Paşabahçe direnişinin 9. gününde Türk-İş ağalarının, sendika şubelerinin baskısıyla yapmak zorunda kaldıkları basın toplantısı, tam bir ihanet politikasının aleti durumuna getirildi. Türk-İş 1. Bölge temsilcisi Faruk Büyükkucak, aylardır süren ve yüz binlere varan işçi atılmalarına ses çıkarmazken, işçi sınıfının direnişi karşısında paçaları tutuşup, hızla gelişen muhalefeti engelleme gayretiyle, kökleri çok eskiye dayanan, günümüzde ise popüler yapılmaya çalışılan sözde yeni bir yöntem ortaya attı! “İşçinin işletmenin yönetimine katılması.”
Örnek aldığı uygulama Avrupa sendikacılığı ve özellikle Alman sendikalarında işçilerin işyeri yönetimine katılması. Böylece hem iş barışı, hem de işyerlerinin kolayca batmaması sağlanacakmış!… Eğer sendika yöneticileri yönetime katılırlarsa, işyerinin gerçek durumunu bilecekler, işçinin atılıp atılmamasına karar verecekler. Eğer, işyeri batıyorsa, işçiler patronlarıyla el ele verip, işyerini kurtarmaya çalışacak, gerekirse hiçbir fedakârlıktan kaçınmayıp, işten gönüllü ayrılacaklar! Veya ücret almadan (ya da ücretten fedakarlık ederek) patron için çalışacaklar!.. İş barışı sağlanmış olacak ve sosyal patlamaların önü alınmış olacak! Bunları söylüyor basın toplantısında Bay Faruk Büyükkucak. Ne büyük bir gaf ve ne boş bir hayal!
Türk-İş yöneticileri, tekelci sermayenin hayâsız yöneticileri ile kafa kafaya verip kapitalist sistemin can çekişmesine engel olmak, bir süre daha devamını sağlamak için kafa yoruyor. Türk-İş, işçi kıyımını önlemek için elindeki hazır yüz binlerce işçinin mücadele gücünü seferber etmek yerine, AT ülkeleri sendikacılığın bulduğu çarelere sığınıyor. “Avrupa iş konseyleri” benzeri modeli savunuyor. Sınıf işbirliği çerçevesinde, patronlarla birlikte hazırladıkları işçi kıyımı planlarını gizlemek için “İş konseyleri”ni öne sürüyor. Bir yandan işçileri oyalamaya çalışıyor, bir yandan da sınıf işbirlikçisi politikalarının tabanda yayılmasına çalışıyor Türk-İş ağaları. Bunun başarılması için hükümet, partiler, işverenler ve sendikaların “demokratik toplumsal bir mutabakat” içinde işçi sorunlarına çözüm bulmaları gerektiği çağrısı yapılıyor.
Bugün Türk-İş’in 5’inci ilkesi olan; “sınıf ayrılıklarının derinleşmesine ve sınıf çatışmalarına yol açabilecek sebepleri ortadan kaldırmayı amaç alan ve sınıflar arasında denge, barış ve kaynaşma sağlayan bir politika izleyecektir.” biçiminde formüle edilen amaçlarına ulaşmak için öne sürdüğü “iş konseyleri” nasıl oluşturulacaktır? Sendikanın işyeri temsilcileri, sendika yöneticisi ve işveren temsilcisi üçgeni ile, toplu sözleşme dönemlerinde işyerinin kârını, zararını, amortisman giderlerini, emeğin verimliliğini, elde edilen kardan ne miktarının işçiye verileceğini, üretimin artışını (kalite artışı) ve hangi alana yoğunlaştırılacağını kararlaştıracaklar! Bu şekilde işçi yönetime katılmış olacak! Patron ve İş konseyi ücretlerin ne kadar artırılacağını, hangi işçilerin işten atılacağını da karara bağlayacak. Böylece işçi, kendisini değil, işverene nasıl daha fazla kar sağlayacağını düşünecek. Kendisi için değil işveren için çalışacak. Ya da işveren için çalıştığında kendisi için çalıştığını sanacak. Ayrıca, üretime yabancılaşmasının getireceği iş verimindeki azalma ve işe yabancılaşmanın etkileri de azaltılmış olacak. Çıkarlarının bilincinde sınıf olmaktan uzaklaşıp kapitalist sınıfın ve sistemin ebedi olarak parçası olması için çaba harcayacak. Son tahlilde proleter sınıf, “tarihi ilerleten yegâne güç” olmaktan uzaklaşarak tüm toplumsal görevleri ve işlevine yabancılaşacak. Kardan alacağı ufak kırıntılar uğruna karın artmasından başka bir şey düşünemez hale gelecek.
