt burjuvası, aydını, ya da işçisi olmak, bu sınıf ve kesimlerden -Beşikçi kategori diyor- birine mensup olabilmek için “Kürt olmak ve Kürt kalmak” ve “ben Kürdüm” demek gerekiyor. Dahası o, bağımsız Kürdistan olmadan, Kürtlere mensup bir sınıftan söz etmenin yanlış olduğunu düşünüyor. “Bilim adamı” Beşikçi, toplumsal sınıflara nesnel, maddi temelde değil, sübjektif durumlarına göre yaklaşmaktadır. Bireylerin sınıflar olarak gruplaşmalarının, üretim sürecindeki yerleri ve konumları tarafından belirlendiği gerçeğini burjuva bilim adamları bile kabul ederler. Onlar bu temelde sınıfların oluşumunu, varlığını ve mücadelesini de objektif davrandıkları sürece inkâr etmezler. Burjuva bilim adamlarının karşı çıktığı, sınıflar mücadelesinin proletarya diktatörlüğü için mücadeleye kadar vardırılmasıdır. Sınıflar, içinde bulunulan dönem ve koşullarda, kendi sınıf konumlarına uygun bir düşünceye sahip olup olmamaktan bağımsız olarak nesnel bir toplumsal varlıktırlar. Sınıflar, mensuplarının sübjektif bilinçlerinden bağımsız olarak, hatta iradeleri dışında varolan nesnel olgulardır. Üretimdeki konumlarına, üretim araçları karşısındaki durumlarına göre, mülk sahibi, ya da mülksüz olarak kişiler toplumsal sınıfları oluştururlar. Bir işçinin işçi olabilmesi için, işçi sınıfı ideolojisini benimsemesi ya da işçi olarak kendi durumuna uygun bir politik tutum içinde olmadıkları ve Marksist parti aracılığıyla bu bilinci alıncaya dek işçilerin burjuva partilerini desteklediği bir gerçektir. Ama bu durum onların bir sınıf oluşturmalarını engellemez.
Ezilen, bağımlı ya da sömürge bir toplumda sınıfların oluşumu ve toplumsal gelişmenin özgürce, engelsiz ve kendi iç dinamiğiyle olamaması ya da sömürgeci konumdaki ulusun baskı ve denetiminin engelleyici durumu ayrı bir şeydir, ezilen ulusun hem bir ulus ve hem de burjuva sınıfı, aydını ve işçi sınıfı olmayan bir ulus Olduğunu söylemek başka bir şeydir. Beşikçi, “bilim adına” bunu ciddi ciddi iddia etmektedir.
Beşikçi: “Aşiret reisi, şeyh, ağa gibi kategorilerin ‘egemen sınıf olarak değerlendirilmesi de resmi ideolojinin bir görüşüdür.” demektedir. O, ayrıca şunları yazıyor: “Türkiye’de, özellikle sol siyasal düşünce de kabul görmüş bir anlayış var. Türkiye, Türk egemen sınıfları ve Kürt egemen sınıfları tarafından birlikte yönetilmektedir. 1960’lı yıllarda Türkiye İşçi Partisi ve MDD programlarında, 1970’li yıllarda sosyalist partilerin ve siyasal hareketlerin programlarında, toprak ağalar, şeyhler aşiret reisleri gibi Doğulu zümreler, egemen sınıflar kategorisi içinde değerlendirilmişlerdir. Bu anlayışın yanlış olduğu kanısındayım Toprak ağaları, şeyhler, aşiret reisleri gibi, egemen sınıflar bloğu içinde yer alabilecek kategorilere, egemen sınıf denemeyeceğini, bunların düşünce ve eylemlerinin ancak, ‘ajanlık’ kavramıyla ifade edilebileceğini düşünüyorum. Ticaret, sanayi gibi sektörlerde uğraşanlar için de aynı şey söylenebilir. Bu, kısaca ulusal kimliğini inkâr ederek bunun ötesinde de ajanlaşarak yaşamını ve fonksiyonlarını sürdürme faaliyetidir.” (Devletler Arası Sömürge Kürdistan, sf. 92)
Tekrarında yarar var; Beşikçi, sınıf olgusunu, sınıfların varlığı ve eylemini, sınıfların konumunu, üretim sürecindeki yerleri tarafından belirlenen nesnel olgular olarak ele almıyor, bunun yerine, onların düşüncelerine ve düşünerek yapılmış eylemlerine bakarak değerlendiriyor.
Başka yerlerde (örneklemek mümkün) bu iddiasıyla çelişecek şeyler söylese de, esas olarak, Kürdistan’da, bir Kürt egemen sınıfının, dahası, Kürt burjuvazisi, Kürt aydını ve Kürt işçi sınıfının var olmadığını ileri sürüyor. Buna gösterdiği gerekçe ise, bu kesimlerin, Kürt kimliğiyle ortaya çıkmadıkları, Kürtlük iddiasında bulunmadıklarıdır. Yani o, sınıf olgusunu, sınıf ya da toplumsal tabaka olarak var olmayı bilinç unsuruna -sınıfsal bilinç de değil, etnik bilinç- bağlıyor. Etnik bilince sahip olmayan, ya da Kürt ulusal hakları için henüz mücadele içinde yer almamış olanları “Kürt” olarak kabul etmiyor. Bunlar, “objektif olarak Kürt” olsalar da, “sübjektif olarak Kürt değildirler” diyor. Bu tür bir bakış açısının, sınıflar gibi maddi olan, nesnel olan olgular, soyut ve sübjektif değerlendirmeye tabi tuttuğu, sübjektif olarak aldığı açıktır.
İsmail Beşikçi, Kültlerde bir egemen sınıfın, burjuvazinin ya da işçi sınıfının olmadığını öne sürerken, nesnel olgu ve süreçleri inkâr ettiği gibi, Kürt işçi ve emekçilerinin sınıf menfaatleri doğrultusunda içine girebilecekleri mücadelenin önüne de set çekmeye çalışıyor. Kitapları okunduğunda görülecektir ki Beşikçi, Kürtlere, Kürt işçi, emekçi ve gençlerine gerekli olanın sınıfsal bilinç, devrimci Marksist bilinç değil; ulusal “etnik” bilinç olduğunu iddia ediyor. Ezilen, ulusal zulüm ve baskı altında tutulan bir halkın bireyleri için, ilk bakışta Beşikçi’nin bu önermeleri kuşkusuz çekici gelecektir. Ancak, sınıflar ilişkisi ve çelişkisinin tüm acımasızlığıyla sürdüğü günümüz toplumunda ezilen ve sömürülen sınıfa ve bu sınıfın mensubu bireylere, sınıfsal tutumun ve sınıfsal bilincin gerekli olmadığı düşüncesinin, nereden bakılırsa bakılsın egemen sınıflara, Kürt egemen sınıflarına yaradığının, onlara hizmet ettiğinin, burjuva bir düşünce olduğunun üstünü örtmek de sanıldığı denli kolay değildir.
Beşikçi, toprak ağalan, şeyhler ve aşiret ağalarının egemen sınıflar kategorisi içinde değerlendirilemeyeceğini, bunların ajan sınıf olduklarını, çünkü onların ulusal kimliklerini inkâr ederek Türk egemen sınıflarıyla birleştiğini söylüyor.
Kürt egemen sınıflarının, toprak ağaları ve aşiret reislerinin, özellikle de en nüfuzlu olanlarının ulusal kimliklerini reddetme temelinde Türk egemen sınıflarıyla kader birliği yaptıkları, emperyalizm işbirlikçiliği temelinde onlarla bir araya geldikleri, ulusallık talep etmedikleri doğrudur. Yine, bugünkü devlet yapısında ağırlıklı unsurun Türk egemen sınıfları olduğu da doğrudur. Ama bu neyi gösterir? Bu doğrular, İsmail Beşikçi’yi doğrulamıyor. Bu doğrular, bu kesimlerin kader birliğini sınıfsal temelde, sınıf çıkarları temelinde gerçekleştiğini gösteriyor. Nitekim Beşikçi’nin kendisi de, bu ilişkinin Kürt egemenlerine sağladığı çıkarlara -ne anlama geldiğinin üstünden atlayarak- değiniyor. Şu sözler ona ait: “Şeyhler maddi bakımdan güçlendikçe devletin desteğini aldıkça, tarımda makinalaşmayı hızlandırıp topraklarını genişlettikçe, banka kredilerinin çok büyük bir bölümünü kullandıkça, Kürt halkı karşısında şeyh olarak etkileri daha da artmaktadır. Şeyh olarak etkileri arttıkça da maddi bakımdan daha da güçlenmekte, zenginliklerini artırmaktadırlar. Bu ilişkiler devletin de desteğiyle sürüp gitmektedir.”
Peki, şeyhlerin, toprak ağalarının bu konumu ve durumuyla Kürt yoksul köylüleri, topraksız köylüleri, işsiz ve işçilerinin durumu arasında bir ezen-ezilen, sömüren sömürülen, baskı uygulayan, baskı gören ilişkisi yok mudur? Şeyhler, toprak ağaları, “devletin de desteğiyle” topraklarını genişletip Kürt halkı karşısında etkilerini artırıyorlarsa, devletin, Kürt halkı üzerindeki baskısına alet oluyorlarsa ve bu fiillerini Türk egemen sınıflarıyla girdikleri sınıf ittifakı ve güç birliği ilişkisi çerçevesinde yürütüyorlarsa. Kürt halkını, bu “kendi” egemenlerine karşı da mücadele-ye çağırmak niye yanlış ve niye gereksiz olsun?
Devlet içindeki konumlarına dayanarak ve devletin sağladığı destekle Kürt halk, karşısında ekonomik siyasal etkileri güçlenen Kürt toprak ağalarını, aşiret reisleri ve şeyhlerini,  Kürt egemenleri,  burjuva-feodal Kürt egemen sınıfları olarak tanımlamak niye yanlış olsun?
Ulus olma ve ulusallık talep etme kapitalizmin olgularıdır. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, bir yandan ulusal talepler, öte yandan sınıf çatışmaları ve sınıfsal talepler gündeme gelir. Egemen ve ezilen sınıf ilişkisi, salt kapitalizme özgü bir olgu olmamasına rağmen, ezilen ezen ulus ilişkisi esas olarak kapitalizme özgü ve onun ürünüdür. Burjuvazi, kendi pazarı üzerinde denetim kurmak ve onu kendi başına sömürmek için ulusallık talebiyle harekete geçer ve toplumu peşinen sürüklemeye çalışır. Bu, ilişkinin bir yanıdır.
Öte yanda, ezen-ezilen sınıflar ilişkisi sürüp gitmektedir ve ezilen sınıfların, proletaryanın eylemi, burjuvaziyi katı sınıf tutumuna doğru harekete geçirir. Ulusallık talebi, sınıf olarak egemenliğini garantiye alma tutumu karşısında tali plana düşebilir, ulusal özgürlük talebi haline gelir. Ezilen ulusun egemen sınıfları, burjuvazisi, toprak ağaları ve Kültlerde olduğu gibi şeyh ve aşiret ağaları (bunların en irileri) egemen ulusun, egemen sınıflarıyla sınıfsal temelde kader birliği yaparak, ulusa ihanet edebilirler. Ancak bu durum onları egemen sınıf olmaktan çıkarmaz. Onların, ezilen ulus bağrındaki varlığı, egemen sınıf varlığıdır. Halkı ezer, baskı altında tutar ve sömürürler. Ayrıca, Kürt toprak ağalarının, aşiret reisleri ve şeyhlerinin, kapitalizm öncesi toplumsal yapının ürünü oldukları, Kürt köylülerini bu ilişki çerçevesinde ezip-sömürdükleri de bilinen bir gerçektir. Ticaret ve sanayi gibi sektörlerde uğraşan ve Kürt işçi ve emekçilerini ücret ilişkisi çerçevesinde sömüren Kürt burjuvalarının, Kürt burjuvazisi olamayacağı iddiası da Beşikçi’ye ait saçma bir iddiadır.
Burada kısaca da olsa gerçeğin bir başka yanına değinmekte yarar var. Eğer bugün Kürdistan’da önemli bir ulusal uyanış ve direniş varsa, bunda, ekonomik gelişmenin, geri toplum yapısını çözerek, sınıf farklılaşmasını hızlandırmasının rolü büyüktür. Kürdistan’da kapitalizmin gelişmesi, aşiret yapısının parçalanmasını, şeyhlik kurumunun etkisizleşmesini ve geri toplum yapısının çözülmesini birlikte getiriyor. Kapitalist gelişme, aynı zamanda ve kaçınılmaz olarak, giderek artan oranda Kürt emekçisini ulusal mücadelesinin içine çekerken, Kürt toprak ağaları, şeyhlik kurumu ve aşiret reisleriyle işçi ve emekçiler arasındaki çelişkinin büyümesine de yol açıyor, Aynı zamanda bu gelişmeler, Türk egemen sınıflarıyla, Kürt egemen sınıflarının kader birliği ve ilişkilerini de sarsıyor, tehdit ediyor. Kürt halkı, ulusal demokratik talepleri daha etkin ve daha kitlesel dile getirdiğinde, yalnızca diktatörlüğün ve Türk egemen sınıflarının Kürdistan’daki konumu sarsılmıyor, aynı zamanda, Kürt egemen sınıflarıyla, Türk egemen sınıfları arasındaki sınıf işbirliği de yara alıyor. Son dönemde, ulusal özgürlük mücadelesinin daha da yükselmesi karşısında, “bizde ayrılık-gayrılık yoktur” demagojilerinin yanı sıra, emperyalizm uşaklığında Türk kökenli burjuvaziyle birleşmiş, ulus düşmanı Kürt hainlerinin, “biz de Kürt kökenliyiz” yollu açıklamaları da, gelişmenin önünü alma ve özgürlük mücadelesini düzen sınırları içinde boğma planlarının bir parçasıdır. Bu aynı zamanda, bu kesimlerin, Kürdistan’daki etkin egemen konumlarını-yenileyerek sürdürme hesaplarıyla da ilişkilidir.
Kürtleri’de “sınıflar yoktur” anlamına gelebilecek, “Kürt egemen sınıfları, Kürt burjuvazisi, Kürt aydınları, Kürt işçi sınıfı yoktur” biçimindeki tespitleri, ulusal bilince sahip olup olmamaya bağlı olarak yapmak, hem Kürt toplumundaki nesnel gelişmelerin üstünü örtmektir hem de Kürt işçi ve emekçilerinin, kendilerini ezen Kürt toprak ağalarına, Kürt burjuvazisine ve aşiret reislerine karşı mücadelesini engellemeye çalışmaktır. Beşikçi bunu yapıyor. Kitaplarının herhangi birinde, Kürt işçi ve emekçilerine sınıfsal kurtuluşları için mücadeleyi önermemesi de bunu kanıtlıyor. O, elinden geldikçe, işçi ve emekçilerin devrimci Marksist bilince ulaşmamasını, bundan uzak durmasını sağlamaya çalışıyor; sınıf mücadelesinin, Kürt ulusal özgürlük mücadelesini zayıflatmağını düşünüyor.
Beşikçi, Kürt egemen sınıflarının ulusal hareket içinde, ya da ona karşı durumuna bakarak, onların tutumunun iki ‘ süreçte değerlendirilebileceğini; 1940’lı yıllara kadar, ulusal hareket için de yer aldıklarını, ancak ondan sonra bundan uzak durduklarını, bunun içinde Kürt egemen sınıflarının 1940’tan sonra egemen sınıf konumlarını kaybettiklerini söylüyor.
Bu, toplumsal gelişmenin ve toplumsal gelişme yasalarının reddi anlamına gelir. Büyük toprak ağalarının, aşiret reislerinin ve şeyhlerin “çok büyük bir” kısmının ajanlaştıklarını ve Kürt ulusal hareketine tamamen ters düştüklerini” söyleyen Beşikçi, “1940’lı yıllarda başlayan yeni süreç”in Kürt egemen sınıflarının “tamamen çökmesi” süreci olduğunu iddia ediyor. Ulusal hareketten uzaklaşmayı, ulusal taleplerde bulunmamayı, sınıf olarak “çökmek” biçiminde değerlendiriyor. Oysa bu kesimler, sınıf olarak çökmek şöyle dursun, o günden bu yana sınıf konumlarını ve devletle ilişkilerini daha da güçlendirdiler. Bu inkâr edilemez bir toplumsal gerçektir ve inkâr, nesnel olguların var olmalarını ortadan kaldırmıyor. Kürt egemen sınıfları vardır ve mevcut burjuva devlet onların sınıf çıkarlarının da koruyucusudur.
Beşikçi, “planlı, programlı bir şekilde ulusal talepler ileri sürme”yenlerin Kürt olamayacağını, Kürtlere ait bir kategori oluşturamayacağını düşünüyor. Şöyle yazıyor: “Ulusallık iddialarından dolayı sömürgeci devletle çelişen, yıpranmalarına ve zayıflamalarına rağmen Kürt kalabilen ve bu niteliklerini savunan kişilerin ve ailelerin var olduğu da kuşkusuzdur. Fakat bunların ‘Kürt burjuvazisi1 olabilmeleri ancak, planlı, programlı bir şekilde ulusal talepler ileri sürmelerine bağlıdır.” (Tunceli Kanunu ve Dersim Jenosidi)
Ona göre; “Batman’da, Ergani’de, Tatvan’da ve benzer yerlerde”ki Kürt işçilerinin Kürt işçisi sayılabilmesi için, onların “Türk işçi sınıfı ideolojisi çerçevesinde örgütlendirilme”ye hayır diyerek, “ulusal ve demokratik harekete” yakınlaşmaları gerekmektedir. İşte, yeni bir “bilimsel yaklaşım”!
İdeolojilerin şu ya da bu ulusa ait sınıflara göre değişebileceği saçma iddiası bir kez daha önümüze çıkıyor. “Türk işçisi sınıfı ideolojisi” neden Kürt işçi sınıfının da ideolojisi olmasın? Beşikçi’ye, Lenin’den Marksizm-Leninizm’in hazinesinden örnekler sunmak gerekmiyor. Çünkü o, Marksizm’i her fırsatta reddediyor. Bilimsel düşünebilen herkes, ideolojilerin sınıfsal olduğunu ve uluslararası, evrensel nitelikler taşıdıklarını bilir. Marksizm-Leninizm, Kürt işçi ve emekçilerinin, ulusal özgürlük mücadelesine uzak durmalarını değil, bu mücadelenin başında yer almalarını, onların gerçek kurtuluşları ve nihai hedefleri açısından gerekli sayar. Bunu, milliyetçi olmaları, burjuva-gerici egemen sınıflarıyla birleşmeleri, “ulusal çıkarlar” adına burjuvaziyle uzlaşmaları olarak değerlendirmez Marksizm. Marksizm, ulusların baskı altına alınmasına ve köleleştirilmesine karşıdır. Ulusal baskı ve eşitsizliklerin, sınıf çelişkilerinin üstünü örterek, burjuvaziye yaradığını bilir ve ulusların ve dillerin tam hak eşitliğini savunur. Beşikçi “Türk solu” lafazanlığını bir yana bırakarak, Türk ve Kürt Marksistlerinin birleşik partilerinin, Kürt işçilerini, ulusal özgürlük mücadelesinin başına geçmeye ve onu sosyalizm hedefine bağlayarak, işçi ve köylülerin özgürlüğü mücadelesine genişletmeye çağırdığını ve bunun fiili olarak gerçekleşmesi için Kürdistan’da örgütlendiğini görmeye çalışmalıdır. Beşikçi, sınıfların ve ulusların irade gücüyle oluşturulabileceğini düşünmektedir. “Çürümüş bir toplum” olarak değerlendirdiği Kürt toplumunda, bu durumun son on yıl içinde ve PKK’nın çabalarıyla değiştiğini iddia etmektedir. O şöyle yazıyor: “Kendisine Kürt’üm diyen, Kürtlerin ulusal ve demokratik haklarını savunan, hu sürece destek veren işadamlarının, ticaret ve sanayi ise uğraşan insanların da ortaya çıkması bu anlama gelmektedir.” İşadamlığı iradeyle oluşuyor Beşikçi’ye göre. İşadamları, sanayi ve ticaretle uğraşanlar ve üstelik ‘ben Kürdüm’ deyip, ‘Kürtlerin ulusal ve demokratik haklarını savunanların neden bir Kürt burjuvazisini oluşturamayacaklarını
Beşikçi açıklamıyor.
Burada sorunun bir başka yanına değinmekte yarar var. Bugün Kürdistan’da ulusal özgürlük mücadelesi gün geçtikçe gelişip yaygınlaşmaktadır. Ancak henüz, tüm ezilen ve sömürülen Kürt emekçileri bu mücadele içinde kitlesel olarak yer almış değillerdir. Kürt halkına yönelik bunca zulüm ve baskı ortadayken, Kürtlerin varlığı inkâr ve yaşamı tehdit ediliyorken, hem Kürt olmak ve hem de bütün bunlara karşı sessiz kalmak onaylanacak ve kabul edilecek bir tutum değildir. Kürt milliyetinden Marksistler bu durumun değişmesi için çalışmaktadırlar. PKK’nın eyleminin süreci, mücadelenin gelişmesi yönünde etkilediği de doğrudur. Ancak sınıfların, iradi tutumlar sonucu oluşabileceği iddiası ve yine kendi gerçek durumlarının bilgisine sahip olmayan ezilen sınıfların, burjuva partilerinin etkisi altında mevcut devlet sistemi içinde kalan davranışlarından hareketle onların bir sınıf oluşturmadıklarını ve Kürt ulusuna ait bir sınıf sayılmamaları gerektiğini söylemek bilim dışıdır ve “Bilim yöntemi” adına bilimin katle dilmesidir.
Beşikçi’nin “Bilim Yöntemi” ve Emperyalist Sömürgeciliğin Aklanması
İ. Beşikçi, “bilim adına”, toplumsal gerçekleri çarpıttığı gibi, emperyalizme, onda olmayan özellikler atfetmekten de çekinmiyor. O, “ulusal”, ya da uluslararası plandaki her olay ve olgunun “bilimsel” incelenmesinin merkezine Kürt sorununu koyarken, bir duyarlılığın belirtilmesi açısından belki de olumlanabilecek tutumunu uç noktaya vardırıyor ve “Kürdistan’ın durumu emperyalizm ve sömürge teorilerinin yeniden ele alınmasını, gözden geçirilmesini gerekli kılmaktadır” diyor. Ve ardından şunları yazıyor:
“Eğer 1920’lerde İngiltere’ye bağlı bir Kürdistan sömürgesi kurulmuş olsaydı, Kürdistan şimdiye kadar çoktan bağımsızlığına kavuşmuş olurdu. Hâlbuki Kürdistan ve Kürt ulusu, kendileri de emperyalizme bağımlı olan devletlerarasında bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır. Bu devletler ise Kürdistan’ı çok daha yıkıcı, gerici ve barbar yöntemlerle yönetmişlerdir. Hiçbir emperyalist güç, Türklerin, Arapların ve Forsların Kürdistan’da gerçekleştirdikleri yıkımları gerçekleştiremezdi. Ne 1920’lerde İngiliz emperyalizmi, ne de günümüzde Amerikan emperyalizmi.”
Beşikçi, emperyalizm ve sömürge teorilerinin yeniden ele alınmasının gerekliliği(!)ne neden olarak şu yukarıdaki varsayımları gösteriyor. Beşikçi’nin varsayımlardan hareketle bir durum değerlendirmesi mi yaptığı, yoksa emperyalist “sömürgeciliği”ni tercih mi ettiği burada pek açık olmasa da, aynı fikir ve iddianın kitaplarında birçok kez dile getirilmiş olması, onun bir tercih yaptığını gösteriyor.
Varsayımları bir yana bırakarak gerçeklere bakalım. Kürt halkını, kendi devlet sınırları içinde, boyunduruk altında ve zorbalıkla tutan ülkeler egemen sınıflarının bunu, emperyalizme dayanarak, ondan güç ve destek alarak gerçekleştirdikleri bir gerçektir. Nitekim Beşikçi’nin kendi de, -başka yerlerde aksini iddia etmesine karşın- bu ülkelerin emperyalist değil, emperyalizme bağımlı olduklarını söylüyor. Emperyalizm tahlillerinin gözden geçirilmesini önerdiğine ve emperyalist sömürgeciliğin daha az tahrip edici olduğunu söylediğine göre, bir tercih de yapan Beşikçi, emperyalizmin yıkıcılığını ve talanını şirinleştiriyor.
Bugün Kürt halkını doğrudan boyunduruk altında tutan devletlerle emperyalizmin -özellikle ABD- ilişkisi son derece açıktır, kürt halkına yönelik askeri saldırılar emperyalistlerin desteğiyle sürdüğü gibi, Kürdistan’ın mevcut statüsünün ayakta tutulmasının en önemli koruyucu gücü de emperyalizmdir. Ne Halepçe katliamı ABD emperyalizminden bağımsız gerçekleşti, ne de Türkiye Kürdistanı’nda uygulana-gelen imha ve asimilasyon faaliyeti, onun bilgisi ve etkisi dışındadır. Emperyalistlerin “Kürt hamiliği”, Kürtleri “koruma” demagojisiyle, Türkiye Kürdistanı’nda askeri birliklerini konuşlandırmalarının da Kürt halkının yararına hiçbir yanı yoktur.
Beşikçi, ulusal kurtuluş mücadelesi veren örgütlerin, emperyalistlerle ilişki kurabileceklerini söylüyor. Daha doğrusu bunu Kürtler ve PKK için olabilir görüyor. “Kürtler, bu arada PKK kendi ideolojilerinden temel düşüncelerinden, temel prensiplerinden taviz vermemek koşuluyla herkesle, her devletle ilişki kurabilir. Bu devletlerin içinde ABD’de vardır… Her şey hesap-kitap meselesidir… Eğer aldıklarıyla verdikleri arasında bir denge varsa, bu ilişkiyi sürdür-menin hiçbir sakıncası yoktur. ” (Özgür Halk dergisiyle röportaj)
Emperyalist devletlerle ve ABD ile ilişki kurarak ulusal kurtuluş-mücadelesi yürütmek, bu ilişki sürecinde, “alınan” ve “verilen” arasında bir “denge tutturmak” ne doğru bir tutumdur ne de ezilen bir ulusun devrimci kurtuluş hareketine önerilebilecek bir “seçenek”tir. Ulusal özgürlük mücadelesi, her şeyden önce, emperyalizme karşı verilmek zorundadır. Söz konusu ezilen ulus Kürt ulusuysa, bu daha da zorunludur. Çünkü Kürt ulusunu bağımlılık ilişkileri içinde tutan devletler, bunu en fazla ABD olmak üzere emperyalizme dayanarak yapabilmekte, Kürt halkını ulusal kölelik ilişkileri içinde tutabilmektedirler. Diğerleri bir yana, ABD, Türkiye’nin mevcut “üniter-devlet” yapısının ve bu yapı içindeki Kürt halkının kölelik durumunun devamından yana olduğunu her fırsatta açıklamakta Türk devletini ekonomik, siyasi, askeri, mali, diplomatik açıdan desteklemektedir. Emperyalistlerin ve ABD’nin Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’ndaki asker, cephane ve üsleri, Kürt halkının özgürlük mücadelesine karşı da bulunmakta ve gerektiği her durumda kullanılmaktadır. ABD, PKK’yı terörist örgüt” olarak gördüğü gibi, diktatörlüğün Kürt halkına ve PKK’ya karşı saldırılarını da meşru görmekte ve desteklemektedir.
Emperyalistlerle ilişki kurularak, gerçek anlamda ulusal özgürlük mücadelesi yürütülemez. Ekonomik-siyasal gücü sayesinde emperyalistler, özgürlük mücadelesine sızarak onu, emperyalizme zarar vermeyecek, dahası ona bağımlı gelişecek sözde bir kurtuluş hareketi biçiminde gelişmesi için her yola başvurma ve bunu başarma olanağına sahiptirler. Bunun için ulusal özgürlük mücadelesi, tutarlı bir anti-emperyalist çizgide yürütülmek zorundadır.
Emperyalizm ve ABD ile şu ya da bu biçimde ilişki kuran, ondan bir şeyler “alıp” bir şeyler “veren” ulusal kurtuluş hareketlerinin içine düştükleri durum gözler önündedir. İktidara geldikten sonra ABD ile ilişkileri geliştiren Sandinistlerin, Nikaragua’da iktidarı kaybettikleri bilinen en yakın örnektir. Emperyalistler, kırıntılar “vererek” halkların tüm zenginlikleriyle birlikte, özgürlüklerini de gasp ederler. Emperyalistlerin, ulusların özgürlüğü üzerine, propagandaları tümüyle yalana dayalı, ikiyüzlü ve sahtedir. Bugün, emperyalist propagandanın aksine, dünyanın neresinde olursa olsun, burjuvazi ve gericiliğin kaynağında durduğu ve sorunlu olduğu, eşitsiz ve zulme dayalı ilişkilerin tümü emperyalizme dayalıdır. Onun kapitalist kölelik sistemi tarafından üretilmekte ve sürdürülmektedir. Emperyalistlere ve ABD’ye dayanmaya ve onunla ilişkiler içinde “ulusal kurtuluş mücadelesi” vermeye çalışan Irak Kürt hareketinin, Barzani ve Talabani’nin başında bulunduğu hareketlerin durumu, emperyalistlerle ilişkilerin bedelini ortaya koyuyor. Emperyalistlerle kurulan bu tür ilişkilerin emperyalizme teslimiyete ve emperyalizm işbirlikçiliğine götürdüğünün çokça örneğini vermek mümkündür. Ancak, emperyalistlerle ilişkiler içinde kazanılmış gerçek bir bağımsızlıktan söz etmek mümkün değildir. Kürt halkı emperyalizme ve ABD emperyalizmine karşı tutarlı bir mücadele vermeden özgürlüğü kazanamaz, koruyamaz.
