Yaşanan dönemin somut olgularından çıkarılması gereken sonuç ya da Eylül rejiminin işlevi
TKP’nin bütün tarihi boyunca, her türden siyasal gelişmede olumlu bir yön aramayı, olumlu bir yan bulmayı genel politika düzeyine yükselttiği biliniyor. Eylül darbesini, genel politikasına ve anlayışına uygun bir tarzda tahlil ediyor ve Eylül’de hep anti-faşist bir yönelim yakalamaya çalışıyor, bulduğu görülüyor. Darbeye anti-MHP bir misyon da yüklüyor ve Eylül’e karşı mücadele edilmesi gerekliğini önerenleri eleştirmeyi, darbenin ucu kendi örgütsel varlığına yöneldiği tarihe kadar, politik bir tutum olarak benimsiyor.
Ek’te aktarılan alıntılardan görebilmek mümkün. TKP’nin bütün tarihi boyunca sürdürdüğü politik mirası mücadele biçimleri alanında aşan, ama ideolojik alanda aşamayan sol radikal akımlar. Mart dönemi için yapılan hatalı bir saptamayı, olduğu gibi Eylül dönemine taşıyorlar. MSP’nin kapatılması olgusunu, ‘feodal kalıntılarla’ sürdürülen uzlaşma çizgisinin reddi, ‘toprak ağaları ve tüccarların’ siyasal rejimden ‘dışlanması’ olarak tahlil ediyorlar.
Böylesine bir tahlil, tarihsel bir on yıla yayılıyor ve 12 Mart’la başlayan ‘feodal kalıntıların’ oligarşi içinden ‘dışlanması’ sürecinin 12 Eylül’le birlikte tamamlanmaya çalışılması saptamasına kadar uzatılıyor.
Bu tıp saptamaların olgular tarafından doğrulanmadığı görülüyor.
Eylül darbesi ile birlikte sadece MHP ve MSP gibi faşist ve dinci-gerici partiler değil, AP ve CHP gibi partiler de parlamento ile birlikte kapatılıyor. Burjuvazi, cunta aracılığı ile siyasal otoriteyi güçlendirmeye ve bozulan siyasal istikrarı yeniden gerçekleştirmeye yöneliyor, tekelci burjuvazinin bütün kesimleri ve toprak ağaları/büyük toprak sahipleri, tek siyasal çıkış yolu olarak gördükleri cuntanın arkasında saf tutuyorlar.
Eylül cuntası MHP ve MSP’nin siyasal işlevlerini de devralıyor.
Eylül cuntasının, MHP’den devraldığı siyasal işlevi fazlasıyla yerine getirdiği açık, sorunun bu yanı üzerinde görüş sahipleri arasında bir tartışma olmadığı biliniyor, Öyle ki Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde, Eylül cuntasının işlevi, MHP sanıklarının kaleminden ‘fikrimiz iktidarda, biz hapisteyiz’ savunmasıyla dile getiriliyor.
Cunta, Eylül öncesinde MSP’nin yerine getirdiği siyasal işlevi de fazlasıyla devralıyor ve ortaya siyasal bir boşluk çıkmadığı görülüyor. AP, CHP, MHP ile birlikte MSP’nin de kapatılmış, yasal siyasal arenadan dışlanmış olması, MSP’nin temsil ettiği iddia olunan toprak ağaları ve tüccarların, ‘feodal kalıntıların’ siyasal iktidar mekanizmasından ‘dışlanması’ anlamına gelmiyor. Tersine daha da merkezileşen ve güçlenen siyasal devlet iktidarı, doğrudan doğruya feodal/yarı-feodal bir tarihsel ve sosyal geleneği temsil eden kurum ve ilişkilerin güçlendirilmesine, takviye edilmesine yöneliyor, dinsel ideoloji ve dinsel değerler toplumun bütün hücrelerine, resmi kurum ve ilişkiler ağıyla şırınga ediliyor. Kalıcı kurumlar ve ilişkiler sistemi yaratılıyor.
Bir ön-giriş olarak daha önce aktarıldı: Atatürk Yüksek Kurulu’nun resmi belgelerinde ‘oralar’ diye tanımlanan Kürt bölgelerinde ‘ağalığa dayanmanın, dine dayanmanın’ önemine işaret ediliyor. Atatürk Yüksek Kurulunun belgelerinin basında yer aldığı günlerde, haftalık Nokta dergisinde demeci yayınlanan eski Asayiş Kolordu Komutanı İsmail Selen, pratik durumdan hareketle resmi düşünceyi tekrarlıyor. Kurt bölgelerinde “aşiret yapısı(nın) dağıtılmaması gerektiğini” ifade ediyor, “biz orada askeri güç yanında, ancak aşiret ağalarına da dayanarak tutunabiliriz” diyor. İsmail Selen pratik durumu dile getiriyor. Koruculuk sistemi aracılığı ile devletin aşiretleri silahlandırdığı, koruculuk sisteminin gelişen ulusal hareket karşısında ve merkezi askeri güçlerin yanında belirgin bir askeri rol oynadığı biliniyor. Merkezi devlet, ulusal uyanışı durdurmak, frenlemek için aşiret yapısının, yarı-feodal bir kurumun korunmasına ihtiyaç duyuyor. Burjuvazi kendi tarihsel sürecinde, feodal kurumların ve ilişkiler sisteminin korunmasının, uluslaşma sürecinde yavaşlatıcı bir işlev taşıdığını biliyor. Sömürgeci ilişkilerin sürmesinde, Kürt bölgelerinde aynı zamanda ekonomik güce sahip olan ve banka sistemi ve bayilikler kanalıyla ekonomik ve siyasal ilişkiler ağına bağlanan şeyh ve ağalık kurumunun, Cumhuriyet tarihi boyunca önemli bir rol oynadığı biliniyor.
Mevcut ataerkil ilişkiler ve kurumlar sisteminin ulusal uyanışı durdurmaya yetmediği ve askeri bastırma tedbirlerinin ön plana geçirildiği bugünkü koşullarda, merkezi askeri gücün ulaşamadığı veya tek başına yetersiz kaldığı yer ve durumlarda, ortaya çıkan askeri boşluk, aşiret reislerinin ve ağaların askeri gücü ile dolduruluyor. Devletin, açık ve resmi bir biçimde, aşiret reislerine, merkezi otorite adına hareket etme yetkisi verdiği gözleniyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında çıkarılan yasalarla, 1935 İskân Yasası, aşiret reisliği, ağalık, beylik gibi unvan ve statüleri hiç değilse resmi düzeyde kaldırılmıştı. Toplumsal gelişme ve ulusal uyanış karşısında, burjuvazinin kendi Cumhuriyetçi değerlerinin bugün büyük bir erozyona uğradığını, büyük ölçüde aşındığını görebilmek mümkün. Ecevit, günlük gazetelerde yayınlanan demeçlerinde, devlet/aşiret ilişkilerinin resmileştirilmesinin, devlet yasallığını gölgeleyeceğini düşünüyor ve tek başına merkezi devlet gücünün ‘ulusal bütünlüğü’ korumada yeterli olacağını savunuyor. Ecevit, merkezi devlet otoritesinin, mahalli otoritelerle işbirliği yapmasını, burjuva Cumhuriyetçi geleneğin bir zayıflığı sayıyor. Net olarak görülebilir: 85 yıl öncesinin militer hukuk mirası ve siyasal gelenekleri, bugünün tekelci siyasal değerlerinin şekillenmesine tarihsel olarak kaynaklık ediyor. Ecevit, 1905’te Abdülhamit’in Kürt aşiret reislerine ve ağalarına rütbeler dağıtarak, onları devlet adına cepheye sürdüğüne ve bu şekilde oluşturulan Hamidiye Alaylarının, bölgenin yarı-feodal yapısını, siyasal anlamda tam feodaliteye dönüştürdüğüne işaret ediyor. Bugün tarih tekerrür etmiyor, ama ulusal uyanışın ve ulusal aktivitenin ulaştığı boyutlar, Hamidiye Alayları benzeri askeri örgütlenmeleri, şeyhlik ve ağalık kurumuna dayanan koruculuk sistemini gündeme sokuyor. Merkezi devlet, artık aşiret reisliğini ve ağalık kurumunu, 1980’lerin ikinci yarısından itibaren açıkça ve resmen muhatap alıyor. Bölgede görevli generallerin, aşiret reisleri ile ‘güvenlik’ toplantıları yaptıkları gazete sütunlarına kadar yansıyor. Vali ve kaymakamlar, aşiret reisleri ile devleti temsilen görüşüyorlar. Taraflarca imzalanan tutanaklar resmi belgeler olarak açıklanıyor.
Düzenin parlamenter partilerinin Kürt bölgelerinde, 413 Sayılı Kararname ve eklerinin arkasından, artık sadece aşiret reislerinin ve ağaların, korucuların siyasal örgütlerine dönüştüğü, ilgili partilerin üst düzey yetkililerince açıklanıyor.
Açık bir olgu olarak görülmesi gerekiyor. Somut siyasal olgular, ‘açık faşizm’ ile Bonapartizm arasında paralellik kuran teorik tahlilleri doğrulamıyor. Eylül gibi ‘açık faşizm’ dönemlerinin, ‘feodal kalıntıların’ oligarşiden dışlanmasından’ değil, tersine, toplumsal ve ulusal muhalefetin yükseldiği koşullarda, egemen sınıflar cephesinde ortaya çıkan daha ileri bir siyasal birlikten, sınıfsal ittifaktan söz etmek gerekiyor.
Bugünkü siyasal tabloyu ve Eylülün ‘birlik ve beraberlik’ politikasını, en iyi, Tahir Adıyaman’ın siyasal mizah yazarlarınca espri malzemesi olarak kullanılan, Bölge Valiliği’ne yönelik istemi resmediyor. Ulusal hareketin karşısında ve resmi politikanın yanında aşireti ile birlikte aktif bir konumda siyasal tutum aldığı görülen Tahir Adıyaman, kapatılmadan bir süre önce haftalık 2000’e Doğru dergisinde yayınlanan bir söyleşide, Olağanüstü Hal Bölge Valiliği’ne aday olduğunu açıklıyordu. Tahir Adıyaman’ın istemini, resmi politikanın ve siyasal devlet olgusunun kavranmasının ve kendi sosyal tabanına yerleşmesinin, dışa vuran somut bir örneği olması bakımından anlamak gerekiyor.