Paşabahçe direnişinin son günü, basına bir açıklama yapan Kristal-İş Genel başkanı İbrahim Eren, direnen Paşabahçe işçilerinin gücünü görmezden gelerek, “demokratik toplumsal bir mutabakata dayanmayan çözümler iflas etmiştir, iflas etmeye mahkûmdur” diyerek, ancak sınıf işbirlikçilerinde görülecek bir utanmazlık sergilemiştir. Oysa asıl iflas eden sınıf uzlaşmacılığı tavrı ile, işveren yanlısı tutumuyla, Türk-İş Sendikacılığının kendisidir. Çünkü Paşabahçe işçisi kazandıysa uzlaşmacılığı ile değil mücadele ettiği için kazandı; Türk-İş ve Kristal-İş ağalarının çizgisinden uzaklaşıp mücadeleci bir çizgiye yaklaştığı için kazandı. Paşabahçe işçileri ve Beykoz’un kadın erkek tüm işçi ve emekçileri direndi. İstanbul işçileri, sendikaların engellerine karşın Paşabahçe işçilerine güç ve moral verdi. Paşabahçe’ye kazandıran bunlardı. Yoksa “demokratik mutabakat” değil.
Kapitalistler ve uzantıları sendika bürokratları, Türkiye işçi sınıfının yükselen mücadelesi karşısında etekleri tutuşmakta ve yeni uzlaşma modelleri aramaya, sınıfın eylemini, ekonomik alanla sınırlı bile olsa, önünü kesmeye çalışmaktadır. Önerdikleri toplumsal mutabakat sağlayacak olan “sendikaların (ya da işçilerin) işletmelerin yönetimine katılması” teorileri Türkiye işçi sınıfının mücadelesini engellemeye ne derece başarılı olabilecektir, önümüzdeki süreçte göreceğiz.
Kapitalist işletmelerde “yönetime katılma”nın tarihsel kökleri
Marks öncesi ütopik sosyalistler, başta Owen daha sonra Proudhon ve L. Blanc, toplumda huzur ve barış sağlamak amacıyla üretim faaliyetine katılan işçi (proleter)’nin üretim, kâr, iş verimliliği, vs. gibi yönetimine de katılması durumunda, emek verimliliğin arttırılacağını, işçinin ürettiği mala ve işe yabancılaşmasının önleneceğini, böylece hem kârın artması, hem de iş barışının ve toplumsal barışın sağlanacağını iddia ettiler. Owen, “Ahenk Köyleri” adını verdiği bölgesel uygulamada, L. Blanc ise hükümette yer alarak denemeye kalktığı kendi tezinde, başarısızlığa uğrayarak bu yöntemlerin tarihsel zıtlıkları uzlaştırmadaki yetersizliğini gördü.
Marks ise, burjuvazi ile proletarya arasındaki uzlaşmaz çelişkinin, işçi sınıfının, üretim araçlarının tümüne ve devlete, zorla el koyması ve sınıfları giderek ortadan kaldırması ile çözülebileceğini ortaya koydu. Marks’ın önermesi, Lenin ve Stalin tarafından ilk kez Rusya’da uygulandı ve pratik olarak doğrulandı daha sonra Enver Hoca’nın, Arnavutluk deneyimi sınıfsız topluma giden yolda önemli kazanımlar sağladı. İş verimliliği tarihte hiçbir dönemde görülmediği kadar arttı ekonomik kriz yok edildi, iş saatleri azaltıldı. Sosyal hizmetler tüm topluma ücretsiz sağlandı, v.s.
Tito, Yugoslavya’da uyguladığı, Marksizm’in revize edilmiş hali ile öz yönetim modeli uygulaması, Marks öncesi ütopik sosyalistlerin düştüğü yanılgıyı ve başarısızlığı tekrarladı. Stalin sonrası Kruşçevcilik ise kapitalist-emperyalist sisteme eklemlenme deneyini yaşadı.
