Gençlik Mücadelesi ve Bazı Dersler – (4)

80-81 Dönemi gençlik hareketi
Gençlik hareketi (ve genel olarak toplumsal muhalefet) 12 Eylül’le birlikte bıçakla kesilir gibi kesilmedi. 12 Eylül gününden ‘81 yılının ortalarına dek gençliğin cuntaya karşı direnişi sürdü.
YDGF, ‘78 sıkıyönetimiyle birlikte, benzeri diğer örgütler gibi yasadışı olmuştu. YDGF sıkıyönetime teslim olmamış, “Sıkıyönetim sökmeyecek” şiarıyla aktif ve kendisi dışındaki gençlik örgüt ve kesimlerini de etkileyen sıkıyönetim karşıtı, bir kampanya faaliyeti yürütmüştü. Bu kampanya YDGF’nin kendi inisiyatifiyle ve partiden bu yöndeki bir çağrı beklemeksizin başlatılmıştı. Bu yönüyle, yani inisiyatifli davranmayla örnek bir tavır ve perspektif geliştirmiş, gençliğin faşizme ve sıkıyönetime karşı kararlı militan ve yükselen bir direniş hattına çekilmesi sağlanmıştır. Sıkıyönetim koşullarında bile YDGF kitleselliğini ve örgütsel yapısını korudu, sürdürdü. Değişen koşullarda son kongresini 1979 yılında yasadışı olarak, fakat yaygın ve aşamalı bir seçimle kapsayıcı bir tarzda yaptı.
12 Eylül darbesine karşı da en uzun süren ve etkili mücadeleyi YDGF gerçekleştirdi. YDGF’nin darbeden sonra da uzun bir süre varlığını sürdürmesi, mücadeleyi sağlayan önemli bir etkendi. Binaları olmasa da YDGF bir yıldan fazla bir süre örgütsel yapısını ve bağlarını koruyabildi. Birçok gençlik örgütlerinin adlarından başka bir varlıkları kalmamıştı cuntanın hemen sonrasında. Kimi (Örneğin Kurtuluş Hareketi) siyasi hareketlerin yönetimleri “bu koşullarda faaliyet yürütülemez” mantığıyla mücadeleyi tasfiye ederken, tabanlarındaki gençlik kesimleri yer yer, başka grupların tabanlarıyla birleşip cuntaya karşı direnişte bulundular. YDGF, ‘78 sıkıyönetimindeki inisiyatifli ve mücadeleci tavrını cuntaya karşı bu kez “sıkıyönetim sökmedi, cunta da sökmeyecek” şiarıyla gösterdi. Diğer gençlik örgütlerinden de bu çağrıya olumlu cevap verildi. 12 Eylül darbesi farklı gruplar arasındaki kırgınlıkları bir ölçüde kaldırdı. YDGF’nin çağrısının yankı bulmasında bu faktörün etkisi olduğu kadar, örgüt yapılarının çöken grupların -tabanlarının mücadele isteğiyle çağrıya yönelmesi- ve koşulların dayatması da etkileyiciydi.
Darbenin hemen ardından ODTÜ’de devrimci öğrenciler ÖTK’yi yaşatmaya çalıştılar. Yeniden birimler (sınıflar ve fakülteler) temelinde yarı-legal olarak ÖTK örgütlenmesi girişimi oldu. Sınıflarda seçimler yapıldı ve peşi sıra amfilerde konuşmalar gerçekleştirildi. Bu çabalara rağmen, gençlik liderlerinin bir kısmının tutuklanması ve diğerlerinin de okula gelememesine eşlik eden azgın saldın ve terör, öğrencileri ÖTK’yi sahiplenmemeye itti. Bu da ÖTK’nin son bulmasına yol açtı. Mücadele geriledi, sönümlendi.
İTÜ ve İÜ’de sınıflar ve okullar temelinde ÖTK benzeri oluşumlara gidildi. Bu girişimin başını YDGF çekiyordu. Fakat bu deneyimler fazla kitlesel değildi. Çünkü ODTÜ-ÖTK gibi bütün öğrenci kitlesini kucaklayamıyordu. Bu, darbe koşullarının getirdiği bir sonuçtu. İTÜ ve İÜ ÖTK oluşumlarının kitlesi “güvenilir” kimselerden oluşuyordu. Dolayısıyla sınırlıydı. “Güvenilirlik” kıstası ister istemez sınırlayıcılık oluyordu. Bu örgütlenmelerin hiyerarşik bir yapılanması vardı. Sınıflarda sınıf temsilcileri seçiliyor ve bu temsilciler tarafından da okul temsilcileri seçiliyordu. Böylelikle okul temsilcileri kitle tarafından bilinmiyordu. Hiyerarşik yapılanma koşullarının getirdiği bir şeydi ve gizliliği sağlaması açısından olumluydu. İTÜ ve İÜ’de mücadeleyi sürdürmenin ve onu gerçekleştirmenin aracı, dayanağı olan örgütlenmeyi yaratma-yaşatma girişimi, ÖTK benzeri oluşum önerisi YDGF tarafından getirilmekle beraber, diğer gençlik gruplarından da bu çabaya aktif cevap geliyordu. Devrimci gençlik cuntaya karşı ortak mücadele içine giriyordu.
1981 yılında üniversitelerdeki mücadele farklı biçim ve örgütlenmelerle sürüyordu. Örgütlerin dağıtıldığı, geniş çaplı saldırıların ardında İÜ’de mediko-sosyal faaliyetleri devam ediyordu. Darbe yoğun şiddetle gençliğe saldırırken, kendisine kitle tabanı yaratmaya da uğraşıyordu. Ne var ki, gençlik darbeyi desteklemedi. Darbeciler ve işbirlikçi üniversite yönetimleri öğrenci kitlelerinden epey tecrittiler. Bu yüzden, darbeciler sopa politikasının yanında gençliğin hiç olmazsa bir kesimini yanına çekebilmek için havuç politikasına da başvurdular zaman zaman. Bunun için bir kısım tavizler verme yolu da denendi pek istisnaen de olsa. Örneğin, bu yıllarda Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde mediko-sosyal faaliyeti yürüten öğrencilerin bina taleplerine fakülte yönetimi resmi bir törene katılmaları şartı koşarak cevap veriyordu. Ama gençlik bu onursuzluğu reddedecekti. Darbecileri şart karşılığında da olsa tavize zorlayan gerçek, öğrencileri kazanma, tecritten kurtulma kaygısıydı.
