Geçtiğimiz ayın başında 17 işçinin, görünürde iyi çalışmadıkları gibi nedenlerle, aslında sendikal mücadeleye sahip çıktıkları için işine son verilmişli. Yurtiçi kargo işçilerinin başına bu nedenle işlen atılmalar ilk kez gelmiyor. Yaklaşık bir buçuk iki yıldır sendikalaşmak için çabaları olan işçiler defalarca toplu ya da tek tek işlerinden oldular. Hala sendikal nedenlerle atılan işçilerin davaları da hukuki olarak sürmekte.
Ama bu kez, daha örgütlü ve kararlı olarak yeniden sendikalaşma atılımına giren işçilere Yurtiçi kargo işverenlerinin tehditleri sökmüyor. Sendikaları Türkiye Motorlu Taşıt İşçileri Sendikası(TÜMTİS) da işçilerine kararlılıkla sahip çıkıyor.
24 Aralık salı günü işçiler birliklerinin ve örgütlülüklerinin ifadesi olarak hem işten sendikal nedenlerle atılmalara karşı, hem de sendikalı olmak istemenin ifadesi olarak vizite eylemini gerçekleştirdi. 350-360 işçinin (İstanbul işyerlerindeki) katılımıyla Aksaray’daki Yurtiçi kargonun Bölge binası önünden sendikacılarla birlikte Samatya Hastanesi’ne kadar sendika talebi ve işverene öfkeyi dile getiren sloganlarla yürüyerek vizite eylemini gerçekleştirdiler.
Ağırlıklı işçi sayısı Ankara-İzmir-İstanbul’da olan kargonun yurdun dört bir yanında şubeleri bulunmakla olup sendikanın yetkiyi işletme düzeyinde alması gerekiyor. Kargo işçileri üç büyük ilde ve diğer şubelerinde sendikalaşma mücadelesine sahip çıkıyor. Sendikanın da çabası aynı yönde. İşveren de bunu bildiğinden vizite eylemlerinin yapıldığı günün gecesi İzmir’den 10-15 kişilik işçi grubunu “yılbaşı nedeniyle iş yetişmeyecek İstanbul’a gideceksiniz” diyor. Olayın farkında olan işçiler hayır gitmeyeceğiz diyorlar. İstanbul’a gelenlerde hemen dönmek için işverene başvurmuş, kargo işveren temsilcilerinden Aslan Kurt ve Halil Ünlü şube müdürü olarak çalışan işçileri tek tek odalarına çağırarak bu vizite eyleminin sendikal mücadelenin yönlendirici işçilerini tespit etmeye, diğer yandan da bu aşamadan sonra nasıl önlem alabileceklerini tartışıyorlar haberleri yaygınlaştı. Haberin doğruluğu da 27Aralık Cuma günü 135 işçinin, vizite eylemine katıldıkları için (işçilerin ifadesi) 17. maddeden iş akitleri feshedildi. Bazı dürüst şube müdürleri de işçilerin yanında tavır aldıkları için atılanlar arasında. Bu olayla iyice bilenen işçiler sendikalarıyla el ele etkin ve süreklilik arz eden eylemliliklerini ifade ediyorlar.
Yurt içi kargo işçilerinin beynine sendikalaşma mücadelenin ışığı, yüreğine ateşi düştü bir kere. Demokrat işveren kisvesiyle işçileri oyalamaya çalışan kargo patronları İbrahim Arıkan ve avenesi hangi önlemi alırsa alsın, TÜMTİS sendikasının kargoya girişini engelleyemeyecek gibi görünüyor.
NAKLİYAT –İŞ TÜZÜK KONGRESİNDEN
Disk’e bağlı Devrimci Nakliyat-iş Sendikası’nın tüzük kongresi 22 Aralık pazar günü yapıldı.
Temmuzda yurda dönüş yapan, on bir yıldır yurtdışında mülteci olarak yaşayan Nakliyat -İş Başkanı Şemsettin Ercan kongreyi bir konuşma ile açtı. Sözü bol özü olmayan konuşmada mülteci düşünce ve ruh hali kendini açıkça sergiledi:
Disk’in kapatılmasından on bir yıl sonra sınıfın mücadelesinde hiçbir gelişim olmamış, mücadele 12 Eylül’le bıçak gibi kesilmiş de şimdi DİSK’i ve diske bağlı sendikaları açacak olan “önder” yöneticiler on bir yıl sonra kaldıkları yerden devam edeceklermiş, teması dışında kayda değer bir şey yoktu.
İşçi sınıfının mücadelesinin bugün geldiği durduğu yerin dünden ilende olmadığını görmek için ya ticaretle haşır neşir olmak yada yurt dışında yaşamış olmak gerekirdi.
12 Eylül’den de söz edilen bu açılış konuşmasından 2 Eylül’ü Türkiye işçi sınıfının ve emekçi halkının başına musallat edenin yalnızca 5 general olduğu açığa kavuştu.
Hatta söz konusu başkan iki önerge verdi.
1- Başta K. Evren olmak üzere 5 generalin cezalandırılması, hesap sorulması,
2- Anayasa mahkemesinin Disk’in mal varlıklarının iadesi ile ilgili kararı çıkarmayı geciktirmesinden ötürü Anayasa mahkemesinden de hesap sorulması
Bu önergeler için tek koşulunu da ekliyor: Anayasanın 15. maddesinin kaldırılması koşuluyla…
Eski Nakliyat İş’in işçileri Tümtis sendikasında örgütlü, tüzük kongresine yaklaşık 200 kişi katıldı. 50-60 kadar işçi Tümtis sendikasının üyesi olarak izleyiciydiler. Tüzük kongresinde Şemsettin Ercan Tümtis ile birlikten söz etti.
Sonra, kongre divanı Tümtis genel başkanı Sabri Topçu’ya söz verdi. Başkan kısaca, Disk Nakliyat-İş işçilerinin Tümtis üyeleri olarak örgütleniş süreçlerini, yaşadıkları sıkıntıları ve bu yasalarla grev yapılmaz anlayışını kırarak 87 ambar grevlerini ve bugün üye işçilerinin verdikleri mücadelenin TİS’lerde ekonomik demokratik iyileşmeyi kısmen sağladığını anlattı.12 Eylül sınıfın mücadelesiyle aşılmıştır. Yeni 12Eylül’ler bu ülkede her zaman olabilir. Buna karşı koymanın yolu işçilerin ve işçi önderleri yöneticilerin ve tüm emekçi halkın örgütlülüklerine sahip çıkmaktan geçeceğini belirtti.
SHP milletvekili Salman Kaya’nın da kısa bir konuşmasından sonra tüzük maddelerine geçildi.
DİSK Tüzüğü’nün yönetici ücretleri ile ilgili geçen 45. maddenin b fıkrası, TÜMTİS’te birlik diyen Nakliyat-iş’in tüzüğünde değişikliğe uğrayarak geçirildi.
45. madde b fıkrası: Tüzüğün bu maddesi 12 Eylül 1980 ile 16 Temmuz 1981 tarihleri arasında faaliyetleri durdurulmuş olan sendikanın yöneticilerine fiili hizmetleri olmadığı için uygulanamaz.
45.madde b fıkrasına yapılan ekleme:16 Temmuz tarihinden sonrası için yöneticilere ücret ödenip ödenmeyeceği. genel kurul kararıyla belirlenir.