İsmail Beşikçi’nin emperyalistlerle ilişki kurulmasında sakınca görmemesi, onun emperyalizme atfettiği “olumlu” özelliklerle birlikte değerlendirildiğinde, daha da çarpıcı olmaktadır. Beşikçi emperyalist sömürgeciliği, emperyalizme bağımlı ülkelerin “sömürgeciliği”ne tercih ediyor. O, emperyalist sömürgeciliğin tahrip edici olmadığını, uluslararası emperyalist kuruluşların sömürgeciliğe karşı savaştığını düşünüyor ve Birleşmiş Milletler Örgütü’nün sömürgeciliğin tasfiyesi için çalışan bir örgüt olarak gösteriyor. Beşikçi’ye göre emperyalistler, halkları yok etmek için, kimyasal ve biyolojik silah kullanmazlar. “Öle yandan kimyasal ve biyolojik silahlar kullanarak halkı fiilen yok etmeye çalışmak emperyalistlerin değil, onun bölgedeki yerli işbirlikçilerinin uyguladığı politikalardır.” (Devletlerarası Sömürge Kürdistan sf. 38)
Beşikçi, emperyalistleri, halkların bu en azgın düşmanlarını aklıyor, bunu, henüz izleri taze olan yaşanmış olayları yok sayarak yapıyor. ABD emperyalizminin Vietnam vahşetini halklar henüz unutmadı. “Kürt dostu” bir yazarın hatırı için de olsa yakın tarihin bu en büyük vahşetlerinden birini kimse unutamaz, unutmamalıdır. Emperyalistler, çıkarları için halkları toplu olarak imha etmekten, onlara karşı kimyasal ve biyolojik silahlar da dâhil her türlü silahı kullanmaktan geri durmazlar. Bu silahları efendilerinden habersiz, efendilerinin iradelerine karşın kullanmıyorlar. Eğer, Irak, Halepçe’de 5000 kişinin ölümüne yol açan kimyasal silah kullandıysa bunu emperyalistlere rağmen ve onlardan tümüyle habersiz yapmadı. Ayrıca, ABD emperyalizminin Körfez savaşında yüz bin ton civarında bombayı Irak halkının üzerine yağdırması gerçeği orta yerde dururken, “halkı fiilen yok etmeye çalışma”nın emperyalizmin politikası olmadığını söylemek, tarihi ve toplumsal olayları çarpıtmak olduğu gibi, halkların, emperyalizme karşı silahsızlandırılması çabasına bir katkıyı da ifade etmektedir.
Beşikçi, “bilim yöntemimin olgulardan yola çıktığını söylüyor, ancak olguları ya görmezden geliyor ya da işine nasıl geliyorsa öyle yorumluyor. Bu bilimi katletme tutumudur. Emperyalizme ve emperyalist kuruluşlara ilişkin hoşgörüsünün sonucu olarak, Birleşmiş Milletlerle ilgili şunları yazıyor Beşikçi.
“Kürt sorunu gibi sorunlar, Birleşmiş Milletlerin önünde duran en önemli sorunlardır. BM İkinci Dünya Savaşı sonunda sömürgeciliğin tasfiyesinde önemli bir rol oynadı. İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda, Portekiz, İspanya gibi, emperyalist ve sömürgeci güçlere karşı sömürgelerin yanında yer aldı. Fakat Kürt sorunu, Kürdistan’ın bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmış yapısından dolayı milletler cemiyetinin de, BM’nin de gündemine gelmedi, gelemedi.” (age, sf. 52)
Bu satırları okuyan bir kişi eğer gerçekleri bilmiyor ve sömürgelerin kurtuluşu hakkında bilgiye sahip değilse, BM örgütünü, halkların kurduğu yanılgısına kolayca kapılabilir. Beşikçe, içinde İngiltere, Belçika, Hollanda, ABD gibi devletlerin yer aldığı bir örgütün, yine, İngiltere, Fransa, Portekiz, İspanya, Hollanda gibi devletlere karşı, onların sömürgeci uygulamalarına karşı tutum aldığını, dahası sömürgeciliğin tasfiyesinde önemli bir rol oynadığını iddia edebiliyor.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, uluslararası alanda yaşanan birçok olgu ve olay var. Birinci Dünya Savaşı sonrasında emperyalist cephenin, en zayıf halkasını oluşturan Rusya’da yarılması ve Sosyalist Sovyetler Birliği’nin ortaya çıkması, başka şeylerin yanı-sıra emperyalist sömürgeci politikanın eskisi gibi sürdürülmesini de olanaksız kıldı. Sovyet devrimi ezilen, sömürge ve bağımlı halklara, kurtuluşun yolunu gösterdiği gibi, anti-sömürgeci mücadelenin fiili destek üssü de Sosyalist Sovyetler Birliğiydi. İkinci Dünya Savaşı’nın, başını Nazi Almanyası’nın çektiği emperyalist devletler bloğunun yenilgisiyle sonuçlanması ve bu savaşta, Sosyalist Sovyetler Birliği’nin Hitler faşizmine karşı, sosyalist anayurdun savunulması ve D. Avrupa başta olmak üzere, emperyalistlerin işgali altında bulunan halkların kurtuluşuna sağladığı olağanüstü destek sonucu, dünyanın ezilen halkları nezdinde sahip olduğu yüksek prestij, emperyalist sömürgeci politikanın eskisi gibi sürdürülmesini daha da imkansız hale getirdi. Emperyalistler yeni sömürgecilik politikasını geliştirdiler. Kapitalist emperyalizm sahip olduğu ekonomik-mali güç sayesinde, siyasal bakımdan görünür bağsızlığa sahip olan ulusların yaşamına hükmedebiliyordu. Beşikçi, ilkin, emperyalist sömürge politikasındaki bu değişikliği görmezden geliyor, dahası sözde siyasal bağımsızlık görünümü altında sürüp giden emperyalizme bağımlılığı, “bağımsızlık”, “özgürlük” olarak gösteriyor. İkinci olarak da, bir dönemler SB, Çin gibi ülkelerin BM’de yer alışını ve henüz açık emperyalist politika gütmezden önce, halkların özgürlüğünden yana tutum almalarını hesaba katmadan, BM’yi “anti-sömürgeci” bir kuruluş olarak gösteriyor. Böylece, emperyalistlerin oluşturduğu bir örgütün bugün Kürt halkının ulusal özgürlüğü için mücadele edebileceği gibi saçma ve aldatıcı bir sonuca ulaşıyor. Bu sonuca gelmezden önce de, BM’yi emperyalist sömürgeciliğin tasfiyesinde “önemli bir rol oynamakla şereflendiriyor!
Beşikçi, gerçekleri çarpıtıyor ve yanlış yapıyor.
Emperyalizm, tüm revizyonist iddialara karşın nitelik değişimine uğramadı. O, yine pazarların, hammadde ve ucuz işgücü kaynaklarının paylaşımı ve ilhakını, ulusların köleleştirilmesini, siyasal gericiliği, talan ve yağmayı ifade etmektedir. Emperyalizm, savaş ve gericiliğin kaynağıdır. Emperyalist sömürgeciliğin niteliği değil, biçimi değişti. Ve bu yeni bir olgu da değildir. Artık, geri ülkelerin doğrudan işgali yerine esas olarak, ezilen geri ulus ve halkların biçimsel bir siyasi bağımsızlık görü-nümü altında, ekonomik, mali, askeri, siyasi, kültürel, ahlaki vb. açıdan köleleştirilmesi yöntemi almıştır. Ancak bu yöntem, doğrudan işgalleri hiçbir zaman tümüyle dışlamamaktadır. Gerekli görüldüğünde dar, ya da bölgesel savaşlara başvurulabiliniyor. Grenada, Panama ve Irak işgalleri bunun somut kanıtlarını oluşturuyor. ABD’nin dünyanın hemen her tarafını kendi çıkar bölgesi ilan etmesi, çıkarlarının “zarar gördüğü” her yere, asker çıkarma, tehdit, şantaj, abluka vb. ile müdahale etmesi, “emperyalizmin ve sömürgeciliğin yeniden değerlendirilmesini” savunanların gerekçelerini yerle bir ediyor. Emperyalizm, ulusların kaderlerini tayin hakkının gerçekleştirilmesinin önündeki en büyük engeldir. Emperyalizme darbe vurulmadan, köle bir ulusun özgürleşmesinin olanağı yoktur. Ulusal özgürlük sorunu bu yönüyle de bir iç sorun olmaktan çıkmış, uluslararası bir sorun haline gelmiştir. Günümüz pratiği bunu bir kez daha kanıtlıyor.
Beşikçi’nin, emperyalizmi olumlamasının bir göstergesi de, onun “Kuveyt’in kurtarılması”ndan söz ederken, Irak’ın yağmalanmasını görmezden gelmesidir. Kuşkusuz onun bu tutumuna yol açan, BAAS gericiliğinin Kürtlere yönelik soykırım hareketidir. Ancak bu doğru bir tutum değildir. Irak geddiğinin Kürt halkına yönelik saldırılarını lanetlemek, hiç de emperyalist orduların Irak’ı yağmalamasını olumlamayı gerektirmiyor.
Beşikçi, emperyalist sömürgeciliğin Türk sömürgeciliğinden daha az yıkıcı olduğunu iddia ederken, Türkiye’yi emperyalist bir ülke olara değerlendirme yanlışına da düşüyor. “Bağımsız Türkiye” sloganının “emperyalist ve sömürgeci bir içeriğe sahip olduğu’nu iddia eden yazar, “Türk solu”nun “Kemalistliği”ni bir de bu açıdan kanıtlamış oluyor! Şöyle yazıyor: .
“Bağımsız Türkiye Türk milliyetçiliğinden kaynaklanan milliyetçi bir slogandır. İçeriğinde, Kürdistan üzerindeki emperyalist bölüşümü onaylama politikası gizlidir. Kürt ulusuna karşı sürdürülen böl-yönet’ politikalarını onaylamaktadır. Resmi olarak Edirne’den Hakkâri’ye kadar olan toprak parçasının adı Türkiye’dir. Hâlbuki bu toprak parçalarından bir kısmı Kürdistan’ın Kuzey taraflarıdır. Ve bu topraklar, Lozan emperyalist bölüşümü sırasında bu sınırların içine katılmıştır. İşte ‘Bağımsız Türkiye’ böyle bir emperyalist ve sömürgeci içeriğe sahip olduğu halde, Türk solunun temel şiarlarından biridir.”
“Bağımsız Türkiye” sloganının “emperyalist ve sömürgeci bir içeriğe sahip olduğu” iddiası zorlama bir tespite dayanmakta ve gerçeği ifade etmemektedir, Türkiye, “Edirne’den Hakkâri’ye kadar” olan topraklar olarak kabul edilsin, ya da edilmesin, emperyalizm karşısında bağımsız bir ülke değildir. Türkiye devlet olarak, ekonomik, siyasi, askeri, mali ve diplomatik alanda emperyalizme bağımlıdır. Biçimsel bir siyasal bağımsızlığa sahip olan Türkiye, emperyalizmin yarı ya da yeni-sömürgesidir. Bu bakımdan Türk işçi ve emekçilerinin de emperyalizme karşı mücadele sorunları vardır. “Bağımsız Türkiye” sloganının “emperyalist ve sömürgeci içeriğe” neden ve nasıl sahip olduğunu anlamak mümkün değildir. Türkiye’nin emperyalizmden bağımsızlaşmasının Kürt halkına neden zararı olsun. Burjuva bakış açısına sahip olunmadığı ve burjuvaziye ilerici bir özellik atfedilmediği sürece, emperyalizmden bağımsızlaşmanın, yani ekonomik, siyasi, askeri, mali, diplomatik ve kültürel alanda emperyalizme olan bağımlılığın son bulmasının ancak, halkın ve proletaryanın devrimci mücadelesi sonucu mümkün olabileceği açıktır. İşçi ve köylülerin devrimci, demokratik bir Türkiye’yi kurmaları Kürt halkının zararına değil, yararınadır. Bu, Kürt halkının özgürlük mücadelesinin de yararınadır. Emperyalizmden bağımsızlaşma, emperyalizmin egemenliği hedeflenmeden mümkün değildir. Türkiye’deki mevcut düzenin ve Kürdistan’ın mevcut statükosunun, emperyalizm ve yerli gerici sınıfların-işbirliği temelinde ayakta tutulduğu bir gerçektir. Emperyalizme vurulacak her darbe, Türkiye gericiliğine de vurulmuş demektir.
Türkiye başka şeylerin yanı sıra, kendisi de emperyalizme bağımlı olan çok uluslu bir ülke olmanın çelişkilerini içeriyor. Türk ulusu, ezen konumda ve Kürt ulusu ezilen konumdadır. Bu statü emperyalizm ve Türk egemen sınıflarının işbirliğiyle ayakta tutulmaktadır. Emperyalizm, içteki gerici toplumsal dayanakları sayesinde, egemenliğini sürdürürken, doğrudan hedef olmaktan da kurtuluyor. Sırtını emperyalizme dayayan Türk tekelci burjuvazisi, Kürt gericiliğini de yedekleyerek, Kürt ulusunu ezilen ulus konumunda tutmakta ve Kürt halkına inkâr ve imhayı dayatmaktadır. “Bağımsız Türkiye” sloganının, Kürt ulusunun kendi kaderini belirleme hakkının tanınmasını reddeden ve Türk ulusunun Kürt ulusu karşısındaki ezen ulus konumunu perdeleyen bir içeriği yoktur.
Beşikçi, bölge gericiliklerini emperyalizmden daha tehlikeli saydığı için -o bunu yukarıda aktardığımız alıntıda açıkça ifade ediyor- bu tehlikeli düşmana karşı her tutumu doğru bir tutum olarak görmekte ve bölge gericiliklerine karşı emperyalizmle ittifak yapılabileceğini düşünmektedir. Nitekim Özgür Halk’ın Şubat 1992 sayısındaki röportajda bu düşüncesini açık olarak ortaya koymaktadır.
Beşikçi UKKTH sorununda kapitalistleri, sosyalistlerden “daha yapıcı” görüyor.
Beşikçi, toplumsal sistemleri sınıfsal açıdan, sınıfların konumları, çıkarları ve tutumları açısından değil, ulusal açıdan, ulusların konum ve çıkarları açısından değerlendiriyor. Karşılaştırmada kıstas olarak da Kürt ulusu karşısındaki tutumu alıyor. Şu satırlar ona ait:
“Sorunu UKKT hakkı gibi, sosyalizmin temel prensipleri açısından bakılması son derece yanıltıcı sonuçlar ortaya çıkarmakladır, imli durumlara bakıldığında sosyalist ve kapitalist devletlerin politikaları arasında önemli farkların olmadığı bilinmelidir. Halta görmezden gelme, duymazdan gelme rolünde birinci gruptakilerin çok daha başarılı olduğu bilinmektedir” (Devletlerarası Sömürge Kürdistan)
Hemen belirtelim ki, ezilen, bağımlı ve sömürge bir ulusun özgürlüğü sorunu karşısında alınacak tutum, Marksist-Leninistler açısından temel bir öneme sahiptir. Marksist-Leninistler, proletaryanın, kendisiyle birlikte tüm insanlığın kurtuluşunu sağladığı bir toplumsal düzeni hedeflemektedirler. Sosyalizm, bu hedefe ulaşmanın ilk adımlarının atıldığı, kapitalizmin ve burjuva egemenliğinin etkisiz kılındığı, ulusal köleliğin ve ulusal eşitsizliklerin son bulduğu bir toplumsal sistemdir. Kapitalizm, ulusları ve ulusal eşitsizlikleri barındıran, ulusal kavgalara yol açan, ulusal baskı ve köleliğe kaynaklık eden bir toplumsal sistemdir. İleri ulusların geri kalmış uluslar üzerinde egemenlik kurmaları, esas olarak, egemenlik peşinde koşan burjuva sınıfın, burjuvazinin pazar kavgasının sonucu olarak gerçekleşmektedir. Burjuvazinin eşitlik ve özgürlük sloganları, işçi ve emekçiler acısından gerçeği yansıtmadığı ve sözde kaldığı gibi, baskı ve boyunduruk altındaki uluslar açısından da bir yalandan ibarettir.
Sosyalizm, baskı ve zulmün nedeni olan toplumsal eşitsizliklerin kaynağını, kapitalist özel mülkiyet sistemini tasfiye ederek, ulusların baskı altına alınmasının nedenlerini de ortadan kaldırır. Ulusların baskı altına alınmasından çıkarı olan burjuvazidir. İşçi ve emekçilerin hangi milliyet kökeninden olursa olsunlar, bir başka ulusun -esasta o ulusun işçi ve emekçilerinin- baskı altına alınmasından hiç bir çıkarı yoktur. Aksine ulusal baskı,  ulusal ayrıcalıklar işçi ve emekçilerin birliği ve dayanışmasını engellediği ve onların burjuvazi tarafından aldatılmasını olanaklı kıldığı için, işçi sınıfı ve sosyalistler için savaşılması, yok edilmesi gereken olgulardır.
Beşikçi, UKKT hakkının sosyalistler tar rafından savunulmasına Kürtlerin güvenmeleri ve inanmalarını istememektedir. O, bu düşüncelerini “sosyalistlerin pratiğine” dayandırmaya çalışmaktadır. Yukarıda aktardığımız alıntıdaki düşünceleriyle Beşikçi, birçok gerçeği bir hamlede reddetmekte, karıştırıp bulanıklaştırmaya çalışmaktadır. Birinci olarak, o, ulusların gerçek eşitlik ve özgürlüklerinin sosyalizmle gerçekleşme yoluna gireceği gerçeğini inkar ederken, kapitalist restorasyon sonucu ulusal boğazlaşmaların ortaya çıktığı eski SB ülkelerindeki durumu örnek göstererek, bu iddiasını güçlendirmeye çalışıyor. Ekim Sosyalist Devrimi’nin proletarya ve ezilen halkların, bağımlı ve sömürge ulusların yaşamında yol açtığı temel devrimci değişikliklerin üstü örtülerek, Kruşçevçilerle başlatılan geri dönüş sürecinde, modern revizyonist, sosyal-emperyalist Sovyetler Birliği’nin izlediği politika sosyalizme mal ediliyor. Öncesi dönem ise, iç ve dış koşullardan, ilk sosyalist ülkenin karşı karşıya bulunduğu sorun ve zorluklardan bin kat direnci artmış devrilmiş gericiliğin ve emperyalist kuşatmanın saldırılarından soyutlanarak ele alınıyor ve suçlanıyor. Beşikçi, Kürdistan’ın bölünüp parçalanması ve Kürt ulusunun boyunduruk altına alınması karşısında Bolşeviklerin “yanlış bir tutum izledikleri” iddiasındadır. Öcalan’ın da tekrarladığı ve “reel sosyalizmin olumsuzluğu”nun kanıtı saydığı bu iddia, gerçeği mi ifade ediyor?
Bolşevikler önderliğindeki Sovyet proletaryasının, emperyalist gericilik cephesini o günün koşullarında en zayıf halkayı oluşturan Rusya’da yardığı dönemin özellikleri doğru değerlendirilmeden, Bolşeviklerin tutumu doğru kavranamaz.
Bolşevikler, kapitalizmin dengesiz gelişme yasasının bilgisine sahiptiler. Bolşevik devrimi “en ileri kapitalist” olmayan ve fakat en zayıf halkayı oluşturan topraklarda gerçekleşti. Bolşeviklerin, gelişmekte olan Alman devriminden, hatta Avrupa devriminden çok şey bekledikleri ve proletaryanın, burjuvaziye ve uluslararası sermayeye karşı uluslararası saldırısına büyük değer verdikleri biliniyor. Sosyalizmin tek ülkede zaferi ve inşasının ve yenilgi ve geri dönüşün engellenmesinin önemli oranda buna bağlı olduğunu da başta Lenin olmak üzere, Bolşevik önderler, birçok kez dile getirmişlerdi.
Ancak, gelişmeler, Bolşeviklerin beklentileri yönünde olmadı. Alman ve Avrupa devrimi gerçekleşmedi. Bolşeviklere düşen, burjuvazi ve emperyalizm karşısında diz çökmek değil, başlatılan yolda, sosyalist inşa ve sosyalist Anavatan’ın savunulması yolunda ilerlemekti. Bolşevikler, uluslararası durumun somut ve doğru tahlilini yaparak, hem, içte devrilmiş gericiliğin eskiyi geri getirme çabalarıyla başa çıkma, bu gerici çaba ve girişimleri, sahipleriyle birlikte etkisizleştirip tasfiye etme ve hem de, burjuva-emperyalist cephenin varıldığı Rusya’yı sosyalist bir üs olarak değerlendirerek, uluslararası proletaryanın ve ezilen köle halkların devrimci kurtuluş mücadelesinin gelişmesi için çabalarını yoğunlaştırdılar. 1917’den 1950’li yılların ortalarına kadar olan dönem, burjuvazi ve proletaryanın kendi düzenlerini kurma kavgasının eksik olmadığı bir dönemdir. Bu dönemde tüm zorluklarına ve olumsuz iktisadi koşullara ve yetişmiş sosyalist insan gücü kaynaklarının yetersizliğine rağmen, proletarya ve ezilen uluslar hem SB’de ve hem de uluslararası alanda çok büyük kazanımlar elde ettiler. Sovyet ulusları, ulusların ve dillerin tam hak eşitliğinin sağlandığı bir kardeşlik ortamında, gerçek bir enternasyonal dayanışma içine girer ve ulusal kavgalar son bulurken, dışarıda, SB ezilen, bağımlı ulusların özgürlük mücadelesinin en büyük desteği ve dostu oldu. Bolşevikler, ezilen halklara, maddi, manevi her türlü desteği verdiler. Güdük de olsa anti-emperyalist hareketleri, ulusal kurtuluş savaşlarını desteklediler.
Kuşkusuz Bolşevikler için, hedeflerine ulaşmak, Sosyalist Sovyetler Birliği’ni ayakta tutmak ve düşman saldırılarından korumak başta gelen bir görevi oluşturuyordu. Bazılarının iddia ettiği gibi bu hiç de ulusal çıkarların savunulması anlamına gelmiyor. Uluslararası proletarya, Rusya topraklarında bir devrimci üs kazanmıştı. Bu korunup geliştirilmeliydi. Başka alanlarda ileri mevziler kazanmak bir yanıyla bu devrimci üssün elde tutulmasına bağlıydı. Sosyalizmden ve proleter enternasyonalizminden yana kaygı taşımayanlar, dar milliyetçi bakış açısına sahip olanlar bunun önemini kavrayamazlar.
Bolşevik Devrimi, anti-emperyalist ulusal kurtuluş mücadelelerini doğal müttefik kabul ediyordu. Bolşevik Devrimi, Birinci Dünya Savaşı’nın enkazı üzerinde, Çarlığın yenilgisi sonucunda gerçekleşmişti. Bu devrim aynı zamanda, Anadolu ve Ortadoğu’da bir işgal gücü olarak bulunan İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin saldırısıyla karşı karşıyaydı. Lenin ve Stalin önderliğindeki Bolşevikler, doğal olarak, “güdük” bir anti-emperyalist “Türk burjuva devrimi” saydıkları, Kemalistlerin, İngiliz ve Fransız işgalcilerine ve onların kuklalarına karşı yürüttüğü kurtuluş mücadelesini desteklediler. Sonraki gelişmesi içinde “işçi ve emekçilere karşı”, Kürt halkına karşı gerici, karşı-devrimci karakteri daha da güçlenen bu hareketin desteklenmemesi, açık ki İngiliz ve Fransızların işgalinin onaylanması ve onların Anadolu ve Ortadoğu’yu sömürgeleştirerek SB sınırlarına dayanmasını kabul etme anlamına geliyordu. Bolşevikleri, bunu kabullenmedikleri için suçlamak, dar ulusal çıkarlardan başka bir şey görmemek demektir. Sonraki süreçte, Stalin’in sağlığında, Sovyetler Birliği ve SBKP’nin, Kürt halkına yönelik Türk, Arap ve Fars saldırı ve baskılarını desteklediklerinin somut, hiçbir kanıtını ise kimse gösteremiyor. Ucuz yöntemlerle bu konuda sadece suçlama yapılıyor.
Sosyalist Sovyetler Birliği’nin, Kürt ulusal özgürlük mücadelesine, içinde bulunulan duruma bağlı olarak destek verdiğinin ise bazı örneklerinden söz etmek mümkündür. Irak ve İran Kürdistanı’nda gelişen mücadelede, değişik dönemlerde Sovyetler Birliği silah ve cephane yardımı yaptığı gibi, bu ülke toprakları, Kürt önderliğinin sınıf karakterinden bağımsız olarak, Kürt hareketinin yönetici kadrolarına ve savaşçılarına sığınma yeri, barınak olabilmiştir. “Mahabat Kürt Cumhuriyeti”nin kuruluşunda Sovyet desteği söz konusudur. Siyasal destek verilmiş, cephane yollanmıştır. İran ve Irak KDP yöneticileri bunu inkâr etmiyor. Barzaniler SB’ye sığınmış orada hazırlıklar yaparak yeniden Irak Kürdistanı’na dönmüşlerdir. Türkiye Kürdistanı’nda gerçekleştirilen katliamların Bolşevikler ve Stalin tarafından tasvip edildiği ve desteklendiği suçlaması ise yalnızca bir suçlamadır ve Sovyetler gerçeği dikkate alınmadan yapılmış bir anti-Sosyalist saldırıdır. Sosyalist Sovyetler Birliği’ni, karşı karşıya bulunduğu zorluklara karşın tüm dünyada fiili engellemeler yapabilecek bir güç olarak görme yanlışına düşmektir.
Kısaca Beşikçi ve onun gibi düşünenlerin Bolşeviklere ve sosyalist olarak kaldığı sürece Sovyetler Birliği’ne yönelttiği eleştiriler haksızdır ve kaynağını uluslararası anti-sosyalist propagandadan almaktadır.
Beşikçi, iddialarını güçlendirmek kaygısıyla, restorasyon öncesi ve sonrası Sovyetler Birliği arasında herhangi bir fark gözetmiyor, ayrım yapmıyor. Kruşçevcilerin, Gorbaçovcuların, bu kapitalist yolcu ve emperyalizm işbirlikçilerinin, halkların köleleştirilmesi ve ücretli kölelik düzeninin ayakta tutulması için, emperyalist ve gericilerle, yaptıkları işbirliği ve işledikleri suçlan sosyalizme ve sosyalistlere. “fatura” etmeye çalışıyor, Bu konu üzerinde uzun uzun durmaya gerek görmüyoruz. Sosyalizme yönelik suçlamalarını bugünkü “SB”yi, (artık var olmayan, emperyalist SB’yi) örnek göstererek kanıtlamak isteyenler, kendileri bile Marksist olduklarını söylemeyen gericileri Marksist ilan ederek onların şahsında gerçek Marksist-Leninistleri suçlamayı çıkarlarına uygun görenlerdir.
Beşikçi’nin, anti-Marksist, anti-sosyalist olduğu kadar, bilimsel de olmayan düşünce ve iddialarının tümünü burada ele almayı gerekli görmüyoruz. Onun, burjuva bilim adamı objektifliğine bile sahip olmadığı, çeşitli konulara ilişkin (bu yazı kapsamında değerlendirmeye çalıştığımız) düşünceleri dikkate alındığında açıkça görülecektir.
İsmail Beşikçi, işçi sınıfının bilimsel dünya görüşü olan Marksizm’e-Leninizm’e ve sosyalizme karşı önyargılı ve taraftır. Onun ulusal soruna ilişkin düşünce ve önermeleri burjuva bakış açısını, burjuva çerçeveyi aşmıyor. Ulusal baskının ve sömürgeciliğin kaynakları konusunda doğru bir bakış açısına sahip olmadığı gibi, emperyalizmi aklayan görüşlere sahiptir. Beşikçi Kürt halkının özgürlük ve sosyalizm mücadelesinde, dayanışma ve tam bir birlik içinde olması zorunlu olan doğal müttefiklerini önemsemez ve Türk işçi ve emekçilerine karşı bir güvensizlik geliştirmeye çalışırken, emperyalizmin Ortadoğu’daki saldırgan gücü İsrail Siyonizm’ini, -Araplara karşı konumundan yola çıkarak- Kürt halkının “doğal müttefiki” ilan edecek denli yanlı ve önyargılıdır. Beşikçi, burjuva-ulusalcı bir çizginin Kürt işçi ve emekçileri için yeterli olduğunu, “sınıf bilinci”, ya da Marksist-Leninist bilincin onlar için gerekli olmadığını düşündüğünü açıkça ilan ediyor.
Sonuç olarak, Beşikçi tarihsel olayları, tüm aksi iddialarına karşın “Bilim yöntemi” ile irdelememekte, olgu ve olayları tek yanlı ve işine geldiği gibi ele almaktadır. Onun önermeleri doğrultusunda hareket edildiğinde, Kürt işçi ve emekçilerinin gerçek anlamda özgür olması ise mümkün değildir. Kürt işçi ve emekçileri, Beşikçi’nin bakış açısıyla hareket edemezler, etmemelidirler. Beşikçi’nin önermeleri Kürt işçi ve emekçilerinin yararına değildir.

