Türkiye gündeminin iç politika açısından hayli yüklü olduğu bir zamanda ve kamuoyu ilgisinin özellikle seçimler üzerinde yoğunlaştığı günlerde, uluslararası ilişkiler planında, büyük bir reklâm kampanyasıyla sunulan yeni bir emperyalist etkinlik gerçekleşti. SSCB ve ABD devlet başkanlarının kişiliğinde vitrine çıkarılan ve “Yeni Dünya Düzeni” programını oluşturan bir dizi zirveden sonra, Madrid Ortadoğu Barış Konferansı, doğrudan doğruya iki emperyalist şefin buluşmasından farklı olarak, onların bölgede denetledikleri güçlerin karşılıklı sınandığı bir alan oldu. Bundan önceki zirveler, genellikle SSCB ve ABD’nin birbirleriyle dolaysız ilişkilerinin bir yansıması olmuşlardı. Ortadoğu Barış Konferansı ise, söz konusu bölgedeki devletlerin ve örgütlerin karşısında ABD ve SSCB’nin birlikte ve neredeyse kamuoyu odaklarının göstermeye çalıştığı gibi “aynı taraf” olarak katıldığı bir toplantı havasında geçti. Bütün dünya, iki süper devletin, dünyanın bu en hareketli ve “huzursuz” köşesinin barışa kavuşturulması için, savaşan tarafların başında ve tarafsız bir güç olarak konferansa katıldıklarına inandırılmak istendi. Böylece, aynı mesaj değişik iki açıdan verilmiş olacaktı: Birincisi, bölgedeki huzursuzluğun kaynağı iki süper devletin çekişmesi değildir; ikincisi, anlaşmazlığı, diğer bütün dünya sorunlarında olduğu gibi ancak ABD ve SSCB’nin beraberce oluşturacakları bir etki ortadan kaldırabilir!
Dünyanın siyasi, iktisadi ve sosyal ilişkiler bakımından en karmaşık ve hareketlendiği zaman yalnızca birbirine komşu ülkeleri ve halkları değil, çeşitli bağlarla bölgede olup biten her olaya içten bağlanmış bulunan pek çok ülkeyi ve halkı da etkileyen bölgesi olan Ortadoğu, “Yeni Dünya Düzeni”nin kurulması sürecinde, kendine özgü problemleriyle özel bir yer tutuyor. Bunun kolay anlaşılır bir nedeni var: Özellikle son on-on iki yıldır, bir zamanlar dünya çapında sosyal hareket ve değişmenin etkili alanları denilince ilk akla gelen diğer bölgeler, Asya, Afrika ve Latin Amerika görece önemsizleşirken, Ortadoğu, devrim, savaş ve hegemonya kavramlarıyla ifade edilebilecek bütün hareketlerin, çekişmelerin odak noktası haline geldi. “Yeni Dünya Düzeni” denilen şeyin, devrimsiz ve sosyalizm idealini kaybetmiş bir dünya anlamına geldiği hatırlanacak olursa, yeryüzünün görece bu en sıcak ve hareketli bölgesinin soğuk ve dengeli bir hal almasının iki süper güç bakımından önemi daha da anlaşılır.
