KİT SATIŞLARINI KİMLER HAZIRLADI?
Türkiye’deki özelleştirme için Ana Plan, Dünya Bankası finansmanı ile desteklenen Morgan Guaranty Trust Company of Newyork şirketi ile DPT arasında yapılan 5.8.1985 tarihli anlaşma ile yürürlüğe girmiştir. Morgan Guaranty KİT ile ilgili tüm araştırmalarını tamamlayarak, özelleştirme biçimleri hakkında politika ve taktik geliştirerek, 1986’da hükümete sunmuştur. Morgan Guaranty Bankası Başkan Yardımcısı Cengiz İsrafil, T. Özal tarafından 1985’te Başbakanlık Müsteşarlığı görevine çağrılır. Daha sonra TKKOİ’nin, özelleştirmeden sorumlu Başkan Yardımcılığı’na getirilir. Bu tarihten itibaren bazı önemsiz değişikliklerle bu plan yürürlüğe konmuştur.
KİT’lerin özelleştirilmesi ana planını Türkiye Sınaî ve Kalkınma Bankası, Sınaî Yatırım ve Kredi Bankası, Yatırım ve Finansman A.Ş. ve Price Waterhause/MUHAS ile Morgan Guaranty birlikte yürütmüşlerdir. Morgan Guaranty, DPT’ye olduğu gibi, KİT’lerin hisselerini toplu hisse alımları şeklinde değerlendiren bazı yabancı kuruluşlara da rapor hazırlamıştır. Örneğin THY AŞ’nin özelleştirilmesi nedeniyle Lozard Freres Co., Gübre Sanayi için ABD şirketi Arthur D. Little, çimento sanayi için Fransız Kem Metra Conseil International, tekstil sanayi için Boston Consultant (ABD) şirketlerine özel raporlar hazırlamıştır.
Bu özelleştirme planına göre 1985-88 yılları arasında kamuya ait yarım kalmış 11 tesis özelleştirilmiştir.
KİT ve KİT iştirakleri ve bağlı ortaklıklarından direk satışı yapılanlar şunlardır:
-Özelleştirilen KİT:
USAŞ, Uçak Servisi AŞ. (24 Ağustos 1989)
-Özelleştirilen KİT’e bağlı ortaklıklar ve iştirakler:
1- Manisa Yem
2- İsparta Yem,
3- Bilge Yem,
4- Bingöl Yem,
5- Ordu Soya Sanayi,
6- Bursa Soğuk Hava Depoları,
7- Samaş,
8- Yemta,
9- Teletaş (4 Mart 1988),
10- Ansan ve Meda (Ağustos 1988),
11- Aksaray Yem (1 Mayıs 1989),
12- Çorum Yem (1 Mayıs 1989),
13- Eskişehir Yem (1 Mayıs 1989),
14- Kayseri Yem (1 Mayıs 1989),
15- Afyon Çimento (9 Mayıs 1989),
16- Ankara Çimento (9 Mayıs 1989),
17- Balıkesir Çimento (9 Mayıs 1989),
18- Söke Çimento (9 Mayıs 1989),
19- Trakya Çimento (9 Mayıs 1989).
1990’da özelleştirileceği açıklananlar:
Petkim, Turban, Erdemir, Sümerbank ve Bankalar (Çaybank, Denizcilik Bankası, Etibank, Töbank).
Özelleştirmede şöyle bir mekanizma işliyor: Özelleştirme işlemi önce bu kapsama alınan KİT’lerin hisseleri TKKOİ tarafından satışa sunulmak üzere devralınıyor. Bu hisselerin değerini ise TKKOİ belirliyor. Satışı gerçekleşecek olan KİT veya bağlı kuruluşların değeri ise bu kuruluş tarafından gerçek değerinin çok altında belirleniyor. Örneğin USAŞ’ın satış değeri Morgan Guaranty tarafından 64 milyon dolar olarak belirlenmişti (bu miktar bile satışın yabancı sermaye yararına belirlendiği tartışma götürmeyecek kadar açıkken). USAŞ, SAS’a (İsveç Hava Yolları’na) peşin 14.450 milyon dolar, 5 yıllık vade ile 8.5 milyon dolar peşin ve bankadaki birikmiş sermayesi karşılığı toplam 27.9 milyon dolara satılıyor. 10 yıllık süre ile vergi sonrası kârının yüzde 21’ini TKKOİ’ye ödemesi sözleşmede yer alıyor. Örnekten de görüleceği gibi USAŞ’ın satışı Dünya Bankası’nın öngördüğü fiyattan bile daha ucuza SAS tarafından kapatılmıştır. Bu satışta SAS İsveç devletinin bir kamu kuruluşu olduğundan, bir Türk Kamu kuruluşu olan USAŞ bir yabancı devletin kamu kuruluşu haline getirilmektedir.
ÇİTOSAN’ın 5 çimento fabrikası, TKKOİ idaresi tarafından 256 milyar TL değer biçildiği halde, Fransız tekeli SÇF’ye 1 yıl vadeyle 195.8 milyar TL’ye satılmıştır.
