İnsan Hakları, Marksizm, Politika

Türkiye’de yıllardır her türden siyasi muhalefetin, ana temalarından birisini, kendisini çeşitli biçimlerde gösteren resmi zorbalık oluşturmuştur. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin bütün iktidar muhalefet ilişkilerinde, zor, ister siyasal iktidarın elde tutulması ve sürdürülmesi için, isterse yeni biçimler altında iktidarın yoğunlaştırılması için olsun politikanın araçlarından birisi olma özelliğini her zaman korumuştur. Bir yandan zor, daima politik amaçların bir aracı olarak kullanılırken, diğer yandan da politika, daima ancak şiddetin bir araç olarak kullanılması ile yürütülebilecek sert bir sınıf mücadelesi ortamının olgusu olagelmiştir.
Son yıllardaki gelişimine bakarak, kaba kuvvetin politik bir araç olarak kullanılmasının, yalnızca devrimle karşı devrim arasındaki ilişkinin bir sonucu olduğunu söylemek yanıltıcıdır. Gerçekte Türkiye’de politika, burjuvazinin değişik politik temsilcileri arasında da zoru gündeminden hiç bir zaman çıkarmamıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında, İttihat ve Terakki Fırkası’ndan arta kalan unsurların muhalefetinin, padişah ve şeriat yanlısı kişi ve örgütlerin en kaba biçimde ezilmeleri ve yoğun idam cezalarının uygulanmış olması, Milli Şef döneminde yalnızca muhalefete karşı değil, en küçük bir hak talebiyle kıpırdanan ya da yalnızca yasalarca kendine tanınmış hakları kullanmak isteyen herkese karşı zorun sınırsızca kullanılmış olması, Demokrat Parti döneminde (ki Milli Şef döneminin zorbalığına karşı en keskin propaganda ile halk kitlelerinin sempatisini kazanmış olması iktidara gelmesinde en büyük rolü oynamıştı) polis gücünün, jandarma dipçiğinin siyasetin araçlarından birisi olmaya devam etmesi, Cumhuriyet tarihini, siyasi iktidarın hangi partinin elinde olduğuna bağlı olmaksızın, bir şiddet ve zor tarihi olarak nitelemeye yetecek olgulardır.
Ne var ki, siyasi zorun en kaba biçimlerinin geniş bir kamuoyu eleştirisinin konusu olması, şiddetin ve ölüm cezalarının burjuvazinin iç ilişkilerinde kullanılmasının açıktan ve arlık devlet hakkındaki endişelere de yeni bir biçim kazandırarak gayrı meşru ilan edilmesine yol açacak bir kapsamda gündeme gelmesi, büyük ölçüde halkçı ve devrimci muhalefetin eseri olmuştur. Bir başka deyişle, tekelci burjuvazinin değişik siyasal temsilcilerinin egemen siyasal parti ya da devletin temel kurumları karşısındaki konumunun şiddetle tarif edilmesine, burjuvazi fazla ses çıkarmadı ve halkın önünde bu konuyu tartışmayı, kendi ayıbını faş etmek gibi gördü. İttihatçılar idam edilirken, Serbest Fırka kaba kuvvetle kapatılır ve yöneticileri zorla susturulurken, Milli Şef kendi dışındaki herkese yumruğunu sallarken, Demokrat Parti kendi dışındaki bütün siyasal partilere, komünistlere ye halka polis ve jandarma şiddetini uygularken, 27 Mayıs darbecilerinin elinde Demokrat Parti mensupları en bayağı uygulamalara, işkenceye tabi tutulurken ve nihayet asılırlarken burjuvazi sustu. “Kol kırılır yen içinde kalır” dedi ve kendi devletinin kendi siyasal partilerine karşı girişebileceği her muameleyi, devlet ve millet ve vatan adına suskunlukla, en çok bir iç çekiş ve mızıldanmayla karşıladı. Kapalı kapılar ardında birbirlerine yakındılar ve uğradıkları muameleyi kendi kendilerine etmiş gibi boyun eğdiler. Konu hep üstü örtük tutuldu ve eğer açığa çıkarsa, başta devlet olmak üzere, burjuvazinin tüm siyasi kurumlarının bundan zarar göreceğine ilişkin öngörüye uygun hareket edildi.