“Yeni Dünya Düzeni”nin temel, stratejik hedefi, “tek kutuplu” bir dünya yaratmaktır. Bu, dünyanın kapitalist ve sosyalist sistemler halinde ikiye bölünmüş olmasının sona erdirilmesi anlamına gelmektedir ve pratik ifadesini, SSCB ile ABD arasında bir dizi anlaşmanın yapılmasında bulmaktadır. Görünüşte, bu hedef SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerindeki rejimlerin tasfiyesi ile gerçekleşmiş gibidir. Ancak iki süper devlet açısından “tek kutuplu dünya”nın gerçekleşebilmesi başka bir anlama geliyor: Bütün anlaşmaların ve uzlaşmaların temelinde, elbirliği ile sosyalizmin dünya çapında tasfiyesiyle yetinmemek, sosyalizmin imkânlarının da ortadan kaldırılması için gerekenlerin yapılması… Bu yüzden, örneğin anti-nazi savaşın birleştirdiği Yugoslavya halklarının birbirini boğazlar hale gelmesi, Sovyetler Birliği’nin bir zamanlar sosyalizm hedefiyle birleştirdiği halkların, küçük ulusal devletçikler hedefiyle bölünmesi iki tarafı da uzun vadeli planlar yapmanın dışında pek fazla heyecanlandırmıyor, ama Arap ulusal birliğinin kurulması için imkân teşkil eden her hareketlenme potansiyel birer tehlike değeri taşımaya devam ediyor. Şu anda dünya, değişik milliyetlerden halkların bir arada yaşayamayacağını öne süren aşırı milliyetçi propagandalar için uygun bir görünüş çiziyor. Milliyetçi ayrılıkçılık, yani burjuva dünya görüşünün bu en katı siyasal ifadesi, her türden birlik ideolojisinden daha güçlü, halkların kardeşliği düşüncesinden daha geçerli ise, sosyalizmin bütün insanlığın birliği hedefi de gerçekleşemez demektir! İşte bu noktada Ortadoğu’nun, bütün potansiyelleri bu tezin aleyhine işliyor. Gerçi Ortadoğu’da da, genel olarak ulusal hareketler bölgedeki halk muhalefetinin esasını oluşturuyor; fakat ulusal devletlerin kurulmasına yönelik bütün Ortadoğu hareketliliği, sonuçta büyük birliklerin potansiyelini taşıyor ve Ortadoğu bu bakımdan, Balkanlardan, Kafkasya’dan, Baltık ve Orta Asya-dan daha farklı bir eğilimi temsil ediyor. Eğer bölgede ekonomik ve siyasal hâkimiyet peşinde koşan emperyalistlerin kışkırtmalarına, bölgenin gerici devletlerinin çıkar çatışmalarına ve halkların birbirine düşman edilmesine yol açan politikalara karşı açık devrimci mücadele ile cevap verilebilirse, ulusal hareketlerin sosyalist işçi hareketiyle birleşmesi çok zor olmayacaktır. Şu anda Ortadoğu’da, Filistin ve Kürt halklarının başlıca iki dinamiğini oluşturduğu bu büyük ulusal potansiyel, kendi topraklarında sürgün hayatı yaşayan bu iki halkın mücadelesi, egemen devletlerin ve bölgede çıkarları bulunan emperyalist güçlerin de başlıca ilgi odağıdır. Emperyalizmin Ortadoğu planları, devrimci mücadelenin olanaklarının kısıtlanmasına ve varolan halk muhalefeti öğelerinin, özellikle de bölgenin başlıca iki dinamik halkının mücadelesinin, egemen devletlerin politikaları ekseninde çürütülmesine dayanıyor.
KONFERANS, YALNIZCA BİR GÖSTERİ Mİ?
Madrid Ortadoğu Barış Konferansı, bu genel plan çerçevesinde değerlendirildiğinde, sonuçları bakımından yakın vadeli bir başarı sağlamış gibi görünmemektedir. Konferansa zemin teşkil eden siyasal soyutlamada, Ortadoğu sorunu, Araplar ve Yahudilerle onların arkasındaki SSCB ve ABD’nin sorunları olarak basitleştirilmiştir. Bu yüzden de, denklemin çözülmesiyle sorunların da ortadan kalkacağı kanısı doğmuştur. Madrid Barış Konferansı’ndan beklenen sonuç da, buna uygun olarak iki süper devlet anlaştığına göre Arapların ve Yahudilerin de artık anlaşması gerektiğiydi.