Zarar etme gerekçesiyle satışa çıkarılan Boğaziçi Hava Taşımacılığı’nın satışı kamuoyundan ve basından gizlenerek gerçekleştirilmeye çalışılmışı. 7 milyon dolara satılmak istenen BHT’nin, bankada 6 milyon dolarlık dövizi ve 4 milyon dolarlık yedek parçası olduğu ortaya çıkmıştır. Devletin satıştaki yolsuzluklarının kamuoyunda ayyuka çıkması sonucu Özal hükümeti satıştan (el altından) vazgeçmek zorunda kaldı. Böylece, devlet yöneticilerinin “KİT’ler zarar ediyor, devlete yük oluyor” demagojileri, kamuoyu gözünde değer kaybederken, halkın tasarruflarıyla kurulan kamu şirketlerinin yabancılara peşkeş çekilmesine karşı da halktan tepkiler gelmeye başladı. Bu tepkilerin, bir bölümü geleneksel “baba devlet” ve devletçiliğe duyulan yakınlıktan olsa da, bu satışlar nedeniyle çalışanların işten atılmaları, ücretlerin düşük alması, sendikal haklarının gasp edilmesi vs. gibi pek çok nedenle satışlardan çalışanların zarar görmeleri nedeniyle geliştiği de bir diğer etkendir.
KİT Satışlarında Yerli-Yabancı Sermaye Dağılımı:
KİT satışlarında en büyük pay 266.8 milyar TL (toplam satışların %93.8’i) ile yabancı sermayeye (uluslararası tekellere) aittir.
Yerli sermayenin payı ise, 17.6 milyar TL ile sadece yüzde 6.2’dir.
Ülke kaynaklarının yabancılara peşkeş çekilmesi demek olan özelleştirmede hedef, ya doğrudan yabancı sermayeye, ya da yabancı sermaye ile ortaklık kurarak tekelleşmiş birkaç holdinge daha geniş, daha kolay ve denetimsiz, sorunsuz yatırım ve kâr olanakları sunmaktır.
ÖZELLEŞTİRMEDE AMAÇ ve SONUÇ İLİŞKİSİ:
Türkiye’de T.Özal’ın “Sosyal devlet ilkesi iflas etmiştir” sözüyle ifade edilen; devletin, çalışanların çalışma ve sosyal yaşamını güvence altına alma, herkese iş ve sosyal-siyasal özgürlük tanıma görevlerinin sözde bile rafa kaldırılmasına paralel olarak özelleştirme programına ağırlık verilmiştir. Emekçilerin alın terinin sömürülmesiyle kurulan kamu kurumu ve kuruluşlarının özele ve uluslararası sermayeye devir ve satışı olan özelleştirme, aslında ne Özal’ın ne de onun harika ekonomicilerinin bir icadı değildir. Tersine, İMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist sermaye mihraklarının dayattığı, günümüzde de “yeni ekonomik dünya sistemine” uyum sağlamaya yönelik bir programı içermektedir.
ÖZELLEŞTİRME PROGRAMININ NEDENLERİ:
DPT tarafından açıklanan biçimiyle; Özelleştirme Ana Planı’nın özel amaçları;
“Pazar güçlerinin ekonomiyi geliştirmesini sağlama.”
“Üretkenliği ve verimliliği artırma.”
“Mal ve hizmetlerin kalitesini, miktarını ve çeşidini artırma.”
“Hisse sahipliğini yaygınlaştırma” ve “Sermaye piyasasının gelişmesini hızlandırma.
“KİT’e hazine desteğini en aza indirgeme.”
“KİT tarafından uygulanan tekelci fiyatlandırmayı ve dolaylı vergileri azaltma”dır.
Sırasıyla değinecek olursak; pazar güçlerinin, yani yabancı sermaye ve teknoloji transferinin, emperyalizme bağımlı hangi ülkede ekonomiyi geliştirdiğine bakmak gerekiyor. Bunun en iyi kanıtını TC’de 80 sonrası ihracata yönelik dış borç açığını kapama politikasının olumsuz eğrisi göstermektedir. Tarımsal ihraç mallarındaki artışa karşın sürekli düşüş gösteren hasılat (döviz girdisi) eğrisi, dış ticaretin giderek büyüyen hızda açık vermesini getirmekte: Örneğin; 1981-82 pamuk ihracatında miktar yüzde 5,3 artarken, sağlanan döviz geliri yüzde 14,2 azalmıştır. Kuru üzüm ihracat miktarı yüzde 1,5 artarken, sağlanan döviz geliri yüzde 20,3 oranında azalmıştır. Aynı biçimde 81’den 82’ye fındık ihracatı miktarı yüzde 11,1 oranında artarken, sağlanan döviz geliri yüzde 20,2 oranında azalmıştır.
Pazar ekonomisinin göklere çıkarıldığı 80 sonrası ihracattaki artışla döviz girdileri arasındaki bu ters orantılı gelişim, Türkiye’nin değil bu ekonomiyi empoze eden emperyalist sermaye çevrelerinin işine yaradığını açıkça göstermektedir. Kaldı ki bu olgu Türkiye’ye has bir durum da değildir. Latin Amerika ülkeleri başta olmak üzere pek çok geri kalmış ülke, uzun yıllardır “pazar ekonomisi”nin pençesinde olmalarına karşın Türkiye ile aynı, sürekli büyüyen dış ticaret açığı ile karşı karşıyadırlar. Bütün çabalarıyla ihracatlarını artırmaya, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını, ellerindeki avuçlarındaki her şeyi emperyalist tekellere satarlar; ama sonuç, sürekli artan borçtan ibarettir.
Dahası bu ülkelerde “serbest piyasa ekonomisi”ne geçilmesiyle birlikte dış ticaret hadlerinin (gümrüklerin) düşünülmesi, iç pazarda kendi dinamiği ile rekabet edebilen yerli firmaların ayakla kalma olanaklarını da ortadan kaldırıyor. Yabancı firmalarla rekabet etmekten ya da yok olmaktan başka çareleri kalmayan “yerli” şirketler ya da KİT’ler için yabancı sermaye ile birleşmek ya da “ekonomiye yük” olmaktan başka bir yol kalmıyor. Fiyatlar dolara bağlanmış ve TL sürekli olarak değer kaybetmek zorundadır. Bu durumda ihracat artsa bile elde edilen dolar göreli olarak azaldığından dış ticaret açığı sürekli artma eğilimi içinde olmaktadır.