Mayıs 1992

“Sosyalizmin sorunları”nın oportünist yorumu ya da Doğu Perincek’in Anti-stalinizm’i

Son beş-altı yılın tartışmalarını izleyen herkes açıkça görür ki; sosyalizmin teori ve pratiğine yönelen saldırı başlıca üç yönden gelmektedir: Birincisi, doğrudan emperyalist propaganda odaklarının sağladığı cephaneden yararlanarak sosyalizme saldıran, “çoğulcu”, “güler yüzlü” vb. sosyalizm iddiasıyla ortaya çıkıp Marksizm-Leninizm’e cepheden tutum alan liberal-aydın “sosyalistlerden; ikincisi uluslararası ve ulusal planda her türden gericilikle birleşerek Marksizm-Leninizm adına anti-Stalinizm’i meslek edinmiş Trokçkistlerden; üçüncüsü ise, bu liberal-aydın sosyalizmini ve Troçkizm’i “eleştirerek” kendisini radikal Marksist-Leninist olarak tanımlayan, ama gerçekte sınıf işbirlikçisi, oportünist ve revizyonist olan mihraklardan. Birinci ve ikinci kategoriden olanların amaç ve tutumları, açıkça söyledikleri için biliniyor. Üçüncü kategoriden olanlar ise amaçlarını saklamak için oportünizmin bütün tarihsel birikiminden yararlanarak içi boş laf kalabalığı içinde kendilerini saklamaya çalışıyor, burjuva görüşleri Marksist bir cila ile pazarlamayı kendileri için ticari bulmaya devam ediyorlar. Bu kategoriye girenlerin başını da Türkiye tarihinin yetiştirdiği en iflah olmaz oportünist D. Perinçek çekiyor.
1960’lı ve 70’li yıllarda devrimci mücadele içinde az çok yer almış olanlar, D. Perinçek’in cuntacılıktan devrimcileri ihbara, burjuvaziyle ittifaktan ABD emperyalizminin çıkarlarının radikal savunuculuğuna varan kariyerini bilirler. Ama 12 Eylül karanlığının devrimci mücadelenin geçmişiyle arasına kalın bir sis perdesi çektiği düşüncesiyle olacak, bu iflah olmaz oportünist, 12 Eylül sonrasında kendisini bir “sosyalizm emektarı” olarak lanse etmeyi başlıca amaç edindi. Daha 12 Eylül mahkemeleri önünde diz çökmesinin, Türkeş’le aynı ağzı kullanarak “yargı önüne çıkarılmasının bir hata olduğunu”, kendisinin “teröre karşı savaştığını” cuntanın yapmak istediklerini desteklediğini söylemesinin mürekkebi kurumadan keskinlik taslamaya, emekçilerden, halktan, cuntanın kötülüğünden, sosyalizmden söz etmeye koyuldu. O gün bugündür pratikteki bütün uzlaşıcı, yasala tutumuna karşın Perinçek, radikal bir sosyalizm yanlısı imajı oluşturmak için elinden geleni yapıyor.
Perinçek, Troçkizm’in tarih sahnesine çıkmasından bu yana Marksizm-Leninizm’i savunmanın başlıca ölçütünün Stalin sorununda düğümlendiğini bilenlerdendir. Bu yüzden de o, 1980 ortalarından itibaren daha da belirleyici olan bu “mihenk taşı”nın, açıkça Stalin karşıtı olan cephesinde ver almamaya özen gösterdi. Hatta liberal-Troçkist cephe karşısında bir “Stalin savunucusu” olarak görünmeyi yeğledi. İmajını pekiştirmek için “Stalin’den Gorbaçov’a” adında bir de kitap yazdı.
Anlaşılacağı gibi kitabın iddiası “sosyalizmin sorunları”na ışık tutmak. Bu ışığın hangi ideolojik kaynaklardan tutulduğunu bu yazı boyunca göreceğiz. Ama önce bir vurgu yapmak gerekiyor.
Kitabın üstünde “Ukranya”lı bir maden işçisi”nin fotoğrafı var. Önsözde D. Perinçek bu fotoğrafı kastederek:
“Bu kitapta yer alan her satırı yazarken bana baktığını hissettiğim insan, işte kapakta size bakan o ‘yasaklı adam’dır. Yalnız ona karşı sorumluluk duydum. Onun bakışını anlamaya çalıştım” diyor ve okuyucuyu, bu kitabı işçilerden yana bir tulumla yazdığına dair koşullandırmaya çalışıyor ve bu türden dramatik yaklaşımlarla, okuyucunun satır aralarından dikkatini uzaklaştırmak için daha önsözden itibaren özel bir çaba harcıyor. Ama yazar Doğu Perinçek ve okuyucu da yazar hakkında az çok bir bilgiye sahipse; her paragrafta kapaktaki işçinin yerine D. Perinçek karşınızda oturuyor. Yazılan her paragrafın 25 yıldır kaşarlanmış bir oportünizm harikası olan Aydınlık revizyonizminin üstünü örtmek, sınıf işbirlikçisi politikalara kılıf geçirmek için yazıldığını fark ediyorsunuz. Çünkü Aydınlık oportünizmi ve D. Perinçek öyle bir kariyere sahip ki kendisini en tutarlı “sosyalist” göstermek için başvurduğu açıklamalarda bile mızrak çuvala sığmıyor. Örneğin kitabın 10. sayfasında, “Stalin günümüz pratiği ve teorisi açısında da çok önemli. Çünkü Bilimsel Sosyalizmi aşmak isleyenler de, yıkmak isteyenler de işe Stalin eleştirisinden başlamak zorundalar ve öyle davranıyorlar” diyor. Ama aynı kitabın 13. sayfasında, Stalin’le özdeş olduğunu kendisinin de vurguladığı SB tarihi için “Sovyetler Birliği Tarihi, bizim teorik çalışmamızın ancak yüzde beşini işgal etmelidir. Çünkü oraya ayrılan zaman, bugünün gerçek teorik çalışmasından feda edilen zamandır.” diyebiliyor. Hemen her bölüm, bazen de her sayfada benzer çelişkilerle yüz yüze gelmek mümkün. Ama bu, Perinçek’i tanıyan okuyucuyu şaşırtmaz. Çünkü oportünizmin tipik özelliği teori ve pratikte tutarsızlıktır.
Üç yüz sayfaya yaklaşan boyutuyla kitap içinde Perinçek bütün revizyonist fikirlerini parlak ambalajlara sararak, bazen açıkça, bazen de satır aralarında işlemiş. Perinçek’in değindiği her konuda onu yanıtlamak ne böyle bir dergi yazısının boyutları içinde olanaklı, ne de gerekli. Bu yüzden bu yazı içinde biz onun revizyonizmini gizlemeye çalıştığı örtüyü yırtacak, bir kaç belli başlı konuyu alıp arkasındaki niyet ve amaçları sergilemekle yetineceğiz. Ve tabi öncelikle sosyalizmin teorisine yaklaşımı üstünde duracağız.