Cuntaya karşı üniversite gençliğinin ilik ciddi tepkisi idamlara karşı yöneltilen protestolardı. Üniversiteli gençlik Necdet Adalı ve Erdal Eren’in idamına karşı çeşitli şekillerde, lorumlar, yemek boykotları ve boykotlarla cevap verdi, protestolarda bulundu. Necdet Adalı’nın idamını protesto, gençliğin cuntaya karşı ilk ciddi tepkisi olduğu için; ikinci büyük tepkiye, Erdal Erin’in idamının protestosuna kıyasla daha sınırlıydı. Fakat her iki olayda da üniversite gençliği darbeye ve cuntaya karşı direniş gösterme cesareti, örneği sergiledi. Birçok okul ve fakültede Necdet Adalı’nın idamını protesto etmek için yemek boykotu yapıldı. Erdal Eren’in idamını protesto etmek için yemek boykotu yapıldı; Erdal Eren’in idamında gençlik daha da hazırlıklıydı, yemek boykotlarına okul boykotlarını ekliyordu.
Cuntayla ilk karşı karşıya geliş 1981 1 Mayıs kutlamalarında yaşandı. YDGF başta ve ağırlıklı olmak üzere, 1 Mayıs’ın kutlanması için yaygın yapılan bildiri dağıtımı, korsan kuşlamalar yapıldı. Amfi konuşmaları, okullara göre boykot ve yemek boykotları gerçekleştirildi. Devrimci öğrencilerin 1 Mayıs kutlama çalışmalarına karşı cunta da karşı faaliyet yürüttü. 1 Mayıs’tan üç gün önce başlayarak, kimi yerde doğrudan subaylar aracılığıyla, kimi yerde ise subaylar ve okul yönetimi birlikte, öğrencilere 1 Mayıs kutlamalarına katılmamaları çağrısı; katılma halinde de tutuklanacakları tehdidi yapıldı. Bu tehdide rağmen 1981 yılında cunta koşullarında 1 Mayıs kutlandı.
1981 1 Mayıs kutlamaları, YDGF’nin İstanbul Üniversitesi’nde ilk defa bizzat kendi inisiyatifiyle ve kendi başına örgütlediği bir eylem/çalışma oldu. Yemekhane ve ders boykotuna katılım % 40 dolayında gerçekleşti. YDGF’nin 1 Mayıs kampanyası bütün bir Nisan ayını kapladı. Darbe destekçisi MHP’li faşistler, 1 Mayıs kutlamalarını, kampanyayı kırmak ve engellemek için subaylarla birlikte karşı propaganda yaptılar. Hatta İstanbul Üniversitesi’nde yemekhane boykotunu kırmak için, topluca yemekhaneye girerek gözdağı vermeye çalıştılar. İstanbul Üniversitesi’nin hukuk, eczacılık, iktisat, edebiyat ve Cerrahpaşa tıp fakültelerinde yemekhane boykotu yapıldı. Dönemin koşulları dikkate alındığında % 40 dolayındaki katılımla başarılı bir boykot gerçekleştirilmişti. ‘81 1 Mayıs kutlamaları çerçevesinde boykotun nispeten zayıf olduğu yer İstanbul Teknik Üniversitesiydi. Katılım % 30-40 dolaylarındaydı, ama İTÜ’nün yapısı ve geçmişi, mücadele geleneği düşünüldüğünde bu beklenenin, arzu edilenin altındaydı. Yine 81 yılı mücadele örnekleri arasında Marmara Üniversitesi’nin Acıbadem’deki mühendislik fakültesine N. Adalı ve E.Eren’in idamlarını protesto için yapılan okul boykotu kayda değerdir. Bu dönem görülen protesto biçimlerinden 150-200 kişilik korsan eylemlerden de söz edilebilir.
‘80-81 arasında gençlik cuntaya karşı hemen teslim olmadı. Üstelik cuntanın kitle tabanını da oluşturmadı, darbeyi desteklemedi. Bu, geniş gençlik kesimlerinin cuntaya karşı direnişe çekilmesinin zeminini güçlendiriyordu. Fakat cuntaya karşı hazırlıksızlık, kimi siyasi yapıların yönetimlerinin mücadeleyi bitiren tavırları gençliği cuntaya karşı mücadeleye kazanamamada belirleyici oldu. 12 Eylül’e karşı ilk tepkiler, ilk protestolar gençliğin faşizme karşı tepkisini, karşı koyuş yolundaki çabalan ve inisiyatifli olmanın örneğini ifade etse de 12 Eylül’ü bir sıkıyönetim gibi değerlendirmeyi, bir yanılsamayı da içeriyordu. Darbenin, sistemi yeniden örgütlenme, tahkim cime ve halk hareketine karşı topyekûn bir saldırıya geçiş olduğu ilk zamanlarda anlaşılamamıştı. “Hareketin yükseldiği” şeklindeki hatalı tespitler ve bunlara denk düşen çağrılar, darbe koşullarının gereksindiği, zorunlu kıldığı örgütsel yapı ve çalışma biçimleri ve yöntemlerinin hayata geçirilememesi, darbe öncesi süreçteki açıklılık ve legalizm, kille önderlerinin ve örgütlü insanların büyük çoğunluğunun açığa çıkması, birimlerine (okul ve yurtlara) gelememesi direniş hareketini daha etkin ve büyük çapla örgütleyememeye yol açan sebeplerdi. Gençlik hareketi 12 Eylül’de bıçakla kesilir gibi sona ermediyse de, sönümlenen bir seyir izledi. 12 Eylül’ yönelik tepki ve protestolar, bir ateşin son harlamaları, kıvılcımları oldular. ‘81 Ortalarına gelindiğinde hareket tamamen bilmişti.