1980’den itibaren “ihracatın artmasıyla” övünen hükümetler, artan dış ve iç borçları ödemek için KİT satışlarına bir an önce başvurmak zorunda kaldılar. 83’teki 29 Aralık kararnamesi ile uygulanmaya konan özelleştirme programı, IMF’nin borçları kapatma zorunluluğu dayatması sonucu yürürlüğe girmiştir. Dış ticaret açığının sürekli büyümesi, borç kapatma olanağı bulamayan hükümetleri “milli ekonomi”nin kurumları olan KİT’leri pazarlamak zorunda bırakılmıştı. Böylece, yerli ürünlerin yok pahasına kapatılması demek olan, ihracat kotalarının başta ABD olmak üzere yabancı ülkeler tarafından belirlenmesi, aynı zamanda dolar, DM- FF- Yen gibi dünya para piyasasını belirleyen paraları karşısında sürekli düşüş gösteren TL değerinin her gün erimesi dış borçlarının her gün reel değer artışına neden olmaktadır. Bu nedenlerle giderek büyüyen dış borç açığının kapatılabilmesi için tarıma ve yeraltı zenginliklerine dayalı üretimin örgütlendiği KİT’lerin, yabancı sermayeye satılmasına 6. Beş Yıllık Kalkınma Planı’yla geçilmektedir (90-94). Oysa hükümet programında ve 5. Beş Yıllık Kalkınma Programı’nda özelleştirme planı olarak “sınaî mülkiyetin tabana yayılması” ve “sermaye piyasasını gelişimini sağlama” amacı taşıdığı belirtiliyordu. (3291 sayılı yasa, 28.5.1986 tarihli) Yani 5. Beş Yıllık Plan’da KİT’lere iştirak ve ortaklıkların, “hisse senedi satımı” ile halka açılacağını, yabancılara satışa izin verilmeyeceğini belirtiyor. Blok satışa ilişkin bir yöntemden bahsetmiyor.
6. Beş Yıllık Kalkınma Planı’na göre ise; özelleştirmenin yabancı sermaye girişlerini artırmak amacına yönelik olarak, bir kısım KİT’lerin yabancı sermayeye blok satışının gerçekleştirilmesi ve satış görüşmeleri el altından sürdürülmektedir. Hükümet, 6. Beş Yıllık Plan’da ne yatırım açısından, ne de verimliliği ile ilgili düzenleme görülüyor: 95 yılı sonunda satış işlemleri tamamlanmak isteniyor. KİT satışlarına karşı kamu muhalefetini uygun bir propaganda ile yumuşatarak, gerekliliği üzerine vaazlar verip, halkın geniş bir kesimini bu propaganda ile etki altına aldıktan sonra direk satışları gerçekleştirme süreci benimseniyor.
SHP Genel Sekreteri Cevdet Selvi, “Stratejik KİT’ler yabancılara verilemez”, “Bağımsızlık ‘Yok’tur imajına karşıyız” demagojisi arkasında stratejik önemi olmayan KİT’lerin satışına gönülden rıza gösteren bir tavra giriyor, 22.3.1992 tarihli Tercüman gazetesine bir demeç veren C. Selvi, “Devletçilik (Altıoktan biri) tabii eskisi gibi olamaz, ama işte Güneydoğu Anadolu’nun yatırımları için şimdi devlet devreye giriyor.” denmesine karşılık, C. Selvi, “Bizim devletçiliğe bakış açımız çağdaş bir niteliktedir. Öyle katı bir devletçilik değil. Tüzük ve programında geçmiş yılların devletçilik anlayışı zaten yok. Biz, hasta olan vatandaşın, okula gidemeyen gencin, çocuğun, işsizin yanında devleti görmek ister. Özel sektörün değişik nedenlerle ulaşamadığı (yatırım riski açısından), ülkenin en ücra yerine ulaşabilecek, orada İnsanın onurlu bir biçimde çalışabileceği, yatırımları sağlayabileceği bir devlet istiyoruz.” diye yanıtlıyor. Özelleştirmenin getirdiği sosyal yaşamın sonuçları, ekonomik ve siyasi bağımlılığın SHP için önemine değin ilginç bir açıklama örneği.
Buna ek olarak İTO eski Başkanı Hadi Türkmen, KİT’lerin tek bir şirkete satılması halinde dedikoduların önlenemeyeceği, KİT’lerin özelleştirilmesini, yabancı şirketlere veya ülkemizdeki bir holdinge satılmasını kastetmiyorum. Ben ‘KİT’leri kitleselleştirelim” diyorum. Yani çalışanların veya KİT’in bulunduğu bölge sakinlerine satışı gerçekleşsin” diyordu. ” ( 14 Mart 92 tarihli Tercüman).