Ne zaman ki, işkence, idam ya da bir başka biçimde zor, doğrudan halka, devrimcilere yani bir bakıma en geniş anlamda tekelci burjuvazinin siyasi temsilcileri dışındaki siyasi gruplara uygulanmaya başladı, şiddetin bu türüne karşı, açık bir muhalefet ve kamuoyu tepkisi de oluştu. Çünkü artık, kendilerine yönelmiş bu şiddetin teşhiri dolayısıyla sistemin zarar göreceğinden endişe duymayan bir sosyal güç, işkencenin, idamın yasadışı uygulamaların nesnesi olmaya, herhangi bir kutsal kurum adına razı olamayacak bir sosyal güç söz konusuydu.
Ancak bu muhalefetin ana temaları da hemen hemen daima, egemene sistem içi referanslara dayanarak şekillendi. Demokrasi, insan hakları, uygar toplum, hukuk devleti, çağdaşlık gibi, kimi siyasal, kimi sosyal, kimi ahlaki ama hepsi burjuva olan bu kavramlar, devletin yönelttiği zor karşısındaki muhalefetin köşe taşları oldular. Özellikle insan hakları kavramı, gündemine ağırlıklı olarak 1980 askeri darbesiyle girdiği Türkiye’de, her türden muhalefetin en önemli sloganını teşkil etti ve giderek, özellikle de sol ve sosyalist muhalefete kendi sınıfsal muhalefet şiarlarını unutturacak kadar önem ve ağırlık kazandı. Buna, cezaevlerindeki baskı ve şiddet uygulamaları, işkence, hukuksuz ve yasadışı tutuklamalar, kitle halinde cezalandırmalar, idamlar gibi, olağan sosyal ilişkiler zemininin dışında bir uygulamalar bütününe karşı, muhalefetin daha geniş kesimleri ilgilendiren toplumsal temalar ekseninde yürütülme ihtiyacıyla yönelindiği söylenebilir; ya da belki daha acımasız bir hükümle, bütün o uygulamalara konu olan insanların, kendilerine yalnızca insan olarak davranılmasından öte bir şey istemeyi artık hayal bile edemedikleri…
İkincisinin anlamı, ne kadar yaralayıcı görünürse görünsün, 12 Eylül faşizmi karşısında işkenceye ve katliama tabi tutulanların faşizme karşı koyuşlarının çoğunlukla kendi İnsanlıklarının kabul edilmesinden ibaret bir çizgiye kadar gerilediği olacaktır. Elbette bunun yanı sıra, kavgalarının içeriğini bütün çıplaklığıyla onaya koyan ve uğruna savaştıkları ilkeleri ve idealleri, işkence altında, mahkemelerde, idam sehpalarında sonuna kadar savunanlar da vardı. Fakat genel ve toplumsal denilebilecek ölçüde geniş bir muhalefetin sarıldığı bayraklarda, daima bu sistem içi temalar öne çıktı.
Eğer soruna tarihteki yeri bakımından bakacak olursak, ezilenlerin, ezenler karşısında, yönetilenlerin yönetenler karşısında en son durumda kendilerinin de insan olduklarını kabul ettirmek diye bir sorunların daima bulunduğunu söyleyebiliriz. Köleler, kendilerinin de köle sahipleri kadar insan olduklarına inanıyorlardı; Engizisyonun bir “şeytan” olarak görüp gösterdiği her muhalif, insanlığının bilinmesi, tanınması için mücadele ediyordu. Seriler, yarı hayvan toprak köleleri değil, “herkes kadar insan” olduklarına inanıyorlardı. Burjuvazi, ilk büyük devriminin bayrağına bunu açıkça yazacak ve teori düzeyinde ifade edecek kadar ezilenler soyunun ilk en bilinçli temsilcisi olarak ortaya çıktı. İlk proleter derneklerinde, insanlık, eşitlik ve adalet kavramları belirleyici bir yer tutuyordu. Siyasal, sosyal, ekonomik baskının değişik biçimleri karşısında, baskıya konu olanların kendi insanlıklarının tanınmasını istemeleri, her şeyden önce, ezen ve baskı altında tutanların “insan” denilince önce ve sadece kendilerinin anlaşılması gerektiğini kabul ettirmelerinin bir sonucudur. İnsanlık düzeyinde bir eşitlik talebi, siyasal, ekonomik, sosyal eşitlik talebinin en trajik olduğu kadar, her türden sınıflı toplum içinde kalmak koşuluyla kendiliğinden ileri sürülebilecek son biçimdir de. Bundan sonrası, ezilenlerin yalnızca kendilerinin insan oldukları iddiasına kadar yükselmeleridir: bu ise sistem dışında bir tanımdır; çünkü insan olmayı istemek, eğer bilinçle kavranır ve politik tarzda formüle edilirse, son durumda egemen sınıf olmayı istemek demektir.