Emperyalist – kapitalist sistem, SSCB’nin de eklenmesiyle, sürekli bir kriz içindedir. Bunun tüm yükünü ise, işçi ve emekçi sınıfların çektiği ortadadır.
Sosyal barış adı altında halka ve işçi sınıfına her gün saldıran polis, çevik kuvvet, asker gücü karşısında işçi sınıfının mücadele örgütlerine yeni darbeleri indirmenin hesabını yapan diktatörlük, Türk-İş yöneticilerinin yardımıyla da işçi sınıfının sendikal mücadelesine yeni bir darbe indirmeye hazırlanıyor. İşçilerin kapitalist işletmelerin yönetimine katılarak bütün sorunlarının çözümleneceğini iddia ediyor. İşçi sınıfının çalışma koşullarının iyileşmesi için tek tek kapitalistlere karşı verdiği mücadeleyi bile engellemeye çalışıyorlar.
Kapitalist işletmelerde “yönetime katılma”da bir model
Türk-İş’in çok özendiği Avrupa tipi sendikacılığa ve işletmelerin yönetimine katılınmasına Fransa’dan bir örnek verelim: (yönetime katılmanın yasalaşması, ilk kez, 1945’de “ikili iktidar”ın -işçi ve burjuva iktidarı- var olduğu koşullarda devrimci bir tarzda gerçekleşmiştir. Ama sonraki yıllarda reformculuğun ve Euro-komünizmin bir dayanağı olarak 1966’da yeniden düzenlenmiştir.
18 Haziran 1966 tarihli yasada: En az elli ücretli çalıştıran bütün işyerlerinde bir işyeri komitesi bulunması gerekmektedir. İşyeri komitesi şu üyelerden oluşur: İşletme Şefinin kendisi ya da bir temsilcisi, işletme personeli tarafından seçilmiş delegeler (Sayılan: 50 ücretli için 2, 75 ücretli için 3, 100 ücretli için 4, 500 ücretli için 5,1000 ücretli için 6 ve yedek üyeler) içinde değişik kısımları bulunan işletmelerde, ayrı işyeri komiteleri gibi kurumun komiteleri oluşturulur. Anonim şirketlerin yöneticileri, yıllık hesabı sunmadan önce, yıllık bilânço, kâr ve zarar hesabı gibi temel belgeleri işyeri komitesinin incelemesine sunmakla yükümlüdürler. Ayrıca, patron her üç ayda bir komiteye üretim, istihdam, sipariş hacmi ve işletmenin piyasası hakkında bilgi verecektir. Ücretlerdeki artış ve çalışanların sayısını azaltma konusunda da komiteye bilgi verecektir. Komitenin bu tasarıları hakkındaki düşüncelerini de iş müfettişine iletmek zorundadır. Komiteler, ücretli izin dönemi saptaması, işten toplu ya da tek tek işten çıkarma koşulları, iş yerini genişletme, yardımlaşma sandığı, lojman, bahçe, tatil, spor, kitaplık, çırak ve işçi eğitimi gibi iş yerini ilgilendiren tüm konularda günümüzde başvurulan bir kurumdur.
Ama tüm bu görev ve yükümlülüklerine karşın karar veren yegâne merci yine patrondur.
Burada yönetime gerçekten katılma diye bir şey yok. Alınan kararlarda söz hakkı yok. Sadece göstermelik bir biçimde yönetimin nasıl olacağı konusunda patrona yardımcı konumda olmak ve danışma merkezi gibi çalışan göstermelik bir mekanizma.
Buna karşın, bu “yönetime katılma mekanizmasının” işçi sınıfının büyük bir kısmını sendikal mücadeleden ve siyasal mücadeleden soğutan ve sendikaları artık gereksiz bulan, pasif ılımlı, burjuvaziye baş kaldırmayan bir sürü haine getirmede oldukça başarılı olduğu kesin.
