Engin Egeli ve 14 Şubat ‘80 Dersim direnişinde vuruşarak düşen Hüseyin Demir (Komur) ve tüm dört mevsim bahar olanlara…
Özgürlük, zorunluluğun bilinci ise, özgür birey, bilinçli etkinlik sürecini gereksinir. Varolan koşullarda, zorunluluk, statükoyu parçalayıp yıkmanın bilinci ve pratiğidir. Bilinçli etkinlik, buna yönelik “eylemli eleştiri”dir. Kolektiviteyle taçlanan eylemli eleştiri, toplumsal bir karakter kazanır, tarihselleşir.
Çizdiğimiz bu özet çerçeve, kapitalizm koşullarında, tüm burjuva egemenlik biçimlerinin, sosyal tabanını oluşturmuş olup, egemen sınıf değerlerince yoğrulmuş “statük-insan” ile “eylemli eleştiri”yle karakterize olmuş, zorunluluğun bilincindeki, devrimci/sosyalist insan arasındaki, yol ayrımı içerikli mesafeyi gerçek anlamda, “insanlaşma” düzeyi mesafesini de açıklar.
Sözler vardır. Belli zamanlarda hükümsüz kalır, çaresizdirler. Laf külçesi olmaktan öte anlam taşımazlar. Bir burjuvaya, “artı-değerden vazgeç!” demek gibi. Mümkün değildir, kendisinin ifadesidir yadsınması islenilen zira.
Bunun gibi, aynı çaresizlik, zorunluluğun bilincinde, eylemli eleştiriye sahip devrimciye yönelik telaffuz edildiğinde, “Stop” sözcüğü içinde geçerli değil midir?
“Yaşam gerçeğine Stop denilmez Sevgili” (Y.Güney)
Anlam aramalı insan. Anlam kaybı insanın da kaybıdır. Yaşamına anlam kazandıran ‘eylemli eleştiri’sine, Stop demek, ölmek değil midir gerçekte? “Kuşku ve ret çağı” değildir Devrimci için. Baskının, sürgünün, öldürümün bittiği yerdir belki ama devrimcinin de ölümüdür Stop!
* * *
Bir sonsuz akıştır tarih. Mantığı ve de hedefi vardır. ‘Sonsuz akış’ın varacağı yerdir, gidenlerin, o güzel insanların aşkları. Gidenler; onlar ki, şairlerin mısralarında “güneşe gömülmüşlerdir, “güneşi içenlerin türkü”lerindedirler ki onlar, “evlerinde bekleyenlerin gözyaşlarını, bir zincir gibi boyunlarında” taşımayanlardır… “Sararıp dökülmeden önce/ kızaran yapraklar ki onlar”, “tarihin delişmen özneleridirler. Şaire “aşkolsun” dedirtenlerdir, “Bıçkılanmış dal gibi ayrı” düştüklerimiz…
“Onlar ölmediler”. Ama heyhat! … Şaha kalkmış, doludizgin atlarıyla, erken ufuklara varışlarının hüzünlü yükü, omuzlarımızda değil midir yine de?
Çoğu zaman, hüzün, yitirmişlikle özdeş, onun ardılıdır. Yitirilenler taşır hüznü ve ılık bir buruklukla dolar taşar yoldaş yüreği.
“Sen de bir zarurettin/ geldin/ yükseldin/ ve düştün/ Düşmemek için dövüştün/ Dövüştün fakat…”
Zorunluluktur dövüşmek devrimci için. Dövüşerek düşmek ise gündemindeki daim-olasılık. Gitmek, gidivermek, bu gök-ekinden ayrılıvermek… Bu ‘sürekli-olasılık’, hedefe daha da yaklaştırıp tarihi, özlem de bırakıyor yol arkadaşlarına.
Yitirilenlerin, ‘sonsuz akış’ın hedefe ulaşmasının coşkun tadını yu durulamalarının mutlak olanaksızlığındandır hüzün. Bu, acıdır. Yıldönümlerinde bu acıyı da yaşamamak mümkün mü? Yani, hedefe, onunla/ onlarla da ulaşabilmenin hedefi yaşabilmenin hiçbir zaman mümkün olamaması: “Sırtımızda anıların heybesi ve ayrılıklar/ ne zamandır yetmiyor artık son gülüşlerin sohbeti”
Her şey gibi, hüzün de geçicidir. Hiçbir şeyin, aynı kalamayacağı gibi. Hüzün bilince akar, bilinç hüznü açıklar. ‘Gelecek’, dehşet güzelliğini, yakıcı çekiciliğini dayatır. Hüznün burukluğu, bilincin coşkusuna bırakır yerini.