TÜSİAD, İSO, DPT ve hükümet çevrelerinin hemen hepsi, ekonominin kamburu olarak lanse ettikleri KİT’lerin satışını mazur gösterecek nedenler içinde, KİT’lerin sürekli zarar eden, verimsiz kuruluşlar olduğunun propagandasını yayıyorlar. Oysa, eski Ulaştırma Bakanı Prof. Mustafa Aysan, “KİT’ler ekonominin kamburu değil” diyor. Özelleştirmeye karşı olamamakla birlikte, gerekçe olarak getirilen verimsizlik, fazla istihdam sorunlarını çözmenin yönetim ve devlet politikalarındaki düzensizliğe bağlayan Prof. M. Aysan, “Türkiye’de özelleştirme çalışmaları konusunda 1963’te ilk araştırmaları ben yaptım” diyor. “KİT’lerde bugünkü fazla istihdamı hiç işçi çıkarmadan, yeni iş alanları yaratarak kara geçirme olanağı vardır… 1983-84-85 yıllarında devletin verdiği yatırım görevinin tümünü (yüzde 100) KİT’ler finanse etmişti. KİT’ler 36 tane büyük devlet kuruluşudur. Bu 36 kurumun toplu olarak yaptığı yatırımlar son 10 yılda Türkiye’de toplam yatırımın yüzde 25-33’ü gerçekleştirmiştir. KİT’ler, milli gelirin yüzde 10’una sahipken, yüzde 30’a varan bir oranda yüksek bir yatırım payı gerçekleştirmiştir. Sanayide çalışan işgücünün yüzde 25’i, KİT’lerde istihdam edilmektedir. Fazla istihdam özel sektörde de vardır. Bugün devletin istihdam ve işsizlik problemi vardır. Bir yılda 1 milyon 300.000 kişi istihdam alanına giriyor. Bunlardan sadece 300.000’i için istihdam sağlanabiliyor. Örneğin; Zonguldak’ta 4.000 kişinin bordrolarda imzası atılarak çalışmadan maaş almalarına göz yumuluyor. Politik bir sorun bu… “
ISO 500 Büyük Firmada Kamu-Ozel Katma Değer Payları
(Cari fiyatlarla Milyar TL)
1982 1983 1984 1985 1986 1987 1988
Kamu 430,8 419,1 824,9 1.445,9 2.949,6 4.544.5 8.330,8
Özel 502,3 652,0 1.053,5 1.545,1 2.619,4 4.534,5 7.771,4
Toplam 933,1 1.071,1 1.878,4 2.951,0 5.569,0 9.079,0 16.102,2
Sabit fiyatlarla
kamu payı (%) 46 40 45 48 55 57 59
Sabit fiyatlarla artış endeksi
Kamu 100 75 102 123 196 248 257
Özel 100 98 108 113 141 174 169
Toplam 100 87 105 117 165 201 202
KAYNAK: İSO
KİT’lerde, söylenilenin tersine verimlilik azalmamış her yıl artış göstermişti: İSO’nun yaptığı 500 büyük işletme arasından satış hâsılatı, yarattığı katma değer, ihracat ve kâr artışları değerlendirmesinde Pet-Kim Aliağa Rafinerisi 1977’de 14. sıradan 1988’de 8. sıraya yükselmiştir. Satış hâsılatı 1987’den 1988’e Alpet’de yüzde 154 artarken ihracat yüzde 446 oranında artış göstermiştir ki, Türk Ekonomi Bankası’nca hazırlanan Pet-Kim tanıtma broşüründe Alpet’in brüt kâr artışı yüzde 309, Yarpet’in yüzde 174 olmuştur.
Aynı biçimde özelleştirme kapsamına 1987’de alınan Sümerbank yönetimi TKKOİ’ye devredilip, yeni adı “Sümerbank Holding AŞ” olarak değiştirildi. Sümerbank özelleştirilme çalışmalarına katılan yerli ve yabancı firmalara 8 milyar TL. harcandığı günlük basına yansıdı. Verimliliği ile ilgili verileri Sümerbank’a bağlı 18 firma için şöyle verilebilir. (Küçük tablo)
Ürün Satış Hâsılatı Artış(%) İhracat Artış(%)
1986 247 milyar TL — 30 milyar TL —
1987 398 milyar TL 61 56 milyar TL 87
1988 680 milyar TL 71 94 milyar TL 68
11.9.1987’de özelleştirilmesine karar verilen Pet-Kim (Yarpet-Alpet-Petlas) için 20 uluslararası tekel ve 8 yerli tekel başvuru yapmıştır. Petrol ürünleri alanında 4.000 işletmeye hammadde sağlayan Pet-Kim, petrol alanında yerli tekel durumundadır. Satışla birlikte büyük bir zararı göze alan hükümetler, sendikalar odalar ve siyasi parti ve üniversitelerden, aydınlardan gelen tepkiler sonucu satışı bir çırpıda gerçekleştirememiş, ama satış hazırlıklarını sürdürmektedirler.
Sümerbank’a bağlı tüm firmaları içeren genel satış hasılatı ve ihracattaki artış, giderek büyüme göstermektedir.
Diğer özelleştirme kapsamına alınan Kirlerdeki verimliliğin de, özel şirketlerle karşılaştırıldığında, yüksek bir artış kaydettiği; ihracat geliri ve satış hâsılatı açısından Türkiye ekonomisine önemli bir yere sahip olduğu görülür, İstanbul Sanayi Odası’nın 500 büyük firmada katma değer paylarının özel ve kamudaki artışlarına ilişkin araştırmasına göre katma değer payının daha büyük olduğu görülür.
Rakamlar incelendiğinde, kamunun verimliliğinin, özele göre daha fazla olduğu görülür. Kaldı ki, İSO’nun yapmış olduğu 500 büyük firma arasında 95 KİT bulunmaktadır. Yani 95 KİT’in 1988 yılındaki bilânço karı, toplam 1 trilyon 613 milyar lira iken, 405 özel firmanın karı, aynı yıl 2 trilyon 494 milyar liradır. 95 KİT’in 405 özel şirket ” karına yakın kar etmesi verimsizliğiyle ilgili propagandanın ne kadar gerçekçi olduğunu göstermektedir.