Siyasal sistem, ancak Tahir Adıyaman’ı Bölge Valisi yaparak kendini reforma tabi tutabilir.
Eylül böylesine bir reformcu çizgiye kapıyı açıyor ve darbenin daha ilk gününden itibaren reformcu yanılgıların üretilmesine uygun bir politika izlemeyeceğini belli ediyor.
1971 Mart rejimi ise, ilerleyen süreçte değil, daha başlangıçta, Eylülden farklı olarak, siyasal yanılgılar ve beklentiler üretebilecek bu- siyasal ortamın ürünü olarak şekilleniyor. Elli yıllık reformcu tortuyu siyasal anlamda henüz aşma sürecine yönelen solun, bir bölümüyle Mart rejiminin reformcu yanılgılarının, toprak reformu demagojisini de kapsayan reformlar paketinin etkilerinin bütünüyle dışına çıkamadığı görülüyor.
Mart rejiminin toprak reformu demagojisinden kaynaklanan yanılgılar, örnek olması açısından Mart rejimini, aynı zamanda feodal kalıntıların siyasal devlet iktidarından uzaklaştırılması girişimi olarak irdeleyen Kesintisiz Devrim broşüründe, etkileri bugüne kadar uzanacak şekilde teori düzeyine yükseltiliyor.
Yazının girişinde 27 Mayıs sonrasının 55 ağa olayından söz edildi. Siyasal yönelimlerinden ve ürünü oldukları siyasal-toplumsal koşullardan bağımsız olarak, toprak reformu vaatlerinin ve ulusal asimilasyon politikasının hızlandırılmasının, 27 Mayıs sonrasının ve Mart rejiminin Ortak paydaları, iki dönemin farklı özelliklerini burada tartışmanın dışında tutuyoruz, olduğu görülüyor. Ulusal asimilasyon politikasının izlenmesinde her türlü siyasal ve askeri aracın kullanılması ve geliştirilmesi alanında Mart rejiminin bıraktığı eksiklikler ve yetersizlikler, Eylül rejimi altında tamamlanıyor. Eylül rejimi, toprak reformu vaatlerine ve siyasal demagojisine başvurma gereğini duymuyor. Sistemin açığa çıkan çelişkilerinin siyasal-toplumsal düzlemde eriştiği boyutların ve bunun bir parçası olarak toplumsal muhalefetin düzeyinin, reform vaatleri ile toplumsal muhalefetin kontrol altına alınması, kontrol altında tutulması geleneksel politikasına cevaz vermediği görülüyor. Burjuvazi, karşıdevrim, fiziki güç organlarını bütünüyle devreye sokarak toplumsal ve ulusal muhalefeti fiziki olarak ezmeye yöneliyor. Korku cesaret üretiyor. Urfa’da, geçmişte kamulaştırılmasına karar verilmiş bir kısım toprakların eski sahiplerine geri verilmesi politikası, Eylülün tarım politikasının bileşenleri arasında yer alıyor. Toprak dağıtımından yararlanmak isteyenler için okur-yazarlık şartı getiriliyor. Ulusal asimilasyon politikasının araçlarının çoğaltıldığı, zenginleştirildiği gözlemleniyor. Devlet gücünün uygulama hızının artırılması, ulusal asimilasyon yöntemlerini de artırıyor. Ulusal asimilasyon politikasının uygulanmasında. Cumhuriyet tarihinin belli bir döneminden bu yana, ağa ve şeyhler bir sosyal kategori olarak önemli bir rol oynuyor.
Ulusal asimilasyon politikasının hızlandırdığı siyasal koşullarda, ağa ve şeyhlerin, bir bölümüyle, siyasal baskının hedeflen arasında yer aldığı görülüyor. İsmail Beşikçi, ‘Devletlerarası Sömürge: Kürdistan’ çalışmasında, merkezi devlet iktidarının belli bir döneme kadar, Kürt hareketinin arkasında ağaların olduğu, Kürt hareketinin ağalarca kışkırtıldığı yanılgısını taşıdığına işaret ediyor. Dahası, ulusal asimilasyonun hızlandırıldığı ve ulusal bilincin gelişme eğilimleri gösterdiği 27 Mayıs sonrasında, toprak reformu vaatlerinin sürdürülmesinin, aynı zamanda toprak ağalarının ve aşiret reislerinin ehlileştirilmesine hizmet ettiğine dikkati çekiyor,
Mart rejimi 55 ağa olayı benzeri bir politikaya başvurmuyor, ama toprak reformu vaatleri uzunca bir dönem sürdürülüyor. Toprak reformu vaatlerinin 1974 sonrası Ecevit hükümetleri dönemlerine sarkacak şekilde sürdürülmesi, açık ki, toplumsal tepkinin törpülenmesi, yoksul köylülüğünün toprak istemlerinin kontrol altında tutulması, işçi-köylü ittifakı olasılığının engellenmesi politikalarının bir parçası olarak siyasal bir işlev taşıyor.
Olguların gösterdiği açık gerçek: Toprak reformu vaatleri, tarihinden ve ‘açık faşizm’ koşullarında ‘feodal kalıntıları’ merkezi siyasal iktidardan ‘dışlama’ politikasından değil, ulusal sorundan ve ulusal uyanışın ve yoksul köylülüğünün toprak istemlerinin kontrol altına alınmak istenmesi gerçeğinden kaynaklanıyor.
Yukarıda değinildi; Eylül rejimi toprak reformu gibi reformcu vaatlere başvurma gereğini duymuyor. Ama toplumsal-ulusal uyanışın karşısına bir dalgakıran olarak, daha büyük ölçüde dini, dinsel uyanışı çıkarıyor.
Eylül rejimi, öncesindeki siyasal dönemlerin birikimini ve politikalarını devralıp sürdürüyor. Öncesindeki gerici siyasal iktidarların politikalarından nitelik olarak ayrılmıyor. Ama Eylül döneminin, dinsel ideolojinin toplumsal ilişkilerin ve toplumsal kurumların her bir noktasına şırınga edilmesi, bunun Türk-İslam sentezi temel ekseninde resmi bir devlet politikası olarak örgütlenmesi ve sürekli kılınması bakımından, önemli bir siyasal aşamayı temsil ettiğini söylememiz gerekiyor.
‘Açık faşizm’ koşullarında ‘feodal kalıntıların’ siyasal devlet iktidarından ‘dışlanması’ saptamaları, somut siyasal ve tarihsel olgularla çelişen bir yanılgıya işaret ediyor.
Beklentiler gerçekleşmiyor, saptamaların teorik bazda sürdürülmesinden taviz verilmiyor.
Her dönemin Kemalist burjuva liberalleri, siyasal yönelim ve uygulamalarının bir bölümüne karşı olduklarını açıklasalar bile, askeri cuntalar eliyle, sivil iktidarlar döneminde törpülenen laiklik politikasının yeniden diriltileceğim bekliyorlar.
Beklentiler gerçekleşmiyor, her yeni bir on yıla başlarken burjuva liberallerinin laiklik normlarının, sistemin normlarına ‘uyum’ sağlamaya başladığı görülüyor. Alevilik Bildirgesi’ni imzalayan aydınlar, laiklik konusunda bugün gelinen noktayı meşru saydıklarını göstermiş oluyorlar.
Sadece Türkiye’de değil, kapitalist dünyanın bütününde, burjuva gericiliği, felsefeden dine kadar hep gerici ideolojik normlara sarılıyor, toplumun her bir hücresine dini değerler şırınga ediliyor. Artan umutsuzluk ve hayal kırıklıkları, dini değerlerin öne çıkarılması ye dinsel ideolojinin yaygınlaştırılması yoluyla telafi ediliyor, uhrevi bir âleme kanalize ediliyor. İkinci emperyalist savaşı izleyen soğuk savaş yıllarında, özellikle 1960’lar sonrasında, dini dogmaların yaygınlaştırılması, soğuk savaş politikasının ideolojik boyutunu oluşturuyor.
1980’li on yıllarda, Batı’nın demokratik burjuva toplumlarında yeni-sağ dalga, toplumsal dalganın karşısında bir dalgakıran olarak şekilleniyor. İdeolojik planda Hıristiyan fundamentalizmi, siyasal alanda yeni-muhafazakâr dalganın tamamlayıcı bir parçası oluyor. Katolik Kilisesi, son yüzyılın en itibarlı dönemlerinden birini yaşıyor. ABD, tarikatların yaygınlaştığı ve tarikatçılığın büyük ölçüde teşvik gördüğü yeni bir dönemi yaşıyor. Gorbaçov, Ortodoks Kilisesi’nin önünde el öpme kuyruğuna giriyor.
Batı ve Doğu’nun kapitalist ve revizyonist-kapitalist dünyası, 1980’lerle birlikte dini, dini ideoloji ve kurumları, geçmiş dönemlere oranla, daha büyük ölçüde, mülkiyet ve devlet iktidarı fikrinin, piyasa ekonomisi politikasının en büyük destek gücü, ideolojik yedeği olarak kullanıyor.
1980’ler, aynı zamanda, özellikle Ortadoğu’da İran Devrimi’nin de itici bir rol oynamasıyla İslam fundamentalizmini öne çıkarıyor. 1980’li on yıllar Ortadoğu’da ve Türkiye’de dinsel değerlerin ve dinsel kurumların kemikleşmesiyle kapanıyor.
Burjuva laisizminin tarihsel ve siyasal miadını doldurmasının üzerinden on yıllar geçti. Dini tarikat ve mezhepler, artık yerli ve uluslararası tekeller, uluslararası tekel birlikleri tarafından finanse ediliyor. Eylül yönetimi, Avrupa’daki Türk işçilerine dini değerler şırınga etmek için din adamları görevlendiriyor, din adamlarının maaşlarının da Aramco/Rabıta tarafından ödenmesini resmi devlet kararı haline getiriyor,
Eylül rejimi, anti-laisizmi ve Türk-İslam sentezi ideolojisini resmi devlet politikası düzeyine yükseltiyor.
