Marks ve Engels, 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren kendi tarih anlayışlarını geliştirirken; bir yandan Hegel ve Hegelcilerin, tarihi “insan bilincinin üstünde bir tümel bilincin yönlendirdiği” biçimdeki idealist tarih görüşüne karşı savaşırken, öte yandan sol Hegelcilerin tarihi “üstün insanların iradelerinin yön verdiği” biçimindeki “materyalist” tarih anlayışlarıyla da mücadele ettiler.
İnsanlık tarihinin genel ilerleyişi ve bilgi birikiminin düzeyi açısından bakıldığında, felsefe alanında olduğu gibi tarih alanında da, bu son büyük hesaplaşma gibi görünüyordu. Çünkü idealizm ve metafizik toplumsal gelişmeye katabileceği her şeyi katmış ve artık olanaklarının sonuna gelmişti. Kaba materyalizm için de durum farklı değildi. Kaba materyalizmin alanında kaldıkça, sadece toplum bilim alanında değil, kısa bir süre sonra (1900’de) ünlü fizikçi Lord Kelvin’in de itiraf edeceği gibi, doğa-bilim alanında bile “keşfedilecek yeni bir şey yok”tu.
Gerçekten de, daha Ortaçağ’ın sonlarında deneyci R. Bacon ve “çifte doğru” öğretisiyle materyalist bir yönelişe giren doğa-bilim Galile ve Newton’la her türlü dini dogmadan arınmıştı.
17 ve 18. yüzyıl yeni bilim dallarının ortaya çıkıp diğer bilim dallarına karşı da varlığını kanıtlama yılları oldu. Her bilim dalı; kendi alanındaki bilgileri toparladı, kategorilere ayırdı, tanımlar yaptı, kuramlar öne sürdü, öne sürülen kuramları deneyle doğruladı, ya da çürüttü. Deyim yerindeyse her bilim dalı kendi kitabını yazdı, bir literatür oluşturdu. Öyle ki; bu çerçevede kalındığı sürece, ne okunacak yeni bir kitap, ne de keşfedecek bir şey yok gibi görünüyordu. Bilimde yeni bir atılım için artık bilgi alanlarının birbirinden ayrılması değil birleştirilmesi zorunluydu. Bilimler de tıpkı doğa ve toplumda olduğu gibi (doğa ve toplumda şeyler nasıl birbiriyle sıkı bir karşılıklı ilişki içindeyse), nesneler arasındaki ilişki gibi, birbiriyle ilişki içine girmek, birbiriyle karşılıklı etki içinde ilerlemek zorundaydı.
Galile-Newton mekaniği artık pek çok şeyi açıklamaya yetmiyordu. Lorenz-Maxwell-Einstein’in fiziği eski metafizikçi mekaniğe son verdi. Diyalektik bir evren kavrayışını doğa-bilimin başköşesine oturttu.
17 ve 18. yüzyıl boyunca bütün çabasını, bitki ve hayvanları sınıflara ve gruplara, familyalara, takımlara vb. ayırmaya yönelten biyoloji, ayrıntıya inince bütün bu bitki, hayvan ayırımının, hatta bitki, hayvan, insan ayırımının biyoloji bakımından anlamsız olduğunu gördü ve iki yüz yıl boyunca yürüdüğü yolun tam tersine yürümeye başlayarak, önce La Marc, sonra ise Darwin’in evrim kuramıyla diyalektik bir çizgiye oturdu.
Durum tarih bilimleri alanında da çok farklı değildi. Ekonomi, tarih, siyaset çeşitli sanat dalları, toplumbilim vb. alanlarındaki bilgilerin de aslında “kendi amaçlarına ulaşmayla çalışan insan faaliyetinin” açıklanmasından başka bir şey olmadığı fark edildi. Bunu da Marks ve Engels başardı. Böylece insanlık tarihi, bu tarih içinde olup bitenler anlaşılır ve akla uygun bir açıklaması yapılabilir hale geldi.
Fransız İhtilali, 1831 Lyon büyük işçi ayaklanmaları ve 1838-1840 İngiliz işçi hareketi, tarihe yeni bir gözle bakılmasını zorunlu kılmıştı ve bu açıdan bakıldığında; reddedilemez bir biçimde, tarihin ilerici ve gerici sınıflar arasındaki bir mücadeleden ibaret olduğu ortaya çıkıyordu. 1848 devrimleri ve sonraki gelişmeler bu diyalektik materyalist tarih anlayışını iyice doğruladı.
Kısaca söylenecek olursa, 19. yüzyılın ikinci yansına gelindiğinde insanlığın bilgi hazinesi öylesine zenginleşmişti ki; insanların, doğa ve toplumda olup bitenleri anlaması için ne spekülatif felsefe denemelerine (ya da sistemlerine) ne de doğa ve toplum dışı güçlere dayanmaya ihtiyacı vardı. Elbette henüz açıklanamayan, bilgi birikiminin yetersizliği nedeniyle, nedenleri bilinmeyen olay ve olgular da vardı, ama en azından bütün bu olayların nedeninin de, doğa ve toplumun dışı değil, bizzat maddenin kendi içindeki nedenlere bağlı olduğu biliniyordu.