KİT’ler, satış hâsılatı, karları, ödedikleri vergiler, ihracat girdileri, çalışan başına düşen emek verimliliği, imalat sanayisindeki katma değer payları, yatırım sermayeleri açısından özel sektöre göre ülke ekonomisinin genel çıkarlarına daha uygun olduğu tüm araştırma sonuçlarından ortaya çıkar. KİT’ler, karlılığı bir yana, toplumsal yararlılık açısından da ülke ekonomisine daha yararlı kuruluşlardır. KİT’ler konusundaki hükümetlerin olumsuz propagandaları içinde, “kamu yararı” hakkında hiç söz edilmez ya da yok farz edilir. Bu propagandaların tümünün, KİT satışlarını kamuoyunda, mazur gösterme çabalarından başka bir amacı yoktur.
KİT’leri özelleştirmenin diğer bir dayanağı da “kitleselleşme”, “mülkiyetin tabana yayılması” amacıdır. Bu nedenle özelleştirilmesi planlanan KİT’lerin hisse senetleri borsaya sürülerek, spekülasyon yoluyla, işçi ve emekçilerin birikmiş paraları da ellerinden alınmakta ve bireyci mülkiyet duygularının arttırılması teşvik edilmektedir. Böylece sermaye çevrelerinin çalışanların, ücretlerinden biraz daha kırpmaları ve borsada bu yoldan zenginlerin türemesine yol açan bir toplumsal yıkım dönemi başlamaktadır.
“KİT’lerin devlete zararı olduğu ve bu kurumların yol açtığı harcamaların, devlet bütçesi açıklarının nedeni olduğu” iddia edilmektedir. Oysa devlet, bütçe açığının en önemli nedenlerinden biri, yasal ya da yasal olmayan yollardan, banka ve büyük sanayi kuruluşlarının vergi kaçırmasıdır. Sadece kurumlar vergisi istisnaları, devlet tahvillerinden elde edilen gelirlerin vergi dışı tutulması ile oluşan vergi kaybı, 1991 yılında, 17 trilyon TL. yi bulmuştur. Vergi kaçırma ve vergi affı bekleyen vergi borçları toplamı ise aynı yıl 15 trilyon TL’dir. Her iki vergi kaybı toplamı ise aynı yıl bütçe açığından fazladır. Kaldı ki, vergi kaçakları dışında devlet bütçesini soyup soğana çeviren “batık kredi zenginleri”, başlı başına bir araştırma konusudur. Diğer bir soygun biçimi de bir şirketin ithal ettiği bir malı tekrar ihraç ederek ihracat primi (vergi iadesi) alma yoludur. Sermaye çevrelerinin bin bir yolla soydukları devlet kasasının açığı sorunu, KİT satışına fatura edilmektedir.
KİT satışlarının asıl ekonomik nedeni ise; KİT’lerin, emperyalist tekellerin yağmasına izin verilerek bütçe açıklarını, iç-dış borçlanmayı karşılamak, dolayısıyla işçi ve emekçilerin daha fazla sömürülebilmesinin olanaklarını artırmaktır. Devlet İMF ve Dünya Bankası tarafından dayatılan ve tabii Türk tekelci burjuvazisi tarafından da desteklenen bu uygulamayla, ulusal bir sanayi için temel olabilecek KİT’leri tasfiyeye yönelmiştir.
ÖZELLEŞTİRMENİN ORTAYA ÇIKARDIĞI SONUÇLAR
Devlet kurumlarının çoğunluğu “yerli” yabancı uluslararası tekellere satışı, geleceğe yönelik ekonomik ve siyasi sorunların yanı sıra çok boyutlu sosyal sorunları beraberinde getirmektedir. Bu sorunları kısacı altı başlık altında toplayabiliriz.
1- Emperyalizme entegrasyonun genişletilmesi. Ülkemiz halkının belli başlı temel mal ve hizmetlerinin üretildiği KİT kuruluşları yatırım sermayeleri bakımından çok yüksek ve geniş bir emekçi kitlesini barındırması açısından küçük, sermayeye sahip şirketlerin ve küçük tasarruf sahiplerinin alamayacağı bir değerdedir. Bu nedenle KİT satışlarında akla hemen uluslararası tekeller, ya da bu tekellerin mali olanaklarıyla birleşebilecek şirketler gelir. Bu şirketler ise, ülkemizde ancak uluslararası tekellerin işbirlikçisi durumundaki holdingler olabilir. Türkiye’de bu tür holdinglerin sayısı çok siniridir. Onlarda, yine dış tekeller adına bu büyük yatırıma girişebilirler. Satış işleminde araştırma ve inceleme olanakları açısından bile, yerli tekeller yabancı tekellerle rekabet gücüne sahip değildir. Böylece KİT satışları ülkemiz üretici güçlerinin yabancı tekellere yok pahasına satılmasını ve heba edilmesini getirecektir. Bu da ekonomik olarak emperyalist bağımlılığı daha çok artıracak ve tüm pazarların denetiminde uluslararası tekellere daha geniş kontrol olanakları sunacaktır.
2- “Sosyal devlet” olgusu ortadan kalkacaktır. Son yarım yüz yıldır kapitalistlerin iddialarından birisi de, kapitalist devletin artık sosyalleştiği, sadece sermayenin değil emekçilerin de çıkarlarını gözeten bir nitelik kazandığıydı. Buna gerekçe olarak da, sosyal yardım kurumlarına ayrılan fonların artırılmasını, eğitim sağlık, ulaşım vb. alanlardaki gelişmeleri gösteriyorlardı. Temel üretim alanlarında devletin yatırımları da bu iddiaların bir diğer dayanağıydı. Ama kapitalizm karşısında sosyalizmin somut bir seçenek olmaktan çıkmasından bu yana, sosyal yardımlardaki düşmeye paralel olarak devletin sanayi yatırımlarından çekilmesi gerekliği tezi bütün belli başlı burjuva partilerinin başlıca politikası olmuştur. KİT’lerin tasfiyeye yönelinmesi de bu, devletin “sosyal” niteliğini kaldırma girişiminin bir parçasıdır.