‘Laiklik dinsizlik’ değildir Eylül rejiminin günümüzdeki ifade ediliş biçimlerinden birini oluşturuyor. Dinsel değerlerin yaygınlaştırılmasının önündeki biçimsel ve yasal engellerin kaldırılmasını Eylül yönetimi üstleniyor. Sadece net ve bilinen örnekler olduğu için sıralamak gerekiyor: Din dersinin okullarda zorunlu dersler arasına alınması, halka açık resmi toplantıların ve TV kanallarının dini propaganda kürsülerine dönüştürülmesi, imam-hatip okullarının sayısının çoğaltılması… İlginç bir örnek: Nakşibendi şeyhlerinden birisinin ölüsü, Milli Güvenlik Konseyi kararıyla Süleymaniye Camisinin avlusuna gömülüyor. Bütün bir Eylül dönemi boyunca cuntayı, Kemalizm’in laiklik çizgisine çekmeyi ‘devrimci görev’ sayan Cumhuriyet gazetesi ve Uğur Mumcu, Süleymancıların elinde bulunan bine yakın yurt ve pansiyonun Milli Eğitim Bakanlığı’na devredilmesi için karar alınmasını istiyor, ısrarlı bir yayın politikası sürdürüyor. Eylül yönetimi bu ‘ısrarı’ görmezlikten gelmeyi tercih ediyor.
Cumhuriyet rejiminin oldukça kısa bir döneminde tutarsızlığı içinde bir uygulama alanı bulan Kemalist laiklik politikasının, burjuva toplumu çerçevesinde yeniden tekrarlanmasının, artık olanaksızlığını göremeyen, ‘Kemalizm’le İslamiyet’in Tarihi Uzlaşması’nı öngören CİA raporlarını yayınlamak tek başına yeterli olmuyor, burjuva liberallerinin Eylül rejimini doğuran toplumsal-siyasal koşulları, Eylül rejiminin işlevini kavramaları da mümkün olmuyor.
Burjuvazi ve merkezi siyasal iktidar, dinsel değerleri ve dinsel kurumları, gelişen ve yaygınlaşan toplumsal ve ulusal muhalefetin, muhalefet dinamiklerinin karşısına bir dalgakıran olarak çıkarıyor.
Dine ve dinsel kurumlara, toplumsal-ulusal bir dalgakıran olarak önemli işlevler yüklendiği görülüyor.
Eylül rejimi, özellikle ulusal muhalefetin eylemlilik düzeyine varan bir gelişme göstermesi ile birlikte, bu süreci hızlandırıyor.
Cumhuriyet gazetesinin 26 Şubat 1990 tarihli sayısında yayınlanan ve tartıştığımız konu ile ilgili bölümü Ek’te aktarılan CIA eski Ortadoğu Dairesi Sorumlusu G. Fullerin saptamaları, öneriden çok, açık ki, uygulanan politikayı yansıtıyor.
G. Fuller’in saptamalarının öncülleri otuz yıl öncesine kadar uzanıyor.
İsmail Beşikçi, ‘Devletlerarası Sömürge: Kürdistan’ çalışmasında, Milli Eğitim Bakanlığı Test ve Araştırma Bürosu ile AID’in işbirliğiyle yürütülen bir araştırma sonucuna dayanarak, ABD devlet yöneticilerinin Türk Hükümetine 1962 yılında yaptıkları bir öneriyi aktarıyor. ABD istihbarat organları ve siyasal odaklan, Türk Hükümetine, toplumsal sorunlarla, özellikle Kürt sorunuyla mücadele, etmenin en iyi yolu olarak, dinci nitelikleriyle belirlenen bir partinin kurulması, geliştirilmesi ve etkin bir konuma getirilmesi gerektiğini ‘öneriyorlar.’
‘Öneri’ yedi yıllık bir gecikmeyle yaşam alanı buluyor ve 1969 yılında Milli Nizam Partisi kuruluyor.
Ulusal özelliklere değil, dinsel özelliklere vurgu yapan MNP, Türk siyasal hayatına henüz yerleşme sürecindeyken Mart rejimi geliyor, radikal ve laik muhalefet potansiyelinin irimi ile birlikte, ‘tarafsız’ ve ‘sınıflar-üstü’ görüntüsünü korumak için, Mart yönetimi TİP ile birlikte Milli Nizam Partisi’ni de kapatıyor.
Daha sonraki yıllarda yapılan açıklamalardan, MNP’nin kapatılmasının bir nata’ olarak kabul edildiği anlaşılıyor. ‘Hata’ daha kısa sürede anlaşılıyor ve radikal-laik muhalefetin tasfiye edilmesinden ve ezilmesinden sonra, MNP’nin yeniden kurulması askerlerce bizzat teşvik ediliyor. Açılan dava nedeniyle yurtdışına çıkmış olan MNP yöneticilerinin kısa bir süre içerisinde yurda döndükleri görülüyor. Bu kez Milli Selamet Partisi ismiyle kurulan ve 1973 seçimlerine katılan ve programıyla reformcu-solun anti-emperyalizm ve anti-tekel övgüsünü kazanan dinci parti, 1970’Ii on yılların, 1973 sonrası süreçte kurulan hükümetlerinde koalisyon ortağı olarak yer alıyor.
Radikal sol akımların, Mart rejimi altında MNP’nin, Eylül rejimi ile birlikte MSP’nin katılmasını, ‘açık faşist’ rejimlerin anti-feodalliği saymaları, ‘feodal kalıntıların’ siyasal iktidardan ‘dışlanması’na örnek olarak göstermeleri, sadece bir yanılgıya işaret etmekle kalmıyor, daha önemlisi, dinci nitelikleriyle belirlenen yasal ve parlamentarist bir siyasal partinin rejim için, özellikle ulusal ve toplumsal muhalefetin, muhalefet dinamiklerinin yaygınlaşması ve yoğunlaşması koşullarında, önemli bir siyasal ihtiyacı karşıladığının kavranmamış olmasını beraberinde getiriyor.
Ulusal vurguyu değil dinsel vurguyu ön-plana çıkaran ve ‘dünyevi haksızlıkları’, ‘ilahi haksızlıklarla’ örtmeye çalışan dinci bir partinin ideolojik yönelimi ve siyasal faaliyeti ile ulusal bilincin ve ulusal nitelikli eylemlerin gelişme eğilimi taşıdığı ve toplumsal muhalefetin ‘dünyevi haksızlıklara’ karşı yöneldiği siyasal koşullarda, ulusal ve toplumsal muhalefetin karşısında önemli bir dalgakıran rolü oynayacağı açık.
Eylül rejimi ile birlikte dinsel propagandanın öne çıkarılması ve dini kurumların güçlendirilmesi, ulusal bilincin ve ulusal nitelikli bir hareketin gelişmesiyle son derece yakından ilgili. Ulusal bilincin frenlenmesi, ancak dinsel ideolojiye vurgu yapılmasıyla ve ezen ulus şovenizminin güçlendirilmesiyle mümkün olabilir. Böylesine bir ideoloji ve politikalar bütünlüğü, formülasyon düzeyinde kendini Türk-İslam sentezi olarak açığa vuruyor.
Türk-İslam sentezi, Eylül rejimi altında, resmi politika olarak formüle ediliyor. Atatürk Yüksek Kurulu’na 1987 yılında sunulan raporda ‘birleştirici ve yapıştırıcı bir unsur’ olarak dinin kullanılmasının önemi üzerinde duruluyor ve özellikle Kürt bölgelerinde, dinin daha büyük ölçüde canlandırılması isteniyor. Burjuvazinin ve sistemin laiklik gibi artık geçmişte kalan biçimsel normlarla, burjuva liberallerine ikinci bir hayal kırıklığı yaşatma pahasına da olsa, elini kolunu bağlamadığı görülüyor.
Son bir yıllık süreçle ‘birleştiricilik’ özellikleriyle Aleviliğin, eksikli demokrat aydınların da katkısıyla, itibarının yeniden iade edilmesi ve Eylülün Türk-İslam sentezi politikası, ele aldığımız yanıyla, ulusal hareketi, hem ideolojik, hem de siyasal platformda, İslam enternasyonalizmi içerisinde eritme çabasına hizmet ediyor. İslami değerler ve dinsel kurumlar, ulusal hareketin karşısına bir dalgakıran olarak çıkarılıyor. Kavmiyatçı değerlerin İslami değerlerle izole edilmesinde, ağa ve aşiret şeyhlerinin önemli bir rol üslendikleri anlaşılıyor.
Türk-İslam sentezi, pratik ifadesine, 1986-87 yıllarında uçak ve helikopterler kullanılarak imzalı/imzasız ayetli-hadisli cihat bildirileri dağıtılmasıyla, 1984 sonrasında Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde kurulan İrşat Ekipleri’nin bütün Kürt bölgelerinde Atatürkçülük ve İslamcılık propagandası yürütmesiyle, PKK eylemlerinin İslamiyet’e aykırılığının vurgulanmalıyla kavuşuyor.
Devletin doğrudan iktidar organlarının yürüttüğü siyasal faaliyetin ve propaganda faaliyetinin boşlukları, dinci parti(ler) tarafından dolduruluyor.
Kürt bölgelerinde Türkçülük propagandası yapmak, doğal olarak tepki topluyor. MHP-MSP faaliyetinin etkili olması mümkün olmuyor. Aynı işlev dün MSP, bugün RP tarafından din faktörünün öne çıkarılması suretiyle yerine getiriliyor. Kürt bölgelerinde MSP-RP örgütlenmesinin hiç zayıflamadığı görülüyor. 1973 ve 1977 genel seçimlerinde MSP, 1983 genci seçimlerinde RP, ortalamanın üzerinde oy topluyor, dinsel partinin Kürt bölgelerinde güçlü bir oy potansiyeline sahip olduğu gözleniyor.