“Güzel insan, bireysel gelişkinliğiyle, tarih bilincini mücadele içinde kaynaştırabilen (…) bir tür ‘artı-değer’ üreticisidir. (…) (ürettiğini) çeşitli alanlarda realize etmesi, bir ‘kolektivite’yi ön gerektiriyor”.
‘Güzel insan’ın tarihi geleceği ‘Yeni insan’ oluyor. ‘Yeni insan’ yaşatabilmek, ‘güzel insan’/ların bilinçli etkinliklerini gereksiniyor, oradan geçiyor.
Bu bilinçli etkinlik, ‘şiddet’le örülmüş sınıf ilişkileriyle, burjuva toplumunda, “eleştiri silahından, silahların eleştirisine” diyalektiği ile açıklanabilir, açıklanmalıdır. Bahsettiğimiz o ‘sürekli-olasılık’, bu diyalektiğin yakıcı sonuçlarındandır işle. “Dövüşenler Konuşacak” şiarını “Dövüşenler Konuşur”a çevirebilmek, tüm sonuçlarıyla birlikte bu diyalektik süreçten geçmeyi /orunlu kılıyor. Öldürümler, katliamlar, ayrılışlar, acılar…
Ne diyor R.Luxemburg: “(…) Hepimizin yaşamda yitirdiklerimize ilişkin uzun bir listesi var (…) “Niye?’ diye bir kavram asla olamaz. Dünyada niye varlar kelebekler, çiçekler? (…) ne kadar canavarlaşırsa her gün olanlar, daha ölçülü, daha sarsılmaz olmak gerekiyor, İnsan, bir elemente karşı, bir güneş tutulmasına karşı ahlaki değerlerini kullanmadığı gibi. Zira bunları, salt birer ol-gu; araştırmanın konusu ve bilgisi olarak görmemiz gerekiyor. Dönüşüm kaçınılmaz ama, görünen o ki, biz önce, insana en azgın acılar taşıyan bir dönemden geçmek zorundayız”.
* * *
Doğa, ölümü, doğurganlığın bittiği noktayla kesiştirir. Çünkü bundan sonra, bir vücudu iyi durumda korumanın evrimsel açıdan hiçbir yararı yoktur. Bilinçli etkinlik sahibi insan, fizyolojik ölüm bakımından bunun dışındadır. Fakat bir diğer açıdan, insan için de geçerli oluyor. Doğurganlık üretmektir, üretmek değiştirmektir, müdahaledir. Aksi ölümdür. Yaşamı, yalnızca, biyoloji ve fizyolojik aktivite edimlerinin toplamı olarak algılayan için, yaşadığı ölümdür, ya da yaşam ölüleştirilmiştir. Bunun içindir ki, yaşanmış bir hayatın ne kadar sürdüğü değildir önemli olan. Nelerle tarif ettiğin, nasıl anlamlandırdığında. Yoğunluğunca yaşanmış, kısacık bir aşkın, bin yıl sürmüş bir ‘memur-evlilik’ten daha yeğ tutulması gerektiği gibi.
“Hayat, sadece hayatta kalmanın aracı değildir” devrimci için. Devrimci bir ‘varolan’ karşıtıdır. Yaşamın sıçramasıdır devrim. Ölümü de sıçramadır devrimcinin. Ölümün sıçramasıdır. Evet, ölürken devrimci, ölümün statük anlamı, yani ‘yok oluş’u devirmiş, en uygun deyimle, ölümü yaşama sıçratmıştır. Ölümü de devrimcileştirmiştir bu anlamda. Bundandır ölümsüzlüğü…
“Ve zamanın rahminde coşkun bir hayata dönüşecek ölüm”.
Vuruşup düşmelerin damgaladığı, ateş yüreklerin seslenişidir duyduklarımız. Nice yürekler susar ve biz unutmayanlar, hatırlarız bir Şubat günü: Yitirişin sabırsız acısıyla, sarı kâğıtlara geçmiş yasak bildirilerini kolektifin… “…Yoldaş ölümsüzdür” diyen son sözleri yalar gözlerimizi.
Şubat… Dinleyin: Yoldaş Ölümsüzdür, Bir Yaş Daha Aldıkça PARTİ…
Şubat 1992