Sayımızdaki 1 Mayıs’ın Ardından adlı yazımızı, “Yeni mücadeleler eski mücadele gelenekleri ve yeni olanaklar üstünde yükselir” diye bitirmiştik. Bu yazımızda da, işçi sınıfımızın mücadelesinde önemli bir aşamayı temsil eden 15-16 Haziran eylemlerinde ifadesini bulan işçi sınıfı mücadelesinin kimi özellikleri üstünde duracağız.
15-16 Haziran eylemlerinin üstünden tam 20 yıl geçti ve bu 20 yıl boyunca bu konuda pek çok şey yazıldı. Belki de, bu konuda söylenmemiş pek bir şey kalmadı. Ama bugün, 15-16 Haziran’dan 20 yıl sonra bile, bazı konuların tekrarlanması pahasına, anımsatmalar yapmanın gerekli olduğu düşüncesindeyiz. Çünkü sınıfın geçmiş mücadele deneyimlerinin sonraki kuşaklara taşınması iki yolla olur. Birincisi, mücadeleye doğrudan katılan yığınların kendiliğinden bir biçimde bu deneyimleri taşıması; ikincisi ve daha önemlisi ise, sınıfın hafızası olan partisinin, mücadelenin deneyimlerini Marksizm’in süzgecinden geçirerek deneyimleri sınıfa yeniden taşıması; sınıfı, mücadelenin deneyleri temelinde sürekli ve sistemli bir biçimde eğitmesiyle olur. Ne var ki, 15-16 Haziran ve onu izleyen yıllarda işçi sınıfımız bir öncüden yoksundu. Bu yüzden de bu yıllar boyunca 15-16 Haziran eylemleri ile ilgili söylenenler, bu eylemlerde DİSK bürokrasisinin rolünü abartmak ve işçi sınıfına platonik övgüler dizme ötesine geçemedi. Ancak Marksizm-Leninizm kavrayışında bir ilerleme sağlanıp, Marksist bir odağın ortaya çıkmasından sonradır ki; 15-16 Haziran eylemlerinden dersler çıkarmak, bu dersleri sınıfa mal etmek doğrultusunda adımlar atılabildi.
12 Eylül darbesi sonrasında, bir yandan sınıf içindeki M-L çalışmanın, öte yandan işçi sınıfı mücadelesinin uzun yıllar boyunca kesintiye uğraması sınıfın geçmiş mücadele deneyimleriyle bağını kendiliğinden olması gerekenin bile gerisine düşürdü. Bu yüzden de, bugün geçmiş mücadele deneyimlerinin üstünde yeniden yeniden durmak, bu mücadele deneyimlerinin derslerini cansız kalıplar içinde değil, ama mücadelenin bugün ortaya çıkardığı sorunlara ışık tutacak biçimde gündeme getirmek bir zorunluluk olarak gözükmektedir.
Bir toplumsal harekete yığınların katılımı ne ölçüde genişse -diğer koşullar aynı kalmak koşuluyla- o toplumsal harekete katılanların sınıf niteliği toplumsal harekette o ölçüde açık bir biçimde yansır. Ayrıca dostlar ve düşmanların saflaşması, doğru ile yanlışın ayırt edilmesi, mücadeleyi destekleyenlerin ya da ona karşı çıkanların tutumum ve niyetleri daha açık bir biçimde görülür. Bunun için de bütün 1960’lı yıllar boyunca süren işçi sınıfı mücadelesinin gelip dayandığı bir aşama ve gerek katılan işçi sayısının çokluğu, gerekse ortaya çıkan hareketin biçimi olarak 15-16 Haziran, sınıf hareketinin olumlu ve olumsuz yanlarının herkesçe görülecek biçimde ortaya çıktığı bir dönemeç oldu.