Dinci parti(lerin) faaliyetleri, devlet organları tarafından doğrudan teşvik edilip destekleniyor.
Merkezi devlet iktidarının ve dinci parti(ler)nin propaganda ve siyasal faaliyeti ile beslenen dinsel ideoloji ve kurumlar, ulusal hareketin karşısına bir dalgakıran olarak, en net bir biçimde Eylülün ‘açık faşizm’ koşullarında çıkarılıyor.
19. yüzyıl Bonapartizmi ile eşitlenen ‘açık faşizm’ teorisi bir yanılsamaya işaret ediyor.
Sistemin ekonomik, toplumsal ve siyasal ilişkiler bütünlüğünden koparılmış bir ‘açık faşizm’ teorisinin, askeri cuntalara anti-feodalizm benzeri ‘ilerici’ politik işlevler yüklenmesi gibi, yaşanan güncellikte üzerinden atlanamayacak bir örnek olması bakımından Saddam rejiminin kanlı ve kirli ellerine anti-emperyalizm sloganının teslim edilmesi gibi pratik siyasal sonuçlara yol açtığı görülüyor.
‘Açık faşizm’ teorisi bir yanılsamayı yansıtıyor.
EK -1
CIA raporu: Kemalizm’le İslamiyet’in tarihi uzlaşması
“… dünyada hiçbir lider ne George Washington, ne Nehru, ne Lenin, ne Gandi sonsuza kadar yaşayabilecek bir ürün vermedi. Liderler ölüyor. Önce bedenleri, sonra zaman içinde düşünceleri siliniyor. Oysa Kuran ve İncil yaşıyor. İşte Mustafa Kemal’in başına gelen de her tarih yazmış liderin başına gelenlerden farklı değildir.
Bizzat Mustafa Kemal dahi bir konuşmasında Türkiye’ye çizdiği vizyonun kendisinden sonraki yüzyıllarda ayakta kalıp kalmayacağı konusunda kuşkularını sergilemiştir.
Atatürk’ün düşünceleri çağı için son derece güçlü düşüncelerdi. Ama onun sayesinde yaratılmış olan bugünün, kendisine entelektüel güven duyan güçlü Türkiye’si, artık ulusal kimliğini, yörüngesini, dünyadaki rolünü, hatta İslam’ın günlük yaşamdaki yerini yeniden düşünebilmelidir.
– ‘Yörüngesini yeniden düşünebilmelidir’ derken ne demek istiyorsunuz?
FULLER: Kemalizm’in reformcu yönü, büyük ölçüde İslam’ın eğitim, bürokrasi, yargı üzerindeki köhne ve ezici yükünden kurtulmayı amaçlıyor.
Gerçi daha 19. yüzyılda, sonradan Atatürk’ün reform alanına giren her konuda, İslam’ın etkisini azaltan, modernizme dönük bir gelişme sağlanabilmişti. Ama Atatürk, o dönemin Türkiye’sinde İslam’ın kalkınma üzerindeki rolünün tamamen negatif olacağını düşünüyordu.
Özellikle devletin bürokratik ve yapısal çerçevesi bakımından. Oysa bugün Türkiye’nin İslami düşünce ve eğilimler konusunda daha esnek olabilmesi mümkündür. İran gibi olun demiyorum, ama İslam’ın özel yaşam ve kamu yaşamındaki rolü konusunda esnek olmak ve İslam’ın Türkiye’nin kültürel ve entelektüel mirasının önemli bir parçası olduğunu, bastırılması gerekmediğini kabul etmek, katılaşmayı önlemek için kendisini ifade etmesine olanak sağlamak mümkündür. Geçmişteki radikal laiklik politikaları döneminde İslam’ın yaşamınızdan nasıl dışlanacağı adeta bir fikri-sabit haline gelmişti. Bence bu, bugün daha az lazım olan bir reaksiyon.
– Yani tarihi bir uzlaşma mı öneriyorsunuz?
FULLER: İslam’a bakmanın çeşitli yolları var. Bence otomatik bir tehdit olarak kabul edilmesi yanlıştır. Hareketin hangi siyasi görüşleri savunduğuna bağlı. Eğer laik bir hükümet yıkılarak yerine İran türü bir rejim kurulmak isteniyorsa bu, demokratik yapıya hasmane bir tutum.
Ama diğer yandan insanlar İslam dininin, kültürünün gereklerinin daha çok gözetilmesini, İslami eğitimin yaygınlaşmasını istiyorlarsa, bu otomatik bir tehdit olarak kabul edilmemeli ki bu, Türkiye’nin ulusal ve kültürel “mirasının parçasıdır. ‘Zamanıdır” demiyorum ama parçasıdır. Son elli yılda yapay olarak bastırılmasının bazı meşru nedenleri olabilir, ama artık Türkiye bu bakımdan kendisiyle barışmalıdır. Eğer siz İslam’a dayalı olduğunu söyleyen siyasi partileri, daha fazla siyasileşmeye, parlamentoya katılmaya çekebilirseniz, tartışmaya açık bir platform yaratabilirseniz, bu çok daha değerli olur.”
“… İslami hareketin önündeki en büyük görev de inançları çağa uyarlamaktır. Birçok İslam düşünürü İslam’ın demokrasi ile uzlaşmaz olmadığını/savunuyor, İslamiyet’teki ‘şura’ kavramanın demokrasiye açık olduğunu söylüyorlar. Bazı İslami Hareketler çok tehlikeli ve radikal, bazıları da reformist liberal işte geliştirilmesi; asıl cazip olan bu.
-12 Eylül öncesi parlamentosunda Süleymancılar, Nakşibendiler ve Nurcular çeşitli, siyasi partiler içinde temsil ediliyordu. Yani bir tür sisteme katılıyorlardı. Böyle bir formülasyon mu öneriyorsunuz?
FULLER: Mistik cazibelerini böyle yitiriyorlardı değil mi? Söylediğim de bu. Diğer yandan İslam’ın bir de özel yaşamda yeri var ki, o ayrı bir konu ve her zaman teşvik edilmeli. İster İslam, ister Hıristiyanlık olsun din, birey yaşamındaki ahlaki değerleri güçlendiriyor. Ama din siyasete soyununca, o zaman gerçekçi bazı tavizler vermesi gerekiyor. Bu olumludur ve çok sağlıklı bir şeydir. Türkiye’de İslam’ı bu noktaya getirmek lazım. Zaten geliyor da…
(Ufuk Güldemir’in CİA eski Ortadoğu Dairesi Sorumlusu Graham Fuller ile yaptığı söyleşiden, Cumhuriyet, 26 Şubat 1990)
YORUMLU-1
Revizyonizm ve faşizmin üretici güçleri geliştirmesi
“…tekelci gelişme sermaye birikimine ihtiyaç gösteriyor. Türkiye büyük sermayesinin, tekelcilerin geleneksel ortakları pre-kapitalist sömürücü sınıfların (tefeci-bezirgân, ağa) sömürüden aldıkları pay da tekelci zümrelerin temel çıkarlarına aykırı düşmeye başlıyordu.”
“1971 başına gelindiğinde (…) o sırada tekelci kesimini pre-kapitalist ortaklarına fazla pay ayırmaktan kurtararak, pre-kapitalizmin tasfiyesi ile tekelci kapitalizmin daha hızlı gelişmesine dayanan uzun vadeli çıkarlar…” (İlke dergisi, 21 Ekim 1974)
“Faşizm hakim sınıfların en gerici, en emperyalist, en şoven kesimi olan tekelci sermayenin açıktan açığa zorba diktatörlüğüdür. Faşizm, özünde bir burjuva diktatörlüğüdür, ama alelade burjuva diktatörlüklerinden farklıdır. ‘Faşizm burjuvazinin en gerici kesiminin bütün kısmi özgürlükleri kaldırması,’ bizatihi parlamenter düzenin kaldırılması demektir. Faşizm hakim sınıfların çeşitli kesimleri arasındaki barışın da yok edilmesi, tekelci burjuvazinin diğer sömürücü sınıf ve zümrelerle menfaat çatışmalarının zor yoluyla çözülmeye çalışılması demektir.”
“Sanayi burjuvazisinin büyümek isteyen kesimlerinin menfaatleri, büyük ithalatçı, ihracatçı ve toprak ağalarının menfaatleriyle çelişmektedir.”
“Erim iktidarı formülüyle emperyalizmin tahakkümünü perçinleme çabasına karşı parlamento içinde toprak ağalarından, taşra eşrafından, vurguncu unsurlardan gelen bir muhalefetin bulunmasıdır.”
“Demokratik Parti’nin bu yüzden gerici parlamentarizme en sıkı bağlı olduğunu belirtmiştik. Bir diğer tahlilimiz de spekülasyoncu unsurları ve taşra eşrafını vergilendirerek baskı altına alma çabasına girişen Demirel hükümetinin tarım kesimine ve toprak ağalarına el uzatmaya cesaret edemediğini, gerici parlamentarizm içinde sürdürülen denge yüzünden spekülasyoncu unsurları bile tasfiye edemeyeceğini belirtmiştik. İşbirlikçi burjuvazinin yalnızca gerici parlamentarizm çerçevesi içinde kaldığı sürece ortakları ile arasındaki çelişmeleri kendi yararına çözmek teşebbüsünü fazla ileriye götüremeyeceğini, bundan ötürü gerici parlamentarist denge rejiminin dışına çıkmak zorunda olduğunu belirtmiştik.” (PDA, 27 ve 39. sayılarından- 1971)
YORUMLU-2
‘Açık faşizm’ ve pre-kapitalist unsurların tasfiyesi
“Türkiye devrimler tarihinde oldukça önemli ve şerefli bir yere sahip olan 27 Mayıs devrimi, yerli hâkim sınıflara karşı, ordu ve bürokrasi içindeki aydınların, ilerici-milliyetçi bir hareketidir.”