Fransa’da kapitalist işletmelerin yönetimine işçilerin müdahale etmelerinin tarihi epeyce eski. Örneğin 1848 Devrimi şuasında işçiler kapitalist işletmelerin yönetimine müdahale ediyorlar, devrimin yenilgisiyle bu durum son buluyor. Paris Komünü zaten kapitalist işletmelere el koyarak her şeyi kökten çözmeye yönelme eylemi. 1938’da, Halk Cephesi hükümeti döneminde işçilerin kapitalist işletmeleri işgal etmesi, yönetimlerine bütünüyle el koyması (ama sonradan burjuvaziyle varılan bir uzlaşma sonucu işletmelerde ortak yönetimlerin kurulması) ve nihayet 2. Dünya Savaşı sonrasında, kapitalistlerin egemenliklerinin sınırlanmasının aracı olarak kapitalist işletmelerin yönetimlerine ortak olunması var. Bütün bu sözü edilen “yönetime ortak olma” eylemleri, sınıf mücadelesinin belirli bir gelişme aşamasında, burjuvazinin egemenliğini sınırlamak, onun ekonomi üstündeki tekelini kırmaya, aynı anlama gelmek üzere mücadeleyi bir üst aşamaya sıçratmaya yönelik girişimlerdir.
Bugün ise, işçi sınıfını pasifleştirici ve tarihsel görevlerinden alıkoyucu bir fonksiyon haline gelmiştir.
Çünkü bugün Avrupa’daki uygulama şunu gösteriyor: sendika yönetimleri, İş Konseyleri veya Komitelerinin üyeleri, işverenle aynı masaya oturduklarında, işçinin değil işverenin ve devletin çıkarlarını gözetmek zorunda bırakılmaktadır. Çünkü burjuva ideolojisinin etkisi altındaki işçiler proleter siyasetten uzak, kendi çıkarını düşünen kişilerdir. Bu durum temsilcileri, burjuvaların baştan çıkarmasını kolaylaştırmakta, bazen tehditle, bazen parayla satın alarak (çoğu zamanda bunların hiç birine gerek kalmadan ideolojik ve siyasi olarak patron savunucularını temsilci seçtirerek) patronlar bu konsey ve komitelerle istedikleri kadar oynamaktadır. Bugün bu uygulamaların en yaygın olduğu Fransa ve Almanya’da bu durumun tersine örneklere pek nadiren rastlanmakta olup, bu halde bile patron ortaya çıkan sorunu kendi lehine çözmenin bir yolunu bulmaktadır. Kısacası, işçilerin kapitalist işletmelerin yönetimine katılması, devrimci yükseliş, ya da geçiş dönemlerinde sınıf mücadelesinin ileri atılımı için ne kadar etkin bir destek oluyorsa, olağan zamanlarda da mücadeleye o ölçüde köstek olmakta, işçinin kapitalist sistemle bütünleşmesinin bir aracı durumuna gelmektedir.
Ülkemizde, Türk-İş’in yeniden motive etmeye çalıştığı “yönetime katılma modeli”, kendisini aşan ve engellemeye olanak bulamadığı sınıf mücadelesinin önüne geçmenin bir yolu olarak dayatılıyor. İşçi sınıfı mücadelesini tasfiyeye, etkisizleştirmeye çalışıyor. Tekelleşmenin hızlanması, aşırı kar elde etmenin ve bu aşırı karı fazla sıkıntıya düşmeden arttırmanın bir yöntemi, sömürüyü dizginsizce arttırmanın bir çaresi olarak ele alınıyor. Basında Japon modeli sendikacılık olarak propagandası yapılan ve Türk-İş içerisinde de yaygınlaştırılmaya çalışılan bu yöntemin, “Avrupa Birliğine (1992) doğru giden Almanya’da” iş barışının, ekonomik kalkınmanın temel taşı olarak propaganda ediliyor. Bu propagandanın açıkça, işçi düşmanlığının daha oturmuş bir pratiğini gördüğümüz Almanya’yı örnek göstermesi boşuna değil, Almanya, emperyalist dünyanın liderliğine oynar bir konumda olması, Doğu-Batı Almanya’nın birleşmesinin yol açtığı kriz döneminin sonucu olan geniş