Her şeyden önce, 1969’un başlarından itibaren, TİP ve DİSK bürokrasisi işçilerle devrimci demokrat gençlik hareketinin bağlarını kesmek için ellerindeki her olanağı kullanmaya başlamışlardı. DİSK bürokrasisi, Türk-İş’ten aldıkları bürokratik mirası yeni akıl hocalarının yardımıyla artık iyice sağlamlaştırdıklarına kanaat getirdiklerinden, (artık devrimci demokrat çevrelerin yardımı olmadan da ayakta duracak olanağı elde etliklerini düşündüklerinden) bir yandan Türk-İş’ten DİSK’e geçerken işçilerin başvurduğu işgal gibi “yasadışı” eylemlere karşı çıkarken, bir yandan da; devrimci demokrat çevrelerin işçileri “kışkırtıp” yasadışı yollara yönelmelerini engellemeye çalışıyordu. Her şeyin “yasalar çerçevesinde”, “huzuru bozmadan” olmasını vaaz ediyorlardı. Bu tutum, “normal” koşullarda geniş işçi yığınları içinde mantıklı görünüyordu. Devrimci demokrat hareketten etkilenen kimi ileri işçiler bu tutumdan pek hoşnut kalmıyorsa da, bu hoşnutsuzluk henüz yığınları etkileyecek bir boyutta değildi. Bu yüzden de DİSK bürokrasisi, ciddi muhalefetle karşılaşmadan; bir yandan yerini sağlamlaştırırken, öte yandan da patronlar tarafından “kabul görecek” bir politikayı yerleştirme yolunda ilerliyordu.
İşte 15-16 Haziran olayları bu koşullar içinde patlak verdi. 274 sayılı Sendikalar Yasasında bir değişiklikle DİSK ve diğer çok sayıdaki bağımsız sendikayı ortadan kaldırarak, sendika tekelini Türk-İş’e vermek amacıyla yürürlüğe sokulmak istenen değişikliklere karşı çıkan DİSK, bütün öteki yollar (meclise dilekçe, CHP’li parlamenterlerle kulis, Cumhurbaşkanı’na dilekçe vb.) sonuç vermeyince, nihayet işçileri direnişe çağırdı. Ama direniş, sadece tezgâh başında iş bırakma biçiminde olacak, işçiler sokağa dökülme, ya da kırıp dökme gibi eylemlere başvurmayacaklardı. Oysa gerek işçilerin öfkesi, gerekse ülkenin içinde bulunduğu sosyal koşullar DİSK’in çizdiği çerçeveye sığmayacak kadar gelişkindi. 15 Haziran’da şalter indiren işçiler İstanbul ve İzmit’te, sokaklara çıktılar. En yakın alanlarda toplanıp kaynaşarak sorunları tartıştılar. DİSK, işyeri temsilcilerini bile kontrol edemedi. 16 Haziran ise, büyük işçi gösterisine sahne oldu. İşçiler bütün stratejik noktaları kontrol altına almış polis ve asker barikatlarını aşarak her adımda yeni katılımlarla büyüyerek ilerlediler. 16 Haziran günü K Türklerin “asker ve polise karşı gelmeyin, sizi provokatörler kışkırtıyor, onlara uymayın, işinizin başına dönün” çağrısına kimse aldırmadı. M. Belli-Kıvılcımlı çevresinin “ordunun işçi sınıfının dostu, devrimin vurucu gücü” olduğu biçimindeki öğretisine rağmen işçiler asker barikatlarını da aşarak yürüdüler. Dipçiklendiler, asker ve polis kurşunlarına hedef oldular ama bir adım geri atmadan, dağılmadan ilerlediler. Akşam saatlerinde ise, ertesi gün Taksim’de büyük gösteri için toplanmak üzere dağıldılar. Aynı gün saat 21.00’de hükümet İstanbul ve İzmit’te sıkıyönetim ilan etti. İşçi sının bir gün içinde üç ölü verdi, çok sayıda işçi, öğrenci polis ve asker kurşunlarıyla yaralandı. Ama iki önemli şeyi bu bir-iki gün içinde öğrendiler. Birincisi, DİSK bürokrasisinin, işçi sınıfının yasal sınırlan aşan eylemlerine -DİSK’i savunmakla sınırlı kalsa bile- karşı olduklarını, konuşmalarında sık sık sözünü ettikleri devrimcilik, sosyalizm gibi kavramların sadece ticaretini yaptıklarını; ikincisi ise, ordunun, devrimin bir gücü değil, düzenin baş savunucusu olduğunu. Çünkü sadece sendika seçme özgürlüğü için sokağa dökülmüşlerdi, ama her adımlarında iki güç onları engellemeye çalışmıştı: Sınıfın başında, onun önderi olduğunu iddia eden sendika ağalan ile sokak ve cadde başlarını tutmuş, silahlarını işçilere doğrultmuş ordu güçleri. Sıkıyönetim cezaevleri ve sıkıyönetim mahkemelerinde ordu ve sendika ağalarını daha da iyi tanıdılar. Cezaevinde sendika ağaları işçilerden çok farklı bir yaşam sürdü. Yemeleri, içmeleri, ziyaretçileri ve sayısız avukatlarıyla işçilerden ayrı bürokratik bir kast olduklarını adeta herkese göstermek istediler. Mahkemelerde, eylemi ve sınıfı savunmak yerine dolaylı yollarla işçilerini suçladılar, eylemin kendilerine rağmen olduğunu söyleyerek kendilerinin “aklanması” için çabaladılar. İşçiler ise, mahkemelerin ve yasaların tümüyle varolan soygun ve baskı düzenini korumak için kurulduğunu kendi öz deneyleriyle yaşadılar.