BİLİMSEL SOSYALİZM BOŞ LAF YIĞINI MIDIR?
D. Perinçek, kitabı boyunca bir konuyu özellikle vurguluyor. 1950’lere kadar olan dönemde Marksizm-Leninizm’in birikimine “eski teori” diyerek, hatır için olacak(!), ona “yüzde beşlik” bir değer biçiyor. Daha doğrusu bu sosyalizmin birikiminin en yoğun olduğu dönemi bir kalemde siliyor ve Mao ile başlattığı ama asıl olarak kendisinde kişileştirdiği “yeni teori” dönemini, günümüzün asıl teorisi olarak alıyor.
Ona göre:
“Dünya devriminin ve Türkiye devriminin teori ve programı, Stalin değerlendirilmesinden çıkmayacak, günümüz dünyası ve Türkiye’sinin analizinden ve devrimci olanaklarının ve olanaksızlıklarının günümüz zemininde tartışılmasından çıkacak.”
“… Sovyetler Birliği Tarihi bizim çalışmamızın yüzde beşini işgal etmelidir. Çünkü oraya ayrılan zaman, bugünün gerçek teorik çalışmasından feda edilen zamandır.”
“Teori nedir? Onlar (liberal sosyalizm yanlıları kastediliyor Ö.D) kitabi bilginin teori olduğunu düşünüyorlar. Teorinin pratikten, hayattan çıktığını kavramıyorlar. Marx’a, Lenin’e veya Mao’ya hiç bakmıyorlar… Lenin, Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesini incelerken, ülkesindeki at sayısından tarım aletlerinin miktarına kadar ilgilendi. Mao kendi toplumumun sınıfsal ve siyasal analizini yaptı döne döne. Bir Mao’nun dokuz yıl Sovyet tarihine sarıldığını tasavvur edebiliyor musunuz?
“… Stalin Rusya’sı başka bir mekân ve zaman. Üstelik Türkiye’de tekrar etmesi mümkün olmayan bir deneyim…” (Stalin’den Gorbaçov’a, s. 12-13)
Bu alıntıları okuyanların, yazarının 1960-70’li yıllarda, güneşin doğudan doğduğunu söylemek için, “Mao Zedung der ki, güneş her gün doğudan doğar” diye alıntı yapmadan konuşmayan birisi olduğu düşünülünce; “acaba D. Perinçek’te bir ilerleme mi var?” gibi bir “endişeye” kapılması mümkünse de, dünyanın bugün içinde bulunduğu koşullar alındığında, Marksizm’in teorisine bu yaklaşımın arkasında karşı-devrimci amaçların yattığı apaçık görülür.
Şöyle ki; bugün emperyalizm ve gericilik elindeki bütün araçlarla, Stalin’i merkezine koyduğu Marksizm’e karşı, tarihte eşi görülmemiş bir haçlı seferi ilân etmiştir. Bu propagandanın bütün amacı, Marx. Engels, Lenin ve Stalin’in teori ve öngörülerinin iflas ettiği, Marksizm-Leninizm’in eskidiği ve günümüz sorunlarına ışık tutmadığını kanıtlamaktır. Öte yandan Perinçek’in de içinde bulunduğu Marksist kılığındaki her türden oportünist ve revizyonist mihrakın “güler yüzlüsü”nden “çok partilisi”ne, “liberalinden “milliyetçisi”ne kadar değişik Marksizm ve sosyalizm anlayışlarıyla boy gösterdiği, Marksist-Leninist normların revizyonist ve oportünistlerce üstünün örtüldüğü, Stalin’e saldırı ile başlayan anti-komünist kampanyanın Lenin ve Marx’a kadar uzandığı, sadece Leninist normlara değil sosyalizmi anımsatan bütün değer ve işaretlere karşı saldırıldığı koşullarda Bay Perinçek, sosyalizmin teorisini savunmaktan vazgeçip, onun yerine “yeni teori” adına, ülkedeki “at sayımını”, ülkedeki siyasi koşulların “tahlilini” geçiriyor.
Peki, bu tahliller hangi dünya görüşü ışığında yapılacaktır? Stalin’in sahip olduğu Marksist-Leninist dünya görüşü (Bay Perinçek buna eski teori diyor, bir tarafa atıyor) doğrultusunda mı, Mao’nun küçük burjuva-köylü sosyalizmi doğrultusunda mı, M. Belge’nin liberal burjuva sosyalizminin ya da D. Perinçek’in, Maoculuktan Euro-komünizme, Marksizm dışında her türden burjuva sosyalist anlayışlarıyla malûl, kaşarlanmış reformcu-revizyonist dünya görüşü doğrultusunda mı?
Soruları başka türlü soralım: Marx ve Engels neden sadece Alman ütopik sosyalistleriyle değil de bütün dünyanın ütopik sosyalistleriyle savaştı? Lenin neden sadece Rus Menşevikleriyle değil de, daha çok her ülkedeki Bernstein ve İkinci Enternasyonal dönekleriyle savaşma ihtiyacını duydu? Onlar asıl işleri olan kendi ülkelerindeki devrim sorunları yerine sosyalizmi uluslararası platformlarda, en ayrıntılı bir biçimde eski tartışmaları yeni koşullarda yeniden gündeme getirerek tartışırken boşa vakit mi kaybettiler? D. Perinçek’in mantığına göre; Marx, Engels ve Lenin “eski teori” ile uğraşarak boşa vakit harcamışlardır!
Peki, gerçek böyle midir? Elbette değil. Çünkü Marksist teori, geçmiş toplumsal pratiğin Marksizm’in önderleri tarafından genelleştirilmiş bilgisidir. Kaçınılmaz olarak her pratik belirli bir zaman ve mekânda gerçekleşir ve yine kaçınılmaz olarak her pratik belirli bir zaman ve mekânda gerçekleşir ve yine kaçınılmaz olarak bir pratik, olduğu gibi iki kez gerçekleşmez. Ama buradan kalkarak eski pratiğin önemi yoktur, ya da eski teorinin “yüzde beş önemi ancak vardır” demek, insan bilgisinin birikiminin evrensel bir süreç olduğunu, bir bilgi birikimi sürecinde teorinin önemini reddetmektir. Kaldı ki her pratiğin kendine has yanlan olduğu kadar evrensel yanları da vardır. Hele konu sosyalizm gibi ulusal olmaktan çok evrensel özellikleriyle varolan bir konuysa, her ülkedeki pratiğin evrensel yönü çok daha ağır basar. Bu yüzdendir ki, SB gibi sosyalizmin ilk ve en kapsamlı deneyinin başarı ve başarısızlıkları günümüz sosyalizmi için, değil yüzde beş-on, hayati bir öneme sahiptir.
Öte yandan Stalin sorunu, son 40 yılda kazandığı boyutla, Stalin’in kişisel başarı ve başarısızlıkları ya da SB’ndeki sosyalizmin kuruluşunun yanlış ve doğrularının çok ötesinde bir nitelik kazanmıştır. Bu haliyle de Stalin’i savunmak, sosyalizmi, Marksizm-Leninizm’i savunmakla özdeşleşmiştir. Bunun herkesten çok farkında olanlardan birisi de, D. Perinçek’tir kuşkusuz. Asıl endişesi de buradadır ve “eski teorinin, Stalin’in uygulamalarının ve Leninizm’e katkısının önemsizliğini bu yüzden öne çıkarmaktadır. Çünkü Marksizm-Leninizm’in gerçek normlarının açığa çıkarılıp yaygınlaştırılmasından rahatsız olmaktadır. Çünkü Perinçek ve partisinin savunduğu teori ve pratik bu normlarla taban tabana zıttır.
Perinçek’in Marksist teori konusundaki oportünizmi kitapta açıkça ortaya çıkmaktadır.
Perinçek, ilk bakışta, -kitabının SB’de sosyalizmin kuruluşuna ayırdığı bölümde, Stalin’i ve sosyalizmi savunduğu izlenimi bırakmaktadır. Ama soruna daha yakından bakıldığında bütün bu “savunma” arkasındaki koyu anti-Marksizm, anti-Stalinizm tutumu açıkça görülmektedir. Çünkü Perinçek Stalin’i, Marksizm-Leninizm’i savunduğu için değil, Troçkistler karşısında “Rusya gerçeklerine daha uygun” politikalar savunduğu için “haklı” bulmaktadır. Sorun, Marksizm-Leninizm platformunda değil bir “haklılık-haksızlık” ya da “Rusya gerçeklerine uygunluk-uygunsuzluk” zemininde tartışılmaktadır. Ona göre Buharinciler ve Troçkistler karşısında Stalin haklıdır, ama bir başka koşulda Buharin ve Troçki de haklı olabilir! Nitekim Buharin için; “Başka tarihsel koşullarda Buharin’in programını kuşkusuz ciddiye almak gerekir.” (agk, s.32) diyor. “Acaba hangi koşullarda?” sorusunun yanıtını da kitabın sonraki sayfalarında buluyoruz. Aydınlıkçılar’ın Stalin’i aştıklarını övünerek anlattığı bölümde Buharin’e döndükleri açıkça görülüyor.
Marksizm’e bu yaklaşım Troçki’yi aklamadan edemezdi. Öyle oluyor ve Bay Perinçek; Troçki’ye de “hakkını” teslim ediyor:
“Troçki’nin esasta yanlışı temsil etmesine rağmen, işçi sınıfı içinde sayılması gereken bir sosyalist olduğu düşüncesindeyim. 1970’lerin başında olaya böyle bakmıyordum.
Kanımca Troçki, değerli bir muhalif olarak kabul edilmeliydi.” (agk, s. 231)
Troçki ve Buharin’i aklayan ve onları sosyalist olarak gören mantık, kaçınılmaz olarak Lenin’in yaşamı boyunca savaştığı, her türden Menşeviği, İkinci Enternasyonal döneklerini, ekonomistleri de “yanlışları da olsa” sosyalist olarak görmek zorundadır. Aynı mantığı günümüze getirdiğimizde Perinçek, Kruşçevcileri, Euro-komünistleri, Titocuları, Brejnevcileri ve Gorbaçovcuları da sosyalist olarak görmek zorundadır. Nitekim Perinçek ve Aydınlıkçılar daha 1970’lerin sonunda Tito ve Titocuları sosyalist ilan etmişlerdi. 1988’in sonlarında, Gorbaçov’un açıkça emperyalizme teslim olduğu ve liberal kapitalizmin yardakçılığının açıkça ortaya çıktığı bir dönemde Perinçek, Gorbaçov’u hararetle destekliyor, onu partisine üye olmaya çağırıyor, Gorbaçov dalkavukluğu yapıyordu. Zaten kitabında da, kimi eleştirilerine karşın Gorbaçov’u olumluyor. Örneğin, SB’nin ve Stalin döneminin incelenmesinin önemsizliği, “teori” adına reddedildikten sonra şunları söylüyor: “Gorbaçov reformlarını tahlil etmek, bu bağlamda anlamlıda. Bir de dünyanın geleceğini etkileyen bu büyük dünya devletinin, büyük bir komşunun yerini ve etkisini belirleyebilmek için.” (agk, s. 13) ya da son kongresinde, Fransız Komünist Partisi’nin işçilerden biraz fazla söz etmesine bakarak 2000’e Doğru, “FKP kızıllaşıyor” diye başlık atabiliyor.
Perinçek ve onun partisi için zaten bilinen oportünist-revizyonist düşüncelerini uzun uzun aktarmak zorunda kalmamızın nedeni “teori”ye nasıl yaklaştığını, kesin laflar arkasında saklanan mantığı açığa çıkarmaktır. Bu yüzden de, bu aktarmalardan sonra, ilk bakışta devrimci niyetlerle söylenmiş görünen teori tanımına bir kez daha dönmek gerekiyor.
Ne diyordu Bay Perinçek teori için: “Teori nedir? Liberal sosyalizmden etkilenen arkadaşlar bunu anlayamadılar. Onlar kitabi bilginin teori olduğunu düşünüyorlar. Teorinin hayattan pratikten çıktığını kavramıyorlar.”
“Dünya devriminin ve Türkiye devriminin teori ve programı, Stalin değerlendirmesinden çıkmayacak, günümüz dünyası ve Türkiye’sinin analizinden ve devrimci olanakların ve olanaksızlıkların günümüz zemininde tartışılmasından çıkacak.”
Hedefe konanlar, Perinçek’in “arkadaş” “liberal sosyalizmden etkilenenler”, dediği, sosyalizmin teorisini kalabalık laf yığınına indirgeyen burjuva entelektüeller ve Marksizm’in açık inkarcıları olunca bu söylenenler haklı görülürse de, sosyalizmin teorisi sadece günceli açıklayan bir çabaya indirgendiğinde bu “liberal sosyalistlerden” bir adım ileriye gidilmiş olmaz. Örneğin Hilferding, emperyalist dönemin ilişki ve çelişkilerini herkesten önce görüp açıkladı ama bu, ne Marksist ne de sosyalist olması için yetmedi. Ya da 1848 devrimleri ile ilgili saptamalarda çeşitli burjuva sosyalistlerin haklı çıkmış olması onları Marksist yapamadığı gibi yanılan Marx ve Engels’i Marksizm’den, sosyalizmden uzaklaştıramadı. Günümüzün bir burjuva aydını, uç noktaya götürelim, bir CIA uzmanı dünyanın bugünkü durumunu bir Marksist’ten daha ayrıntılı tahlil edebilir; ama bu onların Marksist, sosyalist olduğu anlamına gelmez, gelemez. Ama Perinçek’in yaklaşımı içinde, teori günceli açıklamaktan ibaret bir “yol gösterici” olarak ele alındığından bütün bunları sosyalist, Marksist saymamak için hiç bir neden yoktur.
Marksist teoriyi bütün diğer teorilerden ayıran özellik, bu teorinin aynı zamanda bir ideoloji, bir sınıf ideolojisi, işçi sınıfının ideoloji temeline oturduğu gerçeğidir. Yani Marksizm dünyayı ve ülkeyi işçi sınıfının dünya görüşü açısından tahlil eder; mücadelenin taktikleri ve stratejisi işçi sınıfının ulusal ve uluslararası çıkarları doğrultusunda belirlenir. Dünya ve ülke için geliştirilen politikalar bu temel yaklaşımla uyumluysa anlamlı olacaktır. Bu yüzden de Marksist teori, sadece günceli açıklayan değil, günceli işçi sınıfının dünya görüşü açısından açıklayan, işçi sınıfına” yeni bir dünya kurma eyleminde yol gösteren bir teoridir.
Marksist teoriyi diğer teorilerden ayıran bir temel özellik de, bu teorinin toplumsal pratikten çıkan ve bütün insanlık tarihi boyunca birikmiş ve pratikte sınanarak doğruluğu kanıtlanmış, insanlığın bilgi hazinesi temelinde yükseldiği gerçeğidir. Bu bilimsel temel, Marksizm’e her zaman yeni bir teori olma imkânını tanır. Bu yüzdendir ki; Marksizm’e açıkça karşı çıkmaya cesaret edemeyen en usta oportünistler bile her adımda Marksizm’le savaşmak zorundadırlar. D. Perinçek’te son yıllarda bütün radikal bir Marksist olarak görünme çabasına karşın, Marksizm’e bağlılığını göstermek için yazdığı kitabın daha önsözünde Marksizm’le savaşmak zorunda kalıyor.
Perinçek, 1950 öncesi Marksizm’in birikimine “yüzde beşlik” bir değer biçerek gerçekte Marksist teoriden kurtulmak istiyor. Devrim ve onun olanakları üstüne yazdığı keskin ama samimiyetsizliği derinden hissedilen sözler, onun sinsi amacını gizlemeye yetmiyor. Ve laf kalabalığı arkasında gerçek niyetini de ağzından kaçırıyor. Bir sayfa sonra “yüzde beşlik” değer biçeceği SB incelemesi ve Stalin için ön değerlendirme yaparken sirkatini şöyle açıklıyor: “Çünkü Bilimsel Sosyalizmi aşmak isteyenler de yıkmak isteyenler de işe Stalin eleştirisinden başlamak zorundadırlar ve öyle yapıyorlar.”
Burada hemen belirtelim ki; alıntıdan da açıkça anlaşılacağı gibi Perinçek, “Bilimsel sosyalizmi aşmayı” olumluyor ve kendisini de yıkıcılar arasında değil “aşıcılar” arasında görüyor.
Perinçek bu “aşma” kavramını yerli yersiz çok kullanıyor ve gerici, sınıf işbirlikçisi, Marksizm-Sosyalizm haini tutumunu “aşma” gibi, yerinde kullanıldığında devrimci bir tutumu ifade eden bir kavramla kapatmaya çalışıyor. Ne var ki, bu sefer bu kavramı kullandığı yer Marksizm düşmanlığını açıkça ele veriyor. Çünkü “aşma” kavramı çelişik iki yönden birinin ötekini yok etmesi anlamına gelir ve aşılanın artık bir değeri kalmaz.
Perinçek, geçmişte sık sık, Marx’ı, Lenin ya da Stalin’i aşmaktan söz etmiştir, ama bugün artık Marksizm’in bu büyük öğretmenlerini “aşmak”la yetinmiyor, “Bilimsel Sosyalizmi” “aşmak”tan söz ediyor.
Ne demektir Bilimsel Sosyalizmi aşmak? Sadece Marx, Lenin, Stalin’in Marksizm’in teori ve pratiğine kattıklarını aşmak değil, aynı zamanda Bilimsel Sosyalizmin temeli olan diyalektik materyalizmi de aşmak, başka bir söyleyişle diyalektik materyalizmi de reddetmek demektir. Çünkü Marx, Lenin, Stalin ya da başka bir Marksist kuramcının herhangi bir görüşü eskimiş olabilir ve Marksizm açısından bu eskimiş görüşün önemi kalmaz, ama eskiyen, “aşılması” gereken “Bilimsel Sosyalizm”dir dendiğinde, diyalektik materyalizmin eskidiği söylenir ki; bunu iddia edenin artık ne bilimsel sosyalizmle, ne Marksizm’le bir ilişkisi olamaz.
D. Perinçek, Marx’ı, Lenin’i, Stalin’i “aşıyor” ama ne yazık ki vardığı yer yeni bir yer değildir. Tersine geriye doğru büyük bir sıçrama yaparak, yüz yıl geriye, “Marksizm’i diyalektikten kurtararak” revize etmeye çalışan, revizyonizmin babası Bernstein’in yanı başına düşüyor.
Şimdi Perinçek’in, “eski teori” dediği 1950’ler öncesi Marksizm’ine neden “yüzde beşlik” bir değer biçtiği, teoriyi neden tarihsel birikimden kopuk bir “günceli açıklama” derekesine düşürdüğü daha iyi anlaşılıyor. Çünkü böyle yapmazsa, kendisini sosyalist olarak yutturması, devrimci saflar içinde Truva Atı rolü oynaması olanaksız olacaktır, bu yüzden de o, yoldaşları olan Troçki, Buharin, Tito, Mao, Gorbaçov, Nabi Yağcı gibi tüm sosyalizm hainlerini sosyalizm saflarında göstermek için “Bilimsel Sosyalizmi aşmak” zorunluluğunu duyuyor. Böylece, bugüne kadar Marksist ustaların sosyalizmin platformu dışına attığı herkes sosyalist olunca, D. Perinçek’e de sosyalist dememek için bir neden kalmıyor!
Gerçekte ise bugün sosyalizmin en temel sorunu, D. Perinçek’in söylediği gibi “Dünya nereye gidiyor?”dan çok, yine Bay Perinçek’in “eski teori” dediği Maoculuk, Troçkizm ve her türden burjuva sosyalizmi tarafından sulandırılmamış olan Marx, Engels, Lenin ve Stalin tarafından inşa edilen Marksizm-Leninizm’i yeniden tüm normlarıyla ortaya çıkarmak, burjuva dünya görüşünün tüm versiyonlarına karşı ulusal ve uluslararası planda bu tek devrimci teoriyi yeniden gün ışığına çıkarmaktır. Ki, ancak onun aydınlattığı ortamda köstebekler ve çıyanlar barınamayacak, ayağa kalkmaya hazırlanan proletarya ve emekçi halklar onun ışığında amaçlarına emin adımlarla yürüyecektir. “Dünyanın nereye gittiği” sorusu da; su katılmamış Marksizm ışığında incelendiği ölçüde gerçek ve anlamlı yanıtlara kavuşacaktır. Bütün devrim kaçkınları gibi, Perinçek’in de “eski teoriyi” önemsiz göstermeye çalışmasının başlıca nedeni budur.
Perinçek’in yaklaşımında, teori sadece günceli “açıklayan” bir şey olduğundan, Marksizm’in en temel özelliği olan uluslararası olma ve geleceğe ışık tutma özelliği de yitiyor. Perinçek bunu açıkça itiraf ediyor:
“Türkiye gibi bir ülkede, sosyalizmin kuruluşuna ilişkin teorik çabaların, henüz bir çözüm olabilme koşulları yoktur. Teorinin o ülke zemininde yaşanmayan bir deneyle sınanması mümkün değildir. Ama Türkiye’nin teorisyenleri, göreli gelişmiş bir üçüncü dünya ülkesinde demokratik devrim sürecine ilişkin teorik katkılarda bulunabilirler.”(agk, s.257)
Aktarmadan da açıkça anlaşıldığı gibi, D. Perinçek, bizim gibi ülkelerin Marksistlerine sosyalizmin teorisine katkılar yapmayı yasaklıyor. Ama “demokratik devrim sürecine ilişkin teorik katkılarda bulunabilirler”miş(!).
Bu yaklaşıma göre şunlar söylenebilir: Marx ve Engels, henüz “deneyle sınanması mümkün olmayan” bir yüzyılda sosyalizmin ilkelerini açıklamaya kalkmış olmakla boşa emek harcamıştır. Lenin ise, Ekim Devrimi’ne kadarki dönemde sosyalizmin ulusal ve uluslararası plandaki sorunlarıyla uğraşmakla boyunu aşan işlere kalkışmıştır (!).
Gerçek Marksistler için ise teori, insanlığın tarihsel ve uluslararası bilgi birikiminin genelleştirilmiş bir ifadesi olup, her ülkedeki mücadelenin deneyleriyle zenginleşen bir şeydir. Bu anlamıyla da, hangi ülkede olursa olsun Marksist teori bütün alanlarında katkıya açıktır. Hele günümüzde, bütün ülkelerde sosyalizmin nesnel olanaklarının genişlediği koşullarda en geri ülke Marksistlerinin bile sosyalizmin teorik sorunlarına sırt dönerek kendi devrimlerinin problemlerine kapanması, en hafif deyimiyle emperyalist propagandacılara meydanı boş bırakmak anlamına gelecektir. Sadece bu da değil; sosyalizmin emperyalist propagandacılar tarafından topa tutulduğu, halkların gözünden düşürülmek için akla gelmedik yöntemlerle karalandığı koşullarda “ben ülkemin demokratik devrimle ilgili sorunlarıyla ilgileniyorum” demekle, bu alanda neler söylenmiş olursa olsun hiç bir önem taşımayacaktır. Çünkü bugün ideolojik alanda savaş, kapitalizm mi yoksa diğer ülkelerdeki demokratik devrimler mi ikilemi arasında değil, hırpalanmış, karalanmış da olsa sosyalizmle kapitalizm arasındadır. Bu yüzden de, emperyalist-gerici karşı devrimci propaganda karşısında, açıkça Marksizm-Leninizm’in savunulması ile çıkılmadıkça, emperyalist propagandanın geri püskürtülmesinin hiçbir şansı yoktur. Elbette ki ki, emperyalist propagandanın alt edilmesinin maddi koşulu proletarya ve halkların emperyalizm ve gericiliğe karşı ayağa kalkmasıdır, ama bugün Marksizm’e, sosyalizme yönelik çabalar ideolojik planda alt edilmeden, ayağa kalkan yığınlara doğru yol göstericiliğin yapılamayacağı da tarihin gösterdiği en çıplak gerçeklerden birisidir. Bu yüzden de, bu ülke ve dünyanın her yerindeki gerçek Marksistler bugün, ulusal ve uluslararası planda Marksizm-Leninizm’i savunmayı, onun normlarını yeniden proletarya içinde yayılması için çaba harcamayı bütün görevlerinin önüne koymuşlardır. Kaçak güreşen her soydan reformcu, revizyonist ve sözde sosyalistler ise, uydurma bahanelerle bu asıl mücadele alanını terk ederek, teori adına, emperyalizm ve gericilikle uzlaşmanın, ona boyun eğmenin teorisini yapmaktadırlar. Perinçek de, emperyalizmin devrim, sosyalizm ve Marksizm-Leninizm’e saldırısı karşısında meydanı terk eden, ama bunu açıkça yapmak yerine alçakça kılıf uyduranlardandır.
D. Perinçek’in teoriye yaklaşımının bizzat kendisinin ve partisinin bir savunusu olduğunu, adı sosyalist olan partisinin Marksizm-Leninizm’le bir ilgisi olmadığını ve Perinçek’in Stalin’i, sosyalizmi aşarken Buharin’e döndüğünü yazının devamında sergileyeceğiz.

STALİN SAVUNUSU ARKASINDA SİNSİ BİR ANTİ-STALİNİZM VE ANTİ- MARKSİZM

Perinçek’in kitabının tamamına yakını Stalin döneminin SB’nin “incelenmesine ayrılmış ve bu bölümlerde Troçki, Buharin, Kruşçev ve Brejnev karşısında Stalin döneminin özellikle ekonomiye ilişkin uygulamalarındaki başarıları “savunuluyor.” Bu da ilk bakışta okuyucunun kafasında Perinçek’in Stalin’i savunduğu imajı bırakıyor. Gerçek ise, hiç öyle değil.
Her şeyden önce belirtelim ki, 1917-53 arasındaki dönemde SB’nin ekonomik başarılarını en azılı sosyalizm düşmanı burjuva ekonomicileri, hatla burjuva propaganda merkezleri bile inkar edemiyorlar, Bugün Rusya ve diğer eski SB cumhuriyetindeki gerici-faşist yöneticiler, her ne kadar bugünkü bunalımdan Stalin dönemini sorumlu tutacak kadar yollarını şaşırmışlarsa da, ekonomilerinin kötülüğünü anlatırken, “hala kırkların ellilerin teknolojisini kullanıyoruz” diyerek, Stalin’den bu yana ekonomiye bir taş eklemediklerini de itiraf ediyorlar. Dahası burjuva ekonomi kaynak kitapları bile Stalin dönemindeki SB’nin başarılarının rakamlarını vermekten geri duramıyorlar.
Bütün bu gerçek ortadayken, sosyalizmin döneminin ekonomik başarıları karşısında Perinçek bile, gerçekçi olmaktan kaçamazdı, kaçamıyor. Dahası bu güzide oportünist, en göze batan gerçekleri bile kabul etmezse söyleyeceği yalanlara kimseyi inandıramayacağını bildiğinden, Stalin döneminin ekonomik başarılarını teslim ediyor. İkinci olarak, “Rusya koşullarında” kaydıyla, Stalin’in, Troçki ve Buharin karşısında daha devrimci bir konumda olduğunu kabul ediyor. SB, artık yaşamadığına göre Troçki ve Buharın yoldaşlarını yan yolda bırakmasının hiç bir sakıncası olmadığını biliyor Ama yoldaşlarını feda ederken kendisine gereken şeyleri “kurtarmayı” da ihmal etmiyor: Kurtardığı şeylerden birincisi, yukarıdaki alıntıda da görüldüğü gibi, yanlışları da olsa, “Troçki’nin bir sosyalist, değerli bir muhalif sayılması”, Buharin’in ise programının Rusya dışında bir ülkede “devrimci olabileceğidir.
Troçki’nin sosyalist ilan edilmesi, ama Stalin karşısında “harcanmasının” amacının ne olduğunu gördük. Bay Perinçek yüreği kan ağlayarak da olsa “gerçekçilik” adına Troçki’nin yanlış yerde durduğunu kabul ediyor, ama Marksizm-Leninizm’e, işçi sınıfının ulusal ve uluslararası çıkarlarına karşı emperyalistler ve Alman faşistleriyle bile işbirliği yapmaktan çekinmeyen birine sosyalist demeden, cuntalara yaltaklanmaktan emperyalizm uşaklığına, şovenizmden ihbarcılığa uzanan bir geçmişe sahip kendisine sosyalist diyemeyeceğini bildiğinden, Troçki’yi sosyalist ilan edecek kadar “geniş mezhepli bir sosyalizm” anlayışını benimsiyor.
Buharin’e ise, Troçki’den daha çok yakınlık duyuyor. Çünkü son tahlilde Stalin’e saldırır ve Stalin’i aşmakla övünürken en önemli dayanağı Buharin oluyor.
Perinçek, Stalin eleştirisinde “Troçkist arkadaşlarından daha başarılı olduklarını övünerek anlatıyor:
“1980 öncesinde, … Ülkemizde az sayıda da olsa Toçkistler vardır. Bu arkadaşlar ideolojik platformlara bir saplantı halinde Stalin eleştirisiyle çıkarlar. Fakat ilginçtir, Stalin’in fiili eleştirisini, Stalin’in aşılmasını, Troçkistler değil, Aydınlıkçılar gerçekleştirdiler.”
Perinçek Stalin’i aştıkları en önemli noktayı şöyle açıklıyor:
“Türkiye sosyalist hareketi içinde ilk kez Aydınlıkçılar, demokratik devrimin toprak programını yaparken, zengin köylülerin mülklerine dokunulmayacağını kabul ettiler. … Bunu çok belirleyici bir sorun olarak gündeme getirmiştik. …
Aydınlıkçılar, iki yıllık tartışma sürecinde, bu konuda, Sovyet ve Çin deneyimlerinden farklı bir çözümü bilerek benimsediler. Bu programla, Stalin’in 1930’lardaki kolektifleştirme çizgisinden de ayrılıyorlardı.” (agk. s. 233-234)
Marksizm’in tarihinde Buharin ve Buharinciliği programatik düzeyde Lenin ve Stalin’den ayıran şeyin zengin köylülüğün devrimin hedefi olup olmayacağı sorunuydu. Perinçek de bunu biliyor ve kitabında bu konuyu böyle koyuyor. Gerçekten de, Stalin ve Buharin arasındaki asıl ayrılık noktasının zengin köylülüğe tutumda ortaya çıkıp derinleştiği; günümüzde Gorbaçov ve Gorbaçovcuların, her türden sosyalizm düşman çevrenin Stalin’e yöneltilen başlıca eleştirisinin, zengin köylülüğün tasfiyesine dayandığı düşünülürse, Stalin’i aştığını iddia eden Perinçek’in, iddiaların aksine Marksizm’e hiç bir katkısının olmadığı, tersine yaptığı şeyin 1920-30’ların Buharin’ine dönmek olduğu kolayca anlaşılır. Burada bir şey daha açıkça anlaşılır; oda, D. Perinçek’in Buharin’in görüşlerinin başka koşullarda doğru olabileceği yolundaki saptamasıdır. Böylece Bay Perinçek, Stalin karşısında “haksız” bulmak zorunda kaldığı Buharin’i, kendisinin varacağı ideolojik temel olarak kurtarır.
Elbette ki, Stalin bir kez, temel bir konuda “aşıldıktan” sonra başka konularda da “aşılmak” durumundadır. Perinçek’te arkasını getirmekten kaçınamıyor. Hangi konularda Stalin’i “aştıklarını” ara başlıklar halinde ortaya koyuyor: “Yekpare partinin reddedilmesi” (s. 238), “Komüntern’in Dünya ölçeğinde İdeolojik Merkez (olduğunun) Reddi” (S.239), ve tabi, “Sol içinde Şiddet ve Halka Karşı Şiddet” (s. 234) adı altında emperyalist propaganda merkezlerinin bütün paslı silahlarıyla Stalin’e saldırı. Stalin, şiddeti halka karşı kullanmış da Aydınlıkçılar bu noktada Stalin’i aşmış!!! Üstelikte bunu “ihbarcı” suçlamasını göze alarak yapmışlar! Doğrusu bunda bir yanıyla haklı sayılırlar. Nasıl Buharinciler, Troçkistler Stalin’i “aşmaya” kalktıklarında emperyalistlerle ve gericilikle yan yana düşmüşse, Perinçek ve takımı da Stalin’i “aştığı” anda egemen sınıfların en şoven, en gerici, en saldırgan, en anti-komünist kesimleriyle, hatta resmi polisle yan yana düşmek zorunda kalmışlardır. Belki niyetleri bu değildi, ama Stalin hedef tahtasına konduğunda başka bir yere varılmadığını, son 70 yılın tarihi şaşmaz bir biçimde kanıtladığı gibi Perinçekçiler de bundan kurtulamadılar. Stalin düşmanları değilse de, onların safdil izleyicilerinin bu tarihsel gerçeği unutmamaları gerekir.
Perinçekçiler, 1970’lerin ilk yarısında da reformcu bir platformda bulunuyorlardı. Ama, 70’lerin ikinci yarısında, açıkça Stalin eleştirisine yöneldikten sonra, dünya ülke düzeyinde en gerici egemen sınıf çevreleriyle aynı pozisyona düştüler. Amerikan ve Avrupalı emperyalistlerin devrim ve demokrasinin yedek güçleri olduğu safsatası, devrimcilere karşı düşmanlıkta sınır tanımayan politikaların benimsenerek, devrimcilerin polise ihbar edilmesine varan bir yayın politikası, ordunun güçlendirilmesi ve 4. Ordu’nun Doğu sınırına gönderilmesi isteğinin öne çıkarılması, ülkenin birlik ve bütünlüğünün savunulması adı altında en gerici çevrelerle, kol kola girme, sıkıyönetim savunuculuğu ve nihayet 12 Eylül Cuntası’nın desteklenmesi… Kendisini devrimci, hatta Marksist-Leninist sayan bir politik çizgi için her türden tolerans sınırını aşan bir gericilik. Perinçek ve izleyicileri, muhasebelerinde bütün bu karşı devrimci faaliyetin gerekçesini, “politikayı fazla öne çıkarmak, ideolojiyi göz ardı etmek” gibi saptıyorlarsa da, bu ideolojiyi küçümsemenin arkasında Stalin’i “aşma” gayretlerinin yattığı bugün çok daha açık bir gerçektir.
Perinçek’in Stalin’i aştıklarını iddia ettiği diğer bir konu da, “Komüntern’in dünya ölçeğinde bir ideolojik merkez” olduğunun reddedilmesidir.
Elbette Komintern’in bütün kararlarının doğru olup olmadığı tartışılır. Ama Perinçek’in Komintern’e karşı tutumu, tıpkı Stalin’e olduğu gibi, ilkeseldir. Ona göre dünya komünistlerinin bir uluslararası merkezi olmamalıdır. Her ülkenin “komünistleri” kendi kararlarını kendisi vermelidir. Aksi halde “omuzları üstünde kendi kafalarını” taşıyamazlar! Komintern ve önceki enternasyonallerin varoluş nedeninin işçi sınıfı ve onun davasının ulusal değil uluslararası olmasından, sosyalizmin enternasyonal özelliklerinden kaynaklandığı düşünülürse, Perinçek’in sosyalizmi, en azından ulusal bir sosyalizm, bir tür burjuva sosyalizmine indirgediği görülür. Dahası Komintern’in ilkesel düzeyde reddi biraz sonra sözünü edeceğimiz “çok kanatlı parti”, Troçki, Buharin ve her türden gerici sosyalizm türlerinin aklanması için de bir zorunluluktur. Perinçek, Komintern’i reddetmeden sosyalizmi burjuva saldırılara karşı savunmak “yük”ünden kurtulamazdı. Başka bir söyleyişle, Perinçek “omuzları üstünde kendi kafasını taşıyabilmek” için sosyalizmin, Marksizm-Leninizm’in bütün uluslararası normlarından kurtulmak zorundaydı. Ancak o zaman, Troçkist ve Buharincilerden Titoculara, Euro-komünistlerden Gorbaçovculara, dayanışmacılara herkesi sosyalist edebilirdi. Bu durumda da sosyalizmin Marks öncesi burjuva biçimlerine dönülürmüş endişesi de yersizdir. Çünkü Bay Perçinçek’in Marksizm, Marksizm-Leninizm gibi bir derdi dün de yoktu zaten. Bugün ise, Komintern’in reddiyle onun tarihsel mirasından da kurtulunmuştur! Artık onun ne Marks’ı, ne Lenin’i ne de Stalin’i savunmaya ihtiyacı yoktur. Marksizm-Leninizm’i de tabii. Bu yüzden de “Diyalektiği aşmak”tan, “eski teori”ye “yüzde beşlik” bir değer biçmekten söz edebiliyor.
Perinçek, Stalin’i nasıl aştıklarını sıraladıktan sonra, kendisinin açıkça söylemekten kaçındığı Stalin düşmanlığını, kitabı boyunca yaptığı gibi, yine Brecht’e söyletmeye çalışıyor ve Brecht’in şu dizelerini, onaylayarak koyuyor kitabına:
“Dinle şimdi; biliyoruz
Düşmanımız olduğunu. Onun için
Bir duvar önüne götüreceğiz seni.
Ama hizmetlerini
Ve iyi yanlarını da göz önünde tutarak
İyi bir duvar seçeceğiz sana ve
Seni iyi tüfeklerden çıkacak iyi kurşunlarla vurup
İyi bir kürekle iyi toprak atacağız üstüne.”
Brecht, belki hiç bir zaman iyi bir komünist olmadı. Ama yaşamı boyunca da, bütün zaaflarına karşın hiç bir zaman, karşı saflara geçmedi. Bu yüzden de onun “küreği”, “tüfeği” ve “kurşunları” iyi niyetin izlerini taşıyabilir. Ama Perinçek için aynı şeyleri söylemek olanaksız. Çünkü Perinçek, yaşamı boyunca hiç bir zaman, değil sosyalizm, genel olarak devrimden yana bile olmadı. Her zaman düzen savunuculuğu yaptı. En keskin muhalif görünmeyi ticari bulduğu dönemlerde bile burjuvaziyle, emperyalistlerle uzlaşmanın yollarını açık tuttu. 12 Eylül cuntacılarının bütün toplumu gözaltına alıp baskı ve terörün sadece devrimcileri, komünistleri değil, demokratları, bütün emekçi yığınları hedef aldığı koşullarda bile, cuntaya en sert muhalefeti, cuntacıların kendilerini anlamadığı konusundaki sitemden ibaretti. Böyle birisinin “iyi kürek”, “iyi tüfek”, “iyi kurşun” kullandığına kim inanır? Tersine Perinçek’in bütün cephaneliği, son 60 yıl içinde troçkistlerden emperyalistlere kadar tüm gericiliğin kullanıp attığı paslı silahlardan ibarettir.
D. Perinçek, kitabı boyunca “Stalin’i .aşmak”tan söz ediyor, ama yukarıdan beri söylenenlerden de açıkça anlaşılacağı gibi, aşma kavramının yarattığı ileri gitme yerine hiç bir şey yok. Onca böbürlenmeden sonra dönüp dolaşıp Prodhon, Bernstein, Kautsky ve Buharin’in öne sürdüğü tezlerin bir karmaşasına varıyor. Eğer aşmak dediği 70-100 yıl geri gitmekse bu türden bir “aşmaya” en layık olanlardan birisi, belki de başta geleni Perinçek’tir. Bize düşen de “yolu açık olsun” demektir. Ama önce Perinçek’in pratiği konusunda da birkaç şey söyleyerek, bazı anımsatmalar yaparak sözümüzü bağlayacağız.