İçinde yaşadığımız genci dünya ve ülke koşulları, bugün yalnızca insan olma düzeyinde eşitlik talebi olarak ortaya çıkmış bulunan o geri eğilimi olumlayan, özellikle insan hakları kavramının belirleyici olduğu noktasından hareket ederek, bu eğilime daha “derin” bir teorik zemin hazırlamaya yönelen çabaların yaygınlaşmasına olanak tanıyor. Sosyalizm deniliyor, nasıl olsa bütün dünyada çöktüğüne göre, bir halk muhalefeti artık yalnızca demokrasi, insan hakları ve çok çok ezilen ulus milliyetçiliği çerçevesinde yürütülebilir! Bu yaygın ve umutsuz görüş bakımından, demokrasi, siyasal “insan eşitliğini”, insan hakları ve ezilen ulusların hak eşitliğini savunma eğilimi de kurumlaşmış faşizan önyargıların eleştirisini herhangi bir yeni toplumsal düzen endişesi taşımaksızın dile getirmenin aracı oluyor. Böylece, toplumsal değişim talepleri de mahkûm ediliyor! Değişik biçimlerde sık sık yinelenen ve artık neredeyse bir postulatmış gibi tartışılması bile gereksiz gösterilen bu ana fikir, eninde sonunda daha insani bir kapitalizm ve kapitalizm içinde daha özgür bir insan hedefiyle kendisini sınırlıyor.
Sınırlar buradan çizilince, kapitalizmin bugüne kadar yapılmış en bilimsel ve hâlâ geçerli tek eleştirisi olan Marksizm de bu sınırlara uygun olarak yeniden yorumlanmaya, Marksizm’in “çağın gereklerine uygun”, yani demokrasi, insan hakları, çağdaşlık, hukuk devleti vs. kavramlar bakımından yumuşatılmış, bozulmuş bir yorumunun yapılması için yeni bir fırsat doğduğuna inanılıyor. Marksizm, sanki kapitalizmin yıkılışının değil, iyileştirilmesinin ve daha insanileştirilmesi ve insanın kapitalizm içinde özgürleştirilmesinin teorisi halinde anlatılmaya, anlaşılmaya çalışılıyor. Burada artık, insan olarak kabul edilme talebiyle, egemen sınıf olarak örgütlenerek insan olma eylemi arasında bir ilişki kurulmuyor. Sorun, burjuva hukuk ilişkileri çerçevesinde burjuvazinin kendisini insan olarak ilan etmesini kabul ve o çerçevede kendisine bir yer talep etmekten ibaret hale gelmiştir.

İNSAN HAKLARI KAVRAMINA YAKLAŞIMDA “MARKSİSTLER”
Doğu Avrupa’nın “sosyalist” ülkeleriyle SSCB’de son yılların bütün dünya gündemini meşgul eden değişikliklerin nedenleri üzerine pek çok teori ve sav ileri sürüldü. Konumuzla ilgili olarak, çöküş ve geriye dönüş olayının, bir de insan hakları kavramı bakımından ele alındığı tartışmalara göz almak istiyoruz.
Gerçekten, sözü geçen ülkelerdeki olayların hemen hemen tümünde, muhalefetin “insan hakları” kavramına ağırlık verdiği, yığın hareketlerinin bu bayrak etrafında önemli bir dinamik kazandığı kuşku götürmez. Ancak buna bakılarak, çöküş ve geri dönüşün tek başına, o ülkelerde başlangıçtan günümüze insan haklarının ihlal edilmiş olmasından doğduğunu söylemek elbette bütünüyle yanlıştır. Ne var ki, olayların gümbürtüsü içinde, görünüşü oluşturan sloganların ve gündelik taleplerin en fazla kitle toplayan ve genel bir kamuoyu yaratılmasında rol oynayan şiarlarına bakılarak yapılacak bir yorum, gerçekten bir başka sonuç çıkarılmasını güçleştirecek nitelikteydi. Bu, aynı zamanda, Amerikan emperyalizminin ve onun dünya çapındaki ortaklarının insan hakları, demokrasi ve hepsini birden ifade etmek üzere liberalizm sloganıyla ortada dolaşmaya başladığı bir zamana da denk düşünce, kitle iletişim araçlarının ve devasa reklâm medyalarının da etkisiyle, olayın temel ve en geçerli nedeninin sahiden “insan hakları ihlalleri” olduğuna inanmak, sıradan insanlar ve sıradan teorisyenler için kolay oldu.