İşçilerin bu kısa süreçte gördüğü bir başka şey de, kendilerine gerçekten, çıkarsız ve dost olarak yaklaşanların devrimci demokrat gençlik kesimleri olduğuydu. Gençler, gerek gösterilerde yer alarak gerekse cezaevi ve mahkemelerde bireysel çıkar gözetmez bir tutum alarak işçi sınıfı ve onun mücadelesine yakınlıklarını gösterdiler. Elbette gençler de, ordunun devrimin gücü olduğu vb. konularda yanlış anlayışlara sahipti, ama buna karşın mücadele içinde sonuna kadar yer aldılar.
15-16 Haziran, o günlerde tartışılmaz gibi kabul gören kimi saptamaların yıkılmasının da yolunu açan bir eylem olarak, sadece işçi sının için değil, diğer sosyal katmanlar ve siyasal çevreler için de uyana oldu. 1968-1969 yılı boyunca süren, irili ufaklı direniş, grev, fabrika işgali vb. türden işçi eylemlerine karşın, siyasal gündemi belirleyen şey öğrenci gençlik eylemleriydi. 15-16 Haziranla birlikte, işçi sınıfı eylemleri gündemin başına geçti ve artık, dost-düşman her olay ve olguda işçi sınıfının ne yapacağı sorusunu gündeme getirmek zorunda kaldı. İflah olmaz cuntacı çevreler bile işçi hareketini arkalarına almak için manevralarını yoğunlaştırdılar.
O günleri yaşayanlar popüler bir kuramın bir günde nasıl tuzla buz olduğunu gördüler. Türkiye devriminin öncü gücünün “asker-sivil-aydın zümre” olduğu tezi üstüne kurulan bu kuram, orduyu, İkinci Meşrutiyet, Kurtuluş Savaşı ve 27 Mayıs’ın mirasçısı ve sürdürücüsü olarak görüyor, önümüzdeki devrim adımının da vurucu gücü olarak belirliyordu. Bu tezden kaynaklanan o günlerin popüler sloganı ise, “Ordu-Gençlik El Ele Milli Cephede”, ya da “Ordu-İşçi El Ele Milli Cephede” gibi sloganlardı. Miting ve gösterilerde polise tepki gösteren kitleler, önlem alan askerleri alkışlıyor, onlara tezahürat yapıyordu. Gösteriyi dağıtmaya çalışan subaylar alkışlanıyordu. Gençlik kesimlerine göre nispeten az olmakla birlikte aynı eğilim işçi direnişlerinde ve fabrika işgallerinde de vardı. En azından ordu, polis gibi bir hükümet gücü değil de, sınıflar üstü bir uzlaştırma gücü gibi görülüyordu. Bu yüzden de 15 Haziran ve 16 Haziran gününün ilk saatlerinde yer yer polisle çatışmalar suretken, askerler biraz geri planda kaldıklarından orduya karşı sempati çeşitli biçimlerde ifade ediliyordu, askeri birlikler görüldüğünde, “Ordu-İşçi El Ele”, “Polis gitsin asker gelsin” vb. sloganlar sık sık anlıyordu. Ama yürüyüş kolları binleri bulup da polislerin yanı sıra askerler de fiilen çatışmalara katılıp kendi saflarını açıkça belli ettiklerinde, Cuntacı kesimlerin etkinliğindeki gençlik kesimlerinin “Ordu İşçi El Ele” sloganına kimse katılmaz oldu ve bu sloganın yerini “İşçi-Gençlik El Ele” sloganı aldı. Bu kitle mücadelesinin karşısında yaşamın dayattığı bir değişiklikti ve hiç bir tartışma da böyle kısa zamanda bu radikal değişimi gerçekleştiremezdi. Elbette bu sadece bir günlük bir değişiklik de olmadı, 15-16 Haziran’ın hemen ertesinde başlayan ordu ve onun sınıflar mücadelesindeki yerine ilişkin tartışmalar büyüdü, cuntacılar ve cuntacı eğilimler devrimci demokratik kesimler içinde etkinliğini ve itibarını yitirirken, genç ve samimi devrimciler işçi sınıfına ve onun eylemlerini daha büyük bir dikkatle izlemeye başladılar. Cuntacı çevreler bile tezlerini açıkça savunamaz oldular, ama bu tezlerden tümüyle vazgeçip parlamentoculuğa savrulmaları için 12 Mart darbesini de yemeleri gerekti.