Hal böyle olunca; insanlığın bilgi birikiminin boyutları karşısında idealist-metafizik felsefenin ve konumuzu ilgilendiren yanıyla idealist tarih kavrayışlarının 19. yüzyılın ikinci yansından itibaren artık son bulması gerekirdi ve tartışma olsa olsa diyalektik materyalizm platformunda, yorumlama farklılıkları arasında olması gerekirdi. Nesnel bir yaklaşım bunu gerektirirdi. Ne var ki; burjuvazi ve gericilik için nesnellik çıkarlarıyla çatışmıyorsa (böyle bir durum da gerçekte pek yoktur günümüzde) söz konusudur. Tarihe nesnel bir gözle baksalardı, “artık bizim için deniz bitmiştir” deyip tarih sahnesinden çekilmeleri gerekirdi. Ama sınıflı toplumda sınıflar arasındaki mücadele hiç de böyle “karşılıklı anlayış” içinde ilerleyip sonuçlanmıyor. Tersine egemen sınıf, haksız ve tarihsel bakımdan geri bir konuma düştüğü ölçüde, vahşileşiyor, kendi çıkarları için olası bütün direnme yollarını denemekten geri kalmıyor. Bu sadece maddi çıkarlar için de böyle olmakla kalmıyor, manevi egemenliğini sürdürmek için de her yolu deniyor.
Feodalizme karşı mücadele eden burjuvazinin ideologları, tarihçileri, varolan düzeni eleştirerek, daha iyi bir toplumsal düzenin kurulabileceğini savunuyorlardı. 19. yüzyılda ise, anık bunun olanaksız olacağını iddia ediyorlardı. Üstelik bu görüşlerini, biraz sonra göreceğimiz gibi, üç yüz yıldır bilim alanının dışına çıkarmak için çalıştıkları Tanrıya dayanarak kanıtlamaya çalışıyorlardı. Ve hiç kuşkusuz bilimin en genel çizgileriyle bile sınırları içinde kaldıkça bu görüşlerin ciddi görüşler olarak nitelenmesi olanaksızdır. Ama ne var ki; bunca bilim dışılığına karşın burjuva tarih görüşleri, resmi eğitim kurumları ve her tür iletişim araçları yoluyla yığınlara aktarılmakta, üstelik bu çaba, bugün de olduğu gibi, zaman zaman bu pespaye tarih görüşlerinin Marksizm’e karşı zafer kazandığı biçiminde propaganda ile birleşmektedir. Bu yüzden yazımızın bu bölümünde burjuvazinin en gözde tarihçilerinin en seçkin kuramlarının ne olduğunu sergileyeceğiz.
Çevrimsel devim kuramı
Toplumun gelişme diye bir şey tanımadığını, bizim gelişme diye gördüğümüz her şeyin aslında başlangıç noktasına dönmek için yapılan bir görünüşte gelişme olduğunu iddia eden kuram. Eğer bu kuram doğruysa, insanlık mağarada yaşarken bugünkü uygarlık düzeyine nasıl geldi diye sormak gibi çok kaba sorulara bile mantıklı bir yanıt verilemeyeceği açıkken bunun tarih, tarih bilimi olarak okullarda okutulup propaganda edilmesi elbetle son derece amaçlıdır. Ve burjuvazinin, bugünkü statüsünün meşruluğu, değişmeyeceği, görüşü doğrultusunda bir kanı yerleştirilmesine yöneliktir.
Kuram ve amacının daha iyi anlaşılması için bu kuram yandaşlarının kendi kuramlarını nasıl açıkladıklarına bakalım. Çünkü bu kuram etrafında yer alan tarihçiler, burjuvazinin adı en çok duyulan tarihçileridir.
Oswald SPENGLER (1880-1936): Bir Alman lise öğretmeniyken, 1. Dünya Savaşından sonra “Batının Gerilemesi” adlı yapıtıyla üne kavuşmuş ve bu yapıt emperyalist savaş yanlılarınca teşvik edilerek 90 bin adet sattırılmıştır. Çünkü kitabın ana düşüncesi “savaş, insanlığın var olmasının en yüce biçimidir” önermesi etrafında dönüyor, emperyalist savaşın ve savaşların sadece zorunlu değil haklı ve gerekli olduğunu da savunuyordu, Spengler. Burjuvazi ve gericilik için bundan iyi savunma mı olurdu?
Böylece burjuvazinin en ünlü tarih ve toplum felsefecisi olma unvanını kazanan Spengler, idealist, kaderci, fatalist) doğrultuda yapıtlar vererek ünlü “Çevrimsel Devim Kuramı”nı geliştirdi. Kuramın özü yukarıda da belirtildiği gibi tarihsel ilerlemeyi reddediyor, kısaca “tarih tekerrürden ibarettir” savını öne sürüyordu.