Kendisini Marksizm içinde bir yerlerde tanımlama alışkanlığını her nedense sürdüren bir kısım aydın, bu kavram ekseninde kalarak konuyu tartışmaya başladığında, ortaya başlıca üç görüş çıktı. Bunlar göre, evet, bütün o ülkelerde ta başından beri insan hakları denilen şey gerçekten hiç olmamıştı. Ama bunun nedenleri hakkında, tartışmayı bu eksende yürütenler arasında farklılıklar vardı. Bir bölümü, insan hakları ihlallerini, özellikle Sovyetler Birliği ve Stalin dönemi açısından ele aldıklarında, dönemin gereklilikleri ve yönetimin kurumsal özellikleri bakımından açıklıyorlardı. Bunlara göre, emperyalist kuşatma altında bulunmak, sosyalizmin inşasının zorlukları, siyasal muhalefetin parti ile ilişkisi gibi pek çok tarihsel ve siyasal faktör, insan haklarının rafa kaldırılmasını ya da ihlal edilmesini gerektirmişti. Diğer bazıları ise, insan haklarının durumunu, o ülkelerde hiç bir zaman sosyalizmin kurulmamış olmasının bir sonucu olarak görüyorlardı. Sosyalizm yoksa insan haklarından zaten söz edilemezdi, insan haklar ihlal ediliyorsa, sosyalizm gerçekleşmemiş demekti. Üçüncü bir görüş, sorunun cevabını ülkelerin durumundan ayrı, daha yüksek bir düzeyde arıyordu. Sorunun kökleri, pratik ve politik sosyalizmde, yani kısacası söz konusu ülkelerdeki uygulamalarda ve uygulayıcılarda değil, bizzat bütün bu eyleme yön veren Marksist teoride, Marks’ın görüşlerinde aranmalıydı. (1)
Bu yazının konusu, özel olarak insan haklarıyla devrimci teori ve politika arasındaki ilişkinin incelenmesi olduğundan, eski sosyalist ve halk demokrasisi ülkelerindeki geriye dönüş ve çöküş sorunun gerçek nedenleri ve süreç özellikleri hakkında bir tartışmaya girişilmeyecektir. Ama şu kadarı peşinen söylenebilir ki, olay, hiç bir biçimde tek bir nedene, özellikle de insan hakları kavramıyla dile getirilebilecek hukuka ilişkin bir nedene kesinlikle indirgenemez.
Bu bağlamda, şu anda bizi daha çok, Marks ve Marksizm’in insan hakları kavramı karşısındaki tutumu hakkında söylenenler ilgilendiriyor.
“İnsan haklarının eksik ve yanlış ele alınmasındaki önemli bir payın sosyalist düşüncenin kendisinde yattığına”, “ana sorunun, sosyalist düşüncenin insan bakışından ve tarihte insana verdiği rolden kaynaklandığına” (2) inanan T. Akçam, bu görüşlerini, Marks’ın farklı dönemlerde yazdığı ve savunduğu görüşlerin bir özetini vererek kendi tezini temellendirmeye çalıştığı kitabında, sonuç olarak, yeni bir toplum projesinin, kendi deyimiyle “adına sosyalizm dediğimiz şeyin”, bundan böyle, baştan beri ihmal edilmiş olan insan hakları kavramına dayandırılması gerektiğini söylüyor. Ve teslim etmek gerekir, görüşlerini çok diyalektik şu cümle ile özetliyor: “Ve bir toplumun gerçekten ideal olup olamayacağı, artık üyelerine vaat ettiği cennetle değil, çektiği sınırların dışında kalanlara yaptığı uygulamalarla ölçülecektir.”
Ne var ki, bir sözün, kurlusunun diyalektik olması, özellikle “sosyalizm denilen şey” söz konusu olunca, dolaysız bir toplumsal pratik söz konusu olunca, mutlaka devrimci olmasına, bu anlamda doğru olmasına yetmiyor.
Her şeyden önce, sosyalizm kavramının neredeyse dil ucuyla kullanılmış olmasına, yazarın bu terimi içine sindirerek kullanmakta oldukça güçlük çektiğine dair bir izlenimden kurtulmak mümkün değil. Sanki sosyalizm, onun literatüründe, artık kirli bir kavramdır ve kendisinin de sosyalist sanılmasından ürktüğünü söylemek insafsızlık sayılmayacaktır. Gene de T. Akçam, sorunu Marksizm içi bir tartışma olarak ve kendisini de Marksizm’e hiç değilse bu konuda bir katkının sahibi olarak göstermek isteğinden uzakla görünmüyor. Ancak, herhangi bir toplumsal sorunu Marksizm içinde tanışmak için belirleyici sayılması gereken önkoşul, yani işçi sınıfının siyasal iktidarı ve sınıfsız toplum perspektifi bulunmadıkça, varılacak sonuçların Marksizm’in ihtilalci özüyle ilgisi olmayan sıradan bir reformizme dönüşeceği gerçeği Akçam’ı ilgilendirmiyor. Bu yüzden kendi zemininin çok çok revizyonist Avrupa Komünizmi içinde bir tür “Marksizm”e karşılık düştüğüne de aldırmıyor.