15-16 Haziran eyleminin diğer bir ilginç gelişmesi ise, 15-16 Haziran en azından somut amaçlan bakımından bir DİSK’i savunma eylemi olarak gündeme geldiği halde, Türk-İş’e bağlı işyerlerindeki işçilerin de yoğun bir biçimde eyleme katılmalarıdır. Türk-İş’in bütün engelleme çabalarına. DİSK bürokrasisinin de bu işçileri etkilemek için hiçbir gayret göstermemesine karşın Türk-İş üyesi işçiler DİSK’li sınıf kardeşleriyle birlikte sokaklara dökülüp dövüşmekten hiç de geri kalmadılar. Bu, bütün sendikal parçalanmışlığa ve her iki sendika bürokrasisinin işçileri bölme çabalarına karşın gerçekleşen bir birlikti. Aynı zamanda bu, işçi sınıfımızın birlik ve mücadele içgüdüsünün somuta çıkmasıydı.
15-16 Haziran, aynı zamanda, sendika bürokrasisinin bir yana itilerek gerçekleştirilen ilk büyük, birleşik işçi eylemiydi. Gerçi daha önce de sendika bürokrasilerine rağmen direnişler, fabrika işgaller, olmuştu, ama onlar nihayet bir işyeri ve yakın çevresini etkileyen eylemlerdi. Nitekim sonraki yıllarda da büyük işçi eylemleri bu geleneği izleyecek, ancak sendika bürokrasisi bir yana itilerek işçiler sendika ve işyeri farkı gözetmeksizin birleşip eylem yapabileceklerdi. 1979-1980 direnişleri. TARİŞ eylemi, 1989 bahar eylemleri, 1990 1 Mayıs’ı hep sendika bürokrasisi dıştalanarak gerçekleştirilebildi. Sendika ağaları ve bürokratları her seferinde işçilerin bu tutumunu, “disiplinsizlik”, “anarko-sendikalizm”, “işçi sınıfına yakışmayan, sendikayı reddetme tutumu” vb. olarak suçladılar. Çünkü sendika bürokrasisi/kendisini sendikaya özdeş tutarak, kendilerini reddetmeyi sendikayı reddetme olarak göstererek, işçi yığınlarının kafasını karıştırmayı amaçladı. Hatta çoğu zaman, bu eylemlerde sendika bürokrasisinin bir yana itilmesini, işçilerin tutumu olarak değil de, onları kandıran “anarşist” ve “goşist” çevrelerin işçileri kışkırtması sonucu olduğunu iddia etti.
15-16 Haziran’dan hemen sonra, sonraki yıllarda da daha dramatik bir biçimde yaşanacak bir olgu da hemen ortaya çıktı: İşçi sınıfımızın mücadele tarihine bakıldığında açıkça görülür ki, 15-16 Haziran eylemleri 1960’lı yıllar boyunca süren mücadelenin zirvesidir. Ve on binlerce işçi sendika bürokrasisini de biryana iterek sokaklara dökülecek kadar bir mücadele yeteneği gösterecek bir olgunluğa sahiptir. Ama sıkıyönetim ilan edilir edilmez gösteriler bıçakla kesilir gibi kesilmiştir. Sıkıyönetimden sonra birkaç işyerinde küçük direnişler olmuşsa da bunlar hemen bastırılabilmiştir. 1970’in 15-16 Haziran’ında sendikal özgürlük için sokağa dökülen işçiler 1971’in 12 Mart’ında sendikal haklar askıya alındığında hemen hiçbir şey yapmadılar, yapamadılar. 12 Eylül’ün tüm sendikal çalışmayı yasaklaması karşısında da işçilerden ciddi muhalefet gelmedi. Hâlbuki her üç durumda da işçi sınıfı hareketi hayli yüksekti, binlerce işçi ya grevde ya direnişteydi. Bu durumdan kalkarak işçi sınıfına inanmayan devrimci demokrat çevreler, işçi sınıfının öncü ve devrimin temel gücü olmadığı doğrultusundaki dünya görüşlerini destekleyen sonuçlar çıkardılar, “öncü savaş”, “kırlardan şehirleri kuşatma” vb. gibi anti-Marksist tezlerini güçlendirmeye çalıştılar. Aydın çevreler daha da ileri giderek, işçi sınıfının vefasızlığı, mücadele yeteneğinin sınırlılığı üstüne karamsar tablolar çizerek, kendi kaypak, parlamentarizme yöneliş tutumlarına gerekçeler uydurdular. Gerçekten de, ayrıntıya inmeden, salt bir işçi sınıfı edebiyatı açısından bakılırsa olguların bu saptamaları doğruladığı sanılabilir. Ama bu gerçeğin sadece bir yanı, kaba bir bakışla görünen yanıdır. Ve çoğu zaman olduğu gibi aldatıcı bir görüntüdür. Çünkü görünüş hiç bir zaman gerçeğin tamamı değildir. Görünüşün arkasındaki nedenler bilinmeden, görünüş ve gerçek arasındaki bağlantılar kavranmadan gerçek bütün yanlarıyla anlaşılmaz. Hele sosyal olaylar gibi karmaşık olaylarda bu