Özelleştirme mi, devletleştirme mi?

Ülkemizde, 1970’li yıllardan bu yana bir “özelleştirilsin mi, devletleştirilsin mi” tartışması sürüp gidiyor. “Devletleştirilsin”, en azından devlet işletmeleri satılmasın, diyenler kendilerini ulusal ekonomi, halk, giderek sosyalizm yanlısı ilan edenleri kapsarken, “özelleştirme” yanlıları ise, kendilerini liberal ekonominin, “demokrasinin alt yapısı”nın savunucuları sayıyorlar. Karşılıklı olarak birbirlerini suçlayarak emekçileri bu sahte kavgada kendi yanlarına çekebilecek gerekçeler uyduruyorlar.
Özelleştirilmeyi savunanlar, devlet işletmelerinin zarar ettiğini, işletmelerin verimli çalışmadığını, siyasi partilerin buraları kendi yandaşlarını istihdam ederek siyasi çıkar sağladıklarını bu yüzden de bunlara bütçeden sürekli sübvansiyon yapıldığını, halktan toplanan vergilerin bu yolla çarçur edildiğini iddia ederek kendi tezlerini güçlendirmeye çalışırken, devletleştirme yanlıları ise; bu işletmelerin uzun yıllar emekçilerin alın terinden kesilen vergilerle kurulduğunu, bunun yok pahasına özel kişilere satılmasının halkın zararına olduğunu, bu kuruluşların temel sanayi girdileri sağlayan işletmeler olduğunu, bu yüzden de devletin elinde olmasının gerektiğini söylüyorlar. “Devletçiliği” savunan “sol”cular ise, daha da ileri giderek bu kuruluşlar yoluyla devletin sosyal adaletçi bir bölüşümü gerçekleştirebileceğini, özel sektörü, hatta kapitalist sömürüyü azaltabileceğini/ azaltabildiğini, dahası bunların sosyalizmin kuruluşunun temel taşları olacağını söyleyebiliyorlar.
Böylece tartışma kapitalizmin yandaşları arasında olmaktan çıkıyor, kapitalizm yanlılarıyla “sosyalizm” yanlıları arasında bir tartışmaya dönüşüyor. Bütün bu kargaşa sonucunda geniş yığınların kafasında kalan devletçiliği savunanlar halktan yana ilericiler ve sosyalistlerdir; özelleştirmeyi savunanlar ise, kapitalizm yanlılarıdır. Hemen belirtelim ki; bu ayrım tümüyle sahte bir ayrımdır. Çünkü kapitalist sistem içinde kalındığı sürece ister devletçiler egemen olsun, ister özel sektörcüler, sistemin özü işçi ve emekçilerin sömürülmesi üstüne kurulmuştur. Bu yüzden de çatışma bir emek sermaye çatışması değil en fazla kapitalist klikler arasındaki bir çatışmadır. Ve proletarya ve emekçilere burada düşen, bu çatışmadan kendi sınıf çıkartan doğrultusunda yararlanma, kendi sınıfının çıkartan doğrultusunda tavır almadır.
Kapitalizmin son yüz yıl içinde izlediği politikalara bakıldığında bile, özelleştirme ya da devletçiliğin tümüyle büyük kapitalist tekellerin çıkarlarına uygun olarak biçimlendiği, bazen “devletçiliğin” bazen “özelciliğin” öne geçtiği görülür. Örneğin kapitalizmin anavatanı İngiltere’de, İşçi Partisi iktidarı aldığında kimi kuruluşları devletleştirir, Muhafazakâr Parti iktidara geldiğinde, İşçi Partisi’nin devletleştirdiği kuruluşları yeniden özelleştirir. Ama İngiltere’de, ne İşçi Partisi devletleştirdi diye İngiltere daha az kapitalist olur, ne de Muhafazakâr Parti kimi devlet kuruluşlarını özelleştirdi diye İngiltere daha çok kapitalist olur.
Kapitalist sistem, bütün azgınlığı ile emek sömürüsünü sürdürür.
Dünya kapitalizmi açısından bakıldığında durum daha açık görülür: 1929 Büyük Kapitalist Buhranını kapitalist dünya, ekonomiye devlet müdahalesini artırarak aşabildi. Bunun sonucu olarak kapitalist ülkelerde devletçilik itibar kazandı, her ülkede KİT’lerin sayısı ve büyüklükleri arttı. 2. Dünya Savaşı bu eğilimi daha da güçlendirdi. Savaş sonrası Avrupa’sı ekonomide devlet kuruluşlarının ağırlığının hayli arttığı bir Avrupa olarak kuruldu. Özel girişim, özel sektörcülük elbette teşvik edildi, ideolojik olarak yüceltildi ama dönemin ihtiyacı merkezci ve devletin olanaklarının seferber edilmesini gerektirdiği için kapitalistler bu devlet ağırlıklı ekonomiye itiraz etmediler, tersine onu destekleyip kendi kişisel çıkarlarının bu politikalarda olduğu bilinciyle davrandılar. Bu döneme burjuva iktisatçıları Keynes’çi dönem diyorlar.
1950’lerin sonundan itibaren, Keynes’çi politikaların savaş sonrası rahatlama dönemi sona erdi. Ve kapitalist ekonomilerde baş gösteren durgunlaşmaya karşın bu sefer aynı Keynes’çi monetarist politikaların tersinden müdahaleyi savunan burjuva iktisatçıları öne çıkmaya başladı. Chicago ekolü ya da Friedmancı ekol denilen iktisatçılar ekonomiye devlet müdahalesine karşı çıkan ve günümüzde “serbest pazar ekonomisi” denilen politikaları savunmaya başladılar. Başta ABD olmak üzere emperyalist ülkeler Friedmancı öğütleri benimserken, daha çok da geri ülkeleri bu yöne çekerek kendi pazar olanaklarını artırmaya çalıştılar. 1970’li yıllar “serbest pazar ekonomiciliği”nin yüceltilip propaganda edildiği, IMF ve Dünya Bankasının bu ideolojinin ekonomik zorla uygulatma merkezleri; 1980’li yıllar ise “serbest pazar ekonomiciliği”nin tabulaştığı, her derde devam olduğu yıllar oldu.
Elbette kapitalist ülkelerde devletçi politikaların uygulamasının yoğunlaşmasının nedeni sadece yukarıda sözünü ettiğimiz yandan ibaret değil. Sorunun bir başka yönü de var: Büyük Ekim Devrimi’nin zaferi ile dünyanın birbiriyle uzlaşmaz iki karşıt sisteme, sosyalist ve kapitalist sisteme bölünmesi ve bunun sonucu olarak dünya işçi sınıfı için sosyalizmin bir ütopya olmaktan çıkıp somut bir gerçek haline gelmesi. Dünyanın bugüne kadar gördüğü en köklü değişiklikti bu. Birinci emperyalist paylaşım savaşının kanlı bilânçosu ve Ekim Devrimi’nin zaferi kapitalizme ağır bir darbe vurmuştu ve dünya emekçilerinin gözünde kapitalizm büyük bir itibar yitimine uğramıştı. SB’nde ekonomik ve sosyal yaşamda büyük gelişmeler olurken kapitalist dünyada 1929 ekonomik buhranının patlak vermesi zaten itibar yitimine uğramış olan kapitalizmi emekçilerin gözünde hepten itibarsızlaştırmıştı. Bu yüzden de kapitalistler, bir yandan kapitalizmi kurtarmaya çalışırken öte yandan da kapitalizmden yüz çeviren işçi ve emekçileri kapitalizmle yeniden barıştırmak ihtiyacındaydılar. Bu kirli uzlaştırma görevini de ancak kapitalist devlet yapabilirdi. Keynes’çi politikalar, sadece ekonomik nedenlerle değil bu sosyal ve siyasal sorunları çözme bakımından da olanaklar yaratan politikalar olduğu için geniş kapitalist çevrelerde destek buldu.
Kapitalist ülkelerde “serbest piyasa” ya da ”serbest pazar ekonomisi” adı verilen politikaların yeniden taraftar bulmaya başlamalarının sosyalist sistemdeki revizyonist yozlaşma ve geriye dönüşle ilginç bir paralelliği vardır. 1950’lerin ortasından itibaren Kruşçevizmin  güç kazanmasıyla  birlikte, kapitalist dünyanın hem pazarı genişler hem de işçi sınıfı hareketi içindeki bölünme kapitalistlere daha pervasız bir sömürü için olanak yaratır. 1970’lere doğru geriye dönüş sürecinde alınan yola paralel olarak kapitalist ülkelerdeki eski komünist partilerinin birer reformcu burjuva partisine dönüşmesi ve sınıf hareketinin düzen içi bir çizgiye çekilmesi de kapitalistleri cesaretlendirici bir rol oynar. 1970’lerden itibaren SB açık emperyalist politikalar izleyerek Batılı rakipleriyle kıyasıya rekabet ederken dünya işçi sınıfı ve ezilen halklar için artık bir dayanak değil, bu mücadelelere karşı kapitalist dünyanın dayanağıdır. Yani, sosyalist sistem kapitalizm için artık bir engel olmaktan çıkmıştır. Bu durum, kapitalist dünya için “sosyal devlet” zorunluluğunu da ortadan kaldırıcı bir etkendir. Ve “serbest piyasa ekonomisi”ni uygulamaya sokmak için koşullar oldukça elverişlidir. Emperyalist ülkeler, zaten iğreti duran “sosyal önlem” ve kendilerine “ek masraf getiren sosyal harcamaları kısıtlarken, geri kalmış ülkelere de IMF ve Dünya Bankası aracılığı ile “gümrük duvarlarının kaldırılması”, ekonomiyle uğraşan devlet kurumlarının özelleştirilmesi”, “sosyal harcamaların en aza indirilmesi”, “fiyatlar üstünde devlet kontrolüne son verilmesi”, “faizlerin serbest bırakılması” vb. doğrultusunda baskıya başlarlar. 1970 ortalarından itibaren, bu “önlemlere” imza atmayan hiçbir geri kalmış ülke kapitalist dünyanın finans piyasasında borç bulamaz hale gelir. Bu önlemlere direnen ülkelerdeki hükümetler içte büyük burjuvazinin, dışta emperyalistlerin baskısıyla yıkılır.
SB ve Doğu Avrupa’daki revizyonist diktatörlüklerin yıkılması ise; burjuva propagandacılar tarafından “serbest piyasa ekonomisinin doğruluğunun ve yenilmezliğinin kanıtı” olarak propaganda edildi, ediliyor.
Hiç kuşkusuz ki, bütün kapitalist ülkelerde, en “liberal” ve “serbest piyasacı” geçinenler de dâhil, kapitalist devlet ekonomiye, tarihte hiç olmadığı kadar dolaysız bir müdahale içindedir. Sadece müdahale de değil, bu devletlerin ekonomik faaliyet içinde bizdeki KİT’lere benzeyen çok sayıda kuruluşları da vardır. Bugün de bu kuruluşlar, ABD, İngiltere, Fransa dâhil bütün kapitalist ülkelerde faaliyet halindedir. Örneğin, genel yatırımlar içinde kamunun payı, İngiltere’de % 1, İtalya’da % 30 Fransa’da % 32, Batı Almanya’da % 15,Türkiye’de ise % 19’dur. Bu yüzden de “liberalizm”, “serbest piyasacılık” ekonomik olmaktan çok ideolojik-siyasi boyutu olan, ancak bu boyutta anlamlı kavramlardır. Özellikle de bu propagandanın hedefi emekçiler ve geri kalmış ülkelerdir.
Geri kalmış ülkelerde devletçiliğin kökleri ülkenin kuruluş aşamasında, daha çok anti-emperyalist mücadelelerle ve kapitalist özel mülkiyetin yeterince gelişmemişliği ile bağlantılı olup gelişmiş kapitalist ülkelerdeki devletçilikle en azından bu yanıyla farklılık gösterir. Örneğin Türkiye’de KİT’lerin kuruluşu ve ekonomide ağırlıklı rol oynayışı Cumhuriyetin ilk 20-30 yılındadır. Elbette bugün de KİT’lerin üretimdeki payı küçümsenemez, ama rolleri toplumsal olmaktan çok özel kapitalist tekellerin çıkarlarına göre biçimlenen politikalar izleyen bir sektör durumundadır. Kapitalist devletin emekçileri azgınca sömürerek elde ettiği sermaye ile bu kuruluşları gerçekleştirdiği bir yana bırakılırsa bugün bunların herhangi bir özel sektör kuruluşundan farkları kalmamıştır.
İster süper emperyalist, ister geri kalmış olsun bütün kapitalist ülkelerde günümüzde kapitalizmin niteliği tekelci devlet kapitalizmidir. Bunun anlamı ise tekellerle devletin içice geçmişliğidir. Devletin varlık nedeni tekellerin çıkarlarını savunmak olup, devlet ya da özel sermayenin sahibinin kimliğine bakmadan onun egemenliğini ve sürekliliğini sağlamaktır. Bu amaca uygun olarak kapitalist devletler, sermayenin ulusal ve uluslararası genel çıkarlarına uygun olarak, bazen özel bir kuruluşu devletleştirerek kurtarmakta, bazen da bir dönemlere göre ise bazen devletleştirmelere ağırlık vererek, bazen da özel kuruluşları güçlendirerek kapitalizmin açmazlarına çare aramaktadır devletler. Bu yüzden de özelcilik-devletçilik politikaları iki ayrı sınıfın politikası değil aynı sınıfın çeşitli dönemlerdeki politikaları olmaktadır. Emekçilerin bu temelde saflaştırılması, özelciliğin ya da devletçiliğin aleti olmaya zorlanması reformcuların, her soydan sözde ilerici düzen yanlılarının bir aldatmacası, emekçileri sahte bir kavganın yandaşları haline getirme çabasından ibarettir. Bu tutumun gerçek niyetleri bu yazının seyri içinde çok daha açık bir biçimde ortaya çıkacaktır.

TÜRKİYE’DE KİT’LERİN KURULUŞU VE KURULUŞ AMAÇLARI
Cumhuriyet öncesi Türkiye’nin ekonomik yapısı, hemen hemen yok denecek kadar geri bir sanayi ve ilkel tarımı ile yıllarca emperyalist devletlerin yağmasına bırakılmış Osmanlı devletinin bağımlılık politikası sonucu oldukça çöküntü halindedir. Kurtuluş Savaşı sonrası, İzmir’de toplanan İzmir İktisat Kongresi, ülke ekonomisinin kalkınma modeli olarak, özel sektörün teşvik edilmesi ve milli bir ekonominin geliştirilmesi doğrultusunda kararlar alır. Yabancı sermayeye karşı olmamakla birlikte zamanın koşullarına uygun olarak özel sektöre palazlanma olanağı sağlama ve yerli sermayeyi teşvik etme yöntemine başvuran yeni Türkiye
Hükümetini, kendi olanakları ile kalkınmaya iten bazı etkenleri şöyle sıralayabiliriz:
a) Birincisi, aynı zamanda en önemlisi, Birinci Paylaşım Savaşı sonucu, dünya konjonktüründeki ekonomik durumdur. Savaşta yıkıma uğrayan emperyalist devletlerin dış ülkelere kredi verecek gücünün kalmaması, mali bakımdan çöküntüye uğramalarıdır.
b) İkincisi, emperyalist bunalımdan kurtulma yolu olarak emperyalist devletlerin Keynes’çi “devletçilik” politikasını benimsemeleridir. Yeni Türk hükümetinin bu dünya politikasından ideolojik ve ekonomik olarak etkilenmesi söz konusudur.
c) Üçüncüsü, SSCB’deki sosyalizmin zaferi ile doruklanan sosyalist ideolojinin genelde dünya halkları, özelde Türkiye halkı üzerindeki etkisidir. Sosyalist ekonominin planlı kalkınma stratejisinin olumlu gelişimi, yeni kurulan Türkiye ekonomisi için de etkisi küçümsenmeyecek önemli bir faktördür.
d) Dördüncüsü, iç etken olarak ortaya çıkan durumdur. Emperyalist devletlerin uzun yıllar süren yağma ve talan politikasına karşı bağımsızlık savaşı veren işçi, köylü, esnaf ve yerli burjuvazinin bir kesiminin, anti-emperyalist görüşlere ve milli kalkınmayı benimseyen duygu ve düşüncelere sahip olması, yeni hükümetin bu olguyu göz ardı edememesi gelir.
Yeni cumhuriyet hükümetinin bu iç ve dış etkenlerin belirlediği koşullarda, özel sektörü destekleme ve sermaye birikimini kendi kaynaklarından (ülke içi tarım ve sanayi kesiminden alınan vergilerle) sağlama yolundan başka çaresi yoktur ve Türkiye Cumhuriyeti, ilk yıllarında tarım ve sanayiye yeni kaynak elde etmek için bu nedenle milli kalkınma politikası izlemek durumundadır. Buna karşın yabancı sermayeye kapalı olmadığını da açıkça belirtmektedir. Ama yabancı sermaye yeni cumhuriyete yatırım yapma hevesinde değildir. Bunu bir örnekle daha iyi açıklayabiliriz: 8 Nisan 1923 tarihli Millet Meclisi oturumunda Amerikan “Chester grubu” ile hükümet arasında yapılan bir sözleşmenin onaylanması çok ilgi çekicidir. Onaylanan bu sözleşmeye göre; Ankara-Kerkük hattı ile Samsun-Doğu Beyazıt hattı olarak yapımı planlanan 4400 km. uzunluğundaki demiryolu ile 3 limanın inşaatı Chester grubuna verilecek. Bu yapıma karşı Chester grubu demiryolu çevresindeki 40 km.lik şeritteki tüm maden ve petrol kaynaklarını 99 yıl süre ile işletecek. Bu süre içinde demir yollan ve limanlan işletme hakkı Amerikan şirketine çok az bir vergi yükümlülüğü ile bırakılacak.  Bu sözleşmeyi onaylayan hükümet dışta itibar, içte ise milli kalkınma hamlesi adı altında kamu desteği sağlamaya çalışır. Ama Amerikan şirketi Türkiye’deki madenleri işletmeyi pek karlı bulmadığı için bu yatırımdan vazgeçer.
Örnekten de anlaşılacağı gibi, yabancı sermayenin ülkeye girişinin, bu ülkeye yatırılacak kredinin karlılığının emperyalist ülkeye fazla cazip gelmemesi sonucu azlığından bahsedilebilir. Kaldı ki, 1920-30 yılları arasında yabancı sermaye Türk anonim şirketlerine ortak olarak, milli burjuvaziden daha güçlü bir şekilde dokuma, gıda, çimento, elektrik, havagazı, orman, haberleşme ve yayın, sinema, tiyatro ve kaplıca işletmeleri gibi birçok alanda denetim ve kontrol sağladıkları biliniyor. Yabancı sermaye ortaklığı ile kurulan Türk anonim ortaklıklarında yerli ortak, işbirlikçi, komisyoncu yani paravan görevi görüyordu. (Burada emperyalist devletlerin, geri kalmış tarım ülkelerine sızma ve onları bağımlı hale getirme yollarından biri olarak uyguladıktan yerli işbirlikçiler yoluyla ekonomiye hâkim olma siyasetlerinden bahsedilebilir). Devletin, yabancı iştirakli şirketlere ödediği sermaye, tüm anonim şirketlere ödediği sermayenin % 43’ü oranındadır.
1925’te Sanayi ve Maadin Bankası, kamu işletmeciliğini geliştirmek, özel teşebbüsü desteklemek amacıyla kurulur. 1933’te bu banka Sümerbank’a devredilerek ilk KİT örneği olan bir iktisadi devlet kurumuna dönüştürülmüştür. 1929’a kadar ödemeler dengesinde sürekli açık veren Cumhuriyet Hükümeti 1930’dan sonra özel yatırımların yeterli sermaye birikimine neden olamaması sonucu, devletçilik politikasına ağırlık vermiştir. Ekonominin canlandırılması istemiyle 1934’te Etibank, 1938’de toprak mahsulleri ofisi, 1941’de Petrol Ofisi, 1952’de Et Balık Kurumu, bunlara ek olarak MTA, Devlet Demir Yollan, Deniz Yollan, TC. Merkez Bankası, KİT statüsünde kurularak yaygınlaştırılan devlet işletmeleridir. 1934’te Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’na göre oluşturulan KİT’ler, sermayesinin tamamı devlet tarafından karşılanan kuruluşlardır. Bunlardan Sümerbank ve Etibank; dokuma, maden işletmeleri, kâğıt, kimyasal ürün, çimento sanayilerinin kurulması ve giderek tarım, madencilik, ulaştırma ve bankacılık alanlarında milli kalkınmayı sağlayan ilk kuruluşlardır. KİT’lerin tüm sermayesinin devlet eliyle halktan alınan ağır vergi ve gümrük vergilerinin arttırılması, dolayısıyla ithalatın kısılarak yerli malın arttırılması yoluyla sağlandığını görürüz.
Böylece sanayi girişimciliğinin temeli, KİT’i tümüyle finanse eden halkın ödediği ağır vergilerden sağlanan sermaye birikimiyle olmamaktadır. Böylece Birinci Kalkınma Planının döneminde KİT’ler eliyle gerçekleştirilen sanayi atılımı dış borçlanmada ağır bir yük altına girmeden, ödemeler dengesinde fazla açık vermeyerek gerçekleşmiş ve yerli sanayinin gelişimi açısından KİT’ler “başarılı” olmuşlardır. Bu dönemde sadece Karabük Demir Çelik Fabrikalarının kuruluşu için gerekli sermaye (Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planının öngördüğü yatırım finansmanı) yetmediğinden % 50 oranında (İngiliz) yabancı sermayeye ihtiyaç duyulmuştur. 1940’ların ortalarından itibaren, ABD emperyalizminin etkisi sonucu, devletçi sanayileşme, temelinde tarım ürünlerinin sanayi üretiminin hammaddesi olarak kullanılması politikası izlenmiştir. Ağır sanayi, makina yapan makina yapımı, gerek yeterli ve teknik işgücü kapasitesinin çok sınırlı olması, gerekse yeni kurulan devletin bu sanayiyi kuracak yeterli sermaye birikiminden yoksun oluşu nedeniyle ihmal edilmiş ve geri bir düzeyde bırakılmıştır. Devletçi sanayileşme politikasının 1929 bunalım yıllarında uygulama alanına konulan tüketime yönelik ve halkın en temel ihtiyaçlarının yerli sanayi ile giderilmesine yönelik politikanın en önemli nedenleri arasında dış faktörler gelir. 1945’li yıllara kadar ağır sanayi girişimi olarak sadece Karabük Demir Çelik Fabrikaları vardır.
1940’lardan itibaren “devletçilik politikası” ve ekonomik kalkınmanın devlet tekeliyle sağlanması olgusu, ABD emperyalizminin dünya konjonktüründe uluslararası bir güç kazanmasına paralel olarak genelde gevşetilir. Marshall ve Truman doktrinleriyle ülkemize giren “serbest piyasa ekonomisi” yeni bağımlılık politikası biçiminde giderek güçlenir. “Dışa açık iktisadi politikalar” gündeme getirilir. Bu dışa açılma, sanayi ve hizmet sektörünün tamamen yabancı sermayenin çıkarları doğrultusunda yabancı tekellerin denetimine bırakılması, günümüze kadar KİT politikalarında belirleyici olur. İkinci Paylaşım Savaşı sırasında ticari sermaye birikiminin karaborsa ve yasadışı kazanç yollarıyla çok büyük bir artış kaydetmesi, işbirlikçi tekelci sermaye sahibi sınıflara geniş yatırım olanakları sağlar. KİT’ler yoluyla (devletçilik) kalkınma modeli terk edilir. Ama KİT’lerden daha çok yarar sağlayan yabancı yatırımcıya olanak sağlayan ekonomik yönelişe girilir. İstanbul Tüccarlar Derneği’nin önerisi ile 1948’de toplanan 2. İktisat Kongresi’nde, devlet işletmeciliğinin sınırlandırılması yönünde kararlar alınmıştır. 1950’de hükümete gelen DP programında devlet işletmelerinin özele devredilmesine yer verilmiştir. Ama uygulamada kamu yatırımları, iktisadi konjonktürde önemli bir etken olmaya devam etmiştir. 1947’deki CHP kurultayı, özel sermaye çevrelerinin ekonomik taleplerinin çoğunu benimserken, “devletçiliği” , esas olarak özel teşebbüse yardım etmeye yönelik bir ilke olarak benimsemişti.
Hizmet ve sanayi gelişiminde tarıma dayalı ara malı üretimine ağırlık verilerek oluşturulan KİT kuruluşlarının özel sermaye birikimine nasıl olanak tanıdığını açıklayalım:
1933’te İktisat Bakanlığı tarafından açıklanan rapor: ” … Ana sanayi, hususi teşebbüs ve sermaye erbabına daha çok geniş ve faydalı endüstri imkânları bahşedecektir. Devlet teşebbüsü ile kurulacak ara demir sanayisi, hususi teşebbüslerin yeniden tesis edecekleri makine, tel-çivi, vida, torna, …vs. fabrikalara ve sanayiye ucuz ve kolay tedarik edilir yan mamul emtia verecektir. Yeni bez dokuma sanayimiz pamuk, ip halat, pamuk, örme sanayisine de yeni faaliyet imkânları bahşedilecektir. Bunlar gibi etrafında hususi teşebbüslerle takviye edilebilecek ve memleketin sınaî inkişafı ile mütenasip… birçok sanayi şuabatı doğacaktır ki, bunların hakkı hayatları da… mümessillerine kıyasen daha ziyade taht-ı emniyette olacaktır.”
Anlaşılacağı gibi rapor, devletin, özel teşebbüs sahiplerine geniş imkânlar sunulması konusunda devlet görüşünü ortaya koymaktadır. Böylece, özel teşebbüsün karlılık ve yatırım sermayesi açısından uygun görmediği girişimleri, devlet tarafından açılan ve işletilen KİT’ler üstlenir.

KİT’LERİN ÖZEL SEKTÖRÜ DESTEKLEME YOLLARI
* KİT’ler, bir yandan iştirakler ve bağlı ortaklıklar yoluyla, diğer yandan tüccardan yüksek fiyatla hammadde alıp, ucuz fiyatla yarı mamul madde satarak özel sektörü destekler. Örneğin demir çelik işletmelerinden kütük ya da som demiri ucuza alan haddeciler, bunları çeşitli inşaat demirlerine dönüştürerek yüksek karla inşaat sektörüne satarlar. SEKA’dan ucuz kâğıt alan özel girişimci, defter ya da dosya kâğıdı imal ederek yüksek fiyatla piyasaya satar. Diğer yandan TEKEL’e tütün, Sümerbank’a pamuk ve yün, SEK’e süt satan tüccar, her zaman piyasanın üstünde fiyatla, sürekli bir pazara sahip olurken, aynı zamanda bir kar garantisi, sermaye birikimi ve yatırım için bir güvence de bulmuş olur.
* KİT’lerin genişletilmesi, özel sektöre geniş pazar olanağı sunması yatırımcı özel sermayenin büyüyerek daha, karlı hale gelmesine de neden olur. KİT’ler özel teşebbüsün katlanamayacağı kuruluş maliyetini üstlenerek, teknik ve nitelikli iş gücü yaratılmasında özel sektöre önemli olanaklar kazandım. KİT için de eğitilmiş teknik personelin işgücü verimliliği özel sektöre kaydırılırken, KİT’lerin maliyet kaybı ve verimlilik düşüşü pahasına özel sektör desteklenir.
* KİT’lerden yararlanmanın en önemli yollarından biri de iştirakler ve bağlı ortaklıklar yoluyla özel sektörün desteklenmesidir. Özel ve tüzel kişiler, KİT kuruluşları ile ortak şirketler kurarak çeşitli kredi olanaklarından yararlanma, ucuz yan mamul girdi fiyatları ve risk faktörüne karşı güvence sağlamaktadırlar. Bu tür iştiraklerde yasalar, özel ve tüzel kişilerin korunması yönünde düzenlenir.
Örneğin bir KİT kuruluş olan DMO (Devlet Malzeme Ofisi) Arçelik’e % 15 hisse ile TEK Çanakkale Seramik’e % 22,2 hisse ile Türkiye Şeker Fabrikaları TAT Konserve’ye % 25, MKE Tofaş Otomobil Sanayisi’ne % 25 hisse ile ortaktır. 1938 tarihli KİT yasasında; “KİT’lerin genel kurulları veya hükümetlerin önerisiyle pay sahiplerinin Türk olması koşuluyla, payları nama yazılı limitet ya da anonim ortaklığa dönüştürülebilir” hükmü vardı. Eğer bakanlar kurulu gerekli görürse, “KİT iştirakli ortaklıkların paylarının hamiline yazılı” olabileceği de yasada ek olarak konuluyor. Buna rağmen 1950’lere dek, KİT’ler ortaklığı ile kurulan şirketler oldukça sınırlıdır. 1960’dan sonra KİT iştirakleri ve bağlı ortaklıkları hızla artış gösterir. 83’e kadar KİT’lerin iştirak paylarına herhangi bir sınırlama getirilmez iken, 83’te en az yine % 26, 84’te ise % 15 gibi bir sınırlama getiriliyor. Bu durum KİT’lerdeki emperyalist yağmanın daha açık bir gelişme seyri içinde olduğunu gösteriyor.
* KİT’lerin, özel şirketleri batmadan önce finanse etme durumuna ek olarak, kredi borçlarını ödeyemez durumdaki şirketleri kurtarma ve batık şirketlere yeni olanaklar sağlama amacıyla, kendi bünyesine alarak, ortaklıklar kurması da özel sermayeyi teşvik yollarından biridir. Batmakta olan tekstil, demir-çelik, banka kuruluşları, KİT ile ortak edilerek kurtarılmıştır. Paktaş, Güney sanayi, TÖBANK, Asil Çelik, vs. KİT’e ortak edilerek veya dönüştürülerek kurtarılan özel teşebbüslerdir.
* KİT ortaklıklarında sermaye dağılımı özel ya da tüzel kişiler lehine işler. KİT ortaklıklarındaki yasal zorunluluk; ortaklık payının yandan fazlasının KİT’e ait olmamasıdır. (Ama bu yasa hiçbir zaman uygulanmamıştır.) Ticaret yasasına göre, KİT ortaklıklarında kuruluş sermayesinin dörtte birinin ödenmesi, dörtte üçünün ise taahhüt edilmesi gerekir. KİT’in ortaklık payının tamamını veya tamamına yakınını ödemesi geleneği varken, özel teşebbüsçü payına düşenin dörtte birini ödemesi yeterlidir. Örneğin bir ortaklığın sermayesinin % 49,9 hissesinin KİT tarafından tamamının ödetilmesi durumunda, % 50,1 hisseye sahip özel kesimin % 12,525 hissesini ödemesi, özel sermaye sahibinin şirketin yönetimini elinde tutmaya yetiyor. Karın bölüşümü de sadece ödenmiş değil, taahhüt edilmiş ve ödenmiş sermayeye göre olduğu için özel sermaye sahibi kardan yandan fazla pay alır. Taahhüt edip ödeyemediği pay için de tekrar devlet bankalarından veya KİT’ten çok ucuz ve uzun vadeli kredi alabilir. Böylece KİT payı ödenmiş sermaye içinde özel sektörde daha fazla olduğu halde, özel sektör kendine düşen kardan daha fazla pay almaktadır. Örneğin, 1975-87 yılları arasında KİT ortaklıkları yılda ortalama % 42,5 kar ederken, KİT’e düşen pay oranı % 12.7 (kar/ödenmiş sermaye)olarak saptanıyor, ve bu kar da, şirketin özel kesimden gelen ortaklarınca sermaye artırımına dahil edilerek KİT’e ödenmiyor. Ayrıca KİT ortaklıklarının çok büyük bir kısmı (vergi kaçırma, stok gösterme ve muhasebe oyunlarıyla) sürekli zarar ediyor gösterilir ve hemen hemen kardan hiç pay alamaz. Bu nedenle KİT ortaklıklarındaki özel girişimci sermaye çevreleri ellerinde tuttukları yönetim ve denetimle sınırsız karlar elde edebilirler. KİT ortaklıklarında yönetime seçilen ya da denetimci olarak görevlendirilen KİT yöneticileri ise, genelde esas işlerinin dışında ek gelir sağlama ve avanta elde etme işi olarak gördüklerinden KİT lehine hiç denetim yapmazlar, yapanlar da zaten yönetime gelemez.
* Bu kuruluşlarda KİT bünyesinde üretilen ara mallan ucuz almak, KİT ürünlerinin fiyatlarını belirlemek, hazır pazara kolayca girmek, karaborsa ve piyasa dalgalanmalarından daha kolay faydalanmak gibi özel kesimin olanakları vardır. Bunlara ek olarak KİT’ten kredi almak, çok düşük faizle devlet bankası kredisi kullanmak gibi olanakları da sıralayabiliriz. Yüksek Denetleme Kurulu’nun raporlarına göre % 50’den fazlası kamu sermaye payı olan pek çok KİT ortaklıklarının KİT olarak gösterilmesi istenmediği için muhasebe oyunlarıyla KİT sermayesi % 50’nin altında gösterilmiştir. Bu kuruluşlara örnek olarak; Ereğli Demir-Çelik, Northern Elektrik, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti işbirliği ile kurulan Sanayi İşletmeleri Ltd. Şti. gibi ortaklıklar sayılabilir.
* KİT’lerin özel sermaye yanlısı birikim sağlama veya özel teşebbüsü desteklemede oynadığı diğer bir rol de fiyat belirleme politikasıdır. Bunun için hükümetler genelde KİT ürünlerinin fiyatlarını maliyetlerinin altında saptarlar. Bu ürünleri alan tüccarlar ise, birkaç misli fiyatla piyasaya sürerek, özellikle karaborsa dönemlerinde büyük karlar elde ederler. Sümerbank, SEK, Tekel ve birkaç istisna dışında hemen hemen tüm KİT ürünlerinin tamamı özel sektör tarafından pazarlanır. 1950’li yıllar öncesi Sümerbank mağazaları ülke çapında yaygınken, bu tarihten sonra çoğu kapatılır veya özel şirketlere geçer. Devletin belirlediği fiyatların altında satış yapabilen ya da dışardan ucuz mal ithal eden tüccarın, özellikle tekstil kotalarının kaldırıldığı dönemde, bu alanda iç pazara tümüyle egemen olduğu bir gerçektir. 1930’lu ve 89’lu yıllarda, hükümetin şeker fiyatlarına yaptığı zam dış ithalat yoluyla şeker getiren tüccara büyük karlar sağlamıştır. Karaborsacılık genel olarak savaş yıllarında halkın pervasızca soyulmasına olanak yaratırken, 24 Ocak kararlarıyla uygulanan “yeni ekonomik canlandırma politikaları”yla, ihracat-ithalat kotalarının serbest bırakılması, gümrük duvarlarının düşürülmesi ve ticaretin tam serbestliği ile vurgun olanakları arttırılmıştır. Bu yolla KİT ürünleri fiyatları da KİT’lerin zararına olacak düzeyde tutulmuştur. KİT’lerin ilk kurulduğu dönemde, yasal olarak KİT yönetimlerinin KİT’in çıkarı gözetilerek ürün ve hizmet fiyatlarını belirlemesi öngörülüyordu. Ama hiçbir zaman bu yasa yürürlüğe konmadı. KİT ve KİT ortaklıkları şeklinde kurulan tüm işletmelerin ürünlerinin fiyatı, her zaman hükümetlerin yanlı politikalarıyla belirlendi. 1960’ta yapılan yasayla KİT ürünleri ve hizmetlerinden sadece temel mal ve hizmet olarak saptananların fiyatlarının hükümetçe belirlenmesi, diğerlerinin hatlarının tespiti ise KİT yönetimine veriliyordu. (Bu yasa da hiç uygulanmadı.) 24 Ocak kararlarıyla da buna benzer bir yasa çıkarıldıysa da fiyat belirleme konusunda hükümetler sürekli KİT’lere zarar vermek pahasına özel sektöre peşkeş çeken bir fiyat politikası sürdürdüler. KİT zararlarını ise, devlet sübvansiyonu ile kapamak ve bunu halktan alınan ağır vergilerle karşılama, devletin sermaye çevrelerini koruma ve destekleme politikasıdır. (KİT lehine çıkanlar yasaların KİT’leri karlı duruma getirerek, özel sektöre devredilmesi amacıyla çıkarıldıkları açıkça önadadır.)

KİT POLİTİKALARINDA, HÜKÜMETLERİN SERMAYE YANLISI VE DIŞA BAĞIMLILIK POLİTİKASI BELİRLEYİCİ ROL OYNAR
Türkiye ekonomisine Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana el atan emperyalist devletlerin, 2. paylaşım savaşı sonrası daha etkin biçimlerde yağma politikasına geçtikleri görülür. Türkiye, IMF, Dünya Bankası ve Avrupa İktisadi İşbirliği Örgütüne 1947’de üye olmuştur. Bu yıldan itibaren IMF ve Dünya Bankasının desteği ve finansmanı ile Türkiye’de KİT’lerin yönetimlerine yabancı ve özellikle Amerikancı tekeller el atmışlardır. Bu kuruluşların özelleştirilmesine yönelik teklif ve öneriler, ABD ekonomisinin ve diğer kapitalist ekonomilerin 1970’lerde girdikleri krizden kurtulma çabalarının ve SSCB’deki kapitalizme entegrasyonu vs. gibi dünya konjonktüründeki değişiklikler, buna bağlı Türkiye’deki “dışa açılma”, “liberasyon”, “özgürleşme” adı altında ortaya atılan bağımlılık politikalarının bir sonucu olarak gündeme gelmiştir. ‘45’lerde başlayan dışa açılma, ‘70’lerde KİT ve hükümetlerin kadrolarında yabancı sermaye kontrolünü daha da pekiştiren bir gelişme seyri izler. 83’te KİT’ler, İDT(ticari amaçlı) ve KİK(Temel mal ve hizmet üretme amaçlı) olarak ikiye ayrılırken, KİT’lerin özelleştirilmesi ve bağlı ortaklıklarının tasfiyesi gündeme getirilir. Bu nedenle 1984 yılında Kamu Ortaklığı Fonu Yönetmeliği yayınlanır. Bu yönetmelikte yer alan gelir ortaklığı senetleri, hisse senetleri, işletme hakkı devri, kiralama gibi yollarla KİT’lerin tasfiyesine gidilir. Aynı yıl bir yasayla, Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı Kuruluşu (TKKOK) KİT’lerin özelleştirilmeleri konusunda karar verecek yetkilerle donatılarak, başbakanlığa bağlanır. Özelleştirmede yöntem olarak;
*KİT satışı öncesi mülkiyet hakkı özel kişilere verilmemekle birlikte, işletme hakkı, ürünlerin pazarlanması ve dağıtım hakkının özel şirketlere devredilmesi,
*KİT ve bağlı ortaklıkların mülkiyetine, hisse senetlerinin tek tek veya blok halinde satışlarıyla özel şahısların ortak edilmesi,
*KİT’e bağlı ortaklıkların Anonim şirketlere dönüştürülmesi,
*KİT ve bağlı ortaklıkların kiralanması, devir ve tasfiyesi v.s. uygulanmaktadır.

—sürecek-

Nisan 1992

Özelleştirme mi, devletleştirme mi? (2)

KİT SATIŞLARINI KİMLER HAZIRLADI?
Türkiye’deki özelleştirme için Ana Plan, Dünya Bankası finansmanı ile desteklenen Morgan Guaranty Trust Company of Newyork şirketi ile DPT arasında yapılan 5.8.1985 tarihli anlaşma ile yürürlüğe girmiştir. Morgan Guaranty KİT ile ilgili tüm araştırmalarını tamamlayarak, özelleştirme biçimleri hakkında politika ve taktik geliştirerek, 1986’da hükümete sunmuştur. Morgan Guaranty Bankası Başkan Yardımcısı Cengiz İsrafil, T. Özal tarafından 1985’te Başbakanlık Müsteşarlığı görevine çağrılır. Daha sonra TKKOİ’nin, özelleştirmeden sorumlu Başkan Yardımcılığı’na getirilir. Bu tarihten itibaren bazı önemsiz değişikliklerle bu plan yürürlüğe konmuştur.
KİT’lerin özelleştirilmesi ana planını Türkiye Sınaî ve Kalkınma Bankası, Sınaî Yatırım ve Kredi Bankası, Yatırım ve Finansman A.Ş. ve Price Waterhause/MUHAS ile Morgan Guaranty birlikte yürütmüşlerdir. Morgan Guaranty, DPT’ye olduğu gibi, KİT’lerin hisselerini toplu hisse alımları şeklinde değerlendiren bazı yabancı kuruluşlara da rapor hazırlamıştır. Örneğin THY AŞ’nin özelleştirilmesi nedeniyle Lozard Freres Co., Gübre Sanayi için ABD şirketi Arthur D. Little, çimento sanayi için Fransız Kem Metra Conseil International, tekstil sanayi için Boston Consultant (ABD) şirketlerine özel raporlar hazırlamıştır.
Bu özelleştirme planına göre 1985-88 yılları arasında kamuya ait yarım kalmış 11 tesis özelleştirilmiştir.
KİT ve KİT iştirakleri ve bağlı ortaklıklarından direk satışı yapılanlar şunlardır:
-Özelleştirilen KİT:
USAŞ, Uçak Servisi AŞ. (24 Ağustos 1989)
-Özelleştirilen KİT’e bağlı ortaklıklar ve iştirakler:
1- Manisa Yem
2- İsparta Yem,
3- Bilge Yem,
4- Bingöl Yem,
5- Ordu Soya Sanayi,
6- Bursa Soğuk Hava Depoları,
7- Samaş,
8- Yemta,
9- Teletaş (4 Mart 1988),
10- Ansan ve Meda (Ağustos 1988),
11- Aksaray Yem (1 Mayıs 1989),
12- Çorum Yem (1 Mayıs 1989),
13- Eskişehir Yem (1 Mayıs 1989),
14- Kayseri Yem (1 Mayıs 1989),
15- Afyon Çimento (9 Mayıs 1989),
16- Ankara Çimento (9 Mayıs 1989),
17- Balıkesir Çimento (9 Mayıs 1989),
18- Söke Çimento (9 Mayıs 1989),
19- Trakya Çimento (9 Mayıs 1989).
1990’da özelleştirileceği açıklananlar:
Petkim, Turban, Erdemir, Sümerbank ve Bankalar (Çaybank, Denizcilik Bankası, Etibank, Töbank).
Özelleştirmede şöyle bir mekanizma işliyor: Özelleştirme işlemi önce bu kapsama alınan KİT’lerin hisseleri TKKOİ tarafından satışa sunulmak üzere devralınıyor. Bu hisselerin değerini ise TKKOİ belirliyor. Satışı gerçekleşecek olan KİT veya bağlı kuruluşların değeri ise bu kuruluş tarafından gerçek değerinin çok altında belirleniyor. Örneğin USAŞ’ın satış değeri Morgan Guaranty tarafından 64 milyon dolar olarak belirlenmişti (bu miktar bile satışın yabancı sermaye yararına belirlendiği tartışma götürmeyecek kadar açıkken). USAŞ, SAS’a (İsveç Hava Yolları’na) peşin 14.450 milyon dolar, 5 yıllık vade ile 8.5 milyon dolar peşin ve bankadaki birikmiş sermayesi karşılığı toplam 27.9 milyon dolara satılıyor. 10 yıllık süre ile vergi sonrası kârının yüzde 21’ini TKKOİ’ye ödemesi sözleşmede yer alıyor. Örnekten de görüleceği gibi USAŞ’ın satışı Dünya Bankası’nın öngördüğü fiyattan bile daha ucuza SAS tarafından kapatılmıştır. Bu satışta SAS İsveç devletinin bir kamu kuruluşu olduğundan, bir Türk Kamu kuruluşu olan USAŞ bir yabancı devletin kamu kuruluşu haline getirilmektedir.
ÇİTOSAN’ın 5 çimento fabrikası, TKKOİ idaresi tarafından 256 milyar TL değer biçildiği halde, Fransız tekeli SÇF’ye 1 yıl vadeyle 195.8 milyar TL’ye satılmıştır.
Zarar etme gerekçesiyle satışa çıkarılan Boğaziçi Hava Taşımacılığı’nın satışı kamuoyundan ve basından gizlenerek gerçekleştirilmeye çalışılmışı. 7 milyon dolara satılmak istenen BHT’nin, bankada 6 milyon dolarlık dövizi ve 4 milyon dolarlık yedek parçası olduğu ortaya çıkmıştır. Devletin satıştaki yolsuzluklarının kamuoyunda ayyuka çıkması sonucu Özal hükümeti satıştan (el altından) vazgeçmek zorunda kaldı. Böylece, devlet yöneticilerinin “KİT’ler zarar ediyor, devlete yük oluyor” demagojileri, kamuoyu gözünde değer kaybederken, halkın tasarruflarıyla kurulan kamu şirketlerinin yabancılara peşkeş çekilmesine karşı da halktan tepkiler gelmeye başladı. Bu tepkilerin, bir bölümü geleneksel “baba devlet” ve devletçiliğe duyulan yakınlıktan olsa da, bu satışlar nedeniyle çalışanların işten atılmaları, ücretlerin düşük alması, sendikal haklarının gasp edilmesi vs. gibi pek çok nedenle satışlardan çalışanların zarar görmeleri nedeniyle geliştiği de bir diğer etkendir.
KİT Satışlarında Yerli-Yabancı Sermaye Dağılımı:
KİT satışlarında en büyük pay 266.8 milyar TL (toplam satışların %93.8’i) ile yabancı sermayeye (uluslararası tekellere) aittir.
Yerli sermayenin payı ise, 17.6 milyar TL ile sadece yüzde 6.2’dir.
Ülke kaynaklarının yabancılara peşkeş çekilmesi demek olan özelleştirmede hedef, ya doğrudan yabancı sermayeye, ya da yabancı sermaye ile ortaklık kurarak tekelleşmiş birkaç holdinge daha geniş, daha kolay ve denetimsiz, sorunsuz yatırım ve kâr olanakları sunmaktır.

ÖZELLEŞTİRMEDE AMAÇ ve SONUÇ İLİŞKİSİ:
Türkiye’de T.Özal’ın “Sosyal devlet ilkesi iflas etmiştir” sözüyle ifade edilen; devletin, çalışanların çalışma ve sosyal yaşamını güvence altına alma, herkese iş ve sosyal-siyasal özgürlük tanıma görevlerinin sözde bile rafa kaldırılmasına paralel olarak özelleştirme programına ağırlık verilmiştir. Emekçilerin alın terinin sömürülmesiyle kurulan kamu kurumu ve kuruluşlarının özele ve uluslararası sermayeye devir ve satışı olan özelleştirme, aslında ne Özal’ın ne de onun harika ekonomicilerinin bir icadı değildir. Tersine, İMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist sermaye mihraklarının dayattığı, günümüzde de “yeni ekonomik dünya sistemine” uyum sağlamaya yönelik bir programı içermektedir.

ÖZELLEŞTİRME PROGRAMININ NEDENLERİ:
DPT tarafından açıklanan biçimiyle; Özelleştirme Ana Planı’nın özel amaçları;
“Pazar güçlerinin ekonomiyi geliştirmesini sağlama.”
“Üretkenliği ve verimliliği artırma.”
“Mal ve hizmetlerin kalitesini, miktarını ve çeşidini artırma.”
“Hisse sahipliğini yaygınlaştırma” ve “Sermaye piyasasının gelişmesini hızlandırma.
“KİT’e hazine desteğini en aza indirgeme.”
“KİT tarafından uygulanan tekelci fiyatlandırmayı ve dolaylı vergileri azaltma”dır.
Sırasıyla değinecek olursak; pazar güçlerinin, yani yabancı sermaye ve teknoloji transferinin, emperyalizme bağımlı hangi ülkede ekonomiyi geliştirdiğine bakmak gerekiyor. Bunun en iyi kanıtını TC’de 80 sonrası ihracata yönelik dış borç açığını kapama politikasının olumsuz eğrisi göstermektedir. Tarımsal ihraç mallarındaki artışa karşın sürekli düşüş gösteren hasılat (döviz girdisi) eğrisi, dış ticaretin giderek büyüyen hızda açık vermesini getirmekte: Örneğin; 1981-82 pamuk ihracatında miktar yüzde 5,3 artarken, sağlanan döviz geliri yüzde 14,2 azalmıştır. Kuru üzüm ihracat miktarı yüzde 1,5 artarken, sağlanan döviz geliri yüzde 20,3 oranında azalmıştır. Aynı biçimde 81’den 82’ye fındık ihracatı miktarı yüzde 11,1 oranında artarken, sağlanan döviz geliri yüzde 20,2 oranında azalmıştır.
Pazar ekonomisinin göklere çıkarıldığı 80 sonrası ihracattaki artışla döviz girdileri arasındaki bu ters orantılı gelişim, Türkiye’nin değil bu ekonomiyi empoze eden emperyalist sermaye çevrelerinin işine yaradığını açıkça göstermektedir. Kaldı ki bu olgu Türkiye’ye has bir durum da değildir. Latin Amerika ülkeleri başta olmak üzere pek çok geri kalmış ülke, uzun yıllardır “pazar ekonomisi”nin pençesinde olmalarına karşın Türkiye ile aynı, sürekli büyüyen dış ticaret açığı ile karşı karşıyadırlar. Bütün çabalarıyla ihracatlarını artırmaya, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını, ellerindeki avuçlarındaki her şeyi emperyalist tekellere satarlar; ama sonuç, sürekli artan borçtan ibarettir.
Dahası bu ülkelerde “serbest piyasa ekonomisi”ne geçilmesiyle birlikte dış ticaret hadlerinin (gümrüklerin) düşünülmesi, iç pazarda kendi dinamiği ile rekabet edebilen yerli firmaların ayakla kalma olanaklarını da ortadan kaldırıyor. Yabancı firmalarla rekabet etmekten ya da yok olmaktan başka çareleri kalmayan “yerli” şirketler ya da KİT’ler için yabancı sermaye ile birleşmek ya da “ekonomiye yük” olmaktan başka bir yol kalmıyor. Fiyatlar dolara bağlanmış ve TL sürekli olarak değer kaybetmek zorundadır. Bu durumda ihracat artsa bile elde edilen dolar göreli olarak azaldığından dış ticaret açığı sürekli artma eğilimi içinde olmaktadır.
1980’den itibaren “ihracatın artmasıyla” övünen hükümetler, artan dış ve iç borçları ödemek için KİT satışlarına bir an önce başvurmak zorunda kaldılar. 83’teki 29 Aralık kararnamesi ile uygulanmaya konan özelleştirme programı, IMF’nin borçları kapatma zorunluluğu dayatması sonucu yürürlüğe girmiştir. Dış ticaret açığının sürekli büyümesi, borç kapatma olanağı bulamayan hükümetleri “milli ekonomi”nin kurumları olan KİT’leri pazarlamak zorunda bırakılmıştı. Böylece, yerli ürünlerin yok pahasına kapatılması demek olan, ihracat kotalarının başta ABD olmak üzere yabancı ülkeler tarafından belirlenmesi, aynı zamanda dolar, DM- FF- Yen gibi dünya para piyasasını belirleyen paraları karşısında sürekli düşüş gösteren TL değerinin her gün erimesi dış borçlarının her gün reel değer artışına neden olmaktadır. Bu nedenlerle giderek büyüyen dış borç açığının kapatılabilmesi için tarıma ve yeraltı zenginliklerine dayalı üretimin örgütlendiği KİT’lerin, yabancı sermayeye satılmasına 6. Beş Yıllık Kalkınma Planı’yla geçilmektedir (90-94). Oysa hükümet programında ve 5. Beş Yıllık Kalkınma Programı’nda özelleştirme planı olarak “sınaî mülkiyetin tabana yayılması” ve “sermaye piyasasını gelişimini sağlama” amacı taşıdığı belirtiliyordu. (3291 sayılı yasa, 28.5.1986 tarihli) Yani 5. Beş Yıllık Plan’da KİT’lere iştirak ve ortaklıkların, “hisse senedi satımı” ile halka açılacağını, yabancılara satışa izin verilmeyeceğini belirtiyor. Blok satışa ilişkin bir yöntemden bahsetmiyor.
6. Beş Yıllık Kalkınma Planı’na göre ise; özelleştirmenin yabancı sermaye girişlerini artırmak amacına yönelik olarak, bir kısım KİT’lerin yabancı sermayeye blok satışının gerçekleştirilmesi ve satış görüşmeleri el altından sürdürülmektedir. Hükümet, 6. Beş Yıllık Plan’da ne yatırım açısından, ne de verimliliği ile ilgili düzenleme görülüyor: 95 yılı sonunda satış işlemleri tamamlanmak isteniyor. KİT satışlarına karşı kamu muhalefetini uygun bir propaganda ile yumuşatarak, gerekliliği üzerine vaazlar verip, halkın geniş bir kesimini bu propaganda ile etki altına aldıktan sonra direk satışları gerçekleştirme süreci benimseniyor.
SHP Genel Sekreteri Cevdet Selvi, “Stratejik KİT’ler yabancılara verilemez”, “Bağımsızlık ‘Yok’tur imajına karşıyız” demagojisi arkasında stratejik önemi olmayan KİT’lerin satışına gönülden rıza gösteren bir tavra giriyor, 22.3.1992 tarihli Tercüman gazetesine bir demeç veren C. Selvi, “Devletçilik (Altıoktan biri) tabii eskisi gibi olamaz, ama işte Güneydoğu Anadolu’nun yatırımları için şimdi devlet devreye giriyor.” denmesine karşılık, C. Selvi, “Bizim devletçiliğe bakış açımız çağdaş bir niteliktedir. Öyle katı bir devletçilik değil. Tüzük ve programında geçmiş yılların devletçilik anlayışı zaten yok. Biz, hasta olan vatandaşın, okula gidemeyen gencin, çocuğun, işsizin yanında devleti görmek ister. Özel sektörün değişik nedenlerle ulaşamadığı (yatırım riski açısından), ülkenin en ücra yerine ulaşabilecek, orada İnsanın onurlu bir biçimde çalışabileceği, yatırımları sağlayabileceği bir devlet istiyoruz.” diye yanıtlıyor. Özelleştirmenin getirdiği sosyal yaşamın sonuçları, ekonomik ve siyasi bağımlılığın SHP için önemine değin ilginç bir açıklama örneği.
Buna ek olarak İTO eski Başkanı Hadi Türkmen, KİT’lerin tek bir şirkete satılması halinde dedikoduların önlenemeyeceği, KİT’lerin özelleştirilmesini, yabancı şirketlere veya ülkemizdeki bir holdinge satılmasını kastetmiyorum. Ben ‘KİT’leri kitleselleştirelim” diyorum. Yani çalışanların veya KİT’in bulunduğu bölge sakinlerine satışı gerçekleşsin” diyordu. ” ( 14 Mart 92 tarihli Tercüman).
TÜSİAD, İSO, DPT ve hükümet çevrelerinin hemen hepsi, ekonominin kamburu olarak lanse ettikleri KİT’lerin satışını mazur gösterecek nedenler içinde, KİT’lerin sürekli zarar eden, verimsiz kuruluşlar olduğunun propagandasını yayıyorlar. Oysa, eski Ulaştırma Bakanı Prof. Mustafa Aysan, “KİT’ler ekonominin kamburu değil” diyor. Özelleştirmeye karşı olamamakla birlikte, gerekçe olarak getirilen verimsizlik, fazla istihdam sorunlarını çözmenin yönetim ve devlet politikalarındaki düzensizliğe bağlayan Prof. M. Aysan, “Türkiye’de özelleştirme çalışmaları konusunda 1963’te ilk araştırmaları ben yaptım” diyor. “KİT’lerde bugünkü fazla istihdamı hiç işçi çıkarmadan, yeni iş alanları yaratarak kara geçirme olanağı vardır… 1983-84-85 yıllarında devletin verdiği yatırım görevinin tümünü (yüzde 100) KİT’ler finanse etmişti. KİT’ler 36 tane büyük devlet kuruluşudur. Bu 36 kurumun toplu olarak yaptığı yatırımlar son 10 yılda Türkiye’de toplam yatırımın yüzde 25-33’ü gerçekleştirmiştir. KİT’ler, milli gelirin yüzde 10’una sahipken, yüzde 30’a varan bir oranda yüksek bir yatırım payı gerçekleştirmiştir. Sanayide çalışan işgücünün yüzde 25’i, KİT’lerde istihdam edilmektedir. Fazla istihdam özel sektörde de vardır. Bugün devletin istihdam ve işsizlik problemi vardır. Bir yılda 1 milyon 300.000 kişi istihdam alanına giriyor. Bunlardan sadece 300.000’i için istihdam sağlanabiliyor. Örneğin; Zonguldak’ta 4.000 kişinin bordrolarda imzası atılarak çalışmadan maaş almalarına göz yumuluyor. Politik bir sorun bu… “

ISO 500 Büyük Firmada Kamu-Ozel Katma Değer Payları
(Cari fiyatlarla Milyar TL)
1982    1983        1984        1985        1986        1987        1988
Kamu        430,8     419,1          824,9       1.445,9        2.949,6     4.544.5     8.330,8
Özel        502,3     652,0        1.053,5       1.545,1        2.619,4     4.534,5     7.771,4
Toplam    933,1     1.071,1     1.878,4     2.951,0     5.569,0     9.079,0     16.102,2

Sabit fiyatlarla
kamu payı (%) 46     40         45         48         55         57         59

Sabit fiyatlarla artış endeksi
Kamu        100    75        102        123         196         248         257
Özel         100      98        108         113         141         174         169
Toplam    100     87        105        117        165         201         202
KAYNAK: İSO

KİT’lerde, söylenilenin tersine verimlilik azalmamış her yıl artış göstermişti: İSO’nun yaptığı 500 büyük işletme arasından satış hâsılatı, yarattığı katma değer, ihracat ve kâr artışları değerlendirmesinde Pet-Kim Aliağa Rafinerisi 1977’de 14. sıradan 1988’de 8. sıraya yükselmiştir. Satış hâsılatı 1987’den 1988’e Alpet’de yüzde 154 artarken ihracat yüzde 446 oranında artış göstermiştir ki, Türk Ekonomi Bankası’nca hazırlanan Pet-Kim tanıtma broşüründe Alpet’in brüt kâr artışı yüzde 309, Yarpet’in yüzde 174 olmuştur.
Aynı biçimde özelleştirme kapsamına 1987’de alınan Sümerbank yönetimi TKKOİ’ye devredilip, yeni adı “Sümerbank Holding AŞ” olarak değiştirildi. Sümerbank özelleştirilme çalışmalarına katılan yerli ve yabancı firmalara 8 milyar TL. harcandığı günlük basına yansıdı. Verimliliği ile ilgili verileri Sümerbank’a bağlı 18 firma için şöyle verilebilir. (Küçük tablo)

Ürün Satış Hâsılatı     Artış(%)     İhracat     Artış(%)
1986  247 milyar TL     —         30 milyar TL     —
1987  398 milyar TL    61        56 milyar TL    87
1988  680 milyar TL    71        94 milyar TL    68

11.9.1987’de özelleştirilmesine karar verilen Pet-Kim (Yarpet-Alpet-Petlas) için 20 uluslararası tekel ve 8 yerli tekel başvuru yapmıştır. Petrol ürünleri alanında 4.000 işletmeye hammadde sağlayan Pet-Kim, petrol alanında yerli tekel durumundadır. Satışla birlikte büyük bir zararı göze alan hükümetler, sendikalar odalar ve siyasi parti ve üniversitelerden, aydınlardan gelen tepkiler sonucu satışı bir çırpıda gerçekleştirememiş, ama satış hazırlıklarını sürdürmektedirler.
Sümerbank’a bağlı tüm firmaları içeren genel satış hasılatı ve ihracattaki artış, giderek büyüme göstermektedir.
Diğer özelleştirme kapsamına alınan Kirlerdeki verimliliğin de, özel şirketlerle karşılaştırıldığında, yüksek bir artış kaydettiği; ihracat geliri ve satış hâsılatı açısından Türkiye ekonomisine önemli bir yere sahip olduğu görülür, İstanbul Sanayi Odası’nın 500 büyük firmada katma değer paylarının özel ve kamudaki artışlarına ilişkin araştırmasına göre katma değer payının daha büyük olduğu görülür.
Rakamlar incelendiğinde, kamunun verimliliğinin, özele göre daha fazla olduğu görülür. Kaldı ki, İSO’nun yapmış olduğu 500 büyük firma arasında 95 KİT bulunmaktadır. Yani 95 KİT’in 1988 yılındaki bilânço karı, toplam 1 trilyon 613 milyar lira iken, 405 özel firmanın karı, aynı yıl 2 trilyon 494 milyar liradır. 95 KİT’in 405 özel şirket ” karına yakın kar etmesi verimsizliğiyle ilgili propagandanın ne kadar gerçekçi olduğunu göstermektedir.
KİT’ler, satış hâsılatı, karları, ödedikleri vergiler, ihracat girdileri, çalışan başına düşen emek verimliliği, imalat sanayisindeki katma değer payları, yatırım sermayeleri açısından özel sektöre göre ülke ekonomisinin genel çıkarlarına daha uygun olduğu tüm araştırma sonuçlarından ortaya çıkar. KİT’ler, karlılığı bir yana, toplumsal yararlılık açısından da ülke ekonomisine daha yararlı kuruluşlardır. KİT’ler konusundaki hükümetlerin olumsuz propagandaları içinde, “kamu yararı” hakkında hiç söz edilmez ya da yok farz edilir. Bu propagandaların tümünün, KİT satışlarını kamuoyunda, mazur gösterme çabalarından başka bir amacı yoktur.
KİT’leri özelleştirmenin diğer bir dayanağı da “kitleselleşme”, “mülkiyetin tabana yayılması” amacıdır. Bu nedenle özelleştirilmesi planlanan KİT’lerin hisse senetleri borsaya sürülerek, spekülasyon yoluyla, işçi ve emekçilerin birikmiş paraları da ellerinden alınmakta ve bireyci mülkiyet duygularının arttırılması teşvik edilmektedir. Böylece sermaye çevrelerinin çalışanların, ücretlerinden biraz daha kırpmaları ve borsada bu yoldan zenginlerin türemesine yol açan bir toplumsal yıkım dönemi başlamaktadır.
“KİT’lerin devlete zararı olduğu ve bu kurumların yol açtığı harcamaların, devlet bütçesi açıklarının nedeni olduğu” iddia edilmektedir. Oysa devlet, bütçe açığının en önemli nedenlerinden biri, yasal ya da yasal olmayan yollardan, banka ve büyük sanayi kuruluşlarının vergi kaçırmasıdır. Sadece kurumlar vergisi istisnaları, devlet tahvillerinden elde edilen gelirlerin vergi dışı tutulması ile oluşan vergi kaybı, 1991 yılında, 17 trilyon TL. yi bulmuştur. Vergi kaçırma ve vergi affı bekleyen vergi borçları toplamı ise aynı yıl 15 trilyon TL’dir. Her iki vergi kaybı toplamı ise aynı yıl bütçe açığından fazladır. Kaldı ki, vergi kaçakları dışında devlet bütçesini soyup soğana çeviren “batık kredi zenginleri”, başlı başına bir araştırma konusudur. Diğer bir soygun biçimi de bir şirketin ithal ettiği bir malı tekrar ihraç ederek ihracat primi (vergi iadesi) alma yoludur. Sermaye çevrelerinin bin bir yolla soydukları devlet kasasının açığı sorunu, KİT satışına fatura edilmektedir.
KİT satışlarının asıl ekonomik nedeni ise; KİT’lerin, emperyalist tekellerin yağmasına izin verilerek bütçe açıklarını, iç-dış borçlanmayı karşılamak, dolayısıyla işçi ve emekçilerin daha fazla sömürülebilmesinin olanaklarını artırmaktır. Devlet İMF ve Dünya Bankası tarafından dayatılan ve tabii Türk tekelci burjuvazisi tarafından da desteklenen bu uygulamayla, ulusal bir sanayi için temel olabilecek KİT’leri tasfiyeye yönelmiştir.

ÖZELLEŞTİRMENİN ORTAYA ÇIKARDIĞI SONUÇLAR
Devlet kurumlarının çoğunluğu “yerli” yabancı uluslararası tekellere satışı, geleceğe yönelik ekonomik ve siyasi sorunların yanı sıra çok boyutlu sosyal sorunları beraberinde getirmektedir. Bu sorunları kısacı altı başlık altında toplayabiliriz.
1- Emperyalizme entegrasyonun genişletilmesi. Ülkemiz halkının belli başlı temel mal ve hizmetlerinin üretildiği KİT kuruluşları yatırım sermayeleri bakımından çok yüksek ve geniş bir emekçi kitlesini barındırması açısından küçük, sermayeye sahip şirketlerin ve küçük tasarruf sahiplerinin alamayacağı bir değerdedir. Bu nedenle KİT satışlarında akla hemen uluslararası tekeller, ya da bu tekellerin mali olanaklarıyla birleşebilecek şirketler gelir. Bu şirketler ise, ülkemizde ancak uluslararası tekellerin işbirlikçisi durumundaki holdingler olabilir. Türkiye’de bu tür holdinglerin sayısı çok siniridir. Onlarda, yine dış tekeller adına bu büyük yatırıma girişebilirler. Satış işleminde araştırma ve inceleme olanakları açısından bile, yerli tekeller yabancı tekellerle rekabet gücüne sahip değildir. Böylece KİT satışları ülkemiz üretici güçlerinin yabancı tekellere yok pahasına satılmasını ve heba edilmesini getirecektir. Bu da ekonomik olarak emperyalist bağımlılığı daha çok artıracak ve tüm pazarların denetiminde uluslararası tekellere daha geniş kontrol olanakları sunacaktır.
2- “Sosyal devlet” olgusu ortadan kalkacaktır. Son yarım yüz yıldır kapitalistlerin iddialarından birisi de, kapitalist devletin artık sosyalleştiği, sadece sermayenin değil emekçilerin de çıkarlarını gözeten bir nitelik kazandığıydı. Buna gerekçe olarak da, sosyal yardım kurumlarına ayrılan fonların artırılmasını, eğitim sağlık, ulaşım vb. alanlardaki gelişmeleri gösteriyorlardı. Temel üretim alanlarında devletin yatırımları da bu iddiaların bir diğer dayanağıydı. Ama kapitalizm karşısında sosyalizmin somut bir seçenek olmaktan çıkmasından bu yana, sosyal yardımlardaki düşmeye paralel olarak devletin sanayi yatırımlarından çekilmesi gerekliği tezi bütün belli başlı burjuva partilerinin başlıca politikası olmuştur. KİT’lerin tasfiyeye yönelinmesi de bu, devletin “sosyal” niteliğini kaldırma girişiminin bir parçasıdır.
Burjuva yasalarına göre bile olsa; devletin, halkın yaşama, çalışma, örgütlenme, güvenlik, vs. haklarını sağlamak ve korumakla görevli olduğu ve tüm haklarında vatandaşlara eşit olanaklar sunma ilkesi “sosyal devlet” ilkesine denk düşer. Elbette ki bu tanım özünde bir göz boyamadır. Ama şu da bir gerçektir ki, devlet işletmelerindeki işçiler özel sektöre göre daha çok iş ve çalışma güvencesine sahiptir. Örneğin, kamu veya devlet kurumlarında işsizlik sorunu fazla işçi istihdam edilmek üzere çözülmeye çalışılmış, sigorta ve sendika hakları “güvence” altına alınmıştır. Son yıllara kadar kamu kurumlarında işçi çıkarmalar istisnalar dışında olmamıştır. KİT’lerde işçi tensikatı geleneksel bir biçimde yapılması olanaksız olarak görülmektedir. Özelleştirme programına alınan KİT’lerde bile işçi atılmasında güçlüklerle karşılaşılmaktadır. KİT çalışanlarının son yıllarda, toplu sözleşmelerde aldıkları zamlar, geniş kitlesinin grev ve direniş gücünden dolayı, özel şirketlerin imzaladıkları sözleşmelere kıyasla daha yüksek olmaktadır. “Satışı planlanan ve emperyalist tekellere devredilecek KİT’lerin verimliliğini artırmak bahanesiyle taşeron işçiliği, geçici işçilik, kapsam dışı çalışan olmak üzere sendikasız ve sigortasız işçi çalıştırma yöntemleri geliştirilmiştir. KİT’in çalışan kitlesinin geniş tabanı müteahhit firmalar yoluyla bölünerek sendikal hakları gasp edilmeye çalışılıyor. Örneğin Petlas’ta çalışan 1500 işçiden 215’i kapsam içi ve sendikalı olmakla birlikte, yaklaşık 180-200 kadarı kapsam dışı ve geri kalanı her türlü sömürü ve baskıya açık bırakılan taşeron işçisidir. Taşeron işçileri sendikaya üye olur olmaz, çeşitli baskılarla istifa etmeye zorlanmıştır. Bu nedenle işten atılmalar olmuş, direnişle sendikal haklar ve atılan işçiler geri alınmıştır.
Türkiye’de yaklaşık 1.5 milyon işyeri olmasına karşın, sigortalı işyeri sayısı 1990’da 500 bin civarındadır. 15 milyon aktif çalışana karşın 3,5 milyon sigortalı işçi vardır. Sağlık önlemleri korkunç boyutlarda geridir. Her geçen gün de sigorta ve sağlık hizmetlerinde gerileme gözlenmektedir. Kadın ve çocukların çalıştığı işyerleri sayısı hızla artarken, kadın-erkek ücret farklılıklarında da artış oranı yükselmektedir. Son yıllardaki bu gelişmeler burjuvazinin övündüğü “sosyal devlet ilkesi”yle ters düşen girişimi açıkça ortaya koyar.
3- İşçi ve emekçilerin sosyal, siyasal ve ekonomik haklarının gaspına yönelik uygulamalar:
Özelleştirme öncesi KİT’lerde tüm işçiler sigortalı, sendikalı, memurlar da Emekli Sandığı’na bağlı durumda idiler. Özelleştirme programıyla birlikte müteahhit işçiliği, sözleşmeli personel yaygınlaştırılarak sigorta ve sendikal hakları askıya alınan KİT çalışanları hızla artmaya başladı. Geçici işçilik kapsam dışı personel, mevsimlik işçilik statüleri ile işçi alımı hızla artmaya başladı. Grev yasağı kapsamı genişletildi. KİT yönetim kurullarında işçi üyeliğine son verildi. Daha önce kamu işçileri, özel şirket işçilerine görece daha yaygın sendikalaşma oranına ve toplu pazarlık açısından daha geniş bir kitlevi güce sahip olduklarından yüksek ücret ve sosyal haklar elde etme şansına sahiptiler. Bu nedenle kamu çalışanları, ücret ve sosyal hak elde etmedeki avantajları açısından, hükümetin düşük ücret politikası karşısında direnme, mücadele yeteneği ve olanaklarına sahipti. Özelleştirme programı ve bunun sonucu müteahhitlik uygulaması ile kamu işçisinin bu olanakları ellerinden alınması ve güçleri bölünmeye çalışılmakladır. Bu bağlamda bir örnek olarak TEK’teki uygulamayı çerçeve olarak sunuyoruz,
4- Sendikasızlaştırma: İşçi sınıfının burjuvazi karşısında sosyal, siyasal ve ekonomik haklarını korumasının en önemli araçlarından biri sendikalardır. Örgütlenme ve haklarını almada, mülk sahibi sınıflar karşısında pazarlık yapabilme olanağı sağladıkları sendikaları ile işçiler, sınıfsal çıkarlarını ortak bir çatı altında birleştirebilir ve güçlenebilirler. Yoksa haklarını almak için hiçbir dayanakları kalmaz. Sermayenin gücü karşısında işçinin tek tek hiçbir yaptırım olanağı olamayacağı gibi, yaşamları hakkında da karar verme inisiyatifleri yok olur. Bu nedenle kapitalistin en büyük hedefi sendikasız işçi çalıştırmaktır. Özelleştirme kapsamına alınan KİT’lerde de hükümet, bu hedefine ulaşmak için taşeron işçiliği ve diğer uygulamalarla istihdamı genişletmektedir.
Müteahhit şirketler yoluyla işçi istihdamı, özel şirketin sahibi müteahhit ile işçi arasında yapılan iki kişilik sözleşme ile gerçekleşmektedir. 1.11.1988 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan kararnameye göre; bu sözleşmenin esasları, esas işverenle sendika arasında yapılan TİS şartlarından düşük olmamasını öngörür. Buna rağmen, hiçbir taşeron sözleşme yaptığı işçiye TİS’e göre ücret vermez, genelde yarısını verir. Tüm kamu kurumlarında 84-85’lerden bu yana daimi işçi alınmamış, ayrılan ya da emekli olan işçilerin yerine taşeron işçisi alınmıştır.
1980’de KİT’lerde sendikalaşan işçi oranı % 70,6 iken, 1989’da bu oran % 55,9’a düşmüştür.
1989 yılında, Türk-İş’e bağlı sendikaların 870 bin üyesi kamu kurumlarında çalışmaktadır. Türk-İş’e bağlı toplam üye sayısı ise, 1 milyon 421 bin 257’dir. Böylece Türk-İş üyelerinin % 61,2’si kamu işçisidir. Oysa SSK’lı işçilerin aynı yıl % 28,2’si kamu işçisidir. Buna göre, özel kesimde sendikalaşma oldukça düşük olduğu halde, kamuda % 90’lara varmakladır. (Türk-iş içindeki 32 sendika içinde)
İmalat sanayi anketlerinde, KİT’lerde ücretin payı,1979′ da %Î9,7 iken, 1985′ de % 6,3′ c düşmüştür. Sendikalaşma oranındaki düşüşe paralel olarak işçi ücretlerinde de düşüş gözlenmektedir. Son yıllarda kamuda, TİS ile artan ücretler; özel sektörü de ücret artışları konusunda zorlarken, KİT’lerin özelleştirme yöntemleriyle, özel kesim de rahatlama dönemine girmiştir. Sendikaların kamu işyerlerindeki tabanlarının kan kaybetmeleri giderek sosyal bir güç olma konumlarının da törpülenmesine yol açmaktadır. Bu da giderek TİS’lerdeki rasyonel yaptırım gücünü olumsuz yönde etkilemektedir. Bu kan kaybının, 1995’lere dek % 50+1’in altına düşürülmesi, TİS haklarını kaybetmesi, hükümetin hedefleri arasındadır. Bu da kamu işçilerinin örgütlenme sorununda yeni alternatifler geliştirebilmeleri olgusunu dayatmaktadır.
5-Özelleştirmenin sonuçlarından biri de; emekçilerin gücünü parçalamaktır: Emperyalist burjuva rüzgârlarının Avrupa’dan sürükleyip ülkemize getirdiği “özelleştirme” “serbest rekabet” “bireycilik” ideolojileri, burjuvaziyi bütünleştirmeyi hedeflerken, tüm emekçileri küçük parçalara bölmeyi amaçlıyor. Başta işçi sınıfı içinde olmak üzere, tüm emekçi kesimlerinde farklı ücret politikaları farklı sosyal katmanlar, farklı çıkarlara sahip rekabetçi gurup ve çevreler yaratıp, emekçilerin ve işçilerin ortak sınıf çıkarları etrafında birleşmesini engelleyen bir ortam amaçlıyor. Emeğe duyulan saygı ve insanların alın teri ile kazanması ve yaşaması, yardım ve fedakârlık ruhu gibi “sosyal insan” olma özellikleri küçümseniyor; yalnız ve toplumdan soyutlanmış bireyler yaratılıyor. “Herkesin zengin olabileceği”, “kendinden başka kimseyi düşünmediğinde rahat edebileceği” propagandası arkasında bireycilik yaygınlaştırılırken, emekçilerin ortak çıkarları etrafında örgütlenmelerini ağır yasal engellerle de ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Hemşerilik yaygınlaştırılarak illere göre insanlar arasından ayırım, Kürt-Türk, Alevi-Sünni, kadın-erkek, geçici işçi-daimi işçi, kamu işçisi özel işçi, arabalı-arabasız olmak üzere toplumda suni ayrımlar artarak güçlendiriliyor. Dürüst ve namuslu yaşam seçenlere “kapitalist insan” mantığı ile hor bakılan yoz bir toplum oluşturuluyor. Böylesine parçalanmış bir toplumun, sosyalizmin değerlerine sahip çıkamayacağı, böylece emperyalist tekellerin çıkarlarına karşı zararsız hale getirileceği varsayılıyor.
6-Üretimde halkın ihtiyaçları ve ekonomik çıkarları değil, tamamen kâr amacı güdülmesi: KİT’ler genelde, hiç olmazsa kuruluş amaçları bakımından, halkın temel mal ve ihtiyaçlarının giderilmesi için üretim yapan nitelikten, milli varlıkların yeraltı ve yerüstü zenginliklerin işlendiği ürünlerin tekeli konumundan çıkarılıp, sadece kâr amacı güden işletmeler haline getiriliyor. Tütün, çimento, çelik, petrol, alüminyum, taşıma, ulaştırma, haberleşme, yiyecek, giyecek, yakacak, su, elektrik gibi temel ihtiyaçların üretimi ve halka ucuza satılması gibi toplumsal görevler üstlenmiş devlet işletmeciliği zaten iyice azalmış olan KİT’lerin toplumsal anlamı özelleştirme ile tümüyle yok edilecektir. Emperyalist tekellerin kar hırsı tüm ekonomik yapılanmalarda sosyal çıkarları değil, “serbest pazar ekonomisi” yani halkın ihtiyaçları için değil kar için meta üretimini merkezine koyacaktır. Bu da kapitalist sistemin çelişkilerinin daha da derinleşmesinde, emekçilerle kapitalist devlet arasındaki bağların kopmasında önemli bir etken olacaktır.
Bir yandan işsizlik ve düşük ücretle eleman çalıştırmanın getireceği alım gücü düşüşü, diğer yandan pahalı ve lüks mal üretiminin artışı; pazar ekonomisinin giderek alan daralması sonucu krizini derinleştirecektir. Krizin boyutlarındaki artış toplumsal sorunları daha da arttırarak sosyal patlamalara zemin hazırlayacaktır. Can çekişme döneminin sonuna gelmiş bulunan emperyalist-kapitalist sistem, iç çelişkilerinin artışı karşısında çaresizlik ve bocalama içine hızla çekilmekte, yoksullaşma sürecini hızla yaşayan emekçi kitlelerle, emperyalist burjuvazi arasındaki çelişki de her gün keskinleşmektedir. Avrupa ülkelerinde, Kanada’da, ABD’de özelleşme karşısında gelişen işçi eylemlerine, Türkiye’de de Toros Gübre, Petlas, Petkim, ERDEMİR, İzmir, Adana, Seyhan ve İstanbul’un bazı ilçe belediyelerinde (Kartal, Kâğıthane) gelişen direnişler eşlik etmektedir.
Direniş yapılan işletmelerin çoğunda, taşeron işçileri sendikalaşma ve işten atılmaları önleme bazında başarılı olmuşlardır. Kamu kuruluşu durumunda olan belediyelerin hepsinde yaygınlaştırman taşeron işçiliğine karşı (özelleştirmeye karşı) eylemlere gidildi. Eylemler bugünkü boyutuyla yerel ve ekonomik çıkarlarla sınırlıdır. Ama giderek bu temelin genişleyip kapitalizmi ve emperyalizmi hedef almasının da bütün ön koşulları vardır.
Özelleştirme, uzunca bir zamandan beri tartışılıyor. Özelleştirmeyi cazip hale getirmek için devlet pek çok önlemler alıyor. Ama özelleştirilen kuruluşların sayıları ve boyutlarına bakıldığında henüz işin başında olunduğu da bir gerçektir. Bu yüzden de özelleştirmenin engellenmesi için geç kalınmış sayılamaz. Özellikle sendikalar, kendi üstlerine düşeni yaparlarsa, (sendikaların bilinen özellikleri göz önüne alındığında bu görev doğrudan ileri işçilerin omuzlarına yüklenir) kamu kuruluşlarının emperyalistlere yok pahasına satılmasını önleyecek işçi ve kamuoyu desteğini toplayabilirler.
Elbette ki, kapitalist bir sistem içinde bir kuruluşun özel ya da kamu kuruluşu olmasının sistemi etkileyen bir özelliği yoktur. Ama işçi haklarının korunması, emperyalist sermayenin ülke içinde güçlenmesinin önlenmesi ve ulusal bir sanayi kurmanın zemini olma bakımından elverişli olanaklar sunan kamu kuruluşlarının özelleştirilmesine karşı çıkmak anti-emperyalist olmanın da bir koşuludur. Özellikle bugün olduğu gibi özelleştirme, emperyalist yeni dünya düzeninin ideolojik ve ekonomi-politik bir silahı ise bu anti-emperyalist görev daha da önem kazanır.