Akçam’ın Marksizm’e insan hakları kavramı bakımından yönelttiği eleştirilerin başlıcası onun şu cümlelerinde görülebilir:
“İnsanı, toplumsal ilişkilerin taşıyıcıları olarak gören, sadece sahip oldukları sınıfın içerisinde ele alan ve sadece kolektif aktörleri (proletaryayı) tarihin motoru olarak değerlendirin bir bakışın bireyi ve haklarını arka plana atması kaçınılmazdı. Tarihi ileri götürmek, ancak bu yasaların bilincine varan parti ve tarihi yapacak kolektif bir güç olan sınıf ile mümkündü. Geri kalan her şey bundan sonra gelebilirdi.” (3)
Gerçekten, eğer insan hakları kavramını, burjuva içeriği ile ve onu belirleyen mülkiyet kavramı açısından ele alırsak, insan hakkı denilen şey, “birey hakkı” olarak anlaşılır. O durumda bile, kastedilen şey, burjuva hukuk ile belirlenmiş olan mülk sahibi bireyin haklarından başka bir şey olamaz.
Akçam, kitabında sık sık, insan hakları kavramının burjuva içeriğinin genişletilmesinden söz ediyor. Bunun yeni bir insan ve yeni bir dünyanın devrimci olanakları bakımından yeniden ve bütünüyle farklı karşıt bir biçimde kurulabileceğine ilişkin ise hiç bir perspektif taşımıyor. İnsan ve birey kavramlarının özdeşliği sonucundan hareket ettiği için de, bu özdeşliğin bu anlamıyla yalnızca mülkiyet kavramı ve özel mülkiyete dayalı toplumsal sistemler bakımından geçerli işlevine değinmiyor bile. Bu yüzden, “kolektif kelimesinin geçtiği her yerde, “ben ne olacağım” diye sormaktan kendini alamıyor: ‘Toplumsal eşitsizliklerin çözümünün ancak kolektif olabileceği basit gerçeği, bireyin özgürlüğü gibi bir sorunun ikinci plana atılması yanlış anlayışını da beraberinde gelirdi.” (3)
Kuşkusuz bu endişeli tutumun,”basit gerçeğin” bireyin özgürlükleri gibi çok “derin” bir başka gerçek yanında önemsiz ve gereksiz kaldığına inanmaktan kaynaklandığını anlamak zor değil. Birey, kolektif iradenin içindeki yerini kendi sınırlarıyla ölçtüğü, özellikle de herkesin özgürlüğünün başkalarının özgürlüklerinin başladığı yerde bittiğini söyleyen gene “çok basit” ama “burjuva gerçek” açısından ele aldığı sürece, kolektif olan her şeyin, kendisinin özgürlüklerini, bir başka birey tarafından da değil, bütün bir kolektif etkinlik tarafından sınırlandığı gibi bir kâbustan kurtulamayacaktır. Öyleyse, T. Akçam, kitabının daha ilk sayfalarında ileri sürdüğü düşüncesini, yani bir toplumsal projenin kendi üyelerine vaat ettiği cennetle değil de, “kendi dışında bıraktıklarına yaptığı uygulamalarla ölçülmesi” gerekliği fikrini, sosyalizmin birilerini ve herhalde kendileri gibilerini dışta bırakacağı korkusunu yansıtan düşüncesini, sonunda, kolektif olmayan bir sosyalizm düşüyle gidermeye çalışmaktadır.