durum çok daha önem kazanır. Sosyal hareketlilik içinde de işçiler, kendiliğinden ancak olayların görünen yanlarıyla ilgili bilgi edinirler. Örneğin 15-16 Haziran olaylarında işçilerin gördüğü; sendika ağalarının işçi sınıfının mücadeleye atılarak o anki olanaklarının bütününü kullanmasına karşı çıktığı, bu anlamıyla da mücadeleden yana değil uzlaşmadan yana bir tutum takındığı; ordunun, devrimin bir gücü değil, düzeni savunan bir güç olduğu, devrimci demokrat öğrenci gençliğin en yakın müttefiki ve destekçisi olduğudur. Ek olarak, Türk-İş çatısı altındaki işçilerin de, sendika bürokrasisinin aksini söylemesine karşın, kendileri gibi aynı işçi sınıfının bir parçası olarak mücadeleye katılabileceği gerçeğidir. 15-16 Haziran hareketinin boyutları gerçeğin ancak bu kadarının görünür olmasını sağlamıştır. Örneğin, olaylar daha yaygın bir boyut göstererek sürseydi, küçük burjuva katmanları ve köylülüğü de sürükleyerek ilerleme olanağı ortaya çıksaydı, işçiler başka müttefikleri de olduğunu görecek, karşısındaki güçlerin safları da daha açık belirleneceğinden daha çok bilgi edinme şansına sahip olacaklardı. Ama hareketin boyutları ne kadar genişlerse genişlesin sınıf yine de kendiliğinden Marksist-Leninist bir sınıf mücadelesi kavrayışına ulaşamayacaktı. Çünkü gerçek olaylar ve olgular içinde şurada şu yanını, burada bu yanını gösterecekti, ama başka yanlar ve görünüşe vuran yanlar arasındaki bağlantı hep görünmez olarak kalacaktı. İşte, görünüşle gerçek arasındaki gizli bağlantıları çözümleyip bunu sınıfa aktaracak, pratikte ortaya çıkan bilgiyi yeniden üreterek sınıfa mal edecek yetenek ve bilinç düzeyinde bir M-L odak, işçi sınıfının öncü partisi bunun için bir zorunluluktur. Biraz açmaya çalışalım: Sınıf mücadeleleri tarihi sınıf hareketlerinin bazen yükselen, bazen da alçalan bir seyir izlediğini, dahası emekçi sınıfların kendiliğinden hareketlerinin nispeten birbirinden bağımsız olarak geliştiklerini göstermektedir. Bu nedenle de, bir mücadele dönemi içinde pratiğin ortaya çıkardığı kaba görünüş bilgisinin bir süre sonra üstü başka şeylerle örtüldüğünden unutulup gittiğini, değişik emekçi sınıf katmanlarının pratik bilgilerinin kendiliğinden bütün emekçi sınıflara mal olmaktan uzak kaldığını, zaman zaman kendiliğinden ortaya çıkan emekçi sınıfların katmanları arasındaki ortaklık ve eylem birliklerinin bu bilgi aktarımında son derece yetersiz kaldığını tarihi bir gerçek olarak biliyoruz İşte burada işçi sınıfı partisinin sınıflar mücadelesindeki rolü kendisini açıkça ortaya koyar: Bu rol, pratik sınıf mücadelesinin ortaya çıkardığı görünür gerçeklerden kalkarak, görünür gerçeğin arkasındaki nedenleri açıklamak, olay ve olguların birbiriyle bağlantılarını sergilemek, ortaya çıkan gerçeklerin mücadelenin başka alanlarında ve başka safhalarında ortaya çıkan gerçeklerle ilişkisini gerçeğin bütününü sınıfa aktaracak mekanizma ve araçları yaratmak; kısaca, sınıfın bilincini siyasal bilinç düzeyine çıkarmak için gerekli tüm faaliyeti eksiksiz yerine getirmek ayrı ayrı yürüyen değişik emekçi sınıf mücadelelerini birleştirip tek bir hedefe, siyasal iktidar hedefine yöneltmek olarak ortaya çıkar. Yani öncü, sınıfın hem geçmiş mücadele deneyimlerini taşıyan hafızası, hem de bilgi yapıcı beyni olmak durumundadır. Bu yüzden de, öncüsü olmayan sınıf hafızasız, bügi üretme yeteneğinden yoksun bir sınıftır. Tıpkı, kendisinden önceki kuşakların pratiklerini taşımayan, düşüncesi gelişmemiş, bütün bilgisi kendi duyumları ve deneyleriyle sınırlı ilkel bir insan gibidir öncüye sahip olmayan sınıf. Olup bitenler hakkındaki bilgileri yüzeysel, eylemleri ise bir tutarlılıktan yoksundur. Buna bir de değişik burjuva ve küçük-burjuva odaklarının sınıfın mücadelesini saptırma çabalan eklenirse, sınıfın kendi çıkartan doğrultusunda davranmasının güçlüğü daha da anlaşılır olur.
