Uygar”, “hoşgörülü”, yumuşak bir seçim dönemi ve seçim yaşandı. Sürtüşme ve çatışmalara rastlanmadı seçim kampanyaları sırasında. Siyasi partilerimizin gelişip olgunlaştığı ve memleketin ilerlediğinin göstergesi sayıldı bu durum.
Burjuva siyasi partilerimizin gelişip olgunlaştıkları bir gerçek. 12 Eylül’ün epey bir yararının olduğu görülüyor. Bağımsız komünist, devrimci adaylar kampanyaları sırasında burjuva düzen partilerinin birbirlerinden hemen hiç farkları olmadığını, farkın reklâmcılıkla olduğunu söylemişlerdi. Düzen partilerinin “ülkeyi kurtarma”, yani ezilenlerin mücadelesini bastırma yöntemlerinin de hızlı bir benzerleşme sürecinde olduğu söylenmişti. Gerek “olgunluk” içinde geçen seçim dönemi, gerekse “21 Ekim sabahı yepyeni bir Türkiye” kurulduktan(!) sonra yaşanmaya başlananlar, bu saptamanın gerçeğin ifadesi olduğunu ortaya koyuyor.
Burjuva partilerin sürtüşecek kadar dahi birbirlerinden farkı kalmamıştı. Üstelik sürtüşmeye mecalleri de yoktu. Hemen tümüyle aynı şeyleri ve neredeyse aynı tarzda savunup hükümet olma halinde uygulayacak olanların kavga etmek için neden bulamamalarına şaşmamak gerek. Eski seçimlerde bir miktar kavga konusu çıkardı; çünkü bir dizi parti çeşidi sloganlar ve emekçi mücadelesinin bastırılma yöntemleri konusunda çekişir, sürtüşürdü. Şimdi bu sürtüşme en alt düzeye inmiş, farklılık neredeyse kalmamıştır.
Seçim sonrası tartışmalarıyla tutumlar da bunu kanıtlıyor.
Seçim sonuç vermedi. “Top yuvarlak”tı, sonuçta bütün kalelere birden girdi. Kazananı olmadı. Oysa tüm burjuva partiler, Refah ve hatta ihbarcıların SP’si dâhil çok iddialıydılar. Hepsi seçimi kazanma peşindeydiler. Sadece onlar değil, düzenleri de kazanamadı. Umulanlar gerçekleşmedi. Çözüm koalisyona kaldı. Yıllardır koalisyon düşmanlığı yapanlar, burjuvalar, generaller, çeşitli burjuva partiler, şimdi dönüp nasıl bir koalisyon kurulacağının hesaplarını yapmaya başladılar.
Kazanan yoktu ama, kaybeden çok oldu. Tek tek tüm burjuva partiler kaybetti, burjuvazi düzenini sağlamlaştırma ve saldırılarını şiddetlendirmeye araçlık edecek güçlü hükümet amacına ulaşamadı; ancak esas kaybeden de emekçi halktı. Hiçbir burjuva parti emekçi halkın iradesini tek başına “temsil” yetkisini elde edemedi; ama yine de benzerler arasından birileri yine de halkın iradesini ortaklaşa “temsil” edecekler. Burjuva düzen “halkoyu”na başvurarak belirli bir partisi aracılığıyla meşrulaşmayı beceremedi. Bu nedenle düzen ve diktatörlük çeşitli gedikler vermeye, açmazlara gebedir. Sermaye ve diktatörlük siyasal istikrarı sağlamca sağlayamamıştır. Varolan istikrarsızlık unsurları, siyasal alanda burjuvaziyi bölen faktörler giderilemediği gibi, eskilere yenileri de eklenmiştir. Özal sorunu çözülememiş, muhafazakâr-faşist ve liberal-sosyal demokrat cenahta birer parti ve dolayısıyla “iktidar-majestelerinin muhalefeti'” hedefine ulaşılamamış, üstelik bir de şeriatçı-faşist ittifakı ve SHP’nin Kürt oyları ve milletvekilleri sorunu doğmuştur.
Ama artan istikrarsızlık unsurlarına rağmen, oyları burjuva düzenin aldığı da bir gerçektir. Emekçi kitleler, gönülsüzce ve hatla burjuva partilerine küfür ederek de olsa, onlar tarafından bir kez daha aldatılıp “oy deposu” olarak kullanılmayı kabullenmişler; burjuvazinin kendi açısından onarmayı ve istikrarsızlığını gidermeyi esasta başaramadığı düzenin dışarıdan ve cepheden yöneltilecek saldırılarla zayıflatılmasına zemin oluşturamamışlardır. Burjuva düzen ve diktatörlük, onun siyasal partileri, emekçilere, bir kez daha emekçilerden aldıkları oyları silah olarak kullanarak saldıracaktır. Proletarya ve emekçiler açısından asıl sorun buradadır; yoksa burjuvazinin koalisyona mahkum kalması değil. “Baba” ya da “ana”nın güçlenip zayıflamış olması hiç değil.