Evren, dün nasılsa bugün de öyledir, yarın da öyle kalacaktır diyen Spengler bu görüşünü şöyle ifade ediyor:
“Ben tarihte, çizgisel tarihin boş hayali yerine, sayısız büyük kültürlerin dramını görüyorum. Bunlar da çiçekler, dallar ve yapraklar gibi açılır, büyür, yaşlanır ve ölürler. Ama yaşlanan bir insanlık yoktur. Her kültürün açılıp olgunlaşan, solan ve bir daha dönmemek üzere yok olan yeni dile gelme olanakları vardır.
… Evrensel tarihte sonsuzluğa yönelen organik biçimlerin olağan yükselişini ve düşüşünü seyrediyorum. “
“Her kültür, bireylerin yaş aşamalarından geçer. Hepsinin çocukluğu, gençliği ve yaşlılığı vardır. Çocukluktan yaşlılığa geçen her organizma gibi, kültürler de kendi doğaları nedeniyle ilkbahar-yaz-sonbahar-kış aşamalarından geçerler. Ölümleri kendi doğalarından ileri gelir, dış koşullarla nedenlenmez. Bu ölüm kültürün doğal ölümüdür.”
Spengler’e göre hangi kültürün ne zaman nasıl doğup nasıl öleceğine “kozmik güçler”(11) karar verir.
“Bu seçme kozmik güçler tarafından yapılır, ilkel kültürlerden hangisinin yüksek kültür olacağını onlar belirler. Tıpkı kozalaklı bitkilerin tarihinde yeni bir türün olup olmayacağını ve olacaksa ne zaman ortaya çıkacağını önceden bilmediğimiz gibi, kültür tarihinde de yeni bir kültürün varolup olmayacağını ve olacaksa ne zaman ortaya çıkacağını biz insanlar önceden söyleyemeyiz. Ama oluşur oluşmaz onu tanırız, sezgisel yaşam deneyimimiz bir kültürün kader mantığını bize açıverir. Yüksek kültürlerin… kökleri bizim nedensel anlayışımızın ötesindeki kozmik evrende saklı olan bir olaydır. Ama bu kültürlerin kader yolları, sezgisel ve tarihsel kader mantığıyla bize kendilerini tanıtırlar.” (12) (abç)
Aktarmalardan da açıkça anlaşıldığı gibi, A. Spengler tam bir idealisttir. Dünyada olup biten her şeyin bizim “nedensel anlayışımızın ötesindeki bir kozmik evrende” saklı olan kozmik güçler tarafından, onların çizdiği bir kader çizgisinde olup bittiğini söylemektedir. “Kozmik güç” ister maddi olsun isterse tanrısal (Spengler’in anlatımından çıkan tanrısal bir güç) toplumsal olayları böyle bir güce bağlamak idealizmden başka bir şey değildir. Bırakalım felsefi idealizmi, sözü edilen “kozmik güç”, bugünkü doğa-bilimin en temel ilkeleriyle bile açıkça çelişki halindedir.
O’na göre insanlar insan toplumunun “çevrimsel hareketinin” ne yana doğru okluğunu ne anlayabilir, ne de müdahale edebilirler. Ancak “sezgisel ve tarihsel kader mantığı ile” bu kültürler “bize kendilerini tanıtır”lar!
Bilimin alanında, gerçeklerin dünyasında kaldıkça Spengler’in tarih anlayışını ciddiye almak olanaksız görünüyorsa da, bu görüşler Alman genci burjuvazisi ve toprak sahiplerinin temsilcisi olarak boy gösteren A.
Spengler’in hezeyanları değildir. Tersine, çağımız burjuvazisinin desteklediği ve yaygınlaşması için her olanağı kullandığı görüşlerdir. Nitekim ünlü İngiliz tarihçisi Toynbee de Spengler’in “Çevrimsel Devim Kuramı”na katılanlardandır.
Arnold TOYNBEE (1889-1975). Son yüzyılın burjuva tarihçileri içinde en çok övülenlerden ve aynı zamanda Londra Üniversitesi’nde tarih profesörü olan Toynbee’nin tek “erdemi” Spengler’in “kozmik güç” dediği şeye açıkça “tanrı”, hem de Hıristiyan tanrısı olarak “tanrı” demesidir.
Toynbee’ye göre tarihi tanrı belirler ve insanların tarihin gidişatı konusunda hiçbir rolleri yoktur. “Tarih tanrının esrarlı eliyle yürütülmektedir”, “yalnız din kurumu gerçek mutluluğu ve kurtuluşu sağlayabilir”, “tarih Tanrı tarafından önceden belirlenmiştir ve doğaüstü bir niteliktedir. “
Şu aktardığımız görüşlerinden de anlaşılacağı gibi, Toynbee, hem “Çevrimsel Devim Kurami”nda Spengler’le beraberdir. Hem de Ortaçağ’ın en katı iki Hıristiyan felsefecisi Aziz Augustinus ve Aquino’lu Aziz Thomasso’nun tanrı ve tarih konusundaki görüşlerinin izleyicisidir.