Mayıs 1992

EK:

ÖZELLEŞTİRMEDE “TEK”
Bir ürünün kamu yararına mı, yoksa sermaye çevrelerinin yararına mı üretileceği tartışmalarının ortasında bir Bakanlar Kurulu Kararı yayınlanmıştır. 25 Ekim 1991. Bu kararda, 8 ilin elektrik dağıtımı özel şirketlere verilmiş, düne kadar, “kamu yararına” üretilen bir meta, 30 yıllık sözleşmelerle özel sermaye şirketlerinin denetimine geçmiş ve dolayısıyla “kamusal” niteliğini kaybetmiştir. Bundan böyle özel şirketler, elektrik fiyatları üzerinde istedikleri denetimi kurabilecek, TEK’ten aldığı elektriği istedikleri şirketlere devredebileceklerdir. Tüm kamu, yani toplum çıkarları bu uygulamayla iktidar sahiplerinin tanıdık çevrelerinin karı adına hiçe sayılıyor. Ama olayın asıl ilginç ve şaşırtıcı yanı, yıllardır 657 sayılı devlet memurları ve kamu işçisi olarak görev yapan çalışanların kendilerine sorulmadan, bir hükümet kararıyla bir günde, özel şirketin kılıcı altına girmiş olduğunu görmeleridir. Çalışanların TİS, iş güvencesi, emekli aylığı, ikramiye ve kıdem tazminatları bir anda iptal edilmiş, yıllardır “güvencede” olduğunu hissettikleri emekleri, özel şirket patronlarının insafına ve çıkarına bırakılmıştır. Toplusözleşmeyle aldıkları tüm hakları bir anda rafa kaldırılmıştır. İşçilerin, yeni patronlarının dayatacağı ücret bordosuna istemese de imza atmak, ya da ceketini alıp işyerini terk etmekten başka seçenekleri kalmamıştır. Bu arada TİS haklarını kaybetmeleri sonucu, sendikacıların da desteğini, varsa kurum lojmanındaki ikametgâhını terk etme, topluma ve kendine güvenini kaybetme konumuna itilmiştir.

Eğitim alanında toplam kalite ve amacı

Kalite politikasının, tüm hizmet sektörlerinde, kamu hizmetlerinin yerine ikamesinin gündeme hızla sokulduğu son yıllarda, gelişmeleri dikkate alırsak, bu politikanın masum olmadığı görülecektir.
Bu yazı, kamu görevlileri ile ilgili çalışma koşullarının ve iş ahlâkının değiştirilmesine yönelik olarak, ’98 yılından bu yana tüm hizmet kurumlarında yaygınlaştırılan toplam kalite politikasının, ana hedefinin ve amacının ne olduğuna ilişkin özet bir açıklamadır.

TOPLAM KALİTE YÖNETİMİ (TKY) NASIL BİR YÖNETİMDİR?
Toplam Kalite Yönetimi, sadece bir sektöre, bir kuruma ya da bir ülke ekonomisine ilişkin ya da onunla sınırlı bir yönetim mekanizması olarak değil, tüm emperyalist kapitalist sistemin içine düştüğü ideolojik ve politik krizin etkisinden kurtulma çabasının bir ürünü olarak geliştirilmiş çok kapsamlı bir yönetim biçimidir. Bu nedenle hem ideolojik, hem de politik anlamda genel bir emperyalist saldırı politikasının bütününü kapsayan bu yönetimin ideolojisi, dünyayı farklı bir algılama ile birlikte geliştirilmiş, insanı cezbeden sihirli ve sanal kavramlarla bezenmiştir. Dolayısıyla, TKY’nin amacını kavramak ve oradan gelen saldırılara karşı mücadele edebilmenin olanaklarını geliştirmek için, önce, menşeini ve mantığını iyi anlamak gerekir.
Toplam Kalite Yönetimi’nin, sadece bir kalite kontrol yöntemi gibi algılanması istenir. TKY’den söz edilince kalite kontrolün her üretimde gerekli bir şey olduğu, “daha kaliteli üretim için vazgeçilmez” bir koşul olduğu ileri sürülür. “İş mükemmeliyeti”nin yakalanacağı ve “herkesi memnun edeceği” savı ile temellendirilir. Oysa kalite kontrol ile toplam kalite yönetiminin anlam ve amaçları arasında deniz ile ırmak arasında olan ilişkiye benzer ortak bir yan vardır. TKY içinde kalite kontrolün yeri ne kadarsa, ticaretin, kültürün, çalışma yasalarının, siyasi kurumlaşmanın, teknolojinin veya kalite felsefesinin, vs. vs. yeri de o kadardır. Yani, kalite kontrol, bir üretim süreci unsuru olarak, TKY’nin kapsamı içinde yeniden şekillendirilmiş elemanlarından biridir, sadece. TKY, son yüzyıla ait politik gelişmelerin içinde pişirilerek, mikro analizlerin genele teşmili ve oradan makro dengeleri ya da düzenlemeleri içeren, sermaye hareketini ve sınıfsal ilişkileri yeniden yorumlayan, ince hesaplanmış ideolojik, ekonomi-politik ve kültürel bir egemenlik ve sömürü yönetimidir.
Tüm ülkelerde, ekonomiye ve siyasete olduğu gibi, devletlere ve devlet kurumlarına nüfuz etmeyi ve etkin bir yayılma ile hegemonyayı amaçlayan TKY’nin, içeriğine ve gelişimine ilişkin tarihi, felsefi, kültür ve politikasının kaynağına inilmeden anlaşılması mümkün değildir. Bu nedenle TKY’ye ilişkin ahlâk ve felsefenin menşeini anlamak üzere, tarihsel geçmişi ve ortaya çıkış ve yayılış sürecini kısaca özetlemeye çalışalım…
TKY’nin menşei, ABD ve Pentagon’dur.
TKY, ilk olarak 1945 yılında, MIT (Massachusetts Institue of Technology / Massachusetts Teknoloji Enstitüsü) tarafından yürütülen ve başında Dr. Deming’in bulunduğu bir ekibin 5 yıllık (’45-’50) yoğun çalışmasının ürünüdür. Amerikan savaş sanayinin merkezi Pentagon tarafından, bu enstitüye sipariş verilen ve maddi olarak desteklenen bir çalışmadır. Bu çalışmaya katılanlar, Almanya, Sovyetler Birliği, Avrupa’nın diğer ülkeleri ve Japonya’dan 2. Savaş yıllarında, ABD’ye kaçırılmış ya da gönüllü olarak kaçmış kapitalist, ama bir o kadar da sosyalizm düşmanı bilim (!) adamlarıdır.
Bilindiği gibi, 1945’lerde, Avrupa ve Asya ülkeleri, İkinci Dünya Savaşı’ndan yeni çıkmıştır ve Almanya, Fransa, İngiltere ve SSCB başta olmak üzere Japonya ve diğer sanayileşmiş ülkelerden bilim adamları kaçırılmış ya da kendileri bizzat savaştan kaçarak, “özgürlükler ülkesi” ilan edilen Amerika’ya sığınmıştı. Bunlardan bir grup, bir araya toplanarak, sosyalizme karşı mücadelenin etkili bir silahı, kapitalist sistemin “sürdürülebilir” olacağı yönetim ve denetim yöntemlerinin devamı olan çalışmaları sürdürmeleri istenir. ABD’de uzun yıllar öncesinden, sosyal ve politik araştırma enstitüleri kurularak benzer çalışmalar sürdürülmektedir. (MAYO Deneyleri, Oven çiftlikleri gibi…)
Dr. Deming’in başını çektiği ekip, istatistiksel ve matematiksel yöntemlerle, aynı zamanda felsefi boyutlarıyla, tüm dünya ülkelerinin sosyal yapılarının araştırılmaları ve sosyal gelişimin yasalarının detaylı incelenmeleri ile çok kapsamlı bir çalışma yürütmüştür. Aynı zamanda, üretim, yönetim ve denetim süreçlerinde sürdürülebilir bir çalışma olarak da kuralları ve metodolojisi belirlenmiştir. Uygulandığı toplumsal dokunun özüne göre geliştirilmesi ve ikame edilmesi için de tahkim edilmiştir. Bu toplumsal doku, bir ülkenin devleti, bir siyasal partisi, bir sendikası, bir işletmesi, bir bölgesel kurumu, ya da bir kamu kurumu ya da mahalli, etnik, sosyal veya dinsel kurumu olabilir. Ülkeler arası birlikleri ya da dünya çapında bölgesel örgütlenmeleri de kapsayan, yeniden organize eden ve denetleyen düzenleyici ve örgütleyici bir şablon kurallar olarak üretilmiştir.
ABD’nin çok öncelerden de bilinen “böl-yönet” politikasının daha ince ayrıntıda geliştirilmiş hali olarak, iş süreçlerinde de “kalite politikası” olarak lanse edilen bu stratejilerin, ABD savaş stratejileri içinde yer alan savaş oyunlarına benzer özellikleri, iç savaş kışkırtıcılığı ile işçi sınıfının (emekçilerin) birbirine karşı kışkırtılması yöntemleri arasındaki benzer politik oyunlar geliştirilir. Dünyanın bir bölgesindeki savaş kışkırtıcılığı yöntemleri ile bir ülkenin farklı etnik kökenlerden halkları arasında iç savaşların kışkırtılması, bir işyerindeki ya da kurum veya örgütteki sosyal yapının birbirine karşı rekabete sokularak kışkırtılması stratejileri, aynı merkezden yönetilmekte ve bir standarda bağlı olarak yürütülmektedir. Stratejistlerin taktiklerinin en önemlisi, “Bir zincirin gücü, onun en zayıf halkasının gücü kadardır” prensibi, bir sosyal yapıdaki zaaflı olan yerden tutarak, bu yapıyı deforme edebilme yeteneğinin geliştirilmesi üstüne oturtulur. İnançlar, tutkular, kaygılar, sevgi ve bağlılık gibi en masum duygular ve düşünceler bile, TKY’nin insanı avlamak için kullandığı birer silah durumuna getirilir. Özgürlük, barış, kardeşlik, uyumlu bir yaşam, mutluluk, bilgili ve yetenekli bir birey olma, saygı ve ödül alma, paylaşma gibi çok güzel özlem ve düşünce, TKY’nin elinde sisteme boyun eğmenin sihirli kavramları haline gelir. Hele kalite kelimesi, her şeyin çözümünü içeren bir anahtar niteliğindedir.
TKY’nin insan düşüncesini yanıltmak üzere kurduğu illüzyona ilişkin vizyon, sosyalizm ve kapitalizm arasındaki çelişkiyi çözmek ve sınırlar arası farkı, çelişkiyi, düşünsel olarak ortadan kaldırmak üzere, kalite felsefesini oluşturur. Kalite felsefesi, sınıflar arası uzlaşma ve işçi sınıfının ortadan kalktığı temel tezleri üzerine oturur. TKY ideologlarından Fukuyama, “Tarihin sonu geldi, sınıflar arası çelişki ortadan kalktı, işçi sınıfı tarihsel misyonunu yitirdi” iddiaları ile özetlenebilecek sözleriyle bu felsefenin ana hatlarını ortaya koyar. TKY adına yürütülen tüm çalışmalar, sınıflar arası uzlaşmanın üstüne inşa edilmiştir. Oysa yaşadığımız koşullarda böyle bir uzlaşmanın olasılığı bile, tartışılamayacak kadar gerçek dışıdır.
TKY tezi, sınıflar arasındaki uzlaşmazlığın bittiği yanılsaması üzerine kurulmuştur.
Hatırlanacağı gibi İkinci Dünya Savaşı sonlarında, Hitler’in nasyonal sosyalizminin Sovyetler Birliği ve sosyalizm karşısında yenileceğinin anlaşılmasıyla ABD ve İngiliz birlikleri Avrupa’ya çıkarılır. Doğu Almanya, Çekoslovakya, Bulgaristan, Arnavutluk, Yugoslavya, Romanya, Macaristan, Polonya kapitalist dünyadan kopar.
’45-’89 yılları arasında, çatışmanın “soğuk savaş” olarak sürdüğü yılların, Berlin Duvarı’nın yıkılması ile sona erdiğini, bittiğini söyleyen kapitalist dünya, aynı zamanda “sosyalizm bitti” yaygarası ardında yürüttüğü acımasız ve daha kapsamlı bir savaşı başlatmıştır. Bu savaşın felsefesi, “sağ” ve “sol” sentez üzerine oturtulan “uyumlu ve uzlaşmacı” tek bir sistem olarak TKY kurallarının, tarihin nihai sonucu olacak bir çıplak kapitalizmi, sonsuza dek sürdüreceği tezidir. Dolayısıyla, Marksizm’i tahrif etmek, sosyal mücadeleler tarihinin tüm kazanımlarını yok etmek ve dünya halklarına tarihin görülmüş en büyük savaşını açmaktan başka bir amacı olmayan TKY’nin inşa süreci, çok daha kapsamlı bir sınıflar arası mücadeleye gebedir. Çünkü bu çelişkiyi her geçen gün daha da artırarak, derinleştirmektedir.

TKY, PİYASA EKONOMİSİNE MEŞRUİYET SAĞLIYOR
Menşeini Adam Smith’den alan liberal ekonomi-politik tezlerin ardına sığman TKY, aynı zamanda çağımızın en gelişmiş ekonomi-politik çözümleyicisi Marksist kurama ait kavramları, ideolojik ve bilimsel düşünce yöntemlerini çarpıtarak TKY tezleri içinde harmanlamıştır. Liberalizmin sistemsel sorunlara ait sıkıntılarına “mükemmel bir çözüm paketi” olarak hazırlandığı iddia edilen TKY, girdiği her alanda bu sorunları alabildiğine artırdığı ve çözülemez bir sürece ittiği halde, vizyon ve sanal propaganda araçlarının devasa kampanyaları altında gerçekleri örtmeye yönelen bir ideolojik yönetim standardı oluşturmuştur. “Mükemmeliyeti arayanlara” sonsuz imkânlar tanıyan bir yönetim biçimi olarak dünya halklarına sunulan bu sahte çözüm paketi, TKY, uygulamalarını kurallaştırdığı ve standartlaştırdığı ISO (Uluslararası Standartların Organizasyonu) adı altında, onun stratejilerinin örgütleyicisi olan bir yöntemler bütünü geliştirmiştir. Bu standardın, önce sanayide mühendislere ürün standardı gibi kabul ettirilmesi ve ardından yönetiminin kabullendirilmesi sağlanmış, ardından tarım ve hizmet gibi diğer alanlara da ürün standardı gibi algılanarak boyun eğilmesi kolaylaştırılmıştır. Oysa ISO, ABD’nin ve emperyalist tekellerin, işçi sınıfına karşı açtığı savaş stratejisinin taktikleridir.
ISO adı altında yürütülen ve 1994 Uruguay Raundu’nda, Türkiye Hükümeti tarafından da imzalanan DTÖ ve GATS anlaşmaları ile tüm dünya ülkelerinin kendi standartlarını İSO’ya göre uyarlaması şartı getirilmiştir. Ardından bunun sonucunda tekleştirilmiş bir örgütlenme ile tüm kurumların ve işletmelerin, önce kuralsızlaştırılmış ve yapısal olarak bozguna uğratılmış bir sisteme ait sorunlarını, TKY kuralları ile çözeceğini vaat eder.
Bu kuralların ortaya çıkmasında Dr. Deming ve ekibinin üstünde durduğu en önemli tez, insan mantığının şaşırtılmasının yol ve yöntemleridir. Önce anketlerle ve sosyolojik araştırmalarla, ülke istatistiklerini denetime alarak, bu arada önemli bir mevzi olarak gördüğü üniversiteleri etkisi altına alarak, sosyal yapı araştırması üstünden, ülkeye ait bir vizyon politikası belirler.
Örneğin, Türkiye, hem doğu halklarına ait mistik ve dinsel özelliklere sahip bir sosyal yapı içindedir, hem de, Avrupa sosyal demokrasisine yakın ve sosyalist sistemden ideolojik ve ekonomik olarak etkilenmiş bir halkçı kültür ve geleneksel yapıya sahip bir ülkedir. Küçümsenmeyecek sayıda sosyalist, devrimci ve demokrat özlemlere sahip örgütleri ve sendikaları ile mücadele geleneği güçlü bir ülkedir. Türkiye’nin TKY politikasına uygun vizyonu, bu ve benzeri özellikler dikkate alınarak oluşturulur. Sol kesime ait özlemler içinde yer alan, “demokratik katılımcılık”, “yenilikçilik”, “özgürlük”, “yeni bir dünya”, “çağı yakalama”, “bilgi toplumu olma” gibi pek çok söylem, TKY’nin vizyonu içinde uzlaşma ve uyumlulaştırma politikasının birer yalan argümanları haline getirilir. Ve hatta “bilimsel ve teknolojik devrim” yapıyoruz yaygarası altında yürütülen yaygın örgütleme ve propaganda çalışmaları yapılmıştır ve halen yönetmeliklerle sürdürülmektedir.

TARİHE KISA BİR BAKIŞ
TKY politikasının “içinde yer alarak”, gelecekte daha iyi bir dünya yaratılacağı masalına kanıp kanmamak için karar vermeden önce, TKY’nin tarihine ve tarihsel gelişimine ilişkin ana dönemeçlere bakıp, hangi temellerde, hangi amacı güttüğünü görmek gerekir. Çünkü unutulan tarih, TKY’nin dayandığı bir destektir. Bu nedenle kısaca geçmişe bir göz atalım.
“Yenidünya”, yani Amerika, “eski dünya”yı yani Avrupa’yı ve dolayısıyla Asya ve Afrika’yı egemenliği altına almak üzere, başlattığı bir dizi uluslararası örgütlenmeden ayrı olarak, Amerikan rüyasını geliştirebilmek ve yenidünya olarak bakılan bir düzene boyun eğilmesini koşullamak üzere TKY’yi geliştirme yoluna girer. Yani TKY, 1917 Ekim Devrimi’nden sonra sosyalist veya sosyal demokrat siyasi gelişmelerin egemenliği altına giren “eski dünya” ile kapitalizmin yeni kalesi ABD arasındaki gerilimin politik gücünü oluşturur. Örneğin, “çağdaş” sendikacılık akımı, sınıflar arası uzlaşma ve uyum, sosyal demokrasinin sosyalizm karşısında kendini güvenceye alan bir kapitalist uzlaşma politikası yaratır (Keynesyen politikalar dönemi). Ama ABD, ’89 yılından bu yana, bu uzlaşmadan vazgeçmiş, tek yanlı, doğrudan kapitalist çıkarlar için toplumları yeniden örgütlemek ve halkların sahip olduğu tüm sosyalist değerlerine el koymak, gasp etmek üzere yeni bir saldırı yönetimine başlamıştır.
Bilindiği gibi ’89 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılması, sözde “sosyalizmin bu duvarın altında kaldığı ve tarihe gömüldüğü” yaygaraları ile kapitalist dünyaya yeni imkânlar açan bir gedik olmuştur. Böylece “soğuk savaş” yılları bir bakıma sona ermiştir, ama TKY, kalite felsefesinin yaydığı illüzyonu ile bir süre daha halkları kandırmak üzere, uzlaşmaya varmış gibi bir yanılgının ardına sığınır. Oysa TKY’de tam bir itaat ve baskı vardır, ama her adımda “gönüllülük” kılıfı kullanılır ya da “ikna etmekten” söz edilir. Söylemde, “yeni dünya düzeni”nin doğrudan “Amerikan düzeni” olduğu pek açıkça ifade edilmez, hatta örneğin AB üyeliği gibi, Japonya’nın ekonomideki üstünlüğü gibi, dönemsel taktikler kullanılır. Tamamen vizyona ilişkin sürdürülen bu taktikler de geçici ve günün şartlarına uyarlanmış bir politikanın ürünüdür. Çünkü AB üyesi ülkeler de ABD’nin karşısında İkinci Savaşın mağlubu ülkeler olma durumunu sürdürmektedir. Ve emperyalist süreçte her şeyi, silah gücü ve NATO belirler konumdadır. NATO’nun efendisi ise, halen ABD’dir.
Bu gerçek herkes tarafından bilinmesine rağmen, TKY’nin ileri sürdüğü illüzyonlara ve söylemlere kanmanın, hatta sol kesim içinde bile “mükemmel bir sistem” olarak görülmesinin altında yatan olgu, kullanılan kelimelerin asıl anlamlarından farklı olarak algılanmaları içinde düşülen yanılgıdır.
“Yeni dünya düzeni”, TKY felsefesi ve ekonomik modeli olarak ABD’de geliştirilmiş, Japonya’da pişirilmiş bir “ABD Düzeni”dir. Ama bu düzene ait felsefi oyunlar, toplumları kandırmanın bir aracı olan yanılgılar, “yeni dünya düzeni” ile “küresel bir eşitlik ve özgürlük” vaat eden bir dünya masalını herkese yutturmaya, ama özellikle sosyalist aydın kesimlerde etki yaratmaya çalışır. Önemli bir kazançla da çıkar. Çünkü “dünya” çok genel bir kavramdır ve coğrafi bir anlamda siyasal ya da konjonktürel bir değer, ya da sınıfsal içerik taşımaz. “Dünyaya açılma, çağı yakalama” gibi sık tekrarlanan bir tümcenin anlamı, belirsiz ve geneldir. Aynı biçimde “yeni dünya düzeni” de, sosyalist bir düzen isteyen emekçiler için, “bilim ve teknolojinin üstünlüğü” söylemi altında, umut yayan bir tümcedir. Çünkü eski anlamı ile yeni dünya, “sosyalist bir dünya” ile özdeşleşmektedir.
Sosyalist bir yaşam felsefesinin etkisi altında olan pek çok “aydın” ya da “bilim adamı”nın da kolayca kanacağı kadar güçlü bir ideolojik kılıfla zırhlanmıştır.

TKY HAMURUNUN YOĞRULDUĞU ÜLKE; JAPONYA
TKY’nin felsefi ve uygulama alanında gıdasını aldığı ülke Japonya’dır. Türkiye halkı ise, Japon mistisizmine ve aşiret topluluğu ya da mezhep, hemşeri, yöresel tutuculuklara sahip olma özellikleriyle, sosyal doku olarak Japon kültürüne benzer özellikler taşımaktadır. Anadolu’nun aşiret düzeni ile üretimde devlet tekelleşmesi olarak KİT’lerin yapısı da, Japonya’nın aile şirketleri yönetimine ekonomik olarak benzer.
TKY’ye ilişkin “bilim ve teknolojinin üstünlüğü”ne ilişkin propagandaların kökeninde ise, “Japon mucizesi” olarak bilinen teknoloji hayranlığı ve Japon kalkınma modeline olan özenti kullanılmaktadır. Bilindiği gibi Türkiye’ye ’60’lardan itibaren piyasaya giren Japon pilli oyuncakları ve radyo, teyp gibi elektronik cihazlar, bir Japon hayranlığı yaratmaya yöneliktir. Oysa Japonya’nın ekonomisi, 2. Savaştan bu yana, doğrudan ABD’nin egemenliği altında yürütülen bir teknolojinin ve kalite yönetiminin etkisi altında gelişmiştir.
Japonya, İkinci Dünya Savaşı öncesinde, dünya egemenliğine soyunan emperyalist bir ülke olarak kendini tahkim eder ve görür. Japon İmparatoru Hirohito, aynı zamanda Güneş tanrısı Amaterasu’nun oğlu ve “dünyaya güneşin aydınlığını yayacak” bir “tanrı elçisi”, peygamber rolündedir. Halkı tarafından ise yüzüne bile bakılamayacak kadar ulvi’dir, çünkü ışığı gözleri yakar. Japonya ise, güneşin doğduğu ve yayıldığı ada anlamında bir misyonla tanımlanmaktadır. Japon orduları, dünyaya “küresel refah ve aydınlık” getirmek üzere güneşten kopan parçacıklara atfen “misyoner” olarak çeşitli ülkelere gönderilirler. Bütün ülkelere, Japonya’nın egemenliğini kabul ettirmek üzere, Japon adasının güneşin adası olduğu ve güneşe karşı boyun eğmek zorunda oldukları bir din yayarlar. Misyon, güneşten kopan ve onun özelliklerini içinde barındıran parçacık, partikül anlamındadır. Gittiği yeri aydınlatacak ve eşitlik, refah, mutluluk sağlayacaktır. Ve Japon İmparatoru, tüm ülke halkının kendine olan aşırı bağlılığı ile yürüttüğü bu misyonuyla Amerika’ya bile kafa tutar ve 2. Savaş sırasında Pearl Harbour’da ABD uçaklarını ve uçak gemilerini bombalar. Amerika, bu saldırının misillemesi olarak, Avrupa kıtasında savaş bittikten sonra, Japon şehirlerinden Hiroşima ve Nagazaki’ye iki atom bombası atarak İmparator’u dize getirir. Güneşin oğlu Hirohito, Roosvelt’in çizmelerini öper. İmparatorlarının bu davranışına, ülkesine, imparatorlarına ve ülküsüne sonsuz bağlı olan 2000 Japon subayı ise, hemen harakiri yaparak cevap verir. Ordusu dağıtılır.
TKY’nin ilk kez uygulandığı ve ’50’den bu yana uygulana geldiği, aynı zamanda TKY’nin laboratuarı gibi işlev gören Japonya, ordusu yok edilmiş, silahsızlandırılmış ve ABD’ye kayıtsız şartsız teslim olmuş bir ülke olarak kapılarını ABD’ye sonuna kadar açar. Ardından Dr. Deming ve ekibi Juran, İshikavva, Fukuyama vs. önce sosyal dokuyu araştırır. Japon toplumunun mistik ve ekonomik yapısını inceleyerek oluşturduğu TKY prensiplerini uygulamak üzere (’42 yılında da Deming Japonya’ya gitmiştir), ilk önce Japonya ve ona ekonomik olarak bağlı birkaç ülkede kalite eğitimlerine başlarlar. Japon mühendislere, günde 12 saate kadar varan kalite eğitimleri aylarca sürdürülür. Bu arada ekip, kendi teorilerini de geliştirir. Japonya’nın sosyal dokusu, dini inançlara ve kendileri dışındaki bir güce tapmaya çok elverişlidir. Bu yapı içinde kullandıkları “din”in yeni adı ise, “KALİTE”dir.
Kalite, Japonya’nın her işyerinde işçi, ustabaşı, mühendis ve patronlara eğitimlerde ezberletilir. “Kalite, bir dünya markasıdır.” “Kalite, her şeydir.” “Kalite, dünyaya açılan pencere için olmazsa olmaz koşuldur.” vs. vs. Bu ve benzer tanımlamalar herkese kayıtsız-şartsız ezberletilir. Ardından “0 hatalı üretim”, “esnek uzmanlaşma ve parça başı (Justin Time=tam zamanında ve sipariş üstüne) üretim”, “performans değerlendirmesi”, “kalitenin kontrol edilmeyeceği, yaratılacağı”, “mükemmel bir üretim teknolojisi” olarak adım adım uygulamaya sokulur. Dinsel bir inanç olan yaratıcılık “kaliteyi yaratmak”, bu uğurda bir misyon yüklenmek, artık Japon halkı için Hirohito’nun değil, Roosvelt’in önünde kayıtsız şartsız ve inançla boyun eğmenin getirdiği bir tevekküldür. Böylece tüm Japon halkına “kalite” önünde boyun eğdirilir. Bu boyun eğmenin, atom bombasının gölgesinde Hirohito’nun ABD Generalinin önünde boyun eğmesinin bir sonucu olduğu ilişkisi kurulamazsa, TKY’nin mantığını anlamak da mümkün olamaz. TKY’nin dehşet saçan baskısı da anlaşılamaz. Yani TKY, kan ve barut dumanının ardında var olabilir ancak.
Kalite, TKY misyonerlerinin kullandığı sihirli bir değnek görevini görür. “Kaliteye karşı çıkılmaz” tarzında bir dayatmayla herkesi inandırma görevi üstlenmenin aracı ise misyonerliktir. Kalite uzmanlarının görevi de bu misyona uymaktan ve bu baskı yönetimine herkesi ikna etmekten öte düşünülemez.
TKY içinde kullanılan kalite ile bizim algıladığımız kalite arasında, içerik olarak hiçbir benzerlik yoktur. Çünkü kalite ABD egemenliği için kullanılan bir “din”dir. Bir inançtır. Ama zor altında “Kaliteye inanmak lazım”dır. Kaliteye inanmamak, ABD’ye baş kaldırmaktır. Bu psikolojik bir savaştır aynı zamanda…

TKY’NİN, 1945–1989 ARASINDA, AVRUPA’DA YAYILMA OLANAĞI YOKTU
TKY, yaklaşık 50 yıl, Doğu Asya’nın birkaç ülkesi dışında, dünyanın diğer ülkelerinde yayılma olanağı bulamaz. Bunun nedeni, TKY’nin uygulanabilme olanağının, tümüyle ABD’ye boyun eğdirilmiş ve liberalleştirilmiş bir üretim ilişkisi ile sağlanabileceğidir. AB devletlerinin sosyal demokrasi geleneği ve ekonomi-politik yapılanması, bu yönetimin uygulanmasında engeldir. Kamu kurum ve kuruluşları, devletlerin sosyalist sisteme benzer, sosyal-demokrasiye özgü planlı ekonomik yapılanması ve ulusal sanayi ile kalkınma modeli, TKY’nin gelişimine ket vuran en önemli engellerdir. Önce bunların ortadan kaldırılması gerekir. Kalite eğitimlerinin temel amacı, bu liberalleşmenin önünü açmaktır. Herhangi bir kurum ya da örgüt, Kamu Kurumu veya KİT olma özelliğini devam ettirse bile üretim ilişkileri içinde TKY uygulanarak liberalize edilebilir.
Bu amaçla TKY, ‘70 dünya krizi bahane edilerek tüm dünya ülkelerinde yürütülen özelleştirme ve taşeronlaştırma, bireysel yatırımcılığın teşviki ile ilk önce, sosyal kurumları ve özellikle ekonomide planlı bir üretimin oluşumları olan KİT ve benzeri kamu kurumlarını dağıtmaya ve parçalamaya başlar. “Özgürlük ve demokrasi” adına, bireysel yatırımcılığı kışkırtarak, liberalizme geniş bir yayılma alanı sağlar. “Sosyal-liberal sentez” adına bireysel çıkarların, hem sosyalist hem de liberal olunabileceği bir ortamda kışkırtıldığı 20 yıllık bir sürecin ardından (1970–90). “sosyalizmin bir ham hayal olduğu” dayatmasıyla yüz yüze getirdiği özgürlükleri ve hakları, birer birer ortadan kaldırır.
Ortaya, çıplak ve acımasız bir kapitalist ilişkiler ve kâr mantığı çıkar. Daha fazla üretim, daha fazla kâr ve sömürüye boyun eğme dayatıldığında, esnek çalışmanın kuralsızlığı ve özgürlüğü olarak, çarka kendini kaptıran sahte özgürlük masalları içinde uyuyanları, uykularından ansızın uyandırır. Ortada ne özgürlük kalır, ne de dayanışma. Yıllarca Türkiye’de bu yapılanmaya ışık ve çanak tutmuş olan “özgürlük” ve “demokrasi” siyasetçilerinin içine düştüğü son durum, politik bir gelişim içindeki Türkiye sol pratiğinin en güzel örneğini vermektedir. Artık bu “sol”, sağdan daha sağa kaymış olur. Özgürlükler ise tutsaklığa dönüşmüştür.
Bu kurgu, baştan, tekellerin, planlayarak ve çeşitli projelerle ürettikleri ekonomik ve sosyal tezlerle geliştirilmiş bir yönetim projesinin parçalarıdır. Birçok alt projeleri, üniversite hocaları tarafından yürütülür. Özellikle “sol” tandanslı profesörler, bu işin içine balıklama atlar.
Ama ulusal çapta oluşturulan projeler, uluslararası merkezlerin ürettiği projelerin küçük birer parçasıdır. Bu nedenle küçük birer bağış karşılığı iş yaptırılan hocalar, kapsamını ve aslını bilmedikleri birçok projeye gözü kapalı imza atarlar.
Amerika’nın dünyayı yeniden ve doğrudan kendi egemenlik ve yayılmacılık politikasının çıkarlarına uygun olarak şekillendirerek yönetmeye çalıştığı bir düzenin felsefi çarpıtması olarak kullanılan “yeni dünya düzeni”nin, solcu aydınların bir kısmı tarafından kolayca kabul görmesinin bir nedeni de budur. Yani önce üniversiteleri ideolojik olarak çevirmesidir. Ama ideolojik olarak, çok açık ve net bir “politik oyun” olarak inşa edilen TKY’ye ait kuralların, kelime oyunlarıyla, pek çok devrimci-demokrat aydınlar arasında halen kabul görmesi ve onaylanması, Amerika’nın yeni bir saldırı politikası olan TKY’nin illüzyonlarına boyun eğilmesi, önemli bir handikap olmaya devam etmektedir.
Hatta kalite felsefesinin yayılması ve kitlelere kabul ettirilmesinde öncülük rolü, “eski solcular”a yaptırılmaktadır. Çünkü kalite adına kullanılan tüm kelimeler ve cümleler, “sosyalist literatür”ün piyasalaştırılmış kavramlarından türetilmektedir.

TKY’NİN ‘KALİTE FELSEFESİ’NE KISA BİR BAKIŞ
TKY, tüm temelini, insani yanılgılar üstüne inşa eder. Örneğin;
“Daha kaliteli bir ürün kullanmak, herkesin hakkıdır.”
“Daha kaliteli bir yaşamı, neden reddedelim?”
“Daha kaliteli bir eğitim, geleceğimiz için zorunludur.”
“Daha kaliteli bir sağlık politikası, umudumuzdur.”
“Bugün önemli olan dünya markası olmaktır.”
“Daha kaliteli ve sağlıklı çalışma ortamı, herkesin özgürce kullanacağı iş saatleri, işyerleri, bireysel yatırımcılık, kaliteli bir iş yaşamı, yaratıcı ve kendini geliştiren eğitimler, yönetime katılma, demokratik katılım, fikirlerini özgürce söyleme, adam yerine konma, dünyaya açılma, dünya nimetlerinden herkesin eşit olarak yararlanması… vs. vs.”
“Teknoloji ve bilimin nimetlerinden eşit yararlanmayı, kim istemez.”
Benzer pek çok propaganda, ilk bakışta herkesi cezbeden çok güzel bir dünya tanımlamaktadır. Bütün bu ve benzer iddialara karşı çıkmak, normal bir algılama içindeki insanlar için mümkün değildir. İnsanın bu masallara inanmaması ya da sanal olduğunu sanması için, aklını oynatmış olması gerekir. Bu tür insanlar toplumdan hemen tecrit edilmelidir. Tarif edilen dünya, bir cennet vaat eder neredeyse. Oysa gerçekten öyle midir?
Felsefe, dünyaya ve olaylara bakış ve doğrularla yanlışları, gerçeklerle yalanları ayırt edebilme yeteneği kazandıran bir bilimdir. Ya da öğretidir. TKY’nin öğretisi ise, yalanlarla bezenmiş bir anlatımın, gerçek olarak algılanmasını dayatan bir ideolojik manipülasyon ve baskı metodudur. Örneğin, işletmelerde ISO çalışmaları, kalite eğitimleri ile başlar. Bu eğitimlere katılmayanlar, kayıtsız-şartsız, hiçbir haklarını alamadan işten atılır.
Kalite, “ulaşılması gereken ve zorunlu olan bir yolculuktur, gelecektir”. “Kalite her şeydir”, “Kalitesizlik hiçbir şeydir”, “Kalite bir amaçtır” gibi sözler, işyerlerinin her yerine afişlerle asılır ve eğitime katılanların yaka kartlarında, yaptıkları işin “amacı” olarak yazılarak, ezberlenmesi şart koşulur. Kalite eğitimine katılmayanlar ya da sisteme ait kurallara uymayanlar hemen dışlanır ve kalanlar kayıtsız-şartsız “kalite kurallarına uymak zorunludur” dayatmasıyla karşılaşır. Ama kalite felsefesi içinde, tamamen “gönüllülük esastır” sözü geçer. Dr. Deming’in öğretisinin ilk başında “gönüllülük kuralı” gelmektedir. Çünkü bir “uzlaşma, ikna ve uyum politikası”dır görünüşte. Bu gönüllülüğün bedelini ödeyen milyonlarca işçi, nasıl bir gönüllülük olduğunu da çok iyi görürler.
TKY içinde teorileştirilmiş kurallar, en şiddetli çatışmaların sürdürüldüğü bir sınıfsal mücadelenin içinde, uzlaşma, denge, analiz-sentez gibi sağ-sol ittifakı üstüne kurulan bir zaaf ve baskı üstüne inşa edilir. Yani mücadeleci bir hareket veya geleneği, içeriden, kökeninden bozguna uğratmaya yönelik bir Truva atı politikası yürütülür. Bu nedenle yapılan kalite eğitim ve propagandalarının kavramlarında kullanılan anlam ile bizim kullandığımız kelimelerdeki anlamın ilgisi bile yoktur. Yani, “Kaliteli bir yaşam veya çalışma koşulları” sağlanacağı gibi yaratılan vizyon, aslında, en kalitesiz ve zorbalıkla yürütülen bir gasp ve haksızlıklar üstüne yürütülen bir politikanın zorunlu kabulü ve sömürüye boyun eğmeyi amaçlamaktadır. İşletmelerde açılan “İnsan Kaynakları” departmanları, herhangi bir şirketin performansını, uluslararası şirketlerin avına uygun hale getirinceye kadar, “iç müşteri” yani şirket çalışanlarının verimlilik ölçümlerini anketleriyle alarak, personel üstünde bir baskı uygular. Ve bu ölçümlerin hedefi çok açık olarak “şirket kârını artırma” olarak saptanır. Ama, bu asıl amacı saklanarak, görüntü olarak “iç müşteriyi memnun eden bir çalışma”yı, “onların fikrini alarak yürütülür” olarak ileri sürülen vizyon, bir de devrimci ya da demokrat bir örgüt ya da sendika yöneticisi tarafından savunulur hale getirildiği zaman, işçi ve emekçiler açısından katmerli bir saldırıyı da içerdiği görülür. Çünkü, kurulması amaçlanan sistem, uluslararası bir hiyerarşinin en katı baskı ve kurallarını dayattığı bir vizyon olarak, demokratik bir sistem gibi algılanması için “kaliteli üretim teknolojisi” sözcüğü sürekli vurgulanır. Böylece hem yoğun bir baskı, hem de en geniş demokrasinin aynı anda var olabileceği bir ortam kabullendirilmeye çalışılır.
Hem kaliteli, yani kâra endeksli bir eğitim, hem de halkın çıkarına gibi gösterilen bir eğitim anlayışının aynı zamanda varolabilirmiş gibi algılanması dayatılır. “Sosyalizm ile kapitalizm uzlaşmış”tır ve yeni dünya düzeni içinde işçi sınıfı ile burjuva sınıfının çıkarlarının uyumlu bir sentezi elde edilmiştir.
Oysa gerçekler tümüyle başkadır. TKY, dünyanın her yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de 20 yıldır sürdürülen çirkin bir iç savaşın ardından yitirilen 30 bin kayıp insanın, 12 Eylül darbesiyle darağaçlarında ve işkencelerde yitirilen gençlerin, 1 milyona yakın işkence ve gözaltının, uzun hapis cezalarının, NATO askeri ve siyasi hukukunun, özelleştirilen ve işten atılan işyerlerindeki kıyımların, Filistin ve Çeçenistan, Yugoslavya, Afganistan. Ruanda, Etiyopya, vs. iç savaşlarının kışkırtıcılığı gölgesinde yükselmiştir. Tıpkı Japonya’da olduğu gibi. Ya da Avrupa’da Yugoslavya ve Bosna-Hersek çatışmalarının gölgesinde yürütülen bir savaşın üstünde. Türkiye’de Kürt-Türk çatışması, ya da Ortadoğu krizi ve işten atılma baskısı altında yayılma olanağı bulur.

TKY’NİN EKONOMİ-POLİTİKASI
Bireysel ve özgür gelişim adına, TKY, kolektivist yapıların dağıtılmasını ve parçalanmasını örgütlemektedir. KİT’lerin özelleştirilmesi, sadece bir ekonomik yapı parçalaması olarak değil, aynı zamanda TKY’nin uygulanmasına olanak sağlamak üzere tüm sosyal yapıların liberalize edilmesinin gerektiği bir ortamı dayatma olarak görülmelidir. Belediyelere mali özerklik verilmesi, illerde özyönetim gibi başkanlık sisteminin geliştirilmesi, organize sanayi bölgelerinin kurulması, işyerlerinin bir bölgeden başka bir bölgeye taşınması, taşeronlaştırılarak yer değiştirmesi, serbest ticaret bölgelerinin kurulması, KOBİ’lerin kışkırtılması, vs. gibi geniş çaplı projelerin altında TKY’nin coğrafi esneklik mantığı yatar. TKY’nin örgütsel yönetim mekanizması işlevini gören ISO standardı, sadece denetimi değil, aynı zamanda toplam üretimi TKY metodolojisiyle örgütlemeyi sağlayan bir işleve sahiptir. Girdiği her işyerinde önce işletmenin kısımları arasında parçalanma yaratır. Parçalı üretim tekniği, bu nedenle, esnek uzmanlaşmanın, yani TKY’nin ilk saldırısını başlatır. Parçalı ve küçültülmüş ölçekte üretim olarak “Esnek uzmanlaşma”, ticari kâr mantığının güdüsünde, piyasa ekonomisinin kurallarını geliştirmeyi amaçlayan bir TKY politikasıdır. Önce parçalayarak, liberalizasyona uğrattığı küçük üretim birimlerini, tekrar organize bölgelerde toplayarak denetime almayı örgütler.
İSO’nun kurallarına göre yenilenmiş CE veya TSE gibi, bölgesel veya ülke özelinde geliştirilmiş standardizasyon çalışmaları, bu nedenle sadece ürün veya üretilmiş bir ürünün özelliklerine ilişkin değil, üretimin nasıl ve kiminle, nerede, ne kadar yapılacağına ilişkin, girdi-üretim-çıktı sürecinin tümünü yöneten ve denetleyen bir standarttır. Ama daha da önemlisi, nasıl bir sisteme ve yapılanmaya uygun politik kurallar ve yasalar bütünü olduğudur. Yani, sadece bir ürün standardı olarak ele alınması, ya da mükemmel bir üretim teknolojisi gibi sunulması, tüm mühendis ve mimarlar başta olmak üzere meslek örgütleri tarafından da kitlelere kabullendirilme çalışmaları, başta ABD olmak üzere tekellerin hegemonyasına bağlılığın bir aracı olarak şekillenmektedir. Bu çalışmaların eğitim politikasına yayılması ise, toplumsal yapının tüm hücrelerini tahrip edecektir.
Çünkü ISO yasaları karşısında ülkelerin kendi yasaları veya çalışma hayatına ait hukuk ve geleneksel kurallar, ahlâk, tümüyle birer birer ortadan kaldırılır. Tüm yapıları ve ilişkileri kaosa iterek, kuralsızlığı yaratır. İş Hukuku, Anayasa, diğer yasalar veya iş yaşamına ait alışkanlıkların ve düzenin doğrudan bozulmasını şart koşar. Bu bozgun ve parçalama yönetiminin esaslarını ekonomideki anlamıyla esnek uzmanlaşma olarak geliştirilmiş bir metot ile yürütür. Yani esnek uzmanlaşma, bazı anti-Marksist bilim adamlarının iddia ettikleri gibi, (Frankfurt Okulları’nda üretilen anti-Marksist tezler gibi) politikadan bağımsız ve TKY’den ayrı düşünülmesi gereken bir yapılanma değil, tam tersine onun bir yasası veya kuralı olarak şekillenmiştir. Esnek uzmanlaşma, ya da bilinen adıyla esnek çalışma, ISO ve onun ülkelere göre uyarlanmış alt standartları ile belirlenmiş TKY’nin yapısal uyum ve uygulama teknikleridir. Bu nedenle de sadece ürüne veya hizmete ilişkinmiş gibi algılanması, TKY’nin gerçek amacının pek anlaşılamamasına ve kolay aldatılmaya ilişkin bir yanılsama yaratılır.

TKY DİLİNDE “BİLGİ TOPLUMU” NE DEMEKTİR?
Ürünün mal ya da hizmet olarak, kimlerle, kimin için, hangi amaçla yapılacağı ve ne ölçüde yapılacağına ilişkin kuralları, fiyatı da dâhil olmak üzere, bilgi merkezleri tayin eder. Bu bilgi merkezleri dünya tekellerine ait “think-thank” merkezleri olarak bilinen ve ABD ve Avrupa’da genellikle Brüksel’de toplanmış P&R yani Pazar Araştırma Şirketleri ve İnsan Kaynakları kuruluşlarıdır. Bu merkezler, aynı zamanda DTÖ ve IMF gibi uluslararası kuruluşların da yöneticileri konumundadır. Bilindiği gibi, büyük Avrupa sendikalarının merkezleri, uluslararası vakıfların merkezleri, NATO ve silah tekellerinin merkezleri de, Brüksel’de toplanmıştır. Çünkü Brüksel, AB’nin başkenti olmanın ötesinde ABD’nin de ileri karakoludur. Dünyanın ve ABD’nin en büyük tekellerinin, pazar araştırma kuruluşlarının bir şubesi de Brüksel’de faaliyet yürütür.
TKY’nin argümanı olarak kullanılan “Bilgi çağı” veya “Bilgi toplumu” ile anlatılan “Bilgi”, uygulamadaki bilgi tekelleşmesinin dışında, gerçek bilimsel bilgi ile uzaktan yakından ilgisi olmayan bir kavramdır. “Bilgi toplumu” ile TKY’nin ulaşmaya çalıştığı hedef, dünyanın neresinde, ne kadar ve kaça, hangi malın ya da ürünün üretileceğine, ya da hangi bilginin nasıl hizmete sokulacağına ait emirleri veren merkezlere bağımlılığın pekiştirilmesidir. Bu ürün, okullarda verilen eğitim olabileceği gibi, borsalardaki hisse senetleri de olabilir. Kısacası, tüm bilginin, sadece tekellerin eline geçerek, alınıp satılan bir meta haline getirilmesidir.
“Herkesin bilgiye ulaşması”ndan anlaşılanın ise, tekellerin dayatmalarına, denetimlerine ve hangi bilgiyi ne kadar alacağına dair tekellerin isteklerine ya da hegemonyalarına boyun eğmeye rıza gösterdiğinin bir ifadesi olarak kabul edilmelidir. “Parayı ya da bilgiyi veren, akılı da verir” diye düşünürsek, bilgiye ulaşmanın maliyeti çok yüksektir, ama bu bilgi ile gelen dayatmaların bedeli çok daha ağırdır;
Üretimde, nasıl bir teknolojinin sağlıklı ya da yeterli olacağı belirlenerek, bir koşul olarak, dünya halklarına dayatılır ve bunu üretim sürecine yayar. Bu koşul, ürüne ait en fazla sermayeye sahip tekelin koşuludur. Standart olarak karşımıza çıkan bu koşullar, ISO kuramlarıyla ve kuralları içinde dayatılır. Çünkü ISO kuralları, aynı zamanda TKY’nin kuramları ve felsefesinin örgüsünü de kapsamaktadır. Böylece bilgiye ulaşma, kalite eğitimleriyle verilirken, ulaştığımız bilginin, tekellerin kâr hanesine yazılan tutarı önemsenmez. Örneğin, tekeller için kârlı olan yani “verimli” olan üretim ya da üretim teknolojisi, işletmelerde uygulanarak, uyum sağlanırsa varolabilir, yoksa kapatılır. Yani her an denetime açık ve kârı düzenli “izlenebilir” olan bir teknolojinin her işletmede ve sektörde yaygınlaşması gerekir. Dolayısıyla her şeyin kontrolünün bilgisayarlara işlenen verilerle ve network ağlarıyla, bilgi merkezlerinin anlık takibine açılması, “bilgi çağını yakalama”nın hedefi olarak şart koşulmaktadır. Tabii ki, buna “teknolojiyi almak” ya da “bilgi toplumuna ulaşmak” gibi, masum kelimelerin ardına sığınarak yürütülen geniş çaplı bir politik propaganda eşlik eder. “Bilgi çağını yakalama”nın ardındaki gerçek ise, tekellerin standartlarına uyumdan başka bir anlama gelmez.

TKY’NİN EN BÜYÜK HEDEFİ, EMEK ÖRGÜTLERİ VE SOSYALİZMDİR
“Kaliteye ilk önce kim inandırılır” sorusunun cevabı ise, asıl üstünde durmamız gereken bir konudur. Kaliteye ilk önce, eski solcu çevreler ve onlar aracılığı ile de sendikalar ve öteki emek örgütleri inandırılmaya çalışılır.
Çünkü TKY’nin amacı; kapitalist sistemin çökmeye yüz tuttuğu ve krizlerinin daha da derinleştiği ve giderek artan derinleşmesi ile kaçınılmaz olan sonu karşısında;
1- Bunun etkilerini yoksul ülke ve halklara daha çok sömürü politikasıyla yıkmanın yol ve yöntemleri olarak şekillenmiştir. “Kaynakların rasyonel kullanıma açılması” söylemi ile tüm halklara ait tüm kaynaklara el koymanın yollarının açılması istenir. Böylece kapitalizm bir süre daha ayakta kalabilecektir.
2- Sosyal patlamaya karşı oluşturulan “kriz önleme merkezleri”nin uyguladığı projelerle sosyal mücadelelerin önünü kesmek üzere ideoloji üretilmektedir.
Bugün dünyada küresel olarak yapılan toplantı ve müzakerelerin içeriği, bu iki ana hedefe kilitlidir. Kriz önleme merkezleri, sistem bir bölgede çıkmaza girdiğinde savaş kışkırtıcılığı yapmak veya savaş çıkarmak gibi, hatta hükümet düşürmek ya da hükümet ve ülkeleri iflasa sürüklemek, ilerici sendikacı ve devrimcileri komplo kurarak ya da fiilen yok etmek vs. vs. gibi yöntemleri üretir ve projelendirir.
Bunlardan birincisi, herkes tarafından kolayca görülmektedir.
İkincisi ise, çeşitli baskı ve iç savaşlarla yani terör ortamında, sosyalist özlemleri ve utkuları örselenmiş ve yeni arayışlara yönelen sol kesimlerin ihtiyaç duyduğu yaşam tarzını, göstermelik olarak vaat ederek, sol bir dil ve kavram kargaşası içinde onlara sunarak halkları aldatma sanatı icra eder. Bunun yanı sıra Marksizm’i de alabildiğine tahrif ederek, sosyalizmin çelişkilerine çözüm ürettiğini iddia ettiği bir yöntem olan Postfordizmi dayatır, yani esnek üretim teknolojisini. Postfordizm, esnek uzmanlaşma olarak, sanki “özgür bir çalışma ortamı yaratılıyor”muş, gibi eğitimlerde anlatılır. “Kaliteye yolculuk” ile anlatılan özel girişimcilik ruhu ve “değişim” söylemleri ile “yönetime katılma”, “demokratikleşme” aldatmacası ile liberal bir rekabeti alabildiğine kışkırtarak, örgüt ve birlikleri dejenere etmeye çalışır. Bu nedenle bazı sol akımlar ve sosyalist görünen liderler, hangi nedenlerle olursa olsun, sahte söylemlerin kitleleri kandırmasında önemli bir rol oynarlar. Çünkü sosyalist sistemin etkisiyle örgütlenmiş sendika, oda ve birlikler, ya da çeşitli kitle örgütlerinin, kapitalist sisteme karşı muhalefetini sistem içine çekme çalışmaları, özellikle “solcu” olarak bilinen kişi ve kurumların yöneticilerine yaptırılır.
Bu nedenle, TKY, toplumsal dinamiklerin gelişimini en baştan, içeriden dinamitlemeye yönelmiş çok azgın bir saldırı yönetimidir. En baştan “sol” örgütleri ve kitle örgütlerini, liderlerini ikna ederek, güvensizlik yayarak, ölümle tehdit ederek, ya da parayla satın alarak yürütülen bir kriz önleme merkezi projesidir. Sisteme muhalefetin uzlaşmaya çekilmesinde rol oynayanlara, kendi çıkarlarına ve konumlarına göre oyun oynayacak bir rol verir.
“Yabancılaşmadan kurtulma”, “özyönetim”, “demokratik katılım”, “verimliliğin artırılması”, “kaliteli bir üretim teknolojisi” vs. gibi söylemlerinde, sosyalist sisteme ait kavramlar, kapitalizmin bekası için kullanılır ve kitleleri aldatır. Bizim anladığımız anlamdaki birçok sosyal içerikli kelime, ya da söylem, TKY’nin ve onun uygulama yöntemlerinden biri olan esnek uzmanlaşmanın içerisinde, azami kâr hadlerinin kapitalist tekellere akmasının aracı unsurları olarak kullanılır. Ama sonuçta, uygulamada, işçiler ve diğer çalışanları parçalayarak, birbirine karşı rekabete sokarak, düşmanca birbirine kırdırmanın, örgütsüzlüğün ve çöküşünün yöntemleri olduğu görülür.
Özellikle “performans değerlendirmesi”, “verimliliğin artması”, “başarılı olma” gibi kavramlar, TKY içinde, esnek çalışma kurallarının dayatılmasıyla sonuçlanır. Ve saati, yeri, ücreti ve süresi belirsiz bir çalışmanın verimli olacağı sanısı yayılmaya çalışılır. Ama herkesin çalışma saatlerini özgürce kendi isteğine göre ayarlayacağı propagandası yapılır. Böylece 8 saatlik çalışma gününün yerine 12, hatta 24 saatlik gönüllü çalışma günleri geçirilirken, bunun “özgürlük” adına yapıldığı iddia edilir. Karşılığında ise, fazla mesai ücreti gasp edilir, sigorta ve sendikalardan fiilen kopuş yaşanır. Böylece, uygulamada ekonomik, demokratik ve sosyal kazanımların tümü rafa kaldırılır, varolan yasaların geçersizliği ortaya çıkarken, birer birer tüm çalışan işçi ve emekçiler tümden “özgür” olur, yani işten atılır, aç kalırlar. Ne yazık ki, bu durumlarını kendi istekleriyle, özgürce kabul etmiş ve bu yola baş koymuş olmanın “gururu”nu yaşarlar. Aç ve işsiz de olsalar, “kaliteye ulaşmış”, kendi misyonlarını yeterince yerine getirmişlerdir. Çünkü çalıştıkları işletme ya da kurum, kapitalist yoldan kalkınmış, serbest piyasaya ve dünyaya açılmış, rekabet edebilir olmanın gururunu ona borçludur.
İşletmeler ya da kurumlar da, kalite politikasına uyum sağlandıkça ve kârı sürekli arttıkça ayakta kalabileceği bir kıskaca alınır. Verimli, yani kârlı hale getirilemeyen işyerleri birer birer kapatılır. Hizmet sektörlerindeki işyerlerinin (kurumların) önce liberalize edilmesi, yani kapitalist işletmeler haline dönüşmesinde çok yaygın olarak kaliteye iman gücü kullanılacaktır.
GATS Hizmetler Ticareti Genel Sözleşmesi’yle DTÖ’ye üye ülkeler arasında yer alan Türkiye, son yıllarda, işçi ve emekçilerden bağımsız olarak, onların çıkarlarını hiçe sayarak imza attığı taahhütlerini yerine getirme çabası içine girdiği gözlenmektedir. Bu gidişat, son yılların söylemiyle “AB’ye uyum” adı altında yürütülse de, asıl uyumun hedefinin TKY’nin kapsamında olduğu ve “ABD’ye uyum” olduğu apaçıktır.
Örneğin, İstanbul’da Çırağan Sarayı’nda, 16–17 Eylül 2002 tarihleri arasında, Türkiye’nin ev sahipliğini yaptığı UNESCO Dünya Kültür Toplantısı, vizyon amaçlı olarak görülmelidir. Ama 110 ülke ve 70 kültür bakanı ile yapılan dünya kültür toplantısı ile uygarlıkların kesişmesi ya da kültürlerin buluşması adına yapılan bir çıkarma, emperyalistlerin bizim ve diğer yoksul ülkelerin kültürel değerlerini ve topraklarındaki kültür mirasını paylaşacakları bir yağmayı amaçlamaktadır. Ama bu girişimin böyle algılanması için kültürel kimliklerin araştırılmasının, TKY kriterleriyle olan ilişkisi algılanabilmelidir. Kültür mirasının herkesçe sahip çıkılması adına yürütülen globalleşme ve “yardım” politikasıyla, tekellerin paylaşımı ya da gaspı söz konusu olan değerler, eserler ve yapılar, bugüne kadar olduğu gibi gizli saklı değil, halk ikna edilerek, güler yüzle, şeffaf olarak, çalınmaya açılacaktır. “Kültür politikası, psikolojiye değil, paraya dayalıdır” diyerek, ideolojik bir baskı kuran kültür bakanları, parayı basıp, kültürümüzü satın almaya talip olduklarını yüzsüzce ifade ediyorlar.
Kültür Toplantısı’nın asıl amacı ise, Bakanlar Deklarasyonu’nun kararları içinde yer alıyordu; DTÖ gündeminde yer alan, çevre, ticaretle bağlantılı fikri mülkiyet hakları, sanayi ürünlerinde tarife indirimleri, sübvansiyonlar ve anti-damping uygulamalara ilişkin, telafi edici önlemler ve anlaşmazlıkların müzakereye açılması için DTÖ’nün Bakanlar Kurulu kararlarının dikkate alınması öngörülüyordu. Toplantının ardından Başbakan Ecevit bir genelge yayınlayarak, özetle, Dış Ticaret Müsteşarlığı ile DTÖ arasında eşgüdüm sağlayacak bir koordinasyon kurulunun kurulması ile ticaret-yatırım, ticaret-rekabet, kamu alımlarında şeffaflık ve ticaretin kolaylaştırılması konularında etkin ve verimli bir izlenebilirliğin ve hizmet ticaretinin eşgüdümünün sağlanmasının gerekliliğini vurguluyordu.
GATS ile benzer biçimde, henüz parasız ve eşit hizmet anlayışı ile yürütülenin yerine ikame edilecek olan “serbest piyasa için hizmet” üretimi mantığı, “kaliteli hizmet” üretimi adına yürütülmektedir.
Diğer hizmet sektörlerini de parayla satın alıp kâr edilmesi gereken işletmelere döndüreceklerini de bu kadar açıkça ifade etseler, sorun kalmaz. Ama 2 milyona yakın devlet memuru kamu hizmetleri kapsamındaki birçok sektörde aynı zamanda bir mücadeleyi de başlatmış olurlar. Sağlık politikası, eğitim politikası, kültür politikası, turizm politikası, sosyal güvenlik politikası, vergi politikası, bankacılık ve sigortacılık politikası, belediyecilik politikası, güvenlik ve savunma politikaları, sivil toplum örgütleri olarak sisteme uyarlanmış vakıf ve dernek, hatta sendika gibi kurumlara ait politikaların tümü GATS=Hizmet Ticareti Antlaşmasına uygun olarak, yeniden tahkim edilmektedir. Yani uluslararası ticarete, paraya ve kâra dayalı hale getirilecektir. Hatta MAİ ve MİGA gibi tahkim yasalarıyla, uluslararası kurallara göre yeniden düzenlenmektedir. Tüm bu sayılan ve hatta sosyal hizmetler alanında yeni kurulacak tüm kurumların da hizmet ticareti kapsamında, GATS’a uygun işlev üstlenmesi sağlanacak bir düzenleme çalışmaları yürütülmektedir. Bu çalışmalara ise Kasım 2001 ‘de Katar’da toplanan tekellerin DTÖ Bakanlar Konferansının direktifleri ışık tutmaktadır.

EĞİTİMDE TOPLAM KALİTE YÖNETİMİ
Tüm hizmetler kapsamında yürütülen GATS’a ilişkin yapılanmanın sosyal ve siyasal gelecek projelendirmesi içindeki en önemli ayağını, eğitim politikası belirleyecektir. Çünkü eğitimin bir örgün eğitim, bir de yaygın eğitim olarak kategorilendirilmiş iki unsurunun da çerçevesini çizen GATS, yaygın eğitim alanında, radyo, TV, sinema, fotoğraf, kitap, kaset, vs. gibi herkese açık satışa sunulan materyallerde, ticari kuralları ve yönetim biçimiyle ilgili en geniş propaganda olanaklarını genişletirken, okullar ve dershaneler gibi örgün eğitim alanında da kendi ticari kurallarını belirlemektedir.
DTÖ, ISO standartları altında yürütülen GATS anlaşmalarında, her tür hizmetin uluslararası ticarete, kayıtsız-şartsız açılmasını öngörmektedir. Yani eğitim sektörü de, uluslararası ticarete açılması gereken bir ticari sektör olmalıdır
Oysa Anayasanın her Türkiye vatandaşına tanıdığı bir hak vardır. Bu da, ilkokul çağma gelen herkesin, üniversiteyi bitirinceye kadar, devlet tarafından verilen eğitim olanaklarından adil, eşit ve parasız olarak yararlanma hakkıdır. “Eğitim, herkese eşit ve parasız olarak devlet tarafından sağlanır” biçiminde ifade edilebilecek bir düzen, TKY mantığı içerisinde, “eğitim, para ile satılır ve parası olan bu hizmeti alır” biçiminde özetlenebilen bir sisteme göre yeniden belirlenmek üzere değiştirilmektedir.
Bu yeni düzen, “herkese değil, parası olana eğitim” politikası olarak, bugünden eğitim alanında ne öğrenciler, ne veliler, ne de öğretmenler için kabul edilebilir, ya da kolayca adapte olunabilir bir düzenek olmayacaktır. Boyun eğdirme yöntemleri olarak devreye toplam kalite politikasının “kaliteli eğitim” argümanı, burada devreye girer. Paralı eğitime kimse onay vermezken, kaliteli eğitimi herkes onaylar. Oysa TKY içeriği olarak kaliteli eğitim, paralı eğitimdir. İdeolojik bir manipülasyonla, “kaliteli bir eğitim” için velilerden para toplanması, bu aldatma ile kolaylaşmakta, hatta denetim aracı olarak yaygınlaştırılmaya çalışılan ve sisteme ilişkin gelişmeyi kontrol etme aracı olan “bilgisayarlı eğitim” düzenini, veliler tarafından verilen paralarla okullara satılması olanaklı hale gelmektedir.
Eğitimin ticarileştirilmesi ve bu ticaretin serbest piyasaya uygun yapılması için okullarda verilen bilgilerin de, satın alınması ve kâra dönüşmesi gerekir. Bunun için, hangi bilginin, nasıl verilmesi gerektiğini belirleyen kural koyucu ISO standardı, MLO (Müfredat Laboratuar Okulları) okullarında, esnek uzmanlaşma içinde değerlendirme yönetimini devreye sokar. Değerlendirmede, sadece öğrencinin başarı puanı olarak kabul edilmesi istenir öğretmenlerden. Oysa TKY’nin bir argümanı olarak “ölçme ve değerlendirme”, aynı zamanda hangi bilginin, ne zaman ve ne kadarının, kaç paraya verileceğine ilişkin kuralları koyarken, öğretmenin de ticari bir hizmeti yaparken esnek çalışma koşullarını gözetim altına alan bir sistem geliştirir. Akreditasyon, (yani değerlendirme ve kredilendirme) sistemini örgütleyen Akreditasyon Yasası ve Uygun Ürün Yasası bu amaçla çıkarılmış ve doğrudan DTÖ’ye bağlı alt örgütlerini, oluşturmuştur. (Yöneticilerini bizzat DTÖ’nün atadığı BDDK, Petrol Piyasası Üst Kurulu, Şeker, Tütün, Enerji piyasaları üst kurulları, TÜRKAK, Eğitim Ve Bilim Üst Kurulu, vs. vs. birer kalite kurulu merkezleri olarak, kendi alanlarına ilişkin yönetmeliklerini çıkarma sürecindedir.) TÜRKAK (Türkiye Akreditasyon Kurulu) ürün yasasına göre üretim teknolojinin yayılmasında ISO kurallarının denetimini yapan en etkin bir kuruluş olarak eğitim standartlarını da belirleyen ve denetleyen bir kuruluştur. Okullarda TÜRKAK’a bağlı olarak TSE tarafından yürütülen kalite çalışmaları, ISO standardında ele alınmıştır. DTÖ’ye bağlı DENETÇİLER de 6 aylık periyotlarla süreci “izlemeye” almıştır. Özellikle teknik üniversitelerde ABET (Amerikan Teknik Eğitim Kuralları) adıyla yürütülen üretim teknolojisine ait kalite sistemi, oradan tüm üniversitelere ve lise-orta-ilk, hatta anaokullarına kadar yayılması planlanan bir sistemin örgüsünü oluşturmaktadır. Aynı zamanda üretim teknolojisinin teknik üniversitelerden sanayiye ve tarıma yayılmasının da teknolojisi buradan üretilir. Üniversite-Sanayi İşbirliği içinde kalite eğitimlerini finanse eden tekeller, TMMOB’yi de içine alarak, vizyonlarını tamamlamayı amaçlamaktadırlar.
Paralel çalışma yürüten YÖK (Yüksek Öğrenim Kurulu) ile Eğitim ve Bilim Üst Kurulu, benzer bir organizasyonla, DTÖ’nün Türkiye’deki alt kuruluşudur ve MEB ise bir koordinasyon kurumu olarak rol oynamaktadır.
Yukarıdan aşağı örgütlenen bu organizasyon, ISO organizasyonudur. Bu makro organizasyonun altında ise, okullara birer birer uygulanan mikro organizasyon olarak kalite teknolojisi, yine ISO standartlarına göre yenilenen bir örgütlenme modeli yapılanmaya başlanır.
Genel olarak elemanları, “performans değerlendirmesi” ile başarılı olmaya koşullanır. Başarı, bireysel olarak aylık ve yıllık performans eğrileriyle, düzenli bir değerlendirmeye tabi tutulur. Başarının kıstası ise, rekabet ve “başarılı” çalışmadır. Yani “müşteriyi memnun etmek”tir. Burada “müşteri” öğrenci ve velisi, “tüccar” ise öğretmen ya da profesördür. Bunun için de saati ve ücreti tartışmayan, sadece aşırı çalışmayla daha çok “kaliteli hizmet” üreterek daha çok kâr getiren, para toplayan verimli bir eleman olmaya koşullandırılır. Buradaki “kaliteli hizmet”, “piyasaya açılacak ve kâr getirecek bir hizmet”tir. Bu arada, koşu atı gibi gözü bağlı durmadan çalışan öğretmenin, ekonomik, demokratik veya sosyal haklarının giderek budanması ve tümünü kaybetmesi tehlikesi karşısında susması, uyumlu, gönüllü ve hevesli bir hizmetkâra dönüşmesi istenmektedir. Bu TKY’nin nihai zaferi olarak esas amacıdır.
Ama sadece ücretleri için mücadele eden veya bazı sosyal hakları için eylem yapan öğretmenin, eğitim alanındaki baskıcı kalite politikaları karşısında sessiz kalmasının tek bir nedeni olabilir, o da en iyimser yaklaşımla örgütünün bu konudaki bilinçsizliği, duyarsızlığı veya örgüt yöneticilerinin ince hesapları, kişisel çıkarlarıdır. Bu hesapların ardından, başta, çok demokratik bir uygulama olarak karşısına çıkan kalite sistemine uygun kurullara katılım ve alınan kararlarda, işçi-işveren uzlaşması temelinde altına imza atacağı uluslararası anlaşmalar gelir.
Şöyle ki; eğitim politikasının yeni düzeninde, yani kaliteye göre yeniden uyarlanmış biçiminde, MEB ve eğitimcilerin örgütleri (sendika vb.), ortak olarak oluşturacağı kalite kurullarında, doğrudan bağlı olduğu DTÖ, Hizmet Ticareti Konseyi, Türkiye Hazine ve Ticaret Müsteşarlığı, Eğitim ve Bilim Üst Kurulu (EBÜK). Eğitim Denetleme Kurulu, MEB, çeşitli kalite kurulları olarak, yukarıdan aşağıya örgütlenmiş bir ticari mekanizmanın tam ortasına düşürülmüş olacaktır. MEB zaten sınıf mücadelesinin bir tarafıdır, eğitimci örgütleri de diğer tarafın örgütü olarak uzlaşmaya çekilmek istenmektedir.
EBÜK’ün diğer alt kurulları olarak; Eğitim Politikalarını Uygulama ve İzleme Kurulu, Ölçme ve Değerlendirme Genel Müdürlüğü. İnsan Kaynakları Yönetimi Genel Merkezi, Eğitim Teknolojisi G.M. vs. gibi organizasyonlar, İSO örgütlenmesi içinde uyarlanmıştır. Müfredat programlarının yenilenmesinde, velilerin kaliteye inandırılmasında ve eğitim sisteminin rekabete açılmasında yönetmelik ve kuralların canla başla uygulayıcısı olacak öğretmenler, kendilerine biçilen misyonun çoğu zaman farkına bile varmayacaktır. Çok demokratik gibi görünen bir döngünün içine düştüğünü ise uygulama safhasında anlayacak, ama bir o kadar da örgütsel bir sıkıntı yaşayacaktır. Çünkü emperyalist bir talanın tam ortasında bulacaktır kendisini.
Bugünden okul müdürleri, MEB il ve ilçe teşkilatları çerçevesinde toplanarak kalite kurulları ve eğitimleri ile TKY’ye adaptasyon eğitimlerinden geçirilmektedir. Kalite kurullarının inşasında önemli roller gerçekleştirmek zorunda kalan okul müdürleri, bazı okullarda öğretmenler de, “uzman” statüsünde bu eğitimlerden geçirilmektedir. Uzmanlar, “kalite uzmanı” olarak, okul çevresindeki sivil toplum örgütleri ve okulların okul aile birliği, öğretmenler kurulu gibi kendi yapıları ile birlikte ortak kurduğu kalite çemberlerinde, bu örgütlerin temsilcilerini kaliteye inandırmak üzere, misyonerlik görevi ile görevlendirilecek ve ardından sertifikalandırılacaktır.
Verilen uzmanlık sertifikasının tek bir amacı olacaktır, daha çok veliyi, öğrenciyi ve öğretmeni, çembere katılan örgüt temsilcilerini kalite sistemine kazanmakla birlikte, veliden daha çok para toplamak, kitle örgütlerini soymak. Tabii ki mahalli sivil toplum örgütleri, hemşeri örgütleri, halkevleri, gençlik dernekleri, vakıflar, mesleki dernekler, spor dernekleri, vs. gibi toplumsal muhalefet odağı haline dönüşebilecek olan örgütlerdir. Okul çevresinde, uzman öğretmen ya da müdürlerin öncülüğünde yürütülecek bir kalite çemberi uygulaması, kalite eğitimi ile bu muhalefeti de içinde eriterek, sistemle çatışabilir olmaktan çıkaracaktır. Böylece yüksek teknoloji harikası bir soygun düzenini, bizzat bu düzenden en çok zarar gören eğitim emekçilerine yaptıracak, hem onları mücadeleden alıkoyacak, hem de soyguna iştirak ederek suçuna ortak edecektir. Dolayısıyla, sonuçta uzmanlık sertifikasının gördüğü iş, eğitim alanını tekellerin kâr alanı olarak açmanın ötesinde bir anlam taşımadığı görülecektir.

OKUL GELİŞTİRME PROJESİNİN İŞLEVİ
Kalite çemberlerinde toplanan paralarla, okula bilgisayar alınacak, dijital videolu kayıt cihazları ile her sınıfı gözetleyecek video kameralar, “kaliteli eğitim” için harcanacak kâğıt ve bant-kaset gibi teçhizatlarla, uzman öğretmen, ilkönce kendisi olmak üzere tüm eğitim sisteminin denetimine olanak sağlayacaktır. Dolayısıyla, öğretmen sınıftaki kürsüsünün denetimini de, uluslararası ticarete ve denetime açmış olacaktır. Böylece uluslararası denetim mekanizması olan ISO kurallarının, ister TSE ile olsun, isterse CE ile düzenli bir akreditasyon yani kredilendirmesinin koşullarını yaratmış olacaktır. Eğitim tekellerinin kârları için uygun bir duruma gelene dek, sürekli bir kontrolün yapılmasını da böylece kendisi üretmiş olacaktır. Çünkü TKY, kalite kontrolün anında ve üretimi yapanın kendisi tarafından geliştirilen bir sistem olarak, öğretmenin her saat, hatta dakikasını boş geçirmemek üzere sürekli sistem için çalışma prensibini dayatır. Boş vakit bırakmamak üzere öğretmenin tüm saatlerini meşgul eder ki, mücadele edecek ya da sosyal bir aktiviteye katılacak zamanı kalmasın. Eğer istenirse, sosyal aktiviteler de eğitimin kalitesi içinde yaratılacaktır.
(Sanayide kalite çemberlerine giren işçilerin birbiri ile konuşacak ya da tuvalete gidecek zamanlarının bile olmamasının ardındaki amacın, aralarındaki tüm diyalogu koparmak ve emeğinin aşırı sömürüsü olduğu, bunu yaşayan her işçinin çok iyi bildiği bir yöntemdir.)
Çalıştığı saat için ve verimliliği oranında ücret alması (esnek ücret), “başarılı” olduğu sürece çalışabilme hakkı kazanması için TKY, öğretmeni sürekli daha çok çalışmaya zorlar. Bunu da her an denetime alır. Hatta başarısını kendine ölçtürerek, başarısının azaldığı anda, işi bırakması için “kendini feda etme” koşullarını yaratmaya çalışır. Yani işten kendisinin ayrılmasını sağlar. Kısa sürede azami emek sömürüsü ile yorarak, erken yıllarda emekliliğini istemesini ister. “Başarı” ise, sadece ve sadece daha çok kâr ettirmek ve işletmesine kazandırmakla ölçülecektir.
Kalite politikasının etkisine giren bir işletme, bir kurum, ya da okul, artık uluslararası ticarete açılmış bir işletmeye dönüşmüştür. Kazançlı olmaktan başka bir hedefi olmayan kurumlara dönüşen okullar, kâr etmiyorsa iflas eder ve kapanır. Öğretmenleri işsiz, öğrencileri eğitimsiz, binaları boş ardiyeler haline gelir.
Ülke genelinde ise, her okulun ticari bir şirkete dönüştüğü eğitim birimlerinin toplamı, ülkenin genel eğitim politikasının, geleceğe yönelik ülke ekonomisine nasıl bir katkıda bulunacağı, artık tartışılmaz. Eğitim sistemi toptan iflas eder. Kapitalizmin kâr mantığına teslim olunmuş ve gençliği çıplak kapitalist çıkarlar adına heba edilmiş olur. Genç işsizler ve işsiz öğretmenler ordusu, işsiz mühendisler ordusuna eklenir. 5 yıllık bir kalite yönetimi uygulaması sonucunda, bugün MEB verilerine göre, yaklaşık 20 bin öğretmen işsizdir ve tayin beklemektedir. IMF’ye verilen taahhütler içinde 2 yıl sonra bunun en az iki katı bir duruma gelinmesi kaçınılmazdır
Bu arada bilgisayar devi Bill Gates, kârını daha çok artırmış, Nokia veya Sony, Ericsson gibi firmalar ihya olmuş, uluslararası eğitim ve denetçi firmaları büyük kârlar elde ederek, yoksul halkı daha da yoksulluğa itmiş olarak, ticaret hadlerini artırmış olurlar. Bill Gates’in Türkçesi yeni yayınlanan “Düşünce Kadar Hızlı Çalışma” adlı kitabı da bir o kadar fazla satılmış olur.