YDGF bir yıla yakın bir süre varlığını sürdürse de, bu darbe öncesi durumla kıyaslanamazdı. Örgütlenmedeki legalizm-açıklık kitlesinin çok büyük bir kesimin deşifre olmasını getirmişti. Sürekli zayıflama ve giderek ortadan kalkma YDGF’nin de diğer gençlik örgütlerinin de yaşadığı kaçınılmaz sonuçtu. Kitlelerin nabzını doğru ölçememe ve kitlelerin durumlarına denk düşmeyen taktikler, cunta koşullarında darbenin etkilerini artırıcı etkenler oluyordu. Darbenin geleceği önceden tespit edilirken, darbeye karşı hazırlıklı olunmama yenilginin en temel nedeniydi kısaca. (Yenilginin nedenleri ve zaaflar üzerinde daha önceleri dergimizde ve başka dergilerde de çok durulduğu için, bu konu üzerinde çok kereler yazıldığı ve konuşulduğu için biz burada bu konuya yeniden girmeyi gereksiz gördük.)

Mücadele yeniden yükseliyor
1984 yılı öğrenci gençlik içersinde, öğrenci gençliğin akademik demokratik örgütler olarak öğrenci derneklerinin tartışıldığı bir yıl oldu. 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğünün gelmesinden sonra gençliğin tüm örgütlenmelerinin dağılmış olması gençliğin daha çok mediko-sosyal kültür-sanat kolları ve kulüpler gibi sosyal örgütlenmeler çevresinde yoğunlaşmalarına neden olmuştu. Bu yıllarda gençliğin ileri kesimleri bu tür örgütlenmeler içersinde yer alırken, çeşitli sanat, edebiyat dergileri izlenen tek yayın haline gelmişti. ‘Yarın’ dergisi TİP revizyonizminin yönlendirdiği bir sanat-edebiyat dergisi olmasına karşın özellikle 1984’lerin başından itibaren çeşitli toplumsal-siyasal konuları işlemeye başlamıştı. Bu konuların başında üniversite gençliğinin öz örgütlenmesi olarak öğrenci demekleri gelmekleydi. Yarın dergisi sayfalarında öğrenci derneklerinin varolan yasalar karşısında kurulup kurulamayacağı tartışmasını açarken, pratikte de daha çok bu sözünü ettiğimiz örgütlenmelerde bu önerisini gündeme getirdi. Bu öneriye değişik tepkiler geldi.
12 Eylül cuntasının etkilerini sürdürdüğü birçok ilde sıkıyönetimin devam etliği koşullarda, devrimci örgütlenmeler ve çevreler gençlik içersinde yankı bulacak bu talebi ilk başlangıcında değerlendiremedi. Şüphesiz bütün kesimlerin öğrenci derneği önerisine tam bir karşıtlık içersinde olduğunu söylemiyoruz. Fakat var olan ortam içersinde, devrimci-demokrat öğrenciler, yürürlükte olan yasalar çerçevesinde öğrenci derneklerinin kurulamayacağı, ciddi bir polis baskısı altında kalınacağı vb. nedenlerle öneriye sıcak bakmadılar. 1982 Anayasası ve Dernekler Kanunu bu türden örgütlenmelerin karşısına çok büyük engeller çıkartıyordu. Dolayısı ile varolan yasalar ile nelerin yapılabileceği belirsizdi. Sıradan öğrenciler ise yapısı belirlenmemiş, ne yapılabileceği belirsiz, yapılara karşı çekingen ve kuşkuyla bakıyorlardı. Böylesi bir çabanın içine girildiğinde ise okul yönetiminin, YÖK’ün ve diktatörlüğün diğer siyasi kurumlarının (siyasi polis, MİT vb.) böylesi bir oluşuma karşı müdahale edeceği biliniyordu. Bu gibi nedenlerle ilk dernek başvurulan oldukça cılız ve dar bir öğrenci kitlesi ile yapıldı. Başlangıçta ilk başvuru için gereken öğrenci sayısı dahi güçlükle toparlandı. Çünkü varolan yasalar ve yönetmelikler demek kurucusu ve üyeliği için bir dizi koşul getiriyordu. Bunlar arasında derslerde başarı oranının yüksekliğinden, herhangi bir siyasal davadan yargılanmamış olmaya kadar birçok engel vardı.
Öğrenci derneği kurmak için Dernekler Masası’na başvuran öğrencilere, YÖK’ün 59. maddesi gereği rektörlükten izni alınması gerektiği bildirilerek başvurular geri çevriliyordu. Rektörlüğe gidildiğinde ise, rektörlük kurucu üye olan öğrencilerin dernek kurucusu ve üyesi olamayacaklarını bildiren bir yazı ile başvuruları reddediliyordu. Bu durumda öğrenciler İdare Mahkemesi’ne başvuruyor, YÖK’ün bu kararı kaldırılıyor; karar Demekler Masası’na götürüldüğünde ise başvuru kabul ediliyordu. Sıkıyönetim olan illerde ise sıkıyönetimden olumlu yanıt almak gerektiği için böylesi bir izin sıkıyönetim kalkana kadar bu illerde alınamadı. Ayrıca öğrenci demeğinin bir dernek binasına sahip olması gerektiği için yer bulmak büyük bir sorun oluyordu. Kiralanacak yerin demek binası olacağı duyulduğunda, bina sahipleri olumsuz davranıyor, vazgeçiyordu. Bina sahipleri çoğu zaman da polisin uyarıları sonucu yer vermekten kaçınıyordu. Öğrencilerin okulda daha rahat bir çalışma ortamı yaratmak için yer istemeleri karşısında ise rektörlük “önce çalışmaların izleneceği” gibi cevaplarla bu isteği geçiştiriyordu. Derneklerin öğrencilerin de yönetime katılma istekleri ise kabullenilmiyordu. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğrencilerin yönetime katılma isteği dekan yardımcısı tarafından “hastaların hastane yönetimine katıldıkları görülmemiştir” gibi cevapla karşılıyordu. YÖK’ün ve onun üniversitelerdeki yöneticilerinin üniversiteye ve öğrencilere bakış açısı buydu.