Burjuva yasalarına göre bile olsa; devletin, halkın yaşama, çalışma, örgütlenme, güvenlik, vs. haklarını sağlamak ve korumakla görevli olduğu ve tüm haklarında vatandaşlara eşit olanaklar sunma ilkesi “sosyal devlet” ilkesine denk düşer. Elbette ki bu tanım özünde bir göz boyamadır. Ama şu da bir gerçektir ki, devlet işletmelerindeki işçiler özel sektöre göre daha çok iş ve çalışma güvencesine sahiptir. Örneğin, kamu veya devlet kurumlarında işsizlik sorunu fazla işçi istihdam edilmek üzere çözülmeye çalışılmış, sigorta ve sendika hakları “güvence” altına alınmıştır. Son yıllara kadar kamu kurumlarında işçi çıkarmalar istisnalar dışında olmamıştır. KİT’lerde işçi tensikatı geleneksel bir biçimde yapılması olanaksız olarak görülmektedir. Özelleştirme programına alınan KİT’lerde bile işçi atılmasında güçlüklerle karşılaşılmaktadır. KİT çalışanlarının son yıllarda, toplu sözleşmelerde aldıkları zamlar, geniş kitlesinin grev ve direniş gücünden dolayı, özel şirketlerin imzaladıkları sözleşmelere kıyasla daha yüksek olmaktadır. “Satışı planlanan ve emperyalist tekellere devredilecek KİT’lerin verimliliğini artırmak bahanesiyle taşeron işçiliği, geçici işçilik, kapsam dışı çalışan olmak üzere sendikasız ve sigortasız işçi çalıştırma yöntemleri geliştirilmiştir. KİT’in çalışan kitlesinin geniş tabanı müteahhit firmalar yoluyla bölünerek sendikal hakları gasp edilmeye çalışılıyor. Örneğin Petlas’ta çalışan 1500 işçiden 215’i kapsam içi ve sendikalı olmakla birlikte, yaklaşık 180-200 kadarı kapsam dışı ve geri kalanı her türlü sömürü ve baskıya açık bırakılan taşeron işçisidir. Taşeron işçileri sendikaya üye olur olmaz, çeşitli baskılarla istifa etmeye zorlanmıştır. Bu nedenle işten atılmalar olmuş, direnişle sendikal haklar ve atılan işçiler geri alınmıştır.
Türkiye’de yaklaşık 1.5 milyon işyeri olmasına karşın, sigortalı işyeri sayısı 1990’da 500 bin civarındadır. 15 milyon aktif çalışana karşın 3,5 milyon sigortalı işçi vardır. Sağlık önlemleri korkunç boyutlarda geridir. Her geçen gün de sigorta ve sağlık hizmetlerinde gerileme gözlenmektedir. Kadın ve çocukların çalıştığı işyerleri sayısı hızla artarken, kadın-erkek ücret farklılıklarında da artış oranı yükselmektedir. Son yıllardaki bu gelişmeler burjuvazinin övündüğü “sosyal devlet ilkesi”yle ters düşen girişimi açıkça ortaya koyar.
3- İşçi ve emekçilerin sosyal, siyasal ve ekonomik haklarının gaspına yönelik uygulamalar:
Özelleştirme öncesi KİT’lerde tüm işçiler sigortalı, sendikalı, memurlar da Emekli Sandığı’na bağlı durumda idiler. Özelleştirme programıyla birlikte müteahhit işçiliği, sözleşmeli personel yaygınlaştırılarak sigorta ve sendikal hakları askıya alınan KİT çalışanları hızla artmaya başladı. Geçici işçilik kapsam dışı personel, mevsimlik işçilik statüleri ile işçi alımı hızla artmaya başladı. Grev yasağı kapsamı genişletildi. KİT yönetim kurullarında işçi üyeliğine son verildi. Daha önce kamu işçileri, özel şirket işçilerine görece daha yaygın sendikalaşma oranına ve toplu pazarlık açısından daha geniş bir kitlevi güce sahip olduklarından yüksek ücret ve sosyal haklar elde etme şansına sahiptiler. Bu nedenle kamu çalışanları, ücret ve sosyal hak elde etmedeki avantajları açısından, hükümetin düşük ücret politikası karşısında direnme, mücadele yeteneği ve olanaklarına sahipti. Özelleştirme programı ve bunun sonucu müteahhitlik uygulaması ile kamu işçisinin bu olanakları ellerinden alınması ve güçleri bölünmeye çalışılmakladır. Bu bağlamda bir örnek olarak TEK’teki uygulamayı çerçeve olarak sunuyoruz,
4- Sendikasızlaştırma: İşçi sınıfının burjuvazi karşısında sosyal, siyasal ve ekonomik haklarını korumasının en önemli araçlarından biri sendikalardır. Örgütlenme ve haklarını almada, mülk sahibi sınıflar karşısında pazarlık yapabilme olanağı sağladıkları sendikaları ile işçiler, sınıfsal çıkarlarını ortak bir çatı altında birleştirebilir ve güçlenebilirler. Yoksa haklarını almak için hiçbir dayanakları kalmaz. Sermayenin gücü karşısında işçinin tek tek hiçbir yaptırım olanağı olamayacağı gibi, yaşamları hakkında da karar verme inisiyatifleri yok olur. Bu nedenle kapitalistin en büyük hedefi sendikasız işçi çalıştırmaktır. Özelleştirme kapsamına alınan KİT’lerde de hükümet, bu hedefine ulaşmak için taşeron işçiliği ve diğer uygulamalarla istihdamı genişletmektedir.