BİR ÖRNEK
Eğitim Sen’in 1998 yılında yaptığı Demokratik Eğitim Kurultayı’nın ardından yayınlanan aynı adlı kitapta 2. Bölüm olarak sunulan “Yönetim Sisteminde Yeniden Yapılanma” bölümünde yer alan, EBÜK (Eğitim ve Bilim Üst Kurulu)’nun işlevlerinden birkaçına bakalım;
“Eğitim ilkelerinde ve hedeflerinde sistemin çalışmalarını uzun dönemli olarak planlamaya olanak sağlayacak bir sürekliliğin oluşturulabilmesi ve eğitimin demokratikleştirilebilmesi amacıyla Eğitim Bakanlığının üstünde, katılımcı bir anlayışla kurulmuş bir Eğitim ve Bilim Üst Kurulu’nun gerekli olduğu düşünülmektedir.
EBÜK, geniş tabanlı ve demokratik seçim yoluyla belirlenmiş temsilcilerin çeşitli tarihlerde bir araya gelmesiyle çalışmalarını sürdürebilecektir.
Bu kurul, eğitimin ana ilkelerini, uzun dönemli hedeflerini belirleyerek, eğitim uygulamalarının ilke ve hedeflere uygunluğu konusunda değerlendirme yapabilme yetkisine sahip olabilecektir.
EBÜK’ün amaçlanan biçimde başarılı olabilmesi ve il, ilçe, okul bağlantısında kurulmuş bir iletişim ağına sahip olması gerektiği düşünülmektedir. Bu kurul 5 yıl için seçilir. Bu kurulda;
– İşçi sendikaları,
– Öğrenci temsilcileri,
– Öğretmen temsilcileri,
– Eğitimciler sendikaları,
– Veli temsilcileri,
– Üniversiteler ve bilim kuruluşları,
– Bakanlık temsilcisi,
– İşveren sendikaları,
– Örgütlü oda ve birlikler,
– Kültür bakanlığı temsilcisi,
– Siyasi parti temsilcileri (gözlemci olarak),
yer alırlar.”

TKY ETKİNLİĞİ İÇİN EĞİTİM DENETLEME KURULU (EDK)
“EDK, Eğitim ve Bilim Üst Kurulu tarafından kabul edilen ilke ve hedefleri uygulayacak olan Eğitim Bakanlığı’nı denetleyecek bir kurul olarak düşünülmüştür. Bu kurulun denetleme etkinlikleri, Bakanlığın sürekli olarak izlenmesi şeklinde olabileceği gibi, kendilerine gelecek şikâyetleri de değerlendirebilecektir.
Kurul, çeşitli dönemlerde yapacağı denetleme etkinlikleri sonucunda oluşturacağı raporları EBÜK’e sunmalı ve EBÜK’ün kararları doğrultusunda çalışmalarına devam etmelidir.”
EBÜK’ün bileşimine bakıldığında çok demokratik bir oluşum gibi görülebilir. İşçi ve işveren temsilcilerinin mükemmel bir birlikteliği ve katılımı en geniş demokratik yönetim biçimi olarak sunulmaktadır. Bu sunuma bakıp, 1998–2002 yılları arasında eğitim ve ücret politikaları da “çok demokratik bir seyir izlemektedir” diyebiliriz. Gerçekten öyle olduğuna inanan öğrenci ve öğretmenler arasında kaç kişi olduğunu ise, bu raporları hazırlayan üniversite hocalarına sormamız gerekir.
Bu komisyon Raporunu Hazırlayan; Prof. Dr. Meral Tekin, Doç. Dr. İnayet Pehlivan, Yr. Doç. Yasemin Usluel, Doç. Dr. Kazım Karakütük ve çeşitli ilköğretim okullarından 3 ve Anadolu lisesinden 1 eğitimcinin, bu soruya halk ve eğitim emekçileri içinde verilen yanıtın araştırmasına yöneltebiliriz.

BİR BAŞKA ÖRNEK
Eğitimin toplam kaliteye uyarlanmasında, sanayide olduğu gibi, vizyon olarak seçilmiş bazı okullar bu ideolojiye öncülük ederler. Bunlardan biri olan Batı Koleji’nin toplam kalite yönetimi hakkındaki anlayış ve sunum örneği ilginçtir;
“Dünyadaki yeni yönetim anlayışı olarak ülkemizdeki sanayi ve ticaret şirketlerince de başarıyla uygulanan ve verimliliği artırmayı amaçlayan TKY, eğitim yönetimi anlayışımızı belirlemektedir. Çalışanların, velilerin ve öğrencilerin de yönetime belirli kurallar ve kurullar aracılığıyla katılması ile sağlanan bu anlayışın özünde demokratik tavır ve sürekli gelişme vardır.
Mayıs 2001 tarihinde DONE Araştırma Şirketi’nin Batı Koleji velileri ile yüz yüze ve tek tek okul dışında yaptığı anket çalışmasının sonucunda % 97 oranında genel memnuniyet oranı ortaya çıkmıştır.”
Batı Koleji, anlaşılan TKY’nin propagandası için vizyon olarak kullanılan okul örneklerinden biri olarak görevini tam yerine getirmiş ve yeterli puan almıştır. TKY’nin kendini yenileyen sürekli projeler ürettiği okulda, öğrenci-veli ve profesyonellerden oluşan ekip çalışması yapıldığı söylenmektedir. Bu profesyonellerin kimler olduğu ve nereden geldiğini ise, yazının genel çerçevesi içinde yorumlamak gerekir.
Bir öğretmenin başarı puanı, öğrenci ve veliye sorularak, öğretmenin sınıfı üstündeki otoritesi sarsılmıştır. Şikâyet eden öğrenci ile öğretmen ilişkisi dejenere edilmiş ve saygı ve dostluk bağları ortadan kaldırılmıştır.
Aynı okul içindeki sınıflardan biri de vizyon olarak, örnek seçilebilir. Seçilmiş ayrıcalıklı sınıf öğrencileri ile diğer sınıftaki öğrenciler arasında bir rekabet oluşturulur ve sınıflar arası ayrım suni bir dalaşma yaratır. Böylece öğrenciler ve öğretmenler arasındaki birlik bozulmuş, ortak sorunların çözümü, imkânsız hale getirilmiş olur.
Okullar arasında da benzer rekabet koşulları oluşturularak, ayrıcalıklı okullar, üniversiteler ile bunların öğrencileri birbiri ile çeşitli sınavlarla eşitsiz bir rekabete koşulur. Gelecekleri ise, daha derin eşitsizliklere ve kaosa itilir.

SONUÇ
TKY, emeğe genel anlamda bir saldırı mekanizmasıdır. Emeğe, emeğin tarihine, emeğin kültürüne ve sosyal yaşama saldırıdır.
TKY kriterleri, dünya tekellerinin, halklara karşı açtığı tarihin en büyük savaş kriterleridir. Çünkü halkların duygu ve düşüncelerinin sömürüsü ile toplumları arkadan kuşatarak, onları yok etmeye ve çökertmeye hedeflenmiş ideolojik ve politik saldırı taktiğidir.
“Eğitimde Toplam Kalite”, eğitimin, özelleştirilmesi,
piyasaya açılması,
esnek üretime geçilmesi,
tekellerin dolaysız denetimine açılması,
tekeller tarafından her adımının yönlendirilmesi,
plan ve programlarının, tekeller tarafından oluşturulması,
eğitimin kâra endekslenmesi,
ideolojik kuşatma aracı olarak kullanılması,
eğitimcileri, öğrencileri ve velileri birbirine rakip düşmanlar olarak parçalamak,
eğitim araç ve gereçlerinin parçalı ve paralı hale getirilmesi vs. vs, demektir. Ki, piyasa koşullarına uygun bir hizmet üretimi olarak amacının değişmesidir.
“Eğitimde kalite”nin gerçek anlamda tek bir amacı vardır: Kârlı eğitim işletmeciliği… Bundan 20–30 yıl önce, eğitimin tümüyle piyasa malı haline gelmediği bir dönemde olsaydı, eğitimde kaliteden bahsederken, “kaliteli bir eğitim”in anlamını, toplumun gelişimi içinde önemli bir dinamik güç oluşturan çocuk ve gençlerin, ardı sıra halkın tümünün, kendi geleceğine ilişkin bağımsız ve özgür bir toplum yaratma amacıyla, toplumu geliştirici kültürel ve bilimsel faaliyetlerin toplamı olan bir metodolojiden bahsedebilirdik. Gençlerimizi ve çocuklarımızı, toplumun çıkarları ve halkın yararına ekonomiyi ve sosyal yaşamı daha ileri götürecek bir nesil olarak yetiştirmekten bahsedebilirdik. Ama bunun için toplumun, bağımsız, demokratik ve sosyal gelişimini ilerletecek bir plana ve programa, bu planı yürütecek bağımsız kurumlara sahip olması gerekirdi. Kısacası ekonomik olarak bağımsız bir ülke halkının ve gençliğinin eğitimi için, kaliteli bir eğitimden reel anlamda bahsedebilirdik. Bunu gerçekleştirmek için eğitim çalışması yapılabilir ve gerçek bir kalite yakalanabilirdi.
Mali ve ekonomik alanlardaki tüm denetim ve planlama, tümüyle IMF’nin eline geçmiş, tekelci sermayeye bağımlılık her alanda iyice pekiştirilmiş bir ülke kalkınması ya da eğitiminin kaliteli olması, tekellere entegrasyon sürecine uyumun alt yapısını örmek amacından başka bir amaca hizmet edemez. Bu süreç için, kalite ve kaliteli eğitim politikası gündeme getirilmektedir. Bu politika ile emperyalizme olan bağımlılık daha da pekiştirilmiş olacaktır. Taze beyinler, ele geçirilmiş ya da yok edilmiş olacaktır.
“Bilgi çağını yakalamak” olarak lanse edilen “yeni dünya düzeni”nde, bilgiyi ellerinde toplayan tekeller, her türden bilgi kırıntısını bile, ticari kâr amacıyla, egemenlik kurdukları ülkelere satmaktan başka bir şey düşünmemektedirler. Bu amaçla her ülkede, bilgisayar ve network ağları kurarak, her kıpırdanışı gözetim altına alarak, kendi sistemlerini, kalite sistemi adıyla kurmak üzere, esaret zincirleri örmeye çalışmaktadırlar. Dolayısıyla bilgi aktarımı olan eğitimin, ticari kâr amaçlı olarak ve tekellerin çıkarları gözetilerek yeni düzenlemelere tabi tutulması, “eğitimde kalite” olarak tanımlanmaktadır. Nasıl bir bilginin verileceği, kitaplarda hangi tür bilgilerin okutulacağının düzenlemesi, bilgi merkezlerinin denetimine açılacak ve satın alınmak zorunda bırakılacaktır.

ÇALIŞMA KOŞULLARINDA ESNEKLİK
ISO kuralları içinde, (TSE veya CE’de aynı işlevi görmektedir) esnek üretim, eğitim sisteminde parçalı ve parça başı ücretli ve esnek zamanlı çalışma koşullarını ve eğitim olanaklarını dayatıyor.
TKY’nin kalite eğitimleri ile eğitim hizmetleri sektöründe çalışanların tümü esnek üretim sürecine girmiş olur. Yani bugüne kadar kazanılmış tüm haklarından, örgütsel gücünden ve sosyal olanaklarından vazgeçmeye adım atılmış olur. Çünkü kaliteli eğitimi almaya başlamıştır. Dolayısıyla ISO, uluslararası tekellerin yasasına göre eğitim ahlâkını değiştirmeye ve öğrencilerine vereceği derslerde de bunu uygulamaya başlamış olacaktır. Böylece öğretmenler, tüm yasal ve sosyal haklarının birer birer kaybedilmesine de onay vermiş demektir. Çünkü ‘kalite’nin girdiği yerde uluslararası ve ulusal eski yasaların değeri yavaş yavaş ortadan kaldırılmaya, insani değerler ve sosyal ihtiyaçlara göre üretim ahlâkı tanınmaz ve kullanılmaz hale gelmeye başlar. Bunların bir çırpıda olması mümkün değildir, ama hedefte çıplak kapitalist ilişkiler kalması için çok iyi örgütlenmiş bir politik güç sarmalı ve baskısı gelişir.
Önce hizmetin, yani eğitimin, serbest piyasaya açılma koşulları olan paralı eğitim başlar. Devlet desteği, belli bir süreç sonunda tümüyle kaldırılır. Ardından, sınıflar ve okullar arasında rekabetin kuralları işlemeye başlar.
Örgütsel kurumlar ve kurullar, sivil toplum örgütleri kapsamında, sisteme uygun ve sosyal hizmet üretiminin “kaliteli olması” gibi bir koşula göre yeniden dizayn edilir. Yani sınıflar arası uyum, daha verimli hizmet, standarda ayak uydurma gibi şablonlar, ideolojik propagandaların ardı sıra okullara ve örgütlere yerleştirilir.
Öğretmenler ve veliler yanı sıra öğrenciler arası bir yarış başlatılır. Öğretmenler ve öğrenciler için başarı puanlamaları, veliler için daha çok ödeme ayrıcalıkları ve teşvikleri başlar.
İşletme haline getirilen okullar ve üniversitelerde çalışma koşulları esnek çalışmaya göre şekillenmeye başlar. “Ürettiğin kadar kaydet ve puan al, ücret iste” prensibi, acımasız bir öğütme çarkını işleme koyar.
“Kaliteli eğitim”in sonuç ve hedefindeki yaptırımları kısaca özetlersek;
1- İş güvencesi ortadan kalkar, 1475 ya da 657 sayılı yasalar (kural adına, emekçilerin haklarını koruma adına ne varsa) teker teker belirli bir süreç içinde lağvedilir. Performansa göre ücret ve istihdam ortaya çıkar. Bugünden, Personel Rejimi Yasası ve Norm Kadro uygulamaları gündeme getirilmektedir. Sicil şeffaflığı prensibine göre verimlilik ölçümleri, “Ölçme ve Değerlendirme Kurullarında” uluslararası denetime açılır.
2- İş saatleri, süreleri esnetilir, ihtiyaca göre uzar veya kısalır, ya da geniş zamana yayılır.
3- Sosyal hakların güvencesi ortadan kalkar,
4- Aşırı bir çalışma ve yorgunluk ki tekellerin kârları ve sistemleri için, başka hiçbir sosyal alana yönelemeyecek kadar çalışanı zorlamaya başlar, aşırı sömürü devreye girer. Eğitimci, çalışmak, daha çok çalışmak ve uluslararası eğitim tekellerinin denetimine ve çıkarlarına uygun hale gelene kadar çalışmaktan başka bir şey düşünemez hale gelir. Kâr mantığı her anını ve adımını işgal eder.
5- Ücret, kalite sisteminde, performansa göre değerlendirilir. Sisteme en iyi biat edenler ve iyi para kazandıranlar biraz daha iyice ücret alırken, düşük performanslı olanlar, hiçbir hak verilmeden atılır. Ücretlerin nispi olarak sürekli düşeceği ve giderek yoksullaşacağı bir sisteme katlanmak zorunda kalınır.
6- Sendikal yapıyı çökerten, sınıfsal mücadelenin de altını oyan veya boşaltan yöntemler geliştirilmeye başlar. Bu alanda önce bir kuralsızlık ortaya çıkar. Ama kurallar, ISO tarafından çok sıkı olarak belirlenmiştir, bunun dışına taşan her şey kuralsızlık olarak düşündürülür, sisteme ait yaratılan boşluklar ve çarpıklıklar, kendinden menkul gibi görülmeye başlanır. Hatta bunun suçu eğitim emekçilerine yıkılır.
Sistem dışı olanların, uyumsuz ve anarşist, hatta terörist ilan edilmesi, sisteme muhalefetin de önünü kesmeye yöneliktir.
Örneğin ABD ve Avrupa sendikal konfederasyonlarının merkezleri, kalite sistemine tam biat etme üzerine yeniden şekillendirilmiştir. Uluslararası sendikal birliklerden kredi alarak onların denetiminde yürütülen eğitim çalışmalarının tümü, esnek üretim sisteminin içinde düşünülmelidir. Çünkü AB veya ABD sendikacılığı, ideolojik ve politik olarak kalite sistemine karşı çıkmayan ve onun gelişimini destekleyen kurumlara (kredi verir) dönüştürülmüştür. Hatta been-marking sistemi denen think-thank “bilgi” merkezlerinde, yani çokuluslu tekellerin düşünce üreten kurullarına, bu sendikalardan da temsilciler katılır ve onlarla ortak düşünce üretirler. Sınıf mücadelesinin, anti-emperyalist mücadelenin nasıl önleneceğine ilişkin değerli bilgileriyle bu kurumlara destek olurlar. Bu bilgi merkezleri, tekellerin, ülkelerin bağımsız ve doğal gelişimine müdahale etmek üzere plan ve proje üreten merkezleri durumundadırlar.
7- Marka politikası, henüz Türkiye’ye eğitim alanında yeterince girmemiştir, ama gidişatı görmek için diğer sektörlere bakmak yeterlidir. Kısmen, Sabancı, Koç gibi holdinglere ait okulları ve üniversitelerin, nispi olarak liberal eğitime ayak atıldığı biçiminde yorumlasak da, bu henüz genelleşmemiştir. Yani amaçlandığı gibi, her eğitim kurumu, şu ya da bu tekelin, yani markanın projesi içinde yer alarak ayakta kalabilecek duruma henüz gelmemiştir. Ama üniversite sınavına hazırlanmak isteyen gençler için dershanelerin kapısını aşındırma politikası çoktan yerleşmiştir. Üniversiteye öğrenci sokma yarışında dershaneler arası rekabet alabildiğine artmıştır.
MEB’e bağlı okullar ve üniversiteler arasında da benzer bir yarışın koşulları oluşmaya başlamıştır. Anadolu ve Fen liseleri ile düz liseler arası yarışta öğrenciler yeteri kadar bölünmüştür ve eşitsizliğe uğratılmaktadır.
Uruguay Raundu antlaşmalarında, imza atılan en önemli konulardan biri, “fikri mülkiyet hakları”dır. Bu fikri müdahalenin patent ve kota antlaşmaları ile proje geliştiren kurumların en önemlilerinden biri olan eğitim kurumlarında, belli eğitim tekelleri eliyle yürütüleceği; ODTÜ’deki fikri projelerden, TÜBİTAK’ın geldiği yere, ürün yasasından akreditasyon kurumlaşmalarına kadar bakılarak kolayca görülebilir. Yani belli eğitim tekellerinin markalarına göre örgütlenen (uluslararası dev eğitim tekellerinin markalarına göre) bir eğitim politikasının alt yapısı, bugünden örülmektedir. Yatırımcı şirketlerin övgüsüyle başarılı okullar ve öğrencileri arasında yarış kışkırtılmaya başlayacaktır. 2004 yılında tamamlanacağı sözü verilen, AB’ye uyum politikasının en önemli halkası olarak eğitime verilen önem burada net olarak dile getirilmektedir. AB’ye uyum ile, ABD’ye iman birbirinin izdüşümü olan entegre bir politikadır. Dolayısıyla, AB’ye uyum adıyla yürütülen politikanın ABD tekellerinin ihtiyaçlarına göre nasıl düzenleneceği ileriki yıllarda daha net görülecektir.
8- Kalite sisteminin önemli kurallarından biri “izlenebilirlik”tir. Bu izleme ve denetleme, belki polisiye bir izleme değildir, ama ondan çok daha detaylı ve incelikli bir izleme tekniğinin hayata geçmesi demektir. Eğitimci ve eğittikleri, her gün ve her saat, tam bir izlemeye alınır. Kimin, nerede, ne yaptığı, nasıl yaptığı, ne söylediği, ne düşündüğü, ne hissettiği, duyumsal özellikleri, duyarlı olduğu konular, eğilimleri, ilişkileri, vs. vs. tümüyle kayıtlara geçirilir. Öğretmenin enerjisi, sinerjisi, ne kadar mantıklı ya da duygusal olduğuna ilişkin ölçümler yapılır. Bu kayıtlar da bilgisayarlarla izlemeye alınır. Sistem (TKY) çok kapsamlı bir izleme ve denetlemeye tabi olan toplumsal bir izleme yöntemi olduğu halde, dışarıdan çok açıkça fark edilmez. İşyerlerinde kalite yönetiminin başlangıcında yapılan anketlerin, ne amaçla yapıldığı açıkça görülmez. Kalite eğitimlerine ise, “yararlı olabilir” diye bakılır. Çünkü çoğu zaman teknolojinin bir gereği olarak sunulmuş ve kitleler ikna edilmiştir. Sisteme adaptasyon eğitimleri içinde yer alan bu motivasyon eğitimleri, tüm işletmelere, okullara ve kurumlara çok disiplinli ve sürekli olarak uygulanır. Eski çalışanlar kalite eğitimlerine alınarak yürütülen adaptasyon, yeni gelenlere veya eğitimcinin öğrencisine uygulayacağı motivasyon eğitimleri ile sürekli pompalanır. “Kalite için eğitim” olarak sunulduğu için de kimse ses çıkaramaz, çünkü birçok uygulama, net olarak eskisinden ayırt edilmemekte, “eğitimin sorunlarına çare olacak” diye bakılmaktadır. Çalışanlar, nasıl bir tuzağa düşürüldüklerini anlamakta güçlük çekerler.
9- Kalite eğitimi, uluslararası tekellere kâr ve daha çok kâr sağlamaya yönelik bir eğitim politikasının yaygınlaşması için, denetimi ve verimliliği artıran sisteme (ISO sistemi) adaptasyon eğitimidir. Bu sistemle, yabancı eğitim şirketleri veya ortağı olan şirketler, hem satın alacakları birer özel işletme haline getirmek istedikleri kurumları (okul, üniversite, kreş, Öğretmenevi, hastane, vs.) sözde ıslah etmektedirler, hem de kârlı birer işletme haline getirmektedirler. Bunun ön hazırlığını da bizzat bu kurumlarda çalışan eğitimcilere yaptırmaktadırlar.
Dolayısıyla, eğitimci, hiçbir biçimde egemen olamayacağı bir hizmetle, tümüyle işine yabancılaşmak ve asıl amacından da uzaklaşmak zorunda kalacaktır. Çünkü eğitime genel bütçeden ödenen katkının, tümüyle ortadan kaldırılması ve öğretmenin kendi ücretini de veliden alınan katkı paylarıyla okul yönetimlerince ödenmesi, Dünya Bankası’nın dayatmalarından biri olarak, öğretmene varolabilmek için para toplamaktan başka bir amaç bırakmaz. Ve kendi ücretini çıkarabilmek için veliden para almaya zorlanan öğretmen, halkın çocuklarını eğiten bir eğitimci olarak, onmaz manevi zararlara uğrayacaktır. Ki bu zarar, maddi olarak göreceği zarara göre çok daha derinden yaşayacağı bir manevi yıkıma yol açacaktır. Ülkesine ve halkına karşı yürüttüğü düşmanca tutumun farkına vardığında ise iş işten çoktan geçmiş olacağı için, kendi sorunlarıyla yalnız kalacak ve ruhsal çöküntü yaşayacaktır.
10- Kalite sisteminin kuralları içinde yer alan “müşteri mutluluğu”, iç müşteri mutluluğu olarak, aynı işyerinde çalışan öğretmenleri birbirine denetleten ve aralarında rekabet kuralları getirirken, birbirini elemeyi koşullar, dış müşteri mutluluğu ile velinin mutlu edilmesi ile daha kolay nasıl soyulacağı planlanır. İç müşteri, eğitim elemanları arasındaki karşılıklı ilişkilerde, birbirine karşı kışkırtılmış ve birbirinden koparılmış, olarak öğretmenler arasındaki tüm dayanışmayı yok etmeye yönelik çok sinsi bir metot olarak geliştirilmiştir.
Çünkü “yönetime katılma” adı altında yürütülen “öneri verme” taktikleri ile birbirini yönetime şikâyet etme ve birbirinin ayağını kaydırma yöntemiyle işte kalmak zorunda kalacaktır. Sisteme karşı çıkanların tecrit edilerek toplumdan soyutlanması, bizzat en yakın arkadaşlarına yaptırılacaktır. TV kanalındaki “en zayıf halka kim?” yarışması, tüm işyerlerine entegre edilecek bir kalite yönetimi örneğidir.

TEKELLERİN ÇIKARLARI İÇİN DEĞİL HALKIN İHTİYAÇLARI VE ÜLKENİN ÇIKARLARI İÇİN EĞİTİM
TKY ile halkın temel ihtiyaçlarının karşılanması amaçlı bir ekonomi yerine doğrudan uluslararası tekellerin kârlarını artırmaya göre şekillenen bir yapılanma öngörülüyor. Bunun gibi, bugüne kadar tartışılan “halktan kopuk eğitim”, TKY etkisinde yürütülen eğitim anlayışıyla tümüyle halktan ve ulusal geleceğimizden kopuk ve yabancı bir sisteme entegre edilmektedir. Bu sistem, kalite sistemi olarak kabul ettirilen ve esnek üretim ilişkilerinin egemen olduğu bir ekonomi-politikanın ihtiyaçları doğrultusunda yeniden dizayn edilmektedir. ISO–9000 kalite standardına göre eğitimin yeniden örgütlenmesi, esnek üretimin politikasına ve buna göre gelişen teknolojiye uygun bir nesil yetiştirmek üzere eğitimde yeniden yapılanmayı hedefler. Çünkü esnek üretim teknolojisi, bugüne kadar varolan kamusal üretim teknolojisinden tümüyle farklıdır. Eğitim, plansız ve dengesiz bir kapitalist krizler sürecinin girdabına terkedilmiş, tekellerin insafına ve çıkarına göre değişken ve tutarsızlıklar içeren bir ekonomi-politikanın ihtiyaçları yönünde şekillenecektir.
Eğitim sisteminin tümünü bozguna uğratmayı hedefleyen bir sistem olarak kalite sistemine uygun eğitim, bu nedenle tümüyle reddedilmelidir.
Yerine konacak eğitim ise,
* Halk için eğitim, eşit, adil ve parasız eğitim talebidir.
* TKY amaçlı yürütülen propagandanın ideolojik saldırısına karşı, ideolojik bir mücadeleyi içeren bir eğitim politikası yürütülmelidir. Eğitimin para kazanmanın bir aracı olmaktan fikren karşı çıkılmalıdır.
* Kalite (kâr) ahlâkı değil, halkçı bir ahlâk ve anlayış öne çıkarılmalıdır.
* Kalite adına oluşturulmaya çalışılan kurullara ve eğitimlere katılmama konusunda örgütlü bir mücadele başlatılmalı ve gerekçesi açıkça söylenerek yürütülmelidir. “Esnek çalışma istemiyoruz.”
* Paralı ve parçalı eğitime karşı sendikal mücadele, her eğitimci için vazgeçilmez bir görev haline gelmelidir. “Kayıt”, “yardım”, “bağış”, vs. adları altında para toplanmasına şiddetle karşı çıkılmalıdır. Öğrenciler için seçilen kitapların içeriği tartışılmalı, gereksiz kırtasiye masrafları yaptırılmamalı, bu konularda gerçekten demokratik bir tutum izlenmelidir.
* Okul Aile Birlikleri demokratikleştirilmeli, Okul Aile Birlikleri yoksul çocukların eğitim masraflarını üstlenmeli, ama “yardım” adı altında okulları satın alma hevesinde olan kişi ve kuruluşların amaçları teşhir edilmelidir.
* Öğrenci Velileri Dernekleri’nin her semtte ve ilde örgütlenmesi, bu nedenle çok önemlidir.
* Kalite politikasının, kapitalist işletme haline getirmeye çalıştığı okul ve üniversitelerin, öğretmen kurullarında veya öğretim elemanları sendika şubelerinde, ülkenin geleceği tartışılmalıdır.
* Eğitimde, tüm okullarda, kalite sistemine ilişkin gerçekler öğrencilere anlatılmalı, ülke çıkarlarını korumak ve kendi geleceğini görmek amacında olan öğrencilere destek olacak bir eğitimin nasıl olacağı tartışılmalıdır.
* Öğretmenler, “okul geliştirme projesi” olarak yürütülen kalite çalışmalarının reddini de üstlenmeli, bu projelerin amacının okulu geliştirmek değil, iflas ettirmek olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.
* Performans değerlendirmesi olabilecek kayıtlara ve anketlere karşı duyarlılığı artıracak çalışma yürütmelidir. Sicil kayıtlarının şeffaflığı adı altında yürütülen performans değerlendirme politikasının amacı açıklanmalıdır.
* Kalite sistemine karşı mücadele kararı alan son KESK Kongre kararlarının hayata geçirilmesinde sendikaya sahip çıkanların sayısının arttırılması ve örgütlü çalışmanın önemi, her zamankinden daha büyük ihtiyaç haline gelmiştir.
* TKY’nin, sendikal örgütlülüğü parçalamaya ve amacından saptırmaya yönelik bir saldırı olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Örgütün pekiştirilmesi için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamak en başta gelmektedir. Çünkü bireysel çabalar geçici ve kısa sürelidir. Özellikle böylesi topyekûn bir saldırı döneminde, iki ayrı sendika çatısı altında bölünmüşlüğün hiçbir gereği yokken, sendikalar arası birliğe özel önem verilmelidir.
* Varolan ekonomik ve demokratik hakların korunmasının yolu olan sendikal mücadelenin TKY ile altının boşaltılmasına karşı bilinçli ve uyanık bir mücadele yürütmek gerekir. TKY’nin, uluslararası sendikal örgütleri olduğu gibi ulusal sendika hareketini de, kendi çıkarları yönünde, bu sistemle uyumlu bir uzlaşma platformuna çevirmenin politikası olduğu akıldan çıkarılmayarak, “kendi gücüne güven” prensibi öne çıkarılmalıdır. Sendikaların, kalite kurullarının ayakları haline getirilmesi, “Bilim Kurulu” adıyla yürütülen tuzaklardan uzak durması, sisteme biat etmekten vazgeçmesi için bilinçli bir sınıf mücadelesi yürütülmesi çok önemlidir.
* Kalite sistemine kapılarını açmış bir okul idaresinde, müdür ve yardımcıları işveren konumda, öğretmenin patronu olarak karşısına çıkacaktır. Oysa kalite politikası “gönüllülük” üstüne oturur. Müdürlerin de bu politikaya karşı çıkması gerekir. Çünkü onların çıkarlarına da ters düşen düşmanca bir saldırıdır. Ama kalite sistemine kazanılmış bir müdür, işletme haline getirdiği kurumunda bir patrondur artık ve ona, emek cephesinin güçleri içinde kalan öğretmenler, sınıf mücadelesinin bir tarafı gözüyle bakacaktır. Çünkü değerlendirmeyi ve ücretini ya da işte kalıp kalmayacağını, müdür belirleyecektir.
Ama duyarlı, bilinçli ve yurtsever bir müdürün de, kalite sistemini reddetmesi ve ona karşı koyması mümkün ve gereklidir.
* Sendikal mücadele, günümüz şartlarında, hiçbir dönemde olmadığı kadar siyasi bir içerik taşır. Öğrenci ve veliden para toplamamak, kalite kurullarına ya da eğitimlerine katılmamak, kalite adına anket yapmamak, performans değerlendirmesine katılmamak vs. siyasi bir tavır, emperyalizme karşı bayrak açan bir tutumdur. Para toplanan okul, bu işi yürüten müdür, öğretmen, para veren veli, tekellerin düzenine boyun eğmeyi kabullenmiş demektir.
* Kamu Sendikaları Toplu İş Görüşmeleri sürecinde, sadece ücrete bağlı bir mücadeleye yönelen memur hareketi, içeriğinin yeterince tartışılmadığı müzakereler sonucunun, önemli zaaflar taşıdığı düşünülmelidir. Sicil yönetmeliği, norm kadro ve kamu personel rejimi yasasına ilişkin yönetmeliklerle, doğrudan IMF politikalarını uyuma açtığı eğitim ve diğer hizmet sektörlerinde, yönetmelikler ve uygulamalar, ücreti hiçbir garantiye almazken, yapılan anlaşmanın şimdiden geçerliliğini ortadan kaldırmaktadır. Hükümetler değişse bile yönetmelikler belirleyici olacak ve standartlar geçerli olacaktır.
Kamu-Sen, toplu görüşmelerin yeterince tartışılmadığını protesto ederek açıklarken, KESK, tartışmayı örtme eğilimiyle, bu süreçte geri bir adım atmıştır. Çünkü IMF veya AB’ye Uyum Yasaları, Uygun Ürün Yasası ile akreditasyon yasaları çerçevesinde oluşturulacak yönetmeliklerle, esnek ücret uygulamaya geçilecek ve bu yönetmelikler kanun hükmünde sayılacaktır. TKY politikası çerçevesinde yayımlanan yönetmelikler, toplu görüşmelerde alınan kararları boşa düşürecek yapıda olacaktır. Hele kalite kurullarına katılan Eğitim-Sen veya Kamu-Sen yöneticileri, ticari eğitim tekellerinin her isteğine boyun eğmek zorunda kalacaktır.
* Sendikalar, özellikle eğitimle ilgili sendikalar, Eğitim ve Bilim Üst Kurulu’nun bölgelerde oluşturduğu sivil toplum örgütlerinin toplamı olan kalite kurullarının gerçek amacını halka anlatmalıdır. Bu uygulamanın dışında kalmalı ve teşhir etmelidir. Yoksa tekellerin taşeronluğunu üstlenmiş olmaktan dolayı, halka karşı suçlu konuma düşer.

EK–1
Amerikalı R. Podrol’un 1966’da hükümetine verdiği rapordan, Türkiyeli memurlar için bazı saptamaları:
“Türk memurlarının kişisel özellikleri şunlardır:
1- Kişisel inisiyatifleri yoktur, yukarıdan emir beklerler.
2- Son derece merkeziyetçidirler, sorumluluktan korkarlar.
3- İstihbarat ve muhabere kabiliyetleri zayıftır.
4-Statükocudurlar. Saygı görürler, fakat bu, korkunun sonucu olan bir saygıdır. Sosyal prestij sağlayan üst kademe memuriyetleri, Siyasal Bilgiler, Hukuk ve iktisat Fakültelerinin tekelindedir. Bu nedenle bu fakültelere fazla tehacüm vardır. Az maaş almalarına rağmen, idareciler bu görevlerinde kalmayı tercih ederler. Bu mevkilerden atılmamak için de son derece tutucu, statükocu, siyasal iktidara uygun birer icracı olurlar.
5- Mahremiyetin anlamını bilmezler, kapılarını, dolaplarını daima açık tutarlar.
6- Batılı olduklarına inanırlar. Kendilerini batılı saydıkları için, batıdan gelen etkilere çok açıktırlar. Bu nedenle, yerli uzmanlarının tavsiyelerine dudak büktükleri halde, aynı tavsiyeler batılı bir yabancı tarafından yapılınca can kulağıyla dinlerler, hayranlık gösterirler. Bu hususa dikkat etmeli, bundan faydalanmalıyız.
7- Öğrenme ve gelişme istekleri mevcuttur. Yalnız bu istek, bir eğitim biçimine sokulunca, kendi yetersizlikleri anlaşılır korkusuna kapıldıkları için, eğitimi, küçük memurlara has bir iş sayarlar. Kendilerine yapılacak eğitimin, seminer, konferans adı altında verilmesinden yanadırlar.”

EK–2
Yabancı uzmanların Türkiye’ye yoğun olarak girmeye başladığı ’60’lı yıllardan sonra, 1964’de Başbakan İsmet İnönü’nün bir Bakanlar Kurulu toplantısındaki konuşmasından kısa aktarmalar, “uzman”ın gerçek anlamını ortaya koyan bir görüntüyü net olarak verir;
“Daha bağımsız ve şahsiyetli bir dış politika istiyorsunuz. Herkes aynı şeyden bahsediyor. Nasıl yapacağım bunu? Karar vereceğim ve işi teknisyenlerime havale edeceğim. Onlar etraflı çalışmalar yapacaklar, teklifler hazırlayacaklar. Yapabilirler mi bunu?
Hepsinin etrafında uzman denen yabancılar dolu. İğfal etmeye çalışıyorlar. 0 olmazsa işi sürüncemede bıraktırmaya çalışıyorlar. Muvaffak olamazlarsa karşı tedbir alıyorlar.
Bir görev veriyorum. Neticesi bana gelmeden Washington’un haberi oluyor. Sonucu memurumdan önce, Amerikan Sefirinden öğreniyorum.
Bana şimdiye kadar bunlar tarafından hazırlanmış, derdimize deva olacak bir tek rapor getirmediler. Hepsi yasak savma kabilinden şeyler. Ne yapıyorsak gene kendi elemanlarımızla yapıyoruz. Peki, bu binlerce adam, “avara-kasnak gibi” de dolaşmıyorlar ya? Elbette kendileri için önemli marifetleri var.
İstiklal savaşından sonra Lozan Barış Anlaşması’nda, asıl mücadele, bu uzmanlar konusunda oldu. Yoksa hudutlar meselesi fiili bir durumdu. Tazminat işini iki devlet (Yunan-Türk) aramızda hallederdik. Bütün mücadele, idaremize tasallut yüzünden çıktı. Bir tek uzman vermek için, büyük tavizlerde bulunmaya hazırdılar. Biz onların niçin ısrar ettiklerini biliyorduk. Onlar da bizim niçin inatla reddettiğimizi biliyorlardı. Böyledir bu işler.
Peygamber edasıyla, size dünyalar vaat ederler, imzayı attınız mı, ertesi günü gelmişlerdir bile. Personel gelmiştir, teçhizat gelmiştir, üsleri gelmiştir. Ondan sonra sökebilirsen sök. Gitmezler. Ancak bu meselenin üstüne vakit geçirmeden eğilmek lazımdır. Yoksa bağımsız dış politikadan bahsedilemez. Hatta iç politikada bile bağımsızlık düşünülemez. Yapamazsınız bağımsız politika. Havanda su döversiniz. Fakat zannetmeyin ki kolay istir bunlardan kurtulmak…”

Kalite sisteminin kurumları ve yasaları

Türkiye’de yaklaşık 10 yıldır sürdürülen kalite politikasının, yeni bir sürecine gelindi. “Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı” bu süreci, öncekinden ayıran temel faktörler nelerdir? Kalite politikasının 2001 yılı Şubat Krizi öncesi uygulamalarıyla, 2002 yılı başından itibaren uygulanacak yöntemler arasındaki farklılığı, iki yönden ele alabiliriz.
Bunlardan birincisi; ikna ve vizyona dayalı propaganda döneminin illüzyonu, gerçeklerle yüz yüze gelince sarsıldı.
Kalite felsefesi ve kalite sistemi, bugüne kadar, sanki kapitalist sistem veya sosyalist sistem gibi bir politik ekonomi düzeni tanımının dışında, “yepyeni” bir dünya düzeni olarak lanse edilmişti. “İş mükemmelliği ve çalışanın mutluluğu” üzerinde yükselen vizyon, gerçek yüzüyle tanınmaya başlandı. Gelinen yerde, kalite sisteminin en açık ifadesiyle “çıplak kapitalizm” olduğu gerçeği herkes tarafından görüldü. (Ancak, halen, kuşkusuz yığınları aldatmak için, kalite felsefesinin ve kalite sisteminin adaptasyonunda kullanılan yöntem ve söylemlerin propagandasına devam edilmesi, sorunun bir diğer yönüdür.)
Özellikle teknokrat ve bürokrat tabakalar arasında, kalite sistemi, kutsanan ve ulvi bir dokunulmazlık çemberi içinde kabullenilen bir düzeni temsil ediyordu. Bunun nedenleri arasında, bu sisteme ait tanım ve terminolojinin “insani duyarlılığa” ve “kaybolan umutlara bir çıkış yolu olduğu iddiası vardı. Kalite sisteminin mükemmel bir iş disiplini sağladığı ve yükselme, çok kazanma fırsatı yarattığı düşünülüyor, daha da önemlisi, yükselen ufuklara doğru yelken açılan dünya vatandaşlığı özlemi içindeki küçük ve orta burjuva sınıfın ve bürokratların ezici çoğunluğu tarafından, umut kapısı olarak görülüyordu. Oysa kalite sisteminin uygulandığı işletmelerde işçi kıyımları, haksızlıklar, ücretleri düşürme veya aylarca ücret alamama, kazanılmış haklardan vazgeçme ve sisteme biat ettiği sürece işte kalabilme vb. gibi baskılarla, çok yoğun bir kıyım politikası dönemi yaşandı. Bu baskı ve olumsuzluklardan teknokrat ve bürokrat kesimlerin önemli bir kısmı da nasibini almaya başladı. Netaş, Ericsson, Packart gibi yabancı menşeli elektro-komünikasyon sektörüne ait işletmelerde, banka, sigorta, kamuya ait kurum ve işletmelerde çalışan teknokratlar, işçi sınıfıyla kıyaslanabilecek bir ezilmeye ve kıyımlara uğradılar. Alt taşeron işletmeciliğinin ve yeni vizyona dayalı medya ve reklam gibi sektörlerin, yani yoğun olarak emekçilerin çalıştığı kısmi bir vizyon dönemine özgü işyerlerinin kapanması ve işten atılmalarla vb. bu dönemin “ikna”ya ve “illüzyon”a dayalı yöntemlerle sürdürülme sürecinin de sonuna gelindi.
2001 Şubat Krizi ile birlikte, yaygın KOBİ işletmeciliğinin toplandığı organize sanayi bölgeleri ve bunların kurulduğu illerde, yoğun üretim daralması ve işsizlik, iflaslar vb, nedeniyle reel sektörde, üretim hadlerinde düşüşe geçen bir trend izlendi.
Bugüne dek, Türkiye’de, yabancı sermayenin ortaklığında taşeron olarak işletilen firmalar, bu şirketlerde ISO–9000 standardı ile kalite felsefesini ve kalite sistemini yaymaya çalışıyordu. Özellikle otomobil, beyaz eşya ve telekomünikasyon sektörlerinde, medyatik şovlara dönüştürülen kalite yönetimi ve felsefesinin, ne çalışanları ne de işçi sınıfını artık ikna etme olanağı kalmadı. Bu firmaların alt işletmesi olarak belli bir süre desteklenen KOBİ’ler, krizle birlikte desteklenmekten vazgeçildi. Zaten bugüne dek verilen destek, tekel merkezlerinin, ISO–9000 kalite sisteminin kuralları içinde, Türkiye’nin özel veya kamu sektörlerini, 10–15 yıldır parçalayarak, yüz binlerce küçük ve orta işletmecilik haline getirilmeleri amacıyla verilmekteydi. Bu amaçla her sektöre ait holding ve onlara bağlı banka, medya, sigorta vb. gibi sektörel parçalanmışlığın da sonuçta, amacı özelleştirme politikalarına hizmet eden bir organizasyondu.
Yabancı sermaye ile ortaklaşan holdingler, genellikle bankaları, şirketleri ve taşeron işletmeleri ile bunlara bağlı alt işletmeler olan KOBİ’lerde, bu süreçte krizlerle tıkanma noktasına geldi. En önemlisi ise, sayıları her gün artan holdinglere ait banka ve şubeleri, sigorta şirketleri, tekellerden aldıkları sermayeyi geri dönüşü olmayan alanlara yatırarak hatırdılar. KOBİ’lerin çoğu, aldıkları teşvik kredilerini geri ödeyemez ve dayandıkları kamu ihalesi desteğiyle bile ayak duramaz hale geldiler. Bankalar operasyonu olarak ele alınan modernizasyon çalışmalarının, “kurtarma ya da başka gerekçeler” ileri sürülse de, ana hedefinin, uluslararası organizasyona uyum projesi çerçevesinde, üretimdeki işletmelerin, sosyal kurumların “kurtarılması operasyonu” sürdürmeye hazırlık olduğu görülür. Çünkü “kurtarma” kelimesi de, aynı “kalite” kelimesi gibi, uluslararası denetime uygun üretim koşullarını yaymanın bir aracı olarak kullanılmaktadır. “Kurtarılacak” işletmeler, özellikle KOBl’ler, uluslararası kriterlere uymak ve yaymak amacıyla kredilendirilecekti.
KOBİ’lerin, verilen kredilerle, ISO–9000 standardı almak üzere, kendilerini yenilemeleri ve kalite sistemine entegre olmaları isteniyordu. Oysa üretim daralmasına giden koşullarda, bu amaca uygun kullanılmayan ve kendi üretimlerine sarf edilen krediler, geri istenmeye başlanmıştı. Özellikle bu süreçte, ödeme zorluğu çeken işyerleri, birer birer iflas etmek zorunda bırakıldı, işçileri ve diğer çalışanları da, işsizlikle karşılaştı.
Tekellerin, kredi vererek taşeron işletmelerini enformasyon teknolojisiyle, merkezi otomasyon sürecine bağlama amaçlan, kesintiye uğradı, işletmeler arası entegrasyon ve izlenebilirlik süreci, iflaslar ve geri ödeme güçlükleri gibi sorunlar karşısında, kesintiye uğramaya başladı, sistemin gedikleri giderek açıldı. Çünkü tekeller tarafından bu süreçte kışkırtılan kayıt dışı ekonominin, kuralsızlığın ve yeni teknolojiye ayak uyduramamanın sonuçları olarak, sistemin sürekliliği ve gelişimi de sekteye uğruyordu. Böylece, kalite sistemiyle ulaşılmak istenen esnek üretim teknolojisinin makyajı dökülmeye, arkasındaki kuralsızlığın, hak gasplarının, iflasların, kayıt dışılığın sonuçları ortaya çıkmaya başlıyordu.
Kalite politikasına ilişkin propagandaların menşeinde, düzenli ve disiplinli bir çalışma yaşamı, her işin ve işlevin kayda geçirilerek denetim altına alınabileceği bir sistem tarif ediliyordu. 10 yıldır bu yönde yapılan propagandaların arkasından gelen ise, yolsuzluk, kayıtsızlık, iş yaşamının düzensizliği, vergi açıkları, batık krediler vb. ile sistemin cilası bir bir dökülüyordu. Vergisiz ve denetimsiz üretim, otomasyona bağlı üretimin diğer hatlarında kopukluk, başıbozukluk yaratarak, kalite sisteminin ilkesi olarak propagandası yapılan, “0” hata, verimli üretim yerine, çok hatalı ürünlerin piyasaya çıkmasına ve verimsizliğe neden oluyordu. Örneğin, hatalı Mercedes otobüslerinin yaptığı kazalar, gündemde, bu teknolojiye olan güveni sarsacak boyutlardaydı. ISO–9000 belgesi almış özel yemekhanelerin zehirlediği işçi ve öğrenciler, televizyon ekranlarında sistemsel bozukluğu ifşa ediyordu. Belge alan işletmeler bir bir çökerken, verimsizleşerek üretim düşürüyordu.
Diğer yandan, KOBİ’lerin, tedarikte kolay ulaşım ve yönetim olanaklarının gelişmesi açısından uygun bir coğrafyada toplanmaları, şeklen sağlanmış ama alt yapı olarak istendiği gibi geliştirilmemişti. Çünkü bu alt yapının maliyeti, yeni bir şehir kurmak kadar yüksekti. “Yeni endüstriyel bölgecilik” esasına göre şekillenen sanayileşme, organize sanayi bölgeleri ve serbest bölgeler olarak, kuralsızlığın, en ilkel haliyle esnek sömürünün ve hak gasplarının iş yaşamında etkin olduğu, çarpık bir yapılaşmaya neden oluyordu. Alt yapı çalışmaları olarak çoğu, su ve elektrik tesisatlarını bile yeterince kuramadılar. Oysa bu alt yapı çalışmaları için kredi veren tekeller, bu bölgelerin yönetimlerinin, bölge merkezli elektro-komünikasyon ve iletişim ağlarının tamamlanmasını ve bölgedeki işletmelerin de asgari teknik donanımını sağlamasını istiyordu. Hâlbuki Türkiye’de çoğu organize sanayi bölgelerinin alt yapıları 10 yıldır tamamlanamıyor, dolayısıyla bölgesel enformasyona ulaşılamıyordu. Yani istenen otomasyon düzeni tamamlanamıyordu. Hatta ISO–9000 belgesi almak üzere kredi alan işletmelerin pek çoğu, belgelerini göstermelik alıyordu. Sonra sistemini işletemiyor veya işletmiyordu. Bunun nedeni ise, hem maliyetler hem de çalışanların direnişi olarak özetlenebilir. Türkiye’de, KOBİ’lerin yüzde 30’unun belge almak üzere müracaat yaptığı ve bunların da ancak yüzde 10’unun, standardın gereklerini yeterince yerine getirebilir durumda olduğu tahmin ediliyor.
Kredi kurumları, vergi kurumları, sendikal ve sosyal kurumlar, tekeller açısından yeterince denetlenemez durumdaydı. Bu açıdan acil önlemlere gerek duyulan bir devlet politikasının, tekelci denetime açılmasının koşulları dayatılıyordu. Kredi kurumları olarak başta bankalar, sigorta kurumları, sanayi odaları ve çeşitli vakıfların kalite sistemine göre yeniden düzenlenmesi gerekiyordu. Özellikle bankaların, kredi musluklarını sadece “kalite” için açması gerekirken, başka alanlara da, -özellikle “kamuya”- desteğini sürdürüyordu.
Kalite sisteminin ahlakı, ulusal ahlakla çelişiyordu.
Kamu kurumlarında ve işletmelerinde, yüz binlerce bürokrat, kamu çalışanı, kalite sisteminin kabul edemeyeceği bir felsefe ve ahlak normları taşıyan kurallarla çalışıyordu. Bu işletmelerin şirketleştirilmesi, yani çalışanlarının işçileştirilmesi ve ilişkilerin ticarileştirilmesi, yeterince yürütülemiyordu. Çoğu tasfiyeye uğramış, küçültülmüş ve şirketleştirilmiş olmasına karşın, kalanlar kalite sisteminin çevrimini tamamlamada kopukluklar yaratıyordu. Çünkü hazine, kamu işletmelerinin gelirlerine, tüm mal varlıklarına el koyma ve geri desteğini azaltma yoluna giderek, bu kurumların mali durumunu sürekli bozuyordu. Halka açılma ya da piyasaya açılma ile birlikte, değerleri düşürülerek satılan hisseler, bu fakirleşmede etkin rol oynuyordu. Oysa kalite sistemi, her şeyden önce alt yapısal tedarikleri için yüklüce bir harcamayı gerektiriyordu. Kamu kurumlan, sisteme uyum sağlayacak kadar finanse edilemeyince, enformasyon tekniğine uygun denetim dışı kalıyordu. Bu da sistemde, zincirin kopan halkası etkisi yapıyordu.
Bununla birlikte, uluslararası tekellerin doğrudan yatırımları olarak faaliyet gösteren işletmeler, bu vizyonun yayılmasına uygun propagandalarını sürdürmeye devam ediyor.
Örneğin, “… Novartis satış kadrosu için üç ayda bir performans değerlendirmesi yapıyor ve prim sistemi uyguluyor. Piyasada çok yoğun bir rekabet olduğu için satışın çok sıkı takip edilmesi gerektiği belirtiliyor. Yatay bir yapıya sahip olan Novartis, hiyerarşik bir düzen uygulamak yerine iletişime önem veriyor. Performans değerlendirmesi ya da atama gibi konularda adil olmaya dikkat ettiklerim söyleyen Novartis insan Kaynakları ve Kurumsal İletişim Direktörü Aylin Gürer, hangi kriterlere göre değerlendirme yaptıkları açık olduğu için çalışanların şirket kararlarına güvendiklerini belirtiyor.
Novartis, biri Levent biri de Bakırköy’de olan iki fabrikasını yakında temelini atacağı Kurtköy’deki yeni fabrikasında birleştirmeyi planlıyor. Bu büyük yatırımı durdurmadıklarım söyleyen Aylin Gürer, “2002’den ümitliyiz, büyümeye devam edeceğiz” diyerek, köylülüğün iflas ettiği, esnafın halkın yoksulluğa sürüklendiği bir dönemde kârlarını artırdığını itiraf ediyor. Şubat krizinin ardından, işsizlik ve iflasla sonuçlanan on binlerce şirketin batmasına karşın, krizden palazlanarak çıkan tekellerin alt taşeronları olarak üretim yapan işletmelerin, krizden de daha az etkilendikleri, hatta büyümeye devam ettikleri görülüyor.
Buna karşın, Anadolu kaplanları veya Güney ve Doğu Anadolu kaplanları gibi, dünyaya açılmada liyakat unvanları alan on binlerce işletme, bu süreçte iflas bayrağını çekerek, yüz binlerce işçinin işsiz kalmasına neden olmuştu.
Bu yüzden de, artık, sisteme ait imaj dönemi sona ermiş, yerini, baskı ve zoraki yaptırım süreci olarak daha “etkin” tedbirlerle sürdürme dönemi başlamıştı. Ki, bu dönemin özellikleri, her alanda, yasalarla ve idari yaptırımlarla, sürdürülebilir bir sistem dayatması olarak, görülmeye başladı.

2002 SONRASI KALİTEDE ZORBALIK DÖNEMİ VE KURUMSALLAŞMA
İkinci farklılık ise, dünyada olduğu gibi Türkiye”de de, tekelci otomasyon teknolojisinin, tekellerin ihtiyacına cevap verecek düzeyde geliştirilmesi ve bu yolla kapitalist krizden korunma amacında olan tekellerin daha etkin bir sömürü sistemi kurabilecekleri yöntemleri geliştirme koşulları ortaya çıkmıştı.
Bugüne kadar medyatik şovlarla ve illüzyonlarla götürülen politikanın yaygınlaşma süreci ve kapsayıcılığı, gelinen yerde, istenilen düzeye çıkmak bir yana daha da geriliyordu. Sistem, gerektiği gibi yaygınlaşmıyor, otomasyona uygun üretim teknolojisinin bütünlüğünü sağlar duruma getirilemiyordu. Bunun aşılması için daha çok kurum ve işletmenin ticarileştirilmesi, özelleştirilmesi, kurulması istenen sisteme uygun hale getirilmesi şartları dayatılıyordu. Tekellerin istediği sistem, kalite sistemi olarak, yüksek enformasyon teknolojisine yol açacak düzenlemelerin yerine getirilmesi ve bu yapılaşmayla, tekelleştirilmiş dünya ticaretine uygun üretim için engellerin tümünü ortadan kaldıracak önlemlere gerek duyuluyordu. Bunun için, üretimi genel olarak otomasyon sistemine bağlayacak alt yapıların geliştirilmesi, kurumlaşması ve tüm ülkelere yaygınlaştırılması gerekliydi. Bu sistemin sadece Türkiye’de değil, aynı zamanda ortak iş yapılan komşu ülkelerde de üretimde kıstas olarak alınması gerekiyordu.
Devletlere, ‘tüm üretimi, sisteme uygun hale getir ve engel olarak ortaya çıkan kamu kurumları ve işletmelerini hızla tasfiye et’ dayatması getiriliyordu. Bu dayatma, elini her köşeye uzattığında alacağı kârın ve sürdürülebilir izleme tekniğinin, kontrolünü de elinde tutacak tekeller tarafından, zorunluluk olarak getiriliyordu.
Türkiye, elinde avucunda ne varsa, bu denetlemenin teknolojisine yatırım yapmalı ve tekelci denetim ağının kurulması, tüm endüstriyel ve yönetsel tekniklerinin, kurum ve işletmelere yaygınlaştırılması için, harcama yapmalıydı.

STANDARTLARIN KURUMSALLAŞMASI İÇİN, HER ALANA YAYILMAK ÜZERE ÖNLEMLER ALINIYOR
Dünya ülkeleri arasında da, ticari ve sistemsel bütünlüğü sağlayacak bir üretim teknolojisinin (otomasyon) standartlaştırılması ve tekleştirilmesi isteniyordu. Bu nedenle yapılan tekeller arası antlaşmalar, sisteme uyum ve entegrasyonu için gereken formasyonun, nasıl ve hangi araçlarla yapılmasının koşullarını da koyuyordu. Yani Türkiye’de, sadece birkaç tekelin taşeronu olarak örgütlenen holding yapılaşmasının olanaklarıyla değil, tüm işletmeleri ve kurumlarıyla emperyalist tekellerin yağmasına açılacak düzenlemelerin yapılması isteniyordu. Bu ise, teknolojinin gelişimi ve yararlarının “toplumsal bir faydaya dönüşeceği” propagandası ile de bilimsel teknolojiye dayalı bir üretim standardının her alana yaygınlaşmasıyla olanaklıydı. Dolayısıyla, tekellerin bu bağlamda kullandığı enformasyon teknolojisinin en önemli aracı kurumu olan, kalite standartları, akreditasyon ve belgeleme kurumları, olarak öne çıkarılıyordu. Sisteme uyum yasaları da, uluslararası tekellerin yasalarına uyumlu olarak çıkarılıyordu. Uygunluk yasası, akreditasyon yasası, endüstri bölgeleri yasası, vergi yasası, banka yasası, kamu ihale yasası, çeşitli ürünlere ilişkin yasalar, eğitim yasası vb. uluslararası antlaşmaların zoruyla çıkarılıyordu. Böylece, yetersiz standartlaşma hızlandırılarak, ekonomide olduğu kadar politikada da buna uygun yaptırımlarla, antlaşmaların gereği hızla yerine getirilecekti.
Bu amaçla çıkarılan akreditasyon ve uygunluk yasaları, yabancı-yerli ortaklı veya sadece yerli sermaye ile ayakta durmaya çalışan tüm üretim birimlerinin, uluslararası standart olan ISO-9000’e göre üretim yapmasını şart koşuyor, bunu da belgelemesini istiyor. 11 Ocak 2002 tarihinden itibaren yürürlüğe giren “uygunluğun değerlendirilmesi” yasası, diğer adıyla “ürün yasası”, bu amaçla çıkarılan çok geniş kapsamlı bir yasaydı.
Tüm ürünlerde ve kurumlarda belgeleme, tekellere açık, ticari kar ve denetim olanaklarını artırmak üzere, her kurum ve işletmeye alınması gereken bir kıskaç, bir zoraki müşterilik getiriliyordu. Bu müşterilik, tekellerin denetim mekanizması olan akreditasyon ve standart belgelemesi yapmak üzere, her işletmeyi kapsıyor. Çünkü “müşteri fikri”, ticari çıkarlar için gereken bir tanımlamaydı. Akreditasyon ve kalite standardı belgesi almak demek,
a. İşletmelerde eğitim ve eğitilmiş eleman almak,
b. Yapılan ürünün test edilmesi için laboratuar kurmak ve her test ve ölçüm aletinin kalibrasyonunu yapmak üzere yeni test cihazları, ekipmanları almak, işletmede kullanılan her ölçü aletinin kalibrasyonunu yapacak belgelendirme laboratuarlarına (özerk kuruluşlarca kurulmuş) test ve muayene ücreti ödemek,
c. Kalite sistemi kurmak üzere, işletmelere bilgisayar, bilgisayarlı ve yenilenmiş teknolojinin gerektirdiği makine ve teçhizatı almak,
d. Üretimin her aşamasında kalite kontrol yapacak personel bulundurmak, performans değerlendirmesi ve istatistiklerini yaptırmak gibi, tekel merkezinin ürettiği bir proje veya planı işletmeye adapte etmek de gerekiyordu.
e. Standart belgesi almak için yetkili akreditasyon kuruluşlarına ödeme yapmak vb. gibi zorunluluklar getiren kalite sistemi, bunun için tekellerin ticaretlerinde geniş bir pazar olanağı elde etmelerine yarayacaktır.
Bu maliyet, KOBİ işletmeciliğinin sonu demekti. Ama sistemin, alt-taşeron işletmeciliğinin ucuz yedek parça veya anamal üretimine ihtiyacı vardı ve bunun için bir kurtarma operasyonuna girişilecekti. Yukarıda sıralanan maliyetin altından kalkamayacak KOBİ’lerin, belli bölgelerde toplanarak, her birinin ayrı ayrı laboratuar kurmaları yerine (ki, bu sistemin kriterlerinden biri) ortak laboratuarlar kurup, eğitim, enformasyon gibi temel kriterler için harcamalara ortak gidebilmeleri koşulları aranacaktı. Ayrıca iletişim ağlarının birleştirilmesi için alt yapı örülmesi, bu yolla kolaylaşacağı için, bu maliyetler karşılığı kredilendirilecek bir yönetim kuruluna bağlı endüstri bölgeleri kurulması ve bunun yasasının çıkarılması gündeme getirilmişti. Bugüne kadar az çok yapılanmış organize sanayi bölgeleri hızla ıslah edilmeliydi. Bu ıslah için endüstri bölgelerine 5 yıl geri ödemesiz kredi, vergi muafiyeti vs. gibi destekleme yapılmalıydı. Bunun ne derece uygulanabilir bir yaklaşım olduğu bir yana, kuşkusuz, KOBİ’leri değil tekelleri ve azami kârlarını gözettiği aşikârdır.
Ama kalite sistemi kurmanın daha önemli bir amacı vardır ki, bu da, tüm kurum ve işletmelerin, akreditasyon ve inovasyon içinde, uluslararası tekellerin çıkarlarına uygun bir üretim içine çekilmesidir. Bunu da akreditasyon kurumları ile yapacaktır.
Akreditasyon, çok geniş kapsamlı bir yaptırımı içerir. Şöyle ki, bir dünya tekeli;
“a) benim istediğim kalitede ürünü,
b) benim istediğim miktarda,
c) benim istediğim yöntemlerle,
d) benim tayin ettiğim yerde,
e) benim belirleyeceğim kriterlere göre,
f) benim istediğim türden elemanlarla,
g) benim istediğim süre içinde ve zamanda üret; yoksa seni yok ederim” der.
Bu şartlarda bir üretimin yapılıp yapılmadığını da akredite kurumlarıyla denetler. Bu ürün (hizmet veya mal cinsinden), akreditasyona uyumlu değilse, üretim yeri, “kredilendirmede”, “verimsiz” olarak değerlendirilerek, iflasa sürüklenir, kapatılır.
Basit bir örnek vermek gerekirse; bir tütün üreticisi köylü, yerli tütününü satmak için, uygunluğunu onaylatmak ve belge almak üzere, test laboratuarına başvurduğunda, tütün tekelinin belirlediği kriterlerle onay alacak, değilse onay alamayacaktır. Piyasaya belgelenmemiş tütünün girmesi engellenecek. Eğer piyasaya bu tütün girmişse, parası verilerek toplatılacak ve usulsüzlük cezası kesilecektir.
Ya da, belge alması uygun görülmeyen bir işletme, teknolojisini yenilemek ve kalite sistemine uyumlu bir sürece girdiğini kanıtlamak zorundadır ki, iflastan kurtarılabilir olsun. Kredi alabilsin. Bu kriterleri koyan ve denetleyen kurum ve kuruluşları incelersek, karşımıza, bankalar, organize sanayi bölgelerinin denetim mekanizmaları, akreditasyon kuruluşları, bilim ve teknoloji kurumları ve ISO–9000 Kalite standardı, bunlara ilişkin yasa ve kararnameler çıkar.
Türkiye ve benzeri ülkeler, uluslararası tekellerin denetimine girdikleri ve bu tekeller için üretim yaptıkları sürece, akreditasyon gereklerini yerine getirerek, ülke ekonomilerinin yönetimini doğrudan onlara teslim eden bir süreci kabullenmiş olurlar. Ya da tersinden söylersek, akreditasyon sistemine bağlı bir üretimde, tekellerin kuralları, kriterleri ve buna uygun düzenlemeler, koşul olarak kabul edilmiş demektir. Çünkü akreditasyon, üründe olduğu kadar üretim sisteminde ve insan kaynağı başta olmak üzere yeraltı ve yerüstü kaynaklarının tümünde tekellerin denetimine açılmak demektir ki, Dünya Ticaret Örgütü’nün Uruguay Raundu olarak bilinen kriterlerine uyumlu bir akreditasyon sistemi, tüm ülkelerde aynı standartlara göre düzenlemeleri içermektedir.

ÜRÜNDE DEĞİL, SİSTEMDE AKREDİTASYONUN ÖNEMİ
Akreditasyonda, uluslararası akreditasyon kurumları tarafından yürütülen ve onaylanan, belgelenen, ISO–9000 standardının dört unsuru; ürün kalitesi, sistem kalitesi, laboratuar kalitesi, personel kalitesi olarak akreditasyon ve belgeleme kriterleri, tüm ülkeler üretimine teşmil edilmek üzere kabul edilmektedir. Dolayısıyla, tüm devletlerin kalite standartlarına teşmil edilerek alındığı ana standart niteliğindedir. Girdiği her kurum ve şirkette, önce sistem kurucu bir eğitim politikası yürütülür. Bu politika, kalite felsefesinin, yöneticiler ve teknokrat-bürokratlardan başlayarak, tüm çalışanların sisteme kazanılması için ikna edilmesi süreci ile başlatılır. Ama aynı zamanda çok bağlayıcı bir denetimi de birlikte getirir ki ilk adımının ardından gelen performans değerlendirmesi, ücretin, çalışma koşullarının, üretimin tüm sürecini kapsayıcıdır. Dolayısıyla, standart, bir politik yaptırımlar ve ideolojik baskı olarak çalışanları sisteme kazanma yöntemi olarak geliştirilir ve yaygınlaştırılır.
Kalite sistemini kabullenmenin ardından, kazanılmış hakların ve sınıfsal örgütlenmenin olanaklarının kaybı başta olmak üzere, işten atılma, düzensiz ücret ve düzensiz işi kabullenme, ardından dağıtılmış ve örgütsüz bir toplum yaratılmak istenir.
İşçi ve emekçi sınıflar, kalite politikası ve özellikle ISO–9000 standardının, dağıtıcı ve dayanışmayı baltalayıcı yüzünü görerek ona karşı mücadeleyi hedeflediği anda, tüm sihir bozulur ve sistem çöker.
İşte, Türkiye’de, emekçi sınıfının karşısına çıkarılan, kalite sisteminin bir anlamda çöktüğü, yani hem küçük ve orta üreticiler açısından altından kalkılamayacak sorunlar hem de işçi ve emekçi sınıfların sessiz kalamayacakları ağır koşullar getirdiği bir döneme gelindi. Yeni yasalar ve yaptırımlar, bu dönemde, tekelci kapitalizmin çöküşünü aynı zamanda hızlandıracak uluslararası sürecin de habercisidir.
Dünya devleri arasında yer alan elektro-komünikasyon ve yazılım tekelleri (Microsoft, ITT, Vestel, Northern vb.) kârlarından zarar etmeye, Enron gibi büyük tekellerin bile batmaya başladıkları bir süreçte, henüz yeraltı ve yerüstü zenginlikleri, yetişmiş insan kaynakları açısından iştah kabartan ülkelerin daha çok soyulması anlamına gelen yaptırımlar, tekeller arası işbirliği antlaşmaları ile dayatıldı. Bu yaptırımların en önemlilerinden biri olan akreditasyon ve uygunluğun belgelenmesi, bunun için üretimin her sektörüne giren standart (ISO-EN, CE) teknolojisinin alınmasını koşulluyor. Neden ISO- 9000 değil de, CE sorusunun yanıtı ise, AB ülkeleri ile geçmişten gelen ilişkiler, hem devletlerarası, hem de işçi ve emekçi sınıfların mücadele yöntemleri ve sosyal kurumlar olarak benzerlikler, kültürel etkiler vb. sayılabilir. CE, ISO-EN olarak ISO’ya teşmil edilmiş bir Avrupa standardının alt, yani ürüne ilişkin standardı olmasına karşın, ISO’nun kriterlerini de.
DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü)’nün Uruguay’daki toplantısında alınan kararlar, Türkiye için bu anlamda bağlayıcı nitelik taşımaktadır.

STANDARTLAŞTIRILMIŞ ÜRETİMİN ÖRGÜTÜ OLARAK DTÖ
Türkiye’nin ekonomisinde yapılanmanın koşullarını, uluslararası tekellerin antlaşmaları koymaktaydı. Bunlardan en önemlisi, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)’dür.
GATT üyesi 128 ülke tarafından, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)’nün Uruguay Raundu’nda aldığı kararlardan en önemlisi, Ticaretteki Teknik Engellerini Kaldırılması Anlaşmasıdır (TTEK Senedi). Bu antlaşmayla, bütün bu ülkelerin ticarette ortak bir standart etrafında şekillenen bir düzenlemeyi kabul ettiği açıklanmıştır. DTÖ’nün, 31 Aralık 1994’ten itibaren geçerli olmak üzere, 3 Şubat 1995’te imzalanan 25 anlaşma kapsamındaki diğer önemli ekleri, Hizmetlerin Serbest Dolaşımı/Fikri Mülkiyet Haklan Anlaşması’dır. Çok Taraflı Ticaret Anlaşması (MAI) da, bu toplantıda üye ülkelerin uymayı taahhüt ettikleri önemli hukuksal ek sözleşmelerinden biridir. TBMM tarafından da, 26 Ocak 1995 tarih ve 4067 sayılı yasayla onaylanmıştır. Bu anlaşmaların içeriği, “Üretim sistemleri ve iş sürecindeki dönüşümün kaynağını oluşturan teknolojilerin küresel ölçekte yaygınlık kazanması “küreselleşme”nin bir diğer göstergesidir. Örneğin, enformasyon teknolojisi, hangi coğrafyada filizlenip belli bir olgunluğa erişmiş olursa olsun, bugün bir dünya teknolojisi haline gelmiştir. İş sürecine/üretim organizasyonuna giderek egemen olmaya başlayan ve günümüz enformasyon teknolojisine dayalı olarak gelişen esnek üretim-esnek otomasyon teknolojileri için de aynı çözümlemeyi yapmak mümkündür” şeklindeydi.
Dünya ticaretinin düzenlenmesinin gerekleri olarak, “teknik düzenlemelerin ve standartların, ambalajlama, markalama ve etiketleme kuralları ve teknik düzenlemelere ve standartlara uygunluğun tayiniyle ilgili esaslar da dâhil olmak üzere, uluslararası ticarete gereksiz engeller yaratılmamasını (ve tabii olanların ortadan kaldırılmasını) temin etmek üzere uygunluk değerlendirilmesi gerektiği ve bunun da DTÖ tarafından organize edilmesi” yer almaktadır. Anlaşmayı imzalayan tüm ülkelerde üretim teknolojisinin standartlarını belirlemek ve denetlemek üzere görevlendirilen DTÖ, bunun için devlet kurumlarında da aynı düzeni sağlayıcı yaptırımları dayatıyordu ama yeterince uygulanamıyordu. Çünkü kapitalist sistem aslına dönme çabasına girerken, daha derin ve çözülmez krizleri peşi sıra da ortaya çıkarmaktaydı. Tekeller, dünya krizinin etkilerini, yüzyıllardır insanlığın birikimi olarak şekillenen ulusal ve sınıfsal değerleri, insancıl duyguları yok etme ve sermayelerini daha etkin kullanma amaçlarını, ülkelere daha açık ve net bir ifade ile açık baskıcı yüzünü ortaya çıkararak yaymak için acele ediyordu.

DEVLET YÖNETİMİNİ DAHA HIZLI KALİTELEŞTİRME
Üretimden başlayarak sosyal ve siyasal kurumlarda da yeniden bir yapılanmayı örgütleyen ISO standardı, bu standarda göre ekonomilerin yeniden yapılanması, Uruguay Raundu ile ivme kazandı. Çünkü girdiği her yerde ve ülkede, kendi kurallarını, kriterlerini koyan, bilginin ve yönetimin, belli merkezlerde toplanması ve denetlenmesini sağlayan araçlardan biri olarak, ISO, toplam kalite yönetimi için geliştirilmiş ve sürekli gelişmesi öngörülen temel kriterleri içermektedir. Her ülke kendi standardını, ISO standardına göre yeniden düzenleyen ve diğer kurumlarını (akreditasyon, vergi, mali politikalar, sanayi ve tarım politikaları, eğitim, bilim, sosyal örgütlenmeler gibi, özel ve devlet kurumları ve siyasi partiler gibi) etnik örgütlenmelerde de bu standarda uyumu kabul etmişlerdir. Ve tüm ekonomik ve politik alt yapısını bu standarda göre düzenleyen bir yapılaşmaya girmek durumundadır.
Böylece, TEK senedine imza atan tüm ülkelerde, “Ulusal Akreditasyon Konseyleri” oluşturulmaya başladı. Örneğin, Alman Ulusal Akreditasyon Konseyi, Fransız Ulusal Akreditasyon Konseyi, … Türkiye Ulusal Akreditasyon Konseyi (TÜRKAK) vb. gibi. Ulusal devletler, kendi ülkelerindeki denetim sistemini ya da üretim yöntemlerini, bu standarda göre yenilemeye başladı.
Ürün Belgeleme işlemleri, bugüne dek, yabancı ortaklı şirketlerde, bağlı oldukları tekele ait standartta üretim ve ürün belgelemeye tabi idi. Genellikle 1990 yılından bu yana da, TÜV, RW-TÜV, BerauVeritas, SQ Mart, RAB, DAB vb. gibi ABD ve AB ülkelerinin akreditasyon kuruluşları tarafından ISO–9000 belgesi verilmekteydi. 1995 yılından bu yana ise, adı “ulusal” olan, ama ulusal özelliği, sadece Türkiye topraklarındaki üretimden sorumlu olmakla sınırlı olan bir kuruluş olarak UME (Ulusal Metroloji Enstitüsü) akreditasyon ve belgeleme, yani denetim işlevini yerine getiren pek çok alanda faaliyet yürüten bir kurum olarak örgütlenmişti. UME’nin faaliyet alanları şöyleydi; Kalibrasyon, Ölçme, Eğitim, Danışmanlık, Endüstriyi Yönlendirici Yayınlar, Akreditasyon. (Sanayi ve Ticaret Bakanlığınca verilen yetki ile Ocak 1995 tarihinden itibaren, akreditasyon başvurularını yanıtlamaya başlamıştır. Türkiye’nin ürün standardını belgeleyen kuruluş olan TSE, 1998 yılından itibaren, belgeleme yapamaz olarak ilan edilmişti. Ama kalite belgesi vermek üzere danışmanlık hizmetleri yapıyordu.)
Avrupa ülkelerinde kullanılan standartlar, genel olarak EN-ISO–9000 standartlarına bağlı olarak geliştirilmiş CE markasıdır. Bu markanın ürünlere vurulması ile bu ürünleri sadece Avrupa ülkelerine, bir de, Avrupa standardına göre üretimi sürdüren diğer birkaç ülkeye ticareti kolaylaştıracaktı. Oysa uluslararası ticaret için, ISO–9000 belgesi almak gerekir.
DTÖ ve Katar toplantılarının kararlarına bakarsak, ülkelere getirdiği en büyük yaptırım, ürün ve hizmet için uygunluğun ölçülmesi demek olan yasalar ve bunlara uymayan işletmelerin ve kısımlarının kapatılmasını sağlayan düzenlemeler için hükümetleri sıkıştırmak olduğu görülür. Ki;
* Kamu ve özel, tüm işletmelerde, kalite yönetimi, ISO–9000, AS–400, CE, AQAP vb. gibi standardizasyon yönetimlerine geçmek üzere, “tüm işletmelerin yeniden yapılandırılması sürecini hızlandırın” direktifi veriliyor.
* Bu standartların girdiği her yerde, en başta esnek istihdam yöntemleri ile eleman azaltma, şirket kapatma ya da iflas gösterilerek işçi ve diğer çalışanların tasfiyesi, ücretlerin düşürülmesi, sendika ve sigorta gibi güvencelerinin ortadan kaldırılması gündeme gelir.
* Performansa göre ücret ve çalışma yaşamını düzenleyen prosedürlerle, plan ve projelerin, tekellerin planlarına göre belirlendiği bir üretim sistemi oluşturulur.
* Bu sisteme uyulup uyulmadığı da, tekellerin danışmanları ve uzmanları tarafından denetlenir.
* Kalite sisteminin belgesini veren kuruluşlar da ayrıca akreditasyon kurumları tarafından sürekli denetlenir.
Bu süreç, akreditasyon süreci olarak işler. Akreditasyon, işin veya ürünün, iş yapan mekanizmaların, sistemin kredilendirilmesi ve bunun için uygulanan kriterlerin yerine getirilip getirilmediğinin kontrol edilmesi (her yıl) anlamını taşır. Ki, bu kredilendirme, başta ülke ekonomisi ve siyasetinin kredilendirilmesi olarak, düzenlemelerle, yasalarla, kurumlarla vb. gündeme getirilmektedir. Bu koşulların tüm işyerlerine, devletten ve kurumlarından başlanarak, devlet-kamu-özel ayrımı yapılmadan, girmesi için geniş bir inovasyon süreci başlatılmıştır. Tekelleşmenin önündeki tüm engellerin aşılması ve her tür üretimi ticarileştirmenin olanakları böylece yaratılmış olacaktır. Ki, uluslararası sermaye için, devletler de, hizmet üretimi yapan ticari bir kuruluş, ticari mallarını ve hizmetlerini satabilecekleri bir pazar alanı anlamında değerlendirilmektedir. Örneğin, devletin kurumlarından Türk Silahlı Kuvvetleri, bağlı işyerleri, emniyet, polis okulları, kalite standardı almak üzere ilk belge başvurusu yapan kurumlardır. Şimdi sıra, bankalar, sigorta kurumları, vergi daireleri, SSK vb. gibi kurumlara gelmişti. Buralara satılan teknoloji, bu teknolojiyi üreten ve satan firmalara çok geniş bir pazar alanı açar.