1980 sonrası ilk yasal öğrenci örgütlenmesi Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde kuruldu. Bu fakültede okuyan yedi öğrenci derneğin kurucusu olarak Dernekler Masası’na başvurdu. Diktatörlük beklenen tepkisini gösterdi. Demekler Masası, bu öğrencilerin başvurusunu 1980 öncesi fakültede bir öğrenci derneği olduğu ve dernek feshedilmediği için kabul edilemeyeceğini bildirdi.
Ayrıca bu gerekçeye YÖK’ün 59. maddesi gereği rektörlük izninin gerekli olduğu eklendi. Ankara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Tarık Somer öğrencilerin başvurusunu “Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğrenci Demeği’ne kurucu üye olmalarının uygun görülmediği” şeklinde bir yazıyla reddetti. Diktatörlük ve onun kurumları beklenen tepkiyi göstermişti. Ancak tartışma başlamıştı ve bu hareketin arkası geldi. Bir dizi üniversitede birbiri ardına öğrenci derneği başvurusu yapılırken, birçoğunda da kuruluş çabaları yoğunlaştı. 1985 yılında Ankara, İzmir ve İstanbul gibi üniversitelerin yoğun olarak bulunduğu büyük kentlerde öğrenci dernekleri kurulmuştu.
Öğrenci demeklerinin diğer illere göre daha yoğun olarak bulunduğu İstanbul’da, varolan dernekleri bir araya getirme ve beraber hareket etme düşüncesi doğdu. İlk olarak İstanbul’da bulunan yaklaşık sekiz dernek bir araya gelerek ortak olan sorunlar karşısında birlikte hareket etme, iletişim halinde olma ve ortak davranma kararı aldılar. Öğrenci gençliğin bugünkü merkezi yapılanmasının ilk örneği olarak platform böylesi bir düşünceyle doğdu. Platformda bir araya gelen derneklerin büyük bir çoğunluğunu “Yarın” çizgisindeki demekler oluşturuyordu. Ancak devrimci demokrat öğrencilerin temsilci olduğu ve yönetimi, oluşturduğu dernekler de vardı. Ve bunlar “Yarın’ın” reformist mücadele anlayışına karşı bir çizgi izlemeye başlamışlardı.
Platformun ilk eylemi, YÖK’ün atılmaları düzenleyen 44. maddesinden dolayı okuldan tek dersten atıldığı için intihar eden İsa Tanrıverdi adlı öğrenci için yapılan protesto gösterileri oldu. İsa Tanrıverdi’nin kaldığı yurdun banyosunda kendisini, okuldan atıldığı için astığı öğrenildiği zaman platform toplanarak, YÖK’ü protesto eden bir eylem düzenlemeyi kararlaştırdı. İsa Tanrıverdi’nin okuduğu Marmara Üniversitesi rektörlüğü önünde toplanan yüzlerce öğrenci, oturma eylemi yaparak rektörle görüşmek istedi. ‘80 sonrası yapılan bu ilk yasa dışı öğrenci gösterisinde, çevik kuvvetin ve polisin tüm tehditlerine rağmen dağılmayan öğrenciler seçtikleri temsilcileri rektörle görüşmeye yolladılar. Daha sonra ise cenazenin bulunduğu Cerrahpaşa’ya giderek protestolarını sürdürdüler. Bu eylem öğrenci gençlik ve kamuoyunda büyük bir yankı yaparak derneklerin meşruluğunu kabul ettirirken, platformun da tüm öğrenci dernekleri ve üyeleri tarafından kabul görmesini sağladı. Arlık platform kararlan tüm öğrenci dernekleri tarafından bağlayıcı kabul edilmeye başlamıştı.
YÖK’ün kurulmasından yaklaşık dört yıl sonra üniversitelerde ilk defa YÖK’e karşı ciddi bir muhalefet doğmuştu. Bu yıllarda YÖK’ün de üniversitelerde yaptığı tahribatın kendisini göstermeye başladığına tanık oluyoruz. ‘85’in sonlarında YÖK’ün 44. maddesinden dolayı yaklaşık 40 bin öğrenci atılma tehdidi altındaydı. Öğrenci demekleri, YÖK’ün atılmaları düzenleyen bu maddesine karşı bir dizi kampanya başlatmayı kararlaştırdılar. Hazırlanan eylem zincirine göre derneklerin ve dernek çalışmasının olduğu Türkiye’deki bütün üniversitelerde bir imza kampanyası çeşitli etkinliklerle sürdürülecek ve kampanya, bu imzaların öğrenci temsilcileri tarafından Meclis’e bir yürüyüşle götürülmesiyle sonuçlanacaktı.
Öğrenci derneklerinin öğrencilerin akademik sorunları için yaptıkları bu kampanyalar, dernekleri bir anda öğrenci gençliğin ilgi odağı haline getirdi. Özellikle üniversiteye yeni giren öğrenciler belirgin bir biçimde dernek toplantılarına ve faaliyetlerine katılır oldu. Merkezi düzeyde yapılan bu faaliyetlerin dışında her öğrenci derneği kendi özlük sorunları için çeşitli eylem biçimleri ile faaliyet yürütüyordu. Bu bazen bir fakültedeki ders geçme sisteminin değişmesi, kantinin açılması, faaliyeti engellenen bir kültür sanat kolunun yeniden faaliyete geçmesi istemiyle imza kampanyası yürütülmesi, derslere girmeme veya forum yapma biçiminde gerçekleşiyordu.
44. maddeye karşı yürütülen imza kampanyası. “44. madde değişsin, atılmalara son, harçlara hayır, krediler yükseltilsin” gibi taleplerle yürütülerek yalnızca İstanbul’da 15 bine yakın imza toplandı. Toplanan bu imzalarla birlikle, İstanbul, İzmir ve Bursa gibi şehirlerden hareket eden öğrenci temsilcileri, şehir merkezlerinde sembolik olarak yürüyerek Eskişehir’de buluşarak, topluca Ankara’ya hareket ettiler. Şehrin girişinde yaklaşık bin beş yüze yakın öğrenci, otobüsü alkış yağmuruna tuttu. Polisin otobüsün durmasına izin vermemesi üzerine Ankara’ya dönmek isteyen öğrencilerden yaklaşık 30 kadarı gözaltına alındı. 44. madde yürüyüşü ve imza kampanyası kitlelerin somut taleplerinin yakalanması ve akademik mücadelenin önemini göstermesi yönünden oldukça önemli bir deneyimdir. Bu kampanyadan sonra öğrenciler derneklerine sahip çıkmışlar ve öğrenci dernekleri kitlelerin gözünde meşruluğunu kanıtlamıştır.