Konferans, ABD’nin bütün medya ilişkilerini kullanarak reklâm ettiği bir iyimserlik havası içinde başladı. ABD tarafının aksine, Gorbaçov çok fazla umut vaat etmiyor, “hemen olumlu sonuçlar beklenmemesi gerektiğini” söyleyerek ihtiyatlı konuşuyordu. Konferansın esas içeriğinden çok daha genel dünya sorunları ve özel olarak da SSCB’nin Batı gözünde şimdi ne anlam taşıdığı ile ilgili gibiydi. Gorbaçov, Madrid’de, Batının SSCB’nin dağılmasını istemediğini görmüştü! Şimdilik bu kadarı yeterince barışçı bir sonuç sayılmalıydı herhalde. Konferans hakkındaki genel değerlendirmesi ise, taraflar arasındaki diyalogun başlamasının en önemli gelişme sayılması yolundaydı. Merakla beklenen açış konuşmasında da, Ortadoğu sorununa bir çözüm bulunurken, İsrail de dâhil olmak üzere, bölgedeki bütün devletlerin ve halkların eşit haklara ve güvenliğe sahip olması gerektiğine ilişkin Sovyet görüşünü tekrarlamaktan ötesine geçmedi. Konferansın olumlu sonuçlar doğuracağı konusunda bir güvence veremeyeceğini tekrarladı, bununla birlikte konferansın bölgede olumlu bir atmosfer doğuracağını ve bölge ülkeleri arasındaki psikolojik engellerin kalkmasına katkıda bulunacağını söyledi. Pravda, Gorbaçov’un açış konuşmasını değerlendirirken, bilinen kotluları tekrarladığı için ilgi çekici olmaktan uzak bulunduğunu yazdı. Konferans, Sovyet tarafı için katılmak zorunda olduğu bir gösteriden başka bir şey ifade etmiyor gibiydi. Katılmak zorunluluğu, katkısı olmaksızın bu konferansın yapılamayacağı gerçeğinden kaynaklanıyordu. Gerçekten, Sovyetler Birliğinin hiç olmazsa sembolik bir desteği olmaksızın, Araplar konferans sürecinde en azından görüntü bakımından yalnız başlarına kalacaklardı ve İsrail’le aynı masaya oturmalarının kendi kamuoylarında savunulması daha da güçleşecekti. Şema, başlangıçta böyle çizilmişti çünkü.
ABD, rolünün bilincinde ve konferansın düzenleyicisi olarak sahnedeydi. Konferans’ın gerçekten kalıcı ve tarafları tatmin edici bir barış getiremeyeceği, diğer pek çok tarihi ve siyasi sebep bir yana, en azından konferansa katılan bütün tarafların başlangıçtaki tavırlarından belli olmasına rağmen, Bush düzenlediği gösterinin şatafatına uygun bir konuşma yaparak, tarihin gidişine olan etkisini pazarlamaya çalışıyordu. Ev sahibi İspanya’nın Başbakanı Gonzales de, bu turistik konferansın havasına ağır ve ibretlerle dolu bir konuşmayla katkıda bulunmaya çalışırken, sıradan propaganda sloganlarının bayağı havasından öteye geçemiyordu: “Barış için umut vardır, bu yok edilmemelidir. Tarih, insanların öğretmeni olmalıdır.” vs. Bush, açış konuşmasında, konferanstan bekledikleri sonucu, “Filistin halkının kendi kaderini tayin edebilmesi, İsrail’in güvenliğinin sağlanması” olarak özetledi. “Barış mümkündür. Amacımız sadece savaşı sone erdirmek değil, gerçek barışı sağlamaktır” dedi. Ona göre bunun koşulu, İsrail’in toprak vermeyi, Arapların da İsrail’le barış içinde yaşamayı kabul etmeleriydi, ikinci koşul, esasen başta FKÖ olmak üzere, konferansın çok öncesinde verilen demeçlerle yerine gelmiş gibiydi. 