Toynbee’ye göre tarihin konusu uygarlıklardır ve bu uygarlıklar üç nedenle çökebilir:
“Herhangi bir uygarlığın tarihinde yaratıcı azınlık soysuzlaşır ve layık olmadığı bir gücü zorla elinde tutmaya kalkıp sadece egemen bir azınlık durumuna dönüşürse, yönetici öğenin bu durumundaki bu değişiklik artık ona hayran olmayan ve onu taklit etmeyen ve bundan ötürü de ezilenler durumuna indirilmesine başkaldıran proletaryanın toplumdan ayrılmasını tahrik eder.” (13) (abç)
Toynbee için, bilimden uzaklaşıp tanrıya yaklaşmakta sınır yok. O her adımda bilimden biraz daha uzaklaşıp tanrıya biraz daha yaklaşıyor. Neredeyse Hıristiyan azizlerine katılacak. Katılmasa da azizler kervanına katılıp “kurtuluş”un yolunu gösteriyor.
“Dünyadaki yaşamda tanrıyla beraberlik adına zaman ve uzayın bağlarını koparıp yaratık olmaktan çıkar ve bir ermiş (aziz) olur.” “… tarihin, olayların ardında bulunan anlamı tanrının bir vahyi ve onunla birlikte olabilmenin umududur. Tanrı tarih içindedir ve daima etkindir. “
Bu “ünlü” tarihçiye göre, tarih “tanrının bir planıdır ve her şey o nasıl istemişse öyle olmuştur, bundan sonra da öyle olacaktır.” Bu yüzden de insanların onu değiştirmek için çaba harcamaları boşunadır. Ama bir koşulla bu gidişat etkilenebilir. Örneğin ona, Batı Hıristiyan toplumu çöküntü içine girmiştir, ama eğer Hıristiyanlar; “tanrının toplumumuza bir kez bağışladığı ve pişman olmuş bir yürekle ona dua edersek, gene de geri çeviremeyeceği affıyla bu çöküntüden” kurtulunabilinir!
Bu papazca sözlerin tarihle, toplumla ne ilgisi var ve bunlara kim inanır diye okuyucu sıkıntısını belli edecektir, ama gerçek hiç de bu kadar basit değil. Çünkü başta da belirttiğimiz gibi, bu zırva “tarih” anlayışı ve bu tarihçi son çağın en övülen burjuva tarihçilerinden birisidir. Bu sadece spekülasyon olsun diye tarafımızdan öne sürülmüş bir yargı da değil. Örneğin, Amerikalı profesör Alban G. Widgery Tarih Boyunca Büyük Öğretiler adlı yapıtında Toynbee için şunları yazıyor
“Arnold Joseph Tonybee’nin, tarihin temel özelliğine ve anlamına verdiği değeri dile getiren Tarihin incelemesi adlı eseri, günümüze kadar yayımlanmış olan evrensel tarih konusunu işleyen eserler içinde en değerli ve en eksiksiz olanıdır.” (Milliyet Yayınlarında, 1971’de yayınlanmış)
Bu gerici, bilim dışı tarih kuramına bağlanan tarihçilerden birisi de Alman düşünürü ve tarihçi Leopold von Wiese’dir.
Leopold von WIESE (1876-1954): Köln Üniversitesinde ekonomi ve toplumbilim öğreten bir profesördür. Ona göre insanlar arasında 650 kadar değişik ilişki biçimi vardı ve ancak bu ilişkilerin incelenmesiyle bir toplumbilim kurulabilirdi. Ama onu asıl ünlü yapan tarihe bir kısır döngü olarak bakmasıdır. Onun tarih öğretisinin temeli şu önermeden oluşur. “Bulunduğunuz durumu değiştirmeye çalışmayınız, çünkü daha geri bir noktaya geleceksiniz. “
Doğrusu varolan düzeni savunmak için bundan iyi bir öğüt olamazdı. Çünkü böylece herkes var olan durumu değiştirmemek için birbirine sarılacaktır. Aksi halde, ileri de gidilse geri de gidilse her şey daha kötü olacaktır. Eğer bu öğüde mağarada yaşayan atalarımız uysaydı, insanlık bugünkü uygarlık düzeyine ulaşabilir miydi?
Yukardan beri söylenenlerden de anlaşılacağı gibi, “Çevrimsel Devim Kuramı” olarak nitelenen tarih anlayışı, varolan düzeni aklamaya yönelik, insanlığın ilerlemesine karşı, nesnellikten uzak, yanlı ve bilimdışı bir kuramdır. İddiaları ve temel tezleri açıkça saçma olduğu halde burjuvazi tarafından desteklenmekte okullarda tarih diye bu yaklaşımla yazılmış kitaplar okutulmaktadır.