işçi atılmalarına karşı bu yöntemin başarıyla uygulandığı söylenebilir. Son aylarda Alman çelik ve metal sanayi tekellerinin, iş yeri temsilciliklerinin onayıyla yüzlerce işçiyi kapı dışarı etmesine rağmen işçi temsilci (İş konseyinin) ve tabi sendikaların hiç bir tepkisi olmamıştır. Bu tepkisizliğin en önemli dayanağı olarak “işçilerin yönetime katılması” tezgâhını kullanan sendikaların marifeti olduğu söylenebilir. Siemens fabrikalarından geçen ay atılan, çoğunu yabancı işçilerin oluşturduğu 500 işçi için DGB’nin (Alman Sendikalar Birliği) hiçbir müdahalesi olmamıştır. DGB ve İş Konseyleri, çeşitli fabrikalardan atılan yüzlerce (Alman ve yabancı) işçi için kılını bile kıpırdatmadığı halde, şovenist kışkırtmalar ve bizzat ileri işçileri işverene ihbar ederek işçi kıyımına neden olan tutum içindedir. Fabrika işçilerinin çoğunluğu sendikalarına güvenmiyor ve cesaret edip gidemiyorlar bile. İş Konseyleri ise, sendikalardan bile beter. Bizim sendika ağalarının polis ve işverenlerle yaptığı işbirliği orada da fazlasıyla geçerli, işveren tarafından satın alınmış işçilerin yönetime katılmak şöyle dursun sendikalaşmaya çalışması bile atılma nedeni olarak konsey tarafından peşinen kabul ediliyor.. Zaten konseye üye işyeri temsilcileri patronun adamları olarak biliniyor. Berlin’den ülkemize gelen Türkiyeli işçiler, Doğu Alman işçilerinin “pespaye” ücretlere razı olduklarının, bu nedenle Alman tekellerinin diğer yabancı işçileri atıp yerlerine azami sömürüye maruz kaldıkları halde uysal olmaya devam eden, Doğu Alman işçilerini tercih ettiklerini söylüyorlar.
Tekellerin kar hırsına karşı, savunmasız ve uyuşturulmuş, hatta tamamen makinenin iyi çalışan bir parçası haline getirilmiş yeni robot insan modeli, yeni dünyaya sosyal barış, toplumsal barış sağlamanın örneği olarak sunuluyor.
Türk-İş ağalarına, konuya ilişkin bazı sorular:
Diyelim ki; işçiler kapitalist işletmelerin yönetimine katıldılar ve kapitalistin verdiği rakamlara göre işletmenin ekonomik durumunu “inceleyip” karar verecekler! Bu olanaklı mıdır? Bu soruya yanıt vermeden önce şu sorulara yanıt vermelidirler:
1) DİE Başkam, “Türkiye’de kaç tane holding vardır?” sorusuna, “Belli değil” diyerek cevap veriyor. Devlet ye hükümet görevlileri bile, holdinglerin sayısını bilemez, mali durumunu kontrol edemezken, tekellerin, dünyanın hangi bankasında “sırdaş” veya değişik adlarla açılmış hesaplarını takip edemezken, Türk-İş yöneticileri, bu işi nasıl başaracaklar? Japon modeli sendikacılık bu durumu, muhasebe müdürünü de sendika üyesi yaparak çözdüğünü iddia etmektedir. Ama muhasebe müdürünün bütün bu bilgileri bildiği varsayılsa bile kapitalizm koşullarında sendikaya mı, yoksa kapitaliste mi daha yakın olduğunu bilmek için kahin olmaya gerek yoktur.
2-İşverenlerin veya İşveren sendikalarının uluslararası ün yapmış mali müşavirleri ile kar zarar hesabı yapmaya oturan Türk-İş mali uzmanları arasındaki rekabet için ödenecek meblağ kimin sırtından çıkacak? Paranın her şeyi satın aldığı koşullarda, Türk-İş’in mali uzmanlarının, (başkanlarının bile satın alındığı koşullarda) satın alınması nasıl önlenecek?
3-Asıl önemli olan, Türk-İş yöneticileri, Türkiye işçi sınıfının çıkarlarını gerçekten gözeten bir tutum içinde midir?