Öğrenci dernekleri, YÖK’e ve siyasal iktidarın çeşitli baskılarına karşı bir mücadele yürütürken, aynı zamanda kendi içlerinde de bir mücadeleyi ve ayrışmayı yaşıyorlardı. Yarın çizgisinin reformist, varolan yasaları kendisine ölçü alan akademik taleplerde dahi yasaların dışına çıkmamayı gözeten çizgisine karşı değişik siyasi çizgilerden devrimci demokrat öğrenciler akademik-demokratik taleplerin yanı sıra anti-faşist, anti-emperyalist mücadeleyi de savunan bir mücadele anlayışını savunuyorlardı. Başlangıçta yalnızca TİP’in etkin olduğu bu reformist çizgiye TBKP oluşumunun ilk izlerinin çıkmasıyla birlikte TKP ve TSİP çevresine katıldı. Bu revizyonist reformist çizgi öğrencilerin mücadelesini akademik alanda sınırlayarak, mücadelenin siyasi talepler için mücadele düzeyine yükselmesini önlemeye çalışırken, devrimciler mücadeleyi anti-faşist, anti-emperyalist bir çizgiye oturtmaya çalışıyorlardı. Bu revizyonist çizgi demokratik merkeziyetçilik ilkesini dahi çarpıtarak kendi bürokratik, kitlenin inisiyatifini ve katılımını reddeden tepeden inmeci kararlarını kitleye kabul ettirmek için bir araç olarak kullanmaya çalıştı. Kitleden soyutlandıkça, öğrenciler devrimci öğrencilere yaklaştıkça merkeziyetçiliğe daha fazla şartlıyordu. Ancak diktatörlük öğrenci demeklerine saldırılarını yoğunlaştırıyor, birçok öğrenci derneği üyesi ve temsilcisi gözaltına alınırken, en basit akademik taleplerde bile devletle karşı karşıya kalınıyordu. Kitleler kendi pratiklerinde devletin gerçek yüzünü görürken, revizyonistlerin “öğrencilerin ürkütülmemesi gerektiği”, “siyasi mücadelenin erken olduğu” demagojilerine karşı öğrenci dernekleri içindeki devrimci demokrat öğrencilerin oluşturduğu muhalefete sempatiyle bakarak giderek artan oranda bu muhalefete katılıyordu.
Yarın’ın reformist çizgisine karşı devrimci-demokrat öğrencilerin ilk bağımsız eylemi polisin yaptığı göz altılara karşı İstanbul’da yapılan açlık grevidir. Baştan itibaren böyle bir açlık grevine karşı çıkan “Yarın” revizyonizmi açlık grevinin Marmara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nda başlatılması üzerine tecrit olmamak için sonradan katılmak zorunda kaldı. Polisin dernek merkezini basarak gece yarısı valilik kararıyla derneği kapatmasına rağmen, yağan yağmur altında sokaklarda açlık grevini sürdüren öğrenciler, kamuoyunun büyük bir sempatisini toplamıştı.
İstanbul’da öğrenci dernekleri- temsilcilerinin oluşturduğu platformun kararlarının bağlayıcı kabul edilmesiyle birlikte, platform içerisinde çoğunluğu ele geçirme çabaları yoğunlaşmıştı. Platformda çoğunluğu sağlayan anlayış bir anlamda öğrenci hareketinin de yönlendiricisi olacaktı. Öğrenci hareketinin merkezi konumundaki İstanbul’da çoğunluğun elinden gideceğini anlayan ‘Yarın’ revizyonizmi öğrenci hareketinin o günkü gelişme düzeyine denk düşmeyen kararlar alarak, öğrenci hareketini suni bir biçimde kendisine bağlamaya çalışıyordu. Daha dernekleşmenin sağlıklı temcilere oturmadığı, birim derneklerinin henüz tüm üniversitelere ve birimlere yayılmadığı koşullarda, öğrenci hareketinin “ulusal birliğini” sağlama adı altında merkezi bir federasyon çalışmasına girdiler. Platformda parmak sayısına dayanarak bu “ulusal örgütlenmenin” ilk adımı olacak bir ortak yayın çalışması başlatıldı. Devrimci öğrenciler ve onların yönetimde olduğu dernekler böylesi bir oluşum için henüz zamanın erken olduğunu vurgulayarak bu çalışmaya katılmadılar. Ortak yayın için acele olarak oluşturulan yayın kurulu “Öğrenci Postası” adı altında bir yayın çıkardı. Ancak “Öğrenci Postası” daha ilk baştan ölü olarak doğmuştu. Ve “Yarın” dergisinin bir eki ve kopyası olmaktan öteye gidemedi. Dergi bir kaç sayı çıktıktan sonra kapandı.