İNSAN HAKLAR KAVRAMININ TARİHİ
T. Akçam, insan haklarının tarihine ilişkin yaptığı özetlemede, kavramın kökenini aslında hiç ilgisi olmayan zamanlara kadar uzatıyor. Dinlerin tarihinde, kutsal kitaplarda, köleci toplumlara ait belgelerde, insan haklarıyla ilgili argümanlar bulup çıkarıyor. Kavramın tarihini, evrimci bir çizgi üzerinde arıyor. Bunun özel bir politik nedeni var. Akçam, bu tarih özetlemesiyle, insanın olduğu her yerde insan haklarıyla ilgili bir tartışmanın bulunduğunu, giderek bugünkü tartışmanın tarih kadar eski bir tartışmanın devamı olduğunu anlatmak istiyor. Buradan çıkacak örtük sonuç ise bellidir: Hiç bir toplumsal kuruluş, bu tartışmanın dışında değildir! Neredeyse tarih, insan hakları için mücadelenin tarihi oluveriyor. Herhalde, tarihin sınıf mücadelelerin tarihi olduğunu söyleyen o “eski” önermeye bir karşılıktır bu da! Bunun bizim bir yakıştırmamız olmadığını anlayabilmek için, onun gelecek toplum projesi hakkında insan hakları kavramını eksen alan bir politika kurmayı önerdiğini hatırlamak yeterli olacaktır.
Oysa tarihin sınıf mücadeleleri tarihi olarak ele alınması, kavramın doğuş ve gelişmesinin evrelerini de doğru ve nesnel bir temel oturtmaya yetecektir. “İnsan hakları” kavramı, tarihteki o zorlanmış ve belirsiz izlerde değil, doğrudan doğruya sosyal ilişkilerin bu kavramı nesnel bir ilişki olarak ortaya koyduğu, sınıflar mücadelesinin özel bir tarihsel evre sinde yeni bir sınıfın ortaya çıkış koşullarında aranmalıdır.
Bu eksiklik, daha doğrusu yanlışlık, Akçam’ın belli başlı iki yanlışına yol açıyor. Birincisi, o, kavramın kendi evrimsel gelişimine bağlı olarak ancak zenginlcşlirilcbilccc-ğini ve yeni bir içerikle tanımlanmaktan çok, devralınan bir miras gibi kapsamının genişletilebileceğini düşünüyor. Arada bir kesinti görmüyor: Ahti atik sorunu nasıl ele aldıysa Konvansiyon da aynı ilkeleri biraz değiştirerek, biraz zenginleştirerek ortaya koymuştur sanıyor. Bundan çıkarılacak sonuç da, bir sosyalizm projesinin ancak bu çizginin ilerletilmesi üzerine şekillenebileceği oluyor.
İkinci olarak Akçam, insan denilen şeyin sınıflara bölünmüş bir toplumun insanı olduğu gerçeğini göz ardı ederken gene bu evrimsel tarih anlayışına dayanıyor. Dünyanın tek bir dünya olma yolunda ilerlediği güncel propagandadan fazlasıyla etkilenmiş olacak ki, herkes için geçerli ve herkesi kucaklayabilecek yeni bir insan tanımının ve buna uygun bir insan hakları kavramının geliştirilebileceğine inanıyor. İnsanlığın global sorunlarının oluştuğunu ve bunun ancak dünya çapında çözülebileceği düşüncesiyle, tek insanlık ve tek dünya kavramlarına gönderme yapıyor ve artık insan hakları kavramının gerçeklen insan hakları olarak tanımlanabilmesinin zamanı geldiğini ilan ediyor. Ama bunun yolu, gene tarih dışı bir yerde aranıyor; ona göre, “insan hakları, ne burjuvaziye ne de bir sınıf-grup veya devletin tekeline bırakılacak bir politik sorundur.” Burada nedense açıkça söylemediği şey, insan hakları kavramına ilişkin herhangi bir girişimin, özellikle proletarya ve onun iktidarının tekeline bırakılmaması gerektiği yolunda görüşüdür! Peki, ne yapılmalıdır? “İçeriği her ezilen kesimce yeniden doldurulmak, genişletilmek, zenginleştirilmek durumundadır” (4)
İnsan hakları kavramının özellikle burjuvazinin devrimci çağının bir ürünü olduğu tarihi gerçeğinden önemli bir sonuç çıkar: söz konusu kavram, düzenli bir evrim çizgisi izlememiş aslında, daima yeni egemen sınıf tarafından, eski içeriği berhava edilerek yeniden kurulmuştur. Burjuva insan hakları kavramının kendisine geçmişte kökler aramasının biricik nedeni, örneğin kulsal kitaplara, eski filozoflara, halta yer yer mitolojiye dayanarak kendisine bir geçmiş aramasının biricik nedeni, her politik sloganın, her politik partinin, her devrimci kalkışmanın kaçınılmaz olarak başvurduğu bir yolun bir biçimde kendisini göstermesinden başka bir şey değildir. O ünlü pasajda söylendiği gibi, “Daha önceki devrimlerin kendi öz içeriklerini kendilerinden gizlemek için tarihi hatırlamalara gereksinimleri vardır.” (5)