TÜRKİYE’DE KALİTE YÖNETİMİNİN YENİ KURUMLARI
Türkiye’de, TTEK Senedi’nin hükümlerini yerine getirmek üzere, TÜRKAK (Türkiye Ulusal Akreditasyon Konseyi), UME (Ulusal Metroloji Enstitüsü), BTYK (Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu), UİYK (Ulusal İnovasyon Yüksek Kurulu), YPK (Yüksek Planlama Kurulu), BDDK (Banka Düzenleme ve Denetleme Kurumu), SPK (Sermaye Piyasası Kurulu) vb. gibi kurumların, Türk Bilim ve Teknoloji Politikaları’nı yürürlüğe koymak üzere, kurulduklarını veya yeniden şekillendirildiklerini görürüz. Bu kurumların amaç ve içeriklerine kısaca değinmeye çalışalım.
Bilgi teknolojisi, bir anlamda bilgisayarlarla denetim, ulaşım ve haberleşmede kolaylık ve hız sağlayan bir gelişimi artırarak, tüm kurum ve işletmelerin, tekellerin ticaretine uygun hale getirilmesi için, (yani yeni dünya düzenine adapte etmek üzere), kalite sisteminin en önemli unsuru olarak geliştirilmesini amaçlıyordu.
“Kalite felsefesi”nin temel unsuru, “yönetimin yenilenmesi” fikridir.
Toplam Kalite Yönetimi, kalitenin, üründen değil, yönetimden başlayarak, tüm üretenler ve tüketenleri de içine alan, mal ve hizmet üretenleri olduğu kadar tüketenleri de etkilemek isteyen bir anlayışın ifadesi olarak ortaya atılmıştı. Çok kaliteli değil, müşteriyi memnun eden türde ve tarzda üretim yapılmalıydı. “Müşteri memnuniyeti” önde gelmeli bu felsefeye göre. Buradaki “müşteri” sözcüğüne, sadece malı alanla sınırlanmayan, üretenlerin de birbirinin müşterisi olduğunu kapsayan bir anlam atfedilmekteydi. Gerçek anlamda müşteri ise, herkesi ticari bir meta olarak görmenin ve tüm ilişkileri ticarileştirerek kara endekslemenin bir kavramıydı.
Oysa Türkiye’de henüz, kamu mülkiyeti ve ahlakının şekillendirdiği bir yönetim biçiminin, izleri sürüyor. Hem iş yaşamının koşulları, hem de kamu hizmeti anlayışı içinde formüle edilebilecek ahlak ve hukuk kuralları ile ticari amaçlara uzak bir işletmecilik yaşanıyor. Ayrıca, bu işletme ve kurumlarda kârlılık ve kârın artırılması için önlemlerin yetersizliği, tekelci sistem için denetlenemez ve kabul edilemez olarak görülüyor. Bu, sistemin bütünlüğünü, ticaretin ve sermayenin gelişme hızını bozuyor görülüyor.
Yabancı sermaye için, kamu idaresi olarak devlet de, var olduğu kadarıyla, hizmet üreten bir müşteri idi. Devletin ve kurumlarının da yönetim sistemini yenilemesi ve teknolojinin getirişinden yararlanır hale getirilmesi sağlanmalıydı. Yani devlete de kalite getirilmeliydi. Bunun için TÜBİTAK tarafından BTYK oluşturuldu.

BTYK (BİLİM VE TEKNOLOJİ YÜKSEK KURULU)
Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu’nun (BTYK) 3 Şubat 1993’te karar altına aldığı ve Türkiye’nin bugünkü, bilim ve teknoloji politikası’nın temelini oluşturan “Türk Bilim ve Teknoloji Politikası: (1993–2003)”ün ifadesi olarak;
“Küreselleşme sürecinin bir başka yönü ise, üretim faaliyetlerini bütün bir dünya coğrafyasına yayan (diğer bir deyişle, üretim faaliyetlerini uluslararasılaştıran) uluslararası dev firmaların, bu sürecin bir dünya sistemi olarak yerleşmesinde oynadıkları belirleyici roldür. Bilim ve teknolojiye egemen ülke kökenli bu firmalar, günümün teknolojisinin -dünya teknolojisinin- fiili’ sahipleridir. (Fikrî mülkiyet haklarının korunması, sübvansiyonlar ve telâfi edici tedbirler ile ilgili olarak, Uruguay Turu Nihaî Senedi’nin getirdiği düzenlemelerin bu bağlamda altını bir kez daha çizmekte yarar vardır.) Teknolojiye egemen olmayan ülke kökenli firmaların, iç ve dış pazarlarda rekabet edebilmek ve ayakta kalabilmek için ihtiyaç duyacakları teknolojilerin transferindeki muhataplarının genellikle bu dev firmalar olduğunu. Türkiye açısından önemle kaydetmek gerekir.
Gümrük duvarlarının ve geleneksel korumacılığın giderek kalktığı bir dünyada rekabet edebilmek için belirleyici olan faktör, pazarlanabilir yeni ürün ve üretim yöntemleri, yeni yönetim teknikleri ve yeni teknolojiler geliştirmeye yönelik, bütünsel bir yeteneğin -inovasyon yeteneğinin- kazanılmış olmasıdır. Üretici firmalar, böylesi bir yeteneği ancak, yeni bir ürün ya da üretim yöntemi, yeni bir sistem geliştirmeyi ya da mevcutların iyileştirilmesini kendileri yapıyorlarsa -bu amaçla kendileri AR-GE yapıyorlarsa- kazanabilirler. Bunun da ön koşulu, mensup oldukları ülkenin, ulusal inovasyon sistemini kurmuş olmasıdır.” deniyor.
Burada, yeni bir ürün ve üretim tekniği edinerek ayakta kalacak firmaların, dünya tekellerinin muhatabı firmalar olacağı, diğerlerinin ise ayakta kalamayacağı açıkça ifade ediliyor. Ki, bu üretim yöntemlerinin alınması ve bu yöntemlere uygun sistemin kurulması, yani inovasyon yeteneğinin kazanılmış olması şartı getiriliyor. Bu yeteneği ölçecek olan kurumlar olarak, uluslararası tekellerin akreditasyon merkezleri ve onların kriterlerine göre biçimlenmiş TÜRKAK, UME, UİYK oluşturulmuştur.

TÜRKAK’IN KURULUŞU
TÜRKAK’ın kuruluş amacı, BTYK açısından şöyle tanımlanmaktadır:
“Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)’nün yanı sıra, Avrupa Birliği, APEC ve NAFTA ekonomik blokları; kısaca ‘uygunluk değerlendirmesi’ olarak nitelendirilen deney, muayene ve belgelendirme çalışmalarının uluslararası kriterlere göre uyarlanmış biçimde yapılmasını temin etmek amacıyla bir dizi tedbir almıştır. Bunlardan; DTÖ tarafından gerçekleştirilen ‘Ticarette Teknik Engeller’ (TTE) Anlaşması kayda değer bir nitelik taşımakta olup, uygunluk değerlendirmesi hizmeti veren kuruluşların, uluslararası ilgili kriterlere göre faaliyet göstermelerini sağlamak için; anlaşmayı imza eden ülkelere, akreditasyon sistemlerini kurma şartını getirmektedir. Buna ilaveten; tarafı olduğumuz, Avrupa Gümrük Birliği Anlaşmasında da standardizasyon, belgelendirme ve metroloji konularında AB’nin ilgili mevzuatına ve uygulamalarına uyumun sağlanması şartı mevcuttur.
Ülkemizde üretilen malların piyasalarda dolaşımı için, yukarıda değinilen anlaşmaların öngördüğü şekilde; güvenilir ve şeffaf uygunluk değerlendirmesi işlemlerinden geçirilerek ilgili rapor ve belgelerin tanzim edilmesini sağlamak, Türk Akreditasyon Kurumu’nun temel amacıdır.”
DTÖ’ye bağlı tüm ülkelerde olduğu gibi, Türkiye devleti’nin de imzaladığı anlaşmalara uygun örgütlenmesinin temel kurumlarından biri olarak TÜRKAK, ’99’dan itibaren oluşturulmaya başlanır, ama kurum olarak 2001’de, alt yapılarını oluşturmak üzere faaliyete geçer. ISO–9000 standardının, emperyalist sistemin kendini yenilemesi, üretim sisteminin de yenilenmesi olarak ifade ettiği felsefeye uygun biçimlerin yaratılacağı bir politikanın yürütülmesi gibi önemli bir işleve sahiptir. Kalite felsefesi ve Dr. Deming öğretisi’nden yola çıkarak, dünya ekonomisini ulusal sınırları yok sayan ya da bu sınırlarda şekillenen engelleri ve üretim yönetimini yeniden şekillendiren kuralların yayılması amacını üstlenmiştir. Türkiye’de bu kurallara uyum amacıyla kurulmuş sisteme, “ulusal inovasyon sistemi” adı verilmektedir.
Devletin ve kurumlarının tüm kısımlarında yasal veya kurumsal değişime ilişkin projeleri destekleyen, mali ve ideolojik kaynak yaratan kurumlardan biri olarak gündeme getirilmiştir.

ULUSAL İNOVASYON YÜKSEK KURULU (UİYK)
“Bilim ve Teknoloji Politikaları” adı altında yürütülen faaliyetin TÜBİTAK tarafından oluşturulan bir bilim kurulu olan, BTYK (Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu)’nın tek amacı, kalite sistemini kurmaktı.
“Bilim ve Teknoloji ile barışık,
“Ulusal İnovasyon Sistemi’ni kurmuş,
“Bilim ve teknoloji üretmede yetkinleşmiş,
“Bilim ve teknolojiyi süratle ekonomik ve toplumsal faydaya dönüştürme (inovasyon) becerisini kazanmış,
“Dünya bilim ve teknolojisine, insanlığın bu ortak mirasına, katkıda bulunan ülkeler arasında saygınlığa sahip bir Türkiye yaratmak, biçiminde tanımlanabilecek olan bugünkü Ulusal Bilim ve Teknoloji Politikamızın ana konusunu Ulusal inovasyon Sistemi’nin kurulması oluşturmaktadır.” denilerek, sisteme uyumun bilim ve teknoloji politikaları içinde geliştirileceği söylenmektedir.
Halkı ve halka hizmet anlayışını bütünüyle dışlayan kalite felsefesinin uygulanmaya çalışıldığı siyasi ve ekonomik kurumlarda, bu felsefeyi, ülke özgülüne teşmil eden bir yapılanma projesi üretilmiştir: Ulusal İnovasyon Sistemi.
Bu sistemi hayata geçirmek üzere oluşturulan Ulusal İnovasyon Yüksek Kurulu (UlYK), sisteminin gereğini ise şöyle tarif etmektedir;
“Ulusal inovasyon sistemi; bilim ve teknoloji üretmeye yönelik kurumsal mekanizmaların ötesinde, bilimsel ve teknolojik bulguları ekonomik ve toplumsal faydaya dönüştürebilmenin kurumsal mekanizmalarını da içerir ve önemi de buradan gelir. Zira bilimsel ve teknolojik bulguları ekonomik ve toplumsal faydaya dönüştürme yeteneğine sahip bulunmayan herhangi bir ülke, sektör ya da işletmenin geleneksel korumacılığın kalktığı, uluslararası rekabete açık bir dünyada varlığını sürdürmesi mümkün değildir.”
Türkiye’nin “geleneksel korumacılığının kalktığı”nı söyleyen politika ile kamu ihale yasası, özel veya kamu sektörlerini destekleyen ihale sisteminin değiştirildiği koşullardan bahsedilmektedir. Çünkü bugüne kadar, kendi sermayesi ile kurulmuş özel işletmeciliğe, bir başka tanımla yabancı sermayenin ortaklığında olmayan işletmelere, bu ortaklığa zorunlu kılınması ve yabancı sermayenin teşvik edilmesi koşulları dayatılmaktadır. Bu da, halen varlıklarını sürdüren kamu kurumlarının, ihalelerinde, bu, nispeten özerk ve bağımsız işletmeleri destekleme koşullarının kaldırılması demektir. Gerçekten de, bugüne kadar, kamu kurumlarının ve işletmelerinin ihtiyacı olan malzeme veya ara mamulleri, hem ucuza, hem de zamanında teslim etme yeteneğini gösteren ulusal işletmelerin, artık iflas ettirilmesi için uğraşıldığı bir sistem kurulmaktadır. Hatta, ülkenin beyin takımına, “ulusal ekonomi kalmadı, her şey dünyaya entegre oldu” diye düşündüren bir ideolojik baskı da kurulmuştur. Oysa halen kamu mülkiyeti ve ahlakı, toplumda derin izler taşımaya devam ediyor. Bu nedenle bu izleri silmek üzere, politik baskılar uygulanıyor.
Ülke açısından, uluslararası rekabete açılmak üzere, korumacı “popülist politikalardan vazgeçilmesi gerektiği” de propaganda edilmektedir.
Ulusal İnovasyon Kurulu, sistemini şöyle tanımlamaktadır:
“…sistem yalnızca,
* ürettikleri ürünler, verdikleri hizmetler, üretim ve organizasyon yöntemlerinde yenilik yapabilme yeteneğine sahip firmalar (kısacası ‘yenilikçi’ firmalar); ve bu firmalara mühendislik, danışmanlık, tasarım ve kontrollük hizmetleri veren kuruluşlar;
* teknoloji transferine ilişkin mekanizmalar;
* kendi bünyelerinde profesyonelce araştırma yapan firmaların bu faaliyetlerini yürüttükleri araştırma birimleri;
*sözleşmeli araştırma merkezleri ve daha çok sınaî araştırmalar ve rekabet öncesi geliştirme faaliyetlerinde bulunan ortak araştırma merkez ve konsorsiyumları;
* temel araştırmalar yapan üniversiteler ve belli misyonlara yönelik olarak temel araştırmalar yapan kamu araştırma kurumları;
* rüzgâr tünelleri, simülâtörler, akseleratörler v.b. teknolojik kolaylıklar;
* eğitim-öğretim kurumları;
* öğretim ve araştırma kalitesini değerlendiren kurumlardan oluşmaz.
“Bunların yanında;
* enformasyon ağları ve konuya özgü enformasyon hizmetleri veren merkezler;
* standartlarla ve kalite denetimiyle ilgili kurumlar; ulusal metroloji sistemi; ulusal ‘notifikasyon’, ‘akreditasyon’ ve ‘sertifikasyon’ sistemi;
* üniversite ve kamu araştırma kurumlarının araştırma potansiyeli ile sanayi kuruluşlarının ileri teknolojiler temelindeki yaratıcı girişimciliğini buluşturan teknoparklar, tekno-kentler;
* yeni geliştirilen üretim araç ve yöntemlerini tanıtıcı -ve bunların içerdiği yeni teknolojilerin yayınımını (difüzyonunu) sağlayıcı- gösteri (demonstrasyon) merkezleri;
* firmaların yeni bilimsel ve teknolojik bulgulara erişebilmeleri; bunları kavrayıp, teknoloji gereksinmelerini karşılamak ve ticarileştirilebilmek üzere kullanabilmelerinde, kendilerine yardımcı olacak teknoloji danışmanları ve merkezleri;
* patent ofisleri ile fikri mülkiyet /sınai mülkiyet haklarını koruyan diğer kurumlar;
* uluslararası arenada, teknoloji alanında iş-görmede yetkinleşmiş kuruluşlar ve teknoloji ataşelikleri;
* özellikle aşağıdaki konularda danışmanlık hizmeti veren kurumlar/firmalar:
* yeni iş / yeni atılım alanlarına ilişkin ekonomik ve teknolojik fizibilite raporlarının hazırlanması ve yeni iş fırsatlarının geçerliliğinin irdelenmesi (tahkiki);
* iş stratejilerinin / iş planlarının geliştirilmesi; finansman yönetimi ve finansman kaynaklarına erişim;
* pazarlama, özellikle, uluslararası pazarlara açılma;
* fikrî mülkiyet / sınaî mülkiyet hakları mevzuatı (patent, faydalı model, endüstriyel tasarım, yazılım geliştirme, marka ve coğrafi işaretlere ilişkin ulusal, yabancı, uluslararası mevzuat); patent başvuru ve tescil işlemleri ve benzeri işlemler;
* firmalara rekabet üstünlüğü kazandırma, büyüme ve işlerini geliştirme konularında yardımcı olma amacına yönelik teknolojik yetenek analizleri; firmaların, işletme performanslarını sürekli olarak geliştirebilmeyi öğrenmelerini sağlama amacına yönelik işletme performans analizleri ve işletme elemanlarının yetiştirilmesi;
* “Just-İn-Time”, “Toplam Kalite Yönetimi” gibi kavramlarla ifade edilen, iş sürecine ilişkin yeni normların firma kültürü haline getirilmesi; yazılım geliştirme, veri işleme;
* yazılım ve enformasyon tedariki;
* inovasyon yönetimi; AR-GE yönetimi ve araştırma sonuçlarından yararlanma; insan kaynakları yönetimi;
* dünyadaki en iyi uygulama örneklerine erişim ve aktarım.
* genellikle yeni teknolojileri içeren ve nispeten uzun bir gelişme dönemini gerektiren yeni iş alanlarına atılan girişimcilere ve üstün yetenekleri ile yaratıcılıkları dışında sermayeleri bulunmayan birey ve gruplara, ilk atılım sermayesi (‘seed capital’) sağlayan finansman kuruluşları;
* teknolojik inovasyon yatırımlarını özendiren mekanizmalar;
* üniversiteler tarafından yürütülen bilimsel araştırmalara ve firmalarca yürütülen AR-GE faaliyetlerine finansman yardımı sağlamaya yönelik mekanizmalar;
* sözleşmeli araştırma merkezlerinin, ortak araştırma merkez ve konsorsiyumlarının oluşmasını kolaylaştırmaya ve finansman desteği sağlamaya yönelik, ayrıca, firmaları ortak araştırma yapmaya özendirici mekanizmalar;
* kuluçkalıklar, teknopark ve benzeri etkileşim ortamlarının yaratılmasını ve özel amaçlı enformasyon ağlarının kurulmasını kolaylaştırıcı/destekleyici mekanizmalar;
* teknolojik aşıdan yenilikçi ve yaratıcı girişimcilerin risklerini paylaşmak üzere, sonuçta ortaya çıkan ürün başarılı bir biçimde ticarileştirilebilmişse geri ödenmesi koşuluyla, ucuz kredi olanağı sağlayan kuruluşlar;
* kaynak ihtiyacı olan, gelişme potansiyeline sahip, ileri teknoloji tabanlı girişim şirketlerine ticari amaçlarla uzun vadeli sermaye yatırımı yapan risk sermayesi yatırım ortaklıkları,
* ulusal inovasyon sisteminin diğer yapı taşlarını oluşturur.”

Görülür ki, “bilimsel teknolojik devrim” terminolojisinin ardında, sistemli bir adaptasyon politikası adım adım örülmektedir. Doğaldır ki, bu süreçte, yani ’80 sonrası Türkiye ekonomisinde önemli bir yer tutan özelleştirme politikaları ardından, yenilenen bir politik ekonomi süreci, 1950–80 arası yapılanan ekonomi-politik ekonomisinin “eskidiği”, “bozulduğu”, “yozlaştığı”, “yolsuzlaştığı” vb. gibi gerekçelerle reddedildiği ve yenilenmenin “değişim” ihtiyacına dayandırıldığı bir süreç olarak ileri sürüldü. Eskinin, yani ’80 öncesi yapılanmanın içinde varolan ahlak-gelenek-yasa ve kurumlar, yenilenerek, “yeni düzen”e ya da “çağa ayak uydurmak üzere” yeniden düzenlenecekti.
Dolayısıyla, kalite felsefesi öğretileri içinde, devasa kampanyalarla sürdürülen bir propagandanın hedef aldığı ahlak, kamu ahlakı veya kamu işletmeciliği biçiminde örgütlenmiş bir ekonominin ahlakı, geleneği ve yasaları idi. Hedef alınan bu ahlak, gelenek, yasalar vb. de içeriği bakımından kuşkusuz kapitalistti; ancak örneğin kamu hizmetlerinin sübvansiyonuna yer bırakmakta ve her şeyi son noktasına kadar metalaştırmamaktaydı. Şimdi her alan ve şeyin kârlılığıyla değerlendirileceği “aşamaya” ulaşılmıştı.
Kalite felsefesi ve liberal eğilimlerin artırılabilirliği, reklâm veya ticari araçlarla sağlanabilirdi. Ama kamu işletmeciliğinin ve kamu görev ve denetim sorumluluğu içinde ve kamusal hizmeti bütünüyle dışlamayan üretim anlayışı içinde kurulmuş bulunan kurumların yenilenmesi için, bu kurumların yozlaştığı veya buralarda yolsuzluğun ve tıkanmaların yaşandığı, bu kurumların ve işletmelerin Türkiye ekonomisinin sırtında kambur olduğu gibi söylemlerle, yenilenmenin edebiyatı kamuyu ikna etmeliydi ki, sisteme entegrasyonda sorunlar azalsın. Hatta sadece edebiyat değil, “arpalıklar”a dönüştürülmüş kamu kuruluş ve işletmelerindeki devasa yolsuzduk olayları ortaya çıkarılıyor, rüşvet olayları peş peşe gazete manşetlerini süslüyordu, Kuşku yok ki bu kampanyanın bir hedefi vardı. Estirilen rüzgârların amacı, eskiyen kurumların değiştirilmesi gerektiğine halkın inandırılması ve ikna edilmesiydi.
Örneğin, bugünün gündemi olan “SSK’ların yok edilmesi veya ıslah edilmesinin gerekirliği”, ISO–9000 kalite sistemi eğitimlerine başlanan tüm SSK kuruluşlarında, hastane ve dispanserlerinde, SSK’nın “yolsuzluktan batırıldığı, batmaktan kurtarılması için yeni bir sistemle disipline edilmesi gerektiği” propagandası eşliğinde yürütülüyor. “SSK’ların kurtarılması operasyonu”, “daha kaliteli sağlık hizmetleri” verileceği üstünden yürütülen kalite eğitimi programlan ile başlarken, bu kurumların işçi sınıfının dayanışma örgütü olarak kurulduğu, bu amaçtan saptırıldığında, ne bu kurumların ne de memurların Emekli Sandığı gibi bir kurumsal dayanaklarının kalmayacağı söylenmiyor. SSK hastane ve dispanserlerinde çalışanlar, ISO ardından, tüm hak ve özgürlüklerini kaybedeceklerini fark etmeden, onun iyi bir sistem olduğuna inandırılıyor. Halkın % 60’ına “parasız” sağlık hizmeti veren bu kuruluşun, belge alırken, ancak %10’una “paralı hizmet” verir hale getirileceği söylenmiyor. Geriye kalan halkın ise, hastalandığında ölüme terk edileceği bir özelleştirme olduğu, ağızlara alınmıyor. Üstüne üstlük, bu kuruma ait işyerlerinin ticari bir pazar olarak görüldüğü, soygunun asıl ISO ile geleceği üzerinde hiç durulmuyor.

UİYK, TOPLUMU İKNA ETMEK İÇİN KULLANILAN BİR İDEOLOJİK AYGITTIR
UİYK’nın üstlendiği görev, sistemde kurmayı planladığı yönetimin (“yönetişimin”) açıklandığı kapsam, tüm ekonomik ve toplumsal yapı değişiminde atılacak adımları tarif eder. Bu adımların, Uruguay Antlaşmaları’nın çerçevesine uyumlu politik düzenlemeler olduğu görülür. Üretim, ürün ve hizmet kuruluşlarının yeniliklere ayak uydurması olarak ifade edilen yeteneğe ulaşmasında, eğitim ve teknik politikalarında, bu yeniden örgütlenmenin alt yapısını oluşturmak gibi bir misyona sahip olduğu görülür. Bu alt yapının, enformasyon hizmetleri veren kuruluşlarla, standartlarla ve kalite denetimiyle ilgili kurumlarla (ulusal metroloji sistemi; ulusal ‘notifikasyon’, ‘akreditasyon’ ve ‘sertifikasyon’ sistemi, ki bunların kurumları TÜRKAK, UME, uygunluk değerlendirme yetkisi alacak kuruluşlar olarak şekillenmiştir), teknoparklar ve tekno-kentlerle, ilk atılım sermayesi verecek finans kuruluşlarıyla, özel amaçlı enformasyon sistemlerinin kurulmasıyla, organize sanayi bölgeleri, serbest bölgeler veya endüstri bölgeleri vb. vb. kurulacağı belirtilmiştir. Özellikle, araştırma merkezlerinin, ortak araştırma merkez ve konsorsiyumlarının oluşturulması hedefinin, yabancı sermaye ile işbirliği içinde yürütülecek projeler olduğu açıkça söylenmektedir. Çünkü KOBİ’lerin ezici bir çoğunluğunun bu teknolojileri kurma gücü yoktur. Bu nedenle ortak teknoparklar projeleri, devlet-IMF sermayesi destekli yürütülecektir. Ve çok açıkça, inovasyonun, uluslararası denetime kapı aralayan bir sistem olduğu baştan kabul edilmektedir. Dolayısıyla, AR-GE olarak veya ortak proje olarak tüm kurum ve kuruluşlarda yürütülecek çalışmaların, tekellerin ihtiyacı yönünde ve denetiminde yürüyeceği, önkoşul olarak kabullenilmiştir. Bu tür araştırmaların veya fikri ortaklığın patentinin de, bağlı tekele ait olacağı, bu açıdan da, fikri mülkiyet ve sınaî mülkiyet hakları mevzuatı (patent, faydalı model, endüstriyel tasarım, yazılım geliştirme, marka ve coğrafi işaretlere ilişkin ulusal veya uluslararası mevzuat); patent başvuru ve tescil işlemleri ve benzeri işlemlerden elde edilecek gelirlere doğrudan tekellerin el koyma hakları sağlanmış olacaktır. Dolayısıyla, ulusal ya da kamusal bir proje veya düşüncenin, üretimi dâhil her atılacak adımı, yabancı sermayenin kar payı alacağı bir üretim olarak, organizasyon tamamlanmış olacaktır.

UİYK’YA GÖRE YENİLİKÇİ BİR GİRİŞİMCİ NASIL OLMALI?
Teknolojik açıdan yenilikçi veya yaratıcı girişimci, teknolojik yenilikleri almak (ISO–9000 veya CE almak) ve bunları, üretimde kullanmak üzere, kriterlerini yerine getirmeli. Bunu ispatlamak üzere denetleterek, belge almalı. Belge ücreti veya ekipmanlarını almak gibi bir isteğe sahip olmalı ki, “ayakta kalabilsin”.
Bu girişimci, aynı zamanda, Just-ln Time (kısmi zamanlı) çalışma, toplam kalite gibi kavramlarla iş süreçlerini kalite kültürüne uygun hale getirebilme, işletmesinde performans analizleri ile işyerinde çalışanlara sürekli bir baskı kurabilme, insan kaynaklan yönetimiyle, çalışanlarını, en hızlı koşan diğer emekçilerle sürekli yarıştırabilme ve yerlerini değiştirebilme, her an denetleyebilme ve istediği an ve biçimde fırlatıp atabilme, gerekli olduğunda ceplerine ulaşarak geri çağırabilme vb. yetilerine de sahip olmalı. Çalışanları veya üretimde yapacağı her işi ve gelişmeyi, veri tabanı oluşturarak yazılı istatistiklerle, bağlı olduğu uluslar arası ortağına veya şirkete, düzenli bilgi verecek enformasyon tekniğini almış olmalı veya en azından alma hazırlığı içinde olmalı. Bağlı olduğu tekele veya alt işletmesine ait geliştirilmiş bir ürün veya üretim tekniğini, her gelişmede takip ederek satın alma yeteneğine de sahip olmalı. Her bir yetenek veya yaratıcılığının kaça patlayacağının hesabını tutamayacak kadar da, başı dönmüş olmalı. (Kısacası, sustalı maymuna dönüşmüş olmalı.)
Örneğin, sadece bir ISO–9000 Kalite Belgesi veya CE markası alabilmek için, bu günün kuruyla, 15 bin ABD doları, sadece belgelemenin son işlemine vermek üzere, test laboratuarı kurmak, bunu ayrıca belgelemek, bu laboratuar için kalifikasyonda kullanacağı test cihazlarına yüklüce ödemede bulunmak, her bir test cihazını, ayda veya iki ayda bir, üst kalifikasyon için, bu amaçla kurulmuş merkez kalibrasyon kuruluşlarına götürmek, test ettirerek, belgesini almak, bunların her birine dolarla ifade edilen ödemeler yapmak vb. vb. zorunlu. Standart oluşturmak için, yani istatistik ve veri tabanını, performansa göre değerlendirmeleri günlük, aylık, yıllık planlar halinde yapmak üzere, ayrıca araştırma için gerekirse eleman almak ve onlara aylık (bunların eğitimi için ayrıca, sertifikasyon kuruluşlarına) ödeme yapmak, kalite eğitimleri için dışardan kalite eğitimi verecek danışman şirketlere yine 10-15 bin dolara yakın bir para ödemek, vb. vb. gerekiyor. Bitmez tükenmez ödemelerden sonra da, belge alamamak gibi bir sorunla karşılaşmak mümkün. Belge alsa bile, her yıl tekrarlanan denetleme ve altı ayda bir de iç denetim elemanlarına (devlet veya özel denetleme kuruluşlarına) belgesinin sürekliliğini test ettirmek için para ödemek zorunda. Her ölçüm aletini ayda bir kalibre ettirerek belge almayı ihmal etmemesi gerek.
İnovasyon yeteneğinin neye mal olduğunu, olacağını bugünden kimse bilemez. Danışman firmaların hesaplarına göre, bugünkü kurlarla hesaplandığında, en az 40–50 bin dolarla ifade edilen bir rakam tutacağı söyleniyor.
Ama bütün teknolojik gelişime ayak uydurması gereken sanayi ve hizmet üretiminin çekildiği çukurda, ödenen dolarların kimlerin cebine gittiğini herkes bilir. Bu ödemelerin kuruşu kuruşuna işçi ve emekçi halkın cebinden çıktığı veya çıkacağını da en iyi, emekçiler bilir.
Akreditasyonun, ya da inovasyon sisteminin bu anlamıyla, tam bir soygun sistemi kurmak olduğu açıktır.

BANKALAR YASASI
İnovasyona uygun bir üretim sisteminin kurulmasında amaç ve araç olan paranın, merkezi denetiminin sıkılaştırılması, bankalar eliyle yürütülecekti.
Teknoloji almayan, belge almayan şirketlere kredi verilmemesi ve desteklenmemesi için yasa çıkaran devlet, bunu bankalarla yürürlüğe koyacaktır. Bu nedenle bankalar yasası, ekonomiyi yeniden yapılandırma ve sisteme uygun hale getirmede, mali denetimi merkezileştirme işine ağırlık veriyor.
Düne kadar, her holdinge ait bir banka kurdurma, her sektörü kendi bankası ile destekleme üzerine şekillenen politikalar, bugün sermayenin yeniden birkaç elde toplanması için yap-boz tahtasına döndü. Aynı liberal politikalar, ’80 sonrası banka sayısını 90’a çıkarırken, bugün, en fazla 11’le sınırlamayı düşünüyor. Şekerbank, Tütünbank, Sümerbank, Oyakbank, Tekstilbank, Etibank, Çaybank, Pamukbank, Denizcilik Bankası vb. gibi sektör bankaları ve Koçbank, Yaşarbank vb. gibi holding bankaları sayısal olarak artarken, sermayenin de dağılımı denetlenemez ya da zor denetlenir hale geldi. Bu süreçte, mali denetimin merkezileştirilmesi amacıyla, standarda uygun kriterlerde hizmet üretmeleri için BDDK (Bankalar Düzenleme ve Denetleme Kurulu) kurulmuştu.
“Bankalar battı, soyuldu” , “kurtaralım” operasyonlarının ardındaki “daha büyük soygunlara hazırlayalım” fikri, gözlerden saklanmak istenen asıl gerçekti. Aslında bankalar, tekellerin soygununa hazırlanıyordu.
Her il ve ilçede olmak üzere, onlarca bankaya ait yüzlerce şube, yüz binlerce çalışanına da geçim kaynağı sağlıyordu. Aynı zamanda, Ziraat ve Halk bankaları gibi tarım kredileri veren, KOBİ’leri destekleyen bankalar, köylülüğe ve küçük üreticiye, esnafa destek sağlıyordu.
BDDK’nın özellikle Ziraat Bankası ve Halk Bankası olmak üzere, kamu bankalarının yönetim biçiminde alınan kararlarına bakıldığında, bunların uluslararası standartların kurallarına göre kredi düzenini yenileyeceği anlaşılmaktadır. Dışbank, bu iki bankanın standart uygulamalarında örnek olarak alınmıştır.
Türkiye’de ilk ISO–9000 belgesi alan yerli banka Garanti Bankası’dır.
BDDK’nın kamu bankalarında yaptığı ilk düzenleme; genel müdürlükler ve müdürlüklerle bölge müdürlüklerini kaldırmaktı. Banka merkezinde, yönetim kurulları (YK) oluşturmaktı. Ve YK’na bağlı alt birimler temelinde, örgütlenme şeması, tüm il ve ilçe şubelerinin doğrudan YK’na hesap vermesi biçiminde değiştirilmişti. Pek çok ilçede şubeler kaldırılırken, il şubelerinin sayısı da mümkün olduğunca azaltılmıştı. Böylece, hem yüz binlerce emekçiye yapılan ödemelerden kurtulunmuş, hem de özellikle küçük üreticilerin yararına olan kredilerin kesilmesi gündeme gelmişti. Asıl önemlisi, bu yapılanmayla, formel hale getirilmiş kamu bankalarının kamusal işlevi sıfırlanarak küçük ve orta üreticiler ve ulusal ekonomi ile bağları tümden koparılıp, doğrudan uluslararası tekellerin hizmetine ve denetimine açılmasıydı. Bunda amaç ise, kamu işletmeciliğini ve ulusal işletmeciliği tümüyle ortadan kaldıran ve KOBİ işletmeciliğini (tarım-sanayi-hizmet) doğrudan büyük tekellerin denetimine alan bir örgütlenmenin alt yapısının örülmesi olarak görülebilir.
Yönetim kurullarına bağlı 4 alt kısım; 1-Kredi pazarlama, 2- Şube dışı kâr merkezi, 3-Operasyon destek hizmetleri ve 4- İç denetim hizmetleri, ile sınırlı işlemler, dört murahhas üyeye bağlanarak, bunların YK’na hesap vermesi ve denetlenmesi sağlandı.
Verilen her kredi, kuruşuna kadar denetimden geçirilerek ve geri ödemesi, en küçük kırıntısına kadar hesaplanmış, sürekli kârı artıracak bir üretim teknolojisi geliştirme koşuluna bağlanacaktı. Bu denetimi yapabilecek şubeler açık kalacak, yada varolanlar bu temelde yapılandırılacak, geri kalanlar kapatılacaktı. Bu ise, şu anlama geliyordu: Her işletme veya KOBİ, doğrudan, o sektörde yer alan tekelci bir şirketin alt organizasyonu içinde yer alarak, kredi alabilir ve yaşayabilir bir kıskaca alınacaktı. Bu yolla, ülke ekonomisi açısından, nispeten özgül ve özerk kuruluşların ve şirketlerin gereğinin kalmaması, bağımsızlığını tümden yitirmesi isteniyordu. Örneğin, tarım işletmeleri sahipleri, köylülük veya küçük üreticiler, bunların örgütleri, TZOB (Türkiye Ziraat Odaları Birliği), TZDK (Türkiye Zirai Donatım Kurumu), TMO (Toprak Mahsulleri Ofisi), EBK (Et ve Balık Kurumu) ve Ziraat kooperatifleri olarak tarım işletmelerinin (eskiden kurumları denebilirdi) artık yerel bankalardan kredi alma devrinin kapandığı, doğrudan tarım tekellerinin alt işletmeleri (taşeronları) olarak, bu tekellerin yönetim kurullarının kararı ile gerekli görüldüğünde destekleneceği bir örgütlenme modeli yaratıldı. Yani, ISO standardının, “proses kontrol” prosedürü içinde yer alan, “performansa göre değerlendirme” kriterine uygunsa, bir üretimin sürmesi, yoksa kapanması veya üretimden el çektirilmesi getiriliyordu. Bu standarda uygunluk, kredilendirmede etkin olsun, hatta sadece standart almak koşuluyla kredi verme kriterine uyulsun isteniyordu. (DB kredilerinin verilme koşulu bunu dayatıyordu.)
Tarım işletmelerinin (ve köylünün) etkin kullanımı adı altında, tarımın tekellerce yeniden düzenlenmesinin politik açılımı ise, ABD ve AB menşeli şirketlerin, “köylülüğün tembelliği ve ekonomiyi zayıflattığı” propagandası ile yürütülüyordu.
Mali sektör ve devlet kurumlarının, yeni ekonominin yapısal reformları çerçevesinde yeniden yapılanması için, titizlikle ve kararlılıkla şekillendirileceğim söyleyen Maliye Bakanı Sümer Oral, 2002 mali yılı bütçesini açıkladığı konuşmalarında; Türkiye ekonomisi için “İdari reform çalışmaları, AB’ye uyum, Dünya Bankası Projeleri, OECD ile işbirliği çerçevesinde uyumlu bir bütünlük içinde yürütülecek ‘hesap verilebilirlik’ ve ‘saydamlık’ ilkeleri ‘iyi yönetişimin’ yükselticisi olacaktır” diye konuşuyordu.
Yeni bütçe kod yapısı ve tahakkuk muhasebesinin toplam kalite yönetimi ve performansa dayalı yönetime hizmet edeceğini ifade eden Oral, “Harcama reformu kapsamında konsolide bütçeye dâhil altı pilot kuruluşta uluslararası standartlara uygun yeni bütçe sınıflandırması uygulamasına geçildiğini, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Hazine Müsteşarlığı, Sahil Güvenlik Komutanlığı ve Karayolları Genel Müdürlüğü ile Hacettepe Üniversitesi’nin pilot uygulamaya dâhil edildiğini” söylüyordu.

VERGİDE OTOMASYON
Sümer Oral, yine bütçe konuşmasında, uluslararası standartlarda, Vergi Dairesi Tam Otomasyon Projesi’nin ikinci aşamasına (VEDOP–2) başlamayı planladıklarını, bu kapsamda her ilde en az bir vergi dairesi olmak üzere belli sayının üzerinde mükellefi olan bütün vergi dairelerinin otomasyona geçmesinin sağlanacağını, böylece, merkezde bütün bilgilerin toplanıp yönetim ve denetim için etkin bir “Veri Ambarı”nın kurulmasının planlandığını açıklıyordu. Yani inovasyon yeteneği yüksek bir yapılanmanın, vergi reformu kapsamında da yürütüleceğini söylüyordu.
Vergi politikası, her dönem, halkın cebine doğrudan ulaşan devletlerin en büyük soygun politikası olarak görülür. Şimdi ise, uluslararası tekeller, vergi toplama konusunda, devletleri sıkıştırarak, halkı daha fazla ve etkin olarak sömürmelerini dayatıyor. Vergi toplayan il ve ilçe idareleri, kaçak yapılaşma sonucu ellerinden kaçırdıkları vergiyi daha etkin toplamaları için yeniden yapılandırılıyor. Bunun için denetim ağı sağlayacak teknoloji ile enformasyonu ellerinde tutacak tekellere de hesap verme durumunda kalacakları bir sistem kuruluyor. Vergi dairelerinin, yönetimlerinde, değişim ve denetleme organizasyonu yeniden biçimlendirilerek, yeni soygunlara alt yapı hazırlığında olunduğu, vergi sisteminin daha etkin bir soygun aracı olarak kullanılacağı, her gün gazete manşetlerini kapsayacak boyutlarda yeni vergilere ilişkin haberlerin artacağını görerek “yenilik”in, ne denli “eski”ye ait olduğu izlenebilir.

Şubat 2002

Yabancı sermayeye açılan işletmelerdeki modernizasyon çalışmaları ve üretim ilişkileri

Yabancı sermayeye açılma, son günlerin modası haline geldi. Yabancı sermayeye açılma ile eş anlamlı olan entegrasyon, tekelci hegemonyanın tüm işletmelere yaygınlaştırılması gibi bir hedefe kilitlendi. Bu hegemonyanın emek üzerinde yarattığı etkilerin bir kısmını incelemek üzere, yabancı sermayeye açılan bir üretim yerinin modernizasyonu, yeniden yapılandırma sürecini inceleyerek, üretim ilişkilerine etkisi üstüne bazı sonuçlar çıkaracağız.
Bunun için iyi bir örnek olan PROCTER & GAMBLE TURKEY’de yaşananları ele alacağız.
Ariel, Alo, Mintaks gibi deterjan ürünleri üreten Sefaköy’deki fabrikanın sahibi Ahmet Dürüstler, 1989’da tüm hisselerini Procter&Gamble adlı uluslararası bir tekele devreder. Kısa adı P&G olan bu tekel, Türkiye’deki şubesi haline gelen işletmede, ürün yelpazesini genişleterek, Pringles (İtalya’dan ithal ettiği gıda sanayisindeki patates cipsi), Orkid (çocuk ve kadınlar için pet bezler), İpana (diş macunu), Blendax, Pantene, Rejoise vb. (şampuan, vücut ve saç kremi) ile bunlara ait ara malların üretim ve dağıtımına da başlar. Tüm ürünleri için olduğu gibi aramalı ve hammaddeleri için de Ortadoğu’da İsrail merkezli bir dağıtım ağı kurar.
Fabrikanın sendikalaştığı 1983 yılından itibaren, bağlı olduğu sendika DİSK/Lastik-İş, iş değerlendirmesini kabul eder. Ücret ve istihdam politikası olarak iş değerlendirmesiyle her işçi, girdiği kısımda çalışır, başka bir kısma verilmez ve o kısma ait bir ücret alır. Ama kısımlar arası ücret farklılıkları ile ilk bölünme başlamıştır. Son krizle birlikte kısımlar arası değiş tokuş da başlar. Fabrikada vardiyalı çalışma vardır. Üç vardiyalı çalışmada 8–16, 16–24, 24–8 yerine, 8–16.30, 16–24.30, 24–8.30 olarak her vardiyada işçi başına 30 dakika uzatma yapılır.
P&G Turkey 1990’da, işletmede kalite sistemine geçmeye başlar. Kalite sistemi adım adım şöyle geliştirilir:

Kalite Sistemine Başlangıç: “0.” Adım
-“0.” Adım: 1990’da atılan ilk adımlar kalite sistemine hazırlık niteliğindedir. Duyurular, ideolojik propagandalar, eğitimler, kalite tarihi ile ilgili bilgiler, hedefler, altyapı çalışmaları olarak prosedürlerle sürdürülür. “İşçinin kendi fikriymiş” gibi yukarıdan dayatılan fikirler, “öneri”ler, “hedefler saptanmaya başlar. Çalışma biçimleri ve üretim girdilerine ilişkin datalar, veri kayıt formatlarında bilgisayarlara girer. Hammadde girişinden, tüketicinin kullanım süresine kadar ürün hakkında tüm detayların, tedarikçi firmalardan ürünün işlenmesine ve müşteri tarafından kullanımına kadar geçen tüm sürecin bilgilerinin bilgisayar sistemi içinde ayrıntılı bir biçimde raporlandığı, kolayca ve kısa sürede bu bilgilere ulaşılabilen bir denetim sistemi oluşturulur. Bu sistem, “merkez” tarafından üretilen prosedürlere göre formatları standartlaştırılmış bir çalışmanın ürünüdür.

Yüksek Performans Çalışma Sistemi (YPÇ)
İkinci Adım: Yüksek Performans Çalışma Sistemi (YPÇ) ile sürdürülen kalite çalışması, 1997’ye kadar kalite eğitimleri ile devam eder. Bu arada şirket, performansa göre ücreti, sendikalı işçilere dayatır. Sendikanın karşı tavrı buna izin vermez, fakat sendikasız çalışanlar üzerinde etkili olur. Bu sistem ile birlikte, işçiler arasında rekabet, ispiyonculuk, düşük performansla çalışanların yöneticiler (mühendisler) tarafından uyarılması, adım adım geliştirilerek yürütülür. Sistemin özellikleri ile ilgili eğitimler, her hafta düzenli olarak, uzun sürelerde yapılır. Her ay yöneticiler (veya her bölümün mühendisi) tek tek her işçi ile birebir görüşür. Bu yüzden buna “birebir kalite” de denir. Bu görüşmede;
1- Hedefler konusunda işçinin tutumu, gelecekte ne yapmak veya ne olmak, hangi kısma geçmek istediği, işyeri hakkındaki düşünceleri sorulur.
2- Performans durumu, puanlama koşulları, kaç “uyarı” aldığı vb. gibi değerlendirmeler yapılır.
3- Kaç “kaizen” yaptığı sorulur. Sistem veya makinalar ile ilgili sürekli geliştirme üstüne düşünce üretme anlamına gelen kaizen, her işçiden istenir ve bunu her ay, hatta her gün yapması veya en azından düşünmesi gerekir. Aslında her öneri veya düşünce, bir “kaizen”e tekabül eder. Bir kaizen örneği vermek gerekirse; “Paketleme bölümünde, iki makinenin bantlarının birleştirilerek tek bir makineyle iki bandın çalışması sağlanabilir” gibi. Bu uygulandığında iki istifçi sayısı bire düşürülür, yani bir işçi atılır. Kaizenler sonuç olarak işçi kıyımına ve daha çok yorgunluğa yol açar.
Bu görüşme sonrası işçilerin alacakları ücret tek tek belirlenmekle kalmaz, hangi işçinin çıkarılacağı ya da hangi bölüme geçeceğine de sözde “yönetimle birlikte” karar verilir. Performansı çok düşük çıkan, diğer işçilere ayak bağı olacağını düşünen işçi, “kendiliğinden işten çıkar.”
4- Yılda 3–4 kez de, farklı “audit”ler (test etme), yani sınavlar ve kredilendirme yapılır. Çevre, kalite sistemi içindeki uygulamalar, iş güvenliği, işçi sağlığı, verimlilik, vb. gibi konularda işçiler ve diğer çalışanlar testten geçirilir. Önceden eğitimlerde verilen bilgiler sorulur. Standartlara uygun iş yapılıp yapılmadığı değerlendirilir. Sınav sonucu puanlanarak, her kısma ait puanlama ile o kısmın işçilerinin performansına etkilendirilir.

Otonom Çalışma Sistemi = Toplam Verimli Bakım
– Öncekilere Otonom Çalışma Sistemi eklenerek, Entegre Çalışma Sistemi’ne ulaşılır. Bu şöyle formüle edilir: Kalite Sistemi + Yüksek Performans Sistemi + Otonom Sistem = Entegre Çalışma Sistemi.
– Entegre Çalışma Sistemi’ne 1997’den itibaren geçilmiştir. Bu sistem, ilk başlatılan kalite ve yüksek performans sistemlerine eklenen Otonom Sistem ile birlikte yürütülen bir çalışmadır. Toplam Verimli Bakım olarak, otonom sistemde ilk önce makineler yenilenir. Ya yeni bilgisayarlı makineler alınır ya da aynı makineler çok işlevli hale getirilir; bilgisayar eklenir, kapasitesi arttırılır vb. Fabrika dışından teknisyen grupları veya danışman şirketler gelerek, kendi proses geliştirme tekniklerini, kaizenlerini fabrikada komple uygulamaya sokarlar. Eğitimler verirler. Auditler yaparlar. Çıkarılacak işçilerin ve bölümlerin listelerini oluştururlar.
’97-’98 yıllarında, hem işçilere hem de mühendisler ve diğer çalışanlara verilen yüksek performans eğitimleri, ’99’dan itibaren “Otonom Eğitimleri” adını alır. Otonom sistem ilk tanıtıldığında, bütün işçiler tam destek verir, bu, işçilerin çok hoşuna gider. Yeni alınan makinelerle veya eskilerin teknik olarak geliştirilmiş haliyle -Leds sistemi- devreye girer. Yani her makine fotosell sistemi ile bilgisayarlı olarak çalışır ve bir hata olduğunda kendiliğinden durur. Hata ya da duruş nedeni, makinenin bilgisayar panosunda yazılıdır. Bir hata durumu, uyarı sistemi ile birlikte, sıkışma, yağ bitmesi, su kesilmesi vb. söz konusu olduğunu da bildirir. Makine başındaki işçi de buna bağlı olarak uyarılmış olur ve bu “uyarı” durumuna göre performans puanı düşürülür.
P&G’de son bir yıldır eğitimler sıklaştırılarak, hemen her gün 5–10 dakika ile sınırlı bir sınava dönüştürülmüştür. Eğitim sonucu sınavlar yapılarak, performans değerlendirme (buna bağlı olarak ücret belirleme) daha da hızlandırılmıştır. Her işçinin sınav sonucu (en az 70 puan almak gerekiyor yoksa tekrarlanıyor) performans puanına ekleniyor.
Şirket müdürü Dirk, her gün yaptığı bu eğitim ve sınavın amacını. “Vizyona verilen değeri ve ne kadar anlaşıldığını test etmek” olarak ifade ediyor.
Performans günlük üretim hızı ile ölçülürken, makinelerin üretim hızı, verimlilik ölçüsünde işçinin verimliliğini de ölçen bir bağımlılığı üretiyor. Bu nedenle, makine bakım ve onarım hızının en verimli olduğu otonom sistem devreye giriyor. Üretim sürekli artarken, işçi sayısı düşürülüyor. Mühendis sayısı ise aynı kalıyor veya hatta artırılıyor. Makinelerin bakım ve onarımını yapan işçiler olduğuna göre mühendislerin görevinin, kalite sistemini ve çember gruplarını yönetmek üzere tekelin yöneticiliğini yapmakla sınırlı olduğu da ortaya çıkıyor
Buna örnek olarak;
Bütün fabrikada 1997’de, yaklaşık 400 işçi ve 100 civarında mühendis çalışırken üretim 600 msü’dür, (1 msü=1.2 ton). Bu kapasite,
2000’de   190 işçi  100 mühendis ile 700 msü’ye
2001’de   190 işçi  100 mühendis ile 1200 msü’ye çıkar.
Yaşanan son krizden bu yana da gerçekleşen üretim 700 msü civarında. (Şubat 2001).
Üç yıl önce, fabrikanın basına gelen Belçikalı Müdür Dirk, baştan sona tüm fabrikada revizyona giderken en önemli alan olarak makine bakımı görür. “Toplam Verimli Bakım”, diğer adıyla “Toplam Üretken Bakım” başlığının kullanıldığı ve Toplam Kalite Yönetiminin en önemli unsuru olarak kabul edilen bu sisteme ait eğitimler, çok önemsenir. Burada verilen eğitim notları, Erdemir Demir-Çelik fabrikasındaki eğitimlerin aynısı kullanılarak yapılır. Erdemir’de de aynı sistem çalışmaları vardır ve işçiler DİSK/Maden-İş’e üyedir.
Otonom Sistem çerçevesinde uygulanan Toplam Üretken Bakım (TÜB), Japon uzmanlarca yapılan tanımına göre 5 adımdan oluşur:
1- Üretim sisteminin verimliliğini en üst düzeye çıkaracak bir şirket kültürünün oluşturulması.
2- Tüm üretim sisteminin beklenen hayatı boyunca, kayıpları önleyerek, sıfırlama hedeflerini, “sıfır kaza”, “sıfır hata” şeklinde sağlayabilmek için, bir “genba-genbutsu” sisteminin kurulması.
3- Organizasyonun, üretim, geliştirme, satışlar, yönetim gibi tüm fonksiyonlarının katılımı.
4- Kuruluşun tüm elemanlarının, üst yönetimden ön saf çalışanlarına kadar görevlendirilmesi.
5- Ardışık ve örtüşen küçük grup yapılanmasıyla, sıfır kayba ulaşılması.
Burada sözü edilen “ardışık ve örtüşen küçük grup yapılanması” ile çember-ekip çalışmasındaki kalite çemberlerinden söz edilmektedir.
ERDEMİR’de ISO 9002 Kalite Güvence Sistemi ve ISO 14001 Çevre Yönetim Sistemi oluşturulurken, verilen eğitimlerde şunlar söylenmektedir:
“Böyle bir programın uygulanması uzun soluklu bir iştir. Planlı ve dikkatli hareket edildiği, aceleye yer verilmediği oranda başarı, kaçınılmazdır. Toplam Verimli Bakım (TÜB), bir YÖNETİM sistemidir. Böyle bir projenin başarılı olabilmesi için, birinci koşul, ÜST VE ORTA YÖNETİMİN bu işe tam katılımıdır. En önemli koşullardan ikincisi ise, ÇALIŞANLARIN (işçiler) bu olaya inandırılması ve ikna edilmesidir.”
ERDEMİR eğitim notlarından alınan bu mizah, P&G tekelinin uluslararası tüm fabrikaları ve dağıtım merkezlerinde uygulanmak üzere sistematize edilir. Adım adım uygulamaya konur.
Rekabet için herkesin ikna edilerek bireyciliğin kışkırtıldığı bir şirket kültürünün oluşturulması açısından ilk adımlar atılırken, kapitalist işletmeciliğin rekabet gücü her adımda öne çıkarılan en büyük veri olarak alınır. “Benim rakibim olan firmanın koşullarına erişemezsem kapanırım, ya da aynı koşullarda rekabet gücüne kavuşmam gerek” teranesi her seferinde işçi sınıfının karşısına dikilir. P&G İstanbul fabrikasında da bu dayatma, Otonom Sistem uygulamasında TÜB fonksiyonlarının her birinde psikolojik bir baskı gücü yaratarak, kabullendirici/dayatıcı etkisini sürdürür. Sistem geliştirme programlan, tüm ekiplerce planlanarak, projeler üretilmesi teşvik edilir, ekipler arası rekabet kışkırtılarak uygulamaya konur.
Rekabetin bu gereğine ve olanağına dayanarak Genel Müdür Dirk, işçilere, 3 ay önce, “üretimi daraltacağını”, bu nedenle “her işçiye 2 ayda 4 hafta ücretsiz izin” yaptıracağını söyledi. Sendikada yapılan toplantılarda bu uygulamaya karşı çıkılarak, bu süre en fazla 3 haftaya indirildi. Daha fazlası ellerinden gelemedi. Her işçi geçen ay 2 hafta, bu ay 1 hafta olmak üzere ücretsiz izine çıkarıldı. (Temmuz-Ağustos 2001). Patron, “Ücretsiz izinleri kabul etmezseniz 40 işçi atarım” ya da “Herkes direnirse tüm fabrikayı kapatır, giderim” diye işçileri tehdit etti. “Keşke direniş yapsanız, üretimi azaltır ya da durdurur, Rusya’ya ya da Mısır’a kaydırırım” dedi. Çünkü işletmedeki işçiler arasında yaratılan rekabet, aynı zamanda, P&G Çekoslovakya, Rusya, Mısır, Çin, Uzak-Doğu vb. işyerlerindeki işçiler arasında da sürüyor.
Pahalı ya da verimsiz üretim yapan işletmelerde üretim azaltılıyor, kapanma noktasına getiriliyor. Ucuz işgücü olan, ama aynı zamanda daha az riskli olan ülkelere doğru üretim kaydırılıyor. Örneğin; Pantene ve Rejoice gibi şampuan ürünleri, 2 yıl öncesine kadar Sefaköy’deki fabrikada üretiliyordu. Şimdi, buradaki şampuan bölümü kapatılarak, Fransa’dan getirilen aynı ürünlerin dağıtımı, bu fabrika üstünden iç piyasaya ve tüm Ortadoğu’ya İsrail merkezli olarak yapılıyor. İthal ürünlerin dağıtımının bir kısmı da Çayırova’da bulunan depodan yapılıyor. Hammaddeler, soda, kostik. enzimler, savinas vb. önceleri Avrupa’dan geliyordu, son 2 yıldır Romanya’dan, Tayvan’dan ve Çin’den gelmeye başladı.
Kalite+Yüksek Performans+Otonom Sistemleri’nin ortaklaştırıldığı bu Entegre Çalışma Sistemi’nin bir parçasını da, “sonuçlar üstünden geriye dönük bakış” olarak adlandırılan bir organizasyon; müşteriler, çalışanlar ve ekiplerle birlikte takım ruhunu geliştirme kutlamaları oluşturur. Örneğin çalışanların doğum günleri birlikte kutlanır.

* * *
P&G işçisinin yarısı sendikalarında yapılan toplantılara katılıyor, ama sendikacıların verdiği kalite karşıtı eğitimlerin bir alternatif üretemediğini düşünüyor. Uluslararası bir dayanışmanın arayışına giren işçilere göre, tekelin 30’dan fazla ülkede bulunan işletmelerinden sadece üçünde sendika var. Diğer ülkelerdeki işletmelerde işçilerin örgütsüz olması nedeniyle dayanışma ve örgütlenmede sorunlar olduğunu düşünüyorlar.
Her üç ayda bir yapılan sendika temsilciler toplantısının sorunlarını çözmekten uzak kaldığını, farklı işletmelerdeki farklı uygulamalardan kaynaklanan sorunları tartışan bir konumda olduğunu ve pek bir şey yapılamadığını ifade ediyor P&G işçileri. Aynı tekele ait işyerlerinde ortak bir örgütlenmenin daha doğru olacağını, ama bunun için de bilgi eksikliği çektiklerini vurguluyorlar.

* * *
Yukarıda verilen örnek, yabancı sermayeye açılan tüm işletmeler için geçerli olan bir kesit sunuyor. Hükümetin yeni aldığı kararlar ve sermaye örgütlerinin “yabancı sermayeye yeteri kadar açılamadık” hayıflanmalarına bakılırsa, bu sisteme uygun zeminin yeteri kadar düzenlenemediğini veya düzenlenemeyeceğini düşünebiliriz. Ama verilen uğraşların önemli bir kısmının, “dünyaya açılma” adına şirketleri yabancı sermayenin talanına ve denetimine açmanın ve buna uygun bir üretim tekniğini oturtmanın hesapları olarak ortaya çıktığını söylemek gerekiyor. Özellikle son birkaç yıldır, bizimki gibi geleneklerine bağlı toplumlarda zorlanan bir yapılanma olan Toplam Kalite Yönetimi ve uygulamaları, tüm direnişlere karşın hızla yaygınlaşıyor.
Bu örnek, bize, dünya ölçeğinde kapitalist tekellerin aldığı kararlar ve uygulamalarının, üretim biçiminin üst yapı fonksiyonlarında olduğu kadar alt yapının fonksiyonel gidişatı hakkında da, tekellerin el attıkları ülke işletmelerinde alacakları pozisyon ve yöntemleri bakımından da bir fikir veriyor. Benzer uygulamalar, her tekelin kendi bünyesine uygun program ve verilerle sürdürülse de, üç aşağı-beş yukarı aynı süreçlerden geçiyor. Bunların hemen tümünde; ABD menşeli, Japon ekonomisinde mayalanmış ve oradan Doğu Asya başta olmak üzere Avrupa ve diğer ülkelere de yaygınlaştırılan bir metodolojinin genel çerçevesine uygun bir kesit görmek mümkün.
Aynı zamanda, alt işletmecilik olarak taşeron işletmeciliğinin yaygınlaştığı üretimde, merkez işletmelere, mamul, ara mamul ya da hammadde üretmek üzere “just in-time” yani tam zamanında, sipariş üstüne üretim yapan bir üretim örgütlenmesini, tüm dünya ülkelerine yaygınlaştırmada kullanılan bir metodoloji ile de karşı karşıyayız.
Tekellerin dünya pazarlarını paylaşmada ve kendi aralarındaki hegemonya mücadelesinde, girdikleri ülkenin ekonomik, siyasal, sendikal vb. tüm kurum ve kuruluşlarında, bu paylaşımın kolaylaştırılmasının yol ve yöntemleri olarak bu metotlara yöneldiklerini gözlüyoruz. (Toplam Kalite sistemi içinde yer alan, QS, AS/14.000, ISO–9000–2001 versiyonu gibi.) Özellikle gelişmemiş ülke yönetimleri de bu gidişata ayak uydurmaya çalışıyor.
Emperyalizmin sadece üst yapı kurumlarını değil, ama aynı zamanda, alt yapıyı, ekonominin en alt köşe taşlarına kadar denetleyebileceği bir yayılmacılığın geliştiği bu süreci; eski türden yayılmacılığa / sömürgeciliğe özgü olan, başlıca üst yapı kurumlarında esaret zinciri kurma metotlarıyla açıklamak yetmez. Geçen yüzyıl boyunca tüm ekonomik yaşamı, bütün bir üretim sürecini egemenliği altına alan tekeller, günümüzde, -üretim tekniği de içinde olmak üzere- emeğin ve üretimin, yüksek tekel karını garanti eden yeni örgütlenmelerini hayata geçirmektedirler. Şimdi söz konusu olan, “dünyaya yayılma” süreci içinde ortaya çıkan, şirket örgütlenmeleri ve şirket yapılarının iç sistemlerinde, “çağa ayak uydurma” adına, modern teknolojinin üstünlüğüne duyulan hayranlıkla birlikte, ideolojik bir yanıltma eşliğinde, kalite sisteminin yaygınlaştırıldığı bir süreçtir. Yanıltma diyoruz, çünkü kalite sistemi, insan mantığının yanılgıları üzerine inşa edilen bir teoridir. Pratiği ise, bu teorinin üzerinden hareket ettiği yanılgıları ile muteberdir. Sisteme ilişkin detaylarda ortaya çıkan yanılgı ve aldatmacaların bolluğu ve her gün yaşanırlığı bir yana, onun, en temel birkaç kavramı bile nasıl çarpıttığını biraz açalım:
Kalite, üretken bir insanın, bir ekonomi biriminin ya da bir kurumun, reddetmeyeceği bir genel kavram olarak; teknoloji de, insanoğlunun yaşamını daha güzel kılan, onun yaşamını kolaylaştıran bir araç olarak, kolay kabul edilir argümanlardır. “Bilimsel teknik devrim” ise, sosyal bir gelişme amacı taşıyan herkesin, her toplumun kolayca sarılabileceği bir kavramdır ve bilimin tarihsel gücünün dokunulmazlığı üstüne oturtulur. Ama aynı zamanda, yenilenen teknoloji ve kalite sistemleri içinde verimlilik, işçi sınıfını ve daha da önemlisi teknokratları sermaye lehine ikna metodudur. Özellikle, küçültülmüş ya da parçalanmış üretim süreçleri üzerinde merkezin (tekel) kontrolünü artırırlar ve buna karşın, sürekli bir çalışmaya gereksinim duymayacak esneklikte bir iş yaşamı yaratmaya çalışan bir sisteme ait oldukları saklanır. Aslında ne kalite, ne de verimlilik gerçek anlamında kullanılmaktadır. Her iki argümanın da kullanılışı, küçük ölçeklere parçalanmış bir üretim sürecinde emeğin kontrolünü en sıkı biçimde elde tutma ve onu baskı altına alma yöntemi olarak üretilen Toplam Kalite Yönetimi’ni tüm işyerlerinde ve özellikle işçilere kabullendirmek amacını taşımaktadır.

MAKİNE VE TEKNİĞİN GELİŞİMİNDE TARİHSEL SONUÇLAR
Sanayi devrimi ile birlikte manifaktür sanayinin doğal işbölümü ile ustalaşan, kullandığı makine karşısında ona hâkim güç olan işçi, sanayinin geliştirerek üretime soktuğu otomatik makineler karşısında, makineye bağlı ve “onun tarafından kullanılan”, onun kölesi haline getirilen basit bir emekçi durumuna gelir. Otomatik makinelerin esareti altında, burjuvazi, emek değeri düşürülen ve gittikçe daha değersiz hale gelmiş basit emeğe olan ihtiyacını, her zaman kolayca giderebilir. İşçi, emek, kapitalist karşısında güçsüzleşerek, ona daha çok tabi hale gelir. Makine, işçi üstünde hâkimiyetini kurar ve onu basit bir araç gibi kullanıp atar. Otomasyon, makinelerin hızı arttıkça, verimlilik de artacağı için, daha çok emek harcayarak eskisine göre daha çok yorulan işçinin, birim zamanda daha çok üretim yapar hale gelmesini sağlar, işgücünün değeri makine karşısında küçülen işçinin, ücreti de bir o kadar azalır. Makine ile karşı karşıya gelen işçi, yarattığı artı-değerin sahibi kapitalistten çok makineyi düşman olarak görür. İlkel kapitalist sistemin manifaktür sonrası ortaya çıkardığı bu durumda, 17. ve 18. yüzyıl boyunca işçi sınıfı, kendine hasım olarak makineyi görmüş, makineleri kırma eylemlerine girişmiştir. Kapitalistlere karşı sendikal birlikler kurmaları ise, genelde eşit işe eşit ücret ve daha kısa süreli işgünü talepleri için verdikleri mücadele dönemiyle birlikte bu tarihlerde başlar. Patronlar ise, 14–16 saat çalıştırdıkları işçilerin büyük bir kısmını, makineleşmenin verdiği olanaklarla fırlatıp atarken, ücretleri düşürmek, kadın ve çocuk emeğine yönelmek, -ticari bakımdan- diğer ülkelere yayılmak gibi olanaklara kavuşmuşlardır.
Kapitalist sistemin başlangıcındaki makineleşmenin gelişmesine bağlı olarak sömürünün sürekli artması ve bunun işgücünün değerini ucuzlatması ile yine aynı sonuçlan üreten bugünkü otomasyon tekniğine dayalı makineleşmeye bağlı olarak yeni tekniklerin uygulamaya girdiği ve bilgisayar tekniğinin adapte edildiği geliştirilmiş sistem başlıca şu noktada farklılaşır: Eskiden makinelerin bakım, onarım ve ürünün kalite kontrolünü denetleme ile görevli olan ustabaşları ve el emeğinde eğitim görmüş teknikerler ya da mühendislerin yerine; makinelerin bakım, onarım ve denetim işlevini de üstlenerek daha çok kafa ve el emeği harcamalarını sağlayan bir sistemin köleleri olarak, her makinenin başındaki işçi geçirilmiştir. Bu teknik ve örgütsel gelişim sayesinde, ara tabakalara ve uzman emeğe en az gereksinim duyulan ve ara tabakaların işlevsizleştirilmesiyle mali olarak rahatlayan bir sistem oluşturarak, bu kesime ait emek harcanışının da makine başındaki işçinin sırtına yıkılması dolayımıyla ek kâr elde etmeye yönelmiştir. Ondan da öte, işçiye, özellikle kalifiye işçiye olan bağımlılığından önemli oranda kurtulmuştur. Basitleştirilmiş emeği istediği zaman kaldırıp atması kolaylaşmıştır.
Burada, Marks’ın Kapital’inin makineler karşısında işçinin durumunu anlatan bölümünden bir pasaj aktaralım:
“…makine, işçinin karşısına daima onun sırtını yere getiren ve devamlı olarak gereksiz kılan bir rakip gibi çıkmakla kalmaz. Aynı zamanda, o, işçiye düşman bir güçtür ve bunu, sermaye, hem bütün gücüyle ilan eder, hem de bundan yararlanır. O, grevleri, işçi sınıfının sermayenin tahakkümüne karşı bu devresel başkaldırmalarını ezmede en güçlü silahtır, ‘işlemlerin nefesle yapıldığı cam ve şişe fabrikalarında, patron ile işçiler arasındaki ilişki kronik bir grev halindedir’. Başlıca işlemlerin makine ile yapıldığı basınçlı cam fabrikalarının gelişme nedeni işte budur. Newcastle’de eskiden nefesle 350.000 libre billur cam üreten bir fabrika, şimdi bunun yerine basınçla 3.000.500 libre cam üretmektedir. (1865. Ch. Empl.Comm. Fourth Rep.) Gazkell’e göre, buharlı makine daha işin başında insan gücünün hasmı ve düşmanı idi ve kapitalist, yeni doğan fabrika sistemini bir bunalımla tehdit eden işçilerin artan taleplerini ezmede, bu düşmanlıktan yararlanmıştır. Salt işçi sınıfının ayaklanmalarına karşı sermayenin eline silah vermek amacıyla 1830’dan beri yapılan icatların bir tarihini yazmak mümkündür. Otomatik sistemde yeni bir dönem açtığı için, bu önemli buluşların başında, kendi kendine işleyen tezgâh yer alır. ‘W.Fairbairn, kendine ait işyerlerindeki grevler sonucu, makine yapımında kullanılan, birkaç çok önemli makine bulmuştur’.
Buharlı çekici bulan Nasmyth, Sendikalar Birliği Komisyonu önünde, 1851 yılında makinistlerin yaygın ve uzun süren grevleri sonucu, kendisinin makineler üzerine yapmış olduğu gelişmeler konusunda şu açıklamalarda bulunmuştur: “Bizim modern mekanik geliştirmemizin başlıca özelliği, kendi kendine hareket eden makine-aletlerin sisteme katılmasıdır. Şimdi artık her makine işçisinin ya da hatta çocuğun yapabileceği şey, bizzat çalışmak değil, güzel güzel işleyen makineye yalnızca göz kulak olmaktır. Salt hünerlerine dayanan tüm işçiler sınıfına artık gereksinme kalmamıştır. Eskiden her makinistin yanında, dört çocuk çalıştırırdım. Yeni mekanik düzenlemeler nedeniyle yetişkin işçi sayısını 1.500’den 750’ye indirdim. Böylece kârım oldukça artmış oldu.’…” (Kapital 1. Cilt, sf:417, 5. Baskı)
Makinenin kapitalist kullanımına, makinenin geliştirilmesine ya da sanayide kullanımına karşı uzun süreli bir karşı çıkış, makinelerin parçalanması, yeni icatların işyerlerine sokulmaması, sadece işçi sınıfından gelmez. Bazı ülkelerde hükümet yetkililerinin de, makinelere yenilik getiren icatlara karşı, onları gizleyerek, hatta mucitlerini boğazlatarak, işçi ayaklanmalarını önlemeye yönelik tedbirler aldıklarına da tarihte rastlanır. Çünkü her icat, işçilerin büyük tepkisiyle karşılanmaya başlar. Yeni makineler kırılır. İşçiler giderek ayaklanır, yığınlar halinde hükümete yürür.
Oysa bugün, işçilerin makine karşısındaki durumu, 150 yıl öncesine göre daha da korkunç bir zulümle, baskı ve egemenlik sonuçları doğuran bir gelişme göstermesine karşın, onu göklere çıkaran sermayenin ağzına hayranlıkla bakan işçi ve teknisyenlerin, onu kutsaması sağlanmış gibidir.
Makinelere eklenen bilgisayar, fotosell, hem baskı hem de sıkı bir kontrolü içermesine karşın, işçiler açısından işlerini rahatlatma ya da “güzel güzel onu yönetme” gibi bir uğraş derekesine düşürülmüş olmasının verdiği bir hoşnutlukla, kabullenilmiş görünür. Oysa makineyi, ücretleri düşüren, daha az işçi ile daha çok kâr sağlayan bir kapı olarak gören sermaye, aynı zamanda onu, kendine karşı yürütülen mücadeleye karşı bir kalkan, işçi sınıfına karşı korunduğu bir silah olarak kullanır. Nasıl?
El emeği ve göz nuru dökerek ürettiği ürünleri uzun sürede ve hatalı olarak üretmek yerine, az hata ve daha çok üretim sağlayan makinelere kavuşmak, her işçinin isteyeceği bir gelişmedir. Ama kısa bir süre sonra, makinenin hızına ayak uydurmak ve üstelik makinenin bakım ve onarım işlerini de üstlenmek zorunda bırakılan işçi, yanı sıra, daha çok ürünün kalite kontrolünün de sorumluluğunu almak durumunda kaldığı için, eskisine göre birkaç kat daha fazla yorulduğunu fark edecektir. Çünkü genellikle bilgisayara endekslenmiş yeni makine, hatayı anında göstererek, işçiyi eskisine göre daha çok esiri durumuna getirmektedir. Aynı zamanda, daha az işçi ile daha çok üretim yapılmaya başlanması, işçilerin çoğunun işten atılmasına neden olur. Böylece, her an işten atılma korkusu, daha basite indirgenmiş emek, dolayısıyla değeri azalan işgücü ve ücretlerindeki sürekli azalışla birlikte, daha yoğun çalışma günlerine boyun eğme zorlamasına yol açar.
Kontrol mekanizması geliştirilen makine, verimlilik bakımından işçiyi kontrol ederken, aynı zamanda, üretim tekniğinin elverdiği ekonomi dışı bir kontrolör, yani tekelci denetim mekanizmasının bir parçası olarak da işçinin karşısına çıkmaktadır. İşçi ve teknik kadro, sadece çalıştığı işyerinin değil, bağlı olduğu tekelin tüm siyasal ve ekonomik yaptırımları açısından da denetlenmeye hazır hale getirilir. Üretim tekniği, sadece makinelere bağlı olarak değil, aynı zamanda, standartlaştırılmış bir dizi metotla, işçiyi sermaye karşısında güçsüz bırakan gruplandırma ve çember oluşturma gibi tekniklerle de, doğrudan tekellerin denetimine tabi duruma getirir. Bu denetim, üretimin süreçlerinde yapılan tüm işlerin giderek bilgisayarlara geçirilmesiyle olduğu kadar, tekniğin gelişiminde işçinin de fikir üretmesi zorlamasıyla yürütülen, üstelik bu işlemi bir de “demokratik katılımcılık” ya da “yönetime katılma biçimi” olarak sunan ve işçi sınıfının fikri (ideolojik) açıdan da ele geçirilmesiyle sonuçlanan bir baskı tekniği ile sürdürülmesini sağlar. Sözde insana değer verilir, işçinin fikri sorulur, gerçekte ise işçinin sermaye karşısındaki köleliği derinleştirilmiştir.
Makinelerin geliştirilmesine bağlı olarak yaratılan değerler toplamı, uygulanan yeni üretim yöntemlerinden de hız alarak sürekli artarken, işçinin verimliliği de aynı ölçüde bir artış gösterir. Bu artış, işçinin yaşamına fazladan bir değer kattığı ya da yaşamını güzelleştirdiği ölçüde bir anlam taşır. Oysa işsizliğe, düşük ücretlere, ihtiyaçlarının karşılanamaması gibi sonuçlara daha çok yol açtıkça, işçi ve emekçiler için, ancak yeni bir mücadele dürtüsü olarak anlam ifade eder. Hatta makine karşısında elleri kolları tümden bağlanmış haliyle, saat ücretleri bile makinelerin verdiği veriler ile ölçülür hale geldiği ölçüde, işçinin de emek-gücünün değeri düşer, işçi değersizleşir ve iş yapma kapasitesi (verimliliği) gittikçe artmasına karşın değersizleşmeye, genelde tüm işçi sınıfı açısından hiçleşmeye mahkûm edilmeye çalışılır. Bu değersizleşme, sadece işçinin çalıştığı fabrika ile sınırlı kalmaz, sınıfın geneline yayılan bir etkide de bulunur. Makinelerin üretkenliğinin arttığı ölçüde işsizliğin artmasıyla başka emek pazarlarına yönelen her işçi, bu pazarlarda işçi ücretlerinin daha da düşürülmesinin koşullarını yaratır.