Öğrenci Hareketinde Dönüm Noktası: 14 Nisan Eylemi
Öğrenci hareketi böylesi hızlı bir süreçten geçerken, ANAP iktidarı gelişen öğrenci hareketine karşı yeni bir saldırı başlattı. ANAP milletvekili İsmail Dayı ilhamını Hitler döneminin öğrenci birliklerinden alan “tek tip dernek” yasasını hazırlamaya başladı. Hükümetin, tasarıyı kamuoyundan saklama çabalarına karşın tasarının içeriği öğrenildi ve basına yansıdı. Siyasal iktidar yükselen mücadele karşısında, varolan örgütlenmeleri dağıtmak ve kendisine bağımlı, üniversitelerde rektörün sıkı denetiminde olan tek bir öğrenci derneği kurarak öğrenci hareketini başlangıcında boğmak istiyordu. Devlet ile demokratik öğrenci hareketi açık bir biçimde karşı karşıya gelmişti. Bu tasarıya karşı bütün üniversitelerde bir kampanya başlatılırken, platform da kendi içinde neler yapılabileceğini tartışmaya başlamıştı. Yarın çizgisi Parlamento’da çoğunluğu elinde bulunduran ANAP’ın bu yasa tasarısını Meclisten geçireceğini hesaplayarak programını daha çok bunun üzerinde yapıyordu. Öneri olarak bir imza kampanyası ve toplanan dilekçelerin, 44. madde yürüyüşü benzeri bir yürüyüşle Meclis’e götürülmesi önerisini getirdi. Hesapları daha çok Meclis’te bululan SHP milletvekillerini etkilenerek, bunu Meclis’e götürmekti. Fakat süreçten bir sonuca ulaşılacağına kendilerinin de bir inancı yoktu. Bu yüzden kurulacak merkezi dernekler içersinde nasıl yer alınacağını gündeme sokmaya çalışıyorlardı.
Yasa tasarısının Meclis’te kısa bir sürede görüşülecek olması devrimci-demokrat öğrencileri daha radikal, yasa tasarısını durduracak ve gençliğin eylemini bir üst boyuta sıçratacak eylem biçimlerine yöneltmişti. Açlık grevi ve imza kampanyası gibi daha önce uygulanmış eylem biçimlerinin böylesi bir durumda yeterli olmayışı, direnişin sokağa taşırılmasını getiriyordu. Platformda Yarın’ın eylem çizgisine karşı devrimci-demokrat öğrenciler yasa tasarısını protesto için bir gösteri yapılması önerisini gelirdiler. İmza kampanyası ve diğer faaliyetler yürütülecek, ancak yasa tasarısı Meclis’e verilmeden önce İstanbul’da kitlesel bir yürüyüş yapılacaktı. Diktatörlüğün bu açık saldırısı karşısında iki eylem çizgisi belirmişti; yasaların dışına taşmayan “Yarın” dergisinde kendisini ifade eden TKP-TİP-TSİP revizyonizmi ile anti-faşist mücadeleyi savunan devrimci çizgi…
Platform kendi içinde yaptığı tartışmalar sonucunda, revizyonistlerin bütün karşı çıkmalarına rağmen 14 Nisan günü yürüyüş kararı aldı. Eylemin örgütlenmesi sırasında, ilk defa platform kararları revizyonizm tarafından çiğnenerek, eyleme katılmama şeklinde karşı propaganda yaparak, eyleme katılınmamasını savundular. Yarın revizyonizmi 14 Nisan günü imza kampanyasında toplanan dilekçeleri meclise götürmek için Sultanahmet Meydanı’ndan kalkacak bir otobüsle birlikte Ankara yürüyüşünü başlattı.
Revizyonizmin bütün oyunlarına rağmen 14 Nisan’da yapılan yürüyüşe, İstanbul’daki çeşitli üniversitelerden yaklaşık 2 bin öğrenci katıldı. Aksaray’da başlayan yürüyüş korteji edebiyat fakültesini geçtikten sonra çevik kuvvetin saldırısıyla karşılaştı. Yüze yakın öğrencinin gözaltına alındığı eylem, tüm ülkede büyük bir yankı uyandırdı. 14 Nisan yürüyüşü, 12 Eylül sonrasının ilk yasadışı kitle gösterisi olması nedeniyle yalnız öğrenci kitlelerinde değil, Türkiye’de cuntanın karanlık yıllarından bir çıkış olarak görülerek, tüm devrimci ve demokratlar tarafından büyük bir coşkuyla karşılandı. Göz altıları protesto etmek için Beyazıt Meydanı’nda yapılan yaklaşık 300 kişinin katıldığı üç günlük açlık greviyle kararlılık sürdürüldü, İstanbul’da yapılan yürüyüş Türkiye’nin değişik üniversitelerindeki öğrencileri harekete geçirerek, gösteri yapmalarına neden oldu. Ankara, İzmir ve diğer illerde yasadışı gösteriler yapıldı. Ankara’da Kızılay’da yapılan iki bin kişilik gösteriye polisin müdahale etmesi sonucu 250 kişi gözaltına alındı. Hükümet öğrenci hareketinin gösterdiği bu direniş karşısında geri adım atarak yasayı Meclis’e sunmaktan vazgeçmişti.
14 Nisan, öğrenci hareketinin dernekleşme çabasına girdikten sonra yaptığı bütün çalışmaların bir ürünü olmuştu. Bu mücadele sürecinin sonucunda geniş bir gençlik kitlesi devlete karşı çıkma gücünü göstermiş ve anti-faşist bir gösteri gerçekleştirerek diktatörlüğe geri adım attırmıştır.
14 Nisan’dan sonra revizyonist-reformist çizginin öğrenci derneklerinden uzaklaşması ve tasfiyesiyle birlikle, 1987-88 yıllarında öğrenci hareketi yükselişinin doruğuna vardı. Bu süreçte YÖK’ün kaldırılması, vizelerin iptali, atılmaların durdurulması ve atılanların okullarına geri alınması, örgütlenme özgürlüğü önündeki engellerin (tek tip dernek yasası) kaldırılması vb. talepler üzerinde yükselen öğrenci hareketi, 12 Eylül’e karşı gençliğin anti-faşist tepkisiyle birleşince ciddi bir kitleselliğe ulaşmıştı. Bu dönemde, kazanılan önemli bazı akademik-demokratik hakları (tek tip dernek yasasının durdurulması, 44. maddeden atılanlara af çıkarılması, polisin okullardan çekilmesi) gençliğin geniş kesimlerini öğrenci derneklerine yöneltmişti. Bunun yanında gençlik hareketi giderek politikleşmeye başlamıştı. Ancak 14 Nisan’dan sonra YÖG (Yüksek Öğrenim Gençliği) bir dönem daha bazı yükselişler gösterse de, özellikle 1988’den sonra genel bir düşüşe geçmiştir. 1988’de siyasi polisin İÜ’de bazı öğrencilere sataşması üzerine gerçekleşen rektörlük işgalinden sonra hareket yine bir kitleselleşme eğilimi taşımış, fakat bünyesinde taşıdığı zaaflardan dolayı, bu giderek zayıflamış ve darlaşmıştır.