15-16 Hazirana gelen süreçte ve sonrasında işçi sınıfımız bir öncüden bütünüyle yoksundu. Üstelik de değişik burjuva eğilimler tarafından etkilenerek yolundan saptırılmaya çalışılıyordu. İşçi sendikaları bile burjuva sendikacılık akımlarının bürokratlarınca yönetiliyor ve denetleniyordu. Kendi deneylerinden edindikleri bilgiler bile bu burjuva sendikacılık akımları ve burjuva siyasi partilerin sınıf içindeki uzantılarınca çarpıtılıp sınıfa aktarıldığından, öğrendikleri ilkel bilgilerin bile üstü örtülüyordu. Bu yüzden de, 15-16 Haziran’da ordunun hangi safta olduğunu gördüğü halde, 12 Mart darbesinde işçiler AP’ye karşı bir darbe olarak lanse edilmesinden etkileniyor, daha baştan ona karşı çıkma şansını yitiriyordu. Ayrıca, sınıfın tek genel örgüt biçimi olan sendikaların Cunta’ya selama geçtiği göz önüne alınırsa sınıfın yapabileceği çok şeyin olmadığı daha iyi anlaşılır. Açıktır ki, o günkü koşullarda sınıf gerçek bir öncüye sahip olsaydı 15-16 Haziran iki günlük, Kocaeli ve İstanbul işçileriyle sınırlı bir gösteri olarak kalmayacak, öncü ülkenin her yanındaki işçiler başta olmak üzere, tüm emekçi sınıf ve tabakalan değişik biçimlerde mücadeleye çekerek hareketin boyutlarını engellenemez bir düzeye çıkarabilecek olanaklar ortaya çıkarabilirdi. Bu durumda da, ne sıkıyönetim ne de başka bir güç mücadeleyi engelleyebilirdi. En azından sınıf hareketi kesilmez, başka güçlerin mücadeleye çekilmesiyle sürebilirdi. Tabii ki, bunlar bir varsayım ve ama sınıfın mücadele için taşıdığı olanaklar göz önüne alındığında en azından olanak olarak varlığı da kuşku götürmez varsayımlardır.
Bugün bile kimi çevrelerin spekülasyonunu yaptığı, 12 Eylül darbesiyle işçi ve öteki emekçi sınıf hareketinin birden kesilmesinin nedeni de çok farklı değildir. Gerçi 12 Eylül öncesinde sınıfa yönelik Marksist bir çalışmanın varlığı önceki döneme göre bir farklılıktır, ama sadece Marksist bir öncünün oluşmuş olması ve sınıfa yönelik bir çabaya girmiş olması yetmezdi. Aynı zamanda sınıf ve öncünün birleşmiş olması, sınıfın siyasal bilinç düzeyinin asgari de olsa bir yeterliliğe ulaşmış olması gerekirdi. Yani, potansiyel olarak öncülük özelliklerini taşıyan partinin bu potansiyeli az-çok gerçekleştirmiş, sınıfı harekete geçirerek mekanizmaları yaratmış olması gerekirdi. Ne var ki, 12 Eylül öncesi henüz bunlar yaratılmamıştı. Bu yüzden de, sendikaları bile tümüyle yasaklanan sınıf, örgütsüz bir kalabalık olarak ortada kaldı. Böylece Marksizm’in bir öngörüsü dramatik bir biçimde doğrulandı: “Örgütsüz yığınlar hiçbir şeydir.”