VERİMLİLİK GERÇEK ANLAMINI YİTİRMİŞ, KARIN ARTTIRILMASI OLARAK BİÇİMLENMİŞTİR
Bugün sözü çok edilen verimliliğin, 250 yıl önce uygulanmış artı-değer sömürüsünün yarattığı verimlilikten pek farklı olmadığı görülür. Tek farkı, denetleme mekanizmasında oluşturulmuş teknik bazı düzenlemelerden ibarettir. Makinelerdeki olgunlaşma, günümüzde sadece, kapitalist sermayenin daha çok kâr elde etmesi ve sömürüyü denetlemesinde yeni bazı metotları kullanmasına yol açmıştır. Verimliliğin artışı ise, kârın artışını sağlamaya yönelik bir yanılsama yaratma amaçlı olarak kullanılmaktadır. Çünkü verimlilik, üretimin sürdürülmesinde ya da gerçekleşmesinde istikrarlılık koşuluyla mümkün olur. Bunu, sürekli işçi çıkaran ve işsizliği artıran bir üretim sürecinde, işyerlerini kapatarak, üretimi düşürerek, ücretsiz izinlerle hak gasplarını da içermek üzere işçileri geçici işsizliğe sürükleyerek daha az verimli duruma getirilen makinelerin duruşu ya da yatışında, kapasite azaltmanda izlemek mümkündür. Sonuçları kaçınılmazlıkla bunlar olan yeni kapitalist üretim teknik ve yöntemlerinin uygulanması koşullarında, tüm yüksek perdeden ortaya atılışlarına karşın verimliliğe ilişkin iddiaların boş ve kof olduğu ortadadır.
P&G örneği, ilkel kapitalist sömürünün aşırı ve tekdüze bir biçimine tekrar dönüşten öte, bağımlılık ve denetim altına alınan bir ekonomik sistemin, emperyalist aşamadaki görünümünü vermektedir. Burada, sistemin daha verimli çalışan makinelere sahip olmasıyla, üretimi daha verimli hale getiremediğini görürüz. Duruş-kalkış sürecini tümüyle otomata bağlayan ’97’de yeni gelen makineler, ancak, tam kapasite çalıştırılmaları için geliştirilen kalite sistemi ile verimli hale getirilebilmektedir. Ama bu verimlilik, işçi sayısını yarı yarıya düşürme ile sonuçlanmıştır. Ürünün kullanımında, işçilerden yarısı, bu ürünü alamaz ya da daha az kullanabilir duruma gelirken, fazla ürün çıkarmanın gereği de ortadan kalkar, işsizliğin artışı ve tüm üretim alanlarına, diğer sektörlere de yayılması sonucu, yoksullaşma ve gereksinimlerini karşılarken daha azla yetinmek zorunda kalan işsizler ordusunun büyümesi, fazla üretimin gereğini de kendiliğinden ortadan kaldırır. Dolayısıyla, işçinin alım gücü sürekli düşerken, fazla üretimin bir anlamı kalmaz ve kriz, üretimin -hem de eskisinden daha hızlı- büyümeye devam ettiği koşullarda, küçük bir azınlığın bol harcamasına rağmen, işçi sınıfının ve işsizler ordusunun ihtiyaçlarını teminde düşürüldüğü darlığın sonucu oluşur. Aşırı üretim, bu nedenle, krizin nedenidir ve gerek makineleşme gerekse verimliliğe vurgu yapan yeni üretim teknik ve yöntemleri, bu nedeni daha geniş ölçekli olarak işlevselleştirerek, daha çok kriz üretmeye, krizler arası süreyi kısaltmaya ve krizlerin yıkıcılığını artırmaya, verimlilikle birlikte üretimin bizzat kendisini de düşüşe götürmeye hizmet etmektedir.
Örneğimizde olduğu gibi, 2000 yılında 1200 msü kapasiteye ulaşan makinelerin, kriz nedeniyle 700 msü kapasite ile çalıştırılması gerekmiş, böylece verimliliği 500 msü düşürülmüştür. Ücretsiz izinlerle de, üretimde sürekli düşüş planlanmaktadır. Ücret alamadığı sürece işçinin, alım kapasitesi de düşecektir. Ürünlerin diğer pazarlara satılması açısından da, bu pazarların da doygunluğu ya da kriz tarafından tahrip edilmesi nedeniyle aynı görüntüyle karşılaşılacağı ortadadır. Çünkü kriz, tek bir ülkeye aitmiş gibi görünse de, emperyalist döneme özgü olarak tüm sisteme aittir. Dolayısıyla, kapitalizmin bu yeni sistemi (kalite sistemi), bizzat kendi krizini kendi yaratmakta ya da kapitalizmin yol arkadaşı olan krizlerini derinleştirici etkide bulunmaktadır.
Gelişkin makineler, üretimin kapasitesini arttırdıkça, -aşırı büyüyecek üretimi kucaklamak üzere pazarlar aynı ölçekte büyümediği için, zorunlu olarak- kullanım süresi bir o kadar azalacağı için, verimli kullanımdan söz etmek abestir. Makinelerin verimi de bir o kadar düşer. Bu, kârlarda da genel bir düşüşe neden olur. Zaten bu nedenle, ortalama kar oranının düşmesi eğilimi, kapitalizmin yasası durumundadır. Tekeller, her ne kadar ek tekel karına yol açarak kendi lehlerine bu eğilimin üstesinden gelmeye yönelseler de, düşüşün büyümesi, sonunda onları da etkilemekte, en azından ek karlarından bir kısmını götürmektedir.
Yüksek teknoloji, sürekli bir işçi kıyımının da yolunu açar ve emek sömürüsünü azami hadlerde tutarken, kapitalisti, sisteme karşı gelişen mücadelenin önünü tıkayacak metodular geliştirmeye zorlamaktadır.
Bu nedenle, aslında krizi derinleştiren kalite sistemi, krizin, kapitalizmin emperyalist döneme özgü genel bunalımının yol açmakta olduğu sarsıntıyı kendi yararına dönüştürme çabasının bir ürünü olarak da ortaya çıkar. İşçi atımı ve daha çok sömürü, kaba bir yöntemle olmaktan çok, istihdamına devam edilecek işçinin -ikna edilip içselleştirilme aracılığıyla- kabullenmesini sağlamaya yönelik bir metodoloji ile yapılabilir hale getirilir. Her ay işçiler, işte kalıp kalmayacaklarını, ücretlerinin düşüş veya artışını “belirleyecekleri” sınavlara tabi tutulur. Yani kendi istekleri ile ücretlerini düşürüyor veya işten çıkıyor “imiş” gibi gösterilirler. Böylece işçiler, ilk başlangıçta uygulamaya konan yönteme ve yeni makinelere “olur” vererek veya destekleyerek kendi geleceklerini kendileri tehlikeye atmaya yöneltilirler.
Kalite sistemi ile her ülke ve her işletmenin içine yuvarlanmaktan kaçınamadığı kriz etkenlerinin ağırlaşmasından sonra, emperyalist kapitalizmin, tekellerin tüm makinelerde ve üretim tekniklerinde ortak standartları yaymak üzere ve bundan da daha fazla, kâr oranları ve kitlesini garanti altına almaya yönelik bir düzenleme ile makineleri daha etkin kullanıma sokmaya çalıştığı bir yöntem geliştirdiğini görürüz. Bu standardizasyon çabası, tekellerin, merkez işletmelerde yaratılan artı-değerin, azami hadleri gözetilerek bütün ülkelerde yaratıları artı-değeri de kendine ekleyerek, üretim sürecini tam denetimine almaya çalıştığı bir artı-değer sömürüsünü merkezileştirme çabasının ifadesidir. Merkez işletmelerde teknik olarak yaratılan standartları, yaydıkları kolları vasıtasıyla, faaliyet alanını oluşturan tüm ülkelerde mümkün olan en büyük ölçekte artı-değere el koymak üzere, bu standartların dışında üretime izin vermeyen bir dayatma ile gerçekleştirme ve denetleme işlevini geliştirdiklerini görürüz. Ve artık kapitalistler de, tekelci dönemle birlikte sahip oldukları konumun doruğunda, işyerinden bütünüyle kopmuş olmakla kalmaz; sistemin bütünü içinde mekanı -ve hatta belli başlı hissedarlar ve bir türden hisse sahibi kılınmış yöneticiler (manager) hesaba katıldığında sayısı bile- belirsiz kompleks bir yönetici sınıf olarak işçinin karşısına çıkmaktadır. Sermaye, doğrudan işçinin karşısına çıkan yönetici kategori olarak ise, teknik bakımdan emeğini değersizleştirdiği mühendisi koymaktadır.
Dolayısıyla şimdiye kadar mücadelesini başlangıçta makinelere karşı yapan, ardından sendikalaşarak patronlara karşı çok çeşitli biçimlerde mücadele eden işçinin, artık, sendikal yönüyle bile, doğrudan sisteme karşı bir mücadele vermekten başka bir olanağı kalmamıştır. Ve böylece hem ideolojik hem de ekonomik ve politik mücadelesinde, daha keskin ve zorbaca bir baskıyla yüz yüzedir.
Çünkü emeğin sömürüsünü artıran makine karşısında işçinin bugünkü durumu, eskisine göre çok daha yoğun bir emek sömürüsü ve bağımlılık içermekle kalmayıp, aynı zamanda, daha ince bir fikren köleleştirilme politikasının mağduru haline getirilmiştir.
Krizler karşısında günün kapitalisti, üretimini, üretim mekânını değiştirme ya da işçi kaydırma, stoksuz üretim yapma, daha az gelişmiş bölgelere yayılma vb. gibi yöntemlerle krizin etkisinden kurtulmaya çalışır. Ama aşırı üretilen makineler -ve ara ve tüketim malları- hurdaya atılır, hatta işçilerin çoğunun işsiz kalmasına neden olarak fabrikalar kapatılırken, hurda makinelerin yer değiştirilmesiyle sağlanan “yenilenme”, “yeni teknoloji” getirme adına başka ülkelere kaydırma ve “yeni bir sistem yaratma” aracılığıyla etkin olmaya çalışılır. Oysa kapitalizmin genel bunalımı ağırlaştırdığı kriz, bir ya da birkaç ülkede değil, tüm ülkelerde -sermaye ve- ürün fazlalığını ifade eder, ama tekellerin kaçacağı her yerde aynı sorunlarla karşı karşıya gelmesi de kaçınılmazdır.

KALİTE SİSTEMİ İŞ DEĞERLENDİRME SİSTEMİNİN ÜSTÜNE İNŞA EDİLİYOR
Kalite sistemi, “iş değerlendirmesi”nin üstüne inşa edildi. İşletmeler, önce kısımlara bölündü. Bu kısımlar arasında rekabet ve “müşteri mutluluğu” olarak sisteme giren, kısımlar arasında ayrı şirketlerin elemanı imiş gibi çalışan ve ürün alış-verişi yapan gruplar oluşturuldu. Bu gruplar içinde de her işçi, birbirini denetleyen ve birbiri hakkında bilgi toplayan ve birbirini harcamaya zorlanan bir rekabete sokuldu. Bu sürecin hazmettirme dönemine bakılırsa, gruplar arası rekabetin mayasının, iş değerlendirmesiyle oluşturulduğu görülür. İş değerlendirmesinde işçiye kabul ettirilen fikir, herkesin ayrı eğitim ve becerilerinin olduğu, iş yapma kapasitelerinin farklı olduğu, daha çok çalışan ve üreten işçinin daha çok ücret alması gerektiği, kalifiye işçinin düz işçiden farklı ücrete layık olduğu gibi, işçi sınıfını, toplu bir güç olarak, birlikte mücadeleden ve dayanışmadan alıkoyan bir düşünce sisteminin yerleştirilmesiydi.
Sendikaların ilk ortaya çıktığı dönemlerde işçi sınıfının kapitaliste karşı mücadelesi, kendi aralarındaki rekabeti önleyecek birlik ve gücünün, eşit bir ücret talebiyle ortaya çıktığı koşullarda gelişme gösteriyordu. İş değerlendirmesi yönteminin, işçi sınıfının kendi arasındaki rekabeti tekrar kışkırtan bir rol üstlendiği görülebilir. Bu nedenle kapitalist sınıfın, işçi sınıfına yeni bir hak veriyormuş gibi propagandasını yaptığı iş değerlendirmesi, giderek işçi değerlendirmesi olan kalite sisteminin zeminini örmede ön koşul olarak kullanıldı.
Ücret ve tabaka farklılığının getirdiği, tabakalar arasında, farklı kalitede ve kapasitede çalışan gruplara bölünme ile ortaya çıkan rekabet sonucu, işçiler arasındaki birliğin bozulmasının ve bölünmenin zemin yaratıldı. Bu rekabetin üstüne, kalite sistemi oturtulabilirdi; sisteme ikna kolaylaşabilirdi. Oysa tekniğin gelişiminin, makine karşısında işçiyi, her adımda daha da birbirine eşitleyerek, tek düze basit bir emekçi haline getirdiğini Marks açıklamıştır. Bu tekdüze hale getirilerek eşitlenmiş emek gücünün, eşit bir değerlendirmeyle ücretlerinin eşitlenmesi için verdiği mücadele; aynı zamanda, sermaye karşısında birlik ve dayanışma gücünü de artıran bir sınıf gücüne ulaşmada, işçi sınıfının en önemli dayanağı olmuştur. Bu zeminin, yeni sistemin geliştirdiği yöntemlerle parçalanması ile kategorize olarak, farklı ücretlendirmeye tabi tutulan işçi ve emekçiler, sınıfsal mücadele tarihlerinin de unutturulmaya çalışılmasıyla, bu güçlerini kaybetme yoluna itelenmektedirler.
Benzer bir şekilde, Toplam Kalite Yönetimi ile entegre tesislerin birer birer parçalanarak, küçük işletmeler halinde şirketleştirilmesiyle sayıları arttırılan küçük mülk sahibi işletmeciler, kendi aralarında rekabete koşullandırılır. Aynı işletme içinde de küçük çalışma grupları, benzer biçimde tabakalaştırılarak, birbirine rakip bireylere, bireysel çıkarlara özendirilen liberal gruplara dönüşmeye teşvik edilir/zorlanır.
İş değerlendirmesinin ilk başlangıcında, kalifiye teknokratların, meslek liselerinde veya üniversitede eğitim alarak sınıf atlamaya çalışan, kendini bir üst sınıfa ait gören kesiminin, hiç eğitim görmemiş (lise veya üniversite eğitimi olarak) bir işçiden farklı değerlendirilmesi ve farklı ücret alması gerektiği, kulağa hoş geliyor; hatta bu ayrım, teknik kadrolar ve kalifiye işçiler açısından kendilerinin daha değerli oldukları hissine kapılmalarını sağlıyordu. Aynı his veya ruh halinin, teknolojik olarak yenilenmiş makineler karşısında verimini artırma imkânı sağlayarak, diğer işçilerden üstün olma duygusunun körüklendiği kalite sisteminin de üstüne basarak yürüdüğü kilometre taşlarında örüldüğünü görürüz. Kademeler arasında bir üst basamağa atlamak üzere, kendi ceplerinden para vererek aldıkları teknik eğitimlerle bir derece yükselmeye çalışan işçiler olduğu gibi; aynı kademede kalabilmeye veya patrona daha yakın durarak yerlerini korumaya çalışan üst kademe işçilerinin -bu kademelerin kadrolarının çok sınırlı olmasının zorlamasıyla-, birbirlerini muhbirlemeye daha yatkın hale getirildiklerini görürüz. Örneğin özellikle KİT’lerde, üst tabakadan bir işçinin bir alt değil de, ikinci alt tabakaya düşürüldüğü için, kademe düşmemek üzere akıl almaz uğraşlar verip ilginç yöntemler denemek zorunda kaldığını, buna rağmen çok sık düşürüldüğünü ve kademe atlamanın çok zorlaştığını duyarız.
Bu nedenle iş değerlendirmesi ile kalite sisteminin, işyerlerinde işçi sınıfının, psikolojik ve sosyolojik olarak parçalanmasına yol açan yöntemler olarak, birbiri ardı sıra örülen zincirin halkalarını oluşturduğunu söyleyebiliriz.
İş değerlendirmesinde sendikaların tutundukları ve işçileri ikna ettikleri dal olan, “her işçinin kendi işinden sorumlu olacağı”, “bir başka işe koşulmayacağı” yolundaki “dayanak”ın, onun oluşturduğu zeminde gelişen kalite sistemi tarafından kolayca geçersizleştirilebileceği, yadsınır. Oysa, bir sınıf kazanımı olan, aynı işte sürekli ve düzenli çalışmaya dayalı iş örgütlenmesinin, tekellerin yeni entegrasyon politikası olan kalite sistemi ile çözülmeye başladığı bir dönemde; ” iş değerlendirmesi”; “düzensiz ve süreksiz çalışma” koşullarının dayatıldığı bir sürecin ilk adımlarını oluşturur. Giderek kalite sistemine dönüşmesi, her işçinin verimine göre ücret ve sosyal kazanım uygulamasının yolunu açar. Aynı işyerinde çalışacağı söylenen işçinin, farklı işyerlerine kaydırılmasına karşı verebileceği mücadeleyi bölüp parçalayarak olanaksız hale getirmenin koşullarını yaratmaya hizmet eder. Birliği ve dayanışması bu yolla zayıflatılmış, birbirine düşürülmüş, birbirini ispiyonlar hale gelmiş ve en önemlisi farklı kademeler arasında üstünlük duygusu pekiştirilmiş işçilerin, sonraki dayatmalara ortak bir karşı koyuş açısından mecalinin kalmaması amaçlanmıştır. Kaldı ki, sürekli ve düzenli bir işyerinde çalışma hakkı, işçi sınıfının zaten daha önceden kazanmış olduğu bir haktır ve yeniden yapılanma sürecinde bu hakkın sermaye tarafından işçiye verilmesinin (veriliyormuş gibi yapılmasının) amacı başkadır. Bu arada sistemin, işçinin değerini ölçen bir kurumu olarak, tekelci yatırımların en büyük alanlarından birini oluşturan halkla ilişkiler sektörü de geliştirilmiştir.
1978 yılında tüm metal sektöründe ve 1983’te kimya-ilaç fabrikalarında yaygınlaşan “kademelendirmeye” (iş değerlendirilmesine) karşı mücadele yürüten işçiler, bu saldırıyı geri püskürtmede başarılı olamadılar ve ilk adımlar, çok büyük bir işçi tenkisatı ile birlikte atıldı. Ama özellikle ’90 sonrası, “iş değerlendirmesi”ni, işyerlerine kalite yönetimini sokmak için basamak olarak kullanan tekellerin; işçi sınıfını bu sürece ikna etmede yardımcı rol oynamak üzere sendikaları kullandığı görüldü. Böylece Türkiye’de kapılar, “iş değerlendirmesinin yararları üstüne” eğitim veren sendikaların da desteğiyle, uluslararası tekellerin yapısal düzenlemelerine açıldı.
Halen “iş değerlendirmesi”nin işçi sınıfının yararına olduğu düşüncesi, pek çok işyerinde hâkimdir. İş değerlendirmesine karşı çıkmayan işçilerin esnek üretime karşı olduklarını söylemeleri ise, tamamen çelişkili bir durumdur. Son KİT toplusözleşmeleri, bu sorunun çok derinden yaşanmakta olduğunu gösteriyor.

Şirket Kültürü
ERDEMİR’li bir kalite uzmanının söylediği gibi, kalite kültürü, uzun erimli ve çok ince ayrıntılarıyla hesaplanan sabırlı bir sürecin ürünüydü. Türkiye’de de 10 yıldır yaşanan süreç, bu kültürün yayılmasında adım adım ve çok ince örülmüştür.
Örneğimizde görüleceği gibi, genel ve yaygın bir kalite propagandası ile ve ama ideolojik bir esaret zinciri kurmak üzere, tüm mühendis ve işçilerin destek ve ilgisini çekerek işletmelerde devreye sokulur. Bu ideolojik esaret ya da olurlama, iş değerlendirmesinin yarattığı rekabetçi platformda mayalanmıştır.
Tüm alternatif örgüt veya düşünsel karşı koyuşların, üstyapı itibarıyla ele alındığı durumlarda, güç sorunu karşımıza çıkıyor. Sermayenin gücü, “emeğin nasıl ve hangi yöntemlerle denetlenir ve sömürünün en yoğun haliyle sürdürülebilir olabileceğini bir plana bağlayarak yürütmesinden” kaynaklanıyor. Emeğin gücü ise, birliğinden geçer. Bugünkü sınıfsal birlik ise, kültürel bir erozyonla, ideolojik eksikliğin zaaflı girdabında kendine yol bulmaya çalışıyor. Bu sürecin en etkin ve belirleyici yönü, işçi sınıfının, kendini bölen ve kendine kendi sınıfından düşman yaratarak rekabete açan plan ve projelerin, sermayenin yedeğindeki bir üreticisi konumuna düşürülmesidir. Şirket kültürü olarak, yabancı tekellerin emrine sokulmaya çalışılan bir adaptasyon eğitimi ile kendi bayrağını ve kendi kültürünü yaratan tekeller, girdikleri ülke işçisine de ulusal bayraklarının yerine tekellerin bayraklarını benimseten propagandalar yürütüyor. Hatta çalıştığı fabrikanın sınırlarını kendi ulusal sınırları gibi görmeye, orayı kendi vatanı olarak hissetmeye yönelik çalışmalar yapılıyor. “Şirket vatandaşlığı” ideolojisi, her gün işçi sınıfının kafasına sokulmaya çalışılıyor. Tekeller, başka ülkelerde aldıkları işletmelerin topraklarında, etrafını kalın duvarlarla ve çitlerle çevirerek, spor tesisleri, çocuk parkları, çay bahçeleri, marketler vb. açarak, tekele ait bir toprak parçası üstünde kendi sınırlarını çiziyor. İşçi sınıfının düşüncesine “ulusal sınır” yerine, “tekelin sınırı” fikri yerleştirilmeye çalışıyor. Belki bu fikir, “işçinin vatanı yoktur” fikrinin karşısında geliştirilen bir türev olarak çıkarılıyor, ama “işçinin tekeli de yoktur” fikrini şimdilik yadsıyor, gerçekte ne kadar doğrulasa da…
Kaizen, ya da geliştirme tekniği (GT), gelişme için fırsat (GİF) vb. gibi isimler altında, işçilerden, üretimin daha verimli (yani kârlı) yürütülmesine ilişkin fikir geliştiren önerilerin alındığı bir “yönetime katılma” tekniği olarak sunuluyor. Sadece üretilen ürünler üstünden değil, üretim tekniği ya da makinelerin kullanılışının nasıl daha verimli olacağı üstünden de yürütülecek fikirlerin üretilmesine, tüm işçilerin katkı yapması isteniyor.
Kalite eğitimi içinde verilen bilgileri iyi öğrenmesi, ezberlemesi ve bunları yaptığı işe uygulamasına ilişkin veriler ise, günlük sınavlarla puanlanarak, performans değerlendirme tablosuna işleniyor. Bu da ücret ve sosyal haklarında artış veya azalma nedeni oluyor. Hatta kötü not alanlar, “uyumsuz” olarak değerlendirilerek işine son veriliyor. Uyum politikası, böylece üretime ilişkin ekonomi dışı (politik) süreçlerin en alt biriminden, yani her bir işçinin performans datasından başlayarak, işletmenin çeşitli kısımlarına, oradan işletmelerin bütününe, giderek ülke ekonomisinin tüm süreçlerine yayılan bir ekonomi politikası olarak karşımıza çıkıyor. Bunu kapitalist sınıf, makineler ve teknoloji harikası olarak ileri sürdüğü üretim sistemleri ile gerçekleştirmeye çalışıyor. Herhangi bir ad veya kategori olarak değişim süreçleri içinde gerçekleşse de, hepsi, Toplam Kalite Yönetimi içinde yer alan ve her işletmenin özgülüne göre değişim gösteren farklı yöntemler ve sistemler geliştiriliyor. Amaç, daha kısa zamanda daha verimli ve hatasız üretim yapmaya, daha az maliyetle çalışma koşullarına işçi sınıfını dâhil etmek olarak özetlenebilir. Sözünü ettiğimiz, emeğin gücünü, kapitalist sisteme uyumlu hale getirerek ona boyun eğdirmeyi ve sistemin devamını garanti altına alma’yı hedeflemiş bir sistemler zinciri oluşumudur.

TEKELCİ SİSTEMİN ÇIKMAZI
G. Ford ve Toyota merkezleri tarafından 1992’de ileri sürülen bir iddiaya göre, kendileri dışında, pek çok tekelin, bu sistemi, diğer ülkelere yaygınlaştırmada ve oturtmada pek başarılı olamamışlardır. Bu iki tekel (ki, kalite sisteminin menşei onlardır), diğer tekellerdeki başarısızlığın en önemli nedeninin temin kuruluşları olduğunu ifade ediyorlar. Temin kuruluşu olarak ise, kendilerine bağlı çalışan tüm şirketleri kastediyorlar. Özellikle, “çevre ülkeleri”ndeki büyük, orta ve küçük işletmelerin “ıslahı”, pek o kadar kolay olmuyor.
Bunun iki temel nedeni üstünde durursak;
Birincisi; her ülkeye özgü kültür, eğitim, sosyal yapılanma, siyasal çelişkiler ve örgütsel gelişmeler olarak ele alınabilir. Sisteme entegre edilmesi zorunlu görülen fikirsel olarak gelişkin tabakaların düşünce yapısı, ikna edilmesindeki zorluklar vb.
İkinci olarak da, ülkelerdeki sosyal ve siyasal olayların gelişimine baktığımızda, kriz veya para piyasalarında gelişen olumsuzlukların yanında, işçi ve emekçi sınıfların alım güçlerinin sürekli azalması, küçük ve orta ölçekli işletmelerin bu entegrasyon politikası için seferber edecekleri mali güçlerinin kalmaması veya bu konuda çektikleri zorlukları sayabiliriz. Buna rağmen, tekeller; devletlerin ve kurumların yapısına, para politikaları ve teknoloji transferleri politikalarına vb. ilişkin olarak önlerine dikilen engelleri, yasalarda düzenlemeler dayatarak adım adım çözebilecekleri yöntemleri deniyorlar.

TEKELLERİN HANDİKAPLARI – 1
Tekeller en büyük sorun olarak, merkez işletmelerine anamal, yardımcı veya ara mal, hammadde üreten (buna karşın elde ettikleri kârlarını aktaran) “çevre ülkeler”deki sorunları görüyorlar. Her ülke, bu ülkenin sosyal ve siyasal yapısı, kurumları, yasaları, gelenekleri, iş yaşamının ahlâkı gibi değerleri yanında, bu ülkelerdeki işçilerin sendikal örgütlülüğü ve devrimci-demokrat tabakaların politik tutumları açısından da farklı bir özellik gösteriyor. Tekeller, yeni yönelim ve politikalarında, öncelikle, faaliyet gösterdikleri ya da göstermeye yöneldikleri ülkelerin sermaye güçlerini yanlarına çekerek, buradan devlet ve kurumlarını etkilemeye çalışıyor, sonra devlet destekli işçi ve emekçi kuruluşlarını etkileri altına alarak bir yayılma süreci izliyor. Sonuçta her ülkede, bu yayılmaya karşı sosyal veya siyasal bir tepkiyi de, nispeten eşzamanlı olarak geliştiriyor. Çünkü hemen her ülkede sosyal ve siyasal bağımsızlık mücadelesinin sonuçları olarak ortaya çıkan kuruluş ve örgütler kadar, iş ahlakı ve yaşam geleneği haline gelen bazı kurallar var. Her ülkede, bu kurallara şöyle ya da böyle bağlı bağımsızlık yanlısı devrimci ve demokrat bir aydın tabaka da var ve bu tabaka, Türkiye gibi siyasal bir devrim geçiren tüm ülkelerde, epey büyük bir genişlik oluşturuyor. Örneğin, kendilerini halka sosyal hizmet götürme görevi ile yükümlendirilmiş varsayan KİT ve kamu kurumlarında çalışanların büyük bir çoğunluğu tarafından içselleştirilmiş, devlet kurumlarını sosyal işleviyle tanımlama anlayışı ve buna uygun bir çalışma tarzı -sağında-solunda açılan gediklere rağmen- halen yürürlüktedir. Aynı zamanda, mühendis ve teknik kadrolar içinde de ülke yararını gözeten üretim yapma ilkesi ve buna uygun bir ahlâk halen geçerlidir. Sendikalarda da mücadeleci bir geleneğin izlerini taşıyanlar, dürüst sendikacılar yadsınamaz derecededir.
Dolayısıyla tekellerin yeni politikalarının “çevre ülkeler”de yaygınlaşması bakımından, işçi ve emekçilerin yanı sıra, sendikacılar da içinde olmak üzere, bu tabakaları dize getirmek için epey uğraş verdiklerini görürüz. Çok büyük bir sermaye dökerek entegrasyon eğitimleri ve kalite günleri çalışmalarına halen devam ediyorlar. Ama hala bu süreci tamamlamada başarılı oldukları söylenemez. Çünkü çok az bir kesim etkileniyor veya gönüllü olarak bu seminerlere katılıyor. Üniversitelerden yeni mezun nesil ise, işinde başarılı olmanın koşulu olarak mecbur bırakıldıkları için kalite sertifikası eğitimlerine katılıyor. Ama bu da, işletmelerin mali durumuna bağlı olarak şekilleniyor.
Toplam Kalite Yönetimi adımlarının yeni yeni atıldığı, yoğun işçi istihdamının olduğu bölgeler ve işyerlerinde, bu planların yürütülmesine karşı gelişen mücadelenin bastırılması ve alternatiflerin oluşturulmasının engellenmesi, ne yazık ki sendikalar öncülüğünde gerçekleşiyor. Sendika bürokrasisinin, sistemi sözde tartışan ama çözüm üretmeyen dolayısıyla onu kutsayan, sanki işçiden yana uygulamalarmış gibi gösteren çabalarını çok gördük. Esnek çalışma karşıtı toplantılarda da sadece “yasal dayanakları var mı, yok mu” tartışması yapıldığına ya da sistemi tanıtma ile sınırlı gelişmelerin tartışıldığı platformlarda alternatif üretmenin önünü kesen tutumlara tanık olduk. Bilinçli ya da bilinçsiz her tartışma, sonuçta, sistemin tanınması ve yayılmasına hizmet ederek bugüne dek süregeldi. (Burada, kalite yönetimi sisteminin düşünsel ideolojik boyutunun, açıktan kapitalist olanlarla birlikte, sosyalizm ve uygulamasından alınmış fikirlerle bezenerek, sosyalist üretim süreçlerinde üretilmiş çözümlerin kapitalizme monte edilerek geliştirildiği -ama bu haliyle kuşkusuz anlamsızlaştırıldığı-; bu nedenle “kalite sistemi”nin çok “ince ayarlı” olduğu ve incelikli veya ayrıntılarıyla düşünülmemiş her karşı çabanın sisteme entegrasyona yardımcı olma tehlikesi taşıdığı söylenmelidir.) Bu kapsamda, alternatif olacak fikirlerin ortaya çıkması da engelledi. Bu durumun, sisteme karşı güvensiz olan kitlelerin yürüttüğü bir sınıfsal mücadelenin önü açılmazsa süreceğini tahmin etmek zor değildir. Çünkü 10 yıllık bir süre içinde, toplumun beyin gücünü oluşturan önemli bir kesim, geçmişte ister demokrat, ister devrimci, ister milliyetçi olsun, küreselci fikirlerle kuşatılıp dayatmalarına boyun eğer duruma getirildi. Sözde buna karşı duran kesimler de, neyle karşı karşıya kaldıklarını net anlayamadıkları için suskun bir süreçten geçiyor. Dolayısıyla üretim alanında “teknik devrim” ustaları, bu suskunluğun gölgesinde rahat bir yaygınlaşma olanağı buluyor.

SENDİKAL ÖRGÜTLÜLÜK, “BOŞA DÜŞÜRÜLDÜ” !
Bu süreçte, tekellerin handikaplarının en önemlilerinden biri, işçi sınıfının birlik ve mücadele örgütü olarak kurulmuş sendikalarıydı. Ve bu sendikaların örgütleniş tarzları; yasal dayanakları, iş kanunu ile belirlenmiş kurallar içindeki hareket imkanları, yarattıkları sınıfsal kazanımları vb. bakımından, ekonominin ulusal entegre tesisleri ve KÎT oluşumları içinde kompleks üretim modeline uygun işletmelerde örgütlenmeye uygundu. Bu tarz, yeni gelişen ekonomik yapılaşmanın, üretim süreçlerinde, üretim ilişkilerinde ortaya çıkardığı kuralsız, kayıtsız ve yasa tanımaz gelişim karşısında, özelleştirme ve parçalama ile küçültülmüş işletmelere dayanır kılman ekonominin yapılanması karşısında dağınıklığa uğrarken, kendini yenileyemedi. Bu yapılar, tekellerin yeniden organizasyon temeline aykırı oldukları için, işçi sınıfının başarıyla karşı koyusuna araçlık edemeyerek, boşluğa çeken bir zemine düşürüldü. Üretimin organizasyonundaki değişimle birlikte, bu sendikal yapının temeline de darbe vurulmuş oluyordu:
Bunu örneğimizle açıklamaya çalışalım. P&G tekelinin İstanbul-Sefaköy Şubesi, cips, yani patates cipsi dağıtıyor. Bu bölümün çalışanlarının, gıda ile ilgisinden dolayı Gıda-İş sendikasına üye olması gerekir. Pantene, Blendaks vb. gibi şampuan çeşitleri de üretiliyor. Bu bölümlere ait işçilerin de, Petrol-İş’te veya Lastik-İş’te örgütlenmesi gerek. Pet-bez üretiyor, yani çeşitli bezler. Bu bölümlerin tekstil sendikasında, dağıtım işinde çalışanların da TÜMTİS gibi taşımacılık sendikasında örgütlenmesi lazım. Deterjan üreten bölümler ise Lastik-İş veya Petrol-İş gibi kimyasallar üretimi içinde örgütlenen sendikalara üye olabilir. Şimdilik tüm üretim tek bir şirket bünyesinde olduğu için, tek bir sendikada örgütlülük vardır. Ama bu bölümlerin hepsini ayrı ayrı şirketleştirebilir ve işkolu düzeyine göre işçiler 3–4 sendikaya bölünmek zorunda kalabilir.
Farklı işkollarında, değişik ürünlere yönelen bir üretim tarzıyla, hemen tüm sendikal yapılarda ya birleşme ya da etkisiz kalma zorunluluğu yaratılmış oluyor. Tabii, aynı işletmenin çeşitli bölümleri içinde yer alan işçilerin tek bir sendikada örgütlenmeleri ve asli üretimin bağlı olduğu sendikaya üye olmaları gibi bir yasal dayanakları vardır. Ama bu dayanak, tek bir fabrikada, farklı ürünleri üreten bölümler arası farkların artması veya kolayca ayrı şirketlere bölünmesi gibi işçileri bölen bir yönetim biçimine uygun hale getirilerek, kullanılamaz hale getirilebilir durumdadır. Bulamaçla, şirket kurma kolaylığı getirilir, süreçlere bölünmüş üretim teşvik edilir, kısımlar ayrı şirketlere bölünerek, örgütsel gücün kullanılamaz hale getirilmesi kolaylaşır. TBMM’ye bağlı Ulusal İnovasyon Komisyonu bu amaçla kurulmuştur. Yeni organizasyona göre işletmelerin yasal dayanakları, vergi muafiyetleri, işlem kolaylığı vb. de aynı amaçlıdır.
Üretim ve dağıtımıyla birlikte çeşitli ürünlere el atan tekeller, uluslararası bir şirket kültürü yaratıyor. Çok çeşitlilik, üretim sürecinin kısalması ve farklılaşmış ürünlerin ayrı ayrı üretim miktarlarının küçülmesi, çeşitli sektörlere kayma, yani çok sektörlülük, yeni gelişimin kültürünü oluşturuyor.
Bu kültüre karşı, uluslararası bir sendikal örgütlülüğü ve birliği içeren bir yapılaşmayla emek gücü veya işçi sınıfı kültürü oluşturulabilir. Bunun için ülkedeki tüm alt işletmelerini de içine alan ve uluslararası diğer işletmeleri de kapsayan sendikal örgütlenmeler gereği büyümektedir. Bunun, ilk elde akla gelen iki yolundan biri, dünya ölçeğinde sendikalar arasındaki birlik ve dayanışmanın gerekli düzeye yükseltilmesi, sendikaların, sınıfın uluslararası birlik ihtiyacını karşılayacak bir uluslararası birlik oluşturmaları; ikincisi ise yeni uluslararası sendikaların kurulmasıdır. Her koşulda bunun, iflas halindeki “uzlaşmacı bürokratik sendikacılık” değil ama yeni ve mücadeleci bir sendikacılık tarafından çözülebilir bir sorun olduğu kesindir. Gelişme, belki birincisinden başlayıp ikincisine doğru bir evrim gösterecektir; ancak her halükarda, işçi sınıfının sendikal düzlemde uluslararası birliğinin, sermayenin ve üretimin yeniden organizasyonunun zorunlu kıldığı gelişkinlikte sağlanması kaçınılmaz hale gelmiştir.
Örneğin, P&G tekelinin sendikal mücadele ya da başka bir nedenle Türkiye’deki üretiminin bir kısmını, Mısır, Tayvan, Çin gibi işçi sendikalarının olmadığı ülkelere kaydırması durumunda, Lastik-İş olarak sadece Türkiye’deki sendikal örgütlenme ve mücadelenin yeterli ve sonuç alıcı olamayacağı ortadadır. Sözü edilen tekel, Pet üretimini bir alt işletmeye verebilir ya da tekele ait başka ülkelerde artırdığı üretiminin sadece dağıtımını Sefaköy veya Çayırova’dan yapabilir. Ya da farklı üretim birimleri ve şirketler kurabilir. Buralarda dağıtımda çalışan bölümlerin taşımacılık alanında örgütlenmesi ise, alt işletme olarak düşünülebilir vs.
Dolayısıyla, giderek tekellerin çok sektörlü ve çok işletmeli yapılarının dayattığı sorunların üstesinden gelme yeteneğinde, uluslararası ve ulusal birliğini gerçekleştirmiş sendikal bir örgütlenme ihtiyacı ortaya çıkıyor. Bu yapılanma, merkez ve alt işletmelerinin her birini kapsayan ve adı ne olursa olsun aynı tekele ait tüm şirketlerdeki, onlara ait tedarikçi firmalarıyla birlikte tüm işçileri kapsayan bir örgütlenme olmak zorundadır.
Ekonomide yürütülen ve kalite yönetimi gibi yeni üretim teknik ve yöntemlerinin uygulanmasını kapsayan kapitalist yeniden yapılanma karşısında, işçi sınıfı içinde anti-kapitalist bilinci yerleştirmek üzere, üretim sürecindeki “yenilenmelerin” gereklerini de karşılayacak biçimde temelleri yenilenmiş bir aydınlatma faaliyeti kadar uluslararası emek örgütlenmelerinin de geliştirilmesinin önemi büyümüştür. Artık ne sendikal bürokrasi ve bürokratik sendikacılık ile ve ne de gevşek bir uluslararası sendikal ilişki düzeyiyle devam etmek olanaklıdır. Sendikal örgütlenmenin uluslararası yönü de içinde olmak üzere mücadeleci bir sendikacılık olarak yenilenmesi zorunlu hale gelmiştir. Bu, eski yapılar ve olanaklarından hemen ve bütünüyle vazgeçmek anlamına kuşkusuz ki gelmez; eski örgütleri dağıtmak için çalışmak ve onları tümüyle reddetmek demek değildir. Bu örgütlerden, yeni bir örgütlenme yaratmak üzere alabildiğine verimli bir biçimde yararlanmak ihtiyacı vardır. Bu amaçla bu örgütlerin yapısal dinamikleri, kitlesel örgütlenme durumu, eğitim ve bilinçlenme üzerinde yaptıkları her girişim yeniden değerlendirmeye alınarak ve yenilenerek, mevcut sistemle başa çıkabilecek üye bileşenine ve yapılanmaya ulaşabilmek için seferberlik gerekmekledir. Bu sendikal yapıların, bugün olduğu gibi, bir yanıyla yatırımlara yönelmelerine, diğer yanıyla sınıftan ve çıkarlarından neredeyse tümüyle kopmalarına, öte yandan internet ve network ağlarıyla kapitalist tekeller için uygun birer örgüt olmaya çalışmalarına karşı çıkarak, bu araçları, asıl sahipleri olan işçi sınıfının bilinçlenmesi ve örgütlenmesi için kullanılabilir araçlara dönüştürmek- işte uğraşı verilmesi gereken, budur. Bu uğraş içinde, geri dönülmezcesine sermaye tarafından ele geçirilmiş bir dizi sendikal yapı ya da unsurlarının oluşturmakta olduğu safralardan, onları kesip atarak kurtulmak gerekebileceği, kuşkusuzdur.

TEKELLERİN HANDİKAPLARI -2
Tekeller, girdikleri ülkeye ait sosyolojik, demografik ve siyasal yapılarda varolan ve sisteme entegrasyon açısından zorlandıkları sorunları dile getirirken, pek çok muhalif güçle karşı karşıya kaldıklarını itiraf ediyorlar. Bunlardan biri özelleştirme politikalarına karşı, üniversite ve okulların paralı hale getirilmesine karşı, kalite sistemine karşı vb. yürütülen mücadeledir.
Tekeller, çok uzun bir uğraştan sonra, yani en az 10 yılda, üniversite ve okulları, yani devlet destekli eğitimi entegrasyona uygun hale getirdiler. KİT’leri ve kamu kurumlarını biçimsel olarak çözmeleri, halen tamamlanmış değil. Uygulanan işletmecilik kültürü oldukça yaygınlaştırılmış olsa da, kamu kurumlarının imhasında istenen sonuca varılmış değil.
Ama çözemedikleri ve zorluk çektikleri ciddi bir sorun, alt işletmelerde yaratmaya çalıştıkları kültüre karşı, yerli sanayinin önemli bir kesiminin direnişi ile karşılaşmalarıdır. Ve bu tekellere çok pahalıya mal olmasına ve çok yaygın bir teknolojik yatırım planlarına karşın böyle. Bu direniş, bilinçli bir tavır olmaktan öte geleneksel üretim teknolojisinin şekillendirdiği üretim hatlarında ortaya çıkan ve kendiliğinden yeni sisteme ayak direyen bir tutumda ifadesini buluyor. Bu durum, sistemin kendi iç çelişkilerinin derinleştiği ve krizlerle buluştuğu bir süreçte, bir alternatifin olmadığı veya üretemedikleri bir süreçte, bir olumsuzluk olarak karşılarına çıktı. Krizlere alternatif üretemedikleri gibi.
Örneğin AB ülkelerinden alınan krediler, KOBİ’lere verilen Halk Bankası destekli krediler, bu sisteme entegrasyon, yani kalite sisteminin kurulması amaçlıydı, işletmelerin çoğu, bu kredileri aldıktan sonra, göstermelik bir sistem kurma çalışması başlattı, ama ezici çoğunluğu yarım bıraktı. Çünkü kurulacak sistemin maliyeti çok yüksekti. Örneğin, 1996 yılında kalite için verilen KOBİ kredileri 5 milyardı. Ancak 2 hatta 3 yıl süren ve olur (akredit) alamayan çalışmalar sonucu, şirketler 10 milyara yakın para harcamalarına karşın, belge alamadılar. Ve çoğu bu çalışmaları terk etmek zorunda kaldı. ’97 krizi ile birlikte ya iflas ettiler veya bir kısmı kendi üretimleri için kullandılar. Kalite kurumları, kredi borçlarını geri istediğinde de, iflas göstermeye mecbur kaldılar. Küçük ve orta üreticilerin birçoğuna, kalite ve verimlilik (kâr) için üretim çalışmalarında ezberletilen eğitimleri kabul etmeleri, kalite için harcama yaparak danışmanlara ve akredite kuruluşlarına bolca para yatırmaları dayatıldı.
Çünkü uluslararası pazarlara sürekli yeniden ve çeşitli ürünler sunmak için kendini yeteri kadar adapte edemeyecek üreticiler için, üretimden vazgeçmek ve emeğinden başka satacak bir şeyi kalmayan sade proleterlere dönüşme sürecine girmek için kapılar çoktan aralanmıştı.
Son Kasım ve Şubat kriziyle birlikte orta ve küçük işletmelerin çoğu iflas etti ya da üretimlerini düşürdü. Hatta kalite belgesi alan işyerleri, bu belgeyi aldıktan sonra, işçi direnişleri karşısında sistemi uygulamaktan vazgeçmek zorunda kaldılar. Bu işçi direnişleri, kaizen vermeme, eğitimlere girmeme, işçi çıkışlarına karşı direnme, sendikalaşma gibi pek çok farklı mücadele yöntemlerini içererek ortaya çıkmıştı. Ama tekellerin ana firmaları olan büyük işletmelerde, yüksek işçilik maliyetlerine rağmen, kalite sistemi çalışmalarını sürdürmede ısrarlı davrandıklarını görüyoruz. Çünkü tekeller buralardan, küçük ve orta ölçekli işletmeleri dize getirme, ek kâr elde etme ve kaliteyi yayma politikası güdüyorlar.
Örneğin, 2001 Mart’ında, Denizli Sanayi Odası’nın ve Denizli Tekstil İşverenleri Derneği’nin aldıkları, doların yükselişine karşı kendi bölgelerinde sabit kur politikası uygulamak, kredi ihtiyaçlarını kendi aralarındaki dayanışma ile gidermek ve en önemlisi 3 ay boyunca işçi çıkarmama içerikli ortak kararlar, küçük ve orta işletmelerin sisteme olan tepkilerinin bir ifadesiydi.
Bu riskler, tekellerin sosyal ve siyasal gelişmelerin yönünü çevirebilecek bir güce ulaşmasına ve siyasal baskı aygıtlarıyla, askeri ve parasal gücün korkutucu çözümlerini hissettirerek çözmeye çalıştıklar sorunlar kapsamına alınmasına karşın, halen varlığını sürdürüyor. Örneğin, Eskişehir Organize Sanayi Bölgesi’nde, ücret artışı istemenin, bu nedenle grev veya direniş yapmanın asker gücüyle engellenmesi gibi kararlar, risk faktörlerinin ortadan kalkmaktan çok uzak olduğunu gösteriyor. İşçi-patron çelişkisinin, her koşulda olduğu gibi, bugün de göğüs göğüse bir çatışmadan geçeceği gerçeği gibi.
Uluslararası kurum ve anlaşmalarla dayatılan ticari koşullar ve kalite belgesi almayan ürünlerin uluslararası pazarlarda engellenmesi gibi bir yasal düzenlemelerle baskı altına alınan bu işletmeler, bugünlerde yeniden kalite sistemine geri dönmeyle, buna karşı çıkma arasında bocalıyorlar.
Sonuç olarak; işçilerin yanı sıra, teknik personel olarak işletmelerde çalışanların büyük çoğunluğu, çalışma koşullarının düzenlenmesi ve yaşam standardının artırılmasına uygun üretim yöntemi olarak baktıkları kalite sisteminin; koşulları giderek zorlaştırdığını, esaret zinciri ve yoksulluk sınırı altında bir yaşamı dayattığını, işsizliğe yol açtığını görseler de; örgütsüz kaldıkları ve mücadele yöntemleri sınırlandırıldığı için boyun eğmek durumunda kalıyorlar. Ama aynı zamanda, sisteme karşı nefretleri de bir o kadar artarak gelişiyor.
Banka, sigorta, telekomünikasyon gibi hizmet sektöründe ise, bir dönem iyi ücret alınmış olsa ve artan istihdama uygun bir itibara sahip olunsa da, teknolojinin ‘getirisi’ olarak daha çok sömürü yaşanıyor, işçiler gibi, teknik kadrolara da günde 12 saat çalışma dayatılıyor, hem de fazla mesai ücreti alamadan ve ses çıkaramadan. Artık bu sektörlerde de işsiz kalma ve ücretlerin düşürülmesi gündemde, cam köşklerinden çatırdama sesleri gelmeye başladı. Hatta işçi ile ortak davranmak ve işçiden yana bir politika gütmek isteğinde bulunanlar bile, işçiden de tepki görerek, yalnızlaşıyor ve çaresizlik zinciri altında eziliyor.
Ama en önemlisi, araştırma sektörünün başını çeken üniversiteler ve Ar-Ge kurulları, bilimsel ve teknolojik araştırmalarındaki sınırlamayı, yaşam standardındaki düşüşten çok daha vahim sonuçlarıyla birlikte yaşıyor. Çünkü hizmet ettikleri uluslararası tekeller, onlara birer “yem” gözüyle bakıyor. O çok bilgili ve kendi branşında yeteneği tartışılmaz bilim adamının rolü, artık, ucuz bir meta avcısının istediğini yaptırdığı birer topluluk üyesi ve topluluğun (tekel topluluğu) yararına çalışan sınırlı bir araştırmacı durumuna düşürülüyor. Toplumsal rolü hiçe indirilerek.
İnsan Kaynakları Yönetimi, endüstriyel süreçler üstünde etkin bir rolle, istihdam sorununda da aynı elemeyi sürdürüyor. Yeteneğine, performansına, aldığı eğitimin niteliğine göre eleman elemede etkin olan insan kaynakları, işe göre adam alma ve ücretlendirmeyi yaparken; sisteme uygun eleman yetiştiren kurumların da, yetenekli insanları, önceden, üniversite döneminde elemeye tabi tuttuklarını ve seçimi buna göre yaptıklarını, hatta yurt dışına gitmek veya sertifika almak için zorladıklarını görüyoruz. Ara bürokrasi ve üst bürokrasi arasında süren kıyasıya elemede teknik kadro, tüm bağımlılığına karşın, tekelin en gözdesi durumunda olsa bile, en küçük bir hata veya ihmalde kendini sistemin dışında buluyor.
Emperyalist propaganda, kriz koşullarında etkisini daha kısa sürede kaybetme eğilimi içindedir. Zorunlu yaşam koşulları, üretici için bir kâbus olmaktan öte, hevesi kırılan bir birey olarak proleterleşmeyi kaçınılmaz kılar. Bu arada elinde avucunda, tarla, ev, araba, hayvan, vb. neyi var neyi yok hepsini kaybeder. Giderek yoksullaşır.
Hem işçi, hem de geri kalan üreticilerin, emekçilerin büyük çoğunluğu için, teknolojinin kapitalist kullanımı, sisteme hizmet eder ve sistem için kullanılır olduğu sürece, işsizliği, haksızlığı, yoksulluğu ve giderek daha aşırı kârlara denk düşen krizleri yaratarak, insanlığı, acılara ve felakete sürükleyen bir kaosa iter.
Makinelerin ve tekniğin gelişimi, insanlık için kullanılır olduğunda, desteklenmelidir. Bu, emekçi halkın ihtiyaçlarının karşılanmasını gözeten sosyalist üretim koşullarında olanaklıdır.
Öte yandan, insanlığı felakete sürükleyen bir kaosun yaratıcısı makinelere ya da teknolojiye karşı çıkmak, “ilkel bir sömürüyü istemek”, ya da “gericilik olarak suçlamak” üstünden yürütülen bir kampanya, sermayenin kullandığı bir malzeme durumuna gelir ve böyle bir ahmaklığa düşmek gerekmez. Makine ve teknoloji insanlığın yararına da kullanılabilir. Dolayısıyla, makine ve teknolojiye değil, bunların kullanılış biçimine, kapitalizme, sahibi olan sermaye sınıfının sömürüyü artırma ve dünyaya egemen olma biçimi olan emperyalist yayılmacı politikalarının aleti olarak kullanılmalarına karşı çıkmak gerekir. “Endüstriyel bir devrim” olarak lanse edilen kalite sisteminin, sosyalist bir biçimde insanlığın yararına kullanıldığında çok mükemmel araca dönüştüğü de görülecektir. SSCB’de bunun örnekleri yaşanmıştır. Ancak, kalite yöntemi, grup çalışmaları ve daha verimli kullanımıyla makinelerin geliştirildiği sosyalist bir döneme özgü metotların, kapitalistçe kullanımına, emek ve insan düşmanı yüzünü iyi tanıyarak karşı çıkmak gerekir. Nasıl ki, verimliliğe karşı çıkmak, verimli üretimde işçinin ücretlerini artıran, çalışma saatlerini düşüren ve birlikte sosyal özgürlüğe kavuşturan, insanca yaşam olanaklarını artıran ve daha kaliteli ve ucuz, ama gerçekten kaliteli ve daha bol olarak ihtiyaçlarını gideren bir üretkenliğe kavuşmak olanağı yaratmasına karşı çıkmak, ahmakça ise…

Ocak 2002

“30 saatlik işgünü” dayatması üzerine

Burjuva gazetelerin manşetlerine kadar çıkan ve kriz gündemli tartışmaların merkezine oturtulan “30 saat formülü” ile esnek çalışma tartışmaları, yeni bir aşamaya girdi. “’30 saat formülü”, çok masum ve makul bir öneri gibi gündeme getirildi. “Kriz, ülkeyi kasıp kavuruyor” ve “krize karşı çare” gibi saptamalarda bulunan patronlar, “yoklukta az kazan, bollukta çok kazan” diyerek işçi sınıfından fedakârlık istediler, masum gerekçeli bu öneriyi sendikalara kabul ettirme girişimleri başlattılar.
Bu formül, Avrupa ülkelerindeki sendikalar tarafından, yıllardır, işçi sınıfının daha az çalışarak kendisine daha çok zaman ayıracağı bir yol, “tembellik hakkı” olarak önerilmiş ve işçi kitlelerinin önemli bir kesimi de bu şekere bulanmış zehiri yutmuştu. O günden bu yana bu talep, reformcu sendikacılık tarafından; işsizliğin azaltılmasının bir yöntemi olarak gösterilerek savunuldu.
Eski Marksist çevreler de, yabancılaşma ile ortaya çıkan “stresi azaltacağı” varsayımı ile bu öneriyi benimsedi.
“Global kriz”in işçi sınıfına çıkardığı faturanın bir unsuru olarak ortaya atılana kadar, haftalık iş saatlerinin 20 saate, 30 saate düşürülmesi, sendikal bürokrasi ve reformcu siyasi çevreler arasında hayli bir popülariteye sahipti. Ama ortaya atıldığı yeni biçimiyle, “Az iş, eksik ücret”, işler açıldığında ise, “Çok iş, çok ücret” tarzında esnek çalışma sistemi önerisi olarak karşımıza çıkınca, sınıfın kendisi başta olmak üzere tüm emek yanlısı çevrelerin tepkisini toplayan bir formüle dönüştü. Bu girişim, milliyetçi-faşist, açık emek karşıtı bir platformdan beslenen sendikal bürokrasi kesimleri dışındaki sendikacılardan da geniş bir tepki topladı.
Büyük patron çevreleri, bu formülü, krizi kolay atlatmanın bir yolu olarak tanımlamaktadırlar. “Az iş, eksik ücret”, kriz süresince işçi sınıfından talep edilen bir fedakârlık, işçi atılmasını da engellemenin bir çözüm yolu olarak sunuluyor. Deniyor ki, “kriz dönemi, azalan talep karşısında üretimi düşürmek ve dolayısıyla işçi çıkarmak zorundayız.” İşçi çıkarımı için ödenecek tazminatlar için ise, “bu dönem için ayıracak tek kuruşumuz bile yok.” O halde, hem işçi çıkarıp hem de tazminat ödememenin en kestirme yolu, “ücretsiz izin” veya “az iş, az ücret” formülü olarak karşımıza çıkıyor.
SSK Genel Müdürü Kemal Kılıçdaroğlu (seçimlerde DSP’nin milletvekili adayı oldu) ise, bu çözümün “mevzuata aykırı olmadığı” konusunda fetva vererek, işverenleri destekliyor.
Kuşkusuz 30 saat önerisi, basitçe çalışma saatinin kısaltılması değil. Bugüne kadar, iş yasalarındaki mevzuat çerçevesinde, haftalık 45 saat üzerinden ödenen ücret, sigorta, ihbar ve kıdem tazminatları, fazla mesailerin % 100 zamlı ödenmesi ve isteğe bağlı olması, eş ve çocuklara ödenen sosyal yardımlar, yıllık ikramiyeler, kreş ve emzirme odaları ile ilgili sayısız mevzuat, “30 saat üzerinden” yeniden belirlenecek.
MESS Genel Sekreteri İsmet Sipahioğlu şöyle diyor:
“1936 model İş Kanunu, ekonominin gereklerine uyum sağlamıyor, yasa işçinin haftalık mesai saatini 45’le, günlük ise 7,5 saatle sınırlıyor. Bunların aşılması halinde fazla mesai gündeme geliyor. Oysa esnek mesai saati uygulamasında kriz dönemlerinde haftada 20 saat çalışan bir işçi, piyasa koşullarının düzelmesiyle mesai saatini haftada 45 saate eşitleyecek bir süreye çıkabilir.
6 aylık dilimler halinde uygulanması önerilen bu sistemi, Avrupa daha da geliştirerek sürdürüyor. Avrupa’da çalışma saati denince yıllık sürelerden bahsedilir. 6 aylık ortalama esas alınır.”
1936 tarihli İş Kanunu, uluslararası işçi sınıfı mücadelesinin kazanımlarını da bir ölçüde yansıtan bir yasaydı ve patronları rahatsız eden de işçiler lehine olan bu kazanımlardır.
Bugüne kadar da, bu İş Kanunu, işçi sınıfının kazanımlarını koruyan en temel yasalardan biri idi. Buna göre, bir işe giren işçi, yalnız kendi yaşamını değil, ailesinin yaşamını da sağlayacak maddi ve sosyal olanaklara sahip olma imkânını elde ediyordu. Bir işçi, çalışma günleri, 09.00–17.00 saatleri arasında, (öğlende 1 saat yemek tatili olmak üzere) 8 saatlik çalışma gününe, cumartesi 5 saat daha ekleyerek, haftada 45 saat çalışıyordu. Yıllık 20 günlük tatil izni, cumartesi-pazar izinleri, bu 45 saatlik haftalık çalışma ücreti üzerinden ödeniyordu. İşyerinde iş olsun ya da olmasın, işçiyi işten atma, işçinin kendi kusuru yoksa olanaksızdı. Bu yasa, KİT ve Kamu işletmelerinde bu haliyle (taşerona verilen yerler dışında) geçerlidir. Ama bu işletmelerin dışında, bu yasanın yıllardır geniş ölçüde delindiği ve yasadışı faaliyet gösteren işletmelerin, hükümetlerce de desteklendiği biliniyor.
Bugünkü 1475 sayılı İş Yasasının yerine geçirilmek istenen “kuralsızlık” iş yaşamını nasıl etkiler?
“Bugün iş yok, evinize.” diyecek patron ve ücretsiz izne çıkarılmış olacak işçi. Tekrar ne zaman işe çağıracağı belli olmayacak ve bu sürede işçi ve çoluk çocuğu aç-sefil oturup bekleyecek. Avrupa’da işsizlik sigortası alan işçi, işsiz kaldığı süre aç kalmaktan kurtulur ama Türkiye’de işsizlik sigortası yok, Meclis’te bekletilen tasarı da ihtiyacı karşılamaktan çok uzak. “Türkiye gibi borçtan kurtulamayan bir ülkede Avrupa’daki gibi bir işsizlik yasası çok lüks olur” diye karşı çıkılıyor. Oysa özel sektör işyerlerinde ücretsiz “izin” uygulamaları, ’92’den bu yana sürüyor.
“5’li inisiyatif” içinde yer alan Türk-İş ve DİSK, bu önerinin hemen kabul ettirilemeyeceğinden hareketle, bunu işçi ve emekçilere şimdi değil, süreç içinde kabul ettirmek için mehil istiyor.
Çalışma Bakanı Nami Çağan ise; esnek çalışma uygulamasının taraflarca görüşülmesi sonucu yasal hale getirilmesi telkininde bulunuyor. Yani “devlet çoktan kabul etti, siz de kitlenize alıştıra alıştıra kabul ettirin” anlamında, sendikalara, bir an önce çalışmaya başlamalarını söylüyor.

ESNEK ÇALIŞMA ÇOKTAN DAYATILDI
“Ya esnek çalışma, ya işten atarım” dayatması, işçi sınıfının karşısına bugün getirilmedi.
1992 TİS sürecine başlarken, patronlar, özellikle metal sektöründe “ya yüzde 0 zammı kabul edersiniz, ya da işçi çıkarmak zorunda kalırız” diyerek, sendika ve işçi cephesini zorladı. Oysa o dönemde patronlar, taşeron işçilerle, zaten pek çok işletmede, 3 veya 6 aylık sözleşmelerle kolay işçi alımı ve çıkarımını başlatmıştı. Kamu işletmelerinin birçok bölümü taşerona devredilerek, kamu işçilerinin pek çoğu sendikasızlaştırılmış ve buralarda esnek çalışma olarak nitelenebilecek bir uygulamaya başlanmıştı.
Sendikalı kesim içinde de Körfez krizi bahane edilerek dayatılan “0 zam”ma boyun eğen pek çok sendikaya rağmen, binlerce işçi TİS süreci sonunda işten çıkarılmıştı. Dahası imzalanmış TİS’ler yok sayılarak fiilen patronların keyfine göre bir uygulama başlatılmıştı. Sendikalar bu fiili duruma boyun eğdiler ve patronlar, krizin getirdiği ortamdan yararlanarak “geçici” olarak ilan ettikleri hak gasplarını kalıcılaştırdılar.
1995 TİS sürecinde de geniş ölçüde, “0 zam” ve esnek çalışma dayatıldı. O tarihlerde, ’94 Nisan kararları sonucu, “kriz var” diyerek öne çıkarılan “0 zam” dayatması, fazla mesailerin normal ücretten ödenmesi ve zorunlu hale getirilmesi, vardiyasız işyerlerinde vardiyaların kabul ettirilmesi, cumartesi ve pazar tatilinin, normal mesai süresinden kabul edilmesi, kısa zamanlı çalışmanın şirketlerin krizde olduğu dönemlerde kabul edilmesi, ücretsiz izinler, kısmi zamanlı ve telafi çalışması, eşel-mobil ücret sistemi vs. gibi pek çok esnek çalışma koşulu, genelde değilse de, pek çok işyerinde kabul ettirildi.
Sendikasız işyerlerinde ise, zaten is yasaları kısmi olarak uygulanırken, ’90 sonrası politikaların etkisiyle, 8 saatin çok üstünde zorunlu mesailer ve pazar çalışmaları gündeme gelmişti. Özellikle kobilerde, esnek üretim, tüm kuralsızlığıyla pervasızca işverenlerin uyguladıkları bir sistem olarak, işçi sınıfının, uğrunda yüzyıllardır mücadele ettiği hakların gasp edilmesinin örneğini oluşturuyor.
Bugün ise bu sistemin, mevzuat açısından da kurumsallaşması isteniyor. İşçiler lehine olan kimi kurallar ortadan kaldırılmak, doğrudan işverenlerce konan kurallar, iş yasaları haline getirilmek isteniyor.
Ülkemiz işçilerinin ağırlıklı bölümünü oluşturan sendikasız kesiminde “esnek üretim” zaten vardı. Ama bugüne kadar uygulanması zorunlu ve genel kabul görmüş bazı kurallar, işverenleri bir kısım kârlarından vazgeçmeye zorluyordu. Örneğin;
— İşverenler, çalışsın ya da izinli olsun, işyerinde çalıştırdığı süre içinde her işçinin 45 saat haftalık iş günü üzerinden sigorta primini ve vergisini yatırmak zorunda idi. Kıdem ve ihbar tazminatları, zorunlu tasarruflar, bunun üstünden hesaplanıyordu.
— İşverenlerle işçiler arasındaki çalışma kurallarını belirleyen iş yasalarına göre, hem işverene hem de işçiye tanınan bazı haklar vardı ve haksızlığa uğrayan işçi, iş mahkemelerine başvurarak hakkını aramaya çalışıyordu. Bugün ise, işverenlerin kuralsızlığı ayyuka çıkmış halde. Ama 500 bin işçinin TİS sürecine girdiği bu günlerde, çalışma yasalarından henüz kaldırılmamış olan kurallara uygun çalışma sürelerinde de esneklik getirilerek, kuralsızlığın genel kabul görmesi, iş yasalarında da mevzuat düzenlemesine yol açılması anlamında, genelleşsin isteniyor. Bu nedenle TİS sürecine giren işçiler açısından “30 saat formülü” karşısında takınılacak tutum, çok büyük önem taşımaktadır. Sendikasız işyerlerinde çalışan işçiler açısından da bu TİS dönemi, varolan kısmi haklardan korunup korunmayacağı bakımından büyük önem taşıyor. Çünkü sendikalı işyerlerinde delinen her kural, vazgeçilen her hak, kaybedilen her mevzi, sendikasız işyerlerine katlanarak yansıyor.

ESNEK ÇALIŞMA POLİTİKASI, ENTEGRASYONDAN GELİYOR
Uluslararası mali piyasalarda ortaya çıkan ve Türkiye’de de otomotiv, tekstil, deri gibi birkaç sektörde ve daha çok da banka ve borsada etkisi süren krizin yükünü, dünya ve Türkiye işçi ve emekçilerine “uluslararası yapısal uyum programlarıyla” yansıtan genel bir saldırı ile yüz yüzeyiz.
Başta özelleştirme olmak üzere, yapısal uyum programları, uluslararası finans ve siyasi kurumlarca verilen direktifler yönünde atılan her adım, basın-yayın, işveren Kuruluşları ve sendikalarca da kabul ve destek görmekteydi.
İşçiler, yapısal uyum programlarının içeriği olan iş yasalarında ve çalışma koşullarında girişilecek yeniden düzenlemelerin, kuralsızlaştırmaların zararını gören ilk kesimler olmaktadır. Özelleştirme ile sadece ülkelerin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının ve ulusal sanayi ve tarımsal işletmelerinin yabancı sermayenin doğrudan denetimine girmesi değil, bundan da önemlisi, iş yaşamında uyum sağlama olarak tanımlanan düzenlemelerle çalışma koşullarının sermayenin yararına yeniden düzenlenmesinin önünü açmak üzere esnek çalışmaya yol açacağı ortadaydı. Esnek çalışma politikası, sanayide ileri veya geri gelişme düzeyi olarak tüm ülkelerde, “eşit standart” koşulları yaratılması adına, ILO eliyle dayatılan yapısal uyum direktifleri ile işçi ve emekçilerin gündemine girdi.
1994 yılında Almanya’da kabul edilen “Çalışma Süreleri Kanunu” ile Çekoslovakya’da 1990 yılında yürürlüğe giren “Esnek İş Süreleri Hakkındaki Kararname”, Yunanistan’da 1990’da kabul edilen “İş İlişkilerinin Modernleştirilmesi ve Geliştirilmesi” yasası, 1987’de Fransa ve Belçika hükümetlerinin çıkardığı “İş sürelerinin esnekliği”ni sağlayıcı yasal değişiklikler, 1986 tarihli Avrupa Tek Senedi’nin ve ILO’nun Haziran 1990’da yaptığı 77. Genel Kurul Sonuç Kararları doğrultusunda, işçilerin istihdam ve çalışma koşullarını yeniden belirleyen değişimlere uyum hükümleri getirmektedir.
Avrupa Birliği’nin 1986 tarihli Roma Antlaşması’nın 85. maddesinde kabul edilen İş Hukukunun Yeniden Düzenlenmesi, özellikle küçük ve orta ölçekli işletmelerin kurulması ve geliştirilmesinde teşvik edici önlemler olarak değerlendirilirken, esas dayanak noktası olarak, işletmelerin verimliliklerini artırarak, işgücü maliyetlerini düşürmek ve “Küresel Rekabet” koşullarına ayak uydurmada “Eşitlik” sağlama amacı güttüğü ileri sürülmektedir.
Oysa kriz gerekçesiyle daha bir ısrarla gündeme sokulan “esnek çalışma dayatmasının, kapitalistlerin daha çok sömürmesini hedeflediğini, sermayenin kârlarına daha çok kâr katma amacının doğrudan sonucu olduğunu açıkça görüyoruz.

KRİZİN VE İŞSİZLİĞİN ÇÖZÜMÜ “AZ İŞ SAATİ” DEĞİLDİR
Marx, “Kapitalizm, krizin kendisidir” diyordu. Dolayısıyla krizden köklü kurtuluş, tek çare, sosyalizmdir.
Avrupa sendikaları, kriz dönemlerinde krizin işçi atılmasına ve işsizliğe yol açan etkisini azaltmak üzere “Az süreli çalışma” formülünü gündeme getirmişlerdi. İşsizlik ve buna çare arayan Avrupa kapitalistlerine destek olan Avrupa sendikaları, işsizliği, işçilerin haklarını budayarak bertaraf etmeyi benimsemiş oluyordu. Örneğin, Almanya’da, 1995 yılı içerisinde, iş saati birçok işyerinde 35’e düşürülmesine rağmen tek bir işçi bile işe alınmadığını, fazla mesailerle işçilerin daha fazla sömürüldüğünü, Alman sendikalarının en ilerici kesimini oluşturan IG-Metal sendikasının 18. Kurultayında yapılan açıklamalar göstermektedir. Almanya’da 1995 yılında Federal Çalışma Dairesi’nin verdiği işsizlik rakamı 3,7 milyon iken, gerçek işsiz sayısının 7–8 milyon civarında olduğu söyleniyordu. Bu sayının artışında en önemli rolün ise, fazla mesailer olduğu, Alman Sendikalar Birliği (DGB) Başkanı tarafından şöyle ifade ediliyordu: “1995 yılı içerisinde gerçekleşen 1,7 milyar saat ‘fazla mesai’, 1,7 milyon insan için bir yıllık iş anlamına geliyor.” “Verimlilik ve esnek çalışma modelleri ile üretim 24 saat aralıksız üretime dönüştürülürken, fazla mesailer ve düşük ücretlerle, fazla mesailerin yerine izin verilmesi gündeme getirilirken, sokaktaki işsizler gösteriliyordu.”
Bizim siyasetçilerimizin, Alman siyasetçilerden aşağı kalır yanlarının olmadığı, “30 saat formülü”nün, TOBB Başkanı Yalım Erez’in hükümet kurma girişimine başladığı günlere denk gelmesiyle, siyasete soyunan Türkiyeli işveren-siyasetçilerin Alman meslektaşlarından fezy aldıkları apaçık görülüyor.
Alman sendikalarının 35 saatlik çalışma süresine karşılık, fazla mesailerin sınırlandırılması önerisi ise, Alman Endüstri ve Ticaret Odası Başkanı’nın itirazına neden olmuştur. Başkan, bunun “iş için birlik” projesinin, yani Alman ekonomisinin tehlikeye atılması anlamına geleceğini dile getirerek öneriyi geri çevirmiştir.
Türkiye’de ise bu öneri bizzat patronlar tarafından açıklanmış, bu da işçilerin öneri yi tepkiyle karşılamalarına yol açmıştır.
Küçük üreticilerin kafası ise, “dünya pazarlarından pay kapma” safsatasıyla halen meşgul ediliyorken, kendi yağıyla kavrulmaya çalışan işletmelerin çoğu kapanma aşamasında.
Dolayısıyla işsizliğe karşı önlem olarak, Türkiyeli patronların da dayanak noktası, haftalık çalışma süresinin azaltılması önerisi oldu. Oysa işsizliğin asıl nedeni, “daha az işçiye, daha çok üretim yaptırmak” veya “daha kısa zamanda, daha çok üretim istemek”tir. Hatta işçi yerine robot kullanmaya heves eden işyerlerinde, “üretilenin robotlara satılması”nı isteyen işçiler, önemli bir gerçeğe parmak basıyordu.
İşsizlik, kapitalizmin kendine has bir hastalığı olmaya devam ediyor. Kapitalist krizin ana nedeni, üretilenin tüketilememesi, işsizlik, halkın alım gücünün düşmesi ise, “az iş, az ücret” formülünün uygulandığı bir ekonomide krizin daha da derinleşmesi kaçınılmaz olacaktır. Hem de bir süre sonra daha da derinleşerek.
Kapitalizm bir açmaz içinde. Daha fazla kâr güdüsü, kapitalisti, daha az işçiye düşük ücretle çok üretim yaptırmaya yöneltiyor. Bu durum ise, aynı zamanda tüketici olan emekçinin gerçekte ihtiyacı olan malı satın alamaması ve böylece stokların birikmesi sonucunu doğuruyor.
Kısacası, üretenler, üretimi ve dağıtımı kendi ellerine almadan, üretim planını kendileri yapmadan bu çelişki sürüp gider. Ama bunun için iktidarı da ele geçirmeleri gerekir ki, bunun ardından planlı ekonomiye geçebilsin, tüketebilecek kadar üretebilsin, o zaman üretim saatini de kendi belirlesin, üretileni hakça dağıtsın.
Krize karşı önlem olarak ileri sürülen tedbirlerin, işçi ve emekçilerin ücret ve sosyal haklarında gerileme, gasp gibi dayatmalar olarak gündeme geldiği dönemlerde, patronlar sınıfının, işçilerin hak alma eylemlerine girişmemesi için türlü manevralara girecekleri unutulmamalıdır. Özellikte seçim atmosferi içinde uzlaşma ve işbirliği dayatmaları beklenmez değildir.
İşçiler ve emekçiler, bütün bu saldırıları geri püskürtecek güce ve olanaklara sahipler.
Esnek çalışma dayatmasına ve öteki saldırılara karşı mücadele, sendikal bürokrasinin ihaneti ve “5’li inisiyatif” manevraları boşa çıkarıldığı ölçüde başarılı olacaktır.

ESNEK ÇALIŞMA KOŞULLARI
Günümüz TİS sürecinin ana konusu olacak olan esnek çalışma koşullarından bazılarına kısaca değinelim.
— 8 saatlik işgününün kaldırılması
Bu saldırı, gerçekten uzak ve yanıltıcı olan şu gerekçelere dayandırılıyor: Her insan kendi arzuladığı saatlerde çalışacak, fazla mesaiye gerek kalmayacak. Örneğin; işçinin “ben 9–5 çalışırsam, diğer bir arkadaşım 5’ten sonra gelip benim işimi devralacak ve o da istediği saate kadar çalışacak” biçiminde düşünmesi sağlanmaya çalışılıyor.
İşyerinin demokratikleştirilmesi adı altında yürütülen bu propagandanın gerçeği yansıtmadığını en iyi Almanya örneği gösteriyor.
Alman İş Yasası’nda 1994’te yapılan düzenlemeyle, iş saatinin günlük 8 saatle sınırlandırılması ve pazar çalışmasının fazla mesai olarak kabul edilmesini içeren eski yasa hükümleri tümüyle değiştirilmiş, günlük çalışma süreleri, işçi-işveren ilişkilerinin “işyeri toplu sözleşmeleriyle, işverenlerin lehine düzenlenmesi olanağı kabul edilmiştir. Yeni iş yasaları, işletmelerin çalışma koşulları ile ilgili düzenlemelerinin, kendi işyerleri özgülünde çözülmesi için eski sınırlamaları ortadan kaldırmaktadır.
Türkiye’de de iş yasalarıyla ilgili düzenlemeler, Alman İş Yasalarından alınacak örneklemeye bağlı olması açısından, yerli işverenler için fiili olarak dayanak olmaktadır.
23.11.1993 tarihli, 104 No’lu Avrupa Birliği Direktifi açısından belirlenen normlara göre, günlük iş süreleri; en fazla günlük 13 saat olarak belirlenmiştir. İşverenin çağrısını bekleyerek evinde oturan işçinin geçirdiği süre iş süresinin dışında tutulmaktadır. Çalışma saati, işyerinde geçirilen süre ile sınırlanmıştır. Gece çalışmalarında ise bu süre 8 saattir. Tüm AB ülkelerinin uymaları gereken bu normlarda, işçi sağlığı ve iş güvenliği ile ilgili, günlük çalışma saatleri açısından bir açılım ortaya konmamıştır. Her işletmenin tarafları arasında, çalışma saatleriyle ilgili anlaşmaya serbestlik getirilmiştir.
Türkiye’de ise, fazla mesai ile ilgili 1475 sayılı yasa hükümlerine göre, aylık ve yıllık fazla mesai süreleri belirlenmiş ve bu sürelerin dışında mesai yapılmaması şartı getirilmiştir. İşverenler bu sınırlamanın yasadan kalkmasını istiyor.
— Ücretsiz izin
1990dan beri, yasalara aykırı olmasına rağmen, ücretsiz izin fiilen uygulamaya girmiş durumdadır.
’90–91 yıllarından itibaren, en başta metal-otomotiv sektöründe olmak üzere birçok sektörde işçiler, aylarca ücretsiz izne çıkarıldılar. İşe geri döndüklerinde ya işe geri alınmadılar ya da işe alındılar, sonra geri çıkarıldılar. Yasada ücretsiz izne bir haftaya kadar izin vardır. Ondan sonra da işçiye kıdem tazminatı alarak ayrılma hakkı tanınmıştır. Günümüzde, işçilerin örgütsüz kesimi, kıdem tazminatı alarak ayrılmayı düşünmüyor zaten, ama işverenler buna rağmen bu yasa kalksın istiyor.
— Kıdem ve ihbar tazminatının kaldırılması
Kıdem tazminatı, ihbar tazminatı, iş güvencesinin teminatı olarak değerlendiren işverenler, hiçbir biçimde bunu vermeye yanaşmadıkları gibi, şu anda henüz üstünde tartışılan işsizlik sigortasını da kabul etmeye yanaşmıyorlar. Batıda hem kıdem tazminatı, hem de işsizlik sigortası ödendiği halde, Türkiye’de işverenler bunu “çift katlı ekmek kadayıfı”na benzetiyor, “bizim için lüks!” diyorlar, işçilerin gelirinin çok düşük olduğu, asgari ücretle çalışan 10 milyonun üstünde işçinin olduğu bir ülkede ücretleri ve işçilik masraflarını daha da kısmaya çalışıyorlar.
Kamuda yapılan ücret zamlarının 6 ay, bir yıl geç ödenmesi, ücretsiz izin kullandırılması, özel sektörde ise, enflasyonun çok altında TİS’lerin imzalanması, şirketlerin kârlılığını artırırken, ücretlilerde önemli kayıplara neden oluyor.
—Vardiyalı çalışma
İşverenler, iş yasalarının ortadan kalkmasını isterken, “var olan çalışma kurallarını, çalışma düzenini yasalar belirlemesin, her işletmenin durumuna göre, piyasa, talep belirlesin” diyorlar. Fason çalışmanın ihtiyaçlarına ve kurallarına göre, çalışma saatlerini tümüyle serbest olarak işverenler, kendi belirledikleri sürelerde yoğunlaştırıp, gevşetmek istiyor.
“Piyasada mala talep azsa veya yoksa üretim yapılmayacaksa, işçiye rahatça yol vereyim, gitsin, ne yaparsa yapsın, bunu ben düşünmeyeyim” istiyorlar. Piyasada mala talep fazlaysa, işçiye vardiyalı çalışma, telafi çalışması, fazla çalışma dayatarak, talebi karşılama yoluna gitmek istiyorlar. Talep yüksekken yoğun tempo ile çalışan işçi, talebin azaldığı ya da durgun olduğu sürede, boş otursun istiyorlar. Bu boş geçen süre için hiçbir ödeme yapmak istemiyorlar. “Sadece çalıştığı süre için saat ücreti ödeyeyim, çalışmadığı süre içindeki yaşamı beni ilgilendirmesin” istiyor.
Sermaye çevrelerinin propagandalarında, insanların daha çok boş zamanı olacağı, zamanlarını daha iyi değerlendirecekleri söyleniyor. Ama Türkiye insanının boş zamandan önce insan gibi yaşamaya, karnını doyurmaya, çocuklarını okutmaya, sağlık ihtiyacını gidermeye, eğitime, sosyal güvenceye ihtiyacı var. Ücretsiz bir boş zaman, mevcut koşullarda işsizlik demektir.