Bu zaafların başta gelenlerini inceleyecek olursak; gençlik içerisinde faaliyet gösteren devrimci gençlik örgütlenmelerince, bütün gençliği kapsayan talepler olan, YÖK’ün kaldırılması, paralı eğitime son verilmesi, harçların-vizelerin iptali, öğrencilerin yönetime katılması vb. türden akademik ve demokratik talepler için mücadelenin geri plana alınması, hatta bazen pratikte bu konuda hiç çalışılmamasıdır. Bu durum diktatörlük ve üniversite yönetimlerince devrimci öğrencileri yığınlardan koparmak ve boğmak için “geniş olanaklar sunmaktadır”. Öğrenci demekleri gençliğin bu sorunları hakkında hiç bir program ve hedef saptamamaktadır. Ya da, diktatörlüğün çeşitli saldırılarına karşı tepki biçiminde gelişen eylemlerdir ağırlıklı olan. Bu faaliyetlerde dahi öğrenci kitleleriyle bağ kurmak için hiç bir çalışma yapılmamakta; kitleden kopuk bir alanda kısa bir forumda yapılan birkaç konuşma ile sınırlanarak, sloganlar atıldıktan sonra dağılınmaktadır.
Devrimci öğrenciler varolan tıkanıklığı aşmak için ise, bazı “sihirli formüllere dört elle sarılmışlardır. Tepeden inme bir şekilde, başlangıçta sadece bir grup tarafından (DEV-GENÇ) “merkezileşme, hareketin önündeki tıkanıklığı aşacak” bir model olarak getirilmiştir. Başlangıçta bu gruba karşı birim derneklerin sağlıksızlığı, merkezileşme için önce birim demeklerin sağlıklı olması gerektiği savunulsa da, daha sonra bu sürece Dev-Yol taraftarlarının etkisiyle herkes katıldı.
Dev-Genç taraftarları tek başına kendi gruplarının bir yapılanması olan İYÖ-DER’i kurarak, sağlıksız bir şekilde platformdan koptular, İstanbul öğrenci Demekleri Platformu’nda yer alan diğer demekler ise, 1990 Kasım’ında merkezileşme çalışmalarına başlamışlar; 21 Kasım’da yapılan kurultay ile merkezileşmeye geçerek İstanbul Öğrenci Dernekleri Federasyonu’nu kurmuşlardır. Kurulan İÖDF de öğrenci derneklerinin nitel olarak değişmesini bugüne kadar sağlayabilmiş değildir. Dernekler ve İÖDF çoğunluğu elinde bulunduran Dev-Yol taraftarlarının etkisiyle giderek prestijlerini yitirmektedir.
Merkezileşmeye rağmen gençlik içerisinde sekler, dar grupçu, rekabetçi tutumlar varlığını sürdürmektedir. Bu grupçuluk ve sekterlik öylesine büyük boyutlara varmıştır ki, olmayan, gerçekleşmeyen boykotların (10 Nisan boykotu) başarısını paylaşma savaşı bazı gençlik dergilerinde yapılabilmektedir. Kitleden kopuk, kitle hareketini yaratmada başarısızlığa düşüldükçe, kendini tatmin etmek için küçük eylemler abartılmakta ve bunların sahiplenmesi tartışmaları yapılabilmektedir. Bu, devrimci eylemin ve çizginin dejenerasyonudur.
Devrimci öğrenciler, dönemin ortaya çıkardığı ve bütün gençliği ilgilendiren paralı eğitim uygulaması, Körfez Savaşı, 3 Ocak grevi karşısında sorumlu davranıp gençliğin diktatörlüğe karşı birleşik hareketini yaratamamışlardır. Bu dönemde ne İYÖ-DER ne de İÖDF kitleleri harekete geçirici bir perspektifle çalışmamış; istisna birkaç korsanın dışında ciddi bir faaliyet gösterilmemiştir. Ancak, bütün bu zaaflara karşın devrimci gençler, faşizme karşı birleşik mücadelenin zaman zaman olumlu örneklerini vermişlerdir. 1 Aralık 1990’da faşistlerin saldırısını protesto için Basın Yayın Yüksek Okulu işgali, 3 Ocak’ta yapılan Çapa’daki yürüyüş, Murtaza Kaya’nın öldürülmesini protesto için polisle çatışma gibi, bu zaaflardan kurtulanabileceğinin işaretlerini veren eylemler de gerçekleştirilmiştir.
* * *

YÖK
YÖK 12 Eylül’le birlikle doğdu. 12 Eylül’ün üniversitelere biçtiği modelin adıydı. Ve YÖK aradan 12 yıl geçtikten sonra işlevini yapmış olarak tarihe gömülüyor. Ama YÖK’ü tarihin çöp tenekesine gömen, bir yapının artık kabul edilmemesi değil, YÖK’ün yıpranan yüzünü ve başkanı ile birlikte kullanılıp atılan tüm uşaklar gibi yenilenme ihtiyacıdır. Siyasal iktidarlar, artık yüzü açığa çıkmış, adı anti-demokratik olmakla eşdeğer hale gelmiş YÖK ile birlikte anılmak istemiyorlar. 12 Eylül’den ve onun yarattığı kurumlardan sıyrıldıklarını, kendileri ile birlikte yeni bir dönemin başladığı demagojisini hayata geçirmek için YÖK’ü ve onun başkanını bir kenara atma yoluna gidiyorlar. Ama bunun yerine koymak istedikleri üniversite yapılanması YÖK’ten sadece biçimsel farklılıklar taşıyor. Yeni hükümetin propagandasında eğitim ile ilgili olarak genel soyut sözlerden başka hiç bir şey olmaması, yeni hükümetin de -çizdiği- bütün farklılıklara- rağmen pek farklı olmadığını gösteriyor. Hükümet programında sözü edilen -evrensel standartların kabul gördüğü- üniversite anlayışının YÖK’ten pek farklı olmadığı görülecektir. YÖK de kurulduğundan beri en özerk üniversite sisteminin YÖK ile birlikte var olduğu propagandasını yapmıştı. İhsan Doğramacı kendisi ile YÖK üzerinde yapılan bütün konuşmalarda, YÖK’ün en özerk ve demokratik sistem olduğunu ispatlamak için Avrupa ülkeleri ile kıyaslamalar yapıyordu.