“1961’den sonra, özellikle 1963’ü izleyen dönemde Türkiye’de nispi bir denge yönetiminin varlığı görülür. Yeni hâkim sınıflardan yönlendirici rolü tekrar eline geçiren işbirlikçi burjuvazi, bir yandan reformist burjuvaziyi tamamen tasfiye etmemiş, öte yandan da -27 Mayıs öncesi kadar olmasa da- büyük toprak sahipleriyle tefeci bezirgânları tekrar imtiyazlı duruma getirmiştir.”: “THKP-C Savunmasından, 1972)
“12 Mart darbesi ile birlikte (…) 25 yıllık küçük burjuva yönetiminde Türk ordusunun küçük burjuva devrimci geleneği artık son bulmuş, ordu doğrudan emperyalizmin ve oligarşinin sömürgeci politikasının aleti olmuştur.”
(…)
“Amerika Demirel hükümetine iki tavsiyede bulundu: Ülkede kendi sömürüsünü artıracak bir dizi rasyonalizasyon tedbirleri (…) ve orduyu yönetime katarak hızla gelişen demokratik mücadeleyi bastırmasını tavsiye etti. S. Demirel yönetiminin bir ayağı tekelleşmemiş vurguncu Anadolu burjuvazisine ve feodal kalıntılara dayandığından, bu tedbirleri gereği gibi yerine getiremedi. Tekeller için ‘huzur’ sağlayamadı.”
“Bunun üzerine alaşağı edildi. Ve askeri diktatörlük kuruldu. Böylece bir yandan aç gözlü tekellerin istismarını daha da artıracak, öteki egemen sınıf ve zümrelerin aleyhine sömürüyü disipline edecek bir dizi ‘reformlar’ yapılmış olurken, öte yandan ordu ve bürokrasi içindeki devrimci milliyetçiler büyük ölçüde temizlenmiş(tir).”
“(12 Mart darbesinin) sömürüyü disipline etme eğilimi, oligarşi içinde askeri etkinliklerini kaybetmiş olsalar bile, hala belli bir güç olan, özellikle mecliste önemli bir çoğunluk oluşturan öteki gerici sınıf ve zümreleri, ticaret ve tarım burjuvazisiyle feodal kalıntıları son derece rahatsız etmektedir. Bu yüzden başlangıçta ‘sarı reformlar’ı büyük tepkiyle karşıladılar.”
(…)
“Bu kapitalizm öncesi sınıf ve zümrelerin sömürüyü disipline etmeye yönelik ‘reform’lara karşı tepkisini, emperyalizm ve yerli tekelci burjuvazinin saf iktidarı olan 1. Erim hükümeti, ‘ilerici’, ‘Atatürkçü’, ‘reformist’ görünüm altında küçük burjuva aydın ve çevrelerin desteğini alarak bu zümreler üzerinde baskı unsuru olarak kullanıp kurmaya çalışmıştır.”
(…)
Küçük burjuva aydın kamuoyunun desteğini kaybeden emperyalizm işbirlikçi tekelci burjuvazi ikilisi, bu sefer zorunlu olarak sömürüyü disipline etmeye yönelik bir dizi rasyonelleştirme tedbirlerinden tavizler vererek, bu tedbirlerden zarar görecek olan gerici sınıf ve zümreler ile ortak müşterekler etrafında anlaşmışlardır.”
“(…) 2. Erim hükümeti de bu anlaşmanın, gericiler arası barışın hükümetidir.” (Kesintisiz Devrim’den, 1971-72)
“Gizli faşizm döneminde hâkim ittifak içinde var olan sınıfların ilişkileri, açık faşizm döneminde farklıdır. Tekelci sermayenin gizli faşizm (kurumsal faşizm) dönemlerinde ittifaka girdiği sınıflar geniştir.”
“Açık faşizm döneminde bunun böyle olmadığını; tespit edebiliriz. Zaten açık faşizme başvurmasının bir nedeni de ittifaka girdiği çeşitli sınıf ve tabakalarla ilişkisini koparmak istediğidir. Gizli faşizm, parlamenter bir biçimde kurumsal olarak sürdürülür.”
“(Gizli faşizm) dönemine özgü anti-faşist eylem programımız demokratik devrim programımızla çakışır. Bu dönem genel olarak diğer gerici sınıf ve tabakalarla bir uyum (tekelci burjuvazinin uyumu) söz konusudur. Açık faşizm döneminde ittifak içinde bulunan bu sınıflar kombinasyonunda belirli değişiklikler olur. Halkın yükselen mücadelesi kaçınılmaz olarak oligarşi içindeki çelişkileri de derinleştirir. Kendi iç çelişmelerini çözmek ve tek başına iktidarını sağlayabilmek için tekelci sermaye açık faşizme kaçınılmaz olarak ihtiyaç duyar. Tekelci sermaye hem kendisi dışındaki diğer gerici sınıfları ezmek, hem de kendi iç çelişkilerine çözüm bulmak için böyle bir yola başvurur, (Örneğin 12 Mart Muhtırasıyla pre-kapitalist unsurları yönetimden uzaklaştırmaya, onların sömürüden aktığı paya el koymaya çalışırken, diğer yandan da kendi iç çelişkilerini çözme yoluna gitmiştir.)”
“Açık faşizm döneminde oligarşinin belirli kesimlerinin ekonomik ve siyasal yapıdaki etkinlikleri ellerinden alınır. Bu kesimlerin oligarşiye karşı tavır almaları gündeme gelmiş olur. Bu tavır alış devrimcilerin yararlanması gereken oligarşiye karşı bir tavır alıştır. Örneğin açık faşizm döneminde tekel dışı sınıfların, oligarşi içindeki pre-kapitalist sınıfların oligarşik yönetimden uzaklaştırılmaya çalışılması ve bu kesimlerin oligarşiye karşı tavır alması yararlanılması gereken bir çelişmedir.” (Devrimci Gençlik dergisi, sayı: 5, 1978)
“… Cunta içinde şimdi uzlaşma havası esmektedir. Oligarşi şimdiye kadar kendi içinde uzlaşmak zorunda kaldığı feodal kalıntıların, yani bir kısım toprak ağaları ve tüccarların temsilcisi MSP’yi dıştalamak istemektedir; Çünkü oligarşide istikrarsızlık, bir yönüyle feodal kalıntılarla uzlaşmaya dayanmaktadır. 12 Mart döneminde, bu gücü dıştalamaya çatışan oligarşi, bunu başaramamış, tekrar ittifak içine alınmıştır. Şimdi Atatürk ve cumhuriyet düşmanı eroin kaçakçıları diye dıştalanmak istenmekte ve istikrarın sağlanacağı umulmaktadır. Kısacası 12 Eylül, tamamlanmamış bir operasyon olan 12 Mart’ın tamamlanmasıdır diyebiliriz.”
(Amerikancı Faşist Cunta 45 Milyon Halkı Yenemeyecektir başlıklı bildiriden, 1980)
“27Mayıs’ta Kemalistler, kendilerine yöneltilen tasfiye sürecini durdurmak için, reformist burjuvazi ile aynı eylem momentinde buluşarak son kez iktidara yönelmiştir.”
“Altyapıda emperyalist ilişkiler ve çarpık kapitalizmin varlığından dolayı radikal dönüşümleri gerçekleştiremeyen 27 Mayıs yönetimi, 1961 Anayasası, yarı özerk kurumlar demokratik örgütlenme özgürlüğü vb. küçümsenmeyecek dönüşümler gerçekleştirebildi.”
“27 Mayıs hareketi, anti-emperyalist hedeflerine ulaşamamıştır.”
” 27 Mayıs politik devrimine karakterini veren, burjuva demokratik tutumları ve düzenlemeleri olmuştur.”
” İşbirlikçi oligarşik yönetimin yerine, çıkarları emperyalizm ve oligarşi ile çelişen orta ve küçük burjuvazinin burjuva demokrat anlamda birtakım kurumları oluşturması, 27 Mays’ın ilerici niteliğidir. 27 Mayıs politik devrimdir.”
“Bankalar ve borsalar kontrol altına alınmış, ticaret ve sanayi odaları kapatılmış, toprak ağaları sürgüne gönderilmiştir.” (Haklıyız Kazanacağız -1 sy. 263)
” 1. Erim hükümeti, tekelci burjuvazi lehine, önce büyük toprak sahiplerinin ekonomik ve siyasal gücünü kırmak ve aracı-tefecilerin etkinliğini azaltmak için bu kesimlere karşı cepheden saldırıya geçti. (…) Sınırlı bir toprak ve tarım reformu tasarısı gündeme getirildi.”