Şubat 1999

EK:
TİS’LERDE YAŞANAN ESNEK ÇALIŞMA DAYATMALARI
Geçmiş dönem toplu sözleşmelere, ana sözleşmeyi delerek giren ara sözleşmeler doğrultusunda, metal, otomotiv, ilaç, petrol sektörüne ait birçok özel işletmelerde uygulamaya giren esnek çalışma hükümlerinden kimileri şunlar:
19 Eylül 1994 tarihli MESS’in Grup Toplu İş Sözleşmesinin “Çalışma Süreleri” başlıklı Bölüm V’de yer almasını talep ettiği maddelere ilişkin teklifidir.
Kısa Süreli Çalışma;
Madde–1 Hükümetin ekonomik uygulamaları talep düşüklüğü, satış tıkanıklığı gibi maddelerle işyerinde üretim azalmış ve bu yüzden bir iş gücü fazlası ortaya çıkmış ise, o işyerinde günlük veya haftalık kısa süreli çalışma uygulanabilir. Ödemeler fiilen çalışılan saatlere göre yapılır.
Bu tarz çalışma haftalık çalışma suresinin %50’sinden az olamaz ve bir takvim yılında 6 ayı aşamaz. İşverence tespit edilen yeni çalışma süreleri ve sonradan yapılacak değişiklikler işyerinde ilan edilir ve sendikaya yazı ile bildirilir.
Kısa süreli çalışma, bir aylık süre içinde normal çalışma süresinin %50’sinden az olmamak üzere, haftanın bazı günleri çalışılmayacak şekilde de düzenlenebilir. Kısa sureli çalışmada hafta tatili ücreti, kısa süreli çalışma ile orantılı olarak ödenir.
İşçi 6 iş günlük süre içinde bu uygulamaya yazılı olarak itiraz etmediği takdirde, bu tarz çalışmayı kabul etmiş sayılır. Bu süre geçtikten sonra kısa süreli çalışma uygulaması nedeniyle bir hak ve alacak talebinde bulunamaz.
Ücretsiz izin;
Madde–2 Ekonomik kriz, talep düşüklüğü, satış tıkanıklığı gibi nedenlerle işyerinde üretim azaltılmış ve bu yüzden bir işgücü fazlası ortaya çıkmış ise, işveren işçileri topluca veya kısımlar halinde ücretsiz izne gönderebilir.
Ücretsiz izin uygulaması ve şartları, işyerinde ilan edilir ve sendikaya yazı ile bildirilir.
İşçi, ilanı takiben 6 işgünlük süre içinde bu uygulamaya yazılı olarak itiraz etmediği takdirde, ücretsiz izne muvafakat etmiş sayılır ve bu konuda sonradan herhangi bir hak ve alacak, talebinde bulunamaz.
Telafi Çalışması
Madde-3
Ekonomik, teknolojik ve zorunlu nedenlerle 6 aylık dönemlerde, toplam çalışma süresi aynı kalmak şartıyla işyerinde belirir haftalar normal çalışma süresi işverence düşürülebilir ve bunun yerine belirli haftalar artırılabilir.
Telafi çalışmaları günlük çalışma süresinden sonra 8 saati aşmamak üzere çalışılan günlerde veya varsa çalışılmayan Cumartesi veya Pazar günü yapılabilir. Ödemeler çalışılan saatlere göre, normal ücret üzerinden yapılır. Toplu İş Sözleşmesinde düzenlenen fazla çalışma hükümleri, bu tür telafi çalışmalarınca uygulanmaz.
Telafi çalışması işyerinde ilan edilir ve sendika şubesine yazı ile bildirilir.
Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) tarafından Birleşik Metal-İş sendikasına verilen teklif sendikaca 5 Nisan kararları doğrultusunda, ülkede kriz olduğu(!) gerekçesiyle, kabul edildi.

Coğrafi esneklik nedir?

Coğrafi esneklik, genel anlamda, üretimde işyeri olarak kullanılan mekânların yer değiştirmesi, kapatılıp, bir süre sonra aynı yerde veya bir başka yerde tekrar açılması ve işyerinin kullanım şekillerinde değişiklik yapılması ile ilgili fonksiyonların tümünü kapsar.
İşletmelerin parçalanarak, bazı parçalarının ülke içinde veya ülkelerarası taşınması, parçalanan kısımların aynı mekânda ayrı ayrı yerlere taşınması veya aynı yerde, kısımların birbirinden soyutlanması, ayrı şirketlere bölünmesi, coğrafi esnekliğin konusuna girer. Yani üretimin mekânsal değişikliklerinin tümünü içeren, üretim faktörlerini de değişime uğratan düzenlemeleri tanımlar.
Coğrafi esnekliğin konusuna giren endüstriyel süreçlerin üretim süreci olarak karşımıza çıkardığı ve günlük yaşantımızı etkileyen unsurlarını, nereden geldiğini anlamamıza yardım edecek gelişmeleri kısaca açıklamaya çalışalım.
Esnek üretim denince, ilk akla gelen fonksiyonel esnekliktir. Bu da işletmelerin biçimsel, hacimsel ve yapısal parçalanmasına ve yer değiştirmesine denk düşer. Üretim araçlarının daha çok fonksiyonlu ve çeşitli amaçlar için kullanılmasına, işlevlerinin artırılmasına uygun düzenlemeleri içerir. Dolayısıyla işletmelerde ve toplumda, üretim ilişkilerinin tümünü etkileyen, birbiri ardı sıra etkileşim sürecine giren bir dizi toplumsal anlayışlara ve düzene etkisini beraberinde getirir. Toplumsal yaşamda ve iş yaşamında, geleneksel ahlak ve kültür olarak şekillenen ilişkiler içinde bazı anlayışlarda ve tutumlarda farklılaşma yaratır ve algılamayı değiştirir. Geleneksel iş ahlakının değişimine karşı tepkileri ise, ideolojik bir platformda absorbe edici önlemler geliştirir. Bununla kalmaz, yapısal değişim sürecinin karmaşası içerisinde ideolojik çelişkilerin çözümüne ilişkin yöntem ve biçimlerde de karmaşa yaratır. Toplumun gelişmeye açık dinamiklerini sabote ederek, ideolojik ve politik birikimleri dağıtıcı ve gerçek hedeflerinden saptırıcı girişimlere dayanaklık eden bir rol oynar.
Örneğin, işsizlik, bu sürecin bir fenomeni olarak, herkesin iş sahibi olduğu, ama hiç kimsenin sürekli ve düzenli bir işinin olmadığı ve gerçek işsizliğin ortadan kaldırıldığı iddia edilen bir tanımlamayla sınırlanmaya çalışılır. Oysa bir insan, iş yaparak, kendine yetecek bir ücret aldığı sürece işe sahiptir, bu şartlara sahip değilse işsizdir. Ama fonksiyonel esnekliğin öne sürdüğü iddia, ara sıra iş bulsa da, işsiz kalsa da, kısmi bir iş ile geçinemeyecek gibi ücret alsa da, bu kişinin, işsiz olmadığı biçimindedir.
Her işsizin, aynı zamanda, her türden ve her zaman iş bulabilir fonksiyonlara sahip olduğu, piyasada herkese uygun iş olduğu propaganda edilir. Gerçekten de, daha önce çalıştığından daha kötü koşullarda olma ve ne ücret alınacağı pazarlık edilmediği zaman herkese iş varmış gibi de görünür. Ya da bir iş (AB ülkelerinde iş, “işyeri” olarak tanımlanıyor) için, 3 veya 4 kişi istihdamı demek olan kısmi zamanlı işle, bir işçinin ücretini 4 işçiye bölüp vererek, işsizliği ortadan kaldırma yöntemi gibi masaüstü hesaplarıyla işsizliğin olmadığı da “ispatlanıyor.”
Bu tartışmanın bir başka yönü de verimlilik ve kâr üstüne yürütülen spekülasyonlarda yansır. “Verimlilik = kâr” mantığı ile sömürünün artışına karşı çıkan her fikri “verimsizliği savunma” olarak suçlamak, sömürüyü artırmayı savunmanın en kestirme yolu olarak kullanılmaktadır. Oysa iktisadi bir tanımlama olan “verimlilik”, kârın tam tersine, toplumsal amaçlı üretimin sonucu artan bir tanımlamadır. Yani birim zamanda, sömürüyü azaltmak, işçinin artık değerden aldığı payı artırarak da daha çok üretim (daha verimli bir üretim) yapılabilir. Dolayısıyla, toplumun genel çıkarı söz konusu değilse, olumlu anlamda bir verimlilikten bahsetmek abestir. Çünkü verimli bir üretim, üretimi yapanın refahını artırmadığı sürece, ya da toplumun refahını artırmadığı durumda, sadece sömürünün artmasına karşılık gelir. Ama kapitalizmin ideologları, sadece kârın artması için yapılan aşırı sömürüyü, “verimlilik” olarak kabul ettirmek isterler.
Bu örneklere benzer binlerce ilişki tarzına ilişkin tanımlama, gerçek anlamından saptırılarak, esneklik kavramı ve süreci içerisinde, topluma adapte edilmeye çalışılıyor. Dolayısıyla, fonksiyonel esnekliği ve esnek üretimin diğer alanlarını, (sayısal esneklik, işgücü piyasasında, ücrette esneklik, pazarlarda esneme, vs. yeniden-üretim sürecindeki üretim ilişkilerinde, verimlilik, kalite, vs. üstüne yürütülen politikalarda da) bu esnekliğe yapısal uyum sağlayıcı hukuksal ve toplumsal kuralları, birbiri ardı sıra eklemlenen faktörler olarak geliştirir.
Yapısal uyum, bu anlamda, üretimde mekânın esnekleştirilmesiyle başlayan ve üretim ilişkilerinde esnekleşme ile sürdürülecek bir ekonomi-politikanın harcı durumuna gelir. Ki, üretim süreçlerinde yapılacak değişikliklere uygun kültürel, ideolojik, siyasal yapılanmada da benzer değişimlere gerek duyulur.
Bütün bu etkileşimin başlangıç noktası olarak ise, coğrafi esnekliği ele almak gerekir. Çünkü endüstriyel ilişkiler ağının biçimsel değişimi için, sayılan tüm fonksiyonel ve yapısal esnekliğin uygulanabilir olması ve buna toplumun ikna edilebilirliği gereklidir. Endüstriyel yeniden yapılanma, üretim faktörlerinin tümünü içeren etkisiyle, başlangıç olarak üretici güçlerin coğrafi düzenlemesi biçiminde karşımıza çıkar. Böyle bir düzenlemede sektörel ve biçimsel olarak üretim ki en başında daha çok maddi üretimden söz etmek gerekirse, var olan gelişimi içerisinde ülkelerarası ilişkiler açısından da, yeni bir coğrafya düzeni kurmaya çalışmaktadır.
Bu düzenlemede kışkırtıcı rolü oynayan etmen ise, sermaye hareketinin hızı ve devinim sürecidir. Kısaca, P-M-P+Kâr (rant) olarak bilinen (para-meta-para+kâr) sermayenin devinimi, daha kısa sürede ve kârı artıran bir hareket hızını yaratacak sürece dönüşmek istemektedir. Artmak isteyen sermaye hareketinin hızı ile birlikte, yatırımlarda, üretimde ve dağıtımda da daha büyük hızda bir dönüşüm gerekmektedir.
Yeryüzünde mevcut üretici güçlerin tümünde yer değiştirme ve harekette, hız ve serbestlik elde etmek üzere, mülk edinme tarzında daha serbest, daha kuralsız bir hâkimiyet kurmaya çalışılmaktadır. Sermayenin rahatça her alana girip-çıkmasının kolaylaştırılması için yapılan bir dizi değişikliklere gidilmektedir. Üretici güçler olarak, işgücü, sermaye, topraklar, hammaddeler, kara ve denizlerden elde edilen ürünler, hava, su, elektrik, üretim araçları, fabrikalar, makineler ve insanlar, hayvanlar, vs. akla gelebilecek birikmiş tüm doğal ve insani rezervlerin kolay hareket edebilecek ve alınıp satılabilecek duruma getirilebilmesinin olanakları hazırlanmaktadır.
Üretim faktörleri üzerinde, üretici güçlerin hareketinde ortaya çıkan bu ivme, üretim ilişkileri, yani özetle, işçi-işveren ilişkilerinde, -yani işçi ile patron arasında, küçük işletme sahibi ile büyük işletmeler ve holdingler arasında, ulusal ekonomilerle, metropol ülke ekonomileri, uluslararası tekeller arasında, vs. türündeki ilişkiler- anlaşmalar ve ticari ilişkilerin bütününde, yeni düzenlemeleri zorlar. Ki, bu zorlamanın da etkisiyle tekeller ve tekelci gruplar arasındaki rekabet hızlanmakta, bu da işçiler ve diğer emekçi sınıfların kesimleri arasında rekabetin kışkırtılmasının dayanağı olarak değerlendirilmektedir. Ve “coğrafi esnekliğin” konusu olan üretim faktörlerinin yer değişimine uygun örgütlenmeler ve sosyal düzenlemeler de, bu rekabetin bir devamı olarak ortaya çıkıp etkinlik kazanır.
Coğrafi esneklikle birlikte gelişen üretim faktörlerindeki bu gelişim, ister istemez mevcut iktisadi kuramların temelinde yer alan kavramların içeriğini yeniden gözden geçirme, bazı kavramları yeniden tanımlama, vs. gibi ihtiyaçları da dayatmaktadır.
Coğrafi esnekliğin yol verdiği üretim organizasyonu; işçiyi yığından yalıtan, işyerinin hızla yer değiştirmesi, ülkeden ülkeye taşınması da dâhil, işyerinin somut olarak işçiden bağımsız hareketinin imkânı, işçilerin sınıf olarak birleşmesi, kaynaşması ve dayanışmasının önüne engeller dikmektedir.
Dahası coğrafi esneklik; doğanın, insanın, bilimin, tarımın ve sanayinin gelişimini de engelleyen etmenlerin ortaya çıkmasına, ülkelerin ekonomik olarak planlama yapmasına, ülkelerin kalkınmasının önüne de engeller çıkarmaktadır.

COĞRAFİ ESNEKLİĞİN AMACI, ÜRETİCİ GÜÇLERİN DAHA HIZLI YER DEĞİŞTİRMESİDİR
Coğrafi esneklikle; sermayenin hızlı yer değiştirmesi yanında, ihtiyaca göre, üretim araçları ve işçilerin de yer değiştirme fonksiyonları artırılmaya çalışılır.
Sermaye, hareketinde, emperyalist sisteme ait özellikleri nedeniyle, iki belli başlı karakter içerir. Bunlardan birincisi ve en belirgin olanı, kâr, daha çok kâr ve faiz (rant) elde etmeye koşulludur. İkincisi ise, eşitsiz ve dengesiz gelişim yasasını izler. Üretim araçlarının mülk edinme tarzındaki gelişme de, yol, su, elektrik, makineler, fabrikalar, bankalar, okullar, alet ve edevatlar, vs. ile işgücü kaynağı olarak insanın ve doğanın aynı sistem içinde sermayenin bu hızına ayak uydurması istenir.
Coğrafi esnekliğin en dolaysız amacının, kârın en yoğun alınabileceği alanlara kayışı, bu amaçla mekân değişikliklerini daha hızla yapma imkânı sağlayacağını söyleyebiliriz.
Sermaye, sınırsız kâr isteği ve hızlı devinimle, en büyük birikimini hangi alanda, hangi sektörde, hangi bölgede (ve ülkede) yapabilir ise, oraya en çabuk bir biçimde ulaşmak ister. Var olan birikime ise en kısa yoldan ve en az yatırımla el koymaya çalışır. Bu ulaşımın önündeki engelleri ise, hiçbir sınır tanımadan kaldırmayı amaçlar.
Devletlerin sınırlarını, yasalarını, kurumlarını, işçi sınıfına ve emekçilere belli haklarını tanıyan ve kollayan güvencelerini (yasal ve kurumsal) örgütlerini, kârı en kestirme ve en yüksek düzeyde elde etmesini engelleyen ne varsa onu kabul etmek istemez, onları önünden kaldırmak ister. Ama gerek işçi sınıfının mücadelesi, gerekse, genel olarak sınıflar mücadelesinin sömürüyü sınırlandırma yönündeki kazanımları (milli devlet politikaları, gümrükler, ulusal sanayi ve tarımın korunması önlemleri, anti-tekel yasalar, sosyalizmin uluslararası etkisi altında şekillenen kurumlar, işçi ve emekçi örgütleri, vs.) kârın sınırsız artırılmasında sermayenin önündeki engeller olarak ortaya çıkar.
Yeni liberal eğilimin öne çıktığı (gümrük duvarlarının alçaltılması ve sermaye dolaşımı önündeki engellerin azalması, serbest kur, ulusal parada korunmanın kalkması) son 20 yılda, iletişimin ve ulaşımın hızlanması ve SB ve Doğu Bloğu’nun da çökmesiyle coğrafi esneklik hem geniş bir manevra alanı buldu; hem de tekeller-arası rekabette daha çok ihtiyaç duyulan bir araç oldu. Başka bir söyleyişle, tüm dünya toprakları, bu topraklarda yaşayan ülkelerin halkları ve yaşanılan mekânlar, yeraltı ve yerüstü servetleri ve turizm imkânları, tarihi eserler ve kültür mirasları vs. sermaye hareketinin hızına uygun olmak üzere yeniden paylaşılır hale getiriliyor. Ve bu yağmalamanın hızını kestiği düşünülen yasa, kural, gelenek, değer yargısı, devlet organizasyonları, ideoloji, fikir, vs. ne varsa tümünün bu amaca uygun hale gelmesi için çalışılıyor.
Kuşkusuz ki; bugün coğrafi esneklik olarak adlandırılan gelişmelerin tarihsel kökleri vardır. Ve bugünü anlamak için bu tarihsel köklere de inmek gerekir. Ancak, sonuçta bir dergi yazısının sınırları içinde sorunu toparlamak bakımından sorunun bu yanını şimdilik bir tarafa bırakmak gerektiği de ortadadır. Yine de şunu belirtmek gerekir ki, bugünkü coğrafi ya da fonksiyonel esneklikle sanayinin henüz oluştuğu dönemlerdeki esnek çalışma yöntemleri ve mekân değişikliklerini ayırmak gerekir. Çünkü o gün emek mücadelesi ve sanayi gelişmenin kendi seyri içinde onu geliştirici rol oynayan “esneklik” yöntemleri, bugün tekeller tarafından ülkelerin ekonomisini çökertmek, emek güçlerini parçalamak, kârdan çok da rantı artıran yöntemlerin oradan oraya göçü olarak, yağma ve talanın yaygınlaşıp pervasızlaşması olarak biçimlenmesiyle, eski dönemlerdekinden farklıdır. Dahası; bu ilişkiler ’70 öncesi ve sonrası (Fordist ve post-Fordist teknikler ayrımı) arasında bile farklılıklar göstermektedir. Ve bu yüzden de bu yazının sınırları içinde daha çok da yakın geçmişle bugünün farklılıklarına değinilecektir.

COĞRAFİ ESNEKLİK NASIL GELİŞTİ?
Bir örnekle başlayalım:
“Avrupa’da Beşikten Mezara İstihdam Tarih Oluyor” adlı makalenin sahibi T. Roth, The Wall Street Journal’deki yazısında, “Hollanda’da her iki işçiden biri, İspanya’da toplam işgücünün %41’i, part-time veya geçici bir işte çalışmaktadır. Fransa’da ise, %14 olan toplam işgücü içindeki part-time veya geçici işçi oranı bugün %26’ya ulaşmış bulunmaktadır.” (1.7.1996) demektedir. Bugünkü tabloda ise, Almanya’da geçici işçilik %50 artmış, Fransa’da ise, toplam işgücü istihdamı içinde %75’e ulaşmıştır. İtalya’da da 14–29 yaş arası işsizler için “iş eğitimi sözleşmesi” adıyla geçici işçilik istihdamı yaygınlaşmaktadır. İspanya’da 1986 yılında çıkarılan bir yasa ile geçici işçi istihdamı, 1988 yılında %93’ü bulmuştur. Sendikaların baskısı ile daha sonraki yıllarda bu oran düşürülmüştür. AB üyesi ülkelerin tümünde öğretmen ve hemşireler, yaygın olarak geçici işçilik statüsünde çalışmaktalar. Ayrıca “kendi hesabına çalışma”, hemen tüm Avrupa devletlerinde birçok sektörde yaygınlaşmaktadır.
Ş. Oğuz, “Türk Henkel Dergisindeki “Dünya’da İşsizlik” adlı yazısında şunları belirtiyor:
“Şu anda dünyada aşağı yukarı 300 milyon kişi, doğduğu yerden çok uzaklarda ve politik sınırlar dışında çalışmak zorundadır. Artı, Dünya Bankası’nın bir araştırmasına göre, 1 milyara yakın bir işsiz sayısına giden bir dünya vardır. İşsizlik dünyada iki sebepten dolayı meydana gelmektedir. Bunlardan bir tanesi, ileri teknoloji ve otomasyondur; üretim artık giderek emek-yoğun sanayilerden makine ve sermayeye (high-tech sermayelere) doğru gitmektedir. İkincisi, uluslararası rekabetin giderek acımasız hale gelmesi ve hatayı affetmez bir yapı arz etmesi yüzünden ucuz emeğin bulunduğu yerlere doğru, sermaye ve yatırım akışkanlığının sağlanmasıdır.” (Mayıs 1996)
Dünyadaki işsizliğin artması, dünyadaki toplam üretimin verimsizliğinin yanı sıra, ekonominin krizlerinin de nedeni olan sistemsel bir çarpıklığın sonucudur. Bu çarpıklığın temelinde ise, doğayı ve yaratılan değerleri insanların genel refahı için kullanmak yerine, bir küçük azınlığın refahı için kullanmak üzere örgütlenmiş olmak yatar.
Tekellerin 70’li yıllardaki krizi sonrası girdiği yönelimde, endüstriyel işletmeciliğin modelinde yeni bir açılım ortaya atıldı. Bu açılım, “toplam kalite yönetimi” olarak standart bir üretim teknolojisinin dünyadaki tüm üretime adaptasyonuna olanak sağla yan düzenlemeler olarak karşımıza çıkar.
Stoksuz üretim, fason üretim, kısa süreli ve parçalı üretim, sipariş üstüne üretim, vs. gibi küçültülmüş ölçekli üretime uygun işletmecilik tercih edilmeye başlar. Just-in Time, yani tam zamanında üretim, sipariş üstüne üretim olarak yaygınlaşmaya başlar. En küçük birimlerdeki üretimden, en büyük holdinglere ve çokuluslu tekellere kadar, aşağıdan yukarıya doğru siparişler üstüne örgütlenmiş bir üretim modeline yönelinir.
Küçültülmüş üretim teknolojisi ile değişime sokulan yeni üretim organizasyonunda denetimin sağlanması, bilgisayarla yapılabilir. Bu nedenle bilgisayar, kalite yönetiminin ikamesi ile coğrafi esnekliğin yaratılabilmesinin vazgeçilmez bir unsurudur.
Tekeller, büyük işletmecilikten küçültülmüş ölçekli işletmelere doğru bir kayışı tercih ederken, kârın maksimize edilmesi için emeğe ödenen ücretler arasında rekabetin kışkırtılmasını hedefler. On binlerce küçük işletmeye bölünmüş şirketleri, her ülkenin kendi içinde bölünmüş şirketleri arasında olduğu gibi, diğer ülkelerin bölünmüş şirketleri ile de rekabete sokar. Sadece bir tek ülkedeki şirketler arasında değil, aynı tekele bağlı çeşitli ülkelerden on binlerce motor şirketi veya lastik şirketleri gibi, jant, vs. arasında rekabet edecek koşullara uyarlanarak ve daha küçük parçalara bölünerek, azami kâr elde etmeye çalışıyorlar. Dolayısıyla, tek bir ülkenin firmaları arasında rekabet koşulları yerine, uluslararası rekabet koşullarına göre uyarlanmış işletmecilik, pazara sokuluyor. İşletmelerin kolayca kapanması, rekabet edemez duruma gelmesi sonucu, bu işletmelerden işçi çıkarımı da daha kolay hale getirilerek, azami sömürünün koşulları arttırılıyor.

COĞRAFİ ESNEKLİĞİN YAYGINLAŞMASI, KAMU ALANINA MÜDAHALE İLE BAŞLADI
Üretimdeki mekânların esnekleşmesi, uzunca bir zamandan beri dikkat çekici bir unsur olarak üretim sürecinde etkili olmaktadır.
İşletmelerin iç mekânlarında üretim akışının sürecini ve yönünü değiştirmekten başlayarak işletmelerin ülkeden ülkeye taşınmasına kadar varan, coğrafi etkenin üretim sürecine bir unsur olarak girmesi, son 20 yıldır, sistemli bir politika olarak, uluslararası sermaye tarafından yönlendirilmektedir. Toplam Kalite Yönetimi adıyla dünyada yaygınlaştırılan ve 2. Dünya Savaşından bu yana yürütülen çalışma; coğrafi esnekliğin işletmelerin kendi içinde mekânlarının bölünmesi sorununda olduğu kadar işletmelerin taşeronlaştırılması, ya da ülkeler arasında nakledilen işletmelerin birbiriyle bağlantılı çalışmasının imkânlarının genişletilmesinin aracı olarak kullanılmaktadır. Toplam kalite yönetiminin teknik ifadesi olan 9000’li standartlar, aslında dünyanın her köşesindeki üretimin standartlaşmasını, buna bağlı olarak da üretimin herhangi bir coğrafyaya bağlı olmadan gerçekleştirmesini amaçlamaktadır. Çünkü Toplam Kalite Yönetimi, bir yandan standartlara uyulmak koşuluyla üretimin taşeronlaştırmasını kolaylaştırdığı gibi, üretimin ve işletmelerin mekân olarak da birbirinden çok farklı yerlerdeki işletmeler arasında bölünmesine imkân tanımaktadır. Büyük işletmelerin bölünüp parçalanması ve uluslararası planda dağıtılması, elbette bu de-santralizasyona karşın her gün daha büyük bir sermaye temerküzü (sermaye yoğunlaşması), tekellerin üretimindeki etkinliklerinin artırması da böylece mümkün hale gelmiştir. Yani tekeller; Toplam Kalite Yönetiminin yaygınlaşmasına bağlı olarak bir mekana, entegre veya büyük işletmelere bağlı kalmadan da, üretim üstündeki kontrollerini yaygınlaştırmada yeni imkanlar elde etmişlerdir.
Nitekim, büyük ölçekli üretim yapan entegre işletmelerin, “taşeronlaştırma” benzeri bir biçimde parçalanarak, taşınması kolay, işçi sorunlarını asgariye indiren, sınıf mücadelesinin imkanlarını dağıtma amaçlı girişimleri önce Avrupa, ABD, Japonya gibi merkezi kapitalist ülkelerde devreye sokuldu. Ye daha sonra da Türkiye gibi ülkeleri de kapsayarak, kamu sektörünün dağıtılmasının (KİT’lerin ve kamuya ait hizmet kurumlarının) da bir aracı olarak işletildi.
Örneğin TOFAŞ ve RENAULT’nun ana işletmesinde çalışan her 1 işçiye karşılık “yan sanayi” denilen ve bu işletmelere “iş yapan” firmalarda 10 işçi çalışmaktadır. Bu örnek bile sanayideki parçalanmanın boyutlarını göstermektedir. Kamuda ise; örneğin Sümerbank; önce üçe bölünmüş, sonra Sümerbank’ın 16 dokuma fabrikası 16 ayrı firma olarak parçalanmış, her fabrikada (kapatılmayanlar) sayısız taşeronlara “bölünerek” özelleştirme tamamlanmıştır. Ya da; kamunun elektrik dağıtım kurumu olan TEDAŞ; il il, bazı büyük iller ikiye, üçe bölünerek özelleştirirken, her özel firma da sayısız taşeronları devreye sokmuştur. PTT posta servisi, İGDAŞ vs. pek çok KİT de aynı yöntemle alt taşeronlaşmanın yaygın olduğu kamusal alana örneklerdir.
Türkiye’de son 15 yıl içinde, bir kurtuluş reçetesi olarak propaganda edilen özelleştirme; kamu işletmelerinin üretim mekânlarının, arsalarının, sosyal tesislerinin, bazı kısımlarının haraç mezat satımından ibaret olmuştur.
Özellikle entegre tesislerden bazıları parçalandı, coğrafi bakımdan parçalanması imkansız olanları ise, kalite yönetiminin dağıtılma tekniğine terk edildi.
Aynı şirket veya işletme içerisinde toplanan işçilerin dağıtılması ve birbirinden soyutlanmasının yöntemi, kalite çemberleri veya grup çalışmaları biçiminde kümelere ayrılma tekniğiyle gerçekleştiriliyor. Ve elbette bu yöntemler, artık herkesçe bilindiği gibi, aynı zamanda endüstriyel demokrasinin gerçekleştirilmesinin aracı olarak da propaganda ediliyor.
Parçalanmanın bir diğer yöntemi olan taşeronlaştırma ise; sanayide kendisini KOBİ işletmeciliği biçiminde bir “alt işletmecilik” modeli olarak gösterirken, aynı zamanda coğrafi yer değişimine de uygun bir zeminde biçimlenmiş.
Bir yandan Toplam Kalite Yönetiminin teknikleri, öte yandan taşeronlaştırmanın genelleştirilip yaygınlaştırılması üretimin özgürleşmesi, yeni bir teknolojik devrim gibi tanıtılıp yoğun bir ideolojik baskı da bu uygulamaların aracı yapılıyor.
Ana işletmenin alt yapıları olarak açılan küçük ve orta işletmeler pıtrak gibi çoğalırken, bu durum aynı zamanda yabancı sermayenin, fiziken daralmış gibi görünen işletmelerin ana merkezlerini ucuza kapatarak, bütün “alt işletmeleri” ucuza ve kolayca kontrol altına alacağı imkânı yaratması bakımından son derece önemliydi. Bu yüzden de kamudaki büyük KİT’lerin birer birer işletmelere ayrılıp öyle satılması önem kazanıyordu. En kârlı olan kısımlarını yabancı tekeller kapışıyordu. Tabii böylece kısımların başka bölgelere taşınması da, satın alma da, işçi çıkarımı ve hak gaspları da kolaylaşıyordu.
70’ler sonrasında Türkiye’de de, yabancı sermayenin, “coğrafi” bakımdan özelliklerine daha çok dikkat ettiğini söyleyebiliriz. Örneğin Dünya Bankası, Türkiye’nin bir “tarım ülkesi” olarak kalmasına özen göstererek verdiği kredileri yönlendirdi. Ve sadece “tarım” ve “tarıma dayalı kredi”ler verdi. Şimdi de Türkiye; enerji geçiş yollarının güvenliği ve limanı olma özelliği ile GAP ve belli alanlardaki tarımsal imkânları ile çimento sanayi hammaddesiyle, bölgenin tatlı su kaynaklarının büyük bölümüne sahip olması ile önemli görünmektedir. Ye tabii, SB’nin dağılmasından sonra; Kafkasya, Balkanlar, Ön Asya, Ortadoğu gibi kriz bölgelerinin merkezinde olma, Orta Asya ile akrabalık bağlarının olmasıyla önem kazanmış bulunmaktadır. Özelleştirilen işletmelerden Fransızların çimento fabrikalarını satın alması, batılı enerji tekellerinin enerji sektörüne el atması, GAP’ın, Çukurova’nın, batılı tarım tekellerinin ve enerji firmalarının gözde alanları olması, Etibank’ın, THY’nin, Telekom’un, IMF’nin en çok ısrar ettiği özelleştirmeler olması bir rastlantı değildir.
Uluslararası tekeller; coğrafi konuma ve imkânlara elbette başka ülkelerde de önem vermektedir. İtalya, Akdeniz ticareti bakımından, “coğrafi düzenlemeye” sokulmaktadır.
Toplam Kalite Yönetiminin yayıldığı ülke olarak da Japonya aslında coğrafi esnekliğin tipik örneklerini vermiştir. Örneğin ’80’li yılların sonunda, Japonya limanlarından otomobil parçalarıyla yüklü olarak yola çıkan “fabrika gemiler” (bu gemiler montaj fabrikası olarak kullanılıyordu), verilen siparişler üstüne, montajları yolda yapılan otomobilleri kendilerine bildirilen limanlara bırakıyordu. Ve elbette sadece üretimin bir bölümü değil, fabrikalar da bölgenin çeşitli ülkelerine yayılıyordu. Örneğin 1992 yılında Mazda Motor (Japon), girdiği krizden kurtulma çabası içinde fabrikalarını Japonya’dan Singapur’a ve Çin’e kaydırmaya başladı. Filipinler ve Tayvan gibi 8 Güneydoğu Asya ülkesine ise, yeni fabrikalar kurmaya başladı. Ayrıca tüm Asya çapında yaydığı, araba yedek ve yan parçalarını üretmek üzere açılan işletmelerde, uluslararası IQEM: kalite yönetimi) standardizasyon olarak düzenlemelere giderken, bu 8 ülkedeki fabrikalarında Japonya’da ve Doğu-Güneydoğu Asya ülkelerinde yapılan parçalar, monte edilmeye başladı.
Türkiye’den bir örnek verirsek; 102 yıllık dünya pet şişe tekeli Schmalbach Lubeca, 2 yıl önce Türkiye’de de şubesini Dudullu Organize Sanayi Bölgesi’nde açtı. Bu Alman kökenli dünya devi, pet şişe, muhafaza kaplan üretimini yürüttüğü 22 ülkede, 65 fabrikaya sahip. 1969 yılında tekelin hisselerinin önemli bir bölümünü, Amerikan Şirketi Continental Can satın alır. Avrupa’nın tanınmış tekellerinden VIAG, aynı bünyeye katılır. Dünyanın en büyük yatırımcı ve menajer firması Alianz Capital Partners tekeli tarafından, maddi ve danışmanlık hizmeti ile desteklenir. Avrupa’nın tanınmış birçok vakumlu kapak ve teneke kutu firmaları da aynı bünyede faaliyet göstermektedir. Schmalbach Lubeca, marmelât şişelerinin Ar-Ge çalışmalarını Fransa’da, kapaklardan oksijen sızmasına karşı Ar-Ge çalışmalarını ise Amerika’da yapıyor. 1998 Eylül’ünde Dudullu OSB’de açtığı şubesi, su ve meşrubat şişesi üretiyor. Açıldıktan kısa bir süre sonra ise, Türkiye’de aynı sektörde üretim yapan Starpet AŞ şirketini tümüyle bünyesine kattı. Böylece Türkiye tekeli olarak üretilen pet şişelerin tümü, Fransa ve ABD’de Ar-Ge çalışması yapılan bir teknoloji ile üretilirken, uluslararası standartta üretime sokulmuş oldu.

COĞRAFİ ESNEKLİK, SERMAYE HAR£KETİNİ HIZLANDIRIRKEN, KONTROLÜNÜ DE ARTIRIR
Coğrafi olarak esnetilmiş üretim, esnetilmiş pazarlar, sermayenin gelişimi ve dünyaya egemenliği için ortaya atılan “yeni bir yöneliş” olarak karşımıza çıkmakladır. Burada, emperyalist hegemonyanın daha çok kâr sağlamaya yönelik örgütlenme modelinde de bazı yeni düzenlemelere ihtiyacı vardır. Örneğin, tekeller, “General Motors”. “General Electric”, “Ford”, “Chrysler”, “IBM” gibi ABD tekelleri, gittikleri ülkelerde tüm sermayesi kendilerine ait şubeler açma eğilimindeyken, ulus devlete ait korumacı yasaların engeliyle karşılaşarak, yerli sermaye ile ortaklaşmaya yönelmek zorunda kalıyordu. Pek çok geri ülkede bu ortaklıklar, yabancı tekele, %49’dan fazla hisse sahibi olamama gibi bir sınır getiriyordu. Ama yeniden organizasyon sürecinde ortaklıklar, şubeleri olan firmalarla bu yüzde 49–51 gibi oranları kaldırırken, çok daha az paylarla bile “alt işletme”, “taşeron firma” yöntemiyle, daha etkin bir egemenliği mümkün kılar hale gelmiştir. Yüz yılın başlarında, Lenin, emperyalizm tahlilini desteklemek için örnek verdiği, tekellerin çeşitli yöntemlerle (yönetim kurullarındaki oy hesapları vb. yollar) yüzde 8 hisse ile yüzde 92’lik sermaye kesimini denetlemesi; günümüzde taşeron firmalar ve “alt işletmeler” yoluyla, son derece kestirme yollardan gerçekleştirilmektedir. Alt işletmelerin, de-santralizasyonun ve karşıtı gibi görülen santralizasyonun (merkezileşmenin) aracı olmasının nedeni de, budur.
Bir ülkedeki ana işletmeler, yani tekellerin ortaklığındaki şube firma, toplam üretimin %2 veya %20 gibi küçük bir bölümünü üstlenirken, yani sadece Ar-Ge ve son ürün montajını elinde tutarken, aslında tüm üretimi denetlemektedir.
Örneğin Türkiye’deki bir yabancı sermaye yatırımında, alt taşeron işletmelerinde üretilen parça veya yarı mamullerin üretimi için konan sermaye, tümüyle yerli sermaye olmasına karşın, ana işletmenin denetimine tabi olmak zorundadır. Burada, denetim bir yanı belli standartlara uyma zorunluluğu olarak karşımıza çıkar. Ki, standartların ana işlevi, denetime açık olmak üzere tüm işletme bilgisinin bilgisayarlara aktarımıdır. Aynı zamanda işletmelerin üretim tekniğine ait uygulamalarda, standart bir teknoloji izlemek zorunluluğu getirilmektedir. ISO–9000, AS–400, vs. gibi kalite standardı zorunluluğu, buradan kaynaklanır. Bu standartlar Avrupa Kalite Vakfı’nın (EFQM) ve Türkiye’de Kal-Der öncülüğünde geliştirildiği gözlenir.
Tekelci denetimin diğer yanı pazarlara egemen olunan bir coğrafi güdümlemenin artışıdır. Coğrafi esnekliğin, coğrafi olarak pazarlara hâkimiyette ve yönlendirmede tekellerin olanaklarını artırdıkları bir düzenleme olduğu görülür.
Büyük işletmelerin işçisine sermaye ortaklığı ile gelen sömürü, küçük ve orta işletmelerin sermayelerine ortak olmadan da sağlanabildiği gibi, bu işletmelerde daha fazla sömürünün yolu açılmaktadır. Yani alt işletmelerde sağlanan aşırı sömürü, ana işletmelere toplanmakta, buradan da yabancı sermayeye aktarılmaktadır. Denebilir ki, yan sanayi, daha önceki dönemlere göre ana sanayi ile daha sıkı ve pek çok yönden vazgeçilmez bir ilişki içine girmek zorunda kalmaktadır.
Bu eğilim sermayeyi, aynı zamanda tüm pazarlara da, daha çok hâkimiyetle birlikte yöneltmektedir. Yani daha çok kârlı ve sorunsuz bölgelere doğru sınaî sermayenin, sanayinin kayışı, artarak yaşanırken, sermayenin uluslararası ve ulusal pazarlarda denetimini ve gözetimini daha da artırır.
Örneğin, Alman çelik tekelleri, kömürünü Afrika’dan, işçisini Türkiye’den, Yugoslavya’dan, Yunanistan’dan getirerek kendi ülkesinde çelik üretirken, ’85’lerden itibaren üretimini, kömürün ve demir cevherinin bol bulunduğu, aynı zamanda işgücünün de çok ucuza geldiği Afrika ülkelerine doğru kaydırmaya başladı. 20 yıl öncesine kadar Türkiye, Avrupa’ya işçi ihraç eden ülke durumundaydı. Bugün ise, Avrupa ülkeleri, Türkiyeli işçileri geri göndermeye çalışıyor. Ama aynı zamanda 68 milyonluk bir pazar olarak, Türkiye’nin enerji üretim ve dağıtım tesislerine, Telekom’una, GAP’a daha çok ilgi gösterirken, aynı zamanda otellerinin, hipermarket zincirlerinin kollarını da Türkiye’nin başlıca kentlerine uzatmış bulunuyorlar. Ve elbette spekülasyona çok uygun borsası, yüksek faizler, devlet garantili yüksek borçlandırmalar da son 20 yılın eğilimi olarak kendisini ortaya koyuyor”.
Çokuluslu tekellerin kolları olarak gelişen holdingler ve bankaları, holding işletmelerine yatırılan yabancı sermayelerin geri çekilmesi ile birlikte, kısa zamanda batmaya veya birleşmeye zorlanıyor.

ŞİRKET BİRLEŞMELERİ
Coğrafi esnekliğin yaygınlaşarak genelleşmesi, tekellere bir başka gelişimin imkânını daha açtı. Tekeller veya işletmeler-arası birleşmelerde ve ayrışmalarda devinim hızının arttığı gözleniyor.
Tekelleşmenin bir eğilimi olarak bilinen üretimin çeşitli dallarında faaliyet gösterme isteği; coğrafi esnekliğin sağladığı imkânların genişlemesiyle, tekellerin eğilimi olmaktan da öte, pratiği haline geldi. Kitlesel üretimin yapısallığı içindeki faaliyetini birkaç sektörel kolla sınırlandırma, yerini, bütün kollara yayılmaya bırakır oldu. Örneğin, bir otomobil tekeli, ekonominin her dalında yatırım yapar hale geldi. Otomotiv sektöründe tanınmış tekel, banka, sigorta, kimya, tekstil, tarım, hizmet, vs. gibi çok çeşitli sektörlere girmeye başladı. Böylece çokuluslu şirketler, çok sektörlü şirketlere kolayca dönüştü. Herhangi bir sektörde faaliyete girmesinin önündeki engeller de, KİT’lerin çözülmesiyle birlikte ortadan kalkıyor.
Sermaye, ana işletmelere olduğu kadar alt işletmelere de kolay girip çıkabildiği için, sipariş üstünden iş verme, doğrudan alt taşeronlarla da yapılabilir hale geldi. Bunun en belirgin yaptırımı, KOBİ işletmeleri, şirket krize girdiğinde, yabancı sermayeye satış için kendine çekidüzen vermeye başlıyordu. Yabancılara satış, hem malını, hem de kendini olmak üzere, küçük şirketler için cazip hale geliyordu. Böylece tekeller, büyük küçük demeden her sektörde şirket alıp satabilecekleri bir pozisyon elde ettiler. Büyüklerin küçükleri yutması kolaylaşırken, büyüklerin kendi aralarındaki rekabette de artış ve bununla birlikte şirket birleşmeleri de arttı. Kimin eli kimin cebinde olduğu takip edilemeyecek duruma geldi. Büyük tekeller arasında portföy diplomasisi de benzer bir ivme kazandı. Bir deyişle “bulanık suda balık avlamak” için koşullar ve ortam uygun hale getirildi.
Her ürünü, kendi doğal ortamında ve kendi pazarı için üretilir hale getirip, bundan da azami kâr sağlamak üzere tekeller, yeni iş organizasyonuna girdi, Yani gelişmiş ülkeler kendi ülkelerinde ürettikleri mamulleri geri kalmış ülkelere pazarlama yerine, daha çok teknolojisini pazarlayarak, o ülke içinde üretimini sağlayarak daha çok kâr elde edebileceği olanakları yaratıyordu.
Daha çok çeşitte ve kalitede ürün üretilir hale gelmesi, marka anlayışını da beraberinde getirdi. Çok çeşitli ve çok farklı kalitede ürün piyasaya sürülmeye başladı. Dolayısıyla, her semtte belli çeşitlilikte ürün pazarlayan esnaflar ortadan kalkarak, her çeşitte ürünün pazarlandığı süper ve hiper-marketler ortaya çıkmaya başladı. Dolayısıyla, coğrafi olarak, yer değişikliğinde önemli bir adım olan pazarlama yöntemi, küçük esnaftan büyük marketçiliğe dönüşürken, üretimdeki büyük işletmelerin parçalanması ve taşeronlaştırmanın tersine bir değişime uğruyordu.
Örneğin, otomobil, hız teknesi, TV, buzdolabı, kozmetik, giyecek, yiyecek, kitap, ekmek, pasta, musluk, oturma odası, gibi çok çeşitli ve farklı kalitede ürün tek bir mekânda satışa sunuldu. Pazarlama sektörü, biçimsel bir değişime uğradı ve ayrı bir sektör olarak önemi arttı. Ambalaj sektörü de önem kazanarak gelişti. Promosyonculuk, reklâmcılık, mankenlik, vs. gibi sektörler, yeni bir işbölümü içinde türeyen, yeni meslekler olarak değer kazandı.
Hizmet sektörü, kol hizmetlerinden çok da kafa hizmeti olarak, artan bir önem kazanmaya başladı.

COĞRAFİ ESNEKLİĞİN, ‘İŞ HUKUKU’ VE ‘ÜRETİM STANDARDI’
“İş hukuku” ve “üretim standardı” da coğrafi esneklikten payını aldı.
Tekelci sermaye merkezlerinin “piyasaları rahatlatmak ve krizi önlemek” adına, tüm dünya ölçüsünde uygulamaya soktukları de-regülasyon (kuralsızlaştırma) hareketi, var olan kurallar ve yasaların yerine, üretim sürecinin yeniden organize edilmesine uygun iş hukukunda (burada kastedilen sadece yazılı hukuk değil, ama onu kapsamak üzere genel olarak ilişkilerdeki alışkanlık ve yerleşmiş geleneksel tutumların bütünü) ve yaşamında yeni standartlar geliştirilmesini şart koştu.
Genel söylemiyle “kalite standardı” olarak adlandırılan bu yapısal biçimlenme, üretim süreçlerine, kalite ve verimlilik, vizyon olarak getirilerek, genel kabul görmesi sağlandı.
Bu standardı kabul etmeyenleri de, ürünlerini pazarlara sokmayarak, satışlarını çeşitli yöntemlerle engelleyerek, kalite standardını kabul etmeyenleri pazardan sürerek boyun eğdirmeye yönelmiş bulunuyorlar. Dolayısıyla “kalite standardında” üretim yapmayan pazarlara giremez, üretim yapsa bile pazar bulamaz hale sokulmaya çalışılır.
Önemli bir maliyet unsuru olmasına karşın “kalite standardı” için gerekli olan danışmanlık, test laboratuarları, işletmelerin yeniden biçimlenmesi, mekânsal olarak yer değiştirmeye zorlanması, bilgisayarlı üretime geçme zorunluluğu gibi pek çok ek masraflarla, kalite sistemi kurmaya tüm işletmeler zorlandı, zorlanıyor. Bilgisayarlar üstünden üretime koşullandırılan küçük ve orta ölçekli işletmecilik, böylece kolayca tekeller tarafından denetlenir hale gelirken, herhangi bir sermaye yatırımı olmadan da tekellere bağımlı hale getirilmiş oluyor. Dahası, bu süreçte teknoloji ve sermaye bakımından zora giren küçük ve orta işletmelerin önemli bir bölümü ise, yenileme yapamadığı için daha büyükler ya da tekelleri tarafından yutuldular. Tabii ki, bu süreç işçinin daha yoğun çalıştırılması süreci olarak da işledi. Daha çok sömürünün yanı sıra üretim sürecinin, işçinin işçiyi ihbarı süreci olarak da organize edilerek sınıf dayanışması tahrip edilmek istendi. Zaten “yeni teknoloji” diye satılan da; iş hukukunda, bu işçiyi daha çok sömürmek için yapılan üretimin yeniden örgütlenmesi süreciydi.
İşçinin aşırı sömürülmesinin süreci; aynı zamanda yabancı tekellerin yerli firmaları, büyük firmaların küçükleri denetlemesi süreci olarak organize edilmesiydi. Bilgisayarlı üretim, sermayenin denetimi için gerekliydi. Yazarkasa, bilgisayarlı üretim, uluslararası standardizasyona ilişkin koşullar olarak tüm küçük-büyük işletmelere ve esnafa dayatılırken, bu araçların satın alınmasının maddi külfetinden daha önemli olarak, denetime açık ve tâbi duruma getirilmesi bu süreç için daha açıklayıcıdır.
Süreç, sadece üretim tekniği ile sınırlı kalmadı. Aynı zamanda kredi imkânları da “kalite standardı”nı yakalama şartına bağlandı. Bu yüzden de, işletmeler, en yukarıdan kontrol edilmek için her yandan kuşatıldı. Bir başka söyleyişle KOBİ kredileri, sadece “kalite standardı”na uyumlu çalışmanın yürütülmesi şartıyla veriliyordu. Çünkü ancak bu standart yakalanırsa; coğrafi uzaklığa bağlı kalmadan bir üretim ve “sıfır hatalı üretim” yapılabilirdi. Alt işletmelerin bölgeden bölgeye, hatta ülkeden ülkeye dağıtılmış olması bunu zorluyordu.
Aynı zamanda bir ülkedeki üretim tekniği, diğer ülkelerdeki üretim tekniği ile aynı kalitede olmalıydı ki, sermaye istediği ülkeye veya aynı ülke içindeki istediği işletmeye kolayca kayabilsin. Sermayesini en az riske atabileceği veya ihtiyacı olan bir ürünü en ucuza mal edebileceği işletmelere kayışında kolaylık sağlayabilsin. Üretimini en kısa sürede ülke içinde veya başka bir ülkedeki diğer yerine kaydırarak yapabilir duruma gelsin. Bu durum, işçilerin ülke içinde birbiriyle rekabetini artırmakla birlikte, ayrıca ülkeler arasında artan bir rakip işgücü ile karşı karşıya kaldığını göstermektedir.
Bunu bilinen bir örnekle açıklarsak; Hollanda menşeli Lever, ucuz işgücünden yararlanmak üzere işlettiği Kimya Teknik İşyerindeki direniş nedeniyle, sermayesi riske girdiğinde, üretimini Gebze’deki işletmesine kaydırarak kurtardı. Coğrafi esnekliğin bugün ulaştığı boyuta bir örnek daha vermek gerekirse (basında çıkan bir haber) Türkiyeli bir patron gösterilebilir; TÜSİAD Başkan Yardımcısı ve Organik Holding’in patronu Aldo Kaslowski, polimer fabrikası kurmak üzere yaptığı projeyi önce, Uzak Doğu’da uygulamaya yönelir. Burada kriz çıkınca, yatırımını Rusya’ya kaydırır, ama bu sefer de Rusya krize girmiştir. Bir süre, Körfez ülkelerinde araştırma yapar, şartları uygun bulmayıp, bu sefer Hollanda’ya geçip, en azından şimdilik orda yatırıma “karar” kılar. Bütün bu geçişlerin kazasız belasız olması için “kalite standardı”, “yasalarda esneklik”, “sermayenin yer değiştirmesinde esneklik” bütün bunların içinde hareket ettiği bir zarf olarak coğrafi esneklik ister istemez, sermayenin hızla hareketi için zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır.

İŞ STANDARDI VE COĞRAFİ ESNEKLİK
Uluslararası standardizasyon, üretim süreci içinde teknik bir yapılanmanın standardı olarak, yani sadece üründe değil, üretim sürecinde tek bir standart sağlamaya yönelik olarak biçimlendirilmektedir. Neyin ne kadar, ne zaman üretileceği değil, aynı zamanda hangi kıstaslarda ve teknoloji ile üretileceğini belirleyen bir standart olarak, işin anlamını değiştiriyordu. Yani üretim sürecinin bütünü içinde teknik bir kurumlaşma yaratıyor.
Böylece iş standardı, kalite standardı olarak, teknik bir anlam, bundan da öte ideolojik bir anlam kazanarak, her işletme ve kuruma ilişkin anlayışların, belli kurallar zincirine tabi duruma gelmesini sağlı yordu. Sadece ISO–9000 çalışması yapılan işletmelerde değil, sendikasız, sigortasız yani kayıt-dışı denilen küçük ve orta işletmelerin de kalite standardına uygun üretim yapılır hale gelmesi isteniyor.
Böylece iş standardı, üretimin organizasyonu ile birlikte üretimin muhtevasını da değiştirdi. Bir ürün, sadece en iyi ve en maharetli ellerin ürünü değil, aynı zamanda belli bir “standart süreci”nin ürünü olarak ortaya çıktığında pazarda “aranır” olmaya başladı. Bu standart, herhangi bir ürünün, en kısa sürede, en kaliteli ve en ucuza nasıl ve nerede üretileceğini belirlemekle kalmadı, aynı zamanda nasıl bir teknikle üretildiğine de bağlı hale geldi.
Bir işkolunda çalışan işçi, bağlı olduğu şirketler topluluğu içinde yer değiştirirken, değişik sektörler arasında göçe uygun iş ilişkisi içine girmeye başladı.
Üretim teknolojisi dediğimizde akla, bir işletmedeki işleyiş olarak şunlar gelir;
– Planlama, günlük, haftalık, aylık olarak yapılmalı.
– İşçiler için performans (verimlilik) değerlendirmesi günlük, aylık olarak alınmalı.
– Her kısmın kendi içinde üretimin tekniğine ilişkin açıklamaların yazıldığı GT’leri (Geliştirme Tekniğine ilişkin düşünceler) işçilerin vermesi sağlanmalı.
– Yapılan her iş mutlaka kayıtlara geçirilmeli, önce kağıtlara, sonra bilgisayara.
– İş kartları, herkes ve her iş sürecinde, her makine için, ara kademelerde de kaydedilmeli.
– Bilgisayarlara, günlük, aylık performans eğrileri işlenmeli.
– Kalite kontrol, her iş bitiminde, işi yapan tarafından yapılmalı, vs. Böylece herkes ve her makine için kontrol sağlayan çok geniş bir teknik uygulama, denetime tabi duruma getirilmektedir. Teknoloji transferi yapılarak tüm ülkelerdeki işletmelere yaygınlaştırılır.
Örneğin, binlerce küçük üretici tarafından, “merdiven altı” tabiriyle üretilen tekstil ürünlerine baktığımızda, bunların taşeronlar tarafından yapılanları ile ana firmalarda yapılanları arasında hiçbir farkın olmaması, aynı markaları vuran taşeron üreticinin, ana üretici kadar usta olması gerekli olduğu gözlenebilir. Yani, kalite standardına uygun olarak, üretim teknolojisini, ana firma nasıl kullanıyorsa, taşeron firma da aynısını kullanmak zorundadır. Taşeron işletme, ana işletmenin verdiği siparişi, gece gündüz, az veya çok işçi ile veya kendisi dışında başka üreticiye yaptırarak da olsa, istenilen zamanda ve miktarda, istenilen kalitede yetiştirmek zorundadır. Yoksa işini kaybeder, çalıştırdığı işçisi de işini kaybeder duruma gelir. İki sipariş arası taşeron işletme, boş oturarak, işçisini geçici bir süre eve göndermek zorunda kalır. Ya da ücretsiz izne çıkarır.
Geçici işçilik, kısa süreli iş, iş akitlerinin kısa süreli olması, ücretsiz izinler, vs. gibi, işgünü sürelerini de, “boş zaman” bırakmamak üzere doldurmaya yönelik bir uygulama görürüz. İş süreleri, “iş bitimine kadar” olan süreye çevrilir. Ücretler ise, iş değerlendirmesine tabi tutulur.
İşte bütün bu yönelişlerden dolayıdır ki; bu alandaki “iş hukuku” değiştirilmek ihtiyacı ile karşı karşıyadır. Tabii, burada bahsedilen iş hukuku, yasalara geçmiş olan hukuk değil, günlük yaşamın getirdiği “hukuk”tur. Ve bu “hukuk”, “kuralsızlık” olarak yasalara ve toplu sözleşmelere geçirilmek isteniyor. Yıllardır MESS’in her toplu sözleşmeye “esnek çalışma dayatması” ile başlamasının nedeni de budur.
Coğrafi esnekliğin yapısal ve örgütleniş biçimlerine ilişkin daha geniş bir açıklama başka bir yazının konusu olacaktır.

Ocak 2001

Üretimde coğrafi esnekliğe yol veren yapısal ve örgütsel gelişmeler

Coğrafi esnekliğin, sermayenin daha hızlı ve kârlı alanlara doğru kayışına ve bu nedenle üretici güçlerin yer değiştirmesine, alınıp satılmasına kolaylık sağlayan coğrafi düzenlemeler olduğunu, Özgürlük Dünyası’nın Ocak 2001 tarihli geçen sayısında açıklamıştık. Kısaca hatırlarsak, sermayeye daha hızlı devinim sağlatacağı, üretim süreçlerine ve üretici güçlere egemen olmada daha sınırsız olanaklar elde edeceği bir süreci, mekânsal esnekliği artırarak yapmaktadır.
Sermaye, bir yandan, IMF, DB, GATT, WTO vb. merkezli zirveler, konferanslar, vs. gibi uluslararası kurumları aracılığıyla, diğer yandan toplam kalite yönetimi içinde yer alan standardizasyon tekniği ile bu amacına ulaşmayı hedeflemektedir. Coğrafi düzenlemeyle, hangi ürünün, dünyanın hangi bölgesinde ve hangi koşullarda üretileceğini organize ederken, her bölgedeki ekonomik ve siyasal ilişkilerini de bu amaca uygun kurumlaştırdığı açıkça görülmektedir.
Örneğin; daha çok ABD’nin Türkiye’yi, Lübnan, İsrail ve Mısır’ın da içinde olduğu bir çerçevede, bu ülkeleri ve başka bölge ülkelerini de, bölgedeki enerji koridoru, enerji geçiş yollarının bekçileri olarak yönlendirmeye çalıştığı biliniyor. Ortadoğu ve Orta Asya petrollerini, doğalgazını sadece kaynak ülkelerde egemenliğini pekiştirerek değil, aynı zamanda geçiş yollan ve bu yolların güvenliğini de elinde tutarak, dünya hegemonyasında etkinliğini artırmayı amaçlıyor.
En küçük üretim birimlerinden başlayarak, işletmelerin bütününü ve ulusal-uluslararası endüstriyel ilişkileri de kapsamak üzere bir dizi coğrafi uygulamanın, ekonomi-politik ve ideolojik etkileriyle birlikte tüm üretim süreçlerini kapsayarak geliştirilmeye çalışıldığını söylemiştik. Mekânsal parçalanmışlık, zamansal parçalanmışlığı kolaylaştıracağı gibi, üretici güçlerin tümünde sömürünün artmasının da aracı olmaktadır.

COĞRAFİ ESNEKLİKLE GELEN YAPISAL DEĞİŞİM
Tekellerin, üretimde (burada üretim kavramını, genel anlamda, yani hammadde teminiyle başlayan, yeniden üretimi, dağıtımı ve tüketimi içeren bütün süreci ifade etmek için kullanıyoruz) dünyayı coğrafi olarak düzenlemeye çalıştıkları süreci ve yöntemleri, bu amaçla kullandıkları araçları ve örgütsel yapılaşmayı örneklerle açıklamaya çalışalım.
Tüm ülkelerde ’70 sonrası başlayan de-regülasyon hareketi ile, büyük işletmeler parçalanmaya ve her parçası çeşitli yerlere dağıtılmaya başlamıştı. Büyük işletmeciliğin yerini parçalı üretim veya tam zamanında, stoksuz üretim olarak tanımlanan küçültülmüş ölçekli ve sipariş üstüne üretim almaya başladı. Bir yandan büyük işletmeler parçalanırken, diğer yandan küçük ve orta ölçekli üretimin belli merkezlerde toplandığı, dikey ve yatay örgütlenmelerin oluşturulduğu gözlenir. Ve aynı süreç, sermayenin daha büyük ve artan bir şekilde tek merkezde toplanması ve tek elden yönetimi süreciyle iç içe olarak ilerlemiştir.
Yeni iş organizasyonu olarak karşımıza çıkan coğrafi esneklik, eşzamanlı ve birbiri içine geçen iki oluşum süreci ile daha net görülebilir:
1. De-santralizasyon (Parçalama ve Dağıtma);
2. Santralizasyon (Toplama ve Örgütleme).

1. De-santralizasyon = Parçalayarak Dağıtma
Bunu bir benzetme ile açıklamaya çalışalım: Evlerde kullanılan mutfak robotuna birkaç parça et, bir soğan ve birkaç parça patates atarak düğmeye basalım. Önce içine atılan malzemelerin parçalandığını, sonra bu karışımın merkezden uzağa doğru, kabının dibine ve duvarlarına doğru hızla yapıştığını görürüz. Dönme hızı ile birlikte merkezkaç bir kuvvet etkisi ile homojen bir dağılımın tüm kabın duvarlarına eşit bir biçimde dağılması ve ortada çok az bir kısmının kalması, santrifüj etkisi ile dağılma, de-santralizasyon olayını tarif eder.
Üretimin de-santralizasyona uğratılması da, merkezinde tekeller olmak üzere, üretim güçlerinin ve üretim araçlarının daha etkin olarak parçalanarak, her yana ve her sektöre hızla dağıtıldığı yayılma olarak görülebilir. En başta çokuluslu tekeller, onların altında uluslara ait holdinglerin olduğu, bunların altında faaliyet gösteren ana işletmeler ve bunlara bağlı, küçültülmüş alt işletmelerin veya taşeron işletmeciliğin geliştiği bir yayılma politikası güdülüyor. Ana işletmelerde çok az sayıda kalifiye işçi çalıştırmak üzere, on-binlerce alt işletmeye parçalanmış küçük firmalarda milyonlarca kalifiye olmayan işçi çalıştırılıyor. Aynı biçimde, tekellerin merkezinde tüm bilgilerin toplandığı ama kollarını en küçük birimlere ve işletmelere kadar uzatan bilgisayar ağlarının (Network Ağları) yayılması, merkezinde dev bankaların olduğu ama her ülkede onlarca küçük bankaya, borsaya, sermaye kuruluşlarına dağıtılmış sermaye, vs. bu de-santralizasyon etkisiyle üretici güçlerin coğrafi dağılımının yapısını açıklar. Aynı zamanda üretimde kullanılan mekânların, makinelerin, üretimin miktarının da küçültülmesi ve yer değiştirmesi kolaylaştırılır.
Üretimde rol oynayan faktörler olarak: üretim güçlerindeki bu dağılmanın, üretim araçlarının dağılımında görülen hızlı ve etkin yöntemlerin, aynı süreçte, üretim araçlarının kullanımına dair teknik ve pratik uygulamaların da, her işletmede yaygınlaşmasını da gerektiren bir düzenlemeye ihtiyaç duyulur. Parçalanan üretimin bütünlüğünü sağlayan bu tekniğin yaygınlaşması, kalite standardı olarak, üretimin tekel merkezlerine bağlı örgütlenmesinin de en vazgeçilmez aracı olmaktadır. Bu nedenle ISO–9000 standardı (veya benzeri birkaç standart), coğrafi olarak esnetilmiş üretimin örgütlenmesinin en önemli aracı olarak tüm işletmelere dayatılır. ISO standardını: 1. Ürünün standardı, 2. Üretim tekniğinin standardı, 3. Personel veya istihdam rejiminin standardı olarak, temel üç alanda yürütülen faaliyetler toplamı şeklinde görebiliriz.
Üretim süreci, bir yandan parçalanarak, bir yandan bu parçalar da kendi altında dağıtıma uğratılarak, taşeronlaştırılarak, yer değiştirilerek de-santralize edilirken, diğer yandan ise, küçültülmüş ve dağıtılmış parçaların yeniden örgütlenmesi, belli bölgelerde toparlanması sağlanmaya çalışılıyor. Büyük mekânların yerini küçük mekânlar, bir veya birkaç mekânın yerini, yüzlerce hatta binlerce mekân almaya başladı ki merdiven altı işletmeciliğinin artması bunun uç örneğini verir.
Küçük ve Orta Ölçekli İşletmecilik olan KOBİ’lere ’80 sonrası verilen önem ve Türkiye’de imalat sanayindeki işletmelerin yüzde 99,2’si, istihdamın yüzde 55,6’sı KOBİ’lerde olması, bu etkinin boyutlarını vermektedir. Bu amaçla 1990’da, Sanayi ve Ticaret Bakanlığının hazırladığı kanunla, Küçük ve Orta Ölçekli Sanayi Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı “KOSGEB” kuruldu. KOSGEB, “Ülkenin gelişmesinde, Küçük ve Orta Ölçekli Sanayi İşletmelerinin payını ve etkinliğini arttırmak, rekabet güç ve düzeylerini yükseltmek, sanayide entegrasyonu ekonomik gelişmelere uygun biçimde gerçekleştirmek” amacı ile hizmet ve faaliyetlerini yürüttüğünü söylemektedir.
KOSGEB faaliyetlerini, Ankara’da bulunan başkanlığın dışında, ülkemizin muhtelif yörelerinde kurduğu, hizmet merkezleri ile yürütmektedir. Bu hizmet merkezleri:
– Küçük İşletmeleri Geliştirme Merkezleri,
– Teknoloji Geliştirme Merkezleri,
– Bölgesel Kalkınma Enstitüleri,
– Pazar Araştırma ve İhracatı Geliştirme Enstitüleri,
– Girişimciliği Geliştirme Enstitüleri olarak yapılanmıştır.
Benzer kurumlar, diğer ülkelerde de oluşturulmuş, örneğin, İtalya’da SPI, aynı amaçla kurulmuştu. Küçük sanayilerin coğrafi bölgelerde ihtisaslaşma alanları ve yeni üretim teknikleri konusunda kendilerini yenileyebilmeleri için çalışmalar yapıyor. İtalya’da, 1990’da İtalyan Dış Ticaret Enstitüsü’nün desteği ile kurulan Bölgesel İhracat Konsorsiyumu, aynı çeşit ürünlerin belli bölgelerde toplanmasını sağlayan düzenlemeler yapmaktadır.
De-santralizasyonun, üretim sürecinde yarattığı etki, sadece üretimle sınırlı kalmayıp sosyal, toplumsal tüm örgüt ve kurumlarda da parçalanma yaratacağı görülebilir. Özellikle kamu kurumlarının sosyal yapılarında ve kitle örgütlerinin tümünde, üretimdeki rekabet ve parçalanmışlığa eşdeğerde, kitlesini kategorize edici uygulamaları izleyebiliriz. Partilerin, sendikaların kitlesel küçülmesi gibi.
Üretim sürecinin de-santralizasyonuna otomobil sektöründen bir örnek verirsek: Ford tekelinin dünyanın çeşitli ülkelerine yaydığı üretim yerlerinden birkaçını, Ford Koç ortaklığı ile yapılan yatırımlar ve ana işletmeler olarak açılan fabrikalarla, Türkiye’ye de yaydığını söyleyebiliriz. Kadıköy’de bulunan Otosan’a parça üreten pek çok alt işletme, Dudullu Organize Sanayi Bölgesi’nde açılmış ve bunlar sadece Otosan’a üretim yapan şirketler durumundadır. Birkaç yıl öncesine kadar 2 binden fazla işçinin çalıştığı Kadıköy-Otosan’ın bugünkü işçi sayısı 300-400 civarına düşmüştür, ama toplam üretimi artmıştır.
Ford-Otosan, büyüyen üretiminin önemli kısmını Eskişehir ve Kocaeli Organize Sanayi Bölgelerine açtığı 2 yeni fabrikaya kaydırarak, bunların ara mamullerini, bu organize bölgelerdeki alt işletmelere yayarak, her bir aksamını ayrı işletmelerden sipariş üstüne temin yolunu seçmektedir.
Bu işletmelerde, ana işletme olsun, alt işletmeler olsun, hepsinde kalite standardı uygulanır, çalışan her işçinin birer performans kartı vardır. Günlük ürettikleri parça adedi, performans durumu, çalıştıkları süre, hata oranı, bu karta yazılıdır. Buralarda çalışan işçilerin sadece iş yaşamını değil, sosyal ve kültürel yaşamını da bu kartlar belirler hale gelmiştir. Her gün, her işçinin performansı, işçi gruplarının performansı, bu kartlardan bilgisayarlara işlenir ve bu bilgi, her zaman merkez şube tarafından (Otosan), dolayısıyla Ford tekeli tarafından (ABD) denetlenir durumdadır.
Bunun Ford tekeli için çok yönlü yararları olduğunu; ucuz işgücü sağlamak, Türkiye’ye ve onun ilişkilerini kullanarak Ortadoğu veya Yakındoğu pazarlarına vasıtalı olarak girme olanağı yakalamak, üretim teknolojisini bu ülkelere kolayca sokabilmek ve teknolojiye ait ürünlerini satmak, gümrük, üretim, hisse senedi, arsa vs. vergilerden muaf olarak azami kâr elde etmek ve üstelik ideolojik ve politik egemenliğini pekiştirmek, işçi ve emekçi sınıflan “eğiterek” gücünü zayıflatmak, böylece artık-değeri azami hadlere yükseltmek, vs. gibi pek çok kâr alanı sayabiliriz. (Burada sözü edilen eğitim, yeni sisteme adaptasyon eğitimidir.)
Alt işletmelere ait üretim planları, hatta parça kalıpları, ana firma ve bağlı olduğu tekelin merkezindeki Ar-Ge tarafından yapılarak, tüm işletmelere dağıtılır. Böylece, üretim standardı en başta tekel merkezleri tarafından örgütlenir. Mühendis, tekniker veya ustabaşı gibi ara kademelerin fonksiyonları azaltılır, hatta çoğu işsiz kalır. Böylece holding veya tekellerin merkezlerinde yüksek gelirlerle çalışan dar bir teknokrat kesimi ile çok düşük ücretlere razı olan taşeron teknokratlar olarak ayrım derinleştirilir. Bugüne kadar, işletmelerde üretimin planlanmasında en etkin rolü oynayan mühendislerin, mimarların, artık, belli standartları yerine getiren ve plan yapmaktan uzaklaştırılmış, yani bir anlamda taşeronlaştırılmış olduklarını görürüz. İşçiliğin ustalaşma olanakları da en aza indirilerek, işçilerin “yarı robot” haline gelmesi istenir.
Daha önemlisi, ulusal çapta üretimin planlanması, neredeyse olanaksız duruma getirilir. Bütün ulusal işletmeler, çokuluslu şirketlerin taşeronu olarak işlev görmeye başlar. Tabii ki, var olan KİT’ler halen bu gelişimin en önemli ayak bağları olarak değerlendirilmektedir.
Örneğin; dünyanın tanınmış elektronik tekellerinden Vestel, elektrik aksamını Çerkezköy’deki işletmesinde yaptırarak, montajı için Almanya’ya taşımaktaydı. Böylece, ara mamul üretiminde Türkiye’deki işletmesini, taşeron olarak kullanmaktaydı. Bugün ise, Vestel’in Manisa Organize Sanayi Bölgesinde açtığı yeni fabrikasında (TV üretiliyor), üretiminin ara mamullerini, bölgelerdeki alt işletmelere yayarak yaptığını biliyoruz.
Alt işletmelerin en belirgin özelliği, aynı ara ürünü yapan pek çok firmanın kendi aralarındaki kıyasıya rekabet sonucu, en ucuza mal üretmek olduğu ve üretime ara verileceği dönemlerde sorunsuzca kapanıp bir süre sonra tekrar açılır veya taşınır hale getirilebilmesidir. Stoksuz çalışma veya sipariş üstüne çalışma, işin düzenliliğini bozmaktadır. Yani kolay işten çıkarma, çok düşük ücretlerle, çok yoğun çalıştırmanın koşullan sağlanarak, azami kâr elde edilmesi, ayrıca işçiler arasında rekabetin kışkırtılarak birliğinin dağıtılması, sermayenin bugünkü genel eğilimi olan alt işletmeciliğin nedenini açıklar.

2- Santralizasyon = Toplama, yani merkezde yeniden örgütleme
Santralizasyon, coğrafi esnekliğin ikinci adımıdır.
Burada, İTÜ Öğretim Üyesi Hacer Ansal’ın “Teknolojinin Taraflılığı ve Üretim İlişkileri” yazısından bir paragraf aktaralım:
“… Sermayenin emek sürecini kontrol altına alma mücadelesi, yaratılan artık-değer miktarını maksimuma çıkarma amacının yanında, bu miktarı garanti altına alma ve sürekliliğini sağlama gibi birbirini ekonomik ve politik olarak bütünleyen amaçlara da yöneliktir. Sermaye, emek sürecinde işçinin işi yapış yöntemleri, hızı, becerilerini ve bilgisini kullanma biçimi üstünde tam bir denetim elde ederek, hem yaratılan artık-değer miktarını maksimuma çıkarmaya, hem de bunları yapılış ve hız açısından katı kurallara bağlayarak bu maksimum miktarı sürekli bir biçimde elde etmeyi garanti altına almaya çalışır. İşçi çeşitli nedenlerle grev, iş yavaşlatma gibi mücadele yollarına başvurduğunda artık-değer üretiminin sürekliliği tehlikeye girdiğinden, sermaye emeğe olan bağımlılığını olanaklar ölçüsünde sürekli en aza indirmeye çalışır. Giderek makinelerin emeğin yerini alacak biçimde geliştirilmesi rastlantısal değildir. Tarihi olarak, çeşitli teknik buluşların ve makinelerin işçi direnişlerine bağlı olarak nasıl geliştirildiğini, belirli dönemlerde grevlerin ya da grev tehlikesinin icatların başlıca nedenini oluşturduğunu çeşitli kaynaklardan görmek mümkündür… Yani sermaye, kendi amaçları doğrultusunda üretim teknolojisini dönüştürerek, emeğin, sermayenin gerçek boyunduruğu altına alınmasını sağlamıştır…”
Dağıtılmış üretimin yeniden örgütlenmesi ve denetim altına alınması, sadece artı değerin artırılması ve doğal rezervlere çok ucuza el koymak için değil, aynı zamanda sermayenin elde ettiği artı değerin devamlılığı ve garantisi için gereklidir.
De-santralizasyonla parçalanmış emek güçlerine karşın, sermaye, üretim teknolojisini yenileyerek, hem kendini güçlendirecek, hem de üretimi kontrol edecek örgütlemeye hız vermektedir.
Sermayenin, üretimi ve sermaye hareketini denetlemek üzere oluşturmaya çalıştığı örgütlenmeyi iki kategoride inceleyebiliriz: Dikey örgütlenme ve yatay örgütlenme.
Dikey örgütlenme olarak, uluslararası tekelleşme, bu tekellerin ülkelere uzattıkları kolları olan holdingler, bunlara bağlı ana işletmeler ve ana işletmelerin etrafında oluşan alt işletmeler (taşeron işletmeler, eve iş verme, bireysel üretim) ağının örgütleri akla gelir. Tekellerin yönetim kurulları, daha alttaki işletmelerin de yönetim kurullarını belirler, bağlı şirketlerin yönetimlerini de kontrol altında tutar.
Üretime, egemenliğin araçları olarak, Toplam Kalite Yönetimi içinde geliştirilen Ar-Ge Yönetimi, kalite sistemleri, geliştirme teknikleri, halkla ilişkiler ve insan kaynakları şirketleri, think-tank merkezleri (kapitalist ideolojileri üreten ve yayan örgütler) içinde geliştirilen “benchmarking = endeksleme” sistemi, teknopoller ve network ağları, internet siteleri, danışmanlık şirketleri, vs., gibi yeni teknolojinin kullanıldığı denetim hizmetleri sokulur. Ki, bunların, üretimi kontrol ettikleri gibi, tekellerin dünya ekonomisine müdahalede toplumları ve devletleri yönlendiren en önemli araçlar olduğu görülür.
Örneğin, TBMM’de açılan BTYK (Bilimsel Teknolojileri Yenileme Komisyonu) ve TÜBİTAK – Ulaştırma Bakanlığı’nın işbirliği içinde oluşan TUENA (Türkiye Ulusal İnovasyon Sistemi ve Enformasyon Altyapısı Master Planı), “ulusal devlet”in bugünkü kapsamını açıklamaktadır. TBMM’nin, bu plana uygun “Ar-Ge’ye dayalı tedarik” kapsamında aldığı en önemli kararlardan birinin “Kamu alımlarında % 1 payın. Ar-Ge faaliyetlerini desteklemek üzere bir fona ayrılmasında olduğu gibi, yenilikçi stratejileri desteklemesi, devletin her kurumuna yaygınlaştırılmaktadır.
Taylorist üretim modelinin, kafa ve kol emeğini birbirinden ayıran, planlama ve uygulamanın farkını artırarak, emek sömürüsünü artırmak olduğu hatırlanırsa, coğrafi esnekliğin gereği üretim teknolojisindeki uygulamalarda bu ayrım, had safhaya getirilmektedir. “Bilimsel teknolojik gelişme” olarak karşımıza çıkan bu üretim teknolojisinin “tarafsızlığı”na (toplumun genel kanısı ‘bilim tarafsızdır ve karşı çıkılmaz’ yönündedir), üstünlüğüne, toplumun, özellikle üretim planlamasında en büyük etkiye sahip mühendis ve mimarların, en çok da işçi sınıfının, itiraz etmeden boyun eğmesi dayatılmaktadır. Kalite yönetimi, kafa ve kol emeği arasındaki farkı derinleştirerek pekiştirir. Üretimin ve üretim sürecinin denetimi, halktan ve işçi sınıfından tümüyle kopartılmış bir üretim planlaması olarak karşımıza çıkar. Yani insani üretime uygun; ‘düşün-planla-uygula’, yerini, daha çıplak bir biçimde, ‘düşünme-planlama-sadece uygula’ kıskacına bırakmaktadır. “Demokratik bir yöntem” olduğu propagandası yapılan kalite yönetimi, bu anlamıyla tam bir hiyerarşik baskı içermektedir. Kalite yönetimi için kullanılan elektromekanik ve elektromanyetik sanayisi de bu açıdan hızlı bir gelişme içindedir. Örneğin; dünya elektronik devleri olarak bilinen Bili Gates’in Microsoft’u, ABB, GE, ITT, Northern Elektrik gibi tekeller, son yılların dünya üretimi sıralamasının en başında geliyor.
Kalite yönetimi içinde, think-tank merkezleri tarafından geliştirilen ve üretimi denetleyen “benchmarking = endeksleme sisteminin önemine değinmek gerekir. Çokuluslu şirketlerin (ÇUŞ) dünyadaki en büyük lobi faaliyetlerini yürüten örgütsel birliği olan ERT (1983’te kurulmuş, Avrupa İşadamları Yuvarlak Masası), Türkiye’deki yatırımları açısından da önemlidir. Bu kuruluş, ABD Ticaret Odası ile de sürekli-sıkı ilişkide olup, temsil ettiği şirketler arasında; Bayer, BP, Daimler-Benz-Chrysler, Ericsson, Fiat, Nestle, Nokia, Petrofina, Philips, Renauld, Schell, Siemens, Solvay, Total ve Unilever, Investor AB vs. gibi 45 ÇUŞ’tan oluşan üye bileşimine sahiptir.
Dünyanın en önemli think-tank merkezlerinden biri olan ERT’nin, son yıllardaki en önemli hedefinin “Benchmarking = Endeksleme” sistemi olduğu biliniyor. Örgütün kendi ifadesiyle, “Endeksleme, tüm dünyayı tarayarak, ‘Nerede?’, ‘Ne var?’, ‘Ne yapılıyor?’, görmek ve en iyi olanı saptayarak buna ulaşmak ve bunu aşmak için çalışmak.” Bu amaca ulaşmada, muazzam bir karayolu ağı kadar, muazzam bir network ağının kurulması gerekiyor ve ERT, bunun finansmanı için üyelerini ikna ediyor. Aynı süreçte, Otomobil ve bilgisayar sektörüne yatırımlarda hızlı bir artış gözleniyor.
Böylece, hızla genişleyen taşımacılık sektörüne mal ve hizmet taşımacılığı yanı sıra yeni bir sektör eklenmiştir; “bilgi” taşımacılığı.
ERT, gerekirse, önüne gelen devlet engellerini, acil yardım olarak kurduğu “kriz önleme merkezi” ihracı ile aşıyor.
Örneğin; uluslararası Unilever tekelinin Brüksel bürosu ile aynı binayı paylaşan PR (halkla ilişkiler) şirketi Burston Marsteller, Arjantin, Güney Kore ve Endonezya gibi diktatörlüklerin yaşandığı ülkelerde, rejimin kredibilitesini, saygınlığını artırıcı yöntemlerle yeni imaj yaratma, kamuoyunu ikna etme ve krizi hafifletmek üzere yalan ve yanıltıcı kampanyalar yürütme işini üstlenmiştir.
Endeksleme sistemine ne yazık ki, bütün Avrupa sendikaları da destek vermektedir. Basın yayın kuruluşlarından önemli gazeteciler, dünyadaki gelişmeleri “en sıcak” biçimde izleyen kişiler olarak think-tank merkezlerinin danışmanlık kurulunda yer almaktadırlar.
Yatay örgütlenme olarak, işletmelerin iç örgütlenmesi, yerel ve bölgesel birliklerin, işbirliklerinin, platformların, konferansların vs. örgütlenmesi olarak karşımıza çıkan ekonomik ve politik oluşumları alabiliriz.
İşletmeler arası bölgesel örgütlenmeler, ülke içi, ülkeler arası bölgesel örgütlenmeler, şirket içi örgütsel yapılanma ve mal mübadelesi tarzında ortaya çıkan değişimi, yeni ortaya çıkan ve önem kazanan yatay örgütleri, bunların her biri üstünde ayrı ayrı durarak açmak daha kolay olacaktır.