Bırakalım işin ideolojik yanını, Türk-İş ağalan sorunun bu teknik ve niyet yanına bile çözüm bulamazlar. Burada denebilir ki; zaten Türk-İş ağalarının kapitalist işletmeleri denetlemek gibi bir sorunu yok, onlar sadece işçi kıyımı ve diğer çözemedikleri sorunlar karşısında topu başka yerlere atarak vakit kazanmaya çalışıyor. Galiba Tük-İş’in asıl gerçeği de bu olsa gerek.
EK:
KAPİTALİST İŞLETMELERDE “İŞÇİ DENETİMİ”NİN BAZI İPUÇLARI
Türk büyük burjuvazisinin titizlikle üstünde durduğu konuların en başında, işletmenin yönetiminde sendika ya da işçilerin söz sahibi olmaması. Bunu çağrıştıracak en sıradan talepler bile tepkiyle karşılanıyor. “Mademki işletme benim, benden başka Kimsenin sözü geçmemeli” anlayışı tüm davranışlarına yön veriyor.
Öte yandan sendikacılarımız, Batı Avrupa ve Japonya’da, “İş Konseyleri”, “Kalite Çemberleri” ve sendikalar aracılığı ile kapitalist işletmelerin “yönetimine katılmaları”ndan övgüyle söz ederek, mücadelenin biriken sorunlarının çözümünü bu sihirli formüle bağlayarak, “yönetime katılırsak bu işler çözümlenir” diyerek her şeyi geçiştirmeye çalışıyorlar.
Gerçekten de kapitalist işletmelerde işçi denetimi iki tarafı da keskin bir kılıç. Bu yüzden de burjuvalarımızın korkuya kapılması, sendikacılarımızın işçilerin uysal köleler olacağı, grev, direniş vb; dertlerden kurtulunacağı biçimindeki görüşlerin her ikisi de doğru. Ancak bu doğrulardan hangisinin gerçek olacağı işletme yönetimlerine katılmanın nasıl, hangi koşullarda olacağı ile sıkı sıkıya ilgili.
Burjuvalarımızı korkutan, Batı Avrupa işçi sınıfının tarihinde görülen, “geçiş dönemleri” diyebileceğimiz dönemlerde işçi sınıfının mücadele düzeyinin hayli yüksek olduğu ve burjuvaziyi ekonomik olarak (barışçıl koşullarda) sıkıştırmak, elindeki olanakları sınırlamak için işçilerin etkin olarak kapitalist işletmelerin yönetimlerine katılmasıdır. Sendikacılarımızın istediği katılma ise bugün Batı Avrupa ve Japonya’da örneği görülen, sınıfın hareketini engellemenin, onu kapitalizme bağlamanın yolu olarak kullanılan, işçilerin işletmelerin yönetimine göstermelik olarak katılmasıdır.
Burjuvalarımız elbette bu iki katılım arasındaki farkı görüyorlar. Ama bir farkı daha görüyorlar. Türkiye işçi sınıfı mücadelesinin bugünkü seyri içinde yönetime katılma konusunun onların isteklerinin ötesine geçme olasılığının yüksekliğini. Çünkü sınıf hareketinin seyri ve yönelebileceği hedefler bu masum “yönetime katılma” işini sınıf hareketinin yükselişinin bir basamağı yapabilir. Nitekim Zonguldak direnişinden bu yana, Cihaner, Maga Deri, ERDEMİR, Paşabahçe direnişlerinde beliren çizgi, işçi kıyımına karşı mücadeleler; Zonguldak, Hava-İş grevleri ve KİT sözleşmeleri şırasında işletmelerin işçilere devrine ilişkin (demagoji için bile ileri sürülse) tartışmalar, özelleştirmeler konusunda giderek artan muhalefet, işçilerin işletme yönetimlerine müdahale isteklerinin bir ifadesi olarak değerlendirilebilir. İşçi kıyımının bir yanı olarak gerçekleşen KİT özelleştirmelerinin engellenmesi ve patronların karlarının sınırlanması talebi, işçi sınıfının giderek kapitalist işletmelerin yönetimlerini denetlemeye yönelebileceğinin ipuçlarıdır. Bu tarzda bir denetlemeye elbette kapitalistlerimiz “evet” demeyecektir. Ama sınıf hareketi yeterince yüksek bir seviyeye vardığında da başka çareleri kalmayacaktır.
Eylül 1991