1988’de Filistin Ulusal Konseyi, Bağımsız Filistin Devletini ilan ettiğinde Filistin Devlet Başkanlığına seçilen Yaser Arafat, İsrail’e belirli sınırlar içinde güvenli varolma hakkını tanımış ve terörizmi reddetmişti. Bunun üzerine Washington, FKÖ ile diyaloga başlamış, ancak ABD bir süre sonra görüşmeleri kesmişti. Arap tarafı, Konferansa Filistin Ulusal Konseyinde dile getirilen programı zaten kabul ederek gelmişti; ne var ki, birinci koşul yerine gelecek gibi görünmüyordu: İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmeye, bunun için söz vermeye ya da en azından bir eğilim belirtmeye bile hiç niyeti yoktu. Bu sorun, daha konferans öncesinde ABD- İsrail ilişkilerini gerginleştirmişti. Zira ABD, konferansın her ne şekilde sonuçlanırsa sonuçlansın mutlaka gerçekleşmesini istiyor, İsrail’in toprak tavizine yanaşmamasının Arapları da konferansa karşı tavır almaya iteceğinden endişe ediyordu. Nitekim, Konferansın hemen öncesinde FKÖ’nün Madrid temsilcisi, İsaam El Salem, Amerikan Dışişleri Bakanı James Baker’i tanık göstererek, İsrail’in işgali altında tuttuğu topraklardan çekilmeyi kabul etmediği taktirde barışın mümkün olamayacağını söyledi. Konferansın açılışından hemen önce, Suriye Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Zübeyir Canan da, “eğer İsrail işgal altındaki Arap topraklarından çekilmezse, bu Bush’un açtığı bir törensel konferans olur ve konferanstan çekiliriz” dedi. Durum açıktı: Araplar topraklarını istiyorlardı ve İsrail’in bir karış toprak vermeye niyeti yoktu. 1967’de İsrail, Mısır’dan Sina yarımadası ile Gazze Şeridini, Ürdün’den Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü, Suriye’den Golan Tepelerini almıştı. Kudüs’ün Ürdün’e ait kısmını da ilhak eden İsrail, .işgal ettiği yerlerde bir de Yahudi yerleşim birimleri kurmuştu. BM Güvenlik Konseyi’nin 242. sayılı kararı ise, İsrail’e geri çekilme çağrısında bulunmasına rağmen, hangi toprakların terk edilmesi gerektiğini belirsiz bırakmış, Filistin sorununu da bir mülteci sorunu olarak tanımlamıştı. 1973’de Mısır ve Suriye, Süveyş kanalı ve Golan tepelerinde harekete geçmişler, ancak karşı darbeyi vuran İsrail, her iki cephede de yeni topraklar ele geçirmişti.
1982’de İsrail, Lübnan’ı da işgal etti. FKÖ, kuşatma altındaki Beyrut’un Müslüman kesimini terk etti, Tunus’a taşındı. Arapların bütün bunları bir yana bırakıp, soyut bir barış görüşmesine girişmesi beklenemezdi. Uzun süredir, Sovyetler Birliğinin Ortadoğu politikalarında aktivitesini kaybetmesi sonucunda, ABD’nin Arap devletleri üzerindeki etkisi artmış, Mısır’ın öteden beri yandaşlığını yaptığı ABD politikaları, artık daha geniş bir cephede kabul görmeye başlamıştı. Arapların da kendilerine özgü, üzerinde anlaşmaya vardıkları genel bir çizgileri hemen hemen yok gibiydi. Bu durumda ABD, katıksız İsrail yanlısı politikalarını değiştirerek, Arap Ret Cephesini parçalamaya ve en azından daraltmaya yönelik taktikler izlemeye girişti, İsrail’in siyasi ve ekonomik bakımdan sıkıştırılması, geçici bir süre de olsa FKÖ ile diyaloga başlanması, Filistin kamplarına karşı girişilen terörist İsrail eylemlerinin kınanması, bu taktiğin değişik öğeleriydi. Konferans boyunca ABD’nin gerçek ev sahibi gibi davranmasının sağlam gerekçeleri arasında bu etkili pozisyon yatıyordu. Ama bu etkili pozisyon, konferansın sıradan insanda çağrıştırdığı gerçekleşme beklentisi uyandırdığı her şeyin önünde de en önemli engeli oluşturuyordu. Konferans ile ilgili propaganda, artık Ortadoğu’da da barışın egemen olacağı, Berlin Duvarının yıkılmasına benzer bir genel iyimserlik ve barış havasının doğacağı yolundaydı. Oysa bölgede sürekli ve kalıcı bir etkisi bulunan ulusal Arap direnişinin