COĞRAFİ OLARAK ESNETİLMİŞ ÜRETİMİN ÖRGÜTLENMESİ
Üretimi, hammaddeden, tüketicinin kullanımına hazır hale gelene dek süren üretim sürecinin bütünlüğü içinde düşünmek gerekir. Bu süreci, anlatım kolaylığı açısından, aynı sürecin birbirine bağlı parçaları olarak devinen üretici güçlerin uğradığı değişimi, üç kısma ayıralım. Bu ayrım, ardı sıra birbirine sıkıca bağlı süreçlerin, bir kısmını dondurarak, izlenen bir filmin parçaları gibi, düşünülebilir;
1. Ülkeler arası üretimin kaydırılması,
2. Ülke içinde bölgeden bölgeye üretimin kaydırılması,
3. Aynı firma içinde kısımların kaydırılması veya alt işletmelerin yer ve isim değiştirmesi,

1. ÜRETİM FAKTÖRLERİNİN ULUSLARARASİ YER DEĞİŞİMİ
Bir ülkedeki işletmelerin, kendi topraklarında yaptığı üretimin belli kısımlarından veya hepsinden vazgeçip, ucuz emeğin ve hammaddenin, sorunsuz işgücünün olduğu ülkelerde üretime kaydırmasını ifade eder. Ki bu da, sermayenin daha serbest dolaşımının ve daha kârlı alanlara hızla kaymasının önündeki engelleri süpürmekle başlar. Ulusal sanayilerin yok edilmesi, ulusal çıkarların terk edilmesi, halk için üretimden vazgeçip, doğrudan “uluslararası pazarlar için üretime açılma” politikasının güdülmesi, coğrafi esnekliğe uygun üretimin yaygınlaşabilmesinin gereğidir.
Gelişmiş kapitalist ülkeler, sanayilerini ana merkezlerini kendi ülkelerinde tutmak üzere, işletmelerinin bir kısmını dünyanın kırsal alanı olarak gördükleri, endüstriyel hammaddenin bol bulunduğu, aynı zamanda havayı ve çevreyi kirlettiği için toplumsal baskı görmeyecekleri, azgelişmiş ülkelere kaydırmaya ve yaymaya başladılar. Daha ucuz işgücü elde ettikleri bu ülkelerde, ucuz topraklara sahip olarak, yeraltı ve yerüstü zenginliklerine el attıkları, adaletsiz, yabancı sermayeyi koruyan vergi sisteminden ve öteki kolaylıklardan yararlandıkları, ve böylece daha çok rant elde etme çabasına girdikleri görülür. Bu rantın toplandığı merkezler, yani tekeller ve gelişmiş kapitalist ülkeler de aynı hızla güçlenmektedir.
Bu nedenlerle, tekellerin egemenlik ve hegemonya aracı olarak işlev gören IMF, GATT ve WTO vb. örgütleri, bazen de onların seçtiği her kademeden devlet yetkilileri ya da sivil görevliler (ABD elçisi başkanlığından CIA elemanları ve ABD’li iş adamlarının GAP bölgesine yaptığı geziler, bu bölge ile yapılan araştırmalar, inceleme seferleri gibi) ülke ülke gezerek, araştırmalar yapıp, (yaptırıp) raporlar hazırlayarak her ülkenin tarım ve sanayi potansiyelini belirleyip, uygun politikaları empoze ediyorlar. Her devletin tarım politikalarına ve tarımsal endüstrisine de müdahale ederek, “dışa açılma”, “rekabet”, özelleştirme zorunluluğu vb. gerekçeler arkasında tarımsal endüstriyi açmaza sokup, tarımı çökerten bir mecraya itiyorlar.
Örneğin; AB üyesi ülkeler, üretimlerinin bir kısmını, Doğu Avrupa’nın kapanan veya eskiyen işletmelerini çok ucuza satın alarak, buralara kaydırmaya, eski makinelerini de geri kalmış ülkelere satmaya çalışıyorlar. Ya da dünyanın kırsal alanı olarak bilinen ülkelerin çimento, demir çelik, maden, vb. alanlarını ele geçirip kendi ülkelerindeki üretimi bu tür ülkelere taşıyorlar.
Türkiye’de 50 yıldır üretim yapan GE (General Elektrik – Topkapı) firmasının son 2 yıl içinde Macaristan’a taşınması, (İzmir -Torbalı’daki GE-Opel fabrikası bu yüzden kapatılıyor) aynı amaçlıdır. Son 10 yıl içinde AB ülkelerindeki istihdamın %10 azalması, buna karşın Doğu ve Orta Avrupa ülkelerindeki istihdamın artmasına ilişkin verilerden bunu izlemek mümkün olmaktadır. Nitekim ’92’den bu yana işsizlik oranları Polonya’da %16’dan %14’e, Macaristan’da %12,3’ten %11’e, Slovakya’da %14’ten %13’e düşmüştür.
Örneğin, Alman tekeli Siemens, 1992 yılına kadar Almanya dışı faaliyetine %53 pay ayırırken, bugün bu oranını %70’e çıkarmıştır. Siemens Genel Müdürü bu artışı şöyle açıklamaktadır;
“Almanya’da saati 46 DM’a çalışan işçinin yaptığı işi, Doğu Avrupa’da saati 4-5 DM’a yaptırabiliyorsak, kimse bizi aksine zorlayamaz. Almanya’da bir işçinin saat ücreti olan 46 mark ile Çin ‘de 50 işçi çalıştırabilirsiniz.”
Ekonominin nispeten doğal gelişimi içinde ortaya çıkan sektörel işbölümü, bu doğal gelişime müdahale eden tekellerin eliyle, coğrafi esnekliğin olanakları ölçüsünde, hızla değişime uğratılıyor. Taşımacılık, bilgisayar, çeşitli hizmetler, reklâm, pazarlama sektörleri önem kazanıyor. Bir ülkenin devleti, sanayi ve tarım kuruluşları tarafından belirlenen, coğrafi özelliklerine uygun olarak geliştirilen ve desteklenen işbölümüyle gelişen sanayi ve tarım sektörleri, uluslararası sermayenin daha çok etkisine giriyor. Tekeller, hangi ülkenin ne üreteceğine, hangi üretime ağırlık vereceğine de ilişkin düzenlemeler yapıyor. Örneğin, Tekstil üreten ülkeler, enerji üreten ülkeler, tarımsal ürünlere ağırlık veren ülkeler, tahıl üreten ülkeler, vs. gibi ülkelerarası doğal işbölümüne ilişkin organizasyonlarda coğrafi özelliklere göre yeniden belirleniyor. Doğal endüstri hammaddesi olarak üretilen, tarım ürünlerine müdahale artırılıyor. Virginia tütünü, Seylan çayı, ithal meyveler, salça üretimi için hormonlu domates, pamuk, pancar, vs. gibi pek çok tarım ürünü, hibrit tohumlama ile suni’leştirilerek, üretimlerinde dışa bağımlılığı artırılıyor.
Hangi ülkenin, hangi yeraltı rezervinin, ne zaman ve ne kadar çıkarılacağı ve nerede işleneceği belirleniyor. Tabii ki çevre faktörü, ülkeden ülkeye farklı ölçülerde değerlendirmeye tabi tutuluyor.

2. ÜRETİM FAKTÖRLERİNİN ULUSAL SINIRLAR İÇİNDE YER DEĞİŞTİRMESİ
Aynı ülke içinde, bir fabrikadaki veya işletmedeki üretimi parçalayarak, ürünün her kısmını başka alanlarda veya bölgelerde üretmek üzere taşınması, ülke içi coğrafi esnekliği açıklar.
Böylesi bir gelişmeyi, Avrupa’nın en demokrat ülkelerinden biri olarak bilinen İsviçre’nin Bern kentinden bir örnekle açıklayalım. Burada çalışan bir Türkiyeli işçi şöyle anlatıyor;
“Bühler adlı bir tekstil firması, yarısını Türkiyeli, diğer yarısını Tibet, İtalyan, Portekiz, İspanyol, Kosovalı, Sırp ve Hırvat işçilerden oluşan bir fabrikasını, 1991–94 yılları arasında 3 kez kapatıp açtı. Aslında 1990 yılında aldığı 2 fabrikadan birini iki ay sonra kapatmıştı, işçilerin tümünü tazminatsız işten atmıştı. İşçilere de, tekrar açıldığında, %40 düşük ücretle tekrar işe alınabileceklerine ilişkin birer mektup göndermişti. Kapatma nedeni ise, “fabrikada böcek var, iplikleri yiyor” idi. Bir yıl sonra, bu fabrikasını tekrar açtığında, sigortadan yüklüce bir para da almıştı.
Diğer fabrikasını ise, “yakından tren geçiyor” gerekçesiyle kapatırken, yine yüzlerce işçisini tazminatsız işten attı. Fabrikasını taşıdığı için devletten yüklüce bir tazminat alan, bir süre sonra başka bir yerde açarken, %40 düşük ücretle aynı işçileri geri çağıran patron Gasser büyük kazanç sağlamıştı. ’94 Martında aynı şeyi tekrar etmek isteyince, işçilerin direnişiyle karşılaşan patron, bu sefer, “ben direniş yapan işçiyi çalıştırmam diyerek hepsini atmak isteyince, bütün işçiler greve başlamıştı…” (9 Nisan 1994, Gerçek dergisi)
Benzer birkaç örneği Türkiye’den vermek gerekirse, ülkemizdeki son yıllarda yakından izlediğimiz bazı gelişmelere değinebiliriz:
Örneğin 1990’dan itibaren, İstanbul-Zeytinburnu’ndaki Kazlıçeşme Deri Sanayi İşletmeleri, sendikalaşmanın artışı karşısında, önce Tuzla Organize Bölgesi’ne taşındı. Burada da, sendikal mücadelenin yükselmesi nedeniyle, işletmelerin bir kısmının, kırsal bölge işçisinin yoğun olduğu Trakya ilçelerine taşınması, bir kısmının tekrar Zeytinburnu’ndaki küçük atölye işletmeciliğine dönmesi, coğrafi esnekliğin nasıl kullanıldığının en iyi örneklerinden biridir.
Benzer biçimde, yakın tarihlere kadar Merter’de kurulu bulunan tekstil fabrikaları da Trakya köyleri başta olmak üzere Batı Anadolu ve İç Anadolu il ve ilçelerine taşınarak, aynı zamanda İstanbul’un çeşitli semtlerine parçalanarak dağılmıştır.
Hemen her sektörde, büyük sanayi merkezleri olarak bilinen İstanbul, İzmir, Adana, Samsun, İzmit gibi kentlerdeki fabrikaların, parçalanarak, Batı Anadolu, İç Anadolu, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun hiç sanayileşmemiş bölgelerine kaydırıldığını görürüz.
Son 10 yıldır Anadolu Kaplanları olarak tabir edilen Orta ve Batı Anadolu ile özellikle son yıllarda hızla büyüyen Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki organize bölgeler, buralardaki iş yaşamı, coğrafi kayışın en uygun alanlarını oluşturur. Balıkesir, Manisa. Eskişehir, Konya, Yozgat, Çorum, Denizli, Aydın, Bursa, İnegöl, vs. gibi, GAP bölgesinde, Antep, Urfa, Diyarbakır, Maraş gibi illerde ve ilçelerimizde yeni yeni açılan organize sanayi bölgelerinde, kır kökenli yeni işgücü, coğrafi esnekliğin yeni bakir alanlarında tekellerin hizmetine uygun, verimli üretici gücünü oluştururlar. Kolay eğitilen ve yönetilen bir işçi sınıfı, hem tarımda hem de sanayide çalışan, kazanılmış haklarını kullanmaya uzak, örgütsüz kitlelerinden oluşan ucuz işgücü cenneti olarak görülür.
Kentlerde veya kent yakınlarında yeni kurulan sanayi bölgelerinde de, kolay işçi çıkaran, sigortasız ve sendikasız üretim yapan işletmelere bakarsak, sanayideki bu kayışın amacı ortaya çıkar: Üretim maliyetlerini en aza düşürmek. Sermayenin bugünkü sözcülerinin “üretimde emeğin önemi azalmıştır” iddiası, böylece kof bir yalandan ibaret kalmıştır; “hiç işçi çalıştırmadan, ya da çok az bir kalifiye işçi ile üretim yapılabilir ve teknolojik olarak yüksek verimlilik sağlanabilir!”, ya da “canlı emeğe ihtiyaç, teknolojinin gelişmesiyle azalmıştır” deniyor. Alt işletmelerde, bütün parçaları sendikasız, sigortasız ve kayıtsız işçilikle çok ucuza üretilmiş yarı mamullerin ana işletmelerde montajı için, çok az kalifiye işçi yeterli olabilir, hatta robotlara montaj yaptırılabilir, canlı emeğe çok az gerek duyulabilir. Ama üretimin bütününü ele aldığımızda, ana işletmelerde kullanılan az sayıda canlı emeğin değeri, taşeron işletmelerde binlerce ucuz emek gücünün desteğiyle yaratıldığı, geçmişteki sisteme göre çok daha yoğun emek sömürüsünü içerdiği yadsınır. Daha doğrusu saklanmak istenir.
Coğrafi esnekliğin sağladığı olanaklarla, çok sektörlü tekelleşmenin yaşandığını söylemiştik. Örneğin. Sabancı Holding’in, İMKB’deki 14 “halka açık şirketi”nin dağılımına bakarsak, Carrefour-Sa marketçilik, Akbank bankacılık, Aksigorta sigortacılık, Akçansa, Çimsa, Niğde Çimento, Ak Yatırım Ortaklığı yatırım, Brisa lastik, Bossa tekstil, Kordsa çadır bezi, Olmuksa karton, Sasa naylon, Yünsa yünlü dokuma, Sabancı Holding enerji, telekomünikasyon, tarım, vs. gibi sektörlere yayılma sürecinde olduğu görülür.
Ülke İçinde Bölgesel Örgütlenme ve Siyasal Yapılaşma
Diğer ülkelerde de, Türkiye’dekine benzer veya farklı bölgesel örgütlenmeler olduğunu düşünerek, konuyu sadece ülkemizdeki örneklerle sınırlayalım.
Ekonomik oluşumlar olarak; OSB’ler ve serbest bölgeler, sanayi siteleri, devlet eliyle oluşturuluyor. Böylece:
Bir yandan küçük ve orta işletmeciliğin teşvikiyle parçalanmış, özelleştirme sonucu dağıtılmış, diğer yandan çeşitli nedenlerle yer değiştiren KOBİ’lerin belli sanayi bölgelerinde konuşlandırılması amaçlanıyor. Bu bölgeler, ister eski tamir ve bakım merkezleri olarak kurulan sanayi sitelerinin yeniden düzenlenerek genişletilmesi sonucu olsun, isterse sanayileşmeye yeni açılan yerler olsun, ara mamul üretimi veya alt işletmecilik olarak açılan işletmelerin toplandığı bölgeler olarak ortaya çıkmaktadır. Böylece, 10 yıldır, kentlerin yakınlarında veya kırsal alanlarda kurulmaya çalışılan ve altyapısının devlet tarafından yaptırıldığı organize sanayi bölgeleri (OSB), serbest bölgeler (SB), sanayi kooperatiflerinin birleştirilmesiyle oluşan sanayi siteleri örgütlenmesi geliştirilmektedir.
Her OSB’de de, sektörlere göre işletmelerin ayrıştığı alt bölgeler oluşturulmaktadır. Örneğin, Türkiye’nin en büyük OSB’si olan İstanbul-Dudullu OSB, 1977 yılından itibaren oluşmaya başlayan, 105 fabrikalı fabrikalar bölgesi olan İDOS, Modoko (mobilyacılar sitesi), İMES (1050 KOBİ işletmesinden oluşan madeni eşya sanayicileri), Kadosan (oto sanayicileri), DES (demirciler), KEYAP (keresteciler) sanayi bölgelerini içine alan, çok geniş bir organize bölge olarak şekillenmektedir.
Türkiye’de 45’i tamamlanmış, 256’sı tamamlanmak üzere olan veya bazıları proje aşamasında olan OSB’ler, 4.500 kooperatif örgütlenmesi olarak kurulmuş sanayi siteleridir. Örneğin; İstanbul-İkitelli OSB, henüz yapımı tamamlanmayan, 36 kooperatif ve 3 kooperatif girişiminden oluşmaktadır. En örgütsüz ve en ucuz işçiliğin yoğunlaştığı bu bölgesel birlikler, KOBİ işletmeciliğinin emek yoğun üretiminin eşit koşullara bağlandığı bölgelerdir. Bölgedeki tüm işletmelerde, OSB veya site yönetimleri tarafından belirlenen, kuralsız ve örgütsüz, çalışma koşulları, kazanılmış tüm haklardan uzak tutulan kurallar işletilmektedir.
OSB’lerin bugünden önemli bir kısmı serbest bölge kapsamındadır. Yeni Endüstriyel Bölgeler Yasası ile birlikte bu bölgesel örgütlenmenin hukuki dayanakları da hazırlanmaktadır.
OSB’ler ve Serbest Bölgeler (SB), limanlara ve havaalanlarına yakın bölgelerde, gümrüksüz ve kuralsız ticaretin yapıla bileceği, ulusal devlet sınırlarını kaldıracak kadar açıkça yabancı sermayeye peşkeş çekildiği merkezler olarak örgütlenir. Van-OSB’den Edirne-OSB’ye kadar, Adana-OSB’den Bafra, Giresun-OSB’lerine kadar, her ilde veya illerin arasında organize sanayi bölgeleri, altyapı çalışmaları hızlandırılmaktadır. Hava ve deniz limanları yapımı, karayolları ağının genişletilmesi de, ticaretinin altyapısı olarak hızla örülmektedir.
Örneğin, serbest bölge olarak kurulmuş Gebze Organize Sanayi (GOSB) Bölgesi (ki Tuzla Deri Sanayi Bölgesi de bunun alanı içindedir) yeniden restore edilen Dilovası Limanına ve Kurtköy’de açılan havalimanına yakın olması nedeniyle, uluslararası taşımacılığın kolayca yapılabileceği bölgede konuşlandırılmıştır. GOSB, Gebze Sanayi ve İşadamları Derneğinin (GSİAD) desteği ve öncülüğünde geliştirilmektedir.
Samsun Organize Sanayi Bölgesi, serbest bölge olarak yeni gelişmekte olan ve Karadeniz işbirliği açısından önem kazanan bir sanayi örgütlenmesidir, vs.
Politik oluşumlar olarak;
Türkiye’ye özgü örgütlenmeler; TUSİAD (Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği) ve her il ve ilçede buna bağlı SİAD’lar, TİSK (Türkiye İşadamları ve Sanayicileri Kuruluşu), TÜGİAD (Türkiye Giyim İşadamları Derneği) ve bağlı GİAD’lar, MÜSİAD ve bağlı dernekler, vakıflar, TOBB (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği) ve bağlı odalar, TV ve radyolar. ÖİK (Özelleştirme İdaresi Kurumu), MPM (Milli Prodüktivite Merkezi), Halk Bankası, KOSGEB, KOSGEV, Bankalar Birliği vs. gibi kuruluşların, coğrafi bölgeleri oluşturmada stratejik rolleri olduğu görülür. Ticaret odaları, sanayi odaları, tabip odaları, mimar-mühendis odaları, barolar, ziraat odaları, sendikalar, üniversiteler, vs. gibi kurumlarda da, bu yeniden yapılandırma çalışmalarına hız verilmiştir. Bu kurumların devleti de şekillendirdiği, hatta devlet-tekel ilişkilerinin de pekiştiği gözden kaçmaz. Bunun bir örneği, TMMOB yapısında, uzman mühendis-mimar kurumunun bağlı olduğu hukuksal düzenlemedir. (22 Kasım 2000 tarihli Resmi Gazete’ye göre, mühendis ve mimarlar standartlara uygun hukuksal düzenlemelerden de sorumlu tutulmaktadır.)
Siyasal örgütlenmeler içerisinde değerlendirebileceğimiz, kulüpler, vakıflar, Rotaryen veya Lions kulüpleri gibi sermaye örgütleri, özde “sivil toplum örgütleri”, ideolojik bir kurumlaşma yaratılmasında etkili olmaya çalışmaktadır. Sık sık gündeme getirilen kalite günleri, kariyer günleri ve konferanslar, bu sivil örgütlenmenin en önemli tarzını oluşturur. Üniversitelerde açılan kulüplerin, holdinglerin danışmanlığını yapan üniversite profesörlerinin de, kürsülerini yabancı tekellere açan kurumlara dönüşmesi istenir. Holdinglerden proje alan kürsü hocaları, bu projelere ait alt çalışmaları öğrencilerine yaptırarak, onları taşeronları olarak örgütlemektedir.

3. ÜRETİCİ GÜÇLERİN AYNI İŞLETME İÇİNDE YER DEĞİŞİMİ
Coğrafi esnekliğin üçüncü basamağını, işletme içi parçalama-dağıtma ve yönetme oluşturur.
Aynı işyerinde, makinelerin kaydırılması, kısımların ayrılarak yerlerinin değiştirilmesi, şirket olarak isminin değiştirilmesi, kısımların birbirinden soyutlanması, kapatılarak başka isim ve şirket altında yeniden açılmaları, işçi veya diğer çalışanların işyerlerinin kaydırılması, üretimde aynı üretim mekânında yer değişimi ile ilgili coğrafi esneklik olarak ele alınabilir.
Bunu iki belli başlı gelişim içinde değerlendirebiliriz; birincisi, üretim araçlarının, mekânlarının, teknik düzenlemelerin yer ve hacim değiştirmesi, ikincisi, kısımlar arasında iç müşteri olarak ilişkilerin değişimi, gruplandırma, iş çeşitlendirilmesi, işin yoğunlaştırılması (performansa göre ücret belirleme), işgücünün rotasyonu, işi zamansal parçalama, vs. olarak yer ve zaman değişimlerinden bahsedilebilir.
Birincisini ele alırsak, endüstriyel üretimin tekniği, fabrika veya atölyelerin kuruldukları ilk yıllardan bu yana, pek çok değişime uğramıştır. Yani üretim teknolojisi, belli zamanlarda yenilenmiştir. Son yıllarda, işyerlerinde makinelerin, kısımların, atölyelerin yerleri değiştirilerek, yemekhane veya ambalaj bölümleri, teknik servis gibi bölümlerin, ayrı şirketlere bölündüğünü görürüz. Pazarlama, ithalat-ihracat, yemekhane, kalite kontrol laboratuarı, teknik servis gibi bazı kısımlar, üretimden mümkün olduğu kadar soyutlanarak, idari işlemler, üretim yerlerinden ayrı yere taşınarak, yönetim ile üretimin arası açılmaya çalışılmaktadır.
Yerleri, işçiler tarafından bilinmeyen yönetim mekânları, kimlerden ve kaç kişi olduğu bilinmeyen yönetim kurulları veya kimin yönetim kurulu başkanı olduğu bilinmeyen idare merkezlerinin, başka binalara taşındığı görülür. Holding yöneticileri, ‘holding center’larda, plazalarda, mali müşavirlerin ve danışmanların eşliğinde, ama binlerce fabrika veya atölyenin işçi ve emekçilerini yönetmek üzere, uzak mekânlarda konuşlanmaktadır.
Örneğin, Narin Tekstil’in patronu, Halit Narin, işçi direnişleri arttığında, iflas gerekçesiyle kapattığı fabrikasını, 10 parçaya bölerek, her parçasını o kısmın ustabaşına devrettiği şirketler haline getirdi. Ama TİSK Başkanı olarak, bütün ülkenin tekstil sanayicilerinin temsilcisi olarak, TİS görüşmelerinde tam yetkili olmaya devam ediyor.
Yabancı menşeli Asgold-Atasayar Şirketler Topluluğu da, birbirinden mekânsal ve şirket olarak soyutlanmış üretime, üretimin aynı işletmede kısımlara bölünmesine uygun bir örnek teşkil eder. Aslında Laleli esnafının tekelleşmesi süreciyle ortaya çıkan bu yapılanmada, her kısım, ayrı bir şirket olarak diğer kısımlardan yalıtılmıştır. Ve kısımlar (şirketler) arasında işçilerin birbirinden soyutlanması, kapılar, katlar arasında geçişler işçilere kapatılarak, kısımlara ait servis otobüsleri birbirinden ayrılarak, hatta vardiya saatleri bile değiştirilerek sağlanmıştır.
İkinci olarak, İşletmelerin iç düzenlemesinde karşılaşılan, çeşitli kısımlardaki işgücünün dağıtılması yöntemlerini, birkaç başlık altında toplayalım;
Rotasyon: Aynı üretim yerinde işgücünün rotasyonu, işçilerin farklı kısımlarda veya makinelerde çalıştırılmak üzere işyerlerinin yer değiştirmesidir.
Halen yürürlükte olan iş yasasına göre, işçi, hangi iş için işe alındıysa onu yapmakla mükelleftir, verilen başka bir işi yapmayabilir. Bu gerekçeyle işten atılamaz. Oysa bugün kalite yönetimi içinde geliştirilen üretim standartları ve üretim tekniği ile patronlar, bu çalışma tarzını değiştirmek istiyor. Bunu da “işçinin kalifiyeleşmesi”, “işe yabancılaşmamak üzere, üretimin bütününden anlaması” olarak, propaganda ediyor. İşçinin kendi işi dışında her kısımda çalışabilir olması, aynı zamanda kendi işinin de çeşitlendirilmesiyle birlikte getiriliyor. Bunda amacın, emek yoğun sömürünün azami artışı, daha az işçi ile daha çok iş çıkarmak olduğu bilinir.
Rotasyona göre, işçi, işletmenin bağlı olduğu başka bir işletmeye veya kısma kolayca transfer edilerek, orada farklı bir işe verilebilir, evine veya evinin yakınına iş makineleri taşıyarak üretime evde, atölyede devam etmesi sağlanır. Hatta yurtdışına gönderilerek, aynı işletmenin yurtdışı kolunda çalıştırılır, vs.
Rotasyon, aynı zamanda bir cezalandırma, eski yerindeki iş arkadaşları veya bağlantısından koparılarak, yalnızlaştırmak, bir biriminde gelişen mücadeleyi engellemek, vs. gibi baskı yöntemi olarak kullanılmaktadır.
İş çeşitlendirilmesi ile aynı işte, örneğin, torna başında çalışan işçi, aynı zamanda tornasının bakımını, onarımını, temizliğini, hammaddesinin taşınmasını, ürünün kalitesini, çevresinin temizliğini, bilgisayara işlenen veri kayıtlarını, vs. başka işleri de yapmak zorunda bırakılmaktadır. Bu işleri aynı işgünü saatleri içinde yaparken, performansı da artırıcı dayatmalarla, dinlenme sürelerini boş geçirmemek üzere çok daha yoğun çalışması sağlanır.
Performansın artırılmasıyla; yoğunlaştırılmış işgünü olarak, işçiden aynı işi, daha çok sayıda çıkarması istenir. Rotasyon gibi, özellikle kamu işletmelerinde, biri sendikalı, diğeri sendikasız, biri bireysel sözleşmeli, diğeri toplu iş sözleşmesiyle işçi çalıştırma gibi, biri memur, diğeri işçi veya kapsam dışı ya da geçici işçi statüsünde, taşeron işçi çalıştırma da, sömürüyü ve denetimi kolaylaştırmaktadır.
Rotasyonda olduğu gibi, taşeronlaştırılmış işletmecilikte de, kalifikasyondan söz etmek yerine, kalifiyesizleştirmekten söz etmek daha doğru olacaktır.
İş makinelerinin “sürekli yenilenmesi” adına, gelişmiş ülkeler tarafından, hantal ve kullanılmış eski makinelerin Türkiye’ye sokulmasının amacı ortaya çıkmaktadır.
Gruplandırma; kısımlara bölünemeyecek kadar entegre olan işletmelerde uygulanan bir diğer yöntem, gruplandırmadır. Gruplandırma, ücret farklılıkları yaratarak işçiler arasında rekabeti kışkırtan kademelendirme, iş değerlendirmesi yöntemi ile ücret belirlemedir. 7’li, 9’lu veya 16’lı sistem gibi, hem kamu işletmelerinde hem de özel işletmelerde ücret politikası olarak gündeme gelir. Gruplar, aynı işletmede, çeşitli mesleklerde çalışan işçilerin, A grubu işçi, B grubu işçi, C grubu işçi… Gibi, sadece ücretlerinde değil, statülerinde de farklı değerlendirilmeye tabi tutulan işçi katmanları yaratmaya yöneliktir.
İç müşteri fikri; kısımlar arasında çalışan işçilerin birbirinin müşterisi olarak görmelerini sağlayan bir ilişki biçimidir. İç müşteri fikri de, vardiyalı çalışma, iş bitimine kadar çalışma, kalite çemberleri gibi gruplandırma da, işçiler arasındaki dayanışmayı zaafa uğratmaya ve rekabetçi bir ortam hazırlayarak, aralarında düşmanlıklara dönüştürmeye yönelik, “yeni teknolojinin amacını ortaya çıkarır.
Tekellerin işletmelere soktuğu üretim örgütlenmesi; coğrafi esneklikle sağlanmaya çalışılan aynı işletmedeki üretimin parçalanması ve yeniden örgütlenmesine ilişkin yöntem ve uygulamalar, yeni iş organizasyonu olarak da kabul edilen, toplam kalite yönetiminin ekonomi-politik ve ideolojik kurumları ile olanaklı hale getirilmektedir. Yani toplam kalite yönetimi olarak işyerlerine sokulan örgütlenme yöntemi, sadece üretilen ürünün standardını değil, işçiler arası ve işçi-patron ilişkilerini, üretimdeki sürecin tarzını, vs. belirleyen bir üretim politikasıdır. Üretimin çeşidi, miktarı, nasıl yapılacağı, taşeronlaşmanın yaygınlaşması, teknik donanımının kıstasları, vs. gibi üretimle ilgili kararlarda olduğu kadar, ücret ve sosyal haklar konularında da belirleyici bir karar mekanizmasıdır. Üretim teknolojisi olarak işletmelerde büyük bir baskı unsuru oluşturan bu sistemin, üretimin denetiminde etkinliği için bilgisayarların ve network ağlarının tüm işletmelerde her makine veya kısımlarda devreye girmesi gerekir.
Kalite sisteminin üstünlüğü, disipline edici ve verimliliği artırıcı rolü, bireysel mutluluğu ve rekabeti kışkırtarak özgürleştirici yapısı, vs. üstüne söylenenler, eğitime önem verildiği, eğitimle emeğin vasıflandırılmaya çalışıldığı vs. üstüne, tekellerin ortaya attıkları pek çok yalan ve düzmece iddia vardır. Tabii ki bu iddiaları yayma görevi, başta uluslararası danışmanlık, AR-GE ve pazar araştırma şirketleri olmak üzere, entegrasyona boyun eğen ve yayılmasını üstlenen ulusal kurumlara, bunların başında da devlet kurumlarına, holdinglere, sanayi ve ticarette sözü geçen odalara verilmiştir.
Ama daha geniş kesimleri içeren destekçileri olmadan bu uygulamanın gerçekleşmesi mümkün değildir. Bu nedenle, tekeller, başta sendikaları, kitle örgütlerini, yüksek eğitim kurumlarını, basın yayın kuruluşlarını ve en önemlisi de bu teknolojinin uygulanmasında üretimin yapı taşlarını oluşturan teknokratları ve yöneticileri, desteklerini almak üzere ikna (!) etmişlerdir. İdeolojik olarak etkileri altına almışlardır.

BAZI SONUÇLAR
Coğrafi esnekliğin, sermayenin, emek güçlerini parçalayarak ve güçsüzleştirerek daha yoğun sömürü ve denetim olanakları yaratmayı amaçladığını gördük.
Emek güçleri üstünde egemenliğin artmasını ve pekişmesini sağlayan bu gelişmenin, başta işçi sınıfı olmak üzere, tüm emekçi kesimler için aynı zamanda mücadele dürtüsü olduğunu da görebiliriz. Emeğin üretime, dolayısıyla sermayeye müdahalesi, onun örgütlü gücü sayesinde mümkündür. Ama bunun için bu sürecin gelişmelerinden ve yöntemlerinden haberdar olması, politik olarak bilinçlenmesi gerekir. Ki, bu bilincin, eskisine göre daha hızlı geliştiğini, eylemlerin içerdiği taleplerden, yeni gelişen mücadele yöntemlerinden görmekteyiz. 20 yıl öncesi, emperyalizme ilişkin gerçekleri anlatmak ne denli zorsa, bugün, bir o kadar kolaylaşmıştır.
Yeni üretim teknolojisi olarak geliştirilen yöntemlere karşı ekonomik-ideolojik-politik mücadelenin, geleneksel yöntemlerden daha farklı, daha çok iç içe ve yoğun olarak yaşandığını söyleyebiliriz. Hatta bugünkü işçi sınıfının mücadelesi içinde, uzun vadeli veya kısa dönemli değil, günlük sorunların çözümü bile, çok daha yoğun bir ideolojik-politik tutuma ihtiyacı ortaya koymaktadır.
Emek güçlerinin örgütlenmesi, sermayenin örgütlenmede izlediği yol gibi iki yönlü gelişmektedir. Ki bunları, dikey ve yatay örgütlenmeler olarak incelemiştik, emek güçlerini de benzer biçimde, içe dönük ve dışa, tekellere yönelik olmak üzere, iki tarzda gelişen mücadele içinde değerlendirebiliriz.
1. Dikey örgütlenme; emekçilerin, devlet politikalarına karşı, tekellere, tekel örgütlerine ve holdinglere karşı tepkileri, tekellerin çeşitli ülkelerdeki işletmelerinde ve her ülkedeki çeşitli işyerlerindeki işçi ve emekçilerin ortak eylemleri içinde gelişmektedir.
Örneğin, Vestel’in, Avrupa’nın 3 ülkesindeki fabrikalarında örgütlenen işçi direnişi, Siemens işçilerinin uluslararası eylemi, GE (General Elektrik) ve GM (General Motor / ABD) tekellerine karşı Avrupa ve Asya’daki işyerlerinden yükselen ortak grev, İngiliz liman işçilerinin direnişine, diğer ülkelerdeki liman işçilerinin desteği, Avrupa TIR şoförlerinin petrol fiyatlarına her gün gelen zamma karşı eşzamanlı protesto eylemleri, vs. doğrudan tekellerin merkezine yönelen mücadelenin geliştiğini gösterir.
Son günlerde, GM’nin, İngiltere’deki Luton kentinde kurulu Vauxhall Opel fabrikasını kapatma, diğer fabrikalarında işçi azaltma planına karşı, İngiltere’nin Liverpool kentinde kurulu diğer fabrikası ile birlikte, Almanya, Fransa, Belçika, Portekiz ve İspanya’daki işletmelerinde de grev yaygınlaşıyor.
IMF ve DB hedefli, özelleştirme karşıtı grev ve direnişlerin, protestoların yükselmediği ülke yok gibidir. Türkiye’de kamu emekçilerinin IMF karşıtı 1 Aralık eylemi, özelleştirme karşıtı, Eurogold’a karşı Bergama köylülerinin, Dalamanlı emekçilerin, bor madeni satışına karşı işçilerin tepkisi, vs. gibi, Asya, Afrika ve Güney Amerika ülkelerinde de grevler daha sık gündeme gelmektedir. Güney Amerika ülkelerinin sendikalarının toplandığı “Dünya Sosyal Forumu” gibi, uluslararası sendikaların toplantıları da, benzer tepkilerin örgütlendiğini gösterir.
2. Yatay örgütlenme veya içe dönük mücadele; tekel merkezlerinin yapısal planlarına karşı, bunların yarattığı dağınıklığı ve olumsuz etkileri, işletmelerde ve bölgelerde verilen mücadele ile önlemek üzere, işçi ve emekçilerin çeşitli eylemlere başvurduklarını görüyoruz.
İşletmelerde, işçi ve teknik kadroya dayatılan standartlara karşı, işletme içinde verilen ideolojik-politik tepkilerin örgütlenmesi önem kazanmaktadır. Çünkü emek güçleri arasında dağınıklık yaratarak, dayanışmayı zaafa uğratma amaçlı bir yapılaşmanın, işçi sınıfı içinde ideolojik baskı kullanarak ve moral bozarak örgütlenmesini engelleyeceği düşünülmektedir. Oysa derinleşen çelişkilerin ortaya çıkardığı tepkiler, daha güçlü ve yaygın bir örgütlenme ihtiyacını da ortaya çıkarır.
Kalite standardına karşı gelişen mücadeleye, son yıllarda gelişmeye başlaması bakımından dikkat çekmek, konumuz açısından da gereklidir.
Örneğin, 1978–79 yıllarında “kademelendirme veya gruplandırmaya” karşı ve 1994-’95 yıllarında “kalite çemberleri”ne karşı işçilerin direnişleri, metal sektöründe birçok fabrikada yaşanmıştı. “Geliştirme Tekniği” (GT) vermemek üzere örgütlenen Asgold işçilerinin direnişi gibi, “performans kaydı” vermeme, verimliliği düşürme, rotasyonu reddetme, vs. gibi direnişler, pek çok işletmede yeni gelişen mücadele biçimleri olarak gelişmektedir. Hatta grup çalışmalarını ve eğitimleri kırma, performansa göre ücret politikasına karşı tepkiler, daha çok ideolojik içerikli olup, bugünkü süreçte etkin ve önemli bir rol oynar.
Bu tür mücadelede, danışman şirketler tarafından yürütülen “uyum eğitimlerine karşı” tavır, en yaygın ve etkin olanıdır. Çünkü, uluslararası standardizasyonun yayılması için, yalan propaganda ve demagoji üstüne inşa edilen kalite politikası ve buna uygun “uyum eğitimleri”, işçi ve emekçilere “teknolojik yenilik” olarak dayatılır. Her gün, işçilere zorunlu olarak verilir. Bu eğitimlere karşı çıkmak, inanmadığını söylemek, protesto ederek eğitime girmemek, işten atılma nedeni olmasına karşın, yaygın bir direniş örneğidir. Bu eğitime karşı çıkan işçi, doğrudan uluslararası tekellerin politikalarına karşı çıkmaktadır.
Yalın doğrularla, “eğitimci”nin söyledikleri arasındaki çelişki, bunlar üstünde düşünme, yeni mücadele tarzları geliştirme olanakları sağlar. Örneğin, GT vermenin, “iç müşteri” fikrinin, performans arttırmanın, bir süre sonra yanındaki işçi arkadaşının atılmasına neden olduğunu, iş çeşitlendirmesinin söylendiği gibi “yabancılaşmayı” azaltmayıp, işçi azaltmanın yolu olduğunu, “uluslararası pazarlara açılma”da kendine düşen payın, daha çok sömürü, yorgunluk ve işten atılma, hak gaspları olduğunu, yaşam deneyleriyle öğrenmeyen işçi yoktur. Ama ikna edilmiş (!) sendikalar eliyle (eğitimiyle), boyun eğdirilmeye çalışılır. Sermaye’nin, bugün sendikalara ihtiyaç duymasının en önemli nedenlerinden biri de, “sendika uzmanları”nın bu ikna kabiliyetleridir.
İşçi sınıfı mücadelesinde gelişme potansiyeli taşıyan bir diğer yöntem, bölgesel alanlarda veya sitelerde, bölge yönetimlerine karşı, bölgesel işçi örgütlenmesidir.
Tekellerin tarafından tüm ülkelerde organize edilen OSB ve sanayi sitelerinde, yönetim kurulları, bölgedeki tüm işletmelerde çalışma koşullarını belirler durumdadır. Bölge içinde, güvenlik, ücretler, çalışma saatleri, sendika ve sigorta, işten atma kolaylığı, kalite politikası, vs. gibi ortak kararlar alınmaktadır. Bu da işçilere, tüm bölgeyi ve siteyi kapsayan, politik bir mücadeleye gereksinimi olduğunu dayatmaktadır. Buna uygun örgütlenmenin çatısını kurmak, hem nispeten kolay hem de nispeten çabuk sağlanabilir. Çünkü işyerine bağlılığın asgariye indiği, kolay işten atılan işçilerin aynı zamanda çok ucuza çalıştırıldığı, bu nedenle işten atılma korkusunun da asgariye indiği, bölgede hemen her işyerinde çalışmış veya çalışan akrabaları, arkadaşları olan bölge işçilerinin birliği için, ortak sorunları kadar, birlik olanakları da çoktur. Bu nedenlerle OSB’lerde, sitelerde örgütlenme, “stratejik” bir önem kazanmaktadır.
Sonuç olarak günümüzde; uluslararası sermayeye karşı, emek güçlerinin, ulusal ve uluslararası mücadele olanakları arttığı gibi, büyük-orta-küçük işyerlerinde de bu mücadele olanaklarının hızla arttığı ve yaygınlaşacağı bir süreç yaşanmaktadır.

Şubat 2001

(İtalyan) Altın Tekeli  à Century Gold Consul (Dünya Altın Merkezi)
|
ATASAYAR ŞİRKETLER TOPLULUĞU
(Holding)
|
ANA MUHASEBE
|                |
OCAKLAR  –  ALTIN AYARI
|
HAMMADDE
|                                                                                                                                |
ATASAY Şirketleri                                                                                                  ASGOLD Şirketleri

AK-1      AK-2      AK-3     AK-4  AK-5     AK-6                    ASG-1   ASG-2    ASG-3    ASG-4    ASG-5    ASG-6
Pres     Pres       Pres    Pres     Pres     Pres               Döküm   Pres        Pres       Döküm   Döküm    Pres
Örme   Örme     Örme     Örme   Örme    Örme                Örme     Örme      Örme      Örme     Örme      Örme
Kanak  Kaynak  Kaynak  Kaynak Kaynak Kaynak          Kaynak   Kaynak   Kaynak   Kaynak  Kaynak   Kaynak
Kilit       Kilit        Kilit        Kilit        Kilit       Kilit                Kilit          Kilit         Kilit         Kilit         Kilit        Kilit
Cila      Cila        Cila        Cila       Cila       Cila                Cila         Cila         Cila         Cila        Cila        Cila
Kalite   Kalite     Kalite     Kalite    Kalite    Kalite              Kalite      Kalite      Kalite      Kalite     Kalite     Kalite
|                                                                                               |
ATASAY MAĞAZALAR ZİNCİRİ                                           ASGOLD MAĞAZALAR ZİNCİRİ
|
ATAGOLD
|
ANA MUHASEBE

Kamunun yeniden yapılanması

Devletin yeniden yapılanması anlamına da gelebilecek bir tanımlama olarak kamunun yeniden yapılanması, devletin sosyalizasyon politikalarından, yeni-liberalizasyon politikalarına geçişi düzenleyen bir seri uyum yasaları ve kurumsal düzenlemeleri içerir. Uluslararası sermayenin yeni yönelimi olan bu politik gelişme; “yerelleşme” kapsamında, bugüne dek varolan yapıların de-santralizasyonu ile birlikte ve eşdeğerde, “yerellik” kapsamında yürütülen bir “yönetişim formülasyonu” ile; sermaye güçlerinin birleştirilmesi, etkinleştirilmesi ve denetlenmesi hedefinin alt yapısı niteliğindedir. Bu örgünün bileşenleri ve etki alanlarının, ayrılaştırılarak yürütülen adımlarından biri de, kamunun yeniden yapılanması projesidir. Diğer adımlarını, kamu bütçe reformları, kamu personel rejimi politikası, vergi projeleri ve istatistikî nüfus bölgeleri projeleri, eğitim bölgeleri, bölgesel tarım politikası, yerel yönetimler kanun tasarısında ifade edilen eyalet sistemine geçiş projeleri (bölgesel kalkınma modeli) ve teknik mevzuatlar, bilim ve teknolojide yenilikler, eğitim-kültür ve tanıtım politikaları vs. gibi pek çok alandaki atılan adımlar ve politik çalışmalar teşkil edecek olan geniş kapsamlı bir yaptırımın parçalarından biridir. Tüm alanlardaki çalışmalarda, uluslararası sermayenin etkin ve güçlü motivasyon ve yönetim mekanizmalarının devreye girdiği ve kısaca adına “doğrudan yönetim”( =direkt driver) diyebileceğimiz bir kapitalist ilişkiler ağı örgüsü ile karşılaşırız. Bu örgüde, bilgisayar, TV ve internet bağlarıyla örülü bir yönlendirmenin etkisi, önemli bir rol oynar.
Yeniden yapılanma olarak yürütülen faaliyetlerin esas hedefleri ile, kamuoyuna yansıyan ideolojik açılımları ve fonksiyonel görüntüsü arasındaki fark, çok ilginç bir gelişimle ortaya çıkmaktadır. Yerelleşme ile, kapitalist sisteme ait çıkmaza giren pek çok sorunun çözülebileceği, halka açık bir yönetim olacağı, “Almanya gibi” demokratik hakların bu sayede kazanılabileceği, herkese sosyal güvence getireceği vs. biçiminde bir yanılsama, güncel politikanın bir parçası olarak getirilen yerelleşmeden çok farklı beklentilere neden olmaktadır. Yeniden yapılanmaya ait güncel yerelleşme politikasının, pratikteki sonuçları itibariyle ortaya çıkması kaçınılmaz olan çelişkilerine karşı, halk kitlelerinin tepkisini dağıtmaya, çeşitli kanallarda bu tepkileri yaymaya ve küçültülmüş ölçeklere çekmeye yönelik bir politikanın devamı olduğu görülememektedir. Bu yanılsamaların, dikkat çeken en önemli faktörlerinden biri, kavramlar üzerinde oynanan oyunlardır.
Bu bağlamda öne çıkan tartışmalardaki anlayış açısından önem kazanan bir örnek olarak; KAMU kelimesinin iki farklı tanım ve anlamından söz edebiliriz.
Bunlardan birincisi; uluslararası ve yerli işbirlikçi sermaye çevrelerinin, dolayısıyla devlet bürokrasisinin kullandığı “kamu” kelimesinin bugünkü tanımı, devletin sadece, uluslararası sermayenin uzantısı bir takım düzenlemeleri yapmakla sınırlı kalmasını sağlayacak anlayış ve ilkeler olarak (sınırlı) tanımlanmakta ve anılmaktadır. Devlet bürokrasisi, yeni sisteme entegrasyonun gereklerini yerine getirmeyi, “kamu adına” yürüttüğünü iddia etmektedir. Bu anlamıyla, kamu ile devlet, işleyiş olarak örtüşmektedir.
İkinci tanımlamada kamu, halk anlamında kullanılmaktadır; devletin halk adına yürüttüğü politikaların, aynı zamanda halkçı politik bir anlayışla da ele alındığı bilincine (algılamaya) denk düşer. Halk arasında, devletin bugüne kadar sürdürdüğü sosyal hizmet ve üretimle ilgili kamu görevlerinin kapsamında, ele alınır. Oysa yapısal uyum programları çerçevesinde ve Kamunun Yeniden Yapılandırılması Projesi’nde, biçimsel anlamıyla da halkçı anlayışın sonuna gelinmiş, kamu alanı olarak, devletin görevi sadece, sermayenin dolaşımının önündeki engelleri kaldırmada “düzenleyici” bir rol derekesine indirilmiştir. Her politik açılımda devlet bürokrasisinin üstüne basarak söylediği “artık popülist politikaların sonuna gelinmiştir” tümcesi ile, bu, açıkça ifade edilir. Devletin denetleme işi ise, sözde “bağımsız” kuruluşlara, yani doğrudan tekellerin denetleme mekanizmalarına teslim edilecektir.
Kamunun yeniden yapılanması, genellikle eksik olarak söylenen bir tümcedir, ama herkesin anlayabileceği gibi, “kapitalizmin yeniden yapılanması” kapsamında, sermaye egemenliğinin ve dolaşımının önündeki engellerin tümüyle ortadan kaldırılmasını hedefleyen yüzlerce yasal ve kurumsal düzenlemeler demektir. Merkezi ve yerel idarelerin görev ve sorumluluklarını belirlemek üzere çıkarılan bir seri yasa ve tüzük-tebliğ ile, merkezi idarenin görevlerinin 26 bölgeye bölünerek yürütüleceği, bölge bazlı federatif bir devlet yapılanmasını hedef alınmaktadır. Böylece her bölgenin daha demokratik bir yapıya kavuşturulacağı vaaz edilmektedir. Oysa, devlet yapısının parçalanarak, her parçaya ait işleyişin yabancı sermaye karşısında daha güçsüz kalması ve onun daha kolay egemenlik sürdürmesini sağlayacak düzenlemeler, sözde bir demokratiklik kılıfı altında rekabete açık bir liberalleşme sağlayacaktır. Özerkleşme, şeffaflaşma ve denetimin tabana yayılmasının, “demokratik katılımcılık” hayalleri yayan bir platformda, daha çok baskı ve sömürü ağını pekiştiren uygulamalar olduğu gözlerden kaçırılmaktadır. Emek örgütlerinin de bu yoldan ikna edilerek, uluslararası sermayenin doğrudan hizmetine girmesini sağlayıcı düzenlemeler olarak yürütülen bu entegrasyon politikaları ve kapitalizmin “sürdürülebilir” olması tezleriyle, sistemin dışında başka bir yolun olmadığı fikrinin pekiştirilmesi ve emekçilerin böyle bir platformda tutulması sağlanır. Bu yolla, kitlelerin gözleri boyanmaya ve kapitalizmin krizlerle boğuştuğu ve artık sonunun geldiği saklanmaya çalışılır. Sivil toplum örgütleri haline dönüştürülmesi hedeflenen kitle veya meslek örgütlerinin, yerelleşme politikaları açısından işlevi ise, sistemin yeniden yapılandırılmasına yardımcı olmak, katılımcılık adına yürütülen yönetişimi yayma ve ikna etme konusunda sisteme destek verecek yapılara dönüşmektir. Emperyalist-kapitalist sistemin, krizlerden kurtulma şansı olmayan bir yola girdiği ve yeniden yapılanmanın bu süreci bir süre daha uzatmanın yol ve yöntemleri olarak karşımıza çıktığı, böylece gözardı edilecektir. Oysa, yeni sisteme özgü propagandanın ve uyumsal dönüşümlerin temelinde yatan “krizlere karşı sistemi koruma” yöntemleri ve kriz önleme merkezlerinin teorideki “sürdürülebilirlik” tezinin, yeni girişimcilik adına krizleri önleyebileceği öngörüsü, pratik yaşamda tam tersi gelişmelere tanıklık etmekte, krizler her geçen gün daha ağırlaşarak derinleşmektedir. Ama, dünya genelinde etkisi yaygın olarak göze çarpan krizden, tekel merkezlerinin daha kârlı, çevresel faktörlerin, yani gelişimlerinde bağımlılığı pekiştirilen ülke ekonomilerinin daha çok zarar göreceği bir düzenleme öngörülmektedir.
Bu öngörünün iki yoldan yerine getirilebileceği düşünülmektedir.
Bunlardan birincisi, varolan işçi sınıfına ait sosyal kazanımların ortadan kaldırılmasıyla elde edilecek azami kârlar ve bu kazanımlara daha doğrudan el koyma biçiminin örgütlendiği bir yönetim biçimiyle, krizlere karşı önlem alınabileceği tezidir. Bu tez, tümüyle büyük sermayeye aittir, ve düzenli büyümesinin önündeki en büyük engeller olarak gördüğü işçi haklarının tümünü ortadan kaldırmak istemektedir. Böyle bir entegrasyon sürecine karşı alternatif olabilecek kurum ve örgütlenmelerin, içsel dinamiklerini deformasyona uğratacak ideolojik ağırlıklı politikaları öne sürerek, işçi sınıfını sınıfsal tehdit olmaktan çıkaran önlemler almaya çalışmaktadır. Güncel politik gelişmelere etki gücüyle, kavramların bu denli öne çıkmasının ardındaki neden, sınıf bilincinin çarpıtılması ve tarihsel olguların reddi ile yaratılmaya çalışılan sanal bir dünya varsayımının, pekiştirilerek kanıksanmasına hizmettir.
İkincisi ise, üretim süreçlerinde ve endüstriyel ilişkilerde küçültülmüş ölçekli üretim teknolojisinin etkisiyle krizlerin tabana yayılması ve orada kontrol altına alınabileceği tezidir. Ki sermaye, üretimin merkez ve çevre ilişkisi içinde hızla açılacak çelişkiler makasıyla, krizin etkisini merkezden hızla çevreye yayma ve orada boğma ile sonuçlanacak bir düzenlemeye ihtiyaç duymaktadır.
Örneğin, Cocacola tekelinin ABD’ye karşı protesto eylemlerinin etkisiyle azalan kârları, yerel bir cola imalatı olan Turkca-Cola ile artırılarak, kriz durumunda da, merkez Cola tekelinin bu krizden en az zararla çıkması, kültürel yerelleşmenin politik görüntüsü içinde mümkün hale gelebilecektir. Bu amaçla reklamlarda verilen, halklar arasında kardeşliğin yayılacağı, dostluğun pekişeceği, “……-cola” adıyla dünyanın küçüleceği ve ABD-Türkiye arasındaki çıkar farkının azaldığı gibi bir görüntü ve imaj, aslında sadece Coca-Cola tekelinin kârlarının artışını veya ayakta kalma şansını sağlayabilecektir.
Sermayenin kendini daha hızlı ve etkin bir biçimde yenileyebilme imkanı için, küçülme ve esneme politikalarıyla, varolan kamu alanlarının tümünün, serbest piyasa kurallarına göre yeniden şekillenmesi ve büyük işletmeciliğin, hızla küçültülmüş ölçeğe göre esnek üretim ilişkisi içine çekilmesi gerekmektedir. Planlı ekonominin sağladığı verimlilikten, plansız ve rekabete açık serbest piyasanın plansızlığına itilerek daha kazançlı çıkacağı bir üretim teknolojisini, tüm sermaye çevreleri tercih etmektedir. Büyük sermaye için geçerli olan çıkarlar, küçültülmüş ölçekli üretim ilişkilerinin tümünde çok daha geniş ölçekte tahribat yaratma bahasına elde edilebilecek olmasına karşın, küçük ve orta ölçekli işletmelerin de çıkarına gibi gösterilmesi gerekmektedir. Bu amaçla KOBİ’leşme, Dünya Kalkınma Bankası’nın, DB’sının, AB Kalkınma Bankası, AB projelerinin vb. açtığı kredilerden yararlandırılarak, artırılmaya çalışılır. Herkese de girişimcilik ruhu, kârdan daha çok pay alabileceği bir motivasyon aşılanmaya çalışılır.
Bunun için, kamunun yeniden yapılanması, kamunun gözetildiği politikalardan tamamen vazgeçilmesi, hantallıktan çıkarak daha etkili kâr topluluklarına dönüşüm ve kârların da tekelci sermayenin denetimine gireceği düzenlemelere gidilmesi, hem mevzuatlar, yasalar ve teknolojik düzenlemelerle, hem de uluslararası birlikler eliyle yürütülen bir politik tercihtir.
++++Örgütlenme modeli olarak tercih edilen yapının temelinde; bugüne kadar çıkan veya halen tartışılan yasal-kurumsal ve teknik mevzuatlara baktığımızda, bir yandan uluslararası bölgesel örgütlenmelere gidildiği, diğer yandan ülkeler içinde de bölgesel yapılaşmaların geliştirilmeye çalışıldığı gözlenir.
Uluslararası ölçekte bölgesel birliklerin, Birleşmiş Milletler Teşkilatı altında kurulmuş bulunan, DTÖ, IMF, DB, ILO, WHO, UNİDO, UNİCEF, NAFTA, APEC, ŞANGAY-6’lısı, MEDA, AB, OECD, ECO, OPEC, G-8’ler, Orta Afrika Birliği, Balkan İttifakı, IFA(Uluslar arası Ticaret Birliği),  vs. gibi bölgesel işbirlikleri temelinde yürütülen bir organizasyonel gelişimi gözlenmektedir.
Ulusal ölçekte ise; Projeci ve düzenleyici devlet yapısı olarak karşımıza çıkan yapısal değişim, kapitalizmin yeniden yapılanmasına uyum sağlamaya çalışırken, uluslar arası birliklerin projelerinden ve anlaşmalardan etkilendiği görülür. Bu gidişatta etken olan temel bazı uluslar arası anlaşmalar ve yasalara baktığımızda;
Uluslar arası anlaşmalar olarak, DTÖ’ne bağlı Hizmet Ticaret Konseyi ve DTÖ’nün alt sözleşmeleri olarak GATS, TTEK, Fikri ve Mülkiyet Haklarının Korunması, Patent ve Kota anlaşmaları, MAİ-MİGA, MEDA(Akdeniz İşbirliği Programı), AB Müktesebatı, Avrupa Katılım Ortaklığı Belgesi(KOB), AB Akreditasyon Genel Konseyi, vs. gibi güncel sözleşmelerden ve IMF, DB, OPEC, OECD, UNİDO, ECO (KEİ=Karadeniz Ekonomik İşbirliği), vs.gibi uluslar arası tekelci kuruluşların projelerine ve örgütlerine eklemlenmeden söz edebiliriz. Ki, ’65 sonrası gelişmelerin ve kurulan örgütlerin tümünde etken olan BM teşkilatı, esas itibariyle dünyaya egemen olan en büyük sermaye gruplarının çıkarlarını koruma temelinde, daha çok ABD’nin merkez, yeni bölgesel işbirliklerinin çevre olarak öngörüldüğü örgütlenmeye doğru yönelmektedir. (TKY ile ilgi yazılara bakılabilir.)
Uluslar arası anlaşmalar temelinde yürütülen Kamunun yeniden yapılanması, 1980’lerden itibaren değişime uğratılmaya çalışılan devletin yapısal değişimi, kamu personel rejimi ve yerel yönetimlerde atılacak adımlar, Dünya Bankası tarafından verilen “kamu bütçe reformlarına ait kredilendirme”de temel alınan kıstaslardır;
“… 1995 yılında Dünya Bankası’ndan alınan Kamu Mali Yönetimi Kredisi temelinde yürütülen çalışmalarla, Kamu bütçesi reformu hemen hemen tamamlanmıştır. Pilot uygulamaları yapılmış olan yeni sistem, henüz tüm kamu kesiminde uygulamaya girmemiştir.  Ki, kamu yönetimi reformu, bu bütçe ile yürütülmektedir. 1965 yılından bu yana uygulanan ‘plan program bütçe sistemi’ yerine, ‘analitik bütçe sistemi’ yada ‘fonksiyonel bütçe sistemi’ adı verilen farklı bir sistemin kuruluşu tamamlanmıştır. Yeni sistem, Maliye Bakanlığı’nın “bumko.gov.tr” adlı sitesinde yayımlanan tanıtıcı malzeme kullanılarak irdelenebilir. Ayrıca aynı bakanlık, yeni bütçe sistemini iki kitap halinde yayınlamış durumdadır……..
Günümüzde ön plana çıkan konulardan biri, gerçekleştirilmek istenen kapsamlı bir kamu personel rejimi reformudur. Ancak bu başlık, yalnızca, daha büyük bir reform dalgasının parçasıdır. Sergilenen girişimlerden biri kamu personel reformu iken, bir başka girişim daha önceden başlatılmış kamu bütçe reformu, bir başkası yerel yönetimler reformu ve nihayet sonuncusu kamu yönetimi reformudur. Bu dört girişim, bir bütün olarak devlet reformu başlığı altında toplanan ana sütunları oluşturmaktadır. ………
Kamu yönetimi reformu, genel olarak devletin yapısal örgütlenmesini değiştirmeye dönük etkinliklere verilen addır. Bu kapsamda merkezden yönetimin merkez örgütlenmesine -bakanlık yapısı, bakanlıkların bağlı ve ilgili kuruluşları, kurullar sistemi, merkezden yönetimin taşra -bölge, il, ilçe örgütlenmesine ilişkin değişiklikler, bu parçalar arasında yetki dağılımı ile kamu yönetiminin denetim sistemine dönük hükümler yer almaktadır. Gerçekte bu alt başlıklar, 12 Eylül 1980’den bu yana çeşitli dönemlerde farklı boyutları bakımından gündeme gelmiştir. Son iki yıldan bu yana farklı olan, tüm alt başlıkların topyekün yeniden tanımlama konusu yapılması ve ortaya “kamu yönetişimi” adı verilen yeni bir yapı çıkarılması hedefidir. Kamu personel rejimi reformu, Devlet Personel Başkanlığı’nın 1993 tarihli “İlkeler Taslağı”ndan sonra , kapsamlı bir yasa tasarısına 1996 yılında konu olmuş başlıklardan biridir. Personel rejimi alanı, son birkaç yıldan bu yana sürdürülen norm kadro uygulamalarıyla fiilen kapsamlı bir müdahale alanıdır. 2003 yılı, bu konuda kapsamlı bir rejim değişikliği girişimlerinin başlatıldığı yıl olma özelliği taşımaktadır. Hem kamu yönetimi hem personel reformu, Dünya Bankası’nca açılmış 2000 tarihli ‘Ekonomik Reform Kredisi’, 2001 yılında açılmış ‘Program Amaçlı Mali ve Kamu Yönetimi Kredisi- I ve 2002 yılında açılmış II ile yönlendirilmektedir. Yerel yönetimler reformu ise, yine 1980’den bu yana gündemde yerini hep korumuştur. Ancak, yerel yönetim sistemini, yalnızca yerel yönetimler düzlemini değiştirerek değil aynı zamanda merkezi yönetimi de tanımlayarak düzenlemek, 1994 yılında başlatılmış bir çaba olarak dikkat çekmektedir. Bu çaba ikişer yıllık aralarla ortaya yasa tasarı taslakları çıkmasıyla daha sürekli bir niteliğe sahiptir denebilir. Günümüzde, 58. Hükümet imzalı beşinci bir taslak vardır. Dünya Bankası, Türkiye’ye bir “Yerel Yönetimler Reformu Kredisi” açma hazırlıkları içindedir; Avrupa Birliği fonları bu alan dönük olarak kimi projeler için harekete geçirilmiş durumdadır.(Birgül Ayman Güler-Devlette Reform)

BÖLGESEL KALKINMA AJANSLARI

Bir diğer taraftan idari yapılarda değişim öngörülen yerelleşme politikaları ile,
Türkiye’de, “Avrupa Konseyi Finansman Anlaşması” kapsamında, AB’nin MEDA projelendirmesi içerisinde yer alan “teknik ve danışmanlık hizmetinin, iş ve yenilik geliştirme programı”, KOBİ-NET bilgi iletişim ağının KOSGEB’ler eliyle geliştirilmesinde etken olan hizmetler,  1970’li yıllardan itibaren başlatılmış olan bölgesel yerleşim organizasyonları temelli girişimler olarak, bugüne dek sürdürülmektedir. 1970’li yıllarda başlayan bu süreçte, Birleşmiş Milletler Sanayi Kalkınma Örgütü’nün (UNIDO) desteği ile Küçük Sanayi Geliştirme Merkezi (KÜSKEM) kurulmuş, ‘83’te DB desteğiyle Küçük sanayi geliştirme teşkilatı(KÜSGET)’e dönüştürülmüş, 1990 yılında ise, Küçük ve Orta Ölçekli Sanayii Geliştirme ve Destekleme İdaresi başkanlığı (KOSGEB) adını almıştır. (Daha ayrıntılı bilgi için; Yeniden Yapılanmada KOBİ’ler: Sihirli Değneğin Sihirsizliği- Berna- Güler Müftüoğlu)
Türkiye’deki sanayi, tarım ve hizmet sektörlerinin küçültülmesi, KİT ve büyük işletmeciliğin parçalanması ve küçük ölçekli hale getirilmesi için yürütülen politikaların yerel örgütlenmesinin en önemli ayaklarından birini KOSGEB’ler yürütmektedir. KOSGEB’ler, yukarda sözü edilen büyük işletmecilikten küçültülmüş ölçeğe geçiş ekonomisinin hem yönlendiricisi, hem de denetleyici ve teknolojik olarak destekleyici kuruluşlar olarak düşünülmektedir. Bugünlerde ise, bu görevlerini tam yapamadığı, KOBİ’leri yeterince denetleyemediği gözönüne alınarak, bu görevin sanayi odalarına verilmesi düşünülmektedir. (KOBİ’lerin %60-70 gibi önemli bir kısmı, ISO veya CE gibi standartlara uyumu kabul etmemeye devam etmektedir.)
TÜSİAD, MÜSİAD, TOBB, MESS, vs, gibi sermaye kuruluşları, 1994’ten itibaren DTÖ tarafından atanan yönetimlerin kuruluşları olan “Üst Kurullar”( BDDK, SPK, EğitimBilimÜK, YÖK-YEK, Enerji PiyasasıÜK, ŞekerPK, TütünPK,vs BTYK, UİK, TSE ve TÜRKAK), devletin ve buna bağlı olarak, kamunun yeniden yapılanmasında etkin görevler üstlenmişlerdir.
Avrupa Kalkınma bankası, Avrupa Kalkınma Ajansı’na bağlı olarak Türkiye Kalkınma Bankası ve T. Kalkınma Ajansı kurulmuş ve “AB Müktesebatına Uyum Programı” yönünde çalışmalar yürütmektedir.
Bölgesel Kalkınma Ajansları, yerelleşme politikalarının bölge temelli örgütlenmelerinde tanıtım, reklam, fuarcılık, dağıtım ve üretim organizasyonlarının yürütülmesinde proje üretim merkezleri olarak görevlendirilmiş olduğu, bunların da bölgelerin fonsiyonel yapılarının temelini hazırlayıcı fonksiyon üstlendiği görülür. Yerel ile merkez idare arasında görev ve sorumluluk bölüşümünde, tüm yetkilerin il özel idarelerine verildiği ve bunların en önemli görevlerinin başında da Özel İstatistik Bölgeleri tanımına uygun model üretimi gelmektedir. Yerel Yönetimlerin, Küçük Sanayi Sitelerinin, Organize Sanayi Bölgelerinin, Endüstri Bölgelerinin, Teknoloji Bölgelerinin, Nitelikli Özel Bölgelerin, Serbest Bölgelerinin, vs., yerleşim ve yönetim organizasyonlarını projelendirmede etkin bir rol üstlenmişlerdir. İl Özel İdareleri, bu görevlerini yürütmede Bölge Kalkınma Ajanslarının direktifleri doğrultusunda hareket ederler. (Daha geniş bilgi için, İTO yayınlarından; “Yerel/Bölgesel Ekonomik Kalkınma ve Rekabet Gücünün Artırılması; Bölgesel Kalkınma Ajansları” adlı kitaptan yararlanılabilir.)
Devletin “kaliteli hizmet üretimi” kapsamında yürütülen, kamu alanlarının düzenlenmesi görevi, bir başka taraftan da; uluslar arası tekellerin doğrudan desteği ve denetimine olanak hazırlamak üzere, eski denetim mekanizmalarını kaldırarak, yerine, tekelci denetim ve örgütleme aygıtını oturtmak üzere değişime sokulması olarak şekillenmektedir. Bu tekelci yapılaşmanın uluslar arası anlaşmalara, ABD ve AB müktesebatına uygun davranışların dışına çıktıkları ya da daha bağımsız çalışmalar yürüttükleri de göze çarpar. Örneğin, Gasprom, Cargill, Enron, her türden anlaşmaların dışında proje yürüten silah tekelleri, ilaç tekelleri, tarım tekelleri, petro-kimya tekelleri, vs……….gibi.
”Kaliteli” hizmet üretimi anlayışı olarak söylenen ile, yapılan arasındaki fark göze batmaktadır. Şöyle ki, hizmetin serbestleştirilmesi, yani piyasalaştırılması, bir anlamda özelleştirilmesine tekabül eder. Vergiyi kimin toplayacağı, bütçeyi, kalkınma planını kimin yapacağı, sağlık ve eğitim yatırımlarının veya planlamasının, üretimdeki denetimin kimin eliyle yürütüleceğinin, vs . vs. belirsiz olması anlamına gelir. Örneğin, herkes girişimci olabilir, sisteme adapte olmak koşuluyla vergi projesi üretebilir, eğitim programı ve kurumu açabilir, sağlık alanına el atabilir, vs. Örneğin; G.Antep Belediye Başkanı Celal Doğan, “Tüm eğitim, sağlık ve sosyal hizmetleri belediyelere verin, ama vergiyi de biz toplayalım” tarzında bir tartışmayı TV ekranlarında gündeme getirebilmektedir.
Oysa, kamunun yeniden yapılanma projesinde, üçlü bir yapıdan sözedilmektedir, belediyeler-devlet yönetimi(il özel idareleri)-NGO’(sivil topum örgütleri)lar. Belediyeler, yani mahalli idareler ile, il özel idareleri, yani devlet idaresi, doğrudan tekelci sermayenin güdümünde kalan alanlardır. NGO’lar ise, işçi ve emekçilerin hak ve çıkarlarını koruyan tüm örgütlerin yeniden yapılanmaya uygun olarak sisteme entegre edilmesi üzerine yürütülen bir politik manevralar alanı olarak karşımıza çıkar. Bölgesel yapılanmada, kamu hizmetlerinin bir yanını oluşturan, aynı zamanda denetim mekanizmalarında etkin olan; TMMOB, TZOB, TTB, SSK, Emekli Sandığı, Bölge Çalışma Müdürlükleri, vs gibi kuruluşlar, NGO kapsamına alınarak,  denetim görevlerinden uzaklaştırılmaya çalışılırken, sadece, kitlesini sisteme uyum sağlamak üzere ikna etmeye çalışan bir amaçla sınırlaması gerekmektedir. Çünkü denetim işi, “bağımsız” kuruluşlarca yürütülecektir.
Denetimin “bağımsız” kuruluşlarca yürütülmesi gereği, AB Müktesebatına Uyum” çerçevesinde, Avrupa Akreditasyon Konseyi’nce yürütülen çalışmalar ve 2001 tarihinde çıkan 4703 sayılı “Uygun Ürün Yasası” kapsamında kabul edilen bir denetleme projesine bağımlılıktan kaynaklanmaktadır. Ama, “denetimin bağımsızlığı”, yasada “akreditasyon kuruluşlarının her türden siyasi ve sermaye baskısından uzak olması şartı” tarzında ifade edilmektedir. Bu bağımsızlığın, ne anlama geldiği ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, her tekelin kendi stratejisine uygun olan denetim sistemlerinin, personel ve bütçe politikasının olduğu, tekel yönetiminin de kendine ait yöntemler üstüne kurulduğu, tartışma götürmeyen bir gerçektir. Ki, güncel söylemde bu, “marka politikası” olarak adlandırılmaktadır. Oysa, AB üyeliğine girmek üzere motive olmakla eş anlamlı olarak algılanması istenen yerelleşme, serbestleşme, hizmet sektöründe ABD ve AB tekellerinin doğrudan denetimine ve hizmetine girmek olacaktır. Ama bu yönelişin düzenleyici rolünü üstlenerek yasal  ve stratejik bir statüye oturtulması,  devletin düzenleyici rolünün AB Müktesebatına Uyum Programıyla şekillenerek, çerçevesi çizilmektedir. Uygun Ürün yasası ile yerel hizmetlerin “denetim”inde, doğrudan AB Konseyi (Avrupa Akreditasyon Örgütü) bağlayıcı olmaktadır. Benzer bir politik gelişim; YÖK Yasası ile “Bağımsız” Üniversitelerin oluşturulacağı’nı vaazeden tezler de, aynı kapsamda ele alınan önemli basamaklardan birini teşkil eder.
Avrupa Konseyi Bölgesel ve Yerel Yönetimler Kongresi 1996 yılında Türkiye için aldığı 29 numaralı Tavsiye Kararı’nda  istediklerini net bir biçimde dile getirmiş ve yerel yönetim yasası değişiklik çalışmalarını doğrudan denetler bir konuma yerleşmiştir.  Kısacası, Dünya Bankası’nın küreselleşme ve yerelleşme ikiz güçleri ile Avrupa Konseyi’nin ademi merkeziyetçi Avrupa hedefi, Türkiye için federalist devlet örgütlenmesini davet etmektedir. Yasa ve kanun hükmünde kararnameler bu davetleri kabul etmiş görünmektedir.
(Birgül Ayman Güler)
“Hizmetin etkin olacağı” sözünden, küçültülmüş ve desantralize edilerek dağıtılmış bir hizmetin, denetim dışı kalması kaçınılmazken, uluslar arası denetim kuruluşlarına havale edilerek, bu kuruluşların gizlilik konseptinde (ticari sır), maliyetleri(fiyatları hizmet sunmada artıran, ama hizmet üretmede azaltan) düşürmekten başka amacı olmayan kalitesizliğe itileceği anlaşılmalıdır. Örneğin, tarım, orman ve turistik bölgelerin, tarihi eserlerin ve arazilerin satışına izin verilen yasalarla, ülke halkının kullanımından çıkarılması biçiminde yürütülen yasal mevzuat düzenlemeleri, gezi ve turizm hizmetlerinin ucuz ve geniş kesimlerin yararlanma olanaklarını ortadan kaldırmaya yönelik olacağı açıktır. Parçalı ve her parçası farklı fiyatlandırılmış eğitim, sağlık ve sigorta şirketlerinden yararlanacak halkın geniş kesimlerinin, sigorta güvencesiz, borçlu kalarak, yarım kalmış eğitim-sağlık hizmetleri alabilecekleri bir hizmet anlayışını kışkırttığı görülür. Mühendislik ve mimarlık hizmetleri olarak yabancı uzmanların talanına açık denetim mekanizmalarında, yerli istihdamın ucuzlatılması ve yoğun emek sömürüsüne maruz bırakılmasında, kalifiye ve düz işçiliği eşitlediği bir zeminde hizmet verimini (karı) artırarak, doğrudan sömürü mekanizması geliştirmek istenmektedir.Vs.
Kamu yönetimi yürütecek bakanlıkların, tüm görev ve yetkilerinin yeniden tanımlanması ve bir kısmının kurullara devredilmesi, devlete ait diğer kurumların tanım ve fonksiyonlarının kurallarını koyan standartların egemenliği, devleti bir işletme biçimine sokan bir anlayışla yürütülmektedir. Aynı ölçülerde, kamu hizmetleri anlamındaki düzenlemelerin, bu hizmetlerin yerel yönetimlere verilmesi olarak, değişim öngören yasalarla devletin ulusal statüsünde, bütçe, vergi veya sosyal alanlardaki tüm hizmetlerinde parçalanma sağlayacağı görülüyor.  
Bu alanlarda eski Dünya Bankası Türkiye Başkanı CHIBBER, “Dünya Bankası içinde bir “belediyeler ortak fonu” oluşturma hazırlığı içinde olduklarını; Türkiye’de belediyelerin projelerini doğrudan Dünya Bankası’na vereceklerini ve krediyi doğrudan kendilerinin sağlayacaklarını açıklamıştır.
Bu açıdan kamu reformu yasa tasarısı ile atılacak adımda, belediyeler ile mali piyasalar arasında doğrudan bağlantı kurulacak; belediyelerin merkezi bütçe ile bağlantıları kesilecektir. Küçültülmüş ölçekli yerel bir yönetim, yerel kaynaklar üzerinde tam bir egemenlik kurmak isteyen tekelci sermayenin talanına zahmetsiz ve kolayca el atabileceği, açık çiftlikler haline getirilirken, mali sermayenin içine girdiği krize de çözüm olabilir ! , diye düşünülmektedir.
Dünya Bankası yerel özerklik, vesayetten kurtulma, kısacası “demokrasi” istemektedir!
Avrupa Birliği de Türkiye’de “demokrasi” istemektedir. Bunun için daha fazla yerel özerklik, vesayet ilişkilerinin daraltılması, yerel yönetimlere vergi koyma ve vergi oranlarını belirleme yetkisi verilmesi, personel istihdamında tam serbestlik gerekmektedir. Bunlar da yeterli görülmemekte, yerel yönetimlerin topluluk din, kültür ve eğitim işlerinde daha fazla serbest irade kullanmaları gerektiği ısrarla belirtilmektedir.”(Bak; Birgül A. Güler-Devletin Yeniden yapılandırılması)

Kamu Reformu Yasası, Devletin düzenleyici rolünün yerine getiren Yerel Yönetimler Yasası, Orman Yasası, SİT Alanlarının Satışını Düzenleyen Yasa, Vergi Yasası, Hukuk Yasaları, Sermaye Piyasasını Düzenleyen Yasa, YÖK, Orman Yasası,  Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Yasası, Organize Sanayii Geliştirme kanunu, Nitelikli Endüstri Bölgeleri kanunu, “Uygun Ürün “ yasası, Üst Kurullar Yasası, Akreditasyon Yasası, İş hukuku, SSK yasası, vs. tüm yasalar ve uyum paketleri, “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” (GEGP) olarak , Dünya Bankası ve AB Stratejilerinin birer parçasıdır.
Uluslar arası ve ulusal sermayeyle işbirliği projeksiyonunda atılan adımlara, halkların ve işçi-emekçi sınıfların tavrı nedir diye baktığımızda, pek iç açıcı bir manzara ile karşılaşmadığımız ortadadır. Bunun en önemli nedenlerinden ikisi üzerinde yoğunlaşmak gerekirse;
Bunlardan biri;, ABD, DB-IMF ve AB stratejistlerinin öne sürdüğü “katılımcı demokrasi” masalının ikna edici gücü ile karşılaşırız. Çünkü, GEGP’nda halkın tartışmasına açılmasını sağlayıcı projeksiyonlar içinde en çok konusu edilen mevzu, teknolojik üstünlüğe boyun eğme ile birlikte öne çıkan özgürlük ve demokrasi tanımlamalarındaki algılama ve açılımların gerçek yüzüne bakıştaki eksikliğe bağlı olarak gelişen ideolojik çarpıklıklardır.