İşçi ve emekçi kitleler parlamento ve düzen partilerinden kopup uzaklaşma eğiliminde olduklarını, burjuva partilerin seçim kampanyaları ve oy atmaya ilişkin belirgin ilgisizlikleri, şişirilmiş bir “umut”un peşinden koşma yerine oylarını kerhen kullanmaları ve komünist propagandaya açıklıkları gibi göstergelerle bir kez daha açığa vurdular. Ancak komünist ve devrimcilerin henüz güçlüce bir alternatif oluşturamamaları, burjuva ideolojik aygıtların (TV, basın gibi) güçlü afyonlayıcı bombardımanı ve parlamento ve düzen partilerinden kopuşun kendiliğindenliği ve henüz bilinçli bir ifadeye bürünememesi gibi nedenlerle, oylarını yine burjuva partileri arasında dağıttılar. “Oyların boşa gitmemesi”, “sağa yaramaması” vb. gerekçeler, bir yandan komünist propagandaya açık olma ve bir yandan da hala burjuva afyonlamanın etkisi altında kalmaya devam etme gibi bir dönemeç noktasında olan (ya da hızla bu noktaya gelmekte olan) işçi ve emekçilerin oylarının yönünü belirlemelerinde etken oldu.
Emekçiler, şimdi komünist propagandanın gerçekleri yansıttığını yaşayarak görecekler. Şimdiden görmeye başladılar. Emekçilerin önemli miktarda oyunu alabilen SHP’nin Belediyeleri, seçimin hemen ardından Kartal-Gülsuyu, Avcılar-Parseller ve Esenyurt’ta hızla gecekondu yıkımına yöneldi. Kızgınlık dışa vurulmaya başlandı. Polis, direnen Güneş gazetesi emekçilerinin çadırını yıkmak için de seçimin yapılmasını bekliyordu.
SHP yaptıkları ve yapmadıklarının doğal sonucu olarak oylarını önemli ölçüde yitirerek ana muhalefet olmayı bile başaramazken, örneğin DYP’den bir farkı olmadığını ilan etmek üzere, hemen onunla koalisyon sevdasına düştü. Demire” SHP ile koalisyonu tercih ettiğini, çünkü iki partinin programları arasında büyük bir benzerlik olduğunu söylemekten çekinmiyor. Doğrudur, aslında DYP ile SHP, sicimi tek parti olarak kazanmış gibi kolaylıkla ortak hükümet kurabilecek konumdalar. SHP’nin seçim sonuçlarıyla birlikte hemen “iktidar” telaşına düşme yüzsüzlüğü ve önemlisi, bu “iktidar”da “sandıkta açan güller”in Demirel’in kanlı elleriyle ortaklaşa derilecek olması, kuşkusuz SHP’ne oy veren emekçiler tarafından değerlendirilecektir. Ve emekçiler, İnönü ve SHP’sinin, büyük olasılıkla faşist Demirel’le kuracağı hükümet aracılığıyla, zamcılığı ve zulümcülüğü yanı sıra solculuk ve ilericilikle bir ilgisi olmadığını da yaşayarak görecek ve hayaller yerine gerçeklerin peşine düşme yoluna gireceklerdir. DSP’yi yıpratmak amacıyla ona faşistlik suçlamasında bulunan SHP’nin faşist Demirel’le birleşmeme ve 12 Eylül’le mücadele yoluna girmesini boşuna beklemek ve onu yargılamak emekçilere düşen bir iş olacak ve henüz bilince çıkarılamayanlar yaşanarak öğrenilecektir. DSP’nin faşizm yardakçılığının bugünden görülmeye başlanması ise daha ileri bir adımdır.