“Kendi çıkarlarını zedeleyen bu önlemlere karşı toprak sahipleri ve tüccarlar, ihracatı düşürerek cevap verdiler. Pamuk başta olmak üzere tarım ürünleri ihracatı ve dolayısıyla döviz gelirleri düştü. Ekonomik plandaki bu direnişler sürerken, 12 Mart faşist cuntası, tekelci sermaye lehine alabileceği bir dizi kararı uygulama olanağı bulamıyor, toprak reformunu çıkaramıyordu. Bu gelişmeler üzerine 1. Erim hükümeti istifa ediyor, oligarşi içindeki çatışma 2. Erim hükümeti ve uzlaşma ile sonuçlanıyordu.” (Haklıyız Kazanacağız -1, sy. 286)
“(Açık faşizm) kendi ortağı olan kırsal sömürücü kesimlerin (toprak ağaları) ve aracı, tefeci-tüccar kesiminin sömürüden aldığı payı kredi, teşvik uygulamaları, vergiler vb. yöntemlerle sınırlamak, bu kesimler arasında dağıtılan ve çoğu merkezileşmeyen sömürüyü denetim altına almak, tekelleşmeyi hızlandırarak (bu anlamda orta burjuva kesimleri tasfiyeye yönelmesi) vb. şeklinde sömürüyü disipline etmek(tir).” (Haklıyız Kazanacağız -2. sy. 677
“(Gizli faşizm) diğer yandan gerek oligarşi içinde gerekse oligarşi dışındaki pre-kapitalist unsurların palazlanmasına ve sermayenin denetimi dışına taşmasına yol açmaktadır. Dolayısıyla tekelci sermaye ipin ucunu kaçırma tehlikesi ile karşı karşıyadır. İşte tekelci sermaye ipin ucunu kaçırmaya başladığı an, faşizmin üstündeki örtüyü bir tarafa atarak baskı ve zorun çıplak icrasına geçer ki, bunun siyasal literatürdeki adı açık faşizmdir.” (Haklıyız Kazanacağız -2 sayı. 678)
“Böylece çok partili parlamenter sisteme geçilmesinden sonra, egemen sınıflar ittifakı kendi içinde çelişmeli bir yapıyla ortaya çıkmıştır. İşbirlikçi ve tekelci niteliklere sahip sanayi burjuvazisi, yönetimde giderek artan bir erkinlik kazandıkça, tekel-dışı burjuvazi ve feodal, yarı-feodal kesimlerce olan çıkar çelişmeleri de keskinleşmiştir. Bu çelişmeler, buhran dönemlerinde ‘parlamenter sistemdeki’ tıkanmalara yol açmış, tekelci burjuvazinin içinde orduya dayanma eğilimlerini güçlendirerek, 12 Mart, 12 Eylül askeri darbelerinde dış faktörlerle birlikte önemli bir rol oynamıştır.” (Devrimci Yol Savunması, sy. 65-66)j
“Egemen sınıflarla halk arasındaki çelişmenin yanı sıra, 12 Eylül faşizmi egemen sınıfların kendi aralarındaki çelişmelerin çözülmesi açısından da önemli bir dönemeç noktası oldu. Tekelci burjuvazi ülke yönetiminde bütünüyle hegemonya kurmak ve ekonomik artıktan daha fazla pay almak için iktidar ortaklarıyla, arasındaki güç dengelerini değiştirmek istiyordu. 12 Martla başlayan bu süreç tekelci burjuvazinin giderek güçlenmesi biçiminde sürmüş, ancak 12 Mart sonrasında yükselen halk muhalefeti, oligarşi için sorunların geri plana itilmesine neden olmuştur. 12 Eylül faşizmi, tekelci burjuvaziye oligarşi içi dengeleri düzenlemek için bütün olanakları sağladı. Artık Türkiye’de sınıf dengeleri yeni bir düzlemde ve tekelci burjuvazinin yöneten sınıflar içindeki kesin hegemonyası altında kurulmuş durumdadır. Eski geleneksel sınıfların ve tekel dışı sermaye gruplarının yöneten sınıflar içindeki konumu bütünüyle tekelci burjuvazinin ekonomik ve siyasal sorunlarına göre şekillenmektedir.” (Devrimci Yol Savunması, sy. 462-463)
EK -2
BONAPARTİZM
12 Mart ve 12 Eylül dönemleri, siyasal literatüre Bonapartizm terimini sokuyor. Askeri yönetim biçimleri, yarı-Bonapartizm veya Bonapartizm terimleri ile ifade edilmeye başlanıyor.
Özelikle Troçkist ve sivil toplumcu çevrelerin, faşizm ve askeri faşizm terimlerine alternatif olarak Bonapartizm terimini kullanmak ve sol literatüre yerleştirmek için özel bir çaba gösterdikleri biliniyor.
Eylül dönemi ile birlikte, faşizm bir devlet tipi, burjuva devletinin bir yönetim biçimi olmaktan çıkıyor, sadece siyasal bir hareket düzeyine, hatta burjuvaziden de kısmen bağımsızlaşanları siyasal bir hareket düzeyine indirgeniyor. Veya şöyle söylemek gerekiyor Eylül dönemi ile birlikte, faşizm terimini burjuva devletinin yönetimi biçimleri arasından çıkarma eğimi bir kısım sol çevrelerde giderek daha çok yaygınlık kazanıyor. Eylül yönetimine atfedilen anti-MHP’lilik misyonu, Eylülle birlikte MHP’nin de içinde yer aldığı siyasal partilerin ve parlamentonun kapatılmış olması, bu eğimin yaygınlaşmasında etki oluyor. Daha önemlisi, devlet sorununun reformcu bir platforma indirgenmesinde sol-reformculuk köklü geleneklere sahip ve Eylül, bu geleneklerin pekiştirilmesinde yeni ve güncel bir halka oluşturuyor. Daha en başından, Asyatik merkezi devletlere, üretici güçlerin gelişmesi açısından ilerici bir işlev yükleniyor. Azgelişmiş ülkelerin ilerlemesinde, merkezi devlet aygıtının güçlendirilmesi, ‘sol’ için de önemli görülüyor. Bütün bir Cumhuriyet dönemi boyunca ‘sol’u temsil eden TKP, burjuva-Kemalist devlete, hep sınıflar-üstü bir misyon yüklüyor ve siyasal gericiliği, faşizmi, Kemalizm’in, burjuva devletinin dışında arıyor. Dahası, kendisini, siyasal ve tarihsel bakımdan ilerici, devrimci özellikler yüklediği Kemalizm’in siyasal bir destek gücü olarak görüyor. TKP bütün bir cumhuriyet tarihi boyunca, ikinci bir Kemalist parti olma özelliğini koruyor. Faşizm veya faşizan siyasal oluşumların devlet güçleri tarafından tasfiye edilmesini veya siyasal etkinliklerinin kırılmasını istiyor. 1974-80 anti-faşist savaşım dönemi, bu politikaların somutlandığı bir siyasal zemin sunuyor. Sadece TKP değil birçok küçük burjuva tabanlı siyasal akım, faşizm sorununu devlet iktidarı sorununun dışına çekerek, ilerici ordu-Kemalizm geleneğini sürdürerek, anti-faşist savaşımın zayıflamasında, güçlerin parçalanmasında olumsuz bir rol oynuyor. Anti-faşizm, anti-MHP’Iilik düzeyine indirgeniyor. Eylül darbesi, bu zemin üzerinden, ciddi bir direnişle karşılaşmaksızın, iktidara geliyor.
Eylül öncesinde MHP’ye karşı taraf olması beklenen veya tarafsız davranması istenen merkezi devlet ve devlet kurumları, Eylülle birlikte Bonapartist ilan ediliyor. Askeri yönetim burjuvazinin ekonomik ve siyasal egemenlik sisteminden koparılıyor, devlette bağımsızlaşma, ‘özerkleşme’ gibi özellikler aranmaya başlanıyor.
Geri ülkelerdeki askeri diktatörlüklerde devletin ‘görece özerkleşmesi’ keşfediliyor ve askeri diktatörlükler Bonapartist olarak tanımlanıyor.
Eylül rejiminin, Bonapartist terimi ile nitelendirilmesi uygun görülüyor.
Marks ve Engels’in 19. yüzyıldaki somut bir kısım siyasal olguların çözümlenmesinde, istisnai olarak devletin belirli bir ‘bağımsızlık’ kazanması yönündeki saptamaları, Bonapartizm tahlilleri için teorik kalkış noktaları olarak kullanılıyor. Troçki’nin ikinci savaş öncesinde bir kısım faşist rejimleri, terminolojiyi ters yüz ederek, Bonapartizm kavramı ile karşılamış olması, yeni koşullarda yeniden üretiliyor. Troçki, faşizmi Bonapartizm ile benzeştirmek için, önce devleti bir sınıfın başka bir sınıf üzerindeki baskı aracı olması temel özelliğinden arındırıyor, sonra da onu sınıflardan soyutlayarak toplumun ‘üzerine’ çıkarıyor. Troçki, ‘sınıf mücadelesinin son derece keskinleşmesi nedeniyle devlet iktidarının toplumun üzerine çıkarılması olmadan faşizm mümkün olmazdı’ diyerek, faşizmle Bonapartizmi yan yana ele alıyor ve iki siyasal olguyu, ‘devletin özerkleşmesi’ zemininde benzeştiriyor.
Burjuvazinin siyasal egemenlik sistemi ile birlikte faşizmin tarihten silinemeyeceğine karar verdiği anlaşılan aydın reformculuğu, kaderci bir tarzda, faşizmi, hiç değişe kavramsal düzeyde siyasal literatürden çıkarıyor, siyasal içeriğini de boşaltarak faşizm terimini Bonapartizm terimi ile değiştiriyor. Bir olgunun isminin değiştirilmesi ile kendisinin de değişmiş olacağı sanılıyor.
Olgunun kendisi değişmiyor, ama artık marjinal bir konuma savrulan küçük-burjuva aydın reformizminin, Bonapartizm şemsiyesi altında kabuk değiştirdiği görülüyor.
Eylül rejiminin bölüp çoğalttığı ve kimliksiz bıraktığı küçük-burjuva reformculuğu, yeni bir kimlik arayışına yöneliyor. Küçük-burjuva aydın reformculuğu, ‘devrimci Marksizm’ şemsiyesi altında ürettiği Bonapartizm tahlilleri ile marjinal bir kimlik kazanıyor.
Marjinal kimlik nostaljik bir geri savrulmayı da içeriyor ve böylesine bir savrulma, bugünkü gerici tekelci burjuvazinin siyasal konumunu ve yönelimini, 19. yüzyıl burjuvazisinin siyasal konumu düzeyine çıkarmaya kadar geriliyor. Sistemin doğrudan savunucusu olan siyasal partiler, ilericilik-devrimcilik gibi terimleri siyasal muarızlarını karalamak için, sövgü aracı olarak kullanıyorlar, kendilerini ‘muhafazakâr’ olarak ilan ediyorlar. Ama küçük-burjuva reformculuğu, hala, çürümüş sistemin bağrında ilerici dinamikler aramakla, keşfetmekle meşgul.
‘Mücadele halindeki sınıflar’ karşısındaki tutumları açısından ele alınırsa, küçük-burjuva aydın reformculuğunun, bugün siyasal bakımdan 19. yüzyıl Bonapartist diktatörlükleri ile aynı siyasal paralelliğe savrulduğunu, ‘sözde arabulucu olarak’, bu sınıflara karşı belirli bir bağımsızlık kazandığını söylememiz gerekiyor.