Halkın umut olarak baktığı ve desteklediği değişimlere yaklaşımında etken olan bazı noktalara değinirsek;
1-Halk tarafından, bugüne dek kullanıla gelen sözcüklerin tanımı değişime uğratılarak, ideolojik çarpıklıklar yaratılarak, sözde “katılımcı demokrasi”ye teslim olma, bu açıdan kurumsal düzenlemelere ayak uydurma, AB’ne adaptasyonda etkili propaganda olarak karşımıza çıktığı görülüyor. Oysa teknik veya hukuksal yönetim mekanizmalarındaki hiçbir düzenleme, halkın çıkarları gözetilerek çıkarılmamakla birlikte, “müşteri memnuniyeti” projeksiyonu ile halkın çıkarına gibi gösterilebilmektedir.
2-Halk kitleleri tarafından oluşturulmuş, işçi ve emekçilere ait örgüt ve kurumların “Sivil toplum Örgütü” olarak yeniden yapılandırılması, AB Müktesebatının önemli ayaklarından birini oluşturur. Kamunun yeniden yapılanmasında, yerel demokrasi sağlayan  kurullar biçiminde yürütülen “Halk Konseyleri”, “Kalite Kurulları”, emekçilerin kandırılması ve sisteme uyum sağlamasını hedefler. Oysa, bu kurulların ve yürütülen politikaların, gerçek demokrasiyi ve bunun mücadelesini baltalamaya yönelik olduğu gözden kaçırılmaktadır.
3-Katılımcığın olabileceğine veya demokrasinin geleceğine iman eden çeşitli sol çevrelerin, AB’ye uyum programlarına destek vermesi, DİSK, KESK, TMMOB, TTB,vs. gibi işçi ve emekçi kitlelerin mesleki ve sosyal çıkarlarını korumaya yönelik kitle örgütlerinin yönetimlerinde olmalarına rağmen, “AB demokrasisi”ne uyum için tabanlarını ikna etmede önemli rol üstlenmeleri, bu örgütlerin uluslar arası sermaye ile entegre olmalarıyla, yani sivilleşmeleriyle sonuçlanmaktadır. Türk-İş, Hak-İş, Kamu-Sen gibi  işçi örgütlerinin tavrının, uluslar arası sermayeden bağımsız olması, ne ideolojik olarak, ne de politik tutum olarak düşünülmemelidir. Ama bu örgütler içinde de sermayeye karşı tutum alabilecek daha ilerici sendikaların olmasına rağmen, merkezi bürokrasisi ile bağların güçlü olması, siyasi ve ideolojik kuşatılmışlığın etkisinden kopamama ile muzdarip oldukları görülmektedir. Gelecek projelendirmesi içinde, varolan değişimler karşısında yapısal ve iç dinamiksel çözülmeye karşı mücadele gücünden uzak kalmaları, gelişim projelerine karşı tutarlı ve etkili politikalar oluşturamamaları, veya yetersiz kalmaları ile açıklanabilecek bir kaosa itilmektedirler. Ki bölgesel temelli bir örgütlenmenin gereği olarak oluşan Organize sanayi bölgeleri, vs. ve diğerleri kapsamında yürütülecek bir sendikal çalışmanın üstüne basacağı politik ayakların yerli yerine oturmadığı, bu alandaki gelişmelerin eski yapılarla sürdürmedeki sınırlılık, hem hukuksal, hem de ideolojik olarak mümkün görülmemektedir. Ama bu süreçle ilgili tartışma ortamının, emek cephesinde hemen hiç sözü edilemez ve buna ilişkin mücadelenin yürütülemez duruma gelmesi, sadece merkez yönetimlerdeki ideolojik eksiklikten kaynaklanır demek, yeni kapitalist gelişim sistematiğini ve kriz önleme merkezlerinin daha detaylı incelenmesi gereken alanlardaki yaptırımlarını gözardı etmekle de izah edilebilir.
4- Kamu alanları içinde en büyük ve etkin kuruluşlardan birisi, SSK’dır. Devlet bütçesine yakın bütçesi ve emekçiler açısından sosyal güvencesi dışında sosyal bir dayanışma kuruluşu olması ile emeğin korunmasında ve eşitlik ilkesinin hayata geçirilmesinde temel örgütlerden biridir. Benzer biçimde Emekli Sandığı ve Bağ-kur gibi örgütlerin SSK ile birleştirilerek libere edilmeye çalışılacağı ve şirket olarak işlem göreceği bir süreç, yerelleşme ile başlayan dağılma sürecini hızlandıracaktır. Ama kitlesel tepkileri gözardı ederek hayata geçirilmesi mümkün görülmeyen bir alan olan sosyal güvenlik kuruluşlarındaki yapısal değişim, daha temkinli adımlarla yürütülecek bir çalışmanın sonucu, tasfiyeye uğrayacaktır. Hükümetin ve IMF’nin 5. Gözden geçirme sürecinin en önemli unsurlarından biri olan SSK yasasına ilişkin bir tartışma, emek cephesinde henüz görülmemektedir. Oysa, SSK hastaneleri ile devlet hastanelerinin aynı işleyişte birleştirilmesi bu tasfiyenin ilk adımlarını oluşturmaktadır. Bir yanıyla da sigorta borçları affı veya sigortadan muaf bölgelerin desteklenmesi, Bağ-Kur yasasında öngörülen kayıt serbestisi, SSK-Bağ-Kur’un birleştirilmesi, vs. gibi gelişmelerin, yeni bir sigortacılık anlayışının önünü açarak, özel sigortacılığı geliştirmeye yönelik olduğu gözlenebilir. Ama diğer yandan, işçi ve emekçilerin de sigorta güvencesinin sağladığı yararların farkında olmadığı ve bu gelişmeyi, daha fazla ücret veya kar elde etmenin bir yolu olarak destekledikleri görülür. Özellikle KOBİ bölgelerinde, kayıtsızlığın teşvik edildiği bir yasa olarak ortaya çıkan sigorta veya bağ-kur affı, hem KOBİ işvereninin, hem de işçisinin aleyhine gelişecek bir yaptırım olacaktır. Karlı çıkan ise, uluslar arası büyük sigorta, sağlık ve ilaç tekelleri olacaktır.
5-ABD ve “AB demokrasisi”ne uyumla geçirilen bir süreçte sendikalara, derneklere veya odalara üye olmanın da altı, bu sürece bağlı olarak boşaltılmaktadır. Örneğin, GATS anlaşmalarına göre,  TMMOB’ye üye olma serbestisi, işletmelerde yabancı uzman bulundurma serbestisi, oda sicil kayıtlarının tutulmama serbestisi, SMM(serbest mühendis-mimar)’lere denetim yaptırmama serbestisi, vs, bilumum serbestleşme, DTÖ’ye uyum ile getirilen güncel sorunlardır. Buradaki serbestleşmeden, liberalleşme ya da keyfiyet anlaşılmalıdır. Bu keyfiyete benzer biçimde, dünya bankasının keyfine uygun olarak, aynı zamanda sendika ve odaların işlevsizleştirilmesini hedeflemektedir. Ya da entegrasyona girmesi koşulunu dayatır ki, bir yarı kamu kuruluşu olmakla birlikte aynı zamanda mesleki kitle örgütü olan TTB, TZOB, TMMOB’ gibi kamu örgütlerini de, parçalanarak dağılmaya mahkum bırakır.
İkincisi ise; emek mücadelesinde parçalanma ve dağılma biçiminde tezahür eden  ideolojik ayrımların önemli bir kısmı, ABD sermayesi ile AB sermayesinin “demokrasi” kapsamında öne sürdüğü yanıltıcı kriterler ve politikalar arasında süren tartışmalar biçimindedir. ABD, tüm dünya halkları ve dolayısıyla Türkiye halkı tarafından teşhir olan bir güçtür. Ama AB, halen devrimci-demokrat çevreler açısından “içinde yer alınması gereken yeni ve demokrat bir güçtür ve desteklenmelidir” diye düşünülmektedir.. En azından TV ekranlarına yansıyan yanıyla, “halkın %75’i AB’den yanadır ve GEGP’nı bu açıdan desteklemektedir” şeklinde yürütülen propagandanın etkisiyle de bu ayrım pekiştirilmektedir. Çünkü değişen dünyanın yüzü, “AB Demokrasisi” ile “yenilikler” getirecek bir umut yaymaktadır. Bu umuda yönelen ve beklenti içine sokulan halkın, örgütsüzlüğünün yanısıra, varolan örgütsel yapılarında da parçalanma ve ayrım yaratan çelişki, ABD-AB ayrımında varlığını sürdürmektedir.
Oysa, AB üyeliğine girmek adına yürütülen çalışmaların sonucu, sermayeye daha çok bağımlılık içine çekilerek ABD egemenliğine kayıtsız şartsız teslim olmakla sonuçlanacağı açıkça gözler önüne serilmelidir. Çünkü yapılan düzenlemeler sürecinde, üretim ve hizmet sektörlerine egemen olan kuruluşlar, daha çok güçlü ABD menşe’li tekeller olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla AB’ye “evet” diyenler, aslında ABD’ye “evet” demiş oluyorlar. Ve yerelleşme politikalarındaki demokratik mücadele alanında, AB’ye uyumu savunanlar ve ABD’ye karşı çıkanlar ile her ikisine de karşı olanlar arasındaki çelişki, en derin bir içerikle, iç mücadele biçiminde sürdürülmeye devam edecek görülüyor. Çünkü, henüz yerelleşmenin kapsamı, devlet bürokrasisi ve kitle örgütlerince yeterince anlaşılabilmiş değildir.

Semra Çaralan-20 Temmuz 2003-Kimya Mühendisi

Kalite kavramları, argümanları ve anlamları kalite kavramları, neyin ideolojik zeminini hazırlıyor?

Türkiye’de son 15 yıldır tartışılan konuların en önemlilerinden biri, kalite yönetimi ve kalite kavramları oldu. Bu tartışmalarda dikkat çeken; konularına göre kullanılan çeşitli argümanların anlamlarının, her işlev ve yapısal uyumda içselleştirilmesi yönünde gayret edilen fikirlerin, bir terminolojik ögeler bütünü içinde harmanlanarak sunuluyor olmasıdır. Yani her tanımlama ve açılımın, bütünsel bir taktik ve stratejinin parçalarını oluşturmaya yönelik, birbirini tamamlayan ifadelerle kullanıldığı dikkat çeker. Her ifadeyi veya kavramı yeniden tanımlama ve amaç-tanım maddeleriyle prosedürlere geçirme, kalite yönetiminin ilk kuralı olarak uygulanır ve kalite terminolojisi içinde buna “vizyon politikası” denmektedir.
Kalite yönetimine ilişkin terimlerin, terminolojik kavramlarla ifade edilen ve sistematik olarak tüm reform ve yapısal uyum projelerinin içeriğinde kullanılış biçiminin, her bir parçasının birbiriyle bağlantısı kurularak, belli bir düşünsel yapı oluşturduğu görülür. Her biri ayrı yasal ve hukuksal düzenlemelere konu olan projelerde, yaptırımlarda, bunları ortak bir zeminde birleştiren ideolojik temelin örgüsü için kullanılan bu kavramların arasında da bir bütünlük göze çarpar. Bu durumun, ayrı “puzzle”ların farklı rezonanslarla ortak kurgulanması olanağı yaratacak bir düşünsel zemin hazırlığı içinde olduğu, fark edilebilir.
***
Kalite kavramlarının, toplumun tüm kesimlerini ikna etmek amacıyla kullandığı terminolojik ve sosyolojik ifadelerin içeriği, amacı, toplam kalite yönetimiyle yaratılmaya çalışılan esnekleştirme politikasıdır. Esnekleşme, ya da esnekleştirme, her alanda yayılsın ve genel bir ilişkiler ağı olarak topluma nüfuz etsin istenir. Piyasaların, ticaretin, üretimin, devlet ve kamu kurumlarının, denetimin, istihdamın, çalışma koşullarının, ücretlerin, sosyal hakların ve sosyal kurumların, bilginin, kaynakların, vb., her şeyin esnekleşmesi istenir. Ayrıca, toplumun tüm kesimlerinin, bu esnekleşme sürecine yardımcı olması için de, ikna edilmesi öngörülür. İşte, esnek politikaların hızla hayata geçirilmesinde kullanılan yöntem, Toplam Kalite Yönetimi (TKY) olarak, bu “toplumsal uzlaşma” ve ikna sürecinin metodolojisi olarak piyasaya sürülür.
TKY’nin vizyon politikalarına altyapı oluşturacak ideolojik kavramlar, bu amaçla her alanda yaygın kullanıma sokulmuştur. Bu kavramların nasıl yaratıldığı ve hangi anlamda kullanıldığına dair yapacağımız bir çalışma için, ilk önce TKY’nin nasıl bir yönetim şekli olduğuna ilişkin kısa bir açıklama yapmak, kullanılan kavramların anlamları hakkında bir ön fikir oluşturmaya yardımcı olur.
Toplam Kalite Yönetimi (TKY), tüm dünya ülkelerinde, tekelci kapitalizmin, daha etkin ve denetimci bir yayılma politikasına uygun hegemonya ilişkilerini yenileyen yönetim tarzı olarak karşımıza çıkar. Yani günümüz emperyalizminin, döneme uygun politikalarını belirlemede projeksiyon görevi görür. Türkiye’de 1990 yılı itibariyle, gündeme daha etkin olarak girmiştir. Çeşitli alanlarda eşzamanlı ve eşgüdümlü başlatılan çalışmalarla, bugüne kadarki sosyo-ekonomik ve siyasal literatürünün kanıksanmasını önemli ölçüde sağlayan TKY, 1945 yılı,  ABD-Pentagon menşelidir. Yani Amerikan savunma veya saldırı taktiğidir.
Yöntemlerinin gelişimi, 1950’lerden bu yana, Japonya ve Hollanda-Almanya-İngiltere’deki denemeler üstüne oturur. ’90 yılından sonra da, metodolojisi tüm dünya ülkelerinde yaygınlaştırılmaya başlanır. Hatırlanırsa, 1989 yılında Berlin duvarının yıkılması sonrası, “sosyalizm bitti, işçi sınıfı, tarihsel olarak sınıfsal rolünü tüketti” gibi bir propagandayla, işçi sınıfına karşı bir cihat çağrısıyla birlikte gündeme girmişti. TKY’nin politikası olarak bilinen “Kalite Politikası”, dünyanın her alanında yeniden yapılandırılması gereken bir biçimsel modelin teknolojisini yaymak üzere hareket eder. Dolayısıyla, kalite eğitimi, kalite felsefesi, kalite denetimi, kaliteli üretim, kaliteli yönetim vb.; “kaliteye inanmak gerek” gibi bir kalite vizyonu ile, tüm dünya ülkelerinin gündemini işgal etmeye başlar . Devletler, kurumlar, işletmeler, sendikalar ve ordular, uluslararası kuruluşlar vb.’de olduğu gibi, hukuk, bilim, sanatta da, aynı metodolojinin ve ideolojik kavramların üzerinde şekillenen yeni bir yönelişe girilir. Bir tekele ait marka politikası ile, bir ülkenin edebiyatından sanatına, eğitiminden sağlığına, devletin idari kurumlarından mahalli yönetimlerine kadar, toplumun her alanına nüfuz eden politikalar arasındaki benzerlik, bir rastlantı değildir. Çünkü, hangi alana bakarsak, alanlara ilişkin çalışmaların hedef ve kapsamını belirleyen ve denetleyen bir standart uygulama olarak, eşgüdümlü bir kavramlar bütünü ve ortak bir metodoloji ile karşılaşırız.
Doğal yaşamı, toplumları ve üretim ilişkileri içinde tüm insansal faaliyetleri, yani toplumsal yaşamın bütününü etkileyen ve belirleyen sanal bir düşün üstünde faaliyet alanı yaratılmaya çalışılır. Bu anlamıyla kalite yönetimi ve felsefesi içeriğinde kullanılan kavramların, gerçek amaçlarıyla, gerçek-dışı yorumları arasındaki farkı tartışmak, anlayabilmek, güncel olayların gidişatını bu açıdan değiştirebilmek, güncel politikalara müdahale edebilmenin de bir zorunluluğu olarak ortaya çıkmaktadır.
Örneğin, “Küreselleşen dünya” kavramı, TKY ile bağı kurulmadan bir anlam ifade etmez. Ama güncel söylemde, iki farklı algılama yaratılır. “Özgürlüklerin sonsuz gelişimi”, “demokrasinin ve eşitlik-adalet kavramlarının, küreselleşen bir dünya kurgusu içinde gelişebileceği”, “dünya insanı”nın yenilenen tanımı ve amacı vb. gibi sanal bir vizyon yaratan fikirlerin realitesi, TKY olmadan havada asılı kalır. “Küreselleşme” vizyonu, gerçek yaşamda, emperyalizmin yalın bir görüntüsünü açığa vurur. Teorik açımlamalarıyla pratik uygulamaları arasındaki farkın açığa çıkması uzun sürmez. Ama, TKY’nin standart örgütlemesi içinde öne sürülen kavramların ve ideolojik kurguların, teknoloji ile birlikte uygulanıyor olması, esnekleşme politikalarının ve serbestleşmenin önünü açan etkisiyle daha  inandırıcı olmaktadır.
***
TKY ile, tüm üretim ve üretim ilişkilerini etkilemek üzere, üretimi ve sosyal yaşamı esnekleştiren bir standart metodoloji inşa edilmiş olduğu, ISO (uluslararası standart organizasyon) örgütlenme modeli açıklanırken daha net görülecektir. “Kaliteli Yönetim” ve “Yönetişim” standardı oluşturarak, ISO örgütlemesi yapan TKY, tüm ekonomi-politik ve sosyal alanların kapsamını, amaç ve hedefini yeniden belirleyen ve denetleyen bir metodoloji olarak ortaya çıkmış ve geliştirilmektedir. Ama aynı zamanda, “topluma yararlı bir teknoloji” olduğu ve “geliştirilerek sosyal bir düzene ulaşılabileceği” düşüncesini de içinde barındırır (tabii ki, sanal bir vizyon olarak). Bu nedenle, “bilimsel teknolojik devrim” propagandasıyla başlayan kalite öğretisinin ikna edici gücü, daha geniş kesimlerce, “teknolojinin gücü” olarak, veya öyleymiş gibi, tartışmasız kabul edilmiş ve uygulamada sorunsuz ilerlemekte oluşuyla da, kendini gösterir. Kalite öğretisiyle, bu örgütlenmenin önünü açacak, bu emperyalist-ekonominin olumsuz sonuçlarını halklara mal edecek bir sisteme ait bu teknoloji, böylece, genelde kabul edilebilir ve kanıksanabilir.
Bu nedenle, kaliteye ilişkin metodolojinin ideolojisine ait kavramlar, her açıdan tartışılması gereken ve her birinin kalite politikası içindeki yerinin önemi üzerinde ayrıca durulması zorunlu olan terimlerden oluşur. Bu zorunluluk, toplumların gelişimini her açıdan dinamitleyen ve toplumların –doğal gelişim seyrine etki edecek– potansiyel gücünü yok etmeye çalışan çok geniş kapsamlı bir saldırı politikası olarak üretilmiş kalite politikasının,  deşifresi gereğinden doğar.
Kalite politikasının yayılma hızının arttığı ’90 sonrası ile ’90 öncesi emperyalist ekonomilerin örgütlenme modelleri arasındaki fark yeterince görülemezse, kalite kavramlarının insanları bağlayıcı ve şaşırtıcı etkisinden kurtulmanın olanağı da azalır. Ki, bugüne kadar, bu politikanın yayıldığı süreçte, sağ ya da sol tüm kesimlerde ideolojik kuşatma görevini, hemen hiçbir önemli muhalefetle karşılaşmadan sürdürebilmiştir. Bu açıdan, sol muhalefetin kullandığı sloganlara sahip çıkan ve onları, içini boşaltarak, yeniden tanımlayarak, kendi kapsamına alan bir ustalıkla işlendiği  görülmektedir. Örneğin, “katılımcılık”, “paylaşımcılık”, “endüstriyel demokrasi”, “eşit işe eşit ücret”, “üreten biz, yöneten de biz olacağız”, “çalışmayan yiyemez” gibi sloganlar, sola ait sloganlar olmakla birlikte, kalite politikasının ana kavramları olarak, yeniden ele alınır ve bu politikanın içeriğinde, tek ve aynı vizyonun parçaları haline getirilir. Hatta, bu nedenle, kalite politikasının ideolojisini yayanlar, ona ilk inananlar, genellikle eski solcular olmaktadır, çünkü onlar bu işe inandırıldığında, vizyona ilişkin ideolojiyi daha rahat propaganda edebilmekte ve yayabilmektedirler. Bu nedenle, TKY, sosyal demokratların ve bazı sol kesimlerin (özellikle sendika ve meslek odaları yöneticilerinin) önemli gayretleri ile üretime sokulmuştur.
Metodoloji olarak TKY, ISO standart örgütlenme ve bu standart içinde ayrıntıda incelenerek açılımı yapılabilen kurallar, prosedürler ve ideolojik politika biçiminde, tek merkezli bir örgütlenme ağını oluşturur. Her proje, prosedür, üretim, yönetim, dağıtım ve denetime ilişkin metotların biçimini, kurallarını yani standartlarını ayrıntıda oluşturur ve her parçanın bütüne ilişkin veya merkeze bağlı birer stratejini çizer. Merkez ya da merkezileşme ile, en küçük üretim biriminden başlayarak, kısımlar, işletmeler, ulusal  ve uluslararası organizasyon bağlantıları içinde bütünlük oluşturacak bir iletişim ağının, tek bir metot ya da kalite yönetimi içinde yer alan belli kurallarla, “birbiri ile bağlantılı sürdürülmesi ve her aşamada denetiminin kolayca sağlanır olması” anlamında, örgütlü bir yapıdan söz edilmektedir. Hatta, insandan başlayan, “birey-aile-şirket-devlet-uluslararası tekeller” zinciri içinde bağın kurulması, sosyal ilişkiler ağının da bu kapsamda oluşmasının kuralları belirlenir. Böyle bir yapının gerçekleşir olup olmadığı daha sonra tartışılacaktır, ama özetle, kalite ideolojisinin olanaklı kılmaya çalıştığı “uyum programları”na ait terminoloji, yöntemler veya “uzlaşma teorileri” içinde, ortaya çıkacak sorunların çözülme şansının “nihai!” olmayacağı kesindir. Oysa, kalite yöneticileri, toplumda varolan çelişkileri çözeceklerini ve meydana gelecek sorunlara çare bulacaklarını, “sorun giderme stratejileri” ile ortaya koydukları yöntemleriyle ileri sürerler.  Örneğin, her muhalif kişi ve kurumun, “terörist” kapsamında değerlendirilmeye alınmasının ve bunun, çok geniş kapsamlı bir “nüfus kayıtlarının otomasyon politikaları” içinde yürütülüyor olmasının altındaki gerçek de buradadır. Ki, hiçbir ülkede nüfus idareleri, özelleştirme kapsamına girmez. Ama, kalite yönetiminin otomasyon tekniğinin ilk ve en iyi uygulandığı devlet kurumu olarak kalır. İstatistik bölgelerine bölünmüş ve bölge kalkınma ajanslarınca denetlenen nüfus, “sorun” yaratmayacak kapsamda tutulur. “Kapitalizmin sonu olmadığı, sürdürülebilir olduğu” tezi, kalite teorisyeni Fukuyama’ya ait olup, “sürdürülebilir kalkınma” politikalarının da ana temasını oluşturur.
Dolayısıyla, kalite politikasının yapısal metot olarak, toplumları kontrol altına almaya çalıştığı (esnek üretim=kalite) teknolojisi, tekelci yeniden yapılanmanın genel siyasi stratejisi olarak şekillenmektedir. En alttan en üste kadar, idari ve yönetsel mekanizmalarda, varolan yapıları parçalayarak(desantralizasyon), üretim veya üretim-dışı ilişkiler arasına rekabeti ve ticari çıkarları sokarak, uluslararası merkezileşmenin, yani tekelci santralizasyonun önünü açan çalışmalar yapılır.
Kamu yönetimi ile oluşan KİT ve KİK-Belediyeler, sosyal güvenlik kuruluşları gibi eski yapıların yenileneceği bir teknoloji söylemi ile, özelleştirme ve esnetme politikalarının, aynı tekelci yönetimin eliyle yürütüleceği yapısal dönüşüm amaçlanır. Özellikle  son günlerde, kamu yönetimi ve kamu personel politikalarıyla, hizmet sektörlerinde, ticarette, maliyede ve denetimde “teknolojik yenilik”lere ilişkin yerel ve bölgesel örgütlenmelerin politikasını da oluşturan bir örgütlenme modeli gelişmektedir. Kalite teknolojisine uygun, tekelci kapitalizmin yeni bir versiyonu olarak piyasaya sokulan model, kendine özgü deyim ve kavramlarla, projeci metotlarıyla, çeşitli kesimlerce yürütülen bir çalışmanın ürünü olarak “sürdürülsün ve yenilensin” istenir. Bu metodolojinin geliştirilmesine katılımın sağlanması, “katılımcı demokrasi” kavramıyla bütünleştirilir. Her devlet memuru, her işçi, kendi geleceğini karartan bu metotların bizzat “yöneticisi” ve uygulayıcısı olarak, gece-gündüz çalıştırılır, fazla mesaiye bırakılır. Çünkü teknolojiye ilişkin terminoloji, herkeste olumlanan bir etki yaratmaya çalışır. Veya, bu politik dayatmaya karşı bir mücadele, tutum, örgütlenme, kaliteye inandırılmış kitlelerce, bölünmeye uğrar. Örneğin, “az çalışanın az, çok çalışanın çok para kazanabilir”olması yönlü bir yönlendirme ve sürekli yürütülen kışkırtıcılıkla, “çalışmayan memur, benim sırtımda kambur” düşüncesi pekiştirilerek, kamu çalışanlarının arası açılır. Oysa, işyerinde kalabilmek için gece-gündüz çalışarak ve çok para alarak, diğer arkadaşlarının atılmasını sağlayan işçi veya memur, bir süre sonra kendini de sokakta bulur. Buna karşın, ortak mücadele etmesi gereken birliğin parçalandığını fark edemez. Rekabetçi-esnek iş ilişkileri, ücretler, çalışma saatleri, çalışma yerleri ve arkadaşlık bağları dahil her alanda deformasyon yayar.
Esnekleşmeyi yaymak için, kamusal kurum ve devlet aygıtının kamu yararına olan işlevlerinin ticarileştirilerek pazara açılması, “dikta rejimleri” yerine “demokratikleşme” getireceği savıyla işlenen bir ideolojik kuşatmaya gereksinim duyar. Tarihsel birikimin (özellikle sosyalist birikimin) getirdiği toplum yararına olan kurum ve faaliyetler, kalite kuralları içeriğinde değişime uğratılırken, bu kurumlara ilişkin yönetim şeklinin “çağdışı” kaldığı söylemi, yeni bir yönetim şekline  ihtiyaç duyulduğu propagandası altında,  TKY’nin “yönetişim” kavramı ile yenilenir. Halkların “yeniye ve yönetişime ihtiyaçları olduğu” şeklinde bir “yenilikçilik projesi” geliştirilir. Oysa, “yenilikçilik” (inovasyon) fikriyle, kurumsal işlevler parçalanarak, özelleştirilir ve piyasalaştırılır. Devlete ait, kamu mülkiyetindeki malların (her çeşit mal), özele, hatta uluslararası sermayenin talanına açılır olması, devlet yatırımlarının belediyelere, oradan da özel sektöre ihale edilerek, mal ve hizmetlerin üretimini ulusal-uluslararası sermayeye devredecek teşvikler, ’84 yılı kalkınma programlarından itibaren başlatılır. “Dünyanın değiştiği”, “insanların toplumsal ihtiyaçlarının da değiştiği” fikri, özelleştirme kapsamındaki veya dışındaki, tüm faaliyet alanlarına yayılır. “Teknolojik yenilik alma” ve “yeni teknolojilere ayak uydurma” politikası, “toplumsal fayda”ya dönüştürme gibi bir imajla birlikte ele alınır. Yenilenemeyen ya da bu “teknolojinin nimetlerinden yararlanmak” istemeyenlerin “hayat hakkı olamayacağı” bir dünya tanımlanır. Toplum yararına olan kurumları, “tekellerin yararına kâr merkezleri toplulukları”na dönüştürme politikasının, “toplumsal faydaya dönüştürülmesi” söylemiyle (fikriyle) sunulması, olayları ters-yüz etmede sınır tanımaz bir sahtekarlığı ortaya koyar.
Kalite felsefesi, ideolojik yanılsamalar bütünü olarak, toplumların, kitlelerin, insanların duygu ve düşüncelerinde geçmişten gelen birikim ve düşünce tarzlarını yeniden tarif ederek, değiştirerek, ona yeni bir şekil vermeye çalışır; “dünyaya açılma ve dünya vatandaşı olarak hür ve özgür bireyler olma, yüksek teknolojinin nimetlerinden yararlanma, bireysel mutluluğa ulaşma, mükemmeli yaratma ve yakalama, ihtiyaçlarını daha kısa zamanda ve daha kaliteli olarak temin etme, işyerlerinde daha sistemli bir üretimi yapabilir olma, daha kaliteli bir üretim yapabilme, ulusal ve uluslararası piyasalardan daha çok pay alabilme, daha verimli ve kaliteli bir işletmecilik modeli” vb.  gibi pek çok kavram, geniş kapsamlı üretilen ve piyasalara sürülen, ideolojik temelli sanal bir dünya kurgusu ile karşılaşırız. Bu kurgu, toplumsal yapılarda yeniden şekillenme yaratmayı hedefler. Önce fikri olarak toplumu kazanma, ardı sıra kurallarıyla sımsıkı bağlama, tekelci örgütlenmenin yeni açılımı olarak işlevini yürütür.
Kalite politikasının dayanağı olan metodolojinin felsefesine dair açılımların, ilk kalite felsefesinin kurucu ve lideri Deming’ten ve ardıllarından (Fukuyama, İshikava, vb…) “Deming Öğretisi” olarak alınarak geliştirildiğini görürüz (14 temel kural). Oradan gelen fikri oluşumun içindeki bu kavramların ne anlama geldikleri ve neyi amaçladıkları üzerinde biraz daha ayrıntılı  durmak üzere, bu yazımızda ve bundan sonraki sayılarda da devam edecek bir terminoloji sözlüğü oluşturmayı amaçlıyoruz. Bu kavramların bazılarını teker teker ele alarak, aralarındaki bağı kurmaya çalışacağız. Gerçi, her bir açılımın, daha geniş bir kapsamda ve özgüle ilişkin tartışma yaratabilir olduğu göz önüne alınarak, bu yazıların da, özet bir başlangıç olacağını söylememiz gerekir.

KALİTE FİKİRLERİ= KALİTE BOMBALARI
TKY, siyasal bir örgütlenme olarak, toplumların, önce ideolojik olarak kazanılmasını sağlamaya çalışır. Bunu kalite felsefesi ile yürütür.
Kalite felsefesi, TKY uygulamalarının önceli olarak yaygın bir propaganda ile başlar. Sonra metodolojisi, eşzamanlı olarak kurum veya işletmeye uyumlu adımlarıyla birlikte yaygınlaştırılır. Eğer kurum veya işyeri çalışanları kaliteye ikna edilemezse, uygulanma şansını baştan kaybeder. İkna olmayan hiçbir kişi veya kurum, TKY’nin uygulanmasına izin vermez. Bunu bilinçsizce bile yapsa, kalite sistemini tıkar, gelişimini engeller. Ama bu felsefe, insanların her şeye ikna edilebilir olduğunu, her gün geliştiren bir teknoloji olarak üretildiğini iddia eder.
“İnsanlar, güzel şeylere layıktır” cümlesi ile başlayan her düşüncenin arkasında, “bu güzelliklere karşı çıkılmaz” dayatması vardır. “Bu teknoloji, çok güzel bir teknolojidir”e herkes inanmalıdır. Ardından, “insanlar, kaliteli ürünlere layıktır” gelir.
Kalite felsefesi, insanoğlunun bugüne dek tarihsel gelişim süreci içinde birikmiş tüm düşünce, duygu, özlem, ütopya, bilimsel ve teknolojik birikiminin, dünya tekellerinin yararına kullanmak üzere, perdelenmesi, görünmez kılınması ve yönlendirilmesi amacıyla üretilmiş kavramlardan oluşur. Toplumda bir “kalite” fikrinin ortaya atılması ve ardı sıra kalite etrafında bir fikir örgüsünün sıralanması biçiminde geliştirilen bu ideoloji, “küresel kültürlerin sentezi” biçiminde ifade edilen bir platformda,  bir tekelci egemenlik aygıtına dönüşür. Aynı zamanda bu etkisiyle, toplumda geniş bir kültür erozyonu oluşturur. Gerçek dünyanın algılanmasını zorlaştırmaya yarayan bir kurgu dünyası yaratır. Bu anlamıyla yıkıcı ve dağıtıcı etkisinin yayılması, toplumsal olaylara ve gidişata etkisi, tahminlerin de üzerinde olacaktır, diye bakılır. Dolayısıyla dünya halklarına ve ilerici toplumsal dinamiklere tehlikeli ve tahrip gücü yüksek bir bomba etkisi yapacaktır. Ki, kalite felsefesi içinde kullanılan kavram ve deyimlere, kendi ideologları, “kalite bombaları” adını vermektedir. Güncele ilişkin yeni türevleriyle birlikte bu fikir bombaları, sürekli yenilenerek üretilir.
Kalite felsefesinin ve politikalarının yayılmasında, kalite eğitimlerinin önemi büyüktür. Bu nedenle, her üretim veya faaliyet alanında kalite eğitimlerine özel bir önem verilir. Hatta sisteme ilişkin “yeniden yapılandırma”nın temelinde “eğitim politikaları” öncelik kazanır. “Kalite eğitimi” kavramı, bizim algıladığımız eğitimi değil, sanal bir dünyanın algılanması üzerinde şekillenen bir eğitimi anlatır. Her alanda yeniden yapılandırma, bu eğitimlerle verilen kalite ideolojisinin üstüne oturtulur. Kuşkusuz son derece insani olan, ancak kalite felsefesinin hareket noktalarından bir fikre dönüştürülen “insana önem verme” üzerinden; insanı eğitme, insanları kalite fikrine ikna etme ve uygun davranış göstermesini sağlama vb. gibi etkileriyle, toplumun, dayatılan, ama kabul göstereceği bir yönelişe boyun eğmesi hedeflenir. “Etkili iletişim” ve “etkili yönetişim” dersleri veya kursları, bu ihtiyacın ürünü olarak yaygınlaştırılır. Kalite eğitimlerinin sürdürücüleri, önce kendini ikna etmede, sonra da girdiği toplumda veya işyerinde insanları ikna etmede ustalaşmış uzmanlar ordusu yetiştirmeyi amaçlar. Ama toplumda, mühendisler, işletmeciler, yöneticileriyle vb., özellikle parçalara bölünmüş, küçültülmüş, her gün artan sayıda çoğalan işletmelerdeki idareciler ordusunun eğitimi çok kolayca yürütülemeyecek kapsamdadır. Üniversitelerde, kalite dersleri ve kısımları açılarak, yeni bir kuşak bu alanda yetiştirilmeye çalışılmaktadır.
Kalite eğitimlerine başlarken eğiticinin amentüsü; “değişen dünyada…” diye başlayan sözleriyle ifade edilen fikirsel kuşatma kavramıdır. Bu nedenle, ilk kavram açılımına, “değişim” veya “değişen dünya” terminolojisi ile ne amaçlandığını tartışmaya açmakla başlayalım.

“DEĞİŞİM” NEDİR? NASIL SUNULUR?
Antikçağ Yunan düşünürlerinin en eski ve en parlak zekası olarak bilinen Herakleitos; “Aynı ırmağa iki kez girilmez” demiştir. “Her şeyin, her an değişebilir” olduğunu,  değişimin, yaşamın sürekliliğinin ayrılmaz bir parçası olduğunu ilk ortaya atan Herakleitos felsefesi, “sürekli akış öğretisi” olarak bilinir. MÖ. 500’lü yıllarda yaşayan bu düşünür, Aristo, Platon, Dekart, Hegel, Nitsche, Marks, Engels gibi ardıllarının düşüncelerine önemli katkılarda bulunmuştur. Tarihsel materyalizmin temellerinin de, değişim-çatışma ve evrensel uyum üzerine söyledikleriyle ilk adımlarını atan düşünür olarak, “özdeğin kendiliğinden devimselliği, devim ve değişmenin çatışmalarla gelişerek sürekli bir oluş halinde bulunduğunu…” söylerken, “varlık, bu sürekli devimden ayrılamaz, ne var ki, bu öz’ü ve gerçek’i ancak bilgeler görebilir, bilge olmayanlarsa biçim ve görünüşe aldanırlar”der. Marks ise; “Nesnelerin görünüşleriyle özleri aynı olsaydı, bilim olmazdı” der. Ve şu örneği verir: “Suya daldırılan bir çubuk, kırık görünür, ama gene de bir çubuktur ve bağlı olduğu nesnel gerçeklikten ayrılamaz. Bilimin görevi, nesnel gerçekliğin nasıl belirdiğini açıklamaktır.”
Kalite felsefesi içinde değişimin oynadığı rol, değişim adına ortaya konulan 2.500 yıllık bilimsel gerçeğin çarpıtılmasıdır.
Dünya, elbette ki, sürekli bir devingenlik durumu taşır. Değişen şeyler, kalite kavramı içeriğinde, süreklilik veya sürdürülebilir olarak, “kapitalizmin nihai olarak varolacağı” tezine dayanak yapılır. Dünya değişir, ama kapitalizm değişmez.
Değişim rüzgarları olarak, yeniden dünya düzeni kurduğunu iddia eden tekelci kapitalizmin karşımıza çıkardığı felsefe ile, eski Yunan ve kapitalizm çağının diyalektik maddeci düşünürlerinin açımladıkları tezler arasında, hiçbir biçimsel veya öze ilişkin ortak yaklaşım ya da benzerlik aramak mümkün değildir. Çünkü, sermaye ve kâra dayalı bir sistemin her koşulda süreceği iddiası ile, nesnel çıkarları sosyalist sistemde olan halkların toplumsal değişim potansiyeli, bugünkü değişim formülasyonu kapsamından çıkarılmış, tekleştirilmiş bir ideye dönüşmüştür. “Kapitalist sistem nihaidir!” Ama toplam kalite yönetimi mucitlerinin her sözlerinde ve işyerlerinde yürüttükleri her kalite eğitiminde, üstüne basa basa “değişim”den söz etmeleri, “dünyanın değiştiğini” söylemeleri, değişim kavramının içeriğini boşaltarak, ona kapitalistçe anlamlar yüklemeleri, “ücretli emek”in düşüncesini ve davranışını etkilemek üzere bir baskı oluşturmayı amaçlar. Evet dünya değişmiştir, ama zaten dünya her gün, her saat, hatta her saniye değişir, bu değişimden kastedilen nedir?
“Dünyanın değiştiği” fikrinin kapitalistçe kullanımı, toplumsal mücadele alanında, ücretli emek ile sermaye arasındaki çelişkinin uzlaşması üzerinde ilerleyen yönü temel almak, ya da “değişim”i, bu alana ilişkin tarihin saptırılması amacına hizmet eden bir kavram olarak öne çıkarmaktır. Diğer yanı ise, yok saymak ve engellemek. “Değişim” kavramını kapitalistlerce bu denli önemli kılan, onları korkutan; tarihin durdurulamaz ilerleyişini ve bu ilerlemede, toplumların iç yapısında var olan ve gelişen çelişkilerin, zorunlu bir değiştirme potansiyeli oluşturacağı gerçeğinin yaratacağı gerçek değişimdir. Bu gerçeği saptırarak, kapitalizmin çelişkilerinin artışına karşı, önlenebilir olan “durmak bilmeyen etkileri olacak” bir metodoloji ile, “sürdürülebilir” ve “denetlenebilir, “yeniden düzenlemeci” bir kapitalist sistem kurma iddiası, halkları kandırma arzusundan öte bir anlam ifade etmez. Ki, Toplam Kalite Yönetimi, dünyanın her alanında yeniden paylaşımı ve kapitalist kârların önünde engel olacak tüm işlevsel kurum ve ahlakı, düşünceyi, temelinden ortadan kaldırmayı hedefler. Yani bir anlamda, toplumsal gelişime, düzensizlik ve denetimsizlik olarak dönecek bir kaosu kışkırtarak, müdahale eder. Bu açıdan da, toplumsal değişimi daha çok zorunlu kılar. Ama kalite felsefesi ve kalite eğitimlerinde ileri sürülen iddialar, “eski sistemin bozuk olduğu, yeniden düzenlenmesi (değiştirilmesi) gerektiği” fikridir. Bu düzenlemenin de, esnekleştirmeden geçeceği iddiasıdır. Ve aynı zamanda, bu süreçte, esnekleştirme içinde daha fazla artacak olan iç çelişkilerin artan yoğunluğu nedeniyle ortaya çıkacak “krizleri önleyeceği” tezidir. Ki, bu anlamıyla kalite yönetimi, aynı zamanda kriz önleme yönetimidir. Çünkü, esneklik, emek-sermaye çelişkisini, esnek bir süreçte, emeğin daha fazla sömürüsü üstüne inşa ederken, alabildiğine artırır. Bununla da kalmaz; desantralizasyona uğrattığı kurum ve işletmelerde ortaya çıkan küçük-orta-büyük sermaye arasındaki çelişkileri de devasa artırıcı etki yapar. Ve buna bağlı olarak, gelişen toplumsal mücadelenin şiddetinin de katlanarak artma eğilimini kışkırtır. Bu gidişatın önüne dikmek üzere, perdeleme görevi görecek supaplar ve fikri birliği bölecek yöntemler geliştirmeye çalışır ki, kalite felsefesi ile, bunu başaracağına inanmak ister. Düşünce ve davranışlarda değişim yaratacak bir fikir etrafında eğitim ile, sürekli artıracağı toplumsal çelişkiyi hafifletmeye yönelik bir felsefe ile, kavramları çarpıtarak, güncel olaylara daha etkin müdahale edebilir duruma gelmeye çalışır. İddia budur, ama bu, asıl gerçeği değiştirmez. Yenidenciler, “etkili iletişim” ve “etkili yönetişim” kavramlarıyla bu amacına ulaşacağını iddia eder. “Etkili yönetişim”, demokratikleşme kavramının vizyonu içinde de kullanılır. “Kaliteli yönetim, katılımcıdır” tezi ile ifade ettiği bir başka iddianın da temelini, kontrol etme ve denetleme, hakimiyet kurmada “etkin bir iletişim ve yönetişim”! fikri oluşturur. Oysa, iletişimin ve yönetişimin kullanılma biçiminde, uygulamada ortaya çıkan tezatlar ve çarpıklıklar, herkes tarafından, en kısa sürede kolayca görülür; ve, bu propaganda, gücünü kanıtlamaya çalışan büyük sermayenin çok yönlü saldırıları olmadan çözülemeyecek kadar derin çelişkileri bağrında taşır. Bu yüzden, kalite yönetiminin yumuşak karnı savaşların vahşetinde saklanmıştır.
Lenin; “Tımarhaneden veya idealistlerin okullarından çıkmamışların, ‘gerçek’ dediklerine, idealistlerin gerçek-dışı demeleri kadar olağan bir şey yoktur” (Proletarya Kültürü) der. Bu doğru tanımlama, en çok da kalite felsefecilerinin çok iyi değerlendirdikleri ve kendi çıkarlarına kullandıkları bir tanımlamadır. Ve her fırsatta ve her alanda, işyerlerinde, okullarda, belediyelerde, hastanelerde, TV programlarında, kalite panellerinde, çeşitli kongrelerde, afiş ve panolarda, gazetelerde vb. vb. her mekanda, “kaliteli bir değişim”den, bunun ilk adımı olarak da, “kaliteli bir eğitim” anlayışından söz ederler. Kalite idealistleri, halkı, kendi okullarında eğiterek, gerçek-dışı bir felsefeye ikna etmeye çalışırlar. Her gün ve her saat, hatta her işin yapılışında “kaliteli bir değişim”in önemi üstüne vaaz verirler. Dolayısıyla, her konuşmalarında ve işletmelerde yürüttükleri kalite eğitimlerinde, güncel politik propagandalarında, gerçek-dışı bilgileri ve kavramları, işçi ve emekçilere “bilimsel değişim ve gelişim” olarak dikte etmek, sadece bir eğitim olarak değil, aynı zamanda, algılamaları ve öğrenmeleri gereken, hatta işsiz kalmamaları için zorunluluk olarak dayatılan bir baskı unsurudur. Hatta küçük ve orta ölçekli işyerlerinin işletme sahiplerine, “ayakta kalmanın tek yolu”nun  “kalite teknolojisi ve eğitimi almak” olduğu konusunda (ISO standardı alma zorunluluğu, bu baskının bir unsurudur) kıstırma operasyonları sürdürülmektedir. ISO veya CE alma zorunluluğu, ki, “Uygun Ürün Yasası”, “AB’ye uyum”, “Kamunun Yeniden Yapılandırılması”, “Devlette Kalite”, “Kamu Reformu” vb. gibi politik adımların kavramları olarak, kurumların ve şirketlerin piyasalara açılması, bu eğitimlerle sağlanmaya çalışılır. ISO ve ona bağlı olarak yenilenen tüm standartlar, bu arada TSE standardı da, tekellerin yasaları olarak üretilen bu metodolojinin kuramlarını, yani felsefesini yürürlüğe sokar.
Dünya üretiminde tek bir standart yaratmak üzere geliştirilen bir teknoloji, aslında ilerici ve teknolojik bir yenilik olabilir, ama, bu teknolojinin yaratmaya çalıştığı esneklik uygulamaları ve aşırı sömürüyü perdelemek üzere yürütülen politikanın gericiliği, bu teknolojinin de gerici rolünü öne çıkarır. Örneğin, “yerelleşme” kavramıyla birlikte daha geniş ele alınacak bir söylem olan, “yerelleşmeye önem vermek”le, yerelleşme öngörüsünün, daha çok politik ve toplumsal devrim dönemlerine (ve hemen sonrasına) ilişkin ortaya çıkan halk örgütlenmelerine benzediği iddia edilir. Ama toplumsal ve siyasal içeriğinden koparılıp, ayrı, bağımsız, sadece teknik bir örgütleme metodu olarak  görüntülenir. Ancak işçi ve emekçilerin, kapitalistlere karşı ayaklanma dönemlerinde ortaya çıkan sınıflar arası dengede, yerel yönetimlerin sağlayacağı demokratik yapının, tam liberasyona uğrayan bir kapitalizmin sorunlarını da çözebileceği iddiası, sadece bir yanılgı yaratma amaçlıdır. Halka hizmet ve halkın taleplerine uygun üretime, belediye hizmetleri olarak ortaya çıktığı 350 yıl öncesine ait yapıların (yol, su, elektrik, kanalizasyon, park-bahçe, çevre vb.), eşit-ucuz-genel üretimine darbe vuran bir özelleştirme, “yerelleşmenin demokrasisinde” savunulur ve yeniden yapılandırılır.
Böylece, tekellere kayıtsız-şartsız boyun eğme ile birlikte, tüm alanlara yayılımı için zorbalıkla yürütülen bir teknolojinin, yararından çok zararı ortaya çıkar ve herkes bundan zarar görür. Piyasa kurallarının acımasız rekabeti içinde oradan oraya savrulan kitleler, toplu işçi ve kamu emekçileri kıyımları ile birlikte, bu teknolojinin üstünlüğüne inanmaya zorlanır.
“Tekellere ve tekellerin yasalarına uyum” olarak değerlendirilmesi gereken bir süreç, “uzlaşma içinde kapitalist sürdürülebilirliğe ve şeffaflığa, bilgiye ulaşma” gibi kavramsal çarpıtmaya tabi tutulur. Bu, aynı zamanda, “AB’ye uyum” süreci olarak lanse edilmektedir. Çünkü AB demokrasisi, halen eski kazanımların sürdürüldüğü bir sosyal güvenceler sistemine sahipmiş gibi gösterilir. Oysa, 15 yıldır dünyada yayılan kalite politikasına maruz kalan AB ülkelerindeki emekçiler, çok daha derin izler bırakan bir vahşi sömürü sürecine, diğer ülkelerle birlikte girmiştir. Bizde, AB demokrasisi üzerine söylenenlere bakılırsa, ona olağanüstü bir demokrasi atfında bulunanlar, gerçekleri görmek isteyenlerin önüne çeşitli bahaneler sürerek, yanıltma taktiği uygularlar.  AB’ye uyumla ABD’ye uyum arasında fark varmış gibi algılanma yaratılır. AB’nin, emekçiler cephesinde, ABD emperyalizmine karşı bir barikat görevi göreceği beklentisi yaratılır. Bu beklentiyle, emek mücadelesi bölünmeye uğratılır. Kalite felsefesinin mantığında yatan, toplumu, sınıfsal çıkarlarına veya bağlı bulundukları tarihsel geçmişine ilişkin ekonomik ve sosyal yapılar içindeki aidiyetine göre bölünmüşlükten “kurtarmak”, yeniden yapılanan bir üretim sürecinde geçmişle bağlantısını koparmak, bununla birlikte sınıfsal birlikteliğini de, geçmişteki birikimiyle birlikte dağıtmak olan bir sürece itmektir.
Dolayısıyla, kültürel ve ideolojik olarak suni bölünmelerle başlayan süreç, ekonomik ve kurumsal desantralizasyon’la sürdürülürken, aidiyetsiz ve ulusal-sınıfsal, veya kurumsal çıkar ve bağımlılık kültürünü ve ahlakını değişime uğratır, dejenere eder. Böylece, önce “eğitici” bir kültürel değişime uğratma ve birlikte ekonomik süreçlerde esnek üretim ilişkilerini geliştirme, ardından dünyayı algılama, yani felsefesini değişime uğratma faaliyetlerinin bütünü içinde, sürekli-( devingen) bir eğitim, “ yaşam boyu eğitim” politikası olarak yürütülür.

SOSYALİST TEKNOLOJİ VE KALİTE TEKNOLOJİSİ ARASINDAKİ FARK
Yeni bir düzen ve sistem kurduğunu iddia eden tekelci kapitalizmin “değişim”e olan ihtiyacı, ideolojisi ve politikası ile, sosyalizmin yaşandığı döneme ait bilgi ve teknoloji kullanımını, emek örgütlenme yöntemlerini çalarak, ve çarpıtarak, “varlığını sürdürebilir” olmaktan gelir. Kalite ideologlarından Deming’in öğrencisi Fukuyama, ’90’ların başlarında, bu yönelişe, “biz sosyalizmi kapitalizme eklemleyerek, mükemmel bir toplum modeli yaratacağız” diyerek start vermeye çalışmıştı. “Eklektizmin mükemmeliyeti”, postfordist kültüre de yansır. Dolayısıyla, “sürdürülebilir kalkınma modeli” olarak piyasaya sürülen politikalarda, temel alınan ekonomi-politik dayanak, Sovyet yönetiminin revize edilmesiydi. Ve “mükemmeliyet”, sosyalist üretim modeli içinde kullanılan bir argümandan çalınmıştır. Ama, Sovyet yapısını çalarak ve çarpıtarak kopya ettiklerini söyledikleri metotlarında, sosyalist devrim çerçevesinde geliştirilen emeğin örgütlenme yöntemleri ve teknik temelinin –teknolojinin üretime uygulanmasının– bir kısmını oradan kopya eder ve benzerini, “değişim” veya “yeni bir dünya düzeni yaratacağız” iddiasıyla ortaya çıkarırken, “teknolojik devrim” yaptıklarını söylüyorlardı. Bu anlamıyla “teknolojik devrim”, sosyalist devrimin uygulamalarının ucube bir kopyasından başka bir şey değildir.
Bu “devrim”, “önce, teknolojide devrim” olarak, geniş bir propaganda ile piyasaya sürüldü. Bu propaganda, devlet erkanının her TV konuşmasında ve reklamlarda –örneğin Arçelik reklamlarında– ve diğer pek çok yayın ve eğitim programlarıyla devasa boyutlarda yürütüldü. Oysa, Türkiye’de ilk kalite politikası uygulayıcılarından (Mersin Şişecam fabrikasında) Prof. İbrahim Kavrakoğlu’nun deyimi ile; “Toplumlar, küçük kâr merkezleri toplulukları haline gelecektir” biçiminde formüle edilen bir toplumsal model, Sovyet yapısından yola çıkarak oluşturulmuş bir Deming Öğretisi”nin temeliydi. Ama Sovyet yapısı ile, kalite yönetimi altında merkezileşmesi beklenen küçük ölçekli sayısız işletmeler haline dönüşüm sürecindeki “demokratikleşme” yapısı, birbiriyle uzaktan yakından ilgisi olmayan iki farklı yönetim tarzıydı. Ana firmalar etrafında örgütlenen KOBİ’lerin örgütlenme biçimi ile Sovyetik örgütlenme biçimi arasındaki fark, iki sisteme ilişkin tüm farklılıkların, apaçık çelişkileriyle birlikte ortaya çıkmasını koşulluyordu. En genel ve keskin ayrım noktaları ihmal edildiğinde bile, yerel Sovyetler şeması, tekel merkezli üretimin dünya ölçeğinde hegemonya kurmasının yerel modelini oluşturmaktan çok uzaktır. Çünkü, öngörülen modelin vizyonuna uygun olarak uygulanabilir olmasını, hayal etmek bile olanaksızdır.
İki sistem arasındaki temel ayrım ise, diyalektik yöntemler ile idealist yöntemler arasındaki fark gibi, iki farklı dünya arasındaki felsefeydi. Örneğin; Kalite yönetiminin demokratik katılımcılığı ile, Sovyet yönetiminin demokrasisi içindeki katılımcılık arasındaki sınıf ve dünya farkı, kalite eğitimleriyle giderilebilecek sayılıyor; ikna kabiliyeti yüksek, yetenekli uzmanlarca yürütülecek geniş kapsamlı bir fikri kazanımla, bu fark kapatılsın isteniyordu. Sosyalizm ile kapitalizm arasındaki farkın ayrıntısına girmek, burada gereksiz; ama ana hatlarıyla, çizilen kalite fikrinin taşıdığı terminolojinin içeriğini (sosyalist terminolojiden çalıntı olanlarını) algılamada yardımı olacak, esasa ilişkin birkaç noktasını hatırlatmak gerekirse;
1- Sovyetlerin, halkın ihtiyaçlarına ve merkezi plana göre oluşturduğu toplumsal üretim ve diğer politikalarının içeriğinde kâr gütmek gibi bir amaç yoktu. Dolayısıyla sömürüyü ortadan kaldırma ve hakça paylaşım hedefi ile, tüm Sovyet politikaları ve toplumsal üretim tek bir birlik (SSCB) içinde toplanırken, denetim de halk tarafından yapılırdı.
2- SSCB’nin, kendi halkının ihtiyaç ve çıkarlarını esas alarak uyguladığı sosyalist politikaların, dünya halklarının yararına da uygulanma olanağı yaratması gibi bir hedefi de vardı. SSCB, sömürünün ortadan kalkması ve hakça paylaşımın yaratılması için, sadece kendi halkına değil, tüm dünya halklarına da yardım eli uzatıyordu. Ve tüm dünya ülkelerine de hem teorik hem da maddi destek veriyordu.
Buna benzer bir yardımın, Birleşmiş Milletler (BM) eliyle yapılan “dünya yoksullarına yardım kampanyaları”nda benzer yanını aramak boşuna bir çaba olmalı. Yine Dünya Bankası (DB)’nın “yoksullara yardım” fonlarıyla yürüttüğü politik manevralarla da arasında herhangi bir benzerlik aramak gerekmez.
Dolayısıyla, TKY politikalarının sağladığı olanaklarla, tekeller, dünya halklarını daha çok sömürmek ve ülkelerin doğal kaynaklarına daha çok el atmak üzere, sahte ve gerçek olduğu kadarıyla da yıkıcı bir “yardım eli” uzatıyor. Ve, tüm dünya ülkelerindeki üretimi, tekellerinde denetime alma üzere örgütlüyorlar. Sadece bu basit iki ayrıntı ele alındığında bile, sosyalist ve emperyalist politikalar arasındaki temel farka ilişkin pek çok şey görülebilir. Bir yanda tekellerin kâr güdüsü, diğer yanda halkların çıkarları. Bir yanda belirsiz bir piyasa, diğer yanda planlı halk ekonomileri. Bir yanda marka kültürü (bireycilik), diğer yanda proletarya kültürü (kolektivizm), vb. vb.
TKY, esnekleşmiş bir piyasa ekonomisinin, “daha fazla kâr” güdüsüyle hareket eden, dizginlerinden boşanmış bir kapitalizmin yeniden örgütlenmesini tarif eder. Buradaki sosyal politikaların, Sovyet benzeri bir kalite politikasına uydurulmaya çalışılması ve bazı kavramların oradan alınmasının, “vahşi kapitalizm”den başka bir şey olmayan bugünkü emperyalist kapitalizme ilişkin düzensizliğin üstünü örtmeye yönelik olduğu görülür.

SOSYALİZASYON POLİTİKALARI İLE KALİTE POLİTİKASI ARASINDAKİ FARK
Sosyalizmden etkilenen ve SSCB’nin gücü karşısında halkına tavizler vermek zorunda kalan Avrupa ülkelerinde, ’90’lara kadar uygulanan sosyalizasyon politikaları ile TKY çerçevesinde yürütülen politikalar arasında da önemli farklılıklar vardır.
Değişimden ve dünyanın değiştiğinden söz eden kalite felsefesi, geçtiğimiz yüzyıla damgasını basan bir sosyal devrimin izlerini, diğer ülkelerdeki etkilerini, hatta –biçimsel olarak kopyaladığı– üretim yöntemlerini “tedavülden kaldırmak” üzere, üretimden başlayarak, tüketimin, sosyal yaşamın, devletin, hatta aile ilişkilerinin dahi değişime uğrayacağı bir yönetim modelini tanımlar. Buna karşın, sosyalist devrime ilişkin kavramları kullanır.
Örneğin, “sosyalist devrim, enternasyonalisttir”. Yani tüm dünya ülkelerindeki halkların kardeşliği ve emekçilerin dayanışması sloganı etrafında örgütlenir. Kalite yönetimi, bu sloganı, fikri bir argüman olarak kendi felsefe ve politikasına katar. Kendine uygun bir entegrasyon fikri yaratır. Tüm dünyadaki üretimin tekelleşeceği bir üretime adapte eder. Ülke vatandaşlığından dünya vatandaşlığına geçileceği söylemini, sınırların olmadığı veya herkese açık pazarların oluşacağı bir dünya vatandaşlığı kimliğiyle hareket eden vizyon fikrini yayar. Ve bu tek dünyada birleşmenin demokratikliği üstüne ikna edici bir söylem geliştirir.
Kalite yönetiminin yaratmaya çalıştığı bu  tekelci yapılanma, “Sovyet yapısından nasıl çalınır; bu yapıya nasıl benzetilmeye çalışılır?” diye bakarsak; SSCB’de sosyal kurumlar ve üretim sistemi, Sovyetler tarafından demokratik olarak yönetilir. Bu demokratik yapılarda belirlenen ihtiyaçların üretim planları, sosyalist devletin ortak-genel kalkınma planını oluşturur. TKY’nin iddiası da, üretimde planlamanın ve yönetimin, halka, yani çalışana açık ve katılımcı olarak yapılacağı bir yönetim biçiminde olacağıdır. Bu yönetimin, her kesimin katılımı sağlanarak yürütüleceği ve uluslararası planda da uygulama şansı olacağı iddiasıdır. Bu nedenle kalite politikası, çalışanların da katılacağı bir politika olarak düşünülmesi ve ikna edilerek kanıksanması gereken bir ideolojiyle, Sovyetlerdekine benzetilmeye çalışılmıştır. Bu benzetme, kamu yönetimini benimseyen Keynezyen politikalarda da öne çıkan bir iddia ve yönetim şekli olarak, feyz alınan modeline (Sovyet) uygunluk taşır. Hatta, devletçilik politikalarını benimseyen ülke yönetimlerinde uygulanan sosyal kurumlar, bu kurumların yönetimi olan sosyalizasyon politikaları; bu yapıyı örnek alan kamu yönetimi olarak şekillenmişti. Devlet kurumu olarak, devlet merkezli tekelleşmeye bağlı örgütlenen sektörel yapılaşma modeli, kuşkusuz burjuvazinin egemen olduğu, ama halkı bütünüyle dışlamayan/dışlayamayan bir nitelik taşımaktaydı. Böyle bir yapı, ülke çıkarlarının diğer ülkeler karşısında korunmasını da içeren ulusal ekonomisiyle, halkçılık, ulusçuluk, bağımsızlık gibi kavramları kullanarak, öyleyse halka belirli tavizleri de içererek devlet politikalarına yön vermekteydi. Örneğin devletçilik, Türkiye’de Anayasa’ya geçen bir ilke olarak benimsenmekteydi. Böyle bir yapı, halkın ihtiyaçları bütünüyle dışlanmadan ülke üretiminin planlanmasının da olanaklarını yaratıyordu. Kapalı ekonomiler olarak, TKY tarafından yadsınan bu yapıyı dünyaya açmak, emperyalist sermayenin yeni yönelişi açısından gerekli olmuştur. MGK toplantısında Cumhurbaşkanı’nın fırlattığı Anayasa kitabı, bu değişimin en pratik göstergesi olarak örnek verilebilir.
Ulusal ekonomi politikaların nisbi bağımsızlığı ve planlı bir kalkınma ya da üretim politikası sağlayabilir olması, tekelci kârların ve sermayenin rahat dolaşımının engeli olarak görülmekteydi. Uluslararası sermaye, tekeller, devletler eliyle merkezileşmiş üretim ve kamu kurumlarının tekelinde oluşan sermaye birikimine ulaşmada, bir takım zorluklarla karşılaşıyordu. Mal ve para ticareti, gümrük anlaşmalarıyla, ancak ikili görüşmeler üstünden, devletten devlete yapılabiliyordu. Hizmet, genelde kamusaldı vb. Ve tekeller, böyle sosyalizasyon politikalarının, “kârın artışına, sermayenin serbest dolaşımına engel olduğunu”, “halkçı politikaların demodeliği” sözlerinin ardına sığınarak propagandaya başladılar. Hatta, devletçilik-ulusçuluk kavramlarını “çağ dışılık” olarak lanse ederek,  bunun yerine, “modernizasyon” politikalarını hayata geçirecekleri “modern ve çağdaş bir dünyanın herkese refah sunacağı” propagandasına başladılar. Buna göre, devlet kapitalizminin olduğu ülkelerde, sosyalizasyon politikalarının etkisindeki yönetim ve üretim modeli, diktatörlüklerle yönetiliyordu ve yeniden gözden geçirilmeliydi. Sermayeye “özgürlük” gerekliydi. “Tek tipleştirilmiş ürün ve sosyal ihtiyaçlar”, bunlara ilişkin “tek çeşitli üretim”, üretim modeli, kültür vb. ile birlikte, dünyayı algılama değişmeliydi. Üründe, kültürde, imarda, eğitimde vb. “çok çeşitlilik” olmalıydı.
TV’de “Supersonik şeker” reklamında olduğu gibi, üretimin de, bu “çok seslilik”e, “çok çeşitliliğe” uygun üretim, “talebe göre üretim içinde” şekillenmesi propaganda edilir. Bu reklamın amacı, diğer ürün çeşitliliğine de örnek alınacak, çok kültürlülüğün sesi olarak görülebilir; bir şeker reklamında “senin sütünü, benim portakalımla kaynaştırıverince, supersonik bir ürün elde edeceğiz” ifadelerinde, bu çok sesliliğin, “mükemmel bir uyum sağlayacağı” dile getirilir.
Ya da, Irak’a asker gönderecek ülkelerin ordularından karma oluşturulacak “çok uluslu tümen” hazırlama girişimi de, “çok çeşitlilik” kültürü altında yürütülen bir kalite politikasıdır.
Veya, Hitit Rallisi için “Hitit, Kralını arıyor” başlığı ile verilen Milliyet gazetesinin haberinde, otomotiv markaları arasında yapılacak yarışta, en şanslı adayı, Ford Hazırkart Rally Team olarak gösteren haber sunumu; “Hitit ülkesinin kralının da Ford (ABD) olacağı ve bunun hazırkartla, yani çip teknolojisinin de kralı olan bir teknolojik üstünlükle elde edileceği” yorumuna açık, ama üstünlüğün özellikle otomotivde ABD’de olacağına ilişkin psikolojik bir motivasyon politikası yürütüyor. Buradaki Hitit ülkesinin Türkiye olduğuna dikkat çekmek gerekir. (19 Eylül 2003 Milliyet gazetesi)
Yeni Dünyacılar, düzeni bu kavramlarla ve metotlarla değiştirirken, sosyalist devrimle ilgili tüm sosyalist kültürü, eğitimi, ahlakı, davranış ve düşünüş biçimlerini de, formatlarını değiştirerek, kapitalistçe yeniden yapılandırmaya, değiştirmeye, yani çarpıtmaya tabi tutmak ihtiyacında kalmışlardır. Bu amaçla, kalite felsefesinin içine, “poli-teknik kültür”ü alarak çarpıtmaya başladılar. Poli-teknik kültür, sosyalist kültürün geliştiği ve eğitiminin poli-teknik okullarda yürütüldüğü çok geniş kapsamlı, sosyalist bir eğitim politikası olmasına karşın, ülkemizde pek bilinmediği için onunla günümüz kavramlarını karşılaştırma şansımız yok. Ama kısaca değinirsek, poli-teknik kültür, politikanın, teknolojinin ve bunlara ilişkin kültürün ortak ve aynı zamanda, tüm Sovyet birimlerinde geliştirilmesine olanak tanıyan bir eğitim teknolojisiydi. Bu eğitim teknolojisi, politik bir versiyonla, kalite eğitimi için de kullanılabilir oldu. Kalite eğitimiyle, hem teknolojik hem de ideolojik-politik bir kültür yaymasıyla, buradan feyz alındığını ama çarpıtıldığını söyleyebiliriz. Her işletmede, hem eğitimine hem de üretim metoduna ilişkin verilen kalite eğitimleri için odalar ya da mekanlar ayrılır, ve her iki eğitim de aynı süreçte verilir.
Kalite misyonerleri, TKY’nin, sadece geçtiğimiz yüzyıla ilişkin toplumsal mücadeleleri değil, daha öncekileri de içine alan bir “çok kültürlülüğü taşıdığı” iddiasındadır. Bu iddiaları bir anlamda doğrudur, çünkü tüm tarihsel devrimlere ilişkin sosyal politikaların, kapitalizme olası etkisi ile ilgili çözümlemelerle, kültürlerinin bir bileşenini ürettiklerini söylemektedirler. Örneğin, 14 Temmuz 1789 Fransız Devriminin hemen 3-4 hafta sonrasında, yönetim yapısının yeniden düzenlenmesi, Kurucu Meclis’in tüm yerel yönetim ve ayrıcalıkları “sonsuza kadar” kaldırarak, “ulusal yapı ve kamusal özgürlüğün, iller için, şimdiye kadar sahip oldukları ayrıcalıklardan daha avantajlı” ve “ulusal birliğin sağlanması açısından daha yararlı olduğu” ilan edilmişti. “Geleneksel kurumlarda yuvalanmış yerleşik çıkarların gücünü kırmak ve ulusal burjuva birliğini sağlamak, geleneksel yerel yönetim sınırlarını değiştirmeyi ve yeni bir kurumlaşmayı zorunlu kılıyordu” yaklaşımıyla, devlet gücünü sınırlayan her türlü “ara yapı”nın varlığına son verilmişti. TKY teknolojisi içinde yürütülen politika, uluslararası tekellerin çıkarları ve mali birliklerine yararlı olacak biçimiyle bu değerlendirmenin tam tersini savunurken; “ulusal kurumların işlevlerini daha çok yerellere devrederek”, ulusal birliği ortadan kaldırmaya, “ara kurumları, yani KOBİ’leri çoğaltmaya” teşvik eder ve  kışkırtırken, bireysel veya bölgesel mülkiyetçiliği artıran ve rekabete açan bir yapılanmayla,  tüm üretimi dünya ticaretine açmaya yöneliyor.
Değişim, bu anlamıyla, ekonomik ve sosyal alanlarda yürütülen kalite eğitimlerinin içeriğinde, siyasal ve sosyal devrimler kültürüne karşı mücadele ile şekillenmektedir. “Değişim”i söylem edinen, “sosyal bir devrim gerekirse, bunu da en iyi biz yaparız” diyen kapitalistler, “teknolojik bir devrim” ve teknolojik gelişimin getirdiği retorikte sağlanan olanaklarla mümkün olabilecek bir “küresel refah” vaadi vermektedir. Ama sosyal alanlar, (hatta üniversitelerde sosyoloji bölümleri kapatılarak) ihmal edilmesi, görünmemesi, düşünülmemesi gereken bir alandır. Bilgisayarın yaygın kullanımı, çip teknolojisindeki gelişme, inşaat ve ulaşım (hava-deniz-kara) teknolojisinin küçük üretim modeline uygun yapılanması (ve ’80li yıllardan itibaren hızlı bir tempoda yapılaşması), otomotiv sektöründeki hızlı teknolojik gelişimle birlikte, “çağ atlıyoruz” yaygarası altında halk kitleleri düşünsel dumura uğratılmaya çalışılır. Vizyon; ”devrimi teknoloji yapar” şeklinde oluşturulur.
Böylece, “kalite devrimi” süreci, geçtiğimiz yüzyılın sosyalist devrimler çağı olduğunu unutturacak, devasa bir kampanya ile başlatıldı. Örneğin ünlü pop şarkıcılarından Çelik, uzun bir aradan sonra ekranlara tekrar çıktığında, “Dünya değişti, tabi bu arada Çelik de değişti” şarkısıyla her gün ve her saat, değişimin şarkısını söylemeye başladı. Dolayısıyla yeniden yapılandırma politikası, ideolojik ağırlıklı bir kültürel faaliyet alanıyla vizyona girdi. Burada kültürü, yaşamın her alanında ve tüm yaşam biçimleri çeşitliliği olarak ele almak gerekir. Devletin, ailenin, işyerlerinin veya toplumsal örgütlenmelerin tümünü kapsayan anlamda, “kültürlerin çeşitliliğinin tanınması, kültürlerin kaynaşması veya kültür buluşması” terminolojileri, dünyanın çeşitli kültürlerini tekellerine almanın ve yeni bir biçim vermenin tekelci politikası olarak karşımıza çıktı. Bu anlamda, halkların sosyalist (hatta sosyal demokrasiden etkilenen) kültürel şekillenmeleri ve aynı zamanda kendi doğal kültürlerinin unutturulması, çarpıtılması ve kapitalistçe tekleştirilmesi adına yürütülen eğitim faaliyetlerinin amacı, tüm kültürel birikimleri, kalite kültürü etrafında birleştirmektir. Böyle bir “tekleştirme” ve tekelleştirmenin adını ise, “çok çeşitlilik” olarak takmak, algılamada yanılsama yaratmaya yöneliktir.
Değişim kavramları, sadece sözde ve propaganda alanında ele alındığında, emekçilerin ikna edilmesi olanaksızlaşır. Ve kapitalist sistemde yapılması planlanan yeni düzenlemeler açısından da bir yararı olmaz. Bu nedenle, iş ilişkilerinin temelinde de bir değişime gitmek üzere, mülkiyet ilişkilerinde yaratılmaya çalışılan değişimle, bu propagandaları daha inanılır kılmaya imkanlar sunmak üzere, emekçilerin önüne, “yeni alternatifler” kondu. Piyasa serbestleşirse, herkesin kolay zengin olabileceği, dar ve küçük dünyalarından kopup dünyaya açılacakları, “yeni şans kapıları”na ihtiyaçları olduğu propagandası yapıldı. Ve örneğin hisse senetlerine önceleri bol faizler uygulanarak, biriktirilmiş yastık altı paranın bankalara akıtılması amaçlı, onlarca yeni banka ve borsa kuruldu. Böylece, serbest piyasaya geçişin, kamu alanlarında yaratacağı olumsuz etkileri azaltma amaçlı bir zenginleşme kültürü oluşturmak, hisse senetlerinin herkese daha fazla ve kolay kazanç kapısı açacağı fikri yayılmak istendi; özellikle, özelleştirme kapsamına alınan işletmelerin işçi ve emekçilerine yönelik olarak, günlük çıkarlarını depreştiren bir para özgürlüğü, göz kamaştırıcı cazibesiyle, sergilendi. (Zaman zaman piyasalara dolar pompalanarak, sahte kazanç kapıları açıldı.)
Bu açıdan, yenidencilerin ve yeniden yapılanmacıların estirmeye çalıştıkları değişim rüzgarları, ilk andan itibaren, işlevsel bir sosyalizasyon politikasını deregule ederek, yani parçalayarak ve kuralsızlaştırarak, uluslararası piyasaların dengesiz ve sonsuz eşitsiz dalgalanmalarına açmak olarak tezahür etti. Ardı sıra, tekeller arasında da rekabetin artmasıyla, dünya halklarının başına tehdit unsurları oluşturan savaş kışkırtıcılığı, terör ve komplo filmleriyle bolca gösterime girdi. Savaşlar, hastalıklar, doğal afetler, ekonomik ve sosyal hayatta depresif dalgalanmalar, derinleşen krizler, vahşi sömürü, vb., TKY ile “değişen” kapitalist dünyada hızla yayılmaktadır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