Müteahhit şirketler yoluyla işçi istihdamı, özel şirketin sahibi müteahhit ile işçi arasında yapılan iki kişilik sözleşme ile gerçekleşmektedir. 1.11.1988 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan kararnameye göre; bu sözleşmenin esasları, esas işverenle sendika arasında yapılan TİS şartlarından düşük olmamasını öngörür. Buna rağmen, hiçbir taşeron sözleşme yaptığı işçiye TİS’e göre ücret vermez, genelde yarısını verir. Tüm kamu kurumlarında 84-85’lerden bu yana daimi işçi alınmamış, ayrılan ya da emekli olan işçilerin yerine taşeron işçisi alınmıştır.
1980’de KİT’lerde sendikalaşan işçi oranı % 70,6 iken, 1989’da bu oran % 55,9’a düşmüştür.
1989 yılında, Türk-İş’e bağlı sendikaların 870 bin üyesi kamu kurumlarında çalışmaktadır. Türk-İş’e bağlı toplam üye sayısı ise, 1 milyon 421 bin 257’dir. Böylece Türk-İş üyelerinin % 61,2’si kamu işçisidir. Oysa SSK’lı işçilerin aynı yıl % 28,2’si kamu işçisidir. Buna göre, özel kesimde sendikalaşma oldukça düşük olduğu halde, kamuda % 90’lara varmakladır. (Türk-iş içindeki 32 sendika içinde)
İmalat sanayi anketlerinde, KİT’lerde ücretin payı,1979′ da %Î9,7 iken, 1985′ de % 6,3′ c düşmüştür. Sendikalaşma oranındaki düşüşe paralel olarak işçi ücretlerinde de düşüş gözlenmektedir. Son yıllarda kamuda, TİS ile artan ücretler; özel sektörü de ücret artışları konusunda zorlarken, KİT’lerin özelleştirme yöntemleriyle, özel kesim de rahatlama dönemine girmiştir. Sendikaların kamu işyerlerindeki tabanlarının kan kaybetmeleri giderek sosyal bir güç olma konumlarının da törpülenmesine yol açmaktadır. Bu da giderek TİS’lerdeki rasyonel yaptırım gücünü olumsuz yönde etkilemektedir. Bu kan kaybının, 1995’lere dek % 50+1’in altına düşürülmesi, TİS haklarını kaybetmesi, hükümetin hedefleri arasındadır. Bu da kamu işçilerinin örgütlenme sorununda yeni alternatifler geliştirebilmeleri olgusunu dayatmaktadır.
5-Özelleştirmenin sonuçlarından biri de; emekçilerin gücünü parçalamaktır: Emperyalist burjuva rüzgârlarının Avrupa’dan sürükleyip ülkemize getirdiği “özelleştirme” “serbest rekabet” “bireycilik” ideolojileri, burjuvaziyi bütünleştirmeyi hedeflerken, tüm emekçileri küçük parçalara bölmeyi amaçlıyor. Başta işçi sınıfı içinde olmak üzere, tüm emekçi kesimlerinde farklı ücret politikaları farklı sosyal katmanlar, farklı çıkarlara sahip rekabetçi gurup ve çevreler yaratıp, emekçilerin ve işçilerin ortak sınıf çıkarları etrafında birleşmesini engelleyen bir ortam amaçlıyor. Emeğe duyulan saygı ve insanların alın teri ile kazanması ve yaşaması, yardım ve fedakârlık ruhu gibi “sosyal insan” olma özellikleri küçümseniyor; yalnız ve toplumdan soyutlanmış bireyler yaratılıyor. “Herkesin zengin olabileceği”, “kendinden başka kimseyi düşünmediğinde rahat edebileceği” propagandası arkasında bireycilik yaygınlaştırılırken, emekçilerin ortak çıkarları etrafında örgütlenmelerini ağır yasal engellerle de ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Hemşerilik yaygınlaştırılarak illere göre insanlar arasından ayırım, Kürt-Türk, Alevi-Sünni, kadın-erkek, geçici işçi-daimi işçi, kamu işçisi özel işçi, arabalı-arabasız olmak üzere toplumda suni ayrımlar artarak güçlendiriliyor. Dürüst ve namuslu yaşam seçenlere “kapitalist insan” mantığı ile hor bakılan yoz bir toplum oluşturuluyor. Böylesine parçalanmış bir toplumun, sosyalizmin değerlerine sahip çıkamayacağı, böylece emperyalist tekellerin çıkarlarına karşı zararsız hale getirileceği varsayılıyor.
6-Üretimde halkın ihtiyaçları ve ekonomik çıkarları değil, tamamen kâr amacı güdülmesi: KİT’ler genelde, hiç olmazsa kuruluş amaçları bakımından, halkın temel mal ve ihtiyaçlarının giderilmesi için üretim yapan nitelikten, milli varlıkların yeraltı ve yerüstü zenginliklerin işlendiği ürünlerin tekeli konumundan çıkarılıp, sadece kâr amacı güden işletmeler haline getiriliyor. Tütün, çimento, çelik, petrol, alüminyum, taşıma, ulaştırma, haberleşme, yiyecek, giyecek, yakacak, su, elektrik gibi temel ihtiyaçların üretimi ve halka ucuza satılması gibi toplumsal görevler üstlenmiş devlet işletmeciliği zaten iyice azalmış olan KİT’lerin toplumsal anlamı özelleştirme ile tümüyle yok edilecektir. Emperyalist tekellerin kar hırsı tüm ekonomik yapılanmalarda sosyal çıkarları değil, “serbest pazar ekonomisi” yani halkın ihtiyaçları için değil kar için meta üretimini merkezine koyacaktır. Bu da kapitalist sistemin çelişkilerinin daha da derinleşmesinde, emekçilerle kapitalist devlet arasındaki bağların kopmasında önemli bir etken olacaktır.