İHD İŞKENCEYİ İZLEME KOMİSYONUNUN BASIN AÇIKLAMASI
Yücel Özen’in 9 Kasım 1991 günü başlayan gözaltı sürecinin 24 Kasım’da ölümle noktalandığı biliniyor. Ancak “bilinmeyen” ya da “ortaya çıkarılması gereken” şeyler var. Önce olayı kısaca hatırlayalım:
Yücel Özen, 9 Kasım günü gözaltına alınarak Beyoğlu Emniyet Amirliği’ne götürülür. Aynı günün gecesi Taksim İlkyardım Hastanesi’ni kaldırılır. Ancak 10 Kasım’da ve son kez olarak Emniyet Amirliği’ne götürülen Özen, 11 Kasım’da bu kez Acil Servis’e adeta bırakılarak kaçılır. “Kaçılır” diyoruz, çünkü bırakanlar resmi işlemleri dahi yapmadan kaybolurlar. Sağlık durumu çok kötü olan Özen, tüm çabalara rağmen kurtarılamayarak 24 Kasım’da ölür.
Yücel Özen’in ölümü soru işaretleriyle doludur:
Yücel Özen, niçin gözaltına alındığı günün gecesi hastaneye götürülmüştür?
Hastaneden tekrar gözaltına alındığında sağlık durumu nedir?
Tekrar (11 Kasım’da) Acil Servis’e niçin götürülmüştür. Buraya getiren polisler neden resmi teslim tutanağı düzenlememiştir?
Beyoğlu Emniyet Amirliği’nde Y.Özen’e ne yapılmıştır ki, iki kez hastaneye götürülmüş ve kurtarmak mümkün olamamıştır?
Kardeşinin işkence sonucu öldüğünü hastanede çektiği fotoğraflarla belgeleyen ve sorumluların yargılanması için elinden geleni yapacağını açıklayan ağabeyi Dursun Özen niçin tehdit edilmektedir?
Olayın gelişimi, tanık ifadeleri ve işkenceyi gösteren fotoğraflar Y.Özen’in ölüm nedenini açıkça göstermekteyken neden sorumlular halen yargı önüne çıkarılmamıştır? İmran Aydın olayında olduğu gibi takipsizlik kararı verilerek işkence örtbas edilmeye mi çalışılıyor?
Emniyet Amirliği’nden ilgili bakanlıklara kadar hiçbir yetkili devlet kuruluşu bu soruların gerçek yanıtlarını açılamamaktadır. İnsan hakları bakanlığı kurma hazırlığında “şeffaf karakollara değin ileri sürdüğü vaatlerle halkta “özgürlük beklentisi” yaratmayı amaçlayan koalisyon hükümetinin yaklaşımı da tutarlı olmak bir yana olayları saptırmaya yöneliktir.
Şöyle ki; işkenceciler ortaya çıkarılıp yargılanacağına, propaganda düzeyinde işkence karşıtı oldukları açıklanmakta (aksini açıklamak mümkünmüş gibi) ve fakat örneğin, son 3 yılda 3 kişinin işkence sonucu öldüğü Beyoğlu Emniyet Amirliği’ne yönelik hiçbir önlem alınmamaktadır. Üstelik Hüseyin Toraman örneğinde olduğu gibi, gözaltında “kaybolan” insanların durumu araştırılacağına, bu kişilerin gözaltına alınmadıkları ileri sürülmekte ya da “Bekaa Vadisi’nde oldukları” türünden suçlamalar, açıklamalar getirilmektedir.
Biz İHD İşkenceyi İzleme Komisyonu olarak Yücel Özen’e işkence yaparak ölümüne neden olanların yargı önüne çıkarılmaları için çalışmalarımızı aralıksız sürdüreceğiz. Ayrıca, bütün işkence, gözaltında ölüm ve kayıp olaylarının takipçisi olduğumuzu, bu tür olayların en kısa zamanda komisyonumuza iletilmesinin çalışmalarımızı daha etkin kılacağını kamuoyuna duyurmak istiyoruz.
25.12.1991
İHD İstanbul Şubesi
İşkenceyi İzleme Komitesi
GÜNEŞ GAZETESİ’NDEN ATILAN ÇALIŞANLAR GECE DÜZENLEDİ
Güneş gazetesinde çalışan emekçilerin alamadıkları 6 maaş, 4 ikramiye, 3 maaş farkı ve sosyal haklarını alabilmek için 2 Eylül’de vezne önünde başlattıkları eylemin sonucunda 4 Eylül’de noter kanalıyla 17/2’yle (tazminatsız ve ihbarsız) olarak işten atılmaları ve gazete önünde çadır kurarak eylemlerini orada devam ettirmelerinin 100’üncü gününde, yani 10 Aralık 1991 günü, Beyoğlu Belediyesi’nin yardımıyla ve yer tahsis etmesiyle, Taksim Belediye Gazinosu’nda bir dayanışma çayı düzenlediler. Çayın biletleri 20 bin liradan satıldı ve 2 bin tane bilet satıldı. Geceye o gün İHD’nin ve avukatlar gecesinin de olmasına rağmen bine yakın kişi katıldı. Geceye basın bildirisinin okunması ve basın toplantısıyla başlandı. Daha sonra ilk olarak Grup Yorum sahneye çıktı. Daha sonra sendika başkanlarının konuşması ve diğer basın kuruluşlarından, dergilerden ve sendikalardan gelen mesajların okunmasıyla devam edildi. Daha önce % 5’lik enflasyon zammı için Güneş çalışanlarını sokaklara döken, yürüyüşler düzenleten, fakat iş alamadıkları haklarını almak için eylem yapmaya gelince eylemcilere sırtını dönen TGS (Türkiye Gazeteciler Derneği) başkan ve yöneticileri geceye de gelmediler. Sadece bir mesaj göndermekle yetindiler. Grup Yorum’dan başka gecede, Ozan Hüseyin Başaran, Bilgesu Erenus, Ozan Çağdaş bir folklar grubu ve İstanbul Sahnesi’nden iki arkadaşın hazırladığı küçük bir oyun sergilendi ve basının içinde bulunduğu durumu küçük bir oyunla anlatıldı.
BABA VE ÇOCUKLARI
Cumhuriyet hükümetlerinin makus talihi midir, yoksa, yazıya dökülmemiş bir yasa, kural vs.nin bir gereği midir, nedir bilinmez, bu güne kadar kurulan bütün hükümetler, ilk iş olarak patron sendika, oda ve derneklerini ziyaret ettiler. Başbakanlar bunu hep “nezaket ziyaretleri” olarak açıklaya gelmişlerdir. Fakat bu açıklama hiç inandırıcı olmamıştır. Sokaktaki vatandaşın kafasında, “Bu güne kadar bizim İşsizler Derneği’ne değil bir başbakan, bir zabıt kâtibi bile nezaket ziyaretinde bulunmadı. Ne iştir bu?” sorusu cevapsız olarak kala-kalmıştır.
Bugüne kadar kurduğu hükümetlerle, dolayısıyla da patron ziyaretleri konusunda “pir” sıfatı almayı bileğinin hakkıyla kazanmış olan Demirel, geçtiğimiz haftalarda yaptığı son TÜSİAD ziyaretiyle bu müphem kalmış sorunun cevabını verdi de biraz rahatladık. Ayağının tozuyla TÜSİAD patronlarını ziyaret eden Süleyman Demirel, burada holding patronları için “Bunlar bizim çocuklar, demokrasinin çalışanları bunlar” dedi.