ana teması, anti-Amerikan motiflerden oluşuyordu ve Amerika’nın etkili olduğu, Amerika’nın belirlediği herhangi bir planın Arap kamuoyonda hoşnutlukla karşılanması olasılığı oldukça zayıftı. Amerika’nın son yıllarda Arap dünyasıyla ilgili girişimleri de onun esas olarak İsrail yanlısı olan politik imajını değiştirmeye yetmemişti. Ancak bölgedeki öteden beri açık Amerikan işbirlikçisi roller oynayan gerici Arap rejimlerinin, bir zamanlar Sovyet yanlısı olan Suriye ve ikiyüzlü bir tarafsızlık politikasını kendisine maske edinmiş olan Ürdün ile yeni türden bir kombinasyon oluşturmaları, Amerika’nın durumunu güçlendirmesinde başlıca etken olmuştu. Bir zamanlar ABD’nin bölgedeki sacayağını oluşturan Suudi Arabistan-Mısır-İsrail üçgeni, son zamanlarda, Suriye’nin de katılmasıyla güçlenmiş ve bölgenin tek aykırı gücü olmak isteyen Irak’ın etkisizleştirilmesi böylece gerçekleşmişti. Irak’ın politik ve diplomatik sahneden silinişi ile geleneksel Arap muhalefetinin örgütlü bir ifade kazanamamış olması, birbirini tamamlayarak, Amerikan politikalarının etki alanının genişlemesini kolaylaştırdı. Geriye kala kala, “eski tüfeklerin” ve çoğunlukla İran tarafından hem ideoloji ve politika bakımından hem de mali bakımdan beslenen, İran tarafından denetlenen ve yönlendirilen ve başlıca politik araç olarak terörü kullanan ama ciddiye alınır bir kitle temeli bulunmayan grupların muhalefeti kalmıştı. “Eski Tüfekler”, George Habbaş ve Hayef Havatme ise, önemli ölçüde Sovyet desteğine bağlı varlıklarını ve dünyadaki genel devrimci havadan alan etkilerini giderek yitirmeye başlamışlar, ama gerek FKÖ içindeki etkilerinden, gerekse kitle tabanları bakımından fazlaca kayba uğramamışlardı. Son konferans sırasında bu grupların başlıca muhalefetleri ortak bir bildiri imzalamak, kısmi ve artık Ortadoğu için sıradan sayılabilecek terör eylemleri düzenlemek ve bazı mülteci kamplarında genel grev çağrısı yapmak oldu.
Daha konferans başlamadan önce, üçü FKÖ’ye üye toplam on Filistinli örgüt, yayınladıkları bildiride, Madrid’de yapılacak konferansı kınamış ve bu konferansa Filistinlilerin ve Arapların katılmasının Filistin davasının ortadan kaldırılmasına neden olacağını duyurmuştular. Bildiriye imza koyan örgütler arasında, George Habbaş liderliğindeki Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FPLP), Hayef Navatme liderliğindeki Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi, İslamcı Hamas örgütü, Ahmet Cibril yönetimindeki FPLP- Genel Komutanlık ve Ebu Nidal önderliğindeki Fetih-Devrimci Konseyi dikkat çekiyordu. Madrid Barış Konferansı sürerken, Konferansa karşı olan Filistinli örgütlerin yandaşlarıyla, Konferansı resmen destekleyen FKÖ taraftarları arasında işgal edilmiş topraklarda çatışmalar çıktı. Çatışmalarda, çok sayıda Filistinli yaralandı. Basın bu çatışmaların El Fetih yandaşlarının, Hamas (İslami Direniş Örgütü) ile FHKC, FDKC adlı radikal örgütler tarafından işgal altındaki topraklarda ilan edilen genel grevi kırmak istemeleri üzerine çıktığını yazdı. Çatışmaların, en şiddetlisi, Gazze kentinde oldu; taş, sopa ve bıçakların kullanıldığı çatışmalarda, en az kırk Filistinlinin yaralandığı kaydedildi. Diğer çatışmalar, Gazze’deki Nuseyrat, Han Yunus sığınma kampları ile Batı Şeria’daki Kalkiliye kasabasında meydana geldi. Beklendiği gibi, İsrail güvenlik kuvvetleri, çatışmalara seyirci kaldı.