Ruhsal gerileme kuramı
Burjuva tarihçilerinin gözde kuramlarından birsi de “Ruhsat Gerileme Kuramı”dır. “Çevrimsel Devim Kuramı” ile aynı temel ve amaca sahip olmakla birlikte “insanın doğası”nı öne çıkarmakla ondan ayrılır.
Bu kurama göre; bilim ve teknikte gelişme olanaklıdır, ama toplumda, eğilimde, törebilim alanında, siyasette vb. gelişme olanaksızdır. Çünkü insanın doğası vahşi, yıkıcı, saldırgan ve kötüdür! İnsanın doğası hayvandır ve bu doğa insanı hep aynı ilkellikte tutar. Toplumsal yaşam bu vahşi karakter tarafından belirlenir. Bu yüzden de insan bilim ve teknikte ilerledikçe de toplumsal bakımdan gerilemektedir. Bilim ve tekniğin sunduğu silahlar ve yeni makinalar, insanın inşam köleleştirmesi -ni ve insanın daha saldırgan daha kan dökücü olmasına olanak tanımaktadır.
İlk bakışta “Ruhsal Gerileme Kuram”cılarının bazı saptamaları doğru gibi görünmektedir. Örneğin, bilim ve teknolojinin her ilerlemesinde kapitalist daha büyük bir güce sahip olarak emekçileri daha çok baskı ve sömürü altına alma olanağı elde etmektedir, teknolojinin olanakları ile geliştirilen silahlar paylaşım savaşlarını daha kanlı, sömürüye karşı başkaldırıları daha acımasızca bastırma olanağı sağlayarak, bilim ve teknolojideki gelişmenin insanlığı şiddet ve vahşetin kol gezdiği bir cehenneme doğru götürdüğü intibaı vermektedir. Ama bu sorunun sadece bir yanıdır. Daha da önemlisi bu kuramcılar, kapitalist toplumun ve kapitalistin özelliklerini insanın doğasına yükleyerek kapitalizmi aklamaya çalışmaktadır. Oysa insanın doğası diye bütün yaşamını ve kültürünü belirleyen bir şeyin olmadığı biliniyor artık: İnsan hangi toplum içinde yaşıyorsa ırası (karakteri) öyle belirlenmektedir. Kapitalist toplumda “orman yasaları” geçerli olduğu için insanlar ormanda gibi davranmak zorunda kalmaktadırlar. Toplumsal gelişmenin sadece bu yanını alıp onu gerçeğin bütünü olarak sunan burjuva tarihçileri insanlığın ilerlemesine karşı çıkmakta, daha da kötüsü bunu insanın iyiliği için yaptıklarını iddia edebilmektedir.
Kuşkusuz bu tartışma yeni de değildir. Hıristiyanlık da insanın doğasının kötü olduğu varsayımı üstüne kurulmuştur. Yine Rousseau, bilim ve sanatlardaki gelişmenin insanlığın zararına olduğunu iddia ederek Dijon Akademisi’nin ödülünü kazanacak kadar bu tezi savunmakta basan göstermiştir. Ama bunlar “Ruhsal Gerileme Kuramı”nın doğru bir temele sahip olduğu anlamına gelmez. İnsanın “doğasının kötü” olduğu kabul edilmeden Hıristiyanlık kurulamazdı bu yüzden de soyluluk ve kilise çıkarları gereği bunu savunmak zorundaydı. Rousseau ise, bir yandan burjuvazinin aydınlanma çağının en parlak filozofuydu, öte yandan da kapitalist özel mülkiyeti eleştirecek kadar bir nesnel düşünce yetisine sahipti. Ama bu düşüncesini kapitalizmi redde götürecek maddi verilerin henüz ortaya çıkmadığı bir çağda yaşadığı için de sadece özel çıkar, kar hırsı (bununla aynı anlamda gördüğü uygarlığı) vb.yi suçlamakla yetinmek zorunda kaldı. Bugünün karamsar düşünür, tarihçi ve aydınlan ile Rousseau arasında tarihsel olmanın ötesinde bir bağ kurmak J.J. Rousseau’ya haksızlık olur.
“Ruhsal Gerileme Kuramı”nın yanlıları “ters ütopyacılar” ya da “karşı ütopyacılar” olarak da anılıyor. Bu yüzden de bu kuram yanlılarının iddialarının ne olduğunu görmek için bunlardan bir kaçının yapıtlarından söz etmek gerekiyor.
“Ters ütopyacı”ları anlamak için önce biraz ütopya kavramı üstünde durmak yararlı olacaktır.
ÜTOPYA, sözcüğü “evrende yeri olmayan” anlamına gelmektedir. Nesnel gerçeklikten kopuk, spekülatif tasarımlar için kullanılmaktadır. İlk kez İngiliz ütopyacısı Thomas More tarafından kullanılmıştır. Sözcüğün gerçek anlamıyla ütopyacılar Thomas More, Thomasso Campanella gibi 16 ve 17. yüzyılın ütopyacılarıdır, ama ütopya Antikçağ’dan bu yana her çağda var olmuştur.