Bu durumda İşsizler Derneği üyesi vatandaşın kafasındaki sorunun cevabı verilmiş oluyor. Artık konuyu, bir “Baba”nın çocuklarını ziyaret etmesi çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Çünkü babalar ve çocukları arasında tarihten ve soydan gelen bir bağ vardır ve bu bağ ayakkabı bağına benzemez. Babalar ve çocuklar arasında sevgi, saygı vb. gibi kutsal anlamlarla yüklü bir ilişki vardır. İhmal etmeye gelmez, birbirini gözeten, hatta birbiri için var olan bir ilişkidir bu. Tarihte, çocukları için kendini ateşe atan çok baba görülmüştür.
Öte yandan yeni bir sorunla da karşı karşıyayız.
Miting meydanları ile TÜSİAD kabul salonları doğaları gereği birbirinden farklıdır. Birinde bulunan, diğerine yabancıdır. Yabancılar da kardeş olamaz. Miting meydanlarında Demirel’e “Baba!” diye haykıran emekçilerin kendi kendilerine “Baba’nın çocukları onlarsa, biz neyiz?” diye sormaları pek haklı ve cevabını yalnızca Süleyman Demirel’in verebileceği bir sorudur.
MEMUR MÜCADELESİ YENİ BİR AŞAMADA
Kamu emekçilerinin özellikle 1990 Temmuz’uyla birlikte gelişen mücadelesi ve kurduğu sendikalar bugün tarihi bir dönem yaşıyor.
Kamu emekçilerinin mücadelesi; direkt olarak devleti hedeflediği ve hizmetten gelen gücünü kullandığında da bu çarkın işlemesini durduracağı için daha baştan karşısında devleti, onun koruyucusu olan polis ve mahkemeleri bulmuştur. Bu nedenle de kamu emekçileri sendikalaşma aşamasındayken devlete karşı mücadelesini yükseltme zorunluluğunu duymuştur. İşte bu nedenle -devlet güdümlü işbirlikçi grevsiz sendikaları saymazsak- grevli, toplu sözleşmeli, mücadeleden yana olan sendikalar; çıkış aşamalarında doğal olarak devrimci tutum sergilemişler ve eylemlerini yükseltmişlerdir. Mühürlenmelerine karşılık kendilerini yasalara tabi kılmamış, fiili ve meşru bir sendikacılık yapmışlardır.
Ancak gelişen süreçte; özellikle SHP-DYP koalisyon hükümetinin demokrasi havarisi kesilerek, toplumun her kesiminin olduğu gibi kamu emekçilerinin de umut tüccarlığını yaptığı günümüzde; kamu emekçileri de bir bekleyiş içine girmekte ve bunun yansımaları sendikalarında da görülmektedir. Yasal düzenleme yapılacağı açıklamalarıyla, yoğun bir örgütlenme talebi gelişirken; sendikaların niteliği de değişime uğramaktadır. Bununla birlikte devlet destekli grevsiz sendikal anlayışlar teşvik edilmektedir. Memurların sendikal örgütlerinin Türk-İş’e bağlanması için devlet Türk-İş’le görüşmeler başlatmıştır. Kamu emekçileri yasal düzenleme vaatleriyle oyalanırken; sendikaları toplu sözleşme masasına çağırma yerine zam oranları devlet tarafından belirlenmekte ve İLO standartlarında grevsiz bir sendika yasası çıkarma hazırlıkları devam etmektedir.
Çıkarılması düşünülen sendika yasası ile kamu emekçilerinin birliğinin bölünmesi ve meslek sendikalarının oluşturulması hazırlığı yapılmaktadır. Bu konuda mesajı Tansu Çiller bir açıklamasında, 6 ay sabredilmesini, öğretmenlere 6 ay sonra sendika hakkı verileceğini söyleyerek vermiştir.
Özellikle hizmetli personellerin -daha önce işçi statüsünden memur statüsüne geçirilerek işçi sendikalarının güçsüzleştirilmesi oyununa alet edilenlerin- işçi statüsüne geçirilerek, memur sendikalarının güçsüz bırakılması oyununa alet edilmesi ve yine işçi-memur ayrımının körüklenmesi gündemdedir.
Bugün memur sendikalarında bulunan devrimci, demokrat ve yurtseverlere düşen görev: Devletin ikiyüzlülüğünü, oyalama politikasını teşhir etmek ve bunun için de mücadeleyi zorlamaktır. Gelişen koşullarda bugün kamu emekçileri sendikaları, işkollarında çalışan tüm kitleyi kucaklayabilme potansiyeline sahiptir. Bu potansiyeli doğru hedefler etrafında örgütleyerek, sendikalara çekmek, ancak gövdesi büyüyen sendikalarımızın niteliğinin değişimini önlemek için; kitle eğitimini mücadele içinde gerçekleştirmek, beklemeciliğe, uzlaşmacılığa prim vermemek; bu sendikaların en önemli görevlerdendir.
Devletin oyalamalarına ve dayatmalarına karşı, sendikalar, önceden belirlenmiş politikalarla yığınlara gitmelidirler. Günlük politikalar belirlemek yerine gündemi bizzat belirleyerek, kitleleri belirlenen gündemle harekete geçirmelidirler. Sendika yönetimlerinin yanlış tutumları ve kararlarına karşın; tabanda faaliyet yürüterek, yönetimi zorlamalıdırlar.
Kitlelerin taleplerini grevli-toplu sözleşmeli sendika talebiyle sınırlamamak; işçi sınıfıyla, ezilenlerle dayanışma ve Kürt halkının mücadelesine destek vermeye (özellikle de gelişen şovenizm dalgasını kırarak) doğru genişletmek gerek.
Unutulmamalıdır ki; kamu emekçilerinin çalışma ve yaşam koşullarının giderek işçi sınıfına yaklaşması, bugün adına memur denilenlerin büyük kısmının aslında devletin yönetim erkini elinde bulunduran memur olmaması, mücadelesinde işçi sınıfının yolundan gitmesi, kamu emekçilerini işçi sınıfının en önemli müttefiklerinden biri yapmaktadır. İşçi sınıfının devrimde çıkarı olan diğer ezilen sınıfları, kendi talepleri için mücadeleye sevk edebildiği oranda kendisi İçin sınıf olma niteliğini kazanabileceğini düşünürsek, kamu emekçileri içinde faaliyet yürütmenin, devrim için yeni olanaklar sunduğunu görürüz. İşte bu nedenlerle devrimci kamu emekçileri; sendikalarına, kamu emekçilerinin mücadelesine karşı ilgili olmalı ve bizzat faaliyetin içinde yer almalıdır.
Firdevs SONER
ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ ÖĞRENCİLERİNDEN AÇIKLAMA
Uludağ Üniversitesi’nden devrimci öğrenciler, dergimize bir açıklama yolladılar, açıklamayı kısaltarak veriyoruz:
18 Aralık’ta Görükle Kampusu’nda İkt. İd. Bilimler Fakültesi Öğrenci Derneği’nin (İFÖD) “Yasal başvuru ve dernek tüzüğünün oluşturulması” amaçlı kitle toplantısı jandarma tarafından basıldı. Öğrencileri dipçik, odun, tekme ve yumrukla döverek ortalığı kan gölüne çeviren jandarma, 69 öğrenciyi gözaltına aldı. Ağır yaralılar da dâhil, yaralıları ambulansa vermeyen jandarma, arabalarda da dövmeyi sürdürdüler.
Birçok arkadaşımız ağır yaralandı, gözaltında işkenceye uğradı. Üstün körü bir muayeneye rağmen arkadaşların vücutlarındaki darp ve işkence izleri saptandı.
Bunlar yetmiyormuş gibi, son olarak 24 Aralık günü sabaha karşı, emniyet güçlerinin yurda yaptığı ‘çıkarmada’ onlarca kişi hiç bir gerekçe gösterilmeden gözaltına alındı.
Bizler, Uludağ Üniversitesi’nden devrimci ve demokrat öğrenciler olarak;
1- Siyasi arenada demokrasi nutuklarının atıldığı şu günlerde, dernekleşme hakkını kullanmak isteyen öğrencilerin dernek toplantısını basarak, öğrencilere süngü, dipçik ve kalaslarla insanlık dışı bir şekilde saldıran, ambulansı geri çevirip yaralıları otobüse dolduran jandarmanın tutumunu,
2- Öğrencilerin görüşme talebini reddedip öğrencilerin üzerine kolluk kuvvetlerini salan Dekanı,
3- Öğrencilerin götürüldükleri karakollarda insanlık dışı koşullarda tutulmasını, özellikle Osmangazi Karakolu’nda akıl almaz işkenceye maruz bırakılmalarını, öğrenciye muhbirlik teklif edilmesini,
4- Anayasal bir hakkı kullanmayı “suç” kabul ederek 16 arkadaşımızı cezaevine yollayan “adalet” zihniyetini,
5- Yurtta terör estirilerek gerekçe gösterilmeden onlarca arkadaşımızın gözaltına alınmasını,
6- “Bilim yuvası” olan üniversitenin jandarma-okul idaresi işbirliği ile kışlaya çevrilip eğitim ve öğrenim özgürlüğünün engellenmesini ve öğrencilerin can güvenliğinin olmamasını KINIYORUZ.
Değerli Özgürlük Dünyası Çalışanları
Sizlere yazmak islediğim konu şu:
Göksün Lisesi’nde lise müdürü tarafından sürekli olarak köylü çocukları ve Alevi’ler ezilmektedir. Keyfi disiplin cezaları, okulda öğrenciler arasında kavga başlatmaları, en kötüsü şeriatı aşılamak, erkekler ve kızların ayrı ayrı kapılardan içeri girmeleri, sınıfta bir kızın, bir erkekle konuşturulmaması, okul bahçesinde bir hudut çizilerek erkeklerin kızlarla gezmemeleri, “hududu geçmemeleri” gibi çağdışı uygulamalar. Göksün Lisesi’nde öğrenciler arası kız, erkek hududu çiziliyor. Demokrat genç öğrenciler, öğretmenler ve gerici öğrenciler tarafından gelin bizim gençliğe takılın. “Bizim Ocak” gibi derneklere takılın sınıfı geçin, yoksa sınıfı geçemezsiniz. Beden öğretmeni öğrenci başına (10.000) TL para topluyor spor için. Bin küsur öğrenciden alınan paranın miktarını düşünün, alınan malzeme ortada yok.
Değerli arkadaşlar, çocuklarımız bu şartlar altında yine de mücadelelerini sürdürmektedirler.
Hepinizi en içten duygularımla selamlıyorum, tüm arkadaşlarım adına bu yazımızı yayınlamanızı istiyoruz.
K. Maraş/Göksun’dan bir Özgürlük Dünyası okuyucusu.
HACI SAKİR İŞÇİSİNİN AMERİKALI PATRONLARCA EMEK TALANI
İş hakkı feshedilenler 2,5 milyon TL ihbar ve kıdem tazminatı aldılar. Erkeklerin büyük çoğunluğu, ücretlerini işverenle tek tek tespit ederek, işyerinde kaldı. Yaklaşık % 60-70 oranında zam aldıkları tahmin ediliyor. (Eskiden % 100 idi.)
Amerikan şirketlerine peşkeş çekilen Türkiye işçi sınıfının talan süreci son dönemde hızlanarak artıyor. Bu sürecin önüne katıp sürüklediği işçilerden birkaçı da Hacı Şakir Sabun ve Gliserin fabrikalarında çalışıyor.
Fabrikanın satışı söylentileri ile 6 aya yakın bir süredir huzursuz olan işçilerin 17 Aralık günü işten atılmaları ile gündeme geldi ve işçiler isyan ettiler. Önce vizite eylemine çıktılar, ertesi gün ise fabrikada direnişe başladılar. Bir sonraki gün ise, “önder” işçilerin işverenlerle uzlaşmaları sonucu önce 25 bayan işçi olmak üzere, … kadar işçi sokağa atılmışlardır. Geri kalanlar yeni işverenle yeni sözleşmeler imzalayarak, kazanılmış haklarından vazgeçme pahasına, çok düşük ücretlerle fabrikada kalmayı başarmışlar.
Hacı Şakir Sabun Fabrikası işçileri 12 Eylül öncesi DİSK’e bağlı Gıda-İş Sendikası üyeleri, DİSK’in kapatılması sonucu, işçiler sendikasız kalmışlar. 1987’deki sendikalaşma girişimleri sonucu 43 işçi atılmış. Son birkaç aya kadar örgütsüz kalan İşçiler 20.11.1991’de Hak-İş’e bağlı Özgıda-İş Sendikası’na üye olmuşlar. 22.11.1991’deki bakanlık tespitine rağmen işveren sendikaya yetki verme konusunda itiraz ediyor, sendika tarafından açılan dava halen sürüyor. 15 Ocak’ta yapılacak yeni sözleşme de rafa kaldırılıyor.
İşçiler, şimdiye kadar sendikaya hiç ihtiyaç duymadıklarını, patronla işçi temsilcisi olarak seçtikleri arkadaşları arasında yapılan toplu sözleşmelerden alınan hakların, kendileri için makul artışlar olduğunu söylüyorlar. Her yıl ücretlerde, sosyal haklarda % 100 bir artış sağlanıyordu. Sosyal hak olarak 4 maaş ikramiye, 4 ton kömür, tahsil ve çocuk yardımı, giyecek yardımı alıyorlardı. Eski patron olan Süleyman Şahin, Maya şirketler grubuna fabrikasını 22 milyara satmış. Şimdi ise Maya şirketler grubu, Colgate Amerikan Firması’na 150 milyara devretmiş. Bu satıştan işverenler memnun, ama işçiler kış ortasında kendilerinin sokakta bulmaktan hiç hoşnut değiller. Tam tersine, kaybettikleri karşısında çok öfkeliler, daha önceden sendikalı olma girişiminde bulunmamaktan da ders çıkarıyorlar.
Hacı Şakir işçileri sendikalaşma mücadelesine yeni başlamışlar. % 90 oranında sendikalı olmalarına rağmen işveren sendikayı yetkili saymıyor. Sendika tarafından açılan dava iş mahkemelerinin işveren yanlısı tutumu nedeniyle oyalama sürecine girmiş durumda.
İşçilerin direnişteki kararsızlığının fazla uzun sürmemesi, eylemin kırılması, işten atılmaya karşı birlik içinde olamama, patronların sözlerine güven duyma gibi örgütsüzlüğün ve bilinçsizliğin getirdiği olumsuzluklar halen devam ediyor. 1983’len beri sözleşme imzalayan “önder” işçi temsilcilerinin de halen fabrika işçileri arasında birlik ve örgütlülük sağlayamama gibi zaaflarının sürmesi, işçilerin çıkarlarını olumsuz yönde etkileyen en önemli faktörlerden biri. Bu arada, genel olarak ülkemiz işçi sınıfının örgütlenme bilincinin zaafa uğratıldığı pek çok etkenin yanında patronların işçi sınıfını bölme ve geriletme konusundaki ustalıklarını da göz ardı etmemesi gerekir. Bu konuda Hacı Şakir işçileri acı da olsa deney kazanmış ve sınıfsal çıkarları açısından olumlu bir adım olan sendikalaşma bilincini kazanmışlardır. Yeni Amerikan kovboylarıyla savaşmayı da zamanla öğreneceklerdir.
TÜRKİYE’DE KÜRT OLMAK
Sait EFE
İlk affı üçkâğıtçılara çıktı seksen sonrası. Karaborsacı kaçakçılar. 12 Eylül sonrası Türkeş diyordu ya.
“Biz içerdeyiz, düşüncemiz iktidarda” diye.
Onun benzeri bir anlayışla çıktı bu af. Mevsim kış. Bir de karanlıkla zaman göz gözü görmüyor. Ortalık toz duman. Tuttuğunu içeri atıyor zorba içeride ayırıyorlar sonra suçlarına göre.
-Sen?..
-Pankart astım!
-Sen?..
-Duvara yazı yazdım!
-Sen?..
-Slogan attım!
-Sen?..
-Mitinge katıldım!
-Sen?..
-Dergi dağıttım!
-Sen?..
-Yazı yazdım!
-Sen?..
-Resim çizdim!
-Sen?..
-Kürtçe konuştum!
İnin aşağı lan! En alt kata. Bodruma. Bir yanı lağım, bir yanı kan kokan bölmeye. Gözler bağlandı. Kanlı, katran çaputlarla Canlar dağlandı. Kara cop, kuru değneklerle sille, tekme dersan, şakır şukur.
İkinci yarıya geldi sıra. Kalan suçlulara:
-Sen?..
-Anamı sattım!..
-Sen?..
-Bacımla yattım!..
-Sen?..
-Şekere kireç kattım!..
-Sen?..
-Hazine’ye kazık attım!..
-Sen?..
-soygun!..
-Sen?..
-ırzı!..
-sen?..
-Eroini!..
-Sen?..
-kokaini!..
-sen?..
-kalpazan!..
Sizi şöyle alalım beyler üst odaya. Geniş pencereli, ışıklıdır orası. Kısa bir süre konuğumuz olacaksınız. Çeker gidersiniz sonra, suçunuz ideolojik değil. Vatana, millete yararınız yok. Çay, kahve ne istersiniz. Söyleyin getirsinler yumuşak delikanlılarımız, sertlerini aşağıya gönderdim. Taş gibi oğlanları.
Kimini aslı, kimini kesti. Kalanlara da onlarca, yüzlerce yıllık cezayı bastı aşağıdakilerin.
Yukarı çıktı.
Sordu sual eyledi. Birer neskafe daha söyledi.
Üç isim okudu. Üç suç ismi…
Kaçakçı, karaborsacı hırsızlar.
Üç adım öne çıksınlar dedi.
Çıktılar.
Özür diledi. Yapılan yanlışlıktan ötürü. Eh işte, kurunun yanında yaşta yanarmış bazı durumlarda. Bugün sizlere olduğu gibi. Gözünde suçlu değillerdi. Uyanık müteşebbisçilerdi. Liberal economist, atılgan sermayecilerdi.
Meslektaştılar aynı zamanda. Kendisini tanıttı onlara.
Sen ustamdın. Nasıl tanımazsın beni? Senden öğrendim her şeyi, sana borçluyum bu koltuğu.
Seni de çıkarak tutmuştum kendime. Tanımadın mı beni?
Biz dostlarımızı unutmayız. Çıkın dışarı.
Açıldı kapılar.
Çıktılar.
Örtüldü yine.
Ta ki çıbanbaşı gibi sararana kadar cezaevleri toplumda “af istekleri “af diye yanıtlandı uzun süre. Ne zaman ki içi irin dolu, çıban zonklamaya başladı çürük bedenlerinde. “Af dediler onlar da. Sırtlarındaki kamburda artmıştı bayağı. Artmış ve eğmişti bedenlerini yere değecek kadar. Afla azaltacaklardı bunu. Af! Af! Af ama nasıl? Ne sokabilirlerdi bu af yumuşatmasının altında. Öyle kuzu kuzu af verecek değillerdi ya!
Ana, babalar da miyoptu bu konuda. Bir adım ötelerini göremeyecek kadar miyop.
Oğlum çıksın da… Ya da kızım…
Kapan kurdular affın ardına. TMY kapanı. Bir düşen bir daha çıkamaya diye. Hatta hiç düşmeye. Baştan bitirile işi. Beş kurşun, bir bombayla. Polislere sertifika verilmişti nasılsa. İnsan avı sertifikası.
Af oltanın ucunda bir yemdi yalnızca.
Yeteri kadar yatmış olacaklar olmuştu birçoğu için. Azılıları (!) ayırıp bıraktı bazılarını.
Yüksek mahkemeye başvurdular; insan hakları savunucuları.
Bir basamak daha çıkıldı af konusunda, idamlıklar, müebbetlikler de salındı. Kürtler dışarıda.
Eroinci, kokainci, uyuşturucular da çıktılar. Geçen ayki kararı ile yüksek mahkemenin.
Yalnız Kürtler kaldı içeride. Kürtçülükten yatanlar.
Eskişehir tabutlarına koydu onları da. Diri diri gömmek üzere. Tabutluklar tahtadandır her yerde. Beton tabutları omuzlan kaldırabilecek mi bakalım faşizmin. Çok ağırlar çünkü.
En ufak bulgular bile sanığın lehine kullanılır yüksek mahkemelerde. Benzeri durumlar için.
Kim bilir kaç gün, kaç ay karıştırdılar yasaları yargıçlar. Cilt cilt, kitap kitap, yaprak yaprak. Karıştırdılar ki, zırnık bir madde bula da, bu ayıbını örteler düzenin. Bulamadılar ama. Her kitap, her sayfa, her yaprak, her satır, her sözcük. Hatta her harfi ile Kürt düşmanlığı kaynıyor belgeleri.
TC’nin bir ayağı ulusal kurtuluş savaşı ise, bir ayağı da Kürt düşmanlığıdır çünkü.
İlk kavşak ayrımında ikinci ayak şimdi.
Ya kardeşlik!.. Ya kangren!
Görünen ok ki kangrenden yanalar onlar. Bir gerçeğin kabulü değil, bir manevradır Kürt realitesinin ‘görülmesi’ içine düşülmüş zor bir durumdan kurtulmanın manevrası. Değişme, meğişme yalan. Sürüye yaklaşamayan kurdun koyun postu giymesidir olan. Bu nasıl kardeşlik ki kardeşinin adını duyunca yüksek gerilime tutulmuş gibi kızarıyor yüzü. Hortlak görmüş gibi fırlayıp dışarı çıkıyor gözü. İşte Leyla Zana Kürt kızı Leyla. Nasıl da birleştiler sağdan sola. Dost düşman girdiler kol kola. Yürüdüler üstüne üstüne kızın. Nerdeyse yiyeceklerdi.
HEP kongre yapmış Ankara’da.
Bir bombardıman daha.
Sorun “HEP” değil, hiç… Hiç geçmemesi Kürt adının.
BEKLENTİLERLE BEKLEŞENLER
Mehmet ESATOĞLU
Ankara’da kışın açıktan estiği bir akşam. Yollar, arabalar, insanlar ve hafif bir yağmur.
Rüzgâr ve yağmur damlaları arabanın ön camını yalayıp geçerken Perdeci, etrafı seyretmede.
Sıhhiye kavşağında kapatılan yola ve trafik keşmekeşine bakıp “yine ne kent cinayetleri tezgâhlanıyor?” gibisinden bir iç çekti.
Şoför “iyi oldu ama” dedi.
Perdeci duymadı. -Dalgındı- .
Şoför yineledi: “İyi oldu ama diyorum.”
Perdeci -dalgınlığın içinden- “Yine de tıkanıklık olacak. Acımasız.”
Şoför “Tıkanıklık olursa bu eskinin günahı.”
Perdeci “Yoo, bence bozukluk yapılanmada. Tıkanıklığın nedeni o.”
Şoför “Sizce yıkım şart mı?”
Perdeci “Yıkım kaçınılmaz. Çünkü baştan yanlış yapılmış.”
Şoför “Yıkım demek kolay. Peki yerine ne gelecek?”
Perdeci “Yeni bir düzenleme. Çoğunluk gözetilerek.”
Şoför “Çoğunluk gözetilmeyecek diye bir şey söylemediler.”
Perdeci “Başından beri çoğunluğa yönelik bir plan yoktu.”
Şoför “Bence baba yapacak bu sefer kıyağını.”
Perdeci “Ooo.. Baba trafik işlerine de mi bakacak?”
Şoför “Ne trafiği?”
Perdeci “Sıhhiye-Kızılay yolundan bahsediyorum.”
Şoför “Şey.. Ben.. Yeni hükümet.. Yani..”
Perdeci …
Şoför …
Perdeci “Ben sağda ineyim.”
Rüzgâr ve yağmur yüzünü yalarken Perdeci inmeye başladı Küçükesat’tan aşağılara doğru.
Tiyatrocu dostlarını bulabileceğini umduğu birkaç küçük lokale baktı. Karşılaştığı eski birkaç dostuyla kısa konuşmalar yaptı. Aradığı insanları sordu. Tahmini birkaç yer adı sıraladılar. Telefonla evlerini aradı. Mekanik telesekreter anonslarına yanıt vermedi. Çıkarken söylendi:
“Yau.. Bu insanlar neredeler?”
Yolun sonunda tiyatrocuların öylesine uğradıkları bir yer geldi aklına. “Hafta içi insanlar olur mu orada?” umutsuzluğuyla o yöne doğru yürürken, lokalin önündeki araba kalabalığı dikkatini çekti.
“Bir kutlama mı var? Belki de bir oyununun prömiyer yemeği.” düşüncesiyle içeri girdi,
Kapıda her karşılaştıklarında “Ah., ah.. Bu ay yine işler , nanay” diye yakınan sayman kılıklı adamla karşılaştı. Adam Perdeci’yi görünce “Ooo hoş geldiniz.. buyrun.. buyrun.. Kokuyu alan burada.”
Perdeci “Ne kokusu?”
Adam anlamlı bir kahkaha patlattı. “İktidar.”
Perdeci pek bir şey anlamadı bu yanıttan. Sordu: “Peki ya gidenler?”
Adam -pişkin- “Öyle sorunlarımız mı vardı?”
Perdeci paltosunu çıkararak vestiyer görünümlü köşeye doğru yöneldi. Ancak asamadı. Köşede boş askı kalmamıştı. Paltosu kolunda sigara dumanı, alkol ve kızartma kokusu ile yoğunlaşmış bir alana girdi.
Masalardan kimi eller, kollar sallandı. Kimini selamladı, kimiyle el sıkıştı. Köşedeki masada Ankaralı dostlarını buluverdi.
Masadakiler Perdeci’yi görünce hararetli konuşmalar bir an kesildi. “Ne var ne yok?”lu hal-hatır muhabbeti başladı. Ardından gündelik işleri dair kısa ‘kısa konuşmalar, ondan sonra bir sessizlik geliverdi.
Masadan biri “Kız doğdu.” esprisiyle sessizliği bozmağa çalıştı, işte Perdeci o an konuşulan ana konunun kesintiye uğradığını hissetti. Birdenbire yakın geçmişteki ölümlere ilişkin bir konuşma başladı. Ana konu gözlerde dolanırken biri aniden ortaya atıverdi: “Peki bu müsteşar sorunu nasıl çözülecek?” Konuya dalmak üzere yeniden bir sessizlik oluşurken Perdeci şaşkınlıkla soruverdi:
“Ne müsteşarı yau?”
Masadakiler onun bihaberliğinden tedirgin bakıştılar. Masanın ucunda oturan iktidardan nimet beklentili eski bir televizyon yapımcısı açıklama duygusuyla:
“Yani., yeni hükümet., hani., kuruluyor ya.. Hani, düşündük de, bakan arkadaşımız sayılır. İşlerin sağlıklı yürüyebilmesi için müsteşar diyorduk.. Hani bizden biri olsa… Ne bileyim.”
Perdeci -muzip- “Hem müsteşar., hem de bizden.” “İnanın ben görmedim böylesini bugüne kadar. Hem müsteşar olacak hem de..:” “Belki şöyle bir ünlü söz uyarlamak gerekecek.”
“Efendiler! Kaymakam, vali, müsteşar, hatta başbakan olabilirsiniz. Ama düzenin çarkları içinde asla bizden yana olamazsınız.”
“Kırılmayın. Soruna politik taktikleri görmezden gelerek dümdüz yaklaşmıyorum. Belki de bu ‘müsteşar muhabbetinize’ çok tepeden düştüm.”
“Şaşırmakta haklıyım sanıyorum. Şu masaya baksana. Nice güzellikler üretmiş, düşüncelerinden ötürü genel müdür tarafından sürüm sürüm sürülmüş birçok dostum oturmuş bir masa etrafında ‘müsteşar muhabbeti’ yapıyor. Belki de sözcükler çok medet umar bir havada söylendi. Yanılıyor muyum?”
Eski televizyoncu “Bak Perdeci, eski günlerde değiliz. Artık çocuk da değiliz. Maceraya da karnımız tok. Dünya değişecek diye uğraştık, kafa tuttuk yöneticilere. Dinlemedik emirlerini. Kışkırttık insanları düzene karşı, oyunlarımızla, çizgilerimizle, müziklerimizle. İnsanlardan büyük destek gördük. Ama çok da acı çektik, ceza aldık, işsiz kaldık, onurumuz çiğnendi. Şimdi ülkede yeni bir dönem başlıyor. Başlayan yeni dönem biz aydınlardan destek bekliyor. Karşılığını da verecek. Toplanmamızın ana nedeni bu.”
Perdeci “Size iyi beklentiler. Şaşırdım.” “Eskiden tükürdüğümüz çözümlere sarılmak. Burada döndürülen ‘müsteşar muhabbeti’ genelde ülke çapındaki yeni hükümetten yeni umutlar beklemek muhabbetinden ayrı değil, demek. Şaşırdım. Çünkü denenmiş, acı çektirmiş, işkence etmiş, ülke düzeyinde beş bin insan öldürülürken gıkı çıkmamış bir lidere yeni bir umutmuş gibi yaklaşmak.”
“İnanılacak gibi değil.”
“Yetmişli yılların başında sıradan insanların, aydınların Ecevit’in arkasından bir umutmuş gibi koşmalarının belki bir açıklaması olabilirdi.”
“Ama bugün…”
“Onca şey yaşanmışken ve liderin kimliği açık seçik ortadayken…”
“Öyle sanıyorum ki, bu rüzgâr özellikle estiriliyor. Düzenin sürmesi için birilerinin umut olması gerek. Yeni lider yok. Peki, umut kim olacak?”
“Temcit pilavı sever misiniz?”
“Hayır, pek sevmem.”
“Başka bir şey kalmadı. Çaresiz, yeniden ısıtıp sunacağız size.”
“İşte bir tabak yeniden ısıtılmış temcit pilavı.”
“Ooooo… harika”
“Yuuuuuh! Beyler önemli olan o filmi görmeden gidişat hakkında düşünce yürütmek. Bizi, sıradanlıktan ayıran da bu değil midir?”
“Hadi gelin. Eski öykülere gidelim. Yetmişli yıllara…”
“12 Mart balyozunun etkileri geçip giderken, bir tiyatro akşamında buluşalım. Halis Abi’yi yâd edelim.”
“Demokrasi., hoşgörü., uzlaşma rüzgarı estiriliyor. Estirilenler başımıza 12 Mart balyozunu indirenler…”
“Ak günlere… ak günlere…”
“Bir liseler arası tiyatro şenliği. Final akşamı. Halis Abi –üst düzeyde bir milli eğitim görevlisi- koşturuyor. Uçuyor adeta. Sahnede bir Brecht oyunu. Hem de Carrar Ana’nın Tüfekleri. (Oyun, İspanya iç savaşını anlatır. Savaştan yakınlarını yitirdiği için yılmış bir ana ve oğullarının öyküsüdür. Sakladığı tüfekleri ondan almağa gelir ananın erkek kardeşi: Ana, savaşın acılarını koyup silahları vermek istemese de finalde hem silahları verir hem de kendisi de savaşa katılmağa ikna olur. Oyun boyunca İspanya iş savaşı ekseninde faşizme karşı tavır tartışılır.)
Sahneye boydan boya bir pankart asmış oyuncular:
“Kendi davası için dövüşmeyenler, dövüşmüş olurlar karşı, safta.”
Oyun süresince protokol sırasından yalnız Halis Abi’den solo kahkahalar. Özellikle rahip sahnesinde. (Kulakların çınlasın Mustafa!)
Oyun finali alkışlar., alkışlar.. Halis Abi ayakta alkışlıyor. Perde kapanırken o günlerin hoşgörü ortamına yaslanarak valiye dönüyor:
“Görüyor musunuz beyefendi? Gençlerimiz nerelere gelmişler, dünyayı nasıl yorumluyorlar?”
Oyunun başından beri patlamak için bahane arayan vali bütün öfkesiyle:
“Yöneticiler nasıl izin veriyorlar? Anlamıyorum. Bu körpe dimağlar…”
“Vali bey her türlü demokrasi, hoşgörü, vesaire ve vesaireyi çiğneyerek çekip gidiyor, Halis Abi’mizi oracıkta boynu bükük bırakarak.”
“Ertesi gün soruşturmalar., soruşturmalar., soruşturmalar.”
“Halis Abi o akşam ‘bırakalım bu düşleri…’ diye başlayan konuşmama alınarak kırıldı bana. Konuşmadı bir süre.”
Masada tuhaf bir hava esti. Eski televizyoncu -hafif öfkelenerek- sürdürdü:
“Katılmıyorum.. 12 Eylül farklı.. 12 Eylül’de topyekûn politikacısı, işçisi, köylüsü, öğrencisi, herkes çok çekti. Sanırım yeterince ders çıkardı. Madem dünyada yeni bir gidişat var. Bunun ülkemize de yansıması güzel değil mi?”
Perdeci -muzip- “Bizim ülkeye yansıyan bir şey mi var? Bir iki tatlı söz dışında. İşkenceler., kayıplar.. Kürt ellerinde dipçik, dayak, kurşunlama, kentlerde işten atmalar, palavra ücretler, grevlere saldırılar.”
“Affedersiniz yansıyan ne?” .
“Öyle deme. Hükümet daha yeni kuruldu.”
“Enkaz mı devraldı dersin.”
“Bırak bu kafayı be.. Eskiden AP-CHP bir araya gelebilir miydi? Hâlbuki bugün…”
“Pardon… Benim böyle bir talebim yoktu. Bu, 12 Eylül öncesi para babalarının dikte ettirdiği bir önerdiydi. Anımsıyor musunuz? Darbe öncesi paçavra basının manşetlerini düşünün. Geniş tabanlı hükümet kurulsun, taban fiyatları ve işçi ücretleri dondurulsun, sıkıyönetim komutanlarının yetkileri artırılsın. Falan… filan.”
“On bir yıl az gittik, uz gittik. Bir baktık, bir zamanlar bize kabul ettirmeye çalıştırdıklarına bu kez biz demokrasi çığlıklarıyla sarılıyoruz.,”
“Şimdi soruyorum. Aydın insanlar olarak, biz bu insanlara ne söyleyeceğiz?”
“Pöh. Sanki millet bizim ağzımızın içine bakıyor.”
“Öyle deme. Önemli olan senin tavrın. Tarih önündeki sorumluluğun.”
– Masada sessizlik.-
“Tepedekiler demokratik bir katılımdan söz ediyorlar. Bunu yabana atmamak lazım. Yalnız sosyal demokratlar değil, sağcı başbakan da söylüyor.”
Perdeci “Evet, tıpkı 1970lerin başında kurulan koalisyon gibi. Ecevit ve Erbakan ortaklığıyla kurulan hükümetin de başlangıçtaki açıklamaları aynen böyle. Böyle başlıyorlar. Bir yıl geçmeden savaş gerekçesiyle sıkıyönetim ilan edip grevleri erteliyorlar.”
“Geçen gün kütüphanede yetmişli yıllardaki gazete koleksiyonlarında koalisyon için yazılanları okurken şaşırdım kaldım. Bütün basın ve köşe yazarları Ecevit’le koalisyon kurmayı kabul etti diye Erbakan’ı demokrasi havarisi ilan ediyorlar. Demirel’se tu kaka.”
“Şimdi bir kez daha soruyorum. Bütün bunlar bilinirken bu insanlara ne diyeceğiz?
“Neden toplandınız burada?”
‘”insanca bir düzen’ şiarıyla yola çıkmış sizleri, bu akşam burada kirli iktidar hesaplarıyla uğraşır buldum. Üzüldüm.”
” ‘Bencil çıkarın buzlu sularındaki bu gemi nereye gidiyor? Bir çağrı mı bekleniyor?”
“Yetmişli yılların sonuna doğru kurulan sosyal demokrat hükümetin yaptığı gibi yeni bir arpalık mı dağıtılacak?”
“Kurullar kurdular. Sinema, edebiyat, plastik sanatlar vesaire. Topladılar aydınları. Sorunları çözmeye. Uğraştılar, didindiler. Bırakın sorunları, sinemadan sansürü bile kaldıramadılar. Bakan bey ‘ah’ dedi. ‘Polis vazife ve salahiyetleri kanunu. Sansürü kaldırmak çok zor.’ diyerek sansür ayıbına seyirci kaldı.”
“Dergiler toplatıldı, filimler makaslandı. Bakan beyin gıkı bile çıkmadı. İlan ettikleri sıkıyönetim en basit lise şenliğini bile yasakladı. Bakan bey de demokratik başbakanında gık yok. “
“Arkadaşlar, sokaktaki pazaryerindeki insanı unutmayın. Ondan koptu mu, bir sanatçının sonu gelmiş demektir. Çok yanıldılar, çok acı çektiler. Dün devlet terörü eserken özgürlüğünü, onurunu, canını yitirenler oldu. Elli kişi asıldı. İşkencede ölenler oldu. Kayıplarınsa tam sayısı bilinemiyor.”
“Bir çizgi çektik diyorlar o döneme. İşkenceler, kayıplar hala sürerken.”
“Şimdi bu insanlara sizin aydın olarak söyleyeceğiniz bir şey olmalı. Anlatmalısınız onlara:
“Gerçeği.”
“Siz anlatmazsanız, anlatmak yerine kirli iktidar hesaplarıyla oyalanmayı yeğlerseniz çıkıp başka birileri anlatacak. Silecek sizi. Muhalifler listesinden. Muhalif olmayı başaramayanın aydınım demeye yüzü var mıdır, bilemiyorum?”
“Siz beklentileriniz aşkına üstünü örtmeye çalışsanız da, bütün yalanlar kentin varoşlarından bozularak meydanlara doğru akacaktır. Önemli olan gerçeği bugün or taya koyabilmek.”
“Bu oyun bozulurken, siz nerede olacaksınız? Tavrınızı değiştirmezseniz, muhtemelen iktidarın kirlerine bulaşmış bir çöplükte. Gönül, sizin gibi ezilenlerden yana tavır almış kişileri orada görmek istemiyor. İçinizde muhalif tavrından ötürü geç miste büyük acılar çekmiş kişiler var.”
“Şimdi son kez, vakit geçmeden soruyorum:
“Şimdi siz bu insanlara ne diyeceksiniz?”
Perdeci yavaşça masadan kalktı. Kapıya doğru yürüdü, masada sessizlik sürüyordu.
Dışarıda insanlar ve yağmur vardı.
BUCA’DA AÇLIK GREVİ SONA ERDİ
İzmir Buca Cezaevindeki açlık grevi 41. gününde sona erdi Açlık grevinin kritik bir noktaya geldiği 11 kişinin hastaneye kaldırıldığı bir aşamada, tutsakların birçok taleplerinin gerçekleşmesiyle sona ermesi sevinç yarattı.
İzmir İHD şubesinde yapıları basın açıklamasında, grev boyunca tutuklu yakınlarının çabaları, ısrarlı ve sahiplenici eylemlerinin payı vurgulandı. Başlıca şu talepler gerçekleşti.
-Koğuş temsilcileri idare ile hem periyodik olarak, hem de ihtiyaç halinde görüşebilecekler.
-Aynı dava sanığı kadın- erkek sanıklar ortak avukat görüşüne çıkabilecekler.
-Aramalar insan onuruna uygun olarak yapılacak.
-Aynı dava sanıkları aynı koğuşla kalabilecekler.
-Gelen mektup, dergi gazete… vs. aynı gün tutsaklara iletilecek.
-Dilekçelere yanıtlar doğrudan verilecek.
-Aileler kantinde alışveriş yapıp içeriye gönderebilecekler.
-Diyet yemekleri raporlara uygun çıkacak.
-Acil hastalar hastaneye ambulansla gönderilecek.
-İlaçlar 24 saat içinde tutsaklara verilecek.
-Bayan siyasi tutsakların koğuşuna polis girmeyecek.
-Çamaşırhaneden 15 günde bir yararlanılabilecek.
-Diyetliler raporlarındaki her yiyeceği dışarıdan aldırabilecekler, yemekler düzelecek.
Konuyla ilgili bir grup tutuklunun yolladığı açıklamayı aşağıda yayınlıyoruz:
“BUCA’DA AÇLIK GREVİ
3 Kasım 1991 tarihinde çeşitli cezaevlerinde bulunan devrimci tutsaklar 1 Ağustos genelgesine ve Terörle Mücadele Yasası’ gereklerine uygun olarak Eskişehir L tipi cezaevine zor-işkence-terör uygulanarak sevk edildiler. Bu insanlık dışı uygulama karşısında diğer cezaevlerindeki tutsaklar ve biz Buca Bölge Cezaevi’ndeki çeşitli davalardan yargılanan toplam 49 kişi 13.11.1991 tarihinde süresiz açlık grevine başladık. Gelişmeler kısaca şöyledir:
Biz TDKP-GKB davası sanıkları, Eskişehir tabutluklarının kapatılması, ‘Terörle Mücadele Yasası’nın iptal edilmesi başta olmak üzere özgül taleplerimizi de belirleyerek diğer devrimci dava tutsaklarıyla görüştük ve süresiz açlık grevi yapılmasını önerdik. Öneri kabul gördü ve biz, üçü bayan 29 TGKB tutsağı, 7 Dev-Sol davası tutsağı, 3 Ekim davası, 2 TİKB, 2TKP-B davası tutsağı, 1 adli tutuklu (bayan), Kemalpaşa Cezaevi’nden 2, Urla Cezaevinden 2 tutsak açlık eylemine başladık. Süreçte sağlık durumları bozulan GKB dava sanığı 4 kişi eylemin 19. gününde; 14 kişi eyleminin 24. gününde 3 Ekim davası sanığı ile bıraktılar, doktor kontrolünden geçirildiler.
Aynı süreçte 2’si bayan dört kişi hastanede doktor denetiminde, ancak müdahale kabul etmeden açlık grevine devam ettiler.
41 gün sonunda birçok istemin kabul edilmesiyle bitirilen açlık grevimize sonuç olarak 14 TGKB, 3 Dev-Sol, 2 TKP-B, 2 TİKB olmak üzere 21 kişi katılmıştır.
Mücadele dergisinin 15 Aralık 1991 tarihli sayısında yukarıda anlattığımız, sayılarla beslediğimiz gerçekler, her nedense çarpıtılarak ve kendi taraflarına yontularak yazılmış, böylece hem gerçekler tersyüz edilmiş, hem de eyleme birlikte karar veren devrimcilere, ortak eylemlilik ruhunun gelişimine saygısızlık edilmiştir. Dönemde sivriltilmesi gereken içeride ve dışarıda mücadelede sağlanan birliktelik, ortaklık ve onun özellikle de dışarıda yarattığı kamuoyu ve başarısıdır.
Eylemi öneren, başlatan ve yoğunlukla sürdüren açıktır, pratiği yaşayanlar bunu iyi bilmektedir.
Mücadele Dergisi bu grupçu tutumunu düzeltmeli, onlara da gönderdiğimiz bu tekzibi yayınlamalıdır.
FAŞİZME ÖLÜM. TUTSAKLARA ÖZGÜRLÜK
FAŞİZME ÖLÜM, HALKA HÜRRİYET!”
TDKP-GKB davası tutsakları.
Ocak 1992