İran eski Dışişleri Bakanı ve Hizbullah örgütünün kurucusu olarak tanınan Ali Ekber Muhteşemi’nin Cuma namazında yaptığı konuşmada Madrid’de yapılan Konferansı engellemek için dünyadaki İsrail çıkarlarına intihar saldırıları düzenleyecekleri tehdidinde bulunmasının hemen ardından, Batı Şeria ve Güney Lübnan’da ikisi asker dört İsrailli öldürüldü. Batı Şeria’da bir İsrail otobüsü tarandı, iki kişi öldü, beş kişi yaralandı. Sınırda Arap gerillalarının eylemleri sonucunda da üç İsrail askeri öldü, on biri yaralandı. Ayrıca iki Arap gerilla hayatını kaybetti.
Konferansa muhalefetin en dinamik ve öteden beri Irak’ın Arap dünyasında kaybettiği yeri ve prestiji ele geçirmek için çalışan unsuru olan İran’ın Cumhurbaşkanı Hamaney de, muhalefetin başında kalma çabasını ifade eden şu demeci verdi: “Konferans, Müslümanlara karşı zorbalıktır. Amerikan Barış Konferansına katılanlar, milletlerinin kin ve nefretini kazanacaktır. İran, Siyonizm’in ve dünya emperyalizminin kendisine karşı yürüttüğü yoğun propagandaya karşın, haklı Filistin davasını sonuna kadar ve hiç kimseye aldırmadan savunmaya devam edecektir.”
Bunu İran Meclis Başkan yardımcısı Asadullah Bayat’ın, konferansta alınacak kararların Müslümanlar için değer taşımayacağını savunan demeci izledi. Bayat, aynı demecinde Filistin’in tek kurtuluş yolunun intifadayı desteklemek olduğunu belirterek, tüm İslam ülkelerinin olanaklarını Filistin İslam Devrimi için kullanılmasını önerdi.
Körfez savaşından sonra bölgedeki askeri ve siyasi etkisinin yanı sıra, Arap muhalefetinin öncüsü ve “en tehlikeli İsrail düşmanı” rolünü de yitirmiş bulunan Irak parlamentosu, muhalefet içindeki yerini korumak amacıyla, en azından bir bildiri yayınlamak ihtiyacını duydu. Madrid Barış Konferansı’nın ABD tarafından Arap dünyasına karşı düzenlenen bir komplo olduğunu öne sürdü.
Bununla birlikte, Hizbullah’ın eylemleri dışında kayda değer hiçbir kitlesel muhalefet belirtisi dünya basınında yer almadı.