17. ve 18. yüzyıllar, aynı zamanda, kapitalizmin hızla geliştiği yıllardı ve insanlara kapitalizm varolandan daha iyi, daha adil, daha yaşanır bir dünya vaat etmekteydi. Ütopyacıların dünyası da “saltık eşitlik”, “saltık adalet”, “saltık akıl” dünyası olarak tasarımlanır ve insanlığın gelecekte hiçbir sorunun olmadığı bir dünyada yasayacağı müjdelenir. Yanı bu çağın ütopyacılarında insanlığın geleceği aydınlık ve güzeldir. Tasarımlar “tam eşitlik”, “tam özgürlük”, “tam adalet” vb. konularında ileri gitse de geleceği aydınlık görme bakımından ütopyacılar burjuvaziyle tam bir paralellik içindedir. Ama bir farkla ki; hemen bütün ütopyacılar, mutlu bir toplumun ön koşulunu, toplumun çıkarını bireyin çıkarının önüne koymakta görmüşlerdir ki, bu yaklaşım kapitalizmin eleştirisini de içeren bir yaklaşım olarak önem taşır.
Kısacası ütopya; 1) İnsanlığa güzel ve mutlu bir gelecek vaat eder, 2) Toplumun mutluluğunu bireyin mutluluğundan üstün tutar.
“Ters” ya da “karşı” ütopyaya gelince; ütopyacıların (biraz aşağıda örneklerini göstereceğiz) tam tersi bir yolda yürünerek toplumun ilerlemesinin birey ve insanlık için bir cehennem hazırladığı, toplum çıkarının birey çıkarına ters olduğu, insanı topluma yabancılaştırdığı iddiası üstüne kuruluyor. (İnsanlığın) İki asıl düşmanı bürokrasi ve makinadır “ters” ütopyada.
Burada değinmekle yarar olan bir özellik de, ütopyacıların kapitalizmin şafağında ortaya çıkmasına karşın, “ters ütopyacıların” sosyalizmin şafağında ortaya çıkan burjuva bir eğilimin temsilcileri olmasıdır.
Ütopya ismini ilk kez More kullanmış olmakla birlikte tarihte ütopya Antikçağ’dan bu yana vardır. İnsanlar baskı ve zulüm karşısında gelecek güzel bir dünya düşü kurmaktan da güç alarak yaşam ve mücadelelerini sürdürmüşlerdir. “Ters ütopya” ise tarihte ilk kez kapitalizmin can çekişme çağında, ya da proleter devrimleri çağında ortaya çıkmıştır. İşte bir kaç örnek:
Örnek-1) ‘Ters ütopya”nın ilk örneği Owen GREGORY’nin 1918’de yazdığı “ÜSTÜN DEVLET MECCANİA”dır. Bu yapıtla Merkezi örgütlenme ve sanayideki verim arttırma yöntemleri insan yaşamının tüm yönleri üstüne uygulanır. Toplum yedi ayrı sınıfa bölünür, her sınıf ayrı renk üniforma giyer. Yönetim insanların boş zamanları da dâhil tüm yaşamını kontrol altında tutar. Özel yaşam, kişisel özgürlük vb. diye bir şey yoktur. Her şey üretim için feda edilmiştir. Üretim artmıştır, ama toplumsal yaşamda bütün canlılığını yitirerek bir makina düzenine dönüşmüştür.
Örnek-2) E. M. FORSTER’in 1928’de yayımladığı MAKİNANIN SONU: Yeryüzü ile tüm iletişimin kesildiği bir mekanda kurulan makina uygarlığında, büyük bir makina, insanların her ihtiyacını karşılamaktadır. Yeryüzü hakkındaki bilgiler bile makinanın anlattıkları ile sınırlıdır. İnsanlar yiyip içip yatmaktadır. Kas gücü gerekmediği için güçlü çocuklara yaşama hakkı bile tanınmıyor. Nihayet bu ortama uymayan bir kişi çıkıyor, yeryüzüne çıkıp eski yaşamı yeniden kurmayı istiyor. Çıkıyor da. Orada başka insanları, gökyüzünü, denizi vb. görüyor. Makina düzenine son vermek istiyor. Ama gücü yoktur. .Ama öte yandan artık kendi mükemmelliğinin sonuna varan makina düzeni de yozlaşıp çürümektedir. Durağanlık kendi sonunu hazırlıyor. Makina düzeni aksıyor. Yeraltı karanlığında kalan kimsesiz, yardımsız, güçsüz, insanlar makina ile birlikte ölür. Yeryüzünü özleyen genç bile kurtulamaz. Ama “bilinçli” birisi olarak ölür.