Çünkü istisnai olarak mücadele halindeki sınıfların birbirini karşılıklı dengelemeye çok yaklaştıkları öyle bazı dönemler olur ki, devlet iktidarı, sözde arabulucu olarak bir zaman için, bu sınıflara karşı belirli bir bağımsızlık kazanır. (Engels)
Bu kural dışı duruma örnek olarak, Engels, 17. ve 18. yüzyıl mutlak krallıklarını l. ve II. Bonapartist imparatorlukları ve Bismarkın Alman imparatorluğunu gösterir. Lenin, buna küçük-burjuva demokratları tarafından yönetilmeleri nedeniyle henüz güçsüz, buna karşılık burjuvazinin de Sovyetleri dağıtmak için henüz yeterince güçlü olmadığı bir anda, devrimci proletaryayı ezmeye başladıktan sonra, cumhuriyetçi Rusya’daki Kerenski hükümeti’ni ekliyor.
Devlet gücünün istisnai durumlarda belirli bir bağımsızlık kazanmasının politik ifadesini oluşturan ve bugün belirli siyasal akımların elinde, bir ölçüde burjuva devletinin bir biçiminin, faşizmin aklanmasına hizmet eden Bonapartizmin, ara başlıklar halinde de olsa kısaca, temel siyasal ve tarihsel çizgilerini belirlemek tekelci burjuvazinin çağımızdaki bir yönetim biçimi olarak faşizmin yerli yerine oturtulması açısından önem kazanıyor.
“Louis Bonapart’ın 18 Brumaire’i”
Bir siyasal kavram olarak Bonapartizm, ismini Fransa’da III. Napoleon’un 1851 hükümet darbesinden alıyor. Ve 19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da ortaya çıkan bu tip siyasal rejimler için kavramsal düzeyde genelleşiyor.
1848 Şubat’ında Paris proletaryasının ve Paris halkının ayaklanması sonunda Louis-Philippe Krallığı düşüyor, Şubat Devrimi cumhuriyet ilan edilmesi ile sonuçlanıyor.
İşçi sınıfı ayaklanma anında yönetici konumuna geçiyor. Paris’in ayaklanması üzerine oturan cumhuriyet, parlamento seçimleri ile düzeni oturtmaya yöneliyor, Paris’e sırtını dönüyor. Genel seçimler, parlamentoda burjuva cumhuriyetçilerinin ağırlıklı olduğu bir yapı ortaya çıkarıyor. Şubat 1848 Devriminin parlamentosu, proletaryaya karşı savaşın genel karargâhına dönüşüyor, işçi sınıfı Şubat Devrimi’nin kazanımlarını korumak için 1848 Haziran’ında yeniden barikatlara dönüyor. Haziran ayaklanması bastırılıyor. Düzen, barikatların arkasında katledilen binlerce işçinin cesetleri üzerinde yerine oturuyor. Düzenin yerine oturma süreci Aralık-1848 başkanlık seçimleri ile tamamlanıyor. Seçimler sonunda, “imparatorluğun gölgesi” veya ‘küçük Napoleon’ olarak tanınan Napoleon Bonaparte’ın yeğeni Louis Bonaparte, taşranın küçük köylüsünün desteği ile III. Napoleon ismini alarak başkanlık koltuğuna oturuyor.
Louis Bonaparte’in zaferi sadece 1848 devrimlerinin kesin yenilgisini ifade etmekle kalmadı, aynı zamanda yürütme gücünün yasama gücü üzerindeki egemenliğini de perçinledi. Louis Bonaparte ismi, taşra köylülüğü ve ileride Bonapartizmin vurucu gücünü oluşturacak olan lümpen-proletarya için, karmaşanın sonu, düzenin oturması anlamına geliyordu.
Düzen, 1 Aralık’ı 2 Aralık’a bağlayan gece Louis Bonaparte’in, orduyu kullanarak yaptığı hükümet darbesiyle (coup d’etat) siyasal ve toplumsal karmaşayı kaldırıyor. ‘1 Aralık gecesi bir cumhuriyetin yurttaşları olarak yatan Parisliler, 2 Aralık sabahı bir diktatörün tebaası olarak uyandılar.’ Hükümet darbesine karşı gösterilen ve şiddetle ezilen mevzi direnişlere karşı, Paris proletaryası kendisine ihanet eden bir cumhuriyeti savunmaya kalkışmadı.
Hükümet darbesi, darbeden 18 gün sonra yapılan halkoylaması ile onaylanıyor ve sayısız halkoylaması ile 1871 yılına kadar hukuki meşruiyetini koruyor.
Burjuvazi, ekonomik ve toplumsal iktidarını korumak için, yirmi yıl boyunca, burjuva parlamentosunun suskunlaştırılmasına, aynı anlama gelmek üzere burjuvazinin doğrudan siyasal kadrolarının dışlanmasına rıza gösteriyor.
Bonapartizm, Marks’ın On sekiz Brumaire de tahlil ettiği gibi, burjuva toplumu açısından ‘olanaklı tek yönetim biçimi’ olarak şekilleniyor.
Daha başkanlık seçimlerinin hemen arkasından, mülk sahipleri cephesi daralmaya ve çalışma içinde dağılmaya başlıyor. Devrime karşı oluşan birleşik cephenin siyasal unsurları, peş peşe siyasal iktidardan uzaklaştırılıyor.
Mülk sahibi sınıfların koalisyonunun ve birleşik cephenin dağılması, burjuvazinin devrim korkusunun sürmesi ile tamamlanıyor, işçi sınıfının devrimci kalkışması kanla bastırılıyor, ama burjuvazinin Haziran korkusu sürüyor. En basit istemler bile, sosyalizm kategorisi içerisinde değerlendiriliyor. Burjuvazinin yeni siyasal yöneliminin nedeni, burjuvazi tarafından feodalizme karşı kullanılmış silahların, genel oy ve demokratik özgürlüklerin, kapitalizme karşı kullanılabilecek silahlara dönüşme potansiyeli taşımasıydı. Burjuvazinin ‘sükûnete’ erişmesi, burjuva siyasal değerlerin yadsınması ile mümkündü.
Burjuva toplumunun, toplumsal ve ekonomik sürekliliğini koruyabilmesi için, öncelikle, toplumsal asayişin ve ‘sükûnetin’ sağlanması gerekiyor. ‘Sükûn” ortamının sağlanması hedefine erişmenin burjuvazi için bedeli de, burjuvazinin parlamentarizmden ve doğrudan siyasal gücünden vazgeçmesi oluyor.
Burjuvazinin iç birliğini seçimler sonrasında gerçekleştirememiş olması, işçi sınıfı üzerinde egemenlik kumlasını da güçleştiriyor. Burjuvazi egemenliğini parlamenter araçlarla elinde tutamıyor, işçi sınıfı da siyasal olarak egemen sınıf katına yükselemiyor.
Marks, böyle bir durumu, ‘Fransız toplumunda çatışan sınıflar arasındaki denge’ olarak tanımlıyor. Haziran ayaklanması ile çatışmaya katılan sınıflar, güçlerini tüketiyor. Ama burjuvazi, açık savaşın tekrarlanacağı korkusunu taşıyor.
‘Bonapartizm, burjuvazinin ulusu yönetme yeteneğini çoktan yitirmiş, işçi sınıfının ise henüz kazanamamış olduğu bir zamanda, olanaklı olan tek yönetim biçimi” (Mark) olarak işbaşına geliyor.
“Bonapartizm, işçi sınıfının, kentlerde yüksek bir gelişme düzeyine ulaşmış olmakla birlikte, kırda küçük köylülere oranla sayısal bakımdan geride kaldığı ve büyük devrimci mücadelede kapitalist sınıf, küçük-burjuvazi ve ordu tarafından yenilgiye uğratıldığı bir ülkede devletin zorunlu biçimidir,” (Marks)
Burjuvazi, işçi sınıfının yenilgiye uğratıldığı, ama burjuvazinin kendi siyasal partileri ve parlamentosu aracılığıyla iktidarını sürdüremediği koşullarda, iktidarını sürdürebilmek için, adeta sınıflar-üstü bir konuma sahip görünen bir siyasal otoriteye rıza gösteriyor. Burjuvazi, ekonomik ve siyasal egemenliğini korumak uğruna, siyasal egemenliğini Louis Bonaparte’in güçlü ve güvenilir ellerine teslim ediyor.
Bonapartizmle devlet, çatışan sınıflar karşısında ‘bağımsız’, ‘özerk bir görünüm kazanıyor.
Bonaparte’in genel oy desteğini köylüler arasında bulması da, devletin ‘bağımsız’ ve ‘özerk’ bir görünüm kazanmasında etkili oluyor.
“Bonaparte, çok belirli ve üstelik de Fransız toplumunun en kalabalık sınıfını yani küçük toprak sahibi köylüleri temsil etmekledir. Nasıl ki Bourbonlar büyük toprak mülkiyetinin hanedanı olmuşlarsa, nasıl ki Orleasnlar paranın hanedanı olmuşlarsa. Bonaparteler de köylülerin (…) hanedanıdır.’ (Marks)
Ama köylülüğün bu yanılsaması, ikinci imparatorluk döneminde hızla dağılıyor. Bonaparte dönemi, orta sınıfın siyasal gücünü kırıyor, günden güne yeniden kırıyor. Örgütlenme, toplanma, basın özgürlüğü, oy verme hakkı yok ediliyor, polis devleti kuruluyor.
Engels, ‘normal’ olarak, devletin en güçlü ve ekonomik olarak egemen sınıfın devleti olduğunu, fakat ‘anormal’ ve ‘istisnai’ dönemlerde çatışan sınıflara ‘aracılık’ eden devletin, o an için, bu sınıfların kontrolünden belli bir “bağımsızlık’ kazanabileceğini vurguluyor.