Bütün bunlar, ABD ve SSCB işbirliğinin, Filistinlilerin etkili örgütlerini ve bunlara siyasal destek veren Filistinli halk kitlelerini önemli ölçüde Konferans’a angaje ettiğinin işareti olarak yorumlanmaya açıktı. Konferansın hedefi, Araplar açısından oldukça şatafatlı bir biçimde sunulmuş ve bu içerik, en azından konferansa katılan değişik Arap ülkelerinin temsilcileri arasında bir birlik doğurmuştu. Araplar adına konuşan Suriye Dışişleri bakanı Faruk el Şara, Araplar açısından konferansın hedefini şöyle özetledi: “Esas amaçlarımız, İsrail’in Kudüs de dâhil olmak üzere bütün işgal ettiği Arap topraklarından çıkarılmasının sağlanması, İsrail’in yerleşim merkezleri kurmasının hemen durdurulması ve Filistin halkının meşru haklarının sağlanmasıdır.” Buna, Arap kamuoyuna en azından şimdilik tatmin edici görünecek olan şu slogan da eklenmişti: başkenti doğu Kudüs olan bir Ürdün-Filistin konfederasyonu! Ayrıca bu örgütler ve Konferansa resmen katılan Arap devletleri, söz konusu angajmanı, “Yeteri kadar acı çekildiği, adaletli bir barışın kendi hakları olduğu” yolundaki propagandaya eşlik eden “Dünya kamuoyuna bir kez daha sesimizi duyuralım” pragmatizmiyle örtmeyi ve muhalefet hareketini sınırlı radikal gruplara özgü bir azınlık hareketi olarak göstermeyi başardılar.
ABD ve SSCB’nin asıl istediği de buydu. Konferansın son gününde yaşanan bunalımın, iki süper devletin gayretleriyle önlenmesi de bu imajın sağlam tutulmasına hizmet etti. Bush, Konferans sırasında, Madrid toplantısının bir son değil, bütün işlevsizliğine rağmen bir başlangıç sayılması gerektiğini anlatmak için özel çaba sarf etti. Öyle ki, henüz taraflar bu konferansın bitip bitmeyeceğinden bile kuşku duyarken, o ikinci adımın programını açıkladı: Filistinlilerin Batı Şeria ve Gazze’de sınırlı olarak kendi kaderlerini tayin hakkına sahip olmalarını öngören anlaşmanın bir yıl içinde imzalanması çağrısında bulundu. Bu plana göre, Filistinlilere, Batı Şeria ve Gazze’de daha fazla söz hakkı tanınacak ve gene plan uyarınca, 5 yıl boyunca uygulanacak bu statüye geçtikten 3 yıl sonra, Arap ve İsrail tarafları yeniden masaya oturup kalıcı bir anlaşmanın şartlarını görüşeceklerdi.
SONUÇLAR
Konferansın son günü, tarafların karşılıklı olarak birbirlerine en ağır biçimde saldırmalarına sahne oldu. Fakat buna rağmen, Konferansın ikinci adımının neleri içereceği ve hatta nerede yapılacağı az çok belirlendi. Şimdiki durumda, ABD, başlattığı girişimin devam edeceği ve hedeflenen sonuçlara ulaşılacağı beklentisini ayakta tutmayı başardı. Bunun en önemli sonucu ise, Konferansa resmen ve kendi temsilcisi ile katılmasa bile dışarıdan destekleyen FKÖ’nün Filistin halkı içindeki gücünü gösterdiği intifada hareketini Konferans hedefleri doğrultusunda artık askıya alması olacaktır. Ayrıca, Filistin Ulusal Konseyi ve FKÖ içindeki radikal gruplar, bu araçla siyasi platformların dışında tutulacaktır ki, bu da ABD’nin başlıca hedeflerinden birini teşkil ediyordu. Buna rağmen, Filistin halkının Ortadoğu süreçleri içindeki dinamik rolü henüz ortadan kaldırılabilmiş değildir. Bu yönde atılacak önemli bir adım olmaya aday olan Ürdün-Filistin ortak Federasyonu planının gerçekleşebilmesi, İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesi koşuluna bağlıdır. Bu, ayrıca Filistin sorununu Ürdün’ün iç sorunu olarak lokalize etme ve İsrail’i Arap dünyasının başlıca hedefi yapan bir unsuru köreltme hedefini de içerdiği için, daha geniş bir anlaşma zeminini ve bölge devletlerinin kendilerine özgü diğer planlarının bununla uyumlu olması koşulunu da gerektirmektedir.