Örnek-3) Aldous HUXLEY’in 1932’de yayımlanan YENİ DÜNYA’sı: Kurulu bir düzen var. İhtiyaç duyulan türde insanlar tek yumurtanın bölünmesiyle birbirinin tıpkısı olarak fabrikalarda üretiliyor. Koşullandırma merkezlerinde büyütülüyor, üretim kusurlarından ortaya çıkacak sakıncalar ise. Soma adı verilen bir uyuşturucuya bağımlılık kazandırılarak bertaraf ediliyor.
Toplum beş sınıfa ayrılmış, yönetici sınıf dışındakiler amaca göre tek yumurtanın bölünmesi yöntemiyle “tek tip” üretilirken, sadece yönetici sınıf için ihtiyaç duyulanlar ayrı ayrı yumurtalardan üretiliyor. Yöneticiler nispeten düşünce gücüne sahip, ikiyüzlü ve halka gerçeğin sadece gerektiği kadarını söylemekle yükümlü sayılıyor. Dünya devletinin ilkeleri; ‘Toplum”, “Özdeşlik” ve “İstikrar” olarak belirlenmiş.
Örnek-4) George ORWELL’in 1949’da yayımladığı 1984’ü: Huxley, insanları “zor”suz, “imalat” ve “soma” ile “ikna” ediyordu. Orwell ise, gelecek düzeninin “zor”a dayanacağını iddia eder.
“Partinin çözmeye çalıştığı iki temel sorun var. Birincisi bir insanın ne düşündüğünü açığa çıkarmak ve bunu kişi istemediği halde yapabilmek; öbürü, önceden haber vermeden birkaç saniye içinde milyonlarca insanı öldürebilmek. Eğer bilimsel araştırma diye bir şey hala sürüyorsa, konusu ve amacı budur. “
Ona göre iktidar isteyenler sınıf çıkarı vb.den dolayı değil “iktidar hırsı”ndan dolayı istemektedir. Orwell bir parti yetkilisine şöyle söyletir bunu:
“Parti iktidarı yalnız iktidar olmak için ister. Başkalarının iyiliği bizi ilgilendirmez. Bizi ilgilendiren yalnızca iktidardır. Zenginlik, lüks, uzun ömür ya da mutluluk değil, yalnızca iktidardır, güçtür, katıksız bir güçtür.”
Troçkist olan ORWELL, bütün öykü boyunca Troçki ve Stalin arasındaki çekişme konularını Troçkist bir açıdan vurgular ve gelecekten umutsuz bir Troçkist olarak karanlık bir tablo çizer.
Örnek-5) Eugene ZAMANTIN’in, 1920’de yazıp, 1924’de İngilizce yayımlanan “BİZ” adlı yapıtı: Ekim Devrimi’ne katılan Zamantin, devrimin kendi doğrultusunda gelişmediğini görünce ona karşı tutum alanlardandır. Devrim sonrasında “ben” yerine “biz”in geçmesi tedirginliğinin ifadesi olarak yazmış. İki yüz yıl savaşı sonunda “ben” kalmaz. Savaş toprakla kent arasındadır. Toprak insanın doğasını, bireysel özelliklerini ifade ederken kent, insanı teknolojik denetim altına almayı temsil eder. Kusursuz bir matematiksel yaşam amaçlanır. Uyumsuzlar bir beyin ameliyatı ile uyumlu hale getirilir, duygu, düşünce sorunlarından “kurtarılır.”
Örnek-6) Kurt VONNEGUT’un 1952’de yayımlanan “KENDİ ÇALAR PİYANO”su: Tüm kaynaklar tek bir tekelde birleşmiş, bu tekelin başında da bir kişi vardır. Makina bir kez kurulduktan sonra bir daha insan gücüne gerek bırakmaz. Sadece bir kaç kişi bütün toplum ihtiyacını bu makina aracılığı ile sağlayabilir. İnsan işlevsizdir. “Teknik bilgi ve dünya yasası, yeryüzünü, sıkıntı içinde oturup kıyamet gününü beklemekten başka yapacak şey kalmayan hoş ve rahat bir hale getirmiştir.”
Ama varolan düzenden hoşnut olmayanlar da vardır. Bunlar bir “Hayalet Derneği”nde örgütlenirler. Amaç insana “insanca” değer verilmesidir. Başkaldırı yapılır. Ne bulurlarsa yakıp yıkılır ama ayaklanma bastırılır. Zaten ayaklananlar da yenileceklerini bilir, ama “tarihe geçsin” diye ayaklanırlar. Ve şöyle getirilir sorun: “Yetkinliğe ermemenin de bir erdemi olmalıdır. Çünkü insan yetkin değildir ve insan tanrının bir yaratığıdır… İnsan güçsüzdür… insan zeki ve budaladır… İnsan lam verimli değildir…”
Değişik “ters ütopyacı”ların yapıtları göz önüne alındığında tıpkı “Çevrimsel Devim Kuramı”nda olduğu gibi ilerlemenin insana ve topluma bir yarar getirmeyeceği, tersine insanın manevi bakımdan köleleşeceği, hatta fiziken bile gereksiz, yoz bir yaratığa dönüşeceği tezi hemen bütün yazarların ortak savıdır. Çünkü onlara göre, gidişat teknik ilerlemeden ve artan bürokraside ifadesini bulmaktadır. Teknik ilerleme kol gücü ve çok sayıda insanı gereksiz hale getirirken, yönetim de üretime bağlı olarak tek elde toplanacak, böylece geniş yığınlar ister üretim içinde isterse dışında olsun az sayıda yöneticinin denetimine gireceklerdir.