Louis Bonaparte, burjuvaları işçilere karşı ve sırası gelince işçileri de burjuvalara karşı koruma bahanesi ile kapitalistlerin elinden siyasal iktidarlarını aldı, ama buna karşılık, egemenliği, spekülasyon ve sınai etkinliği, uzun sözün kısası, tüm burjuvazinin yükselme ve zenginleşmesini görülmemiş derecede kolaylaştırdı.” (Marks)
Bonapartist ‘modernleşme’ ve ‘sanayileşme’ politikası, her şeyden önce, burjuvalaşma anlamına geliyor. Bonaparte rejimi, burjuvazinin ekonomik politikasını devlet politikası düzeyine çıkararak, bunu gerçekleştiriyor. Bonapartist rejim altında burjuvazi, sınai faaliyetlerin desteklenmesi, teşviki, spekülasyon ve dışa karşı korumacılık yoluyla zenginleşiyor. Ücretlerin düşük tutulması, grevlerin bastırılması ve bağımsız işçi örgütlenmelerinin yasaklanması da, artı-değer sömürüsünü artırıyor.
Bonapartizm ve modernleşme politikaları, nihai olarak burjuvaziyi güçlendiriyor. “Siyasal kaygılardan kurtulmuş burjuva toplumu, Bonapartizm altında kendisinin bile beklemediği bir gelişme gösteriyor.” (Marks)
Sadece Fransa’da değil, Fransız Bonapartizmi’nin taklitçisi Bismarck Almanya’sında da, Bonapartizm, feodal toprak mülkiyetinin kapitalizm lehine aşamalı dönüşümünü ve burjuvazinin siyasal etkisinin giderek artmasını sağlıyor.
Vurgulanması gerekiyor Devletin ‘bağımsızlaşması’ ve ‘özerkleşmesi’ olgusu, sadece görüntüden ibarettir ve siyasal alana sıkışıp kalmıştır. Bonapartizm kavramı, burjuvazinin toplumsal egemenliği ile siyasal alandaki yönetimi arasındaki ayrımı netleştiriyor. Toplumsal ve ekonomik egemenliğinin pekiştirilmesi için, burjuvazinin doğrudan siyasal kadrolarının zaman zaman siyaset sahnesinden dışlanmasına rıza göstermesini bir zorunluluk haline getiriyor. Ama devlet iktidarı havada asılı kalmıyor. Marks Bonapartist devletin, siyasal açıdan belirli bir sınıftan ne kadar bağımsız olursa olsun, ekonomik ve toplumsal açıdan egemen olan sınıfın koruyucusu olarak kalacağını belirtiyor.
Sınıflı bir toplumda başka türlüsü de olamaz.
Bonapartizm: “Devlet iktidarının en değersiz ve en son biçimi”
Burjuvazinin siyasal gericiliği emperyalist dönemle birlikte başlamıyor. İşçi sınıfı mücadelesinin açık bir tehdit halini almasıyla birlikte, burjuvazinin ve burjuva devletinin gerici, karşı-devrimci yüzü kendini açığa vuruyor. Dahası, daha ilk başlangıcından itibaren devrimde, burjuvazi aristokrasi ile siyasal bakımdan uzlaşma eğiliminde olduğunu ortaya koyuyor, uzlaşma eğilimi İngiltere ve Almanya gibi örneklerde somut bir gerçeklik kazanıyor. Devrime plebyen unsurların katılması ve plebyen radikalizmin sürmesi, burjuva devriminin siyasal platformda ilerlemesinin ve radikalleşmesinin maddi zeminini oluşturuyor. Plebyen radikalizmin tıkandığı ilk fırsatta, burjuvazi kendini mali aristokrasinin, toprak aristokrasisinin kollarına atıyor.
İşçi sınıfının sosyalize olmuş istemlerle yeniden barikatların başına dönmesi, burjuvazi tarafından açık bir tehdit olarak algılanıyor ve burjuva devleti işçi sınıfı tehdidine karşı yöneliyor. 1843 Haziran Devrimi kanla bastırılıyor. 1848 Devrimi, burjuvaziyi ‘yönetemez’ bir konuma itiyor. Yeni süreç Bonapartizm ile noktalanıyor. 1848 Devrimleri, burjuvazinin siyasal anlamda, ilerici misyonunu tamamladığını gösteriyor. Burjuva toplumu, siyasal olarak yükselme döneminden düşüş dönemine geçiyor.
Bonapartizm, aynı zamanda, burjuvazinin yükselişi ve demokrat konumu ile düşüşü ve genelleşmesi arasındaki tarihsel ayırım çizgisini netleştiriyor. Şöyle de söylenebilir: Bonapartizm, artık siyasal olarak düşüş dönemine giren ve Almanya gibi örneklerde Junkerle birleşen burjuvazinin, siyasal üstyapıdaki özgün ‘kurtarıcı hareketi’ olarak devreye giriyor.
Burjuvazi ile junkerler arasındaki mücadele yerini, başat olarak burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki mücadeleye terk ediyor. Engels 1870 Almanya’sının siyasal tablosunu çizerken bu yönelimi dile getiriyor “1870’te (…) sanayinin çok hızlı gelişimi ile, junkerler ve burjuvazi arasındaki mücadelenin yerini, burjuvazi ile işçiler arasındaki mücadele aldı. 1840’tan beri yavaş yavaş dağılmakta olan monarşinin, başat varoluş koşulu, belli bir dengeyi muhafaza ettiği soylularla burjuvazi arasındaki mücadele idi. Bununla birlikte, soyluluğu artık burjuvazinin baskısına karşı korumanın değil de, bütün varlıklı sınıfları korumak için eski mutlak monarşi, salt bu amaçla düşünülüp bulunmuş bir devlet biçimi olan Bonapartist monarşiye tümüyle dönüşmek zorunda kaldı.”
Burjuva toplumunun henüz proleter devrimleri çağına erişmediği bir dönemde, Bonapartizm, burjuva devletinin yeni bir durumunu, yürütme organının, yasama organının kaldırılarak, yasama organı lehine güçlendirilmesi durumunu ifade ediyor, Marks, Bonapartizmi, serbest rekabet koşullarında, ’emeğin sermaye tarafından köleleştirilmiş bir aracına dönüştürüldüğü devlet iktidarının, aynı zamanda an değersiz ve en son biçimi’ olarak tanımlıyor .’En değersiz’ biçimiyle, tekel-öncesi dönemde burjuva devleti uygulama hızını artırıyor.
‘Eski yönetim biçimleri’ ile yönetimini sürdüremeyen burjuvazi, Bonapartizm gibi yeni bir yönetim biçimine başvuruyor. Burjuva devletinin biçimlenmesi, sınıf mücadelesinin gelişimi ve işçi sınıfı kalkışmasının yenilgisi üzerinde şekilleniyor.
Devletin henüz serbest rekabet koşullarında ve özgül bir tarihsel dönemde siyasal bir şekillenmesinin ifadesi olan Bonapartizmi, emperyalizm ve proleter devrimleri çağına taşımak, hatta faşizmin yerine ikame etmek kapitalizmin iki dönemini, hem tarihsel bakımdan, hem de siyasal bakımdan bir birine eşitlemek anlamına gelir. Burada iki denem ve iki devlet biçimi arasında bir paralellik kurmak gerekirse, ancak faşizmin, Bonapartizm’den belli çizgileri siyasal bir miras olarak devralmasından ve tabir uygunsa, Bonapartizm’in, faşizm açısından, tarihsel bir prototip oluşturmuş olmasından söz edebiliriz.
Gelecekte, tekelci dönemde devletin büründüğü biçimler ve faşizm tahlilleri için, Bonapartizm olgusunda çıkış noktaları yakalayabilmek mümkün.
Tekelci burjuva devletinin en gerici ve en son devlet biçimini, faşizmi, siyasal açıdan Bonapartizme eşitlemek ancak faşizm olgusuna ve tekelci burjuvaziye ilerici bir misyon yüklemekle mümkün olabilir.
Bonapartizm ve feodal ilişkilerin kerteli dönüşümü
Çünkü Bonapartizm, burjuvazinin siyasal anlamda genelleşmesini ifade etmesinin yanında, Almanya örneğinde yaşandığı gibi, ekonomik ve toplumsal planda, özellikle tarımda feodal ilişkilerin evrimci ve kerteli bir tarzda tasfiyesini hızlandırma gibi bir işlevi de yerine getiriyor.
1848’lerde birlikte aşağıdan yukarı devrimler dönemi sona eriyor, bunu yukarıdan aşağı devrimler dönemi izliyor.
Bonapartist Bismarck iktidarı, Almanya’da ‘yukarıdan aşağı devrim’i ve burjuvazinin yeni politik-toplumsal yönelimini simgeliyor.
“… Prusya’da Bonapartçılığa geçiş (…) Prusya’nın 1848’den sonra ileriye doğru attığı en büyük adım olmuştur. (…) Prusya henüz yarı-feodal bir devletti, oysa Bopartçılık ne olursa olsun, feodalizmin ortadan kaldırılmasına dayanan modern bir devlet biçimidir.
“… Demek oluya ki, Prusya’nın feodalizmden kalan ne kadar kalıntısı varsa, tümünü ortadan kaldırmaya ve Junker sistemini bu haliyle feda etmeye karar vermek zorundadır.”
“Almanya’da kapitalist sınıf ve feodal toprak sahipleri sınıfı kesin bir iç-savaşı önlemek için bir uzlaşma sağladılar. Küçük-burjuvazi etkisiz kılındı, işçi sınıfı ise yalıtıldı. Bu sürecin sonucu, feodal toprak mülkiyetinin kerteli dönüşümü ve burjuvazinin giderek artan siyasal etkisi oldu. Bu yukarıdan aşağı burjuva devrimidir. (Engels)
Proleter devrimlerinin pratik bir gerçeklik kazanmasıyla birlikte, tekelci burjuvazinin faşizme yönelmesi, Bonapartizmin, tarihsel ve siyasal işlevinin tamamlandığına işaret ediyor.
Bonapartizm ilerletici ve siyasal anlamda gerici özellikleri ile birlikte, bugün faşizmi aklamak için yeniden güncelleştirilmesinin dışında, siyasal bir olgu olarak tarihte kalıyor.
Kasım 1990