Bu bir aldanma ya da aldatmaca değildin sonuçta, politika ile iktidar arasındaki ilişkinin, iktidarların yönetilen kitleler karşısındaki konumlanışın bir gereğidir. Ama bu bir tarih incelemesinin yolu hiç olamaz. Kavramların kendilerini yalnızca içerikçe zenginleştirerek ilerlediği yolundaki idealist teze, onların kırılmalarını, dönüşmelerine ve eski içeriklerine karşıt anlamlar kazanarak ilerlediklerini göremez, özellikle sosyal pratikteki nesnel karşılığının hareketinin ilerleyişinde lokomotif rolü oynayan devrimci sıçrayışların kavramların içeriğini de dönüştürdüğünü anlayamaz. İnsan hakları kavramı, tarihte hiç bir biçimiyle gerçeklen evrensel insan haklarının değil, daima ve yalnızca özel bir sınıfın iktidar kavgasının işaretlerinden birisi olmuştur. Bu özellikle ve bugüne kadar burjuvazi için böyledir, İsa’nın insanları Tanrı’nın çocukları olarak eşit kabul etmesinin, bugün kullanılan anlamıyla insan haklarıyla bir ilişkisi yoktur. Ama belki bir iktidar kavgasının, şimdi moda olan deyimle “medyasının” nelerden oluşabileceğine dair bir tarih incelemesinin konusu pekâlâ olabilir, o kadar. Bundan da, insan hakları kavramının kesintisiz sürekliliği hakkında bir sonuç çıkarmak için bir medya teorisyeninin hokkabazlığı gerekir.
Hiç kuşkusuz, burjuvazinin kendi hak ve çıkarlarını “insan hakları” diye öne sürebilmesinin ve bunu (BM’deki imzaya açılış sırasında ortaya çıktığı üzere, Suudi Arabistan ve Sovyetler Birliği gibi kavramı kendi açılarından geçerli görmeyenler dışında) kabul ettirebilmesinin koşulları dünya ölçeğinde vardı. Çünkü dünya nasıl emperyalizm tarafından tek bir ekonomik zincirle birbirine bağlanmışsa, ideolojik bakımdan da burjuvazi, kendisine özgü bir tek dünya yaratmayı başarabilmişti. Bu açıdan bakılınca, grupların, azınlıkların, değişik düşünce ve etkinlik kümelerinin, iktidarlar karşısında kendi hakların kabul ettirmek için birer beyanname hazırlayarak iktidarlara sunmaları yoluyla kavramın çerçevesini genişletebileceklerini ummanın ve hele bunu “aklı başında” bir “sosyal olaylar uzmanı” olarak önermenin ciddiye alınır yanı kalmıyor. Renkli azınlıklar, eşcinseller, fahişeler, evet bütün bu insanlar kendi hak ve çıkarlarını “insan hakkı” olarak ilan etmek ve bütün insanlar tarafından bunların kabul edilmesini istemek hakkına sahiptirler. Ama bunun genci kabul görebilmesinin, bu anlamda evrensel olabilmesinin tek ve değişmez bir koşulu vardır: bunlardan herhangi birinin “egemen sınıf olarak örgütlenme” potansiyeli taşımaları; bir başka deyişle, dünyayı kendi dünyaları kılmayı sağlayabilecek bir toplumsal sistem kurma gücüne sahip olabilmeleri.
Hiçbir birey ya da sosyal sınıf olma özelliği göstermeyen hiç bir grup, kendi hak ve çıkarlarını, bütün insanların hak ve çıkarları olarak onaylatma gücünde değildir.
Fakat T. Akçam’ın bu önerisinin çok anlaşılır bir gerekçesi vardır: o, mevcut toplumsal düzenin, kapitalizmin ve onun egemen sınıfının kalıcılığına, onun iktidarının sürekliliğine inanmıştır ve yapılacak her şeyin, ancak bu iktidar karşısında bir yer tutmak için ama onu var eden bütün tarihsel koşulları veri olarak kabul ederek mümkün olacağını düşünmekledir. Özel bir çıkarın, genci çıkar olarak kabul edilmesinin koşulları ve tarihsel imkânları üzerine, dergimizde daha önce yayınlanan bir yazıda ayrıntılı olarak konuşuldu. (6)
Şu kadarını hatırlamakla yarar var günümüz dünyasının bütün “temel insani değerleri”, her çağda olduğu gibi, egemen sınıfların kendi özel çıkarlarını en genel biçimde ifade edebilmelerinin ürünüdür ve onların yok oluşu ile birlikte, ne temel ilkeleri ne de insanilikleri kalacaktır. Bugün, bu değerleri referans alarak tanımlanacak azınlık, grup, sınıf vs. hak ve çıkarlarını ifade eden değerlerde ancak o kadar ömürlüdür.