PERİNÇEK’İN TÜM PRATİĞİ MARKSİZM-LENİNİZM’İN BÜTÜN NORMLARININ AÇIKÇA REDDEDİLMESİDİR
D. Perinçek’in, kitabında da sık sık vurgulamak zorunda kaldığı gibi Marksizm varolan dünyayı yorumlamakla yetinmez, onu değiştirmeyi de amaçlar. Dünyayı değiştirmenin aracı da Marksist partidir. Yine son bir buçuk yüzyılın deneyimi göstermiştir ki; bir kişinin Marksistliğinin mihenk taşı, onun parti konusundaki tutumudur. Kişi ne kadar keskin laf ederse etsin parti karşısındaki tutumu Marksist’çe değilse, kişi, burjuva aydın olma ötesine geçemez.
Perinçek ise, TİKP ve SP deneyiyle Marksizm’le bütün bağlarını kopartır. Çünkü Marksist parti, dünyayı devrimci yoldan değiştirmenin aracı olarak, sınıfın öncü ve örgütlü müfrezesi, hiziplerden arınmış bir savaş partisi, her üyesinin bir parti organında görev aldığı, hücre temelinde sıkı sıkıya örgütlenmiş kendisini yasallıkla sınırlamayan, proletaryanın “genelkurmayı” olan bir partidir. Bu özellikler sadece bir biçim değil, onun eyleminin muhtevasına yansır. Başka türlü bir partinin devrimci bir tarzda düzeni değiştiremeyeceğinden proletaryanın devrimci partisi bu özellikleri taşımak zorundadır.
Perinçek ve onun partileri ise, bırakalım bu özelliklerin bütününü, bir tekini bile taşıyan partiler değildir. Çünkü Perinçek’in de açıkça ve övünerek ifade ettiği gibi, onun Stalin’i aştığı konulardan birisi de. “yekpare parti” konusudur.
Perinçek’e göre, nüveleri Marks ve Engels’de olan ama Lenin tarafından geliştirilen Leninist parti modeli geçersizdir. Ona göre, günümüz partisi Lenin ve Stalin’in partisine değil burjuva partilerine benzemelidir. Örneğin bir proletarya partisi değil bir emekçi partisi olmalıdır. Parti üyelerini proletaryanın en kararlı unsurları içinden seçerek almamalı, isteyen herkes bu partiye girmelidir. Dahası partide bir ideolojik birlik değil ideolojik çokluk olmalı, kendisine sosyalist diyen herkes, Euro-komünistinden Troçkistine, Gorbaçovcusuna herkes parti içinde yer alıp, kim çoğunluk sağlarsa o fikir partide belirleyici olmalıdır. Dahası bu partinin üyeleri düzene karşı savaşmayıp sadece onun kötü yanlarıyla uğraşmalıdır. Örneğin, cuntalar işbaşına gelip de siyasi faaliyeti yasakladığı zaman bu partinin üyeleri de siyasi faaliyete son vermeli, hatta o sırada yurt dışında olanlar bile koşarak gelip teslim olmalı, cunta mahkemelerinin adaletine sığınmalıdır! TİKP ve SP işte böyle bir parti anlayışının ürünü olarak piyasaya sürülmüş partilerdir.
Perinçek’in bugün muhalif görünmek için savurduğu laflara bakan ve onun geçmiş politik kariyerini bilmeyen okuyucu onun Stalin’i aşma çabalarını yorumlarken söylediklerini zorladığımız sanılabilirse de, yukarıdaki değerlendirme hiçbir zorlamaya dayanmamaktadır. Aydınlıkçı geleneğin tarihi ve bugünkü bulunduğu konum tam da böyledir.
D. Perinçek ve çevresi daha politik yaşama ayak attıkları 1960’lı yıllarda devrimi “asker-sivil-aydın zümre”ye havale edip, 1960 Anayasası’nı savunmakla ve bu Anayasa’nın sınırlarını aşan her eylemi “aşırı” ve “anarşistçe” bularak işe başlamışlardır. 1970 başlarında kurulan TİİKP (Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi” keskin sloganlar atan “yasadışı” ama yine de anayasacı bir partiydi. Ama o “sol” görünüş bile Perinçek’i fazlaca rahatsız ettiğinden yaşamındaki o kesitin lafını mümkün olduğu kadar az eder. Sonraki yıllarda TİKP ise, “Stalin’i aştığı”nın tipik ifadesidir. Ve isteyen herkesin bir günde parti üyesi olduğu bir partidir. Eylemi ise, bugün bile herkesin belleğinden silinmeyen, Perinçek’e pek rahatsız olduğu “ihbarcı” unvanını kazandıran, ama daha da önemlisi, onun emperyalistler ve en azgın gericilerle işbirliği ve ittifaklar arayan bir karşı devrimci olduğunu kanıtlayan pratiktir. TİKP, öyle bir şöhrete sahip olmuştur ki, Perinçek bile SP’yi kurarken bu partinin TİKP’in bir devamı olmadığını sık sık yinelemek zorunda kalmıştır. Dahası bugün pek çok SP’li, SP ile TİKP arasında hiç bir ilişki olmadığını, D. Perinçek’in bile değiştiğini savunup durmak zorunda kalmaktadır.
SP deneyine gelince; kurucuları ne kadar inkâr ederse etsin, ideolojik ve politik bakımdan bu parti TİKP’in bir devamıdır. Kuruluşu ve o günden bugüne gelen tutumuyla da bütün Marksist parti normlarını çiğneyen bir parti olarak şekillenmiştir. Kuruluş aşamasında Troçkistinden reformcusuna en kaşarlanmış revizyonistine kadar herkes bu partiye çağırılmıştır. Ama Perinçek ve TİKP’in şöhreti o kadar lekelidir ki, açıkça Marksizm’e karşı çıkanları bile toparlayamamıştır. Nitekim bütün Marksist değerleri lafta bile savunmayan SBP Perinçek’ten her gün birleşelim çağrısı alabilmektedir. Ya da en kaşarlanmış sendika bürokratı ya da eski ağalar bir günde SP’ye üye kaydedilmekte, bunlar SP’nin güçlenmesi olarak lanse edilebilmektedir.
Kısacası Perinçek’in fikir babası olarak kurulan partiler en temel Marksist parti normlarını ayaklar, altına alarak kurulmuş partilerdir. Bu partiler, sadece sosyalizmden nasibini almamakla da kalmamış, en küçük bir devrim kaygısı da taşımamışlar, taşımamaktadırlar.
Söylenenlerden açıkça anlaşılıyor ama bir kez daha yineleyelim. Her soydan devrim kaçkınının, canı isteyen herkesin üye olduğu bir parti, devrim gibi zorlu bir eylemde proletarya ve emekçilere nasıl önderlik edecek, devrimci eylemi nasıl gerçekleştirecektir sorusunun yanıtı yoktur Perinçek’te. Dahası devrim sözcüğü D. Perinçek’in literatüründe devrimci saflarda karışıklık çıkarmak için kullandığı istismar edilecek bir malzemeden ibarettir. Bunun en iyi kanıtı da, onun proletaryanın devrimci partisi olarak lanse ettiği şekilsiz, ancak devrimden vazgeçenlerin itibar ettiği, devrim yapma isteği ve yeteneğinden tümüyle yoksun partileridir. Bu türden bir partinin Stalinci olması elbette beklenemez. Çünkü Stalin demek dünyayı devrimci bir tarzda değiştirmek, devrim demektir. Burjuvazi ve bütün gericiliğin boy hedefi olması, düzenle bütünleşmeye yönelen Marksizm’den her tür sapmanın işe Stalin eleştirisi ve Stalin’den kopma öyküsüyle başlamasının nedeni de budur. Perinçek gibi, hiç bir zaman Stalin’i savunmamış olanların bile belirli dönemlerde, bazen devrimci lafazanlık arkasında bazen de açık bir biçimde, düşmanca tutum takınarak, Stalin’le bir ilişkilerinin olmadığı konusunda kitaplar yazmasının nedeni de budur.
Perinçek’in “Stalin’den Gorbaçov’a” adlı kitabını yazmasındaki amaç da, burjuvaziye Stalinci olmadığını bir kez daha anımsatmaktan ibarettir. Çünkü bunun anlamı, “Ben devrim vb. lafı etsem de aldırmayın, ben sizin düzeninizin savunucusuyum ve sizin demokrasinize renk katmaktan başka bir amacım yok.” demektir. Çünkü son yarım yüzyıldır kapitalizme karşı olmanın, dünyayı devrimci yoldan değiştirip değiştirmemenin mihenk taşı Stalin’de somutlanan parti ve devrim ilkelerini savunup savunmamaktır. Bu burjuvazi için olduğu kadar proletarya ve emekçiler için de böyledir. Girdiğin bataklıkta yolun açık olsun Bay Perinçek!

Mayıs 1992

Özelleştirme mi, devletleştirme mi? (2)

KİT SATIŞLARINI KİMLER HAZIRLADI?
Türkiye’deki özelleştirme için Ana Plan, Dünya Bankası finansmanı ile desteklenen Morgan Guaranty Trust Company of Newyork şirketi ile DPT arasında yapılan 5.8.1985 tarihli anlaşma ile yürürlüğe girmiştir. Morgan Guaranty KİT ile ilgili tüm araştırmalarını tamamlayarak, özelleştirme biçimleri hakkında politika ve taktik geliştirerek, 1986’da hükümete sunmuştur. Morgan Guaranty Bankası Başkan Yardımcısı Cengiz İsrafil, T. Özal tarafından 1985’te Başbakanlık Müsteşarlığı görevine çağrılır. Daha sonra TKKOİ’nin, özelleştirmeden sorumlu Başkan Yardımcılığı’na getirilir. Bu tarihten itibaren bazı önemsiz değişikliklerle bu plan yürürlüğe konmuştur.
KİT’lerin özelleştirilmesi ana planını Türkiye Sınaî ve Kalkınma Bankası, Sınaî Yatırım ve Kredi Bankası, Yatırım ve Finansman A.Ş. ve Price Waterhause/MUHAS ile Morgan Guaranty birlikte yürütmüşlerdir. Morgan Guaranty, DPT’ye olduğu gibi, KİT’lerin hisselerini toplu hisse alımları şeklinde değerlendiren bazı yabancı kuruluşlara da rapor hazırlamıştır. Örneğin THY AŞ’nin özelleştirilmesi nedeniyle Lozard Freres Co., Gübre Sanayi için ABD şirketi Arthur D. Little, çimento sanayi için Fransız Kem Metra Conseil International, tekstil sanayi için Boston Consultant (ABD) şirketlerine özel raporlar hazırlamıştır.
Bu özelleştirme planına göre 1985-88 yılları arasında kamuya ait yarım kalmış 11 tesis özelleştirilmiştir.
KİT ve KİT iştirakleri ve bağlı ortaklıklarından direk satışı yapılanlar şunlardır:
-Özelleştirilen KİT:
USAŞ, Uçak Servisi AŞ. (24 Ağustos 1989)
-Özelleştirilen KİT’e bağlı ortaklıklar ve iştirakler:
1- Manisa Yem
2- İsparta Yem,
3- Bilge Yem,
4- Bingöl Yem,
5- Ordu Soya Sanayi,
6- Bursa Soğuk Hava Depoları,
7- Samaş,
8- Yemta,
9- Teletaş (4 Mart 1988),
10- Ansan ve Meda (Ağustos 1988),
11- Aksaray Yem (1 Mayıs 1989),
12- Çorum Yem (1 Mayıs 1989),
13- Eskişehir Yem (1 Mayıs 1989),
14- Kayseri Yem (1 Mayıs 1989),
15- Afyon Çimento (9 Mayıs 1989),
16- Ankara Çimento (9 Mayıs 1989),
17- Balıkesir Çimento (9 Mayıs 1989),
18- Söke Çimento (9 Mayıs 1989),
19- Trakya Çimento (9 Mayıs 1989).
1990’da özelleştirileceği açıklananlar:
Petkim, Turban, Erdemir, Sümerbank ve Bankalar (Çaybank, Denizcilik Bankası, Etibank, Töbank).
Özelleştirmede şöyle bir mekanizma işliyor: Özelleştirme işlemi önce bu kapsama alınan KİT’lerin hisseleri TKKOİ tarafından satışa sunulmak üzere devralınıyor. Bu hisselerin değerini ise TKKOİ belirliyor. Satışı gerçekleşecek olan KİT veya bağlı kuruluşların değeri ise bu kuruluş tarafından gerçek değerinin çok altında belirleniyor. Örneğin USAŞ’ın satış değeri Morgan Guaranty tarafından 64 milyon dolar olarak belirlenmişti (bu miktar bile satışın yabancı sermaye yararına belirlendiği tartışma götürmeyecek kadar açıkken). USAŞ, SAS’a (İsveç Hava Yolları’na) peşin 14.450 milyon dolar, 5 yıllık vade ile 8.5 milyon dolar peşin ve bankadaki birikmiş sermayesi karşılığı toplam 27.9 milyon dolara satılıyor. 10 yıllık süre ile vergi sonrası kârının yüzde 21’ini TKKOİ’ye ödemesi sözleşmede yer alıyor. Örnekten de görüleceği gibi USAŞ’ın satışı Dünya Bankası’nın öngördüğü fiyattan bile daha ucuza SAS tarafından kapatılmıştır. Bu satışta SAS İsveç devletinin bir kamu kuruluşu olduğundan, bir Türk Kamu kuruluşu olan USAŞ bir yabancı devletin kamu kuruluşu haline getirilmektedir.
ÇİTOSAN’ın 5 çimento fabrikası, TKKOİ idaresi tarafından 256 milyar TL değer biçildiği halde, Fransız tekeli SÇF’ye 1 yıl vadeyle 195.8 milyar TL’ye satılmıştır.
Zarar etme gerekçesiyle satışa çıkarılan Boğaziçi Hava Taşımacılığı’nın satışı kamuoyundan ve basından gizlenerek gerçekleştirilmeye çalışılmışı. 7 milyon dolara satılmak istenen BHT’nin, bankada 6 milyon dolarlık dövizi ve 4 milyon dolarlık yedek parçası olduğu ortaya çıkmıştır. Devletin satıştaki yolsuzluklarının kamuoyunda ayyuka çıkması sonucu Özal hükümeti satıştan (el altından) vazgeçmek zorunda kaldı. Böylece, devlet yöneticilerinin “KİT’ler zarar ediyor, devlete yük oluyor” demagojileri, kamuoyu gözünde değer kaybederken, halkın tasarruflarıyla kurulan kamu şirketlerinin yabancılara peşkeş çekilmesine karşı da halktan tepkiler gelmeye başladı. Bu tepkilerin, bir bölümü geleneksel “baba devlet” ve devletçiliğe duyulan yakınlıktan olsa da, bu satışlar nedeniyle çalışanların işten atılmaları, ücretlerin düşük alması, sendikal haklarının gasp edilmesi vs. gibi pek çok nedenle satışlardan çalışanların zarar görmeleri nedeniyle geliştiği de bir diğer etkendir.
KİT Satışlarında Yerli-Yabancı Sermaye Dağılımı:
KİT satışlarında en büyük pay 266.8 milyar TL (toplam satışların %93.8’i) ile yabancı sermayeye (uluslararası tekellere) aittir.
Yerli sermayenin payı ise, 17.6 milyar TL ile sadece yüzde 6.2’dir.
Ülke kaynaklarının yabancılara peşkeş çekilmesi demek olan özelleştirmede hedef, ya doğrudan yabancı sermayeye, ya da yabancı sermaye ile ortaklık kurarak tekelleşmiş birkaç holdinge daha geniş, daha kolay ve denetimsiz, sorunsuz yatırım ve kâr olanakları sunmaktır.

ÖZELLEŞTİRMEDE AMAÇ ve SONUÇ İLİŞKİSİ:
Türkiye’de T.Özal’ın “Sosyal devlet ilkesi iflas etmiştir” sözüyle ifade edilen; devletin, çalışanların çalışma ve sosyal yaşamını güvence altına alma, herkese iş ve sosyal-siyasal özgürlük tanıma görevlerinin sözde bile rafa kaldırılmasına paralel olarak özelleştirme programına ağırlık verilmiştir. Emekçilerin alın terinin sömürülmesiyle kurulan kamu kurumu ve kuruluşlarının özele ve uluslararası sermayeye devir ve satışı olan özelleştirme, aslında ne Özal’ın ne de onun harika ekonomicilerinin bir icadı değildir. Tersine, İMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist sermaye mihraklarının dayattığı, günümüzde de “yeni ekonomik dünya sistemine” uyum sağlamaya yönelik bir programı içermektedir.

ÖZELLEŞTİRME PROGRAMININ NEDENLERİ:
DPT tarafından açıklanan biçimiyle; Özelleştirme Ana Planı’nın özel amaçları;
“Pazar güçlerinin ekonomiyi geliştirmesini sağlama.”
“Üretkenliği ve verimliliği artırma.”
“Mal ve hizmetlerin kalitesini, miktarını ve çeşidini artırma.”
“Hisse sahipliğini yaygınlaştırma” ve “Sermaye piyasasının gelişmesini hızlandırma.
“KİT’e hazine desteğini en aza indirgeme.”
“KİT tarafından uygulanan tekelci fiyatlandırmayı ve dolaylı vergileri azaltma”dır.
Sırasıyla değinecek olursak; pazar güçlerinin, yani yabancı sermaye ve teknoloji transferinin, emperyalizme bağımlı hangi ülkede ekonomiyi geliştirdiğine bakmak gerekiyor. Bunun en iyi kanıtını TC’de 80 sonrası ihracata yönelik dış borç açığını kapama politikasının olumsuz eğrisi göstermektedir. Tarımsal ihraç mallarındaki artışa karşın sürekli düşüş gösteren hasılat (döviz girdisi) eğrisi, dış ticaretin giderek büyüyen hızda açık vermesini getirmekte: Örneğin; 1981-82 pamuk ihracatında miktar yüzde 5,3 artarken, sağlanan döviz geliri yüzde 14,2 azalmıştır. Kuru üzüm ihracat miktarı yüzde 1,5 artarken, sağlanan döviz geliri yüzde 20,3 oranında azalmıştır. Aynı biçimde 81’den 82’ye fındık ihracatı miktarı yüzde 11,1 oranında artarken, sağlanan döviz geliri yüzde 20,2 oranında azalmıştır.
Pazar ekonomisinin göklere çıkarıldığı 80 sonrası ihracattaki artışla döviz girdileri arasındaki bu ters orantılı gelişim, Türkiye’nin değil bu ekonomiyi empoze eden emperyalist sermaye çevrelerinin işine yaradığını açıkça göstermektedir. Kaldı ki bu olgu Türkiye’ye has bir durum da değildir. Latin Amerika ülkeleri başta olmak üzere pek çok geri kalmış ülke, uzun yıllardır “pazar ekonomisi”nin pençesinde olmalarına karşın Türkiye ile aynı, sürekli büyüyen dış ticaret açığı ile karşı karşıyadırlar. Bütün çabalarıyla ihracatlarını artırmaya, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını, ellerindeki avuçlarındaki her şeyi emperyalist tekellere satarlar; ama sonuç, sürekli artan borçtan ibarettir.
Dahası bu ülkelerde “serbest piyasa ekonomisi”ne geçilmesiyle birlikte dış ticaret hadlerinin (gümrüklerin) düşünülmesi, iç pazarda kendi dinamiği ile rekabet edebilen yerli firmaların ayakla kalma olanaklarını da ortadan kaldırıyor. Yabancı firmalarla rekabet etmekten ya da yok olmaktan başka çareleri kalmayan “yerli” şirketler ya da KİT’ler için yabancı sermaye ile birleşmek ya da “ekonomiye yük” olmaktan başka bir yol kalmıyor. Fiyatlar dolara bağlanmış ve TL sürekli olarak değer kaybetmek zorundadır. Bu durumda ihracat artsa bile elde edilen dolar göreli olarak azaldığından dış ticaret açığı sürekli artma eğilimi içinde olmaktadır.
1980’den itibaren “ihracatın artmasıyla” övünen hükümetler, artan dış ve iç borçları ödemek için KİT satışlarına bir an önce başvurmak zorunda kaldılar. 83’teki 29 Aralık kararnamesi ile uygulanmaya konan özelleştirme programı, IMF’nin borçları kapatma zorunluluğu dayatması sonucu yürürlüğe girmiştir. Dış ticaret açığının sürekli büyümesi, borç kapatma olanağı bulamayan hükümetleri “milli ekonomi”nin kurumları olan KİT’leri pazarlamak zorunda bırakılmıştı. Böylece, yerli ürünlerin yok pahasına kapatılması demek olan, ihracat kotalarının başta ABD olmak üzere yabancı ülkeler tarafından belirlenmesi, aynı zamanda dolar, DM- FF- Yen gibi dünya para piyasasını belirleyen paraları karşısında sürekli düşüş gösteren TL değerinin her gün erimesi dış borçlarının her gün reel değer artışına neden olmaktadır. Bu nedenlerle giderek büyüyen dış borç açığının kapatılabilmesi için tarıma ve yeraltı zenginliklerine dayalı üretimin örgütlendiği KİT’lerin, yabancı sermayeye satılmasına 6. Beş Yıllık Kalkınma Planı’yla geçilmektedir (90-94). Oysa hükümet programında ve 5. Beş Yıllık Kalkınma Programı’nda özelleştirme planı olarak “sınaî mülkiyetin tabana yayılması” ve “sermaye piyasasını gelişimini sağlama” amacı taşıdığı belirtiliyordu. (3291 sayılı yasa, 28.5.1986 tarihli) Yani 5. Beş Yıllık Plan’da KİT’lere iştirak ve ortaklıkların, “hisse senedi satımı” ile halka açılacağını, yabancılara satışa izin verilmeyeceğini belirtiyor. Blok satışa ilişkin bir yöntemden bahsetmiyor.
6. Beş Yıllık Kalkınma Planı’na göre ise; özelleştirmenin yabancı sermaye girişlerini artırmak amacına yönelik olarak, bir kısım KİT’lerin yabancı sermayeye blok satışının gerçekleştirilmesi ve satış görüşmeleri el altından sürdürülmektedir. Hükümet, 6. Beş Yıllık Plan’da ne yatırım açısından, ne de verimliliği ile ilgili düzenleme görülüyor: 95 yılı sonunda satış işlemleri tamamlanmak isteniyor. KİT satışlarına karşı kamu muhalefetini uygun bir propaganda ile yumuşatarak, gerekliliği üzerine vaazlar verip, halkın geniş bir kesimini bu propaganda ile etki altına aldıktan sonra direk satışları gerçekleştirme süreci benimseniyor.
SHP Genel Sekreteri Cevdet Selvi, “Stratejik KİT’ler yabancılara verilemez”, “Bağımsızlık ‘Yok’tur imajına karşıyız” demagojisi arkasında stratejik önemi olmayan KİT’lerin satışına gönülden rıza gösteren bir tavra giriyor, 22.3.1992 tarihli Tercüman gazetesine bir demeç veren C. Selvi, “Devletçilik (Altıoktan biri) tabii eskisi gibi olamaz, ama işte Güneydoğu Anadolu’nun yatırımları için şimdi devlet devreye giriyor.” denmesine karşılık, C. Selvi, “Bizim devletçiliğe bakış açımız çağdaş bir niteliktedir. Öyle katı bir devletçilik değil. Tüzük ve programında geçmiş yılların devletçilik anlayışı zaten yok. Biz, hasta olan vatandaşın, okula gidemeyen gencin, çocuğun, işsizin yanında devleti görmek ister. Özel sektörün değişik nedenlerle ulaşamadığı (yatırım riski açısından), ülkenin en ücra yerine ulaşabilecek, orada İnsanın onurlu bir biçimde çalışabileceği, yatırımları sağlayabileceği bir devlet istiyoruz.” diye yanıtlıyor. Özelleştirmenin getirdiği sosyal yaşamın sonuçları, ekonomik ve siyasi bağımlılığın SHP için önemine değin ilginç bir açıklama örneği.
Buna ek olarak İTO eski Başkanı Hadi Türkmen, KİT’lerin tek bir şirkete satılması halinde dedikoduların önlenemeyeceği, KİT’lerin özelleştirilmesini, yabancı şirketlere veya ülkemizdeki bir holdinge satılmasını kastetmiyorum. Ben ‘KİT’leri kitleselleştirelim” diyorum. Yani çalışanların veya KİT’in bulunduğu bölge sakinlerine satışı gerçekleşsin” diyordu. ” ( 14 Mart 92 tarihli Tercüman).
TÜSİAD, İSO, DPT ve hükümet çevrelerinin hemen hepsi, ekonominin kamburu olarak lanse ettikleri KİT’lerin satışını mazur gösterecek nedenler içinde, KİT’lerin sürekli zarar eden, verimsiz kuruluşlar olduğunun propagandasını yayıyorlar. Oysa, eski Ulaştırma Bakanı Prof. Mustafa Aysan, “KİT’ler ekonominin kamburu değil” diyor. Özelleştirmeye karşı olamamakla birlikte, gerekçe olarak getirilen verimsizlik, fazla istihdam sorunlarını çözmenin yönetim ve devlet politikalarındaki düzensizliğe bağlayan Prof. M. Aysan, “Türkiye’de özelleştirme çalışmaları konusunda 1963’te ilk araştırmaları ben yaptım” diyor. “KİT’lerde bugünkü fazla istihdamı hiç işçi çıkarmadan, yeni iş alanları yaratarak kara geçirme olanağı vardır… 1983-84-85 yıllarında devletin verdiği yatırım görevinin tümünü (yüzde 100) KİT’ler finanse etmişti. KİT’ler 36 tane büyük devlet kuruluşudur. Bu 36 kurumun toplu olarak yaptığı yatırımlar son 10 yılda Türkiye’de toplam yatırımın yüzde 25-33’ü gerçekleştirmiştir. KİT’ler, milli gelirin yüzde 10’una sahipken, yüzde 30’a varan bir oranda yüksek bir yatırım payı gerçekleştirmiştir. Sanayide çalışan işgücünün yüzde 25’i, KİT’lerde istihdam edilmektedir. Fazla istihdam özel sektörde de vardır. Bugün devletin istihdam ve işsizlik problemi vardır. Bir yılda 1 milyon 300.000 kişi istihdam alanına giriyor. Bunlardan sadece 300.000’i için istihdam sağlanabiliyor. Örneğin; Zonguldak’ta 4.000 kişinin bordrolarda imzası atılarak çalışmadan maaş almalarına göz yumuluyor. Politik bir sorun bu… “

ISO 500 Büyük Firmada Kamu-Ozel Katma Değer Payları
(Cari fiyatlarla Milyar TL)
1982    1983        1984        1985        1986        1987        1988
Kamu        430,8     419,1          824,9       1.445,9        2.949,6     4.544.5     8.330,8
Özel        502,3     652,0        1.053,5       1.545,1        2.619,4     4.534,5     7.771,4
Toplam    933,1     1.071,1     1.878,4     2.951,0     5.569,0     9.079,0     16.102,2

Sabit fiyatlarla
kamu payı (%) 46     40         45         48         55         57         59

Sabit fiyatlarla artış endeksi
Kamu        100    75        102        123         196         248         257
Özel         100      98        108         113         141         174         169
Toplam    100     87        105        117        165         201         202
KAYNAK: İSO

KİT’lerde, söylenilenin tersine verimlilik azalmamış her yıl artış göstermişti: İSO’nun yaptığı 500 büyük işletme arasından satış hâsılatı, yarattığı katma değer, ihracat ve kâr artışları değerlendirmesinde Pet-Kim Aliağa Rafinerisi 1977’de 14. sıradan 1988’de 8. sıraya yükselmiştir. Satış hâsılatı 1987’den 1988’e Alpet’de yüzde 154 artarken ihracat yüzde 446 oranında artış göstermiştir ki, Türk Ekonomi Bankası’nca hazırlanan Pet-Kim tanıtma broşüründe Alpet’in brüt kâr artışı yüzde 309, Yarpet’in yüzde 174 olmuştur.
Aynı biçimde özelleştirme kapsamına 1987’de alınan Sümerbank yönetimi TKKOİ’ye devredilip, yeni adı “Sümerbank Holding AŞ” olarak değiştirildi. Sümerbank özelleştirilme çalışmalarına katılan yerli ve yabancı firmalara 8 milyar TL. harcandığı günlük basına yansıdı. Verimliliği ile ilgili verileri Sümerbank’a bağlı 18 firma için şöyle verilebilir. (Küçük tablo)

Ürün Satış Hâsılatı     Artış(%)     İhracat     Artış(%)
1986  247 milyar TL     —         30 milyar TL     —
1987  398 milyar TL    61        56 milyar TL    87
1988  680 milyar TL    71        94 milyar TL    68

11.9.1987’de özelleştirilmesine karar verilen Pet-Kim (Yarpet-Alpet-Petlas) için 20 uluslararası tekel ve 8 yerli tekel başvuru yapmıştır. Petrol ürünleri alanında 4.000 işletmeye hammadde sağlayan Pet-Kim, petrol alanında yerli tekel durumundadır. Satışla birlikte büyük bir zararı göze alan hükümetler, sendikalar odalar ve siyasi parti ve üniversitelerden, aydınlardan gelen tepkiler sonucu satışı bir çırpıda gerçekleştirememiş, ama satış hazırlıklarını sürdürmektedirler.
Sümerbank’a bağlı tüm firmaları içeren genel satış hasılatı ve ihracattaki artış, giderek büyüme göstermektedir.
Diğer özelleştirme kapsamına alınan Kirlerdeki verimliliğin de, özel şirketlerle karşılaştırıldığında, yüksek bir artış kaydettiği; ihracat geliri ve satış hâsılatı açısından Türkiye ekonomisine önemli bir yere sahip olduğu görülür, İstanbul Sanayi Odası’nın 500 büyük firmada katma değer paylarının özel ve kamudaki artışlarına ilişkin araştırmasına göre katma değer payının daha büyük olduğu görülür.
Rakamlar incelendiğinde, kamunun verimliliğinin, özele göre daha fazla olduğu görülür. Kaldı ki, İSO’nun yapmış olduğu 500 büyük firma arasında 95 KİT bulunmaktadır. Yani 95 KİT’in 1988 yılındaki bilânço karı, toplam 1 trilyon 613 milyar lira iken, 405 özel firmanın karı, aynı yıl 2 trilyon 494 milyar liradır. 95 KİT’in 405 özel şirket ” karına yakın kar etmesi verimsizliğiyle ilgili propagandanın ne kadar gerçekçi olduğunu göstermektedir.
KİT’ler, satış hâsılatı, karları, ödedikleri vergiler, ihracat girdileri, çalışan başına düşen emek verimliliği, imalat sanayisindeki katma değer payları, yatırım sermayeleri açısından özel sektöre göre ülke ekonomisinin genel çıkarlarına daha uygun olduğu tüm araştırma sonuçlarından ortaya çıkar. KİT’ler, karlılığı bir yana, toplumsal yararlılık açısından da ülke ekonomisine daha yararlı kuruluşlardır. KİT’ler konusundaki hükümetlerin olumsuz propagandaları içinde, “kamu yararı” hakkında hiç söz edilmez ya da yok farz edilir. Bu propagandaların tümünün, KİT satışlarını kamuoyunda, mazur gösterme çabalarından başka bir amacı yoktur.
KİT’leri özelleştirmenin diğer bir dayanağı da “kitleselleşme”, “mülkiyetin tabana yayılması” amacıdır. Bu nedenle özelleştirilmesi planlanan KİT’lerin hisse senetleri borsaya sürülerek, spekülasyon yoluyla, işçi ve emekçilerin birikmiş paraları da ellerinden alınmakta ve bireyci mülkiyet duygularının arttırılması teşvik edilmektedir. Böylece sermaye çevrelerinin çalışanların, ücretlerinden biraz daha kırpmaları ve borsada bu yoldan zenginlerin türemesine yol açan bir toplumsal yıkım dönemi başlamaktadır.
“KİT’lerin devlete zararı olduğu ve bu kurumların yol açtığı harcamaların, devlet bütçesi açıklarının nedeni olduğu” iddia edilmektedir. Oysa devlet, bütçe açığının en önemli nedenlerinden biri, yasal ya da yasal olmayan yollardan, banka ve büyük sanayi kuruluşlarının vergi kaçırmasıdır. Sadece kurumlar vergisi istisnaları, devlet tahvillerinden elde edilen gelirlerin vergi dışı tutulması ile oluşan vergi kaybı, 1991 yılında, 17 trilyon TL. yi bulmuştur. Vergi kaçırma ve vergi affı bekleyen vergi borçları toplamı ise aynı yıl 15 trilyon TL’dir. Her iki vergi kaybı toplamı ise aynı yıl bütçe açığından fazladır. Kaldı ki, vergi kaçakları dışında devlet bütçesini soyup soğana çeviren “batık kredi zenginleri”, başlı başına bir araştırma konusudur. Diğer bir soygun biçimi de bir şirketin ithal ettiği bir malı tekrar ihraç ederek ihracat primi (vergi iadesi) alma yoludur. Sermaye çevrelerinin bin bir yolla soydukları devlet kasasının açığı sorunu, KİT satışına fatura edilmektedir.
KİT satışlarının asıl ekonomik nedeni ise; KİT’lerin, emperyalist tekellerin yağmasına izin verilerek bütçe açıklarını, iç-dış borçlanmayı karşılamak, dolayısıyla işçi ve emekçilerin daha fazla sömürülebilmesinin olanaklarını artırmaktır. Devlet İMF ve Dünya Bankası tarafından dayatılan ve tabii Türk tekelci burjuvazisi tarafından da desteklenen bu uygulamayla, ulusal bir sanayi için temel olabilecek KİT’leri tasfiyeye yönelmiştir.

ÖZELLEŞTİRMENİN ORTAYA ÇIKARDIĞI SONUÇLAR
Devlet kurumlarının çoğunluğu “yerli” yabancı uluslararası tekellere satışı, geleceğe yönelik ekonomik ve siyasi sorunların yanı sıra çok boyutlu sosyal sorunları beraberinde getirmektedir. Bu sorunları kısacı altı başlık altında toplayabiliriz.
1- Emperyalizme entegrasyonun genişletilmesi. Ülkemiz halkının belli başlı temel mal ve hizmetlerinin üretildiği KİT kuruluşları yatırım sermayeleri bakımından çok yüksek ve geniş bir emekçi kitlesini barındırması açısından küçük, sermayeye sahip şirketlerin ve küçük tasarruf sahiplerinin alamayacağı bir değerdedir. Bu nedenle KİT satışlarında akla hemen uluslararası tekeller, ya da bu tekellerin mali olanaklarıyla birleşebilecek şirketler gelir. Bu şirketler ise, ülkemizde ancak uluslararası tekellerin işbirlikçisi durumundaki holdingler olabilir. Türkiye’de bu tür holdinglerin sayısı çok siniridir. Onlarda, yine dış tekeller adına bu büyük yatırıma girişebilirler. Satış işleminde araştırma ve inceleme olanakları açısından bile, yerli tekeller yabancı tekellerle rekabet gücüne sahip değildir. Böylece KİT satışları ülkemiz üretici güçlerinin yabancı tekellere yok pahasına satılmasını ve heba edilmesini getirecektir. Bu da ekonomik olarak emperyalist bağımlılığı daha çok artıracak ve tüm pazarların denetiminde uluslararası tekellere daha geniş kontrol olanakları sunacaktır.
2- “Sosyal devlet” olgusu ortadan kalkacaktır. Son yarım yüz yıldır kapitalistlerin iddialarından birisi de, kapitalist devletin artık sosyalleştiği, sadece sermayenin değil emekçilerin de çıkarlarını gözeten bir nitelik kazandığıydı. Buna gerekçe olarak da, sosyal yardım kurumlarına ayrılan fonların artırılmasını, eğitim sağlık, ulaşım vb. alanlardaki gelişmeleri gösteriyorlardı. Temel üretim alanlarında devletin yatırımları da bu iddiaların bir diğer dayanağıydı. Ama kapitalizm karşısında sosyalizmin somut bir seçenek olmaktan çıkmasından bu yana, sosyal yardımlardaki düşmeye paralel olarak devletin sanayi yatırımlarından çekilmesi gerekliği tezi bütün belli başlı burjuva partilerinin başlıca politikası olmuştur. KİT’lerin tasfiyeye yönelinmesi de bu, devletin “sosyal” niteliğini kaldırma girişiminin bir parçasıdır.
Burjuva yasalarına göre bile olsa; devletin, halkın yaşama, çalışma, örgütlenme, güvenlik, vs. haklarını sağlamak ve korumakla görevli olduğu ve tüm haklarında vatandaşlara eşit olanaklar sunma ilkesi “sosyal devlet” ilkesine denk düşer. Elbette ki bu tanım özünde bir göz boyamadır. Ama şu da bir gerçektir ki, devlet işletmelerindeki işçiler özel sektöre göre daha çok iş ve çalışma güvencesine sahiptir. Örneğin, kamu veya devlet kurumlarında işsizlik sorunu fazla işçi istihdam edilmek üzere çözülmeye çalışılmış, sigorta ve sendika hakları “güvence” altına alınmıştır. Son yıllara kadar kamu kurumlarında işçi çıkarmalar istisnalar dışında olmamıştır. KİT’lerde işçi tensikatı geleneksel bir biçimde yapılması olanaksız olarak görülmektedir. Özelleştirme programına alınan KİT’lerde bile işçi atılmasında güçlüklerle karşılaşılmaktadır. KİT çalışanlarının son yıllarda, toplu sözleşmelerde aldıkları zamlar, geniş kitlesinin grev ve direniş gücünden dolayı, özel şirketlerin imzaladıkları sözleşmelere kıyasla daha yüksek olmaktadır. “Satışı planlanan ve emperyalist tekellere devredilecek KİT’lerin verimliliğini artırmak bahanesiyle taşeron işçiliği, geçici işçilik, kapsam dışı çalışan olmak üzere sendikasız ve sigortasız işçi çalıştırma yöntemleri geliştirilmiştir. KİT’in çalışan kitlesinin geniş tabanı müteahhit firmalar yoluyla bölünerek sendikal hakları gasp edilmeye çalışılıyor. Örneğin Petlas’ta çalışan 1500 işçiden 215’i kapsam içi ve sendikalı olmakla birlikte, yaklaşık 180-200 kadarı kapsam dışı ve geri kalanı her türlü sömürü ve baskıya açık bırakılan taşeron işçisidir. Taşeron işçileri sendikaya üye olur olmaz, çeşitli baskılarla istifa etmeye zorlanmıştır. Bu nedenle işten atılmalar olmuş, direnişle sendikal haklar ve atılan işçiler geri alınmıştır.
Türkiye’de yaklaşık 1.5 milyon işyeri olmasına karşın, sigortalı işyeri sayısı 1990’da 500 bin civarındadır. 15 milyon aktif çalışana karşın 3,5 milyon sigortalı işçi vardır. Sağlık önlemleri korkunç boyutlarda geridir. Her geçen gün de sigorta ve sağlık hizmetlerinde gerileme gözlenmektedir. Kadın ve çocukların çalıştığı işyerleri sayısı hızla artarken, kadın-erkek ücret farklılıklarında da artış oranı yükselmektedir. Son yıllardaki bu gelişmeler burjuvazinin övündüğü “sosyal devlet ilkesi”yle ters düşen girişimi açıkça ortaya koyar.
3- İşçi ve emekçilerin sosyal, siyasal ve ekonomik haklarının gaspına yönelik uygulamalar:
Özelleştirme öncesi KİT’lerde tüm işçiler sigortalı, sendikalı, memurlar da Emekli Sandığı’na bağlı durumda idiler. Özelleştirme programıyla birlikte müteahhit işçiliği, sözleşmeli personel yaygınlaştırılarak sigorta ve sendikal hakları askıya alınan KİT çalışanları hızla artmaya başladı. Geçici işçilik kapsam dışı personel, mevsimlik işçilik statüleri ile işçi alımı hızla artmaya başladı. Grev yasağı kapsamı genişletildi. KİT yönetim kurullarında işçi üyeliğine son verildi. Daha önce kamu işçileri, özel şirket işçilerine görece daha yaygın sendikalaşma oranına ve toplu pazarlık açısından daha geniş bir kitlevi güce sahip olduklarından yüksek ücret ve sosyal haklar elde etme şansına sahiptiler. Bu nedenle kamu çalışanları, ücret ve sosyal hak elde etmedeki avantajları açısından, hükümetin düşük ücret politikası karşısında direnme, mücadele yeteneği ve olanaklarına sahipti. Özelleştirme programı ve bunun sonucu müteahhitlik uygulaması ile kamu işçisinin bu olanakları ellerinden alınması ve güçleri bölünmeye çalışılmakladır. Bu bağlamda bir örnek olarak TEK’teki uygulamayı çerçeve olarak sunuyoruz,
4- Sendikasızlaştırma: İşçi sınıfının burjuvazi karşısında sosyal, siyasal ve ekonomik haklarını korumasının en önemli araçlarından biri sendikalardır. Örgütlenme ve haklarını almada, mülk sahibi sınıflar karşısında pazarlık yapabilme olanağı sağladıkları sendikaları ile işçiler, sınıfsal çıkarlarını ortak bir çatı altında birleştirebilir ve güçlenebilirler. Yoksa haklarını almak için hiçbir dayanakları kalmaz. Sermayenin gücü karşısında işçinin tek tek hiçbir yaptırım olanağı olamayacağı gibi, yaşamları hakkında da karar verme inisiyatifleri yok olur. Bu nedenle kapitalistin en büyük hedefi sendikasız işçi çalıştırmaktır. Özelleştirme kapsamına alınan KİT’lerde de hükümet, bu hedefine ulaşmak için taşeron işçiliği ve diğer uygulamalarla istihdamı genişletmektedir.
Müteahhit şirketler yoluyla işçi istihdamı, özel şirketin sahibi müteahhit ile işçi arasında yapılan iki kişilik sözleşme ile gerçekleşmektedir. 1.11.1988 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan kararnameye göre; bu sözleşmenin esasları, esas işverenle sendika arasında yapılan TİS şartlarından düşük olmamasını öngörür. Buna rağmen, hiçbir taşeron sözleşme yaptığı işçiye TİS’e göre ücret vermez, genelde yarısını verir. Tüm kamu kurumlarında 84-85’lerden bu yana daimi işçi alınmamış, ayrılan ya da emekli olan işçilerin yerine taşeron işçisi alınmıştır.
1980’de KİT’lerde sendikalaşan işçi oranı % 70,6 iken, 1989’da bu oran % 55,9’a düşmüştür.
1989 yılında, Türk-İş’e bağlı sendikaların 870 bin üyesi kamu kurumlarında çalışmaktadır. Türk-İş’e bağlı toplam üye sayısı ise, 1 milyon 421 bin 257’dir. Böylece Türk-İş üyelerinin % 61,2’si kamu işçisidir. Oysa SSK’lı işçilerin aynı yıl % 28,2’si kamu işçisidir. Buna göre, özel kesimde sendikalaşma oldukça düşük olduğu halde, kamuda % 90’lara varmakladır. (Türk-iş içindeki 32 sendika içinde)
İmalat sanayi anketlerinde, KİT’lerde ücretin payı,1979′ da %Î9,7 iken, 1985′ de % 6,3′ c düşmüştür. Sendikalaşma oranındaki düşüşe paralel olarak işçi ücretlerinde de düşüş gözlenmektedir. Son yıllarda kamuda, TİS ile artan ücretler; özel sektörü de ücret artışları konusunda zorlarken, KİT’lerin özelleştirme yöntemleriyle, özel kesim de rahatlama dönemine girmiştir. Sendikaların kamu işyerlerindeki tabanlarının kan kaybetmeleri giderek sosyal bir güç olma konumlarının da törpülenmesine yol açmaktadır. Bu da giderek TİS’lerdeki rasyonel yaptırım gücünü olumsuz yönde etkilemektedir. Bu kan kaybının, 1995’lere dek % 50+1’in altına düşürülmesi, TİS haklarını kaybetmesi, hükümetin hedefleri arasındadır. Bu da kamu işçilerinin örgütlenme sorununda yeni alternatifler geliştirebilmeleri olgusunu dayatmaktadır.
5-Özelleştirmenin sonuçlarından biri de; emekçilerin gücünü parçalamaktır: Emperyalist burjuva rüzgârlarının Avrupa’dan sürükleyip ülkemize getirdiği “özelleştirme” “serbest rekabet” “bireycilik” ideolojileri, burjuvaziyi bütünleştirmeyi hedeflerken, tüm emekçileri küçük parçalara bölmeyi amaçlıyor. Başta işçi sınıfı içinde olmak üzere, tüm emekçi kesimlerinde farklı ücret politikaları farklı sosyal katmanlar, farklı çıkarlara sahip rekabetçi gurup ve çevreler yaratıp, emekçilerin ve işçilerin ortak sınıf çıkarları etrafında birleşmesini engelleyen bir ortam amaçlıyor. Emeğe duyulan saygı ve insanların alın teri ile kazanması ve yaşaması, yardım ve fedakârlık ruhu gibi “sosyal insan” olma özellikleri küçümseniyor; yalnız ve toplumdan soyutlanmış bireyler yaratılıyor. “Herkesin zengin olabileceği”, “kendinden başka kimseyi düşünmediğinde rahat edebileceği” propagandası arkasında bireycilik yaygınlaştırılırken, emekçilerin ortak çıkarları etrafında örgütlenmelerini ağır yasal engellerle de ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Hemşerilik yaygınlaştırılarak illere göre insanlar arasından ayırım, Kürt-Türk, Alevi-Sünni, kadın-erkek, geçici işçi-daimi işçi, kamu işçisi özel işçi, arabalı-arabasız olmak üzere toplumda suni ayrımlar artarak güçlendiriliyor. Dürüst ve namuslu yaşam seçenlere “kapitalist insan” mantığı ile hor bakılan yoz bir toplum oluşturuluyor. Böylesine parçalanmış bir toplumun, sosyalizmin değerlerine sahip çıkamayacağı, böylece emperyalist tekellerin çıkarlarına karşı zararsız hale getirileceği varsayılıyor.
6-Üretimde halkın ihtiyaçları ve ekonomik çıkarları değil, tamamen kâr amacı güdülmesi: KİT’ler genelde, hiç olmazsa kuruluş amaçları bakımından, halkın temel mal ve ihtiyaçlarının giderilmesi için üretim yapan nitelikten, milli varlıkların yeraltı ve yerüstü zenginliklerin işlendiği ürünlerin tekeli konumundan çıkarılıp, sadece kâr amacı güden işletmeler haline getiriliyor. Tütün, çimento, çelik, petrol, alüminyum, taşıma, ulaştırma, haberleşme, yiyecek, giyecek, yakacak, su, elektrik gibi temel ihtiyaçların üretimi ve halka ucuza satılması gibi toplumsal görevler üstlenmiş devlet işletmeciliği zaten iyice azalmış olan KİT’lerin toplumsal anlamı özelleştirme ile tümüyle yok edilecektir. Emperyalist tekellerin kar hırsı tüm ekonomik yapılanmalarda sosyal çıkarları değil, “serbest pazar ekonomisi” yani halkın ihtiyaçları için değil kar için meta üretimini merkezine koyacaktır. Bu da kapitalist sistemin çelişkilerinin daha da derinleşmesinde, emekçilerle kapitalist devlet arasındaki bağların kopmasında önemli bir etken olacaktır.
Bir yandan işsizlik ve düşük ücretle eleman çalıştırmanın getireceği alım gücü düşüşü, diğer yandan pahalı ve lüks mal üretiminin artışı; pazar ekonomisinin giderek alan daralması sonucu krizini derinleştirecektir. Krizin boyutlarındaki artış toplumsal sorunları daha da arttırarak sosyal patlamalara zemin hazırlayacaktır. Can çekişme döneminin sonuna gelmiş bulunan emperyalist-kapitalist sistem, iç çelişkilerinin artışı karşısında çaresizlik ve bocalama içine hızla çekilmekte, yoksullaşma sürecini hızla yaşayan emekçi kitlelerle, emperyalist burjuvazi arasındaki çelişki de her gün keskinleşmektedir. Avrupa ülkelerinde, Kanada’da, ABD’de özelleşme karşısında gelişen işçi eylemlerine, Türkiye’de de Toros Gübre, Petlas, Petkim, ERDEMİR, İzmir, Adana, Seyhan ve İstanbul’un bazı ilçe belediyelerinde (Kartal, Kâğıthane) gelişen direnişler eşlik etmektedir.
Direniş yapılan işletmelerin çoğunda, taşeron işçileri sendikalaşma ve işten atılmaları önleme bazında başarılı olmuşlardır. Kamu kuruluşu durumunda olan belediyelerin hepsinde yaygınlaştırman taşeron işçiliğine karşı (özelleştirmeye karşı) eylemlere gidildi. Eylemler bugünkü boyutuyla yerel ve ekonomik çıkarlarla sınırlıdır. Ama giderek bu temelin genişleyip kapitalizmi ve emperyalizmi hedef almasının da bütün ön koşulları vardır.
Özelleştirme, uzunca bir zamandan beri tartışılıyor. Özelleştirmeyi cazip hale getirmek için devlet pek çok önlemler alıyor. Ama özelleştirilen kuruluşların sayıları ve boyutlarına bakıldığında henüz işin başında olunduğu da bir gerçektir. Bu yüzden de özelleştirmenin engellenmesi için geç kalınmış sayılamaz. Özellikle sendikalar, kendi üstlerine düşeni yaparlarsa, (sendikaların bilinen özellikleri göz önüne alındığında bu görev doğrudan ileri işçilerin omuzlarına yüklenir) kamu kuruluşlarının emperyalistlere yok pahasına satılmasını önleyecek işçi ve kamuoyu desteğini toplayabilirler.
Elbette ki, kapitalist bir sistem içinde bir kuruluşun özel ya da kamu kuruluşu olmasının sistemi etkileyen bir özelliği yoktur. Ama işçi haklarının korunması, emperyalist sermayenin ülke içinde güçlenmesinin önlenmesi ve ulusal bir sanayi kurmanın zemini olma bakımından elverişli olanaklar sunan kamu kuruluşlarının özelleştirilmesine karşı çıkmak anti-emperyalist olmanın da bir koşuludur. Özellikle bugün olduğu gibi özelleştirme, emperyalist yeni dünya düzeninin ideolojik ve ekonomi-politik bir silahı ise bu anti-emperyalist görev daha da önem kazanır.

Mayıs 1992

EK:

ÖZELLEŞTİRMEDE “TEK”
Bir ürünün kamu yararına mı, yoksa sermaye çevrelerinin yararına mı üretileceği tartışmalarının ortasında bir Bakanlar Kurulu Kararı yayınlanmıştır. 25 Ekim 1991. Bu kararda, 8 ilin elektrik dağıtımı özel şirketlere verilmiş, düne kadar, “kamu yararına” üretilen bir meta, 30 yıllık sözleşmelerle özel sermaye şirketlerinin denetimine geçmiş ve dolayısıyla “kamusal” niteliğini kaybetmiştir. Bundan böyle özel şirketler, elektrik fiyatları üzerinde istedikleri denetimi kurabilecek, TEK’ten aldığı elektriği istedikleri şirketlere devredebileceklerdir. Tüm kamu, yani toplum çıkarları bu uygulamayla iktidar sahiplerinin tanıdık çevrelerinin karı adına hiçe sayılıyor. Ama olayın asıl ilginç ve şaşırtıcı yanı, yıllardır 657 sayılı devlet memurları ve kamu işçisi olarak görev yapan çalışanların kendilerine sorulmadan, bir hükümet kararıyla bir günde, özel şirketin kılıcı altına girmiş olduğunu görmeleridir. Çalışanların TİS, iş güvencesi, emekli aylığı, ikramiye ve kıdem tazminatları bir anda iptal edilmiş, yıllardır “güvencede” olduğunu hissettikleri emekleri, özel şirket patronlarının insafına ve çıkarına bırakılmıştır. Toplusözleşmeyle aldıkları tüm hakları bir anda rafa kaldırılmıştır. İşçilerin, yeni patronlarının dayatacağı ücret bordosuna istemese de imza atmak, ya da ceketini alıp işyerini terk etmekten başka seçenekleri kalmamıştır. Bu arada TİS haklarını kaybetmeleri sonucu, sendikacıların da desteğini, varsa kurum lojmanındaki ikametgâhını terk etme, topluma ve kendine güvenini kaybetme konumuna itilmiştir.

Kadın Bakanlığı Aldatmacası

“… söz konusu olan yalnızca burjuva kadın hareketinin hedefi olan kadının erkekle eşitliğini mevcut devlet ve toplum düzeninde gerçekleştirmek değil; bunun ötesinde, insanı insana, yani aynı zamanda bir cinsi diğerine bağımlı kılan tüm engelleri ortadan kaldırmaktır” (1878) AGUST BEBEL

SHP 3. Olağanüstü Kurultayı’nda (1987) vaat edilen Kadın Bakanlığı, 20 Ekim seçimlerinde kurulan koalisyon hükümetince bir Devlet Bakanlığı’nın başka konularla birlikte “kadın-aile” konusunda da sorumlu sayılması ile gerçekleştirildi. İlk Kadın Bakanı’nın ‘başını yeme’ başarısını bile gösterdi. Yetkililer, bu bakanlığın işlevi üzerine düşünmekten çok, işlevsiz kalması üzerine kafa yormuş görünüyor. İlk ‘icraat’, “yetim hakkına göz diken bir kadın bakan” empoze etmekti. Ardından, kendine açındıran, acemiliğine hoşgörü ve bağış dileyen, “aile kurumunu tahrip ediyorlar!” çığlıkları arasında geleneksel sille-tokat yerine burjuva usulü ‘teselli yemeği’ ile uğurlanan, ilk Kadın Bakanlığı görevini gözü yaşlı terk etmek zorunda kalan bir kadın bakan, zavallı bir kadın görüntüsü… Bu traji-komik başlangıcı, şaşkın bakışlarla izleyen kadın kitleleri belki de bir kez daha bu toplumda kadın olmanın güçlüklerini düşünüp, iç geçirmişlerdir.

KADIN BAKANLIĞI NEDEN KURULDU?
Toplumda kadının erkekle eşitliğini sağlamayı öngören resmi, yarı-resmi kurumlar oluşturulması 1960’h yılların ortalarına kadar uzanıyor. Bu tür kurumlar 70’li yıllarda Avrupa ve İskandinav ülkelerinde yaygınlaştı.. 80li yıllarda da kurulmaya devam etti. 1990 yılında Avrupa Konseyi çevresindeki 23 ülkeden yalnızca, Türkiye’nin orta büyüklükteki bir şehri kadar olan San Marino Cumhuriyeti ve Türkiye, devlet düzeyinde kurumlaşmanın olmadığı iki ülkedir. Avrupa Topluluğu’na entegre olma uğraşı içindeki Türkiye, kendisini AT normlarına uygun davranış içinde göstermeye çalışmaktadır. Öte yandan Birleşmiş Milletler Örgütü, 1975 ve izleyen on yılı “Kadın On Yılı” olarak ilan etmişti. Bu çerçevede düzenlenen 1975 Meksico-City, 1980 Kopenhag, 1985 Nairobi Dünya Kadın Konferanslarında, kadının toplumdaki statüsünü iyileştirmeye yönelik öneri/politika ve planlar üretilmişti. Hükümetlere yönelik etkileyici (Bilgi için Doç.Dr. Şirin Tekeli, Doç.Dr. Meryem Koray, Devlet Kadın Siyaset-TUSES Vakfı Yayınları, 1991) nitelikteki bu uluslararası strateji ve kararlara Türkiye’nin tümüyle ilgisiz kalması, uluslararası normlar ve ilişkiler ağı içinde mümkün değildi. Ayrıca Türkiye 1985 yılında BM Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesini, çekince koyarak da olsa imzalamıştı.
Bu etkenlere Türkiye’nin kendi iç dinamikleri ve gelişmesi açısından eklenebilecek etkenler de vardır. ‘80’li yılların yoğun faşist baskıları, sınıf kavgasını ve sosyal gelişmeyi önlemeye yöneltirken, işçi ve emekçi yığınlar ağır ekonomik koşullar altında yaşamaya zorlandı. Giderek artan uyanış ve mücadele eğilimi, sadece gasp edilen haklarını yeniden alınmasını zorlamıyor, aynı zamanda, siyasal, ekonomik, sosyal ve hukuksal eşitsizliklerin de iyice su yüzüne vurmasıyla, bir sistem değişikliğinin kaçınılmazlığını dayatıyordu. Örgütleri dağıtılmış, örgütlenmesinin önüne bir dizi engel konulmuş yığınlar, durumdan hoşnutsuzluğuna koşut olarak, beklenti ve çözüm arayışları içine girdiler. Bu beklentilere çare bulma iddiasıyla iktidar olan koalisyon hükümeti; çalışma yaşamı, sendikal örgütlenme, Kürtçenin serbest bırakılması, kadınlara yönelik eşitsizliklerin biçimsel de olsa giderilmesi, hukuk reformu taslağı vs. konularda doğrudan doğruya ezilen emekçi yığınlarını ve Kürt halkını ilgilendiren sorunlara eğilmek ve sözde iyileştirmeler yapacağını açıklamak zorunda kaldı. Açıktır ki, bunu dayatan, Türkiye gündemini kesinlikle belirleyebilirle potansiyelini taşıyan işçi sınıfı ve ezilen ulus dinamikleridir. Burjuvazinin, ezilen kitlelere demokrasi ve insan hakları vaat eden bu tür iyileştirme paketleri, kitlelerin hakları ve insanca bir düzen için mücadeleye yönelmelerini önlemeye, mücadele ile gündeme gelen kazanımları kendi ekonomik ve siyasi çıkarlarının araçlarına dönüştürmeye yöneliktir. Kadınların eşitsizliğini gidereceğini öngören Medeni Kanun ve diğer değişiklik taslakları ve Kadın Bakanlığı kurulması aynı politikanın devamıdır. Kadın-erkek arasındaki yasal eşitsizliklerin düzeltilmesi yoluyla biçimsel eşitliğin sağlanması vaadini içeren Kadın Bakanlığı. Avrupa Topluluğu çevresindeki örnek alınan uygulamaların kapsamına göz attığımızda, esasen mevcut yanı içinde gerçekleşmesi zor, devlet politikaları ile bağdaşmasında yığınla gerici siyasal ve ekonomik engellere çarpacak bir girişimdir. Şimdiden bunun ipuçları görünmüştür. Kaldı ki, en ideal şekilde gerçekleştiği varsayılsa bile ezilen kadın yığınlarının toplumsal eşitsizliğine son verme yeteneğinde değildir. Buna aşağıda daha ayrıntılı değineceğiz.

EŞİTLİK KURUMLARININ HEDEFLERİ VE İŞLEVLERİ

Bu kurumların tek tek ülkelerdeki durumuna girmeden, (bazı ülkelerde eksiği veya fazlasıyla) genel bir çerçeve çizmek gerekirse, hedefleri şunlardır:
– İş yaşamı ve sosyal yaşamda cinsiyetçi uygulamaların giderilmesi, eşit işe eşit ücret,
– “İş”te, eğitimde, politikada, kamu yönetiminde fırsat eşitliği,
-Yasalardaki cinsiyetçi hükümlerin kaldırılması, hukuksal eşitliği sağlanması,
-Eğitimin cinsiyetçilikten arındırılması,
– Ev işlerinin kadın-erkek arasında paylaştırılması,
– Kitle iletişiminde cinsiyetçi değerlerin denetlenmesi,
– Mesleki eğitim, meslek eşitliği, yalnız çocuklu kadınlara destek,
– Kürtaj hakkı, geleneksel olmayan işkollarına kadınların teşviki vb.dir.
Devlet düzeyinde veya yarı-resmi kurumların kimi ülkelerde tümünü, kimilerinde farklı birkaçını veya çoğunu gerçekleştirmeye yöneldikleri hedefler ve çalışma alanlarıdır bu konular. Kurumların işlevi ise bazı ülkelerde yalnızca danışma, araştırma ve bilgi toplamakla sınırlı. Ayrımcı uygulamaya uğrayan kişi veya işkolu ile ayrımcılığı yapan kişi veya kuruluş arasında uzlaştırma ve/veya denetleme, bazı durumlarda yaptırım gücü veya mahkemeye başvurma yetkisi ile birlikle olabiliyor. Ayrımcılığın önlenmesine yönelik politika üretme ve karar organlarına önerme genel ortak bir benzerlik sayılabilir. Bazı ülkelerde bu konuya özgü parlamento veya bakanlıklar arası kurullar da var. Genel olarak bu eşitlik kurumları, işçi-işveren sendikaları temsilcileri, kadın örgütleri temsilcileri ve/veya bağımsız uzmanlardan oluşuyor.
Kulağa oldukça hoş gelen bu hedefler ve kurumların yöneldiği kitlenin, toplumsal durumları belirsiz bir genel kadın kitlesi olduğu dikkatlerden kaçmamıştır. Öte yandan ilgili ülkelerin düzenlerinde temel bir değişikliği gerektirmediği, iyimser bir yorumla süresi belirsiz uzun vadeli bir evrimi gerçekleştirmeyi uman, idealist, burjuva kadın hakçı bir politikanın, devlet katında uygulanma keyfiyetine bel bağladığı görülmektedir.
(Türkiye’de uygulanmaya sokulacak resmi politikanın değerlendirilebilmesinde ve aşağıdaki değerlendirmenin açıklayıcı olması için bilgi vermeye yönelik kısım uzun tutulmuştur.)

EŞİTLİK HEDEFLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Öncelikle, burjuva kadın-erkek eşitliği politikalarını/bunların hayata geçirilmesinde, ezilen kadın yığınlarını atıl, işlevsiz ve eşitsizliğe uğradığı somut durumlarda, bürokrasiden çözüm bekler bir durum içinde değerlendirmesi yönüyle kesin olarak proleter kadın hareketinden ayırmak gerekir. Ayrıca, tabandan, ev emekçisi, işçi ve emekçi kadınların örgütlenmesi ve kendileriyle ilgili konularda mücadele, söz ve kararlara katılması temeline dayanmayan niteliği ile de ayırmak gerekir. Her iki nitelik, burjuva politikaların kadının durumunu iyileştirme yolundaki çalışmalarının samimiyet derecesinin göstergesidir. Hemen buradan, bu konuda samimiyetsiz olduğunu görmek mümkün olmaktadır. Daha somut beliren hedef ve çalışma konularına gelince bunu daha acık olarak görüyoruz. Örneğin, çalışma yaşamında, eğitimde, kamu yönetiminde, politikada vs. fırsat eşitliği gerçekleşmiş olsun. On işçinin alınacağı, yüz işçinin başvurduğu bir işe beşi kadın, beşi erkek olmak üzere eşit sayıda işçi alınsın. Sonuç, doksan kişinin işsiz, eğitim olanağından yoksun, politika dışı vs. kalmasındaki eşitsizliktir. Yani burjuva hak eşitliğidir. Bazıları için varolan, herkes için olmayan haklara, sınırlı sayıdaki kişilerden yarısı kadar kadının sahip olması, çoğunluğun fiilen hak sahibi olmayışıdır; Yani fırsat eşitliği, milyonlarca ev kadınının, eğitim olanaklarından yoksun yığınlar, iş, insanca yaşamak için yeterli ücret, kültürel ve sosyal gelişim için gerekli eğitim araç, gereç ve olanağı sağlamaz.
Oysa yığınlarca ezilen kadın ve erkeğin, çocuğun ihtiyacı, din ve özel mülkiyet karşıtı, özgürlükçü, bilimsel eğitimdir. Burjuvazinin kârı ve saltanatı için üretim, işsizlik ve yoksulluk değil; emekçi yığınların ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş planlı üretim ve çalışabilir herkesin buna katılmasıdır. İşsizliği her geçen gün artıran, ev kadınlığını issizliği örten bir perde olarak ‘meslek’ sayan, milyonlarca ev kadınını üretimden uzak tutan kapitalist burjuvazinin fırsat eşitliği demagojisi, yığınların bu ihtiyaçlarına çözüm getirmiyor. Eğitim ve bilimin kapitalizmin çıkarlarına göre örgütlendiği, kadın ve erkek emekçilerin de bu çıkarlara ve ihtiyaçlara göre istihdam edildiği kapitalist düzende, fırsat eşitliği ezilen işsiz ve emekçi yığınlara yeni bir şey katmadığı gibi, kadınların kurtuluşunun da yolu olma özelliği aşamıyor.
Mevcut düzen, kadına özgülenmiş milyonlarca ailenin özel ev işlerinin koca ile paylaşılmasından bir zarara uğramaz. Külfete de girmez. Ev işlerinin eşler arasında paylaşımı, diğer koşullar aynı kaldıkça, kadının ve erkeğin küçük dünyalarını genişletmez.
Özel mülkiyet sisteminin modern tarzda kurumlaştırdığı özel ev işlerinin köleleştirici, bunaltıcı ve tüketici yükünün kocayla paylaşılması bir çözüm değildir. Yığınların ihtiyacı olan, milyonlarca ailenin özel ev işi yükünü, kadının erkekle paylaşması değil, kadınların (ve erkeklerin de) üzerinden almak ve genel çamaşırhaneler, genel mutfak ve yemekhaneler, yaygın ve ücretsiz çocuk bakım ve eğitim kurumlarına sahip olmaktır. Kadının toplumsal yaşama katılmasının önündeki en büyük engel de böylece ortadan kalkar. Ama burjuva sınıf çıkarları ve kâr üzerine kurulu kapitalist düzen bunu sağlamaz. Çünkü o zaman en basit hesapla milyonlarca aileye satmak için yeni model çamaşır makinası, bulaşık makinası, her aileye ve eve satılacak envai çeşit araç gereç üretmenin gereği kalmaz. Yani burjuvazinin kâr ve sömürü gereksinimi ile ezilen kitlelerin gerçek ihtiyaçlarının toplumsal çözümü asla bağdaşmaz. Bu nedenle, ev işlerini kadınla erkeğin paylaşması, ilerici, eşitlikçi hedef olarak sunulmaktadır.
Eğitimin cinsiyetçilikten arındırılması, kitle iletişiminde cinsiyetçi değerlerin denetlenmesi (kadının cinselliğinin reklâm aracı yapılmasının yasaklanması vs.) hedefleri de mevcut düzen(ler) içinde hayalci, soyut iddialardır. Miras hukukundan, aile içindeki rollerin yasalarla düzenlenişine, geleneksel-gerici değerlerinden, dinsel değerlerine kadar kapitalist-burjuva toplumun yapısında kurumsallaşmış değer, davranış ve ilişki biçimlerinin değiştirilmesi düzen değişikliği gerektiren bir devrim ve toplumun yeniden sosyalist tarzda örgütlenişine bağlıdır. Kendisini ve ideolojisini tarihe gömecek böyle bir değişikliği burjuvaziden beklemek de hayalciliktir. Burjuvazinin düzenine dokunmayacak ‘arındırma’ ve ‘denetleme’lerin de ne derece gerçekleştirilebilir olup, ne derece etkili olacağı bir hayli tartışmalıdır.
Eşit işe eşit ücret talebi sadece kadın-erkek emeğine ödenen ücret farklılığının değil, aynı tür işi yapanlar arasındaki ücret farklılığının da giderilmesi talebini içermelidir. Ne var ki, görünüşteki haklılığına karşın, bu hedef de yetersiz, belirsiz, soyut bir içerik taşıyor. İşsizliğin sürekli arttığı, dolayısıyla işgücünün sürekli ucuzladığı, artan işsizliğin, ücret artış taleplerine karşı tehdit oluşturduğu ve böyle de kullanıldığı, her gün onlarca işçinin işten atıldığı ekonomik koşullarda “eşit işe eşit ücret” talebinin yaşam içinde bulduğu karşılık nedir? İşsiz yığınların ihtiyacı iş bulmaktır. Emekçi yığınların ihtiyacı insanca yaşayacak ücrettir. Gelecek kaygısından uzak, sosyal kültürel gelişmesinin olanaklarına kavuşacağı, bilimin, sanatın toplum yararına kullanıldığı, bunların eğitimine ve üretimine katılacağı, ürünlerine ulaşabileceği bir düzendir. Eşit işe eşit ücret ödenmesi bütün bunlara ulaşılmasını sağlamaz. Diğer biçimsel, yasal eşitlikler de, içeriği toplumsal düzen içindeki yaşamda karşılığı olmadıkça, ezilen kitleler, ezilen kadınlar için somut bir anlam taşımaz. Burjuva kadın hakları ve sıralanan hedefler, bütün bu alanlarda ezilen kadın kitlelerinin toplumsal olarak durumlarını değiştirme, eşitliğin onlar için yaşamın her alanında kullanılabilir sosyal, siyasal mekanizmalarını, katılımlarını sağlama yeteneğinden yoksundur. Böyle bir amaç da taşımıyor. Sadece, kadınları belirsiz, soyut, düzen içi iyileşmeleri ummaya yöneltiyor. Kadınları köleleştirme kurumlarını her gün yeniden üreterek yaşatan devlet veya onun onayını alan kurumlara bağlıyor.
Kurulan Kadın Bakanlığı, ailenin sarsılan kutsallığını sağlamlaştırmayı hedefliyor. Oysa evliliği kadınlar için bir yaşam güvencesi, bir sığınak durumuna getiren, aileyi kapitalist üretimin tüketildiği temel birim haline getiren, kadın ve erkek arasındaki sevgiyi, bağlılık ve çıkar ilişkisine dönüştüren kapitalist düzendir. Kadın ile erkek arasındaki ilişkiyi cinselliğe hapsederek, cinselliği yoz ilişki ve düşüncelerle ayağa düşürerek toplumu dejenere eden, kapitalizmin ideolojik bombardımanıdır.
Kapitalizm, gerçek insani ilişkilerinin ve sevgi ilişkisinin önünde, ekonomik, siyasal, sosyal düzeni, çıkar ilişkileri, insanı kendisine, diğer insanlara ve topluma yabancılaştıran ilişki biçimleri, kültürü, değer, kurum ve kurallarıyla en büyük engeldir.

“KADININ STATÜSÜNÜ İYİLEŞTİRME” POLİTİKASININ NİTELİĞİ VE AMACI
“Kaçının toplumdaki statüsünü iyileştirme” politikası, Bakanlık tahsisi ile birlikte “eşit haklar komitesi”, “fırsat eşitliği komitesi’ ve “arabuluculuk komitesi” kurularak, model ülkelerdeki kurumlaşmaları taklide yöneliyor. İlk iş olarak yasalardaki kadınlar aleyhindeki hükümler belirleyip, bunların değiştirileceği basına ve kamuoyuna açıklanmıştı. Bu konuda ve bunun dışında henüz bir çalışma gözlemiyor. Ancak, bakanlığın gerçekleştireceği işlerden daha çok bu vesileyle yaydığı propaganda önem taşıyor. Çok ince bir propaganda taktiği ile bilinçler çarpıtılıyor. Basın, “kadın hareketinin son on yıldır kopardığı fırtınanın, devletin resmi katında kabul görmesi” gibi bir iddia ile resmi kurumlaşmayı, ‘kopardığı fırtına’ ezilen kadın yığınlarında hiçbir kıpırtıya yol açmamış ‘kadın hareketi’nin yani feminist hareketin kazanımı olarak lanse ediyor. Yazının başında resmi kurumlaşmaya yönelinmesindeki etkenlere yer vermiştik. Belirleyici etkenin, emperyalistlerin çıkarlarına uluslararası alanda meşruiyet kazandırma örgütü olan -gerektiğinde halklar üzerine bomba yağdırılmasına da karar veren- BM örgütü, Avrupa Topluluğu etkisi, uluslararası sözleşme ve ilişkilerin, böyle bir kurumlaşma yükümü altına girilmesi olduğunu belirtmiştik. Sansasyonel feminist eylemlerin bu konuda belirleyici bir payı yoksa da, propaganda malzemesi olarak bilinçleri çarpıtmaya yaradığı görülüyor. Resmi politika, burjuva kadın hakçı söylemi ilgililerinin elinden kapıyor; feminist eylemler, ‘kadın hareketi’ adıyla genelleştirilerek kurumlaşma bu hareketin mücadelesinin ödülü olarak, yani bir mücadelenin meyvesi olarak sunuluyor.
Öte yandan, yüzyıllardır toplumsal, sosyal, siyasal yönden geri itilen, halen gerideki yeri pekiştirilen, kadın yığınlarına, devletin onları sorunlarını ciddiye alarak, bir bakanlık bile tahsis ettiği, artık durumlarının iyileşmesi için yolun açıldığı, alternatifin yine ancak bu düzen içinde ve devletten gelebileceği yargısı eşliğinde, burjuva devlet kavramı bu vesileyle bir kez daha onaylattırılıyor. Kadının uzun geçmişindeki eşitsizliğin sosyal, siyasal ve ekonomik temelleri değiştirmeksizin düzeltilebileceği aldatmacası ile tek düzenleyicinin ve örgütleyicinin devlet olduğu şüpheden uzak bir yargı olarak propagandanın içeriğine damgasını vuruyor. Düzen içi iyileştirmeleri aşmayan çözüm önerilerinin, mevcut sorun ve gereksinimlerin gerçekçi bir analizini bile içermediği gerçeğinin parlak vaatlerin yanında üzerinde durmaya gerek görülmüyor. Çünkü propagandanın kitleleri güncel politika bazında etkilemenin yanında asıl amacı uzun vadede kadın kitlelerinin mücadele ve örgütlenme eğilimlerinin önünü almaktır. Arlık mücadele edecek kadın kitlelerine gösterilecek adres bellidir. Düzen içi talepler mi, zaten ‘bakanlıklarının programında vardır. Yasal eşitlik, fırsat eşitliği, eşit işe eşit ücret, sosyal güvenlik, vs. talepler, zaten ‘hedefleri’dir. Böyle nedenlerle kadınların mücadele etmesine gerek yoktur. “Eşit Haklar Komitesi” yasalardaki ayrımcı ve kadın aleyhindeki hükümleri belirleyip, değişiklikleri hükümetin ve meclisin dikkatine sunacaktır. “Fırsat Eşitliği Komitesi” eğilim, iş, politika, vs. her alandan kadınların ‘eşit olarak’ yararlanması için öneriler geliştirecektir. “Arabuluculuk Komitesi” kadınların ayrımcılığa uğradıkları durumlarda, ‘kendilerine başvurulması halinde’ taraflar arasında uzlaşma sağlamak için uygun mekanizmaları ve önlemleri gerçekleştirmeye çalışacaktır. Eğer bu kurumlar çalışmaya başlar ve kadınlar başvururlarsa, sorunlar zaman içinde başvuranlar açısından bir sonuca bağlanabilecektir. Zamanla bu işleyiş toplumun içinde “arteller ve kılcal damarlar kurarak, merkezi bürokratik yapıya bağlanacaktır. Yeter ki, kadınlar sabretmesini bilsin, kendi başlarına örgütlenme, hak talep etme, mücadele etme gibi aykırı yollara yönelmesin! Bu çerçevenin dışında talepler öne sürenlerin ise niyetleri kötüdür. Bu çalışmaları baltalamak isleyen demokrasi düşmanlarıdır, teröristlerdir vs.
Burjuva politikanın yakın geçmişteki bu yeni taktiğinin kadın kitlelerine yönelik içeriği, alternatif devrimci politikaların cılızlığını ve kitlelere mal edilemeyişinin boşluğunu, burjuva içerikli kadın hakçı söylemi de yedekleyerek doldurmaya çalışıyor. Bu politika ve kurumlaşma henüz işçi sınıfı ve emekçi yığın hareketi içinde ağırlıklı bir yer tutmayan emekçi kadın hareketinin önüne erken bir tuzak oluşturuyor. Ama görüldüğü gibi, tüm ince çarpıtmalarına, propaganda atağına karşın, ezilen ve emekçi kadın yığınları, için alternatif bir politika olamıyor. Çünkü onların ne güncel düzen işçi somut gereksinimlerini karşılayacak, ne de geleceğe yönelik gerçekçi çözüm önermiyor. Ezilen ve emekçi yığınların ve bunlar içindeki kadınların ev kadınlarının iş, konut, sağlık, eğitim sosyal güvence istemleri gün geçtikçe ağırlaşan temel sorunlar olarak çözüm bekliyor. Hak istemlerinin önünde ağır siyasal baskılar ve örgütlenme engelleri duruyor. Resmi-gayri resmi burjuva politikanın çok yönlü propagandası kitleler üzerinde birçok araçla etkinliğini artırıyor. Şovenizm devlet terörünün meşruiyetini onaylamak üzere pompalanarak, kitleler kendi gerçek sorunlarından uzaklaştırılıp, kardeş halklara karşı yönlendiriliyor. Bütün bunlar, hukuk ve demokrasi edebiyatı eşliğinde yapılıyor. Kitleler bilinci çarpıtılıp, kendi aleyhlerindeki politika ve uygulamalara destekçi veya seyirci kılınıyorlar.
Bu koşullar altında daha da yakıcı bir görev ve gereksinim olan işçi sınıfı bilinci ile mücadele, ezilen kadın kitlelerinin örgütlü mücadelesinin de gerekli kılıyor. Atıl ve işlevsiz olması, bürokrasiden çözüm beklemesi istenen kadın kitlelerinin, mücadele potansiyellerini burjuvaziden çözüm beklemeye değil, sınıf çıkarları ve kurtuluşları için mücadeleye yöneltmeleri; örgütlenmeleri, düzene karşı genel bir mücadele hareket yaratmaları, ağır ekonomik ve siyasal baskılara karşı halen tek alternatif olarak duruyor.

Mayıs 1992

Bir sosyalizm savaşçısının kaleminden: HAMBURG BARİKATLARI

Larissa Reissner’i, Türkiye’de, Hamburg Barikatları adıyla yayınlanan kitapla tanıyoruz. Ona ilişkin bilgileri de -ne yazık ki- sadece bu kitabın sunduğu kadarı ile alabiliyoruz.
Larissa, bir gazeteci. Daha çocukluk yıllarından, babasının sürgün olarak yaşadığı yıllardan Almanya’nın sosyalist önderleriyle ve devrimci siyasal ortamı ile ve ünlü Rus sürgünleriyle tanışık. O sadece usta bir kalem değil, aynı zamanda bir devrim savaşçısı. 1895 Polonya doğumlu. Çocukluğu, Fransa ve Almanya’da geçiyor. 1905’de ve sonrasında Rusya’da olduğunu anlıyoruz. 1914’de, daha 19 yaşında iken, uluslararası sosyalizmin savunucusu, Rudin adlı gazeteyi çıkarıyor; şiirler, yazılar yazıyor. Daha önce ortaokul sıralarında Atlantis adlı bir oyun yazmış. 1917 Şubat Devrimi başlarında işçi kulüplerinde çalışıyor. “Novaya jZhinzn” dergisine yazılar gönderiyor. Kızıl Ordu’nun Çekoslovaklara karşı savaşında, ordunun hizmetinde çalışıyor. Volga Donanması’nda savaşa katılıyor. 1920’lerde, elçi olan eşiyle birlikte Afganistan’a gidiyor. 1923’de Sovyetler Birliği’ne dönüyor. Aynı yılın Ekim ayında, devrim durumu içindeki Almanya’ya gidiyor. Dönüşünde, Sovyetler Birliği’nin Belorusya kesiminde kömür madenlerinde çalışan işçilerin içinde, fabrikalarda çalışan işçilerin arasında yaşıyor. Kalemi, hep yaşayarak anladığı devrimin içinde, ondan güç alarak yazıyor. Devrimin yaratıcı gücünü çok erken kavrıyor; kendinden ona katabileceğini en iyi, en yetkin şekilde katmaya baş koyuyor. Henüz, çok şey yapmak isterken, daha birçok tasarısı varken, ölüm onu bunları yapmaktan alıkoyuyor. Hamburg Barikatları’nı okuduktan sonra, Larissa’nın sadece 33 yıl yaşadığını düşünmek, insanı, büyük bir değerden çok erken yoksun kalmanın burukluğu ile baş başa bırakıyor.
Hamburg Barikatları, 1923 Hamburg Ayaklanması’nı anlatıyor. 1918-23 Alman Devrimi’nin, gerçekleşemeyen bir devrimin son ayaklanması… 1918 Kasımı’nda ilk paylaşım savaşında yenik düşen Almanya’da, Donanma Komutanlığı son bir çırpınışla, erlerine, İngilizlere saldırı emri veriyor. Bile bile ölüme gitmeye yanaşmayan donanma erleri ayaklanıyor, tutuklanarak Kiel’e getiriliyorlar. Erlerle dayanışma gösterisi düzenleyen işçilere ateş açılması, bardağı taşıran son damladır; ayaklanma başlıyor. Erler ve işçiler, İşçi ve Asker Temsilcileri Konsey(leri) oluşturuyorlar. 1923’e kadar, Berlin, Ruhr Havzası, Münih, Sachen, Thüringen gibi işçilerin yoğun olarak bulunduğu birçok yerde ayaklanmalar yayılıyor. İşçi ve asker konseyleri yer yer yönetimi ele geçiriyorlar. İşgününün 12 saate indirilmesi, her türlü baskı ve sömürüyü kaldırmak, ekonominin işçi konseyleri tarafından yönetilmesi, işyerlerinde toplumsallaştırma, ekonomik ve toplumsal yaşamın tüm alanlarında doğrudan konsey demokrasisi işçi ve asker temsilcileri konseylerinin gerçekleştirmeye giriştikleri somut hedefler. Almanya’da savaşın yıkımının yaşandığı, Markın hızla değer yitirdiği, açlık ve yoksulluğun işçi ve emekçi yığınları kuşattığı yıllar. SPD’nin 1914’de savaş bütçesine oy vermesiyle devrimci kimliğini yitirdiği sürecin sonrası. Bir yandan radikal işçi eylemleri, grev ve ayaklanmalar karşısında hükümette ve hükümetin yanında saf tutan SPD’nin, öte yandan ayaklanan işçi yığınlarını parlamenter demokrasiye yöneltme gayretiyle temsilciler konseylerinin karar organlarında etkinliğinin sürdüğü yıllar. Radikal sol ve komünistlerin, bu arada KPD’nin tarihsel anlarda kararsız kaldığı ya da yanlış kararlarla en gerekli zamanlarda ayaklanan işçi yığınlarını kucaklayıp sürükleyemediği kritik süreç…
Larissa, bu sürecin son ayaklanmasını yazıyor. Kitap, Ekim 1923’de Reichtag (meclis) toplantısı betimlemesiyle başlıyor. Burada Larissa’nın gözleri, dünyaya yeni açılan bir çift gözün tüm kanıksanmışlıklarından uzak bakışlarıyla, çürümüş, temelleri sarsılan bir düzenin yüze vurmuş tüm pislik ve çirkinliklerini ruhlarına sindirerek yaşayan, iğrenç birer karikatüre dönüşmüş mensuplarıyla Reichtag salonunda dolaşıyor. Bu bakışlar, güçlü bir projektör gibi olanca aydınlığıyla her şeyi yalıyor; gösterişli giysiler, abartılı jest ve mimikler, tantanalı kahkahalar ardına sığınmış sefil ruhları çırılçıplak yakalıyor.
Aynı bakışlar bu kez, işsizlerin, bir haftada iki somun ekmek parasına çalışan yoksul insanların arasında. Her gün biraz daha zayıflayıp solan, açlık ishali ile süzülüp giden “proletarya soyu” çocuklarda… Açlık, hastalık ve yoksulluktan ölüm sınırına gelmiş insanlarla dolu hastanelerdeki insan manzaralarından kesitler verirken Larissa, insanların çaresizlikten ileri gelen kayıtsız görünüşleri altındaki dönüştürülmeyi bekleyen umutları nı görüyor.
“Kışın ne yiyip, ne içeceksin!” sorusuna şu yanıtı veriyor kadın: “Bilmem. Ya ölüp gideriz, ya da her şey değişir”
Larissa, savaş sonrası, ayaklanmalar süreci ile alt-üst olmuş Alman toplumunun çeşitli sınıf ve kesimlerinden kesitler sunuyor. Kuşkusuz Hamburg Ayaklanması’nın iyi anlaşılmasına ışık tutmak istiyor. Devrimden çıkarı olan sınıf ve katmanların, çoğu kez zannedildiği gibi devrime güle oynaya gitmediklerini gösteriyor: “Elindeki sıcak kahvesi ve son çıkan Vorwart gazetesi ile evinde sobasının başında oturup, sokaklardaki çarpışmanın bitmesini, ölü ve yaralıların götürülmesini, barikatların kaldırılmasını ve zafer kazananın -kim olursa olsun- yenileni hapse tıkmasını ve yasal hükümetin iktidara geçmesini beklemeye hazır, korkulu, sesi soluğu kesik, alçak bir çoğunluk da var. Son derece hareketli, etkin bir öncü kesimin yanı sıra, çürümüş, diken üstünde duran ve bir başarısızlık halinde bir sosyalist subayın evinin penceresi dibinde kazılı bir çukurda ve subayın dokunulmazlık perdesi altında yatmakta olan bir komünist komşusunu, ihbar etmeye hazır bekleyenler de vardı”
Bu, gücün kimin eline geçeceğini kollayan, bu ortaya çıkınca belki en hararetli alkışçısı kesilecek olan sessiz çoğunluğu hesaba katmak, devrimi tüm bileşenleriyle gözeterek gerçekleştirme azminde olan öncü işçi ve komünistlerin gerçekçi öngörüleriyle mümkündü. Larissa, Hamburg Ayaklanması’nı bu yönüyle de değerlendirirken, örgütçü öncülerin, kitlelerin kendiliğinden devrimin yolunu bulmalarını beklemediklerini, “ölü, boş ve umutsuz bir bekleyiş” yerine, “tarih saatinin ibresini” geleceğe çevirecek hareketi başlattıklarını saptıyor. Kitlelerin, toplumsal dalganın etkisiyle ileri itilmelerindeki kendiliğindeni iğin tehlikeli yönlerini görmezden gelmek bir yana, bunları açığa çıkarıyor. Bilinçli işçi ve komünistlerin inisiyatif, belirleyici karar ve hareketlerinin kitleleri yönlendirici rolünü gösteriyor.
O, “Hamburg Ayaklanmasında, öğrencilerine mesleğinin en önemli dersini veren, sabırlı, titiz bir öğretmen gibidir. Bakışları yalnız onu sevindiren, gönendiren olay ve noktaları değil, eriminin içine giren toplumsal olayla ilgili tüm gerçeklikleri ilişkilendiren bir gözlemle taramakta, yetkin anlatımı bunu somutlamaktadır. Güçlü betimlemeleri sizi kendi bakışlarıyla özdeşleştirmekte, o bakışlarıyla Hamburg’u tararken, Hamburg sizin gözünüzde canlı yaşantılarıyla “denizden yeni çıkarılmış ve daha sıçramaları kesilmemiş kocaman bir balık gibi uzanır!” Limanı, vinçleri, gemileri, burjuva mahallesi, Elbe nehri, nehir altından “emek ordularını” nehrin bir yanından öbür yanına sabah akşam “pompalayan” tüneli, proleterleri, işçi barakaları, özgün dili ve yalnız Hamburg’a özgü yaşantılarıyla canlanır gözünüzde. Siz Hamburg’u yaşarsınız. Giderek, yüreğiniz deneyimli bir komünist, serinkanlı bir savaşçı gibi barikatlarda, aklınız savaşın ustalıkla yönetiminde, gözleriniz abartmasız, gerçekçi yetkin gözlem gücüyle Larissa’nın tuttuğu mercekte. Bu merceğin altında, işçilerin partisi SPD’nin Sol Kanat üyesi seçkin aydın, artık izleyicilerini eğlendiremeyen, esprilerinin esprisi kalmamış bir soytarı; emek ordusu, “her sabah bir vantuz gibi liman tarafından emilip, akşam teker teker tükürülen” birer posa iken, sessiz bir disiplinle birden bire kenti ele geçiren bir ordudur.
Larissa Reissner’i eskimez kılan devrim sorununu odağına almış bakışlarının bir turnusol kâğıdı duyarlılığıdır. O, kazanılması zor bir ayrıcalık sahibidir. Bakışlarının yöneldiği şeyler, olaylar, bu turnusolden geçmiş, devrim sorunu yönünden taşıdığı anlam, önem ve değerleriyle gerçekliklerinden eksilmeksizin yansımıştır. Bu bakışın olgunlaşması, O’nun içine doğduğu ve kültürünü aldığı burjuva aydın çevrenin bahşettiği kimlikten kopuş sürecidir de. Bu kopuş sürecinin O’nun yaşamında çok erken başlamasında yaşadığı çevrenin sosyalist düşünceye yatkın olması etken ise de, kendisinin etkin seçimi ile belirleyici bir nitelik kazandığı kesindir. O, gözlerini sürekli geleceğin yaratıcılarına dikmiş, gücünü ve kalemini geleceğin kurulması savaşına adamıştır. O’nu bir burjuva sosyalist aydın olmaktan alıkoyan bu yöneliş, işçi sınıfının yaratıcı gücünü tanımasıyla ve geleceği kurmaya yetenekli tek sınıf olduğuna tanıklığıyla bütünleşmiştir. Bizzat içinde yer aldığı savaşlarda bu tanıklığıyla birlikte O, daha çok sınıfın bir üyesi olmayı seçmiştir.
Larissa Reissner’i ölümsüz kılan, deney ve kültürel zenginliğini işçi sınıfına özgülemesi kadar, proletaryanın en önündekileri görmesi ve eşsiz bir vurguyla göstermesidir. Hamburg Ayaklanmasında belirsizlik ve kararsızlık sisleri içinde alışılagelmiş günlük gailesine dalmış görünen “emek ordusunun” ayaklanmaya yönelişinde ve örgütlenmeye yatkınlığındaki şaşırtıcı hızı vurgulayan Larissa, burada, işçi sınıfının yaratıcı yetenekleri ile önder komünistlerin bunu ortaya çıkaran örgütleme ve savaşı yönetme ustalıklarının altını çiziyor. Her sabah barakalarından liman ve fabrikalara akan, her akşam barınaklarına dönen, ağızları içki kokan “dar görüşlü”, kaba liman ağzıyla konuşan, ağız dolusu küfredip ağız dolusu gülen, bu alışkın yüz yıllık yaşam biçimini kanıksamış görünen yığınların, keskin toplumsal çatışma koşullarında, doğru devrimci bir önderlik altında nasıl kararlı, yaratıcı ve şaşırtıcı yetenekleriyle disiplinli bir savaş ordusu yaratma gücüne sahip olduğunu gösteriyor. Sizin bakışlarınızı da oraya yöneltiyor. Önder komünistlerin savaşı ve geri çekilmeyi yönetmedeki ustalıklarına da en az ayaklanma kadar önemle işaret ediyor: “Savaşçılarını kendilerine yaraşır bir dinginlikle ateşin ortasından çeken devrimciler, silahlarını saklamış, yaralılarını planlı bir geri çekilme hareketi içinde güvenli ellere bırakmış ve bütün Almanya’yı saracak olan bir devrimin ilk çağrısında yeniden ortaya çıkabilmek için yeraltına dönmüştü” Kenti 60 saatliğine ele geçiren liman kenti proletaryası, bu savaşın sonunda on ölü verirken, polis ve askeri birlikler yüzlerce ölü ve yaralı veriyordu. Larissa, geri çekilmeyle biten bu ayaklanmanın sonucunu asla bir yenilgi olarak görmüyor. Çünkü O, Karl Radek’in dediği gibi “küllerin altında bulunan korları” görüyor.
Larissa Reissner’i bugün de güncel ve değerli kılan, Hamburg Ayaklanması’nı değerlendirirken ayaklanmanın görkemi ile sarhoş olup, geri çekilmenin çöküntüsüyle umutsuzluğa kapılan “geçmişsiz ve geleceksiz” bir bakışı değil, nihai zaferin eriminden bakan gözleriyle, meydan savaşlarının olumlu derslerini geleceğe taşıma tarihsel sorumluluğunu öne çıkarmasıdır. O sadece yaşadığı dönemin tanıklığını yapan bir belgeci değil, kendinden sonra sürecek yaşamı ve savaşların da öngörüsüyle, eserleriyle’ geleceğin takipçisi bir komünisttir. Yine Karl Radek’in Hamburg Ayaklanması için söyledikleri, eseriyle bütünleşmiş Larissa’yı en iyi anlatan sözlerdir: “Bu kitap yalnız güçlü bir sanatçı tarafından değil, bir savaşçı tarafından, geleceğin savaşçıları için yazılmıştır.”
Hamburg Barikatları, bugün bizim için önemini, usta sanatçı yazarının bir devrim savaşçısı olarak gözlemlediği ve belgesel öykü tarzında bize taşıdığı deney mirası ile birlikte kendisini de bir değer olarak tanımamıza olanak sunmasında taşıyor. Kitabın hiç bir yerinde yazarını kendi ağzından tanımaya elverişli tek söz yoktur. Üslubun etkisinden söz edilebilirse de, kitaba ön ek Kari Radek’in Larissa’nın ölümü üzerine kaleme aldığı yazıda onun kişiliğine ilişkin ipuçları veren açıklaması, asıl etkenin bu olmadığını gösteriyor. O’nun, içinde yer aldığı savaşları anlatan Cephe adlı kitabında “kendi oynadığı rolü büyük bir alçak gönüllülükle atladığını” öğreniyoruz. Sevdiklerine, işçi sınıfına karşı yüreği ve eli açık bu yetkin sanatçının o eşsiz betimlemelerini bir kaç cümle ile bile kendisine yöneltmemiş olması, soylu ve bilinçli bir aşkınlığın ürünü olsa gerektir. O, kendisini de, tıpkı bakışlarını yönelttiği gibi geleceği kurmaya yönelmiş sınıfın içinde görmüş, yaşamı sınıfın sorunlarıyla bütünleşmiştir. Tarafsız bir gözlemci tavrı, işçi sınıfına sempatiyle yaklaşan bir aydın tavrı, onun 19 yaşının gerisinde kalmıştır. Onun yaşamı; düşünsel gelişmesiyle eylemini kısa sürede bütünleştirmiş, sosyal kökeninden bu yönde bir kopuşla aydın donanımını işçi sınıfı mücadelesi içinde zenginleştirmiş ama işçi sınıfının bir üyesi, aydın bir üyesi olmayı başarmış gelişkin bir kişiliğin sürecidir. Yazılarında bireysel öznel bir tonun izinin olmamasındaki “eksiklik”, onun dünyaya işçi sınıfının bir üyesi olarak bakmasındaki çoğulluktan geliyor. Yaşadığı döneme gelecekten bakan ve dönemi ile nihai zafer arasındaki süreci çabuklaştırmanın; çocuksu, anarşizan aceleciliği ile değil, ezilen kitlelerin deney mirasının olgunluğu ve siyasal ustalığını kazanmasıyla çabuklaştırmanın heyecanını ve kaygısını taşıyan ender kişiliklerden biri, Larissa Reissner. Onu, yurttaşı olduğu Sovyetler Birliğinden 1923 Ekimi’nde Hamburg’a çeken güç, oradaki devrim rüzgârıydı. Hamburg Barikatları’nın sıcaklığını gelecek kuşaklara taşıyan Larissa, kuşkusuz bunu yaparken, işçi sınıfının 1917 Ekim Devrimi’yle yazmaya başladığı tarihinin, dünya yüzünde tümüyle yazılmaya başlandığını görmek isteği ile sabırsızlanıyordu. Çünkü ona göre, “bir işçi için, burjuva devletin sınırları içinde tarih yoktur.”
(Hamburg Barikatları- “1923 Hamburg Ayaklanması”, Larissa Reissner, Oda Yayınları, Çeviren: Şemsa Yeğin)

Mayıs 1992

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