Demek ki; gerçekte, ne işçi sınıfımız haklarını “koparıp almadığı” için darbeler ve cuntalar karşısında gereği gibi tutum almakta isteksizdir, ne de Marksizm’in sınıfta gördüğü değerlerden yoksundur. Tersine işçi sınıfımız, bütün dünyadaki sınıf kardeşleriyle aynı nitelikleri taşımaktadır. Ama uzun zaman öncüden yoksun olmanın, öncünün ortaya çıkmasından sonra da, öncü ile arasındaki ilişkinin yeterli bir düzeyde olmamasının, öncünün sınıfı eğitip örgütleyip seferber edecek mekanizmaları yaratamamış olmasının zaaflarını taşımıştır.
Yukarda söylenenlerin daha anlaşılır olması için sorunun bir yanına daha değinmek gerekiyor Çok tekrar edilen ünlü bir Marksist önermeye, “işçi sınıfı kendi deneyimleri temelinde eğitilir” önermesine değinmek gerekiyor.
Hiç kuşkusuz bu önermeden en başta anlaşılması gereken, işçi sınıfının eğitiminin, amfilerde ya da salonlarda toplanarak, ya da işçi yığınlarına kitap okutarak yapılamayacağıdır. Elbette eğitimin bir parçası olarak, salonlarda konferanslar, seminerler vb. düzenlemek, kitap okumayı teşvik etmek reddedilemez. Ama sınıfın asıl eğitimi, canlı pratik içinde yapılan eğitimdir. Esas olan mücadeleye arılan yığınların, her günkü mücadele içinde ekonomik ve siyasal düzenin teşhirini gereği gibi, sistemli ve sürekli olarak yapabilmek, mücadelenin ortaya çıkardığı sorunları çözümleyerek sınıfın yürümesi gereken yolu doğru olarak belirleyebilmektir. Yığınların giriştikleri mücadelenin amaçlarını herkesin anlayacağı bir açıklıkla ortaya koymak, mücadele içinde dostlarını düşmanlarını tanımasını sağlamaktır. 15-16 Haziran örneğinde olduğu gibi, işçilerin karşısına çıkan askeri güçlerin karşı saflarda olduğunu göstermek yetmez -işçiler zaten bunu o günkü pratik içinde görüyorlar- ordunun ekonomik ve siyasal düzenle ilişkisini, sıkıyönetim ve cuntaların amaçlanın, erler ve yönetici subay kastının toplumsal konumlarını, sınıfı yanlış yönlendiren burjuva ordu tahlillerini, ordu ile başa çıkmak için alınması gereken tutum vb. açıklayan bir propaganda ve ajitasyon yürütmek, ortaya çıkan her yeni durumda ajitasyonun kapsamım ve derinliğini artırarak sürdürmek zorunlu olmaktadır. Üstelik bu ajitasyonun belirli çevrelerle sınırlı kalmaması, sınıfın en geri kesimlerini de içine alacak biçimde geniş, en karmaşık teorik konulan içerecek kadar da derin olması (anlaşılmaz ve akademik bir üslupla değil, herkesçe anlaşılacak kadar açık) gerekmektedir. Bunu başarmanın yolu ise, ajitasyonun en geniş kesimlere ulaşacağı mekanizmaları yaratmak ve ajitasyon araçlarını yaratıcı bir biçimde çeşitlendirmekten geçmektedir. İşçi sınıfının mücadele tarihi bunun nasıl gerçekleştirilebileceğini açıkça göstermektedir.