Orwell ve Zamantin gibi yazarlar sosyalist toplumun “birey” bireysel özgürlükleri yok ettiğini, birey üstünde korkunç bir denetim kurduğunu iddia ederken diğer yazarlar sınıflı, kapitalist toplumun bir makina ve bürokrasi toplumu olarak şekilleneceği iddiasındadırlar.
“Ters ütopyacıların” burada gözden kaçırdıkları, ya da kaçırmak istedikleri bilim ve teknoloji gelişirken insanların alışkanlıkları, ahlak değerleri vb.nin aynı kalamayacağı gerçeğidir. Eğer insan bütün toplumun ihtiyacını karşılayabilecek (kas gücüne gereksinim duymaksızın) bir makinayı yapıp üretime sokacak bir bilgi birikimi ve örgütlenme düzeyine yükselmişse artık orada ne sınıflardan ne kar hırsından, ne de egemenlik güdüsü, iktidar hırsı ve benzerinden söz edilebilir. Ama bu eğilimin temsilcileri, insanı toplumsal bir varlık değil de doğal bir varlık olarak gördüklerinden, toplum ne kadar ilerlerse ilerlesin bugünkü paragöz, bireyci insanın değişmeden kalacağını iddia ettiklerinden insanlığın her ilerlemesi toplumun bir sınıf ya da zümre tarafından daha çok baskı altına alınması olanaklarını yaratacağı sonucuna varmaktadırlar;
“Ruhsal Gerileme Kuramı”nın yandaşları, insanın doğasının kötü olduğu varsayımından kalktıkları için ütopyaları için de bile insana kurtuluş şansı tanımamaktadırlar Kurt Vonnegut’un “Kendi Çalar Piyano”sunda olduğu gibi insanlar ayaklanmaktadır, ama ayaklananlar da başaramayacaklarını bilmektedir. Sadece “tarih yazsın” diye ayaklanmaktadırlar.
İşte burjuvazinin tarihsel materyalist tarih anlayışı karşısına çıkardığı ikinci tarih anlayışı da bu anlayıştır. Belki bu anlayış, resmi çerçevede “Çevrimsel Devim Kuramı” kadar itibar görmüyor ama popülarite bakımından daha üstün bir konuma sahiptir. Özellikle kuramcılarının aynı zamanda edebi bir kişiliğe sahip olmaları ve görüşlerini edebi biçimler altında sunmaları bu anlayışa daha yaygın bir etki kazandırmaktadır. Üstelik bu anlayış, dinlerin “dünyanın giderek kötüye gittiği”, “insanların giderek azgınlaştığı ” ve “tanrının kıyamet günü onları cezalandıracağı” vb. biçimindeki öğretisiyle uygun olduğundan bu eğilimin etkileri geniş yığınlar içindeki geleneksel dini inançlarla da bir uygunluk içinde ve bu yüzden de yaygın bir kabul görme şansına sahiptir.
Sosyal Darwinizm ve ırkçılık
17. yüzyılda bütün bilimler içinde mekaniğin hızla gelişmesi ona büyük bir prestij sağlamış, sadece doğal süreçler değil yaşamsal ve toplumsal süreçler de mekanik yasalarıyla açıklanmaya çalışılmıştı. Darwin kuramının da biyoloji alanındaki başarısı ve bilim çevrelerinde bu başarının nispeten çabuk bir biçimde kabul görmesi burjuva toplumbilim çevrelerinde toplum yasalarının biyoloji yasalarına indirgenmesi kolaycılığını getirdi. Ama bir farkla ki; burjuvazinin en gerici çevreleri Darwin’in Evrim Kuramı’na (biyolojide) çeşidi türden “yaratılış” kuramıyla karşı çıkıp, “maymundan gelmeyi insana yakıştıramadıkları” demagojisinin propagandasını yaparken, öte yandan aynı çevrelerin tarihçi ve toplum bilicinden doğadaki doğal seçme yasasının, en güçlünün ayakta kalma yasasının toplumda da geçerli olduğunu savundular. Çünkü kendi sosyal konumlarına çok uygundu. Kendileri güçlüydü, o zaman her şeye hakları vardı. Doğa bile rekabet üstüne kurulduğuna göre, toplumda da rekabet “akla” ve “hakka” uygun olurdu.
İnsanın sadece tekâmül eden bir hayvan olarak görülmesi, bedensel evrimiyle paralel bir ahlakı evrim de izleyeceği varsayımı, seçkinci ve ırkçı tarih anlayışlarına yol açtı.
C. Darwin’m kuzeni Francