Leninist Militan Tip’in Yaratılması Üzerine

‘Yeni’ nitelemesi, bir nesneyi, olguyu, durumu ya da bir düşünceyi “süregelen”den ayırmak için kullanılıyor. “‘Süregelen”in pek çok niteliği kendisine geçişmiş olsa bile, “yeni”, bunları farklı bir mantık ve tarzda, farklı bir biçimde örgütlemiştir. Bu bağlamda, “yeni”, “eski”ye, “klasik olan”a, “süregelen”e bir başkaldırıdır; ilericidir, devrimcidir.
Ancak sözcük olarak “yeni”, evrime karşı son derece inatçıdır; nitelediği şey her geçen gün yaşlandığı, eskidiği halde, o, değişmeden, olduğu gibi yaşamaya çalışmaktadır. “Yeni”, nitelediği şeyin kendisiyle bu bağlamda bir çelişme potansiyeli taşımakta; bu potansiyel, süreç içinde harekete geçerek, “şey”i “yeni”ye yabancılaştırmaktadır; nitelenen, sıfatına ihanet etmektedir, çünkü sıfatı “bağnaz”dır.
Bunun yanışına “yeni”nin demagojik bir yanı ya da en azından böyle bir kullanımı da var. Demode olmuş yöntemler, biçimler, kokuşmuş düşünceler “yeni” ile bezenerek her gün piyasaya sürülmektedir. Bazen de tarihsel bir sürecin geri bir dönemi (sözgelimi yaşamakta olduğumuz) ötesinin olmadığı, rasyonel, bu yüzden de doğru olanın bu olduğu anlamında, yine “yeni” olarak sunulmuştur. Bu “yenileme süreci, hızını bir türlü alamamış, “yeni dünya düzeni”, “yeni düşünce”, “yeni insan” (merhum TBKP ve benzerlerinin kullandığı anlamı ile) hep bu temelde ortaya çıkmış; bir kavram olarak “yeni” sömürülmüş, yıpratılmış ve devrimci içeriğinden arındırılmıştır. Gericilik “yeni” olmuş, ilerici olan “klasikleşmiş, sosyalistlere klasik olanı savunmak kalmıştır. Biz de bu yazı boyunca, “yeni insan” kavramı yerine “klasik” olanı, “sosyalist insan”, “sosyalist insanın prototipi” ya da “Leninist militan tip” kavramlarını kullanacağız.
“İnsan tipi” kavramını belli bir üretim biçimi içinde yer alan, yaşadığı toplumsal koşullarda egemen ya da muhalif, örgütlü olduğu oranda bir sınıfa mensup bulunan ve belli düşünüş, duyuş ve davranış tarzına sahip insanı anlıyoruz ve bu kavramı kullanırken, “kültür”, özellikle de “egemen kültür” kavramlarına ihtiyaç duyuyoruz.
Kültür, bir yerde şöyle tanımlanıyor: “İlişkileri kuran, her şeyi birbirine benzer hale getiren, bir yanlarıyla her şeyi bir başka şeye bağlayan o sistemin içinde, kendisinden öncekileri yorumlayıp harekete katan, harekete geçiren, kendi unsurlarım bir belli erek doğrultusunda egemen düşünceler, egemen ilişkiler haline sokan ve bu arada, daima sınıf çatışmalarının içinde kendi karşıtlarının doğuşuna yol açan bir başka sınıfın alttan gelen egemenliğinin bir unsuru olarak gelişme potansiyeli taşıyan bir akım” (A. Çubukçu, Kültür ve Politika, sf. 35-36) (Kitapta kültür tanımı, bununla sınırlı tutulmamış olsa da konumuz açısından bu kadarı yeterli.)
Gelişimi sürecinde çeşitli kırılmalar, kopukluklar ve sıçramalar yaşasa da, kültür, öğelerini bir iç çizgiyle birleştiren, tutarlı kılan bir “mantık”a sahiptir ve bu mantık sayesinde, o, tıpkı içinde yaşadığımız sistem gibi, doğal olarak düzenlenmiş bir ilişki gibi görünür; “sağduyu”nun ifadesi olarak durur! Bu yüzden insan, üretirken ve emek-gücünü yeniden üretirken attığı her adımını bu “mihenk taşı”na vurmak, düşünüş ve davranış biçimlerinde onu baz almak ve tavrını ona göre belirlemek zorunda kalır. “Egemen kültür”, kültürün işte bu işlevselliğinin, egemen ideoloji temelinde, erekli örgütlenmesidir. Kültür, anti-tezini, kendi içinde “olanak” halinde taşır; egemen kültür, bu “olanak”ın “gerçekleşmesini önlemeye çalışır. Egemen kültürün toplumsal işlevi ise, sistemin içsel antagonizmalarını etkisizleştirerek, çöküşünü hazırlayan süreci yavaşlatmaktır. İşte bütün bunlardan dolayı, verili bir sistemin “sıradan” insanı, o sistem içinde tanımlıdır, düzen içidir. Daha somut bir ifadeyle, kapitalist toplumun kendiliğinden insanı, burjuva ideolojisine tabidir; kapitalizmin dışını ya da ötesini düşünemez, erekleyemez. Söz konusu insanın üretim ilişkileri içindeki yeri ne olursa olsun, egemen kültüre karşı örgütlü bir tavır almadıkça bu gerçek değişmez,
Ancak feodalizm karşısında kapitalizmin durumunu incelediğimizde görürüz ki, orada süreç böyle gelişmemiştir. Feodal toplumun sıradan insanı, sınıfsal konumlanış içindeki yeri gereği, kendiliğinden kapitalist olabilmiştir.
Bu durumu nasıl açıklayacağız?
Yukarıda kültür kavramını ele alırken, kültürün, anti-tezini içinde olanak halinde barındırdığını söyledik. Burjuvazi, işte bu “olanak”!, feodal toplumun içinde gerçekleştirebilme şansına sahipti. Bir başka deyişle, burjuvazi, egemen bir sınıf olarak iktidarda örgütlenmeksizin, kendi kültürünü ve böylece insanını yaratabileceği doğal olanaklara sahipti. Bu doğal olanakların özü, kapitalizmin ekonomik ilişkilerinin, bir başka deyişle üretim ve değişim tarzının feodalizm koşullarında doğup gelişebilmesinde yatmaktadır. Devrimci sınıf olan burjuvazi, ileride kuracağı sistemin üretim biçimini devrim öncesinden başlatabilmiş, bu süreç, kendisine koşut burjuva ideolojisini, kültürünü ve bu arada insan tipini yaratmıştır. Kapitalist devrim (kapitalizmin inşası), bütün normları ile feodal toplumun bağrında ve ona rağmen başlayıp gelişmiş ve siyasal iktidarın burjuvazi tarafından alınmasıyla tamamlanmıştır. Siyasal iktidarı ele geçirip egemen sınıf olarak örgütlenen burjuvazi, kendi kültürünü de “egemen” kılmıştır.
Sosyalizmin inşası ise, kapitalist inşanın aksine, işe siyasal bir devrimle başlamak zorundadır. Proletarya, siyasal iktidarı ele geçirdiğinde sosyalizme ait hiç bir unsuru hazır olarak bulamaz. Gereksindiği her şeye, ancak eskiyi yıkarak ve yenisini yaratarak ulaşabilir. Tıpkı ekonominin yeni bir tarzda inşasına ve sosyal hayatın yeniden örgütlenmesine olduğu gibi, sosyalist kültürün yaratılmasına da ancak egemen sınıf olarak iktidarda örgütlendikten sonra girişebilecektir. Kısaca, sosyalizmin inşası, bir bütün olarak, içsel ve dışsal zorlukların aşılmasını da içermek üzere devrim sonrasında başlatılabilecektir.
Proletaryanın iktidar aygıtını ele geçirdiği, ülkede kapitalizmin gelişmişlik ve proletaryanın örgütlülük düzeyi, dünya ölçeğinde (varsa) sosyalist sistemin emperyalist sistem karşısındaki ekonomik ve siyasal durumu, enternasyonalist ilişkilerin düzeyi, sosyalizmin prestiji ve daha pak çok etken, bu sürecin, sosyalizmin bir sistem olarak inşası sürecinin, zorluk derecesini belirler.
Bu zorunlu sürecin en önemli unsurlarından biri, belki de en önemlisi, sosyalist kültürü ve sosyalist insanı yaratmak olacaktır. Bu unsurun önemi, onun, söz konusu sürecin aynı zamanda etkin bir öznesi olmasından gelir. Yukarıdaki zorluklar göz önüne alındığında, sosyalizmi inşa etmek; her koşulda mücadele edecek, her zorlukla boğuşacak, her saldırıya karşı koyacak bir direngenlik ve kurulmakta olan sosyo-ekonomik yapıyı, onun ideolojisini her koşulda savunacak bir cesaret gereksinir. Özellikle tek ülkede sosyalizmi inşa etmek, bu direngenlik ve cesareti gösterecek güçlü bir irade ve inanca sahip insanlardan oluşmuş proletarya partisini, zorunlu bir koşul olarak görür. Sosyalizmin geleceğinin en belirleyici etkeni budur. Diğer bütün etkenler sosyalizmin lehinde olsa bile, bu etken gerçekleştirilememişse, burada, sosyalizmin zaferinden emin olmak mümkün değildir. Öte yandan her şey sosyalizmin aleyhine dönmüş, ancak buna rağmen sosyalist öznenin varlığından söz edebiliyorsak eğer, söz konusu zorluk ve dezavantajlar aşılmaya, sosyalizm yaşatılmaya çalışılacaktır. Devrimi yapmak kolay değildir; zorlu bir mücadele, tutkulu bir adanmışlık, direngenlik, fedakârlık ve sabır ister; sosyalizmi inşa etmek de…
Bu denli önemli olan sosyalist kültürü ve insanı yaratma işine, devrimden önceki süreçlerde başlanabilir mi?
“Kültürün bir sınıf karakteriyle belirlenebilmesinin başlıca koşulu, o sınıfın egemen sınıf olarak örgütlenmiş olmasıdır.” (agy. s.92) Sosyalist kültür açısından söyleyecek olursak, bu kültürün egemen kültür olarak kabul görmesinin temel koşulu, proletaryanın siyasal iktidarı elinde bulunduruyor olmasıdır. Ancak bu, sosyalist kültürün bazı temel unsurlarının devrimden önceki süreçlerde yaratılamayacağı anlamına gelmez. Söz konusu kültürün hiç değilse bir modeli ve sosyalizmin insanın bir prototipi, bugünden yaratılabilir; bu teorik olarak mümkündür ve sosyalist mücadele tarihinde bu düşünceleri destekler nitelikte örnekler mevcuttur. Bunun koşulu ve olanağı, işçi sınıfının, egemen sınıf olarak örgütlenme savaşı içinde bulunmasında yatmaktadır. Demek ki iki şey zorunludur: İktidar perspektifi ve örgütlülük.
İktidar perspektifi zorunludur; çünkü bu perspektiften yoksun bir örgütlülük, sınıf ya da oluşum, egemen ideolojiye tabidir; onun ötesini düşleyemez ve son tahlilde düzen içidir. Düzen içi olan bir yapılanmanın ise, alternatif bir kültür yaratması ve bu alternatif kültür içinde geleceğin insanını biçimlendirmesi beklenemez.
Örgütlülük zorunludur; çünkü bir sınıf ve bütünsel kılınmış o sınıfa mensup bir birey, tarih yapıcı gücünü, ancak örgütlü oluşunda bulabilir. Sınıf, ancak egemen sınıf olarak örgütlenme mücadelesi içinde varolabilir ve ancak bu biçimde ” kendisi için sınıf” olup, toplumsal yaşamın sadece bir unsuru olmaktan çıkıp, onun aynı zamanda etkin bir öznesi durumuna gelebilir.
Sosyalist kültürü ve sosyalist insanın bir ön biçimi olan Leninist militan tipi yaratmak tartışılıyorsa eğer, devrimci bir örgütlülük, Leninist örgüt modeli bir zorunluluktur ve bu örgütlülüğün en üst biçimi, en iyi tahkim edilmiş olanı, Leninist partidir. Kapitalist toplum içinde, söz konusu idealleri gerçekleştirmenin en olanaklı, en güçlü mekânı, böylesi bir partidir. O, bu gücünü, iki özelliğinden alıyor: Egemen burjuva kültürüne karşı dikilmiş bir barikat olmasından ve sosyalist ilişkilerin, duyuş, yaşayış ve düşünüş biçiminin her gün yeniden üretildiği bir devrimci kültür ortamına sahip olmasından. Bu ortam, kadroların düzenle bütün bağlarını koparabileceği; “kahramanlık”ın her devrimci için olağanlaşabileceği; bireyin, bütünsel insan olma ekseninde gerçek birey olabileceği, özgürleşebileceği bir ortamdır. Kapitalizm koşullarında kurtuluş, bütün insanlığın kurtuluşunu erekleyerek örgütlenmiş, böylesi bir mekânda mümkündür ancak. “Bireyin bilgi ve becerisini, yeteneklerini, toplumsal hareketin bütün dinamikleriyle, bütün bireylerin ortaklaşa birikim ve çabalarıyla birleştirerek, dünyanın dönüştürülmesi eyleminin bir öğesi haline getirebilmesi, canlı ve etkili kılabilmesi, yani kısacası kendi kabuğunda birey olma kuruntusundan çıkarak gerçekten ‘insan’ olabilmesi, kapitalizmle açıktan ve cepheden bir çatışmanın örgütlü hayatı içinde ve bunun ‘özel hayal’ olarak benimsenip sürdürülmesi durumunda mümkündür.” (Bireyselleşme sloganı, Ö. D. 22)
Bir gerçeğe, “sosyalist kültür ya da bireyi, hiçbir biçimde, kapitalizm koşullarında yaratmanın mümkün olmayacağı; zaten bu değerlerin önemsiz, devrim öncesinde böyle bir çabanın ise anlamsız olduğu” temelinde biçimlenen bir saldırının yanı sıra; “kurtuluşun, sadece devrimci bir örgüt ya da partide mümkün olduğunu düşünmenin, dar bir yaklaşım olduğu; bu amacın devrimci örgütler dışında da, örneğin kitle örgütlerinde”, ya da daha ileri giderek, “örgütsüz bir yaşam içinde de gerçekleştirilebileceği” temelinde gelişen bir başka saldırı daha var. Yazının şu ana kadarki bölümünde bu saldırılardan ilkine verilen yanıtın yeterli olduğunu düşünüyoruz. İkinci saldırı içinse birkaç söz daha söylemekte yarar var.
Unutmamak gerekiyor; özellikle 80 sonrası, sosyalist ideolojinin Türkiye’de ve dünyada aldığı darbelerden esinlenen ve çoğu eski solcu olan liberaller ve aydınlar, Leninist örgüt modeline karşı burjuvazinin yürüttüğünden de etkili bir saldırı başlattılar. Bu “sol” liberaller ve aydınlar sosyalist mücadelenin her geri çekiliş döneminde olduğu gibi bu dönemde de egemen burjuva ideolojisinin sıradan bir nesnesi olmanın da ötesinde, onun en azgın savunucuları, verimli üreticileri ve amansız savaşçıları oldular. Roman sayfalarından dergilere, oradan filmlere; oyunlara kadar her ürünlerinde, yeniden keşfettikleri bireyin, böylesi bir örgüt içinde nasıl ezildiğini(!) nasıl insan olmaktan çıktığını(!), düşüncelerinin çarpıcı kanıtları(!) ve ticari amaçlarının kârlı malzemesi yaptılar. Şurası kesindir; Leninist örgüt modeline karşı her türlü saldırı, bu liberallerin saldırısı ile aynı zemini paylaşır; Leninist örgüt teorisine karşı geliştirilen örgütsüzlük teorisi, kapısını bu liberaller için ardına kadar açmıştır. Her türlü ilişkinin meta ilişkisinde somutlandığı kapitalizmin doğal koşullarının, örgütsüz bir yaşamla çakıştığı 80 sonrası dönemde egemen ideolojinin toplumun bütününe yakın. bölümünün her zerresine nasıl sindiğini, insanları insan olmaktan nasıl çıkardığını, nasıl her türlü insani değeri pazara sunduğunu, kendisine ve emeğine yabancılaştırarak insanı nasıl yalnızlaştırdığını, ihaneti insansal bir nitelik ve yükümlülük olarak sunup nasıl yaygınlaştırdığını hatırlamak; kapitalizmin bu “olağan” ve “doğal” koşullarında, Leninist bir örgüt içinde mücadeleye katılmadan, sosyalist teori ve pratiği her adımda yeniden üretip, barikatı her adımda yeniden tahkim etmeden, bu doğal müdahale alanının dışında kalmanın mümkün olmayacağını kavramak, bir zorunluluk oluyor. Yani, devrimden önce bütün insanları kurtarmaya çalışmak, mantıksal olarak bu eleştirinin yöneldiği zemine kayacak, idealist bir uğraştır. Biz, kutulusu örgütleyecek insanları kurtarmayı amaçlayabiliriz ancak; diğerleri, bu örgütlülük öncülüğünde, kurtulmak için devrimi yapacaklardır ve kurtuluşları, ancak bunu başarmalarından sonra mümkün olacaktır.
Leninist militan tipin, ancak örgütlü bir yaşam içinde varolabileceğim söyledik. Bu durumda, yoldaş ilişkileri dışındaki yaşam nasıl olacaktır? Örneğin bir kitle çalışmasında, henüz kazanılmamış insanlar karşısındaki ya da daha geri bir zeminde süre-giden ilişkileri (akrabalık ilişkileri vs) söz konusu olduğunda, ne olacaktır militanın tavrı? Yaşamın bu alanında, devrimci militan, biçimsel ödünler mi verecektir? Ya da (kitle çalışmasını da kapsamak üzere) bu türden bütün ilişkilerine bir son verip “yalnız” mı kalacaktır?
İkisi de değil. Yalnızlık olamaz; çünkü yukarıda değindik, kurtulmak için devrimi yapacak insanları, en başta sınıfın kendisini, bu amaçla hareket geçirecek mekanizmaların yaratılması gerekir. Bunun yanı sıra, “özgürleşmiş” insanlara yenilerini katmak, “barikat”ı bir üst düzeyde yeniden üretmek gerekir. Bu açıdan sosyalist insan, sosyal ilişkiyi en çok gereksinen insandır; yalnızlığı değil. Bu, onun “özgürleşme”/örgütlenme mantığını tutarlı kılacak zorunlu bir ön koşuldur.
Yaşamın söz konusu alanında, biçimsel ödünler vermesi de gerekmez Leninist militanın; aksine bu, kesinlikle yapmaması gereken şeydir. Kendi özgürleşme sürecini militan, herhangi bir zorlamaya tabi olmaksızın, sürecin her adımında özgürleşen iradesiyle; her adımı özümseyip içselleştirerek; doğruluğuna her şeyi ile inanarak; bu inanç temelinde gerektiğinde her türlü fedakârlığı yaparak; düzenden her türlü beklentisini yok edip bağlarını kopararak yaşamıştır. Durumu, yaşayış biçimi ve savunduğu şeyler saklanması gereken şeyler değil, aksine, egemen kültüre ve onun insanına her an alternatif olarak sunulması, her fırsattı savunulması, yaşayarak gösterilmesi gereken şeylerdir. İçinde örgütlendiği bütünün bir örneği olarak militan, ancak bu biçimde kitle bağlarını sağlam bir zeminde geliştirebilir, bir çekim merkezi olabilir.
Yazının bu son bölümünde “Leninist militan tip”in yaratılmasında sıkça yaşanan bir yanılgıya değineceğiz.
Sosyalist mücadele tarihinde ya da devrimci romanlarda “Leninist militan insan”ı çeşitli düzeylerde içselleştirmiş devrimcilere rastlamak mümkün. Geçmişle ve bugün en büyük yanılgı, devrimcilerin, işte bu kahramanları, bütün yönleriyle kendilerinde cisimleştirmeye çalışmaları noktasında ortaya çıkıyor. Kuşkusuz bu çabanın da özellikle mücadeleye yeni katılmış insanlar için büyük katkıları vardır, Devrimci insan, “örnek militan”ın temel niteliklerini, çoğu kez özümsemeden de olsa, kısa sürede kendi kimliğine taşıyabiliyor ve böylece doğru bir takım değer yargılarına ve yüzeysel de olsa devrimci bir perspektife, daha sürecin başında ulaşmış oluyor. Bu durum ona, doğru bir zeminin dışına çıkmasını çoğu kez önleyen “devşirilmiş” bir sezgi sunuyor. Ancak unutulmamalıdır ki, “örnek militan”ın, kendi nesnelliğinde biçimlenmiş, bugüne olduğu gibi taşınamayacak pek çok niteliği de potansiyel olarak vardır. İşte bu niteliklerin, bugünün nesnel koşularındaki izdüşümü yakalanıp bu hedeflenmezse, söz konusu nitelikler bugüne bu bağlamda taşınamazsa, “Leninist militan tip”in yaratılması bir yanılsamaya dönüşebilir.
Bunun yanında bir de yönteme değinmek gerekir. Amaç, mücadele tarihinden tekil örnekler alıp, bu “örnek”i kendinde cisimleştirmek için her türlü çabayı harcamak olmamalıdır; amaç, söz konusu “kahramanları her defasında daha üst düzeyde yaratacak olan “doğal” ortamı oluşturmak olmalıdır. Sosyalizmin bugüne kadar var olmuş kahramanları ve daha üst düzeyde varolacak yenileri, ancak böylesi bir mekanizmayla birlikte düşünüldüğünde gerçeklen anlamlı olacaklardır.

Mayıs 1992

BABUŞKİN’İN ANISINA
V.İ. Lenin
Aşağıda anlatacaklarımıza benzer şeylerin olabildiği lanetli koşullarda yaşıyoruz. Partinin övüncü olan önde gelen bir parti işçisi, hayatını bencillikten uzak biçimde, işçi sınıfı davasına adayan bir yoldaş, bir iz bırakmadan kayboluyor. Karısı ya da anası gibi en yakınları, en candan yoldaşları bile yıllar yılı başına ne geldiğini bilmiyorlar: Bir yerde mahkûm mu, bir hapishanede mi yok oldu, yoksa düşmanla savaşırken kahramanca öldü mü? Rennenkampf tarafından kurşuna dizilen İvan Vasilyeviç’in olayı da böyleydi. Ölümü üzerine ancak geçenlerde bilgi edindik.
İvan Vasilyeviç’in adı, yalnızca Sosyal-Demokratlar’a yakın ve saygın gelen bir ad değildir. Onu bilenlerin hepsi çalışkanlığı, gevezelikten kaçınışı, derin ve güçlü devrimci ruhu ve davaya ateşli bağlılığı için onu sever ve sayardı. Bir St. Petersburg işçisi olarak, 1895’te, sınıf bilincine sahip diğer işçilerin bir kümesiyle birlikte, Nevskaya Zastava’nın ötesindeki bölgede, Semyannikov ve Aleksandrov fabrikalarının ve cam fabrikalarının işçileri arasında çevreler kurarak, kitaplıklar örgütleyerek ve her zaman çok sıkı biçimde okuyarak çok etkindi.
Tüm düşünceleri bir şeye toplanmıştı çalışma alanını nasıl genişletmeli? 1894 sonbaharında St. Petersburg’daki ilk ajitasyon bildirisini, Semyannikov işçilerine seslenen bir bildiriyi hazırlamakta etkin görev aldı ve bildiriyi kendisi dağıttı. İşçi Sınıfının Kurtuluşu İçin Mücadele Birliği (79) St. Petersburg’ta kurulduğunda, İvan Vasilyeviç, onun en etkin üyelerinden biri oldu ve tutuklanana kadar onun içinde çalıştı. Sosyal-Demokrat Parti’nin birleştirilmesini ve sağlamlaşmasını sağlamak için yurt dışında bir siyasal gazete çıkarmak düşüncesini, St. Petersburg’ta onunla birlikte çalışmış olan eski yoldaşları, Iskra’nın kurucuları, onunla tartıştılar ve bu düşünce onun en hararetli desteğini aldı. İvan Vasilyeviç özgürken, Iskra hiç bir zaman gerçek işçi yazışmalarından yoksun kalmadı. Iskra’nın ilk yirmi sayısını gözden geçirin. Şuya, Ivanovo-Voznesensk, Orehovo-Zuyevo ve Orta Rusya’nın diğer yerlerinden gelen tüm bu mektupların hemen hemen hepsi, Iskra ile işçiler arasında en yakın bağı kurmak için her çabayı gösteren İvan Vasilyeviç’in elinden geçmişti, İvan Vasilyeviç, Iskra’nın en çalışkan muhabiri ve ateşli destekçisiydi. Babuşkin merkez bölgeden, güneye geçti, Katerinoslov’da tutuklandı ve Aleksandrovsk’ta hapsedildi. Hücresinin pencere demirlerini keserek diğer bir yoldaşla birlikte Aleksandrovsk’tan kaçtı. Bir tek yabancı dil bilmediği halde o sıralarda Iskra yazı-evinin bulunduğu Londra’ya kadar geldi. Orada birçok şey konuşuldu, onunla birçok sorun tartışıldı. Ama İvan Vasilyeviç, İkinci Parti Kurultayı’na katılma fırsatını bulamadı… Hapislik ve sürgün, onu uzun bir zaman boyunca etkin hizmetten ayırdı. Yükselen devrimci dalga öne yeni görevliler, yeni parti önderleri çıkardı. Bu sırada Babuşkin, Uzak Kuzeyde, Verhoyansk’ta, parti hayatından kopuk yaşıyordu. Ama zamanını boşa geçirmedi, inceledi, kendini mücadele için donattı, sınıf bilincine sahip sosyal-demokratlar ve Bolşevikler yapmaya çalıştığı sürgündeki yoldaşları olan işçiler arasında etkindi. 1905’te af geldi ve Babuşkin Rusya’ya doğru yola çıktı. Ama Sibirya’da mücadele kaynıyordu ve Babuşkin gibi adamlara orada da ihtiyaç vardı, İrkutsk kuruluna katıldı ve boylu boyunca çalışmanın içine daldı. Toplantılarda konuşması, sosyal-demokrat ajitasyon yürütmesi ve bir ayaklanma örgütlemesi gerekiyordu. Babuşkin ve adlarını öğrenemediğimiz beş yoldaş, ayrı bir demiryolu arabasında, Çita’dan aldıkları büyük bir silah yükünü götürürken, Rennenkampf’ın cezalandırma seferlerinden biri trenin yolunu kesti. Ve altısı da, en küçük bir yargılama görünümü yapılamadan, oracıkta aceleyle kazılan ortak bir mezarın kenarına dizildiler ve vuruldular. Onlar kahramanlar gibi öldüler. Ölümlerinin hikâyesi olayı gören askerler ve aynı trendeki demiryolcular tarafından anlatıldı. Babuşkin, çarcı uşağın hayvanca vahşiliğine kurban düştü. Ama o, ölürken hayatını adadığı davanın ölmeyeceğini, bu davanın onlarca, yüz binlerce, milyonlarca kişi tarafından sürdürüleceğini, işçi sınıfından gelmiş başka yoldaşlarının aynı dava için öleceklerini, onların muzaffer olana dek savaşacaklarını… biliyordu.
Bazı kişiler, Rus Sosyal-Demokrat işçi Partisi’nin bir “aydınlar” partisi olduğu, işçilerin ondan yalıtlanmış olduğu, Rusya’daki işçilerin bir Sosyal-Demokrat Partisiz Sosyal-Demokratlar olduğu, özellikle devrimden önceki ve dikkate değer bir ölçüde devrim sırasındaki durumun bu olduğu yolunda bir peri masalı çıkarmışlar ve bunu yayıyorlar. Liberaller bu yalanı, RSDİP’nin 1905’te önderlik ettiği devrimci kitle mücadelesine duydukları kin yüzünden yayıyorlar. Ve bazı sosyalistler, bu yalancı kuramı, ya cahillikten ya sorumsuzluktan tekrarlıyorlar, İvan Vasilyeviç Babuşkin’in hayat hikayesi, bu Iskracı-işçinin on yıllık Sosyal-Demokrat faaliyeti, bu liberal yalanın çarpıcı bir çürütülmesidir. İ.V. Babuşkin devrimden 10 yıl önce işçilerin Sosyal Demokrat Partisini yaratmaya başlayan o işçi-sınıfın savaşçılarından biridir. Böylesi savaşçıların proleter kitleleri arasındaki yorulmaz kahramanca, sebatlı çalışması olmasaydı, R.S.D.İ.P. bırakın on yılı, on ay yaşayamazdı. Yalnızca bölmesi savaşçıların faaliyetleri sayesinde, yalnızca onların desteği sayesinde, R.S.D.İ.P. 1905’te, büyük Ekim ve Aralık günlerinde, proletaryayla ayrılmaz biçimde kaynaşmış bir parti haline, bu bağı, yalnız ikinci Duma’da değil üçüncü Kara-Yüz Duması’nda bile İşçi temsilcilerinin kişiliğinde sürdürülen bir parti haline geldi.
Liberaller (Kadetler), Birinci Duma’nın Başkanı olan merhum S.A. Muromtsev’i bir ulusal kahraman yapmak istiyorlar. Biz Sosyal-demokratlar, Muromtsev gibi ılımlı ve zararsız memurlara bile eziyet eden çarcı hükümete duyduğumuz nefret ve kinimizi ifade etme fırsatını kaçırmamalıyız. Muromtsev yalnızca bir liberal memurdu. Bir demokrat bile değildi. O, kitlelerin devrimci mücadelesinden korkuyordu. O, Rusya’nın kurtuluşunun, bu mücadeleden değil, çarcı istibdadın iyi niyetinden, Rus halkının bu kötü ve amansız düşmanıyla bir anlaşmadan gelmesini bekliyordu. Böylesi kişilerin Rus devriminin ulusal kahramanları saymak saçmadır.
Ama böylesi ulusal kahramanlar vardır. Bunlar Babuşkin gibi kişilerdir. Bunlar bir ya da iki yıl değil, devrimden önce tam on yıl boyunca kendilerini işçi sınıfının kurtuluşu için mücadeleye tam yürekten adayan kişilerdir. Bunlar, enerjilerini, bireylerin boş terörcü eylemlerinde israf etmeyen, proleter kitleleri arasında, onların bilincini, onların örgütlenmesini ve onların girişkenliğini geliştirmeye yardım ederek sebatlıca ve şaşmadan çalışan kişilerdir. Bunlar, bunalım başladığında, devrim patladığında ve milyonlar ve milyonlar harekete geçtiğinde çarcı istibdada karşı silahlı kitle mücadelesinin başında bulunan kişilerdir. Çarcı istibdattan kazanılan her şey, yalnızca Babişkin gibi kişilerin önderlik ettiği kitlelerin mücadelesiyle kazanılmıştır.
Böylesi adamlar olmadan, Rus halkı, ebediyen, köleler ve yarı-köleler halkı olarak kalır. Böylesi adamlarla Rus halkı her türlü sömürüden tam kurtuluşunu kazanacaktır.
1905’in Aralık Ayaklanmasının beşinci yıldönümü şimdiden geçti. Bu yıldönümünü, düşmana karşı savaşta ölen savaşçı işçileri hatırlayarak kutlayalım. Biz işçi yoldaşlarımızdan, o dönemin mücadelesinin anılarını ve Babuşkin ve 1905 Ayaklanmasında ölen diğer Sosyal-Demokrat işçiler üzerinde ek bilgi toplamalarını ve göndermelerini istiyoruz. Böylesi işçilerin hayatı üzerine bir kitap yayınlamak istiyoruz. Böylesi bir kitap, Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisi’nin şüphecilerine ve küçük-düşürücülerine en iyi yapıt olacaktır. Böylesi bir kitap, bu kitaptan, her sınıf bilinçli işçinin nasıl yaşaması ve hareket etmesi gerektiğini öğrenecek genç işçiler için mükemmel bir okuma malzemesi olacaktır.

İVAN VASİLYEVİÇ BABUŞKİN
1903’te Vologda ili Lederskoye köyünde doğdu. 1887’den 1891’e dek Kronştad’da daha sonra Petersburg’da metal işçisiydi. 1894’te Le-nin’in denetimindeki Marksist işçi çevrelerinden birine katıldı. 1895’te Petersburg İşçi Sınıfının Kurtuluşu İçin Mücadele Bir/iği’nin etkin bir üyesiydi. Semianikov ve Aleksandrov fabrikalarında devrimci çalışma yürüttü, işçi çevreleri ve eğitim çalışmaları örgütledi. Ocak 1896’da Mücadele Birliği davasından tutuklandı ve Yekaterinoslav’a sürgün edildi. Aralık 1897’de Yekaterinoslav İşçi Sınıfının Kurtuluşu İçin Mücadele Birliği’ni örgütleyenlerden biriydi. Ekim 1898’de RSDİP (Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi) Yekaterinoslav Komitesi’ni oluşturdu. 1900’de illegal bir gazete yayınlamaya başladı; aynı zamanda Babuşkin, Lenin’in Iskrası’nın aktif bir muhabiriydi. 1900-1901 yıllarında Moskova, Smolensk, Polotsk, Orekhovo-Zvevo, Ivanovo-Yoznesensk gibi şehirlerde devrimci çalışma örgütledi. Birçok kez tutuklandı. 1902’de Yekaterinoslav cezaevinden kaçıp Londra’ya gitti. Ekim 1902’de Rusya’ya döndü. RSDİP Petrograd Komitesi’ne alındı; ekonomistlere ve Zubatov Sendikası’na karşı mücadele verdi. 1903’te tutuklandı ve Doğu Sibirya’ya sürgün edildi. 1905’te genel afla serbest bırakıldı. 1905-1907 Devrimi’ne aktif olarak katıldı. RSDİP Irkutsk ve Chita Komiteleri’nin üyesiydi ve Bolşevik gazete Zabaykal ‘Ski-Raboçi’de yazdı. Chita’da silahlı ayaklanmanın liderlerinden biriydi. Ocak 1906’da Chita’dan Irkutsk’a silah götürürken beş yoldaşıyla birlikte Sliudyanka İstasyonu’nda (Misovsk) yakalandı ve 18 Ocak’ta kurşuna dizildi.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