Dünyanın neresinde olursa olsun, hangi karmaşık tarihsel, ekonomik ya da psikolojik sorunları içeriyor olursa olsun, uluslar ya da devletlerarasındaki sorunların çözümünde, emperyalistlerin müdahalesinin doğuracağı tek sonuç, emperyalist statükonun korunması olacaktır. Filistin ya da diğer Ortadoğu sorunlarının çözümünde halkların öz çıkarlarını dile getiren siyasal yapıların bulunmaması, sonuç olarak tarihin tekrarlanmasından öteye geçmeyen çözümlerden başkasına imkân vermiyor. Gene emperyalistler, kendi çıkarlarının gerektirdiği gibi planlar hazırlıyorlar, şu ya da bu halkın diğerine karşı pozisyonunu esas alan, ama asla halkların birlikte ve barış içinde yaşamasına, kendi kendilerini yönetmesine imkân tanımayan çözümleri dayatıyorlar. Bağımsız bir politik hat izlemek için her halk, kendisini emperyalist -kapitalist sisteme bağlayan bütün tarihsel ilişkilerden kopmuş bir sınıfın önderliğine muhtaçtır. Sistem içi bütün çözümlerin eninde sonunda ya bir egemen bölge devletinin ya da emperyalizmin denetimine yol açacağı denenmiş bir derstir. Filistin halkı, kendi içinden bağımsız bir devrimci komünist işçi hareketini çıkartmakta ve onun yön verdiği ulusal kurtuluş savaşı çizgisini inşa etmekte binlerce engelle karşılaşmış ve sonuçta “kurtuluşunu” Arap burjuvazisinin uzlaşmacı ve kendi geleceğini emperyalistlerin geleceği ile bir bütün olarak kavrayan temsilcilerin eline bırakmak zorunda kalmıştır. Şu anda en etkili Filistinli lider konumunda bulunan Yaser Arafat’ın şu sözleri, bu bağımlılık ilişkisini sergilemesi bakımından ilginçtir: “Başkan Bush’a, topla bütün donanmanı, yarım milyon askerini gel İsrail’i çıkart demiyorum; ancak, en azından siyasal baskı, ekonomik baskı yapmasını istiyorum. Körfezdeki savaşın kahramanıydı, Filistin’deki barışın da kahramanı olacak mı, olmayacak mı?” Filistin halkı için barışın kahramanı olma şansını, bir olasılık olarak dahi Bush’a bırakan bu sözler, tarihi büyük mücadelelerle dolu olan gerçekten kahraman bir halk için büyük bir talihsizliktir. Madrid Barış Konferansının basın tarafından bir şov olarak nitelenerek üstü örtülen en önemli başarısı, öyle görünüyor ki, emperyalistlerin Filistin halkının oyalanması bakımından elde ettikleri sonuçtur.
Ortadoğu Barış Konferansı, bölgenin diğer dinamiği olan Kürt hareketi bakımından da önemli sonuçlar içeriyor. Kürt halkının şu anda bölgedeki egemen devletler bakımından birleşik bir tehdit gücü taşıdığı söylenemez. Fakat her parçadaki, özellikle de Türkiye bölümündeki mücadelenin kendine özgü gelişme tarzının yarattığı genel bir etki var ki, bu başta Türkiye olmak üzere, bütün bölge devletlerini ilgilendiriyor.
Başta ABD olmak üzere, Alman, Fransız ve İngiliz emperyalizmleri, Ortadoğu’da çok eski tarihlere dayanan ilişkilerini ve çıkarlarını korumak ve geliştirmek için çok yönlü, uzun ve kısa vadeli birçok plana sahiptirler. Ancak Madrid Barış Konferansı, dolaysız olarak bu konuya ilişkin herhangi bir görüşmeye ya da faaliyete sahne olmamıştır. Ne var ki, konferansın ana çerçevesi ve bölgede tasarlanan değişikliklerin sonuçları, doğrudan doğruya Filistin halk hareketini olduğu kadar Kürt hareketini de ilgilendirecektir.
Aralık 1991