Bugün de, işçi sınıfı hareketi, 1960’ların ve 1970’lerin sonunda olduğu gibi sınırsız olanaklar sunarak yükselişini sürdürmektedir. Her zaman ve yerde olduğu gibi bu yükseliş nispeten büyük yükselişler ve alçalışlarla sürmektedir, ama esas doğrultusu yükselme yönündedir. Bu da sınıfla bağ kurma ve sınıf hareketine müdahale olanakları artırmaktadır. Ama öte yandan, 15-16 Haziran ve sonraki dönemlerle ilgili sözünü ettiğimiz zaafların en önemlilerinin de henüz bütünüyle aşılmadığı gözlenmektedir. Gerçi, reformcu ve revizyonist çevrelerin, küçük burjuva eğilimlerin sınıf içinde eski itibarı kalmamış, özellikle Türk-İş içinde, üst bürokrasi ile, tabanda yer alan dürüst sendikacılar ve işyeri sendika temsilcileri arasındaki çelişmeler, (sendika üst bürokrasilerinin dışlanmasına varan çelişmeler) sınıf hareketi için yeni olanaklar sunmakladır, dahası sınıfın öncüsü geçmiş deneyimlerinden çıkardığı derslerle bugün her zamankinden daha çok, sınıfla birleşecek bir konum kazanmış, gerek her koşul altında yürütülebilecek bir ajitasyon faaliyeti, gerekse sınıfa yöneliş ve sınıfın sorunlarına yakınlık bakımından geçmişte olduğundan daha ileridir. Ama sınıfla birleşen mekanizmalar ve sınıfı seferber edecek örgüt biçimlerinin geliştirilmesinin henüz çok başındadır. Bu yüzden de, yeni 15-16 Haziran sonralarının, yeni 12 Mart ve 12 Eylül sonralarının yaşanmaması, sınıflar mücadelesinin bugün sunduğu olanakların değerlendirilmesine, öncünün görevini layıkıyla yapar bir duruma gelmesine bağlıdır dersek, gerçeğin en önemli yanını ifade etmiş oluruz.
Gerek 1990 1 Mayıs’ıyla ilgili gelişmelerin, gerekse geçmiş mücadele deneyimlerinin açıkça gösterdiği gibi, doğru sloganlar öne sürüldüğünde sınıf bunlara sahip çıkmakta tereddüt göstermemektedir. Bu ise sınıfla birleşmenin, sınıf hareketinin doğrultusunu etkilemenin biricik yoludur. Görünen odur ki; işçi sınıfımız devrimci proleter politikaları benimsemek için bugün geçmiştekinden çok daha hazırdır. Yeter ki, geçmiş mücadele deneyimlerinin olumlu yanlan geliştirilebilsin, mücadelenin sunduğu yeni olanaklar gereği gibi değerlendirilebilsin.
15-16 Haziran, 19601ar boyunca süren mücadelenin; 1980 TARİŞ direnişi ise 1970’ler boyunca süren mücadelenin zirvesini simgeliyordu. Bugün yeni bir yükseliş içine giren işçi sınıfı ve diğer emekçi sınıfların hareketi henüz zirvesine varmadı, ama daha zirveye varmadan geçmiştekilere göre yeni olanaklar bakımından çok daha zengin gözükmektedir. Geçmişten farklılık, sadece öncünün daha ileri bir düzeyde bulunması ve sınıfın devrimci proleter politikalara daha açık olmasıyla da sınırlı değildir. Bunların yanı sıra, mücadelenin ileri atılışına dayanak teşkil edebilecek yeni örgüt biçimleri de ortaya çıkmaktadır. 1 Mayıs öncesinde ortaya çıkan İstanbul Sendika Şubeleri Platformu ve son günlerde İzmit’te ortaya çıkan benzer bir sendika platformu, hem sendikaları dıştalamayan, ama sendikal mücadelenin gelişmesine ayak bağı olan Türk-İş üst bürokrasisini dıştalayan yeni bir mücadele merkezi özelliği göstermektedir. Hiç kuşkusuz bu merkezlerin pek çok zaafları vardır ve bu zaaflarını aştığı ölçüde de sınıfla olan bağları ciddi bir anlam kazanacaktır. Ama yığın hareketi içinde doğan bu türden yeni örgüt biçimleri ilk doğuşlarında her zaman ilkel biçimleriyle ortaya çıkarlar ve bir yandan sınıf mücadelesinin pratiği içinde öte yandan kendi içlerinde yaşadıkları bir mücadele ile mükemmelleşirler. Kuşkusuz bu ülkemizde de böyle olacaktır. Ya bu yeni örgütler mücadelede başarıyla yer alacak, ya da süreç içinde mücadelenin dışına düşerek işlevsizleşip yozlaşacaklardır. Gelişmenin olumlu olması ise bu örgütlerde devrimci politikaların egemen olmasıyla yakından ilgilidir.
1960’lardan, 1970’lerden geçerek bugüne gelen işçi sınıfı mücadelesi, yenilgileriyle, zaaflarıyla, başarı ve sunduğu olanaklarla bugün 15-16 Haziran’ı aşacak, o gün ortaya çıkan zaafları eskimiş bir tarih yapacak potansiyele sahiptir. Artık o zaman her yıldönümünde 15-16 Haziran üstüne dergilerde yazı yayınlamaya gerek kalmayacaktır.
Temmuz 1990