YÖK 12 Eylül darbesinin hemen ardından oluşturuldu. Mevcut üniversiteler anarşi ve terör odakları ilan edilerek yerine YÖK üniversiteleri geçirildi. Cunta işçi sınıfının mücadelesinin önüne barikat olarak YHK (Yüksek Hakem Kurulu)’nu çıkarırken, bunun üniversitelerdeki paralel yapılanması YÖK oldu. Daha 12 Eylül Anayasası hazırlanmadan YÖK kurulmuş ve çalışmaya başlamıştı. YÖK cuntanın bütün toplumu olduğu gibi üniversiteleri de militarize yapıya emir kumanda ilişkisi ile bağlamanın oluşumu/aracı oldu. Fabrikalar gibi üniversiteler de kışlaya çevrilirken, YÖK kanunu örgütlenmede doğrudan cunta ve generallerin inisiyatif ve yetkisini egemen kılıyordu. YÖK Başkanı’nın atanmasından rektörlerin ve dekanların atanmasına kadar bütün yönetim kademelerinde ast üst ilişkisi egemen kılınmış, hiyerarşik bir yapılanma oluşturulmuştu. Yasa metnini aynen aktarmakta yarar var: “Kanunun belirlediği usul ve esaslarca, rektörler cumhurbaşkanınca, dekanlar ise Yüksek Öğretim Kurulu’nca seçilir ve atanır. Yüksek Öğretim Kurulu, üniversiteler, Bakanlar Kurulu ve Genelkurmay Başkanlığı’nca seçilen ve sayılan, nitelikleri, seçilme usulleri kanunla belirtilen adaylar arasından rektörlük ve öğretim üyeliğinde başarılı hizmetler yapmış profesörlere öncelik vermek sureti ile Cumhurbaşkanı’nca atanan üyeler ve Cumhurbaşkanınca, doğrudan doğruya seçilen üyelerden kurulur.” Yasa metni ve bugüne kadar yaşanan gerçekler pek bir yorumu gerektirmeyecek kadar açıktır. Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanlığınca seçilme şartı, Üniversitelerin Özerkliğin ihlalinden çok daha öte bir şeydir; toplumun askeri yapılanmaya göre inşa edilmesinin bir parçasıdır. YÖK oluşumu ve politikaları bütünü ile cuntanın elinden çıkmıştır. Kendisiyle birlikte varolan öğrenci örgütlenmeleri kapatılmış, yenilerinin kurulması yasaklar-icazetler zincirine tabi kılınmış, ilerici demokrat, aydın öğretim görevlileri sıkıyönetimce üniversitelerden 1402 sayılı sıkıyönetim yasası ile üniversitelerden atılmış, fakülte ve yurt binaları kışlaya çevrilmiş, ders müfredatları şoven ve gerici ideolojilerle doldurulmuştur. Gelinen aşamada YÖK işlevini ve sürecini tamamlamıştır.
Burjuvazi daha fazla YÖK’le idare edemez olmuştur Tıpkı çalışma ve sendikalar yasasında “ILO” ilkeleri doğrultusunda makyaj değişiklikleri yapma ihtiyacında olduğu gibi, üniversitelerde de böyle bir değişikliğe ihtiyaç duyulmaktadır. Bugün için YÖK, yeni iktidarın sırtında taşımayacağı bir kamburdur. Bu kamburdan kurtulmak için yeni demokratik düzenlemelere gidileceği demagojisinin malzemesi olarak YÖK kullanılmakladır. “Mütevelli heyetleri” ve “özel statü” tartışmalarının ardından Demirci hükümeti YÖK kanununda açık bir tutum sergilememektedir. Ancak yüzeysel kimi değişiklikler yapılabilir ve sistemin adı YÖK yerine başka bir şey konulabilir. Vaatler arasında üniversite senatolarının oluşturulacağı, öğrencilere senatoda temsil hakkı tanınacağı, özerkliğin sağlanacağı vs. yer alıyordu. Çok geniş öğrenci kesimlerinin idari, malı ve bilimsel özerkliği olan demokratik üniversite talebi, üniversite yönetimi ve işleyişinde söz ve karar sahibi olması isteği ve daha birçok talebi burjuvazi ve yeni hükümet tarafından propagandif malzeme olarak kullanıldı/kullanılıyor. Üniversite gençliği ve en başta da devrimci öğrenciler hükümetten vaatlerini yerine getirmesini isteme, bu konuda onu zorlama, uygulama ve politikaların teşhirine gitme yolunu izleyerek taleplerini ileri sürmeli, hükümetin propaganda ettiği değişikliklerin cılızlığı, yetersizliği açıklanmalıdır. Sözgelimi senatoda temsil hakkı, üniversite yönelimine katılma isteği çok yaygın ve yoğun olarak ileri sürülen bir istektir. Yeni hükümet bu isteğe sıcak bakan bir görünüm sergilemesine, seçim öncesi bu talepler üzerinde görüşler öne sürüp “demokratik” bir atmosfer yaratmasına karşın, programlarında muğlâk bir ifade yer alıyor: “Köklü bir üniversite reformuna gidilecektir”.
Bu üniversite reformu SHP Milletvekili Ertuğrul Günay’ın üniversiteler üzerine yapılan bir panelde YÖK yerine nasıl bir sistem getirileceği sorusuna verdiği cevapla da görülebileceği gibi üniversitelerin kendi organları eliyle seçtiği bir kurul gibi görünürde demokratik biçimi olacaktır. Yeni biçimde üniversitenin iç işleyişi, yönetime katılma ve benzeri konularda hiçbir değişiklik olmayacaktır. Değişen YÖK adı yerine Yüksek Öğrenim Eğitim Kurulu adı geçecektir.

Ocak 1992

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