Bir yandan işsizlik ve düşük ücretle eleman çalıştırmanın getireceği alım gücü düşüşü, diğer yandan pahalı ve lüks mal üretiminin artışı; pazar ekonomisinin giderek alan daralması sonucu krizini derinleştirecektir. Krizin boyutlarındaki artış toplumsal sorunları daha da arttırarak sosyal patlamalara zemin hazırlayacaktır. Can çekişme döneminin sonuna gelmiş bulunan emperyalist-kapitalist sistem, iç çelişkilerinin artışı karşısında çaresizlik ve bocalama içine hızla çekilmekte, yoksullaşma sürecini hızla yaşayan emekçi kitlelerle, emperyalist burjuvazi arasındaki çelişki de her gün keskinleşmektedir. Avrupa ülkelerinde, Kanada’da, ABD’de özelleşme karşısında gelişen işçi eylemlerine, Türkiye’de de Toros Gübre, Petlas, Petkim, ERDEMİR, İzmir, Adana, Seyhan ve İstanbul’un bazı ilçe belediyelerinde (Kartal, Kâğıthane) gelişen direnişler eşlik etmektedir.
Direniş yapılan işletmelerin çoğunda, taşeron işçileri sendikalaşma ve işten atılmaları önleme bazında başarılı olmuşlardır. Kamu kuruluşu durumunda olan belediyelerin hepsinde yaygınlaştırman taşeron işçiliğine karşı (özelleştirmeye karşı) eylemlere gidildi. Eylemler bugünkü boyutuyla yerel ve ekonomik çıkarlarla sınırlıdır. Ama giderek bu temelin genişleyip kapitalizmi ve emperyalizmi hedef almasının da bütün ön koşulları vardır.
Özelleştirme, uzunca bir zamandan beri tartışılıyor. Özelleştirmeyi cazip hale getirmek için devlet pek çok önlemler alıyor. Ama özelleştirilen kuruluşların sayıları ve boyutlarına bakıldığında henüz işin başında olunduğu da bir gerçektir. Bu yüzden de özelleştirmenin engellenmesi için geç kalınmış sayılamaz. Özellikle sendikalar, kendi üstlerine düşeni yaparlarsa, (sendikaların bilinen özellikleri göz önüne alındığında bu görev doğrudan ileri işçilerin omuzlarına yüklenir) kamu kuruluşlarının emperyalistlere yok pahasına satılmasını önleyecek işçi ve kamuoyu desteğini toplayabilirler.
Elbette ki, kapitalist bir sistem içinde bir kuruluşun özel ya da kamu kuruluşu olmasının sistemi etkileyen bir özelliği yoktur. Ama işçi haklarının korunması, emperyalist sermayenin ülke içinde güçlenmesinin önlenmesi ve ulusal bir sanayi kurmanın zemini olma bakımından elverişli olanaklar sunan kamu kuruluşlarının özelleştirilmesine karşı çıkmak anti-emperyalist olmanın da bir koşuludur. Özellikle bugün olduğu gibi özelleştirme, emperyalist yeni dünya düzeninin ideolojik ve ekonomi-politik bir silahı ise bu anti-emperyalist görev daha da önem kazanır.
Mayıs 1992
EK:
ÖZELLEŞTİRMEDE “TEK”
Bir ürünün kamu yararına mı, yoksa sermaye çevrelerinin yararına mı üretileceği tartışmalarının ortasında bir Bakanlar Kurulu Kararı yayınlanmıştır. 25 Ekim 1991. Bu kararda, 8 ilin elektrik dağıtımı özel şirketlere verilmiş, düne kadar, “kamu yararına” üretilen bir meta, 30 yıllık sözleşmelerle özel sermaye şirketlerinin denetimine geçmiş ve dolayısıyla “kamusal” niteliğini kaybetmiştir. Bundan böyle özel şirketler, elektrik fiyatları üzerinde istedikleri denetimi kurabilecek, TEK’ten aldığı elektriği istedikleri şirketlere devredebileceklerdir. Tüm kamu, yani toplum çıkarları bu uygulamayla iktidar sahiplerinin tanıdık çevrelerinin karı adına hiçe sayılıyor. Ama olayın asıl ilginç ve şaşırtıcı yanı, yıllardır 657 sayılı devlet memurları ve kamu işçisi olarak görev yapan çalışanların kendilerine sorulmadan, bir hükümet kararıyla bir günde, özel şirketin kılıcı altına girmiş olduğunu görmeleridir. Çalışanların TİS, iş güvencesi, emekli aylığı, ikramiye ve kıdem tazminatları bir anda iptal edilmiş, yıllardır “güvencede” olduğunu hissettikleri emekleri, özel şirket patronlarının insafına ve çıkarına bırakılmıştır. Toplusözleşmeyle aldıkları tüm hakları bir anda rafa kaldırılmıştır. İşçilerin, yeni patronlarının dayatacağı ücret bordosuna istemese de imza atmak, ya da ceketini alıp işyerini terk etmekten başka seçenekleri kalmamıştır. Bu arada TİS haklarını kaybetmeleri sonucu, sendikacıların da desteğini, varsa kurum lojmanındaki ikametgâhını terk etme, topluma ve kendine güvenini kaybetme konumuna itilmiştir.