Demirel’in propagandası, kendisinin yeterli bir süre içerisinde Türkiye’yi kurtaracağı ve güneşin “21 Ekim sabahı yepyeni bir Türkiye” üzerinde doğacağı temeli üzerine oturmaktaydı. Oysa onun “yeni Türkiye”leri önceden de, örneğin 14 Ekim 1969 sabahı da görülmüştü. Başka iddiaları da vardı: “herkese ev-araba”, yani iki anahtar, yeşil kart ve tütüne her partiden 5 bin lira fazla fiyat verecekti. Ve bir de özgürlük ve demokrasi.. Hem de birilerinden hesap sormayı kapsayarak. Demirel, partisini, emekçilerin ekonomik ve siyasal acil taleplerini sosyal demokratlardan daha iyi istismar ederek birinci parti yaptı. Seçim sonrası ise bu vaatlerin tümü geri alındı. Neden, koalisyonla vaatlerin gerçekleşemeyeceğiydi. Ne anahtar, ne hesap ve ne de enflasyonun önlenmesi ve ülkenin kurtarılması!.. Özgürlük vaadi ise, döndü dolaştı İstanbul’a 100 bin polis ve ulusal özgürlük talebinin kana boğulması için saldırının şiddetlendirilmesine dönüşlü. Deniz’lerin katili bu kan içici faşist iki gün içinde yüzünü bir kez daha açığa vuruyordu: özgürlük yerine polis ve kan! Ve zamlara, düşük ücret ve yüksek fiyatlara devam…
ANAP, emperyalistler ve burjuvazinin DYP ile koalisyon baskılarına direnerek kendisini muhalefette toparlamayı hedef edindi. O da özgürlük ve akılcı görünüşlü ekonomik vaatlerle bir bölüm emekçi oyunu almayı becermişti. Şimdi muhalefette “demokrasi” şampiyonluğunu Demirel’den M. Yılmaz devralacaktır. Bu seçim ANAP-DYP çekişmesine ve hangisinin burjuvazinin has partisi olduğunun belirlenmesine çözüm getirememiş oluyor. Burjuvazinin siyasal hesaplaşma ve istikrarsızlığı, bu kez ANAP’ın DYP’yi emekçilerin taleplerine sahip çıkma görüntüsü altında yıpratmaya çalışması zemininde sürecektir. Ama artık emekçilerin muhalefetle olan burjuva partilerinin istismarına karnının doyduğu/hızla doymakta olduğu açık belirtileriyle görülüyor. SHP’nin üçüncü parti olmaya itilmesiyle, Demirel’in olanca göz boyayıcılığına karşın tek başına hükümet kuracak gücü bulamaması ve emekçilerin devrimci komünist propagandaya açık olması, hele ulusal özgürlük talebinin olanca yüksekliği emekçi kitlelerin düzene ve partilerine gönülsüzce bel bağlamaktan da kurtulmaya yöneldiğinin göstergeleri olarak belirtilmelidir.
Durumun burjuvazi açısından bu vahameti, hemen istisnasız tüm burjuva partilerini özgürlükçü-demokrat, sosyal adaletçi görünmeye ve hatta sol söylemle propaganda yapmaya illi, itiyor. Görünüşe kanılacak olursa, Demirel’den demokratı ve Refah’tan çok düzen karşıtı ve sosyal adaletçi yoktu. Refah, yanı sıra anti-emperyalist görüntü de vermeye özen gösterdi. Üstelik bu peçeci-türbancı parti reklâmlarında başı açık kadın manken bile kullandı ortalama seçmeni kazanmak için.
Bu durum, SHP, DSP ve SP’yi sol sayıp geçen seçime göre oy yitirmelerine bakarak, Türkiye’de -dünyadakine paralel- bir sağ rüzgârın esmekte olduğu şeklindeki görüşlerin ve karamsarlığın gerçekçi olmadığını göstermektedir. Burjuva partiler sol karşıtlığıyla değil, görünüşte sol edebiyat yaparak, ya da onu dışlamayarak oy topladılar. Türkiye’nin sağa falan kaydığı yoktur. Tersine genel bir sola kayıştan söz etmek doğrudur ve giderek güç kazanan devrim ve sosyalizmdir. Dinsel inanışlar örneğin ancak görünüşte düzen karşıtı bir propagandayla birlikte emekçiler üzerinde belirli bir etki yapabilmektedir. Seçim sonuçları, bir kez daha düzen ve burjuva partilerden kopuşun devrim ve komünizme sağladığı dev olanakların göstergesi olmuştur. Yapılacak olan, erken seçimin amacını oluşturan sermaye ve faşizmin işçi ve emekçilere yöneltmeyi tasarladığı işçi kıyımlı, grev ve direniş kırıcı, özgürlükleri çiğneyici, ulusal özgürlük talebini kana boğucu, kemer sıkmalı, zamlı-zulümlü saldırıyı kitlesel olarak göğüsleyip püskürtme mücadelesi içinde bu olanakları somut gerçeklere dönüştürmektir.
Kasım 1991