T. Akçam ise, burjuvazinin kapitalizm yoluyla her türden ulusal kültürel duvarı yıkarak insanlığı bir tek doğru sürüklediği tezinin, Marksizm’in bu önemli öngörüsünün gerçekçi çıkmadığı düşüncesindedir. (7) Elbette o, henüz kendi kültürlerini yaşayan ve yaşamaya hakkı olan küçük uluslar ve halklar tarafından ortaya konulan folklorik değerlere, etnik özelliklere bakarak bu sonuca ulaşıyor. Kanıtlarını, Levi-Strauss’un literatüründen derlediğinden, sorunu yalnızca etnografinin-antropolojinin çerçevesinde ele alabiliyor. Oysa kapitalizmin sağladığı bütünlüğün, yalnızca ekonomik değil özellikle siyasal ve büyük ölçüde de üretim tarzlarının bütün diğer sonuçları bakımından ele alınması halinde, öngörünün hem de şimdi değil, çok üzün bir süredir gerçekleştiğini görebiliriz. Öyle ki, şimdi emperyalist kapitalizmin tek derdi, bu bütünlüğün dışında kaldığını laf düzeyinde olsun ileri süren kimsenin kalmaması haline alabilmiştir. “Antropologların da gösterdiği gibi” diyor Akçam, “insanlık, bu tür bir tekleşmeye doğru giden bir evrenselleşme yaşamıyor.” (age, s. 79) Antropologların kast ettiği şey, gerçekle hiç bir zaman gerçekleşmeyecektir. Marks’ın bunu öngördüğünü söylemek ise cahillikten başka bir şey değildir. T. Akçam, “Burjuva veya proleter biçimler altında düşünülmüş bir dünya medeniyeti projesi, gelinen noktada hem tutmamış görünüyor, hem de çok gerçekçi gelmiyor” derken, emik kültürel farklılıkların bulunmasını kanıt gösteriyor. Proleter medeniyetin gerçekleşmediği, hatta burjuva dünya sistemi karşısında bugün derin bir yenilgiyi yaşadığı gerçektir. Ama dünyada bugün bir burjuva medeniyetin, daha doğru deyimle kapitalist sistemin, bütün kurumlarıyla dünyanın egemeni olduğunu söylemek de o kadar doğrudur. İnsanların, Afrika ormanlarında, Asya steplerinde nasıl yaşadıkları, ne yiyip içtikleri, hangi şarkıları hangi araçlarla çalıp söyledikleri, yani bir anlamda hangi özgün kültür ortamında yaşadıkları değildir önemli olan; bütün bu toplumların grupları, ne tarzda ürettikleri, ürünlerini nasıl dolaşıma soktukları, kredi kullanıp kullanmadıkları, bu yolla hangi finans kurumlarıyla hangi başka kurumlar aracılığıyla ilişkiye girdikleri, ne tarzda yönetildikleri, nasıl örgütlendikleri ve tek kelimeyle bütün bu işleri hangi sistem içinde yaptıklarıdır. Şimdi bunlara bakarak karar verilsin: “burjuva biçimler altında düşünülmüş bir dünya medeniyeti projesi” tutmuş mudur, tutmamış mıdır? Evet, dünyamız, bugün burjuva “medeniyetin” dünyasıdır. Bu bize, tarihsel olarak bir sınıfın kendi sistemini bir dünya sistemi olarak kurabileceğinin de kanıtını, öyleyse dünyanın bir gün bir proleter dünyası olarak yeniden kurulabileceğinin de umudunu veriyor.

NOTLAR:
(1) Tartışmayı kısaca özetleyen: T. Akçam, “İŞKENCEYİ DURDURUN-İNSAN HAKLARI VE MARKSİZM, Ayrıntı Yayınevi, Ocak 1991, İstanbul
(2) T. Akçam, age, s. 19
(3) Akçam, age s. 69
(4) Bkz. age,sJ2
(5) Marks, “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”, Sol Yay. Mayıs 1976, s. 15
(6) Bkz: Özgürlük Dünyası, Sayı: 16, “PERESTR OY KANIN YENİ DÜŞÜNCESİ”
(7) Akçam, age, s. 77

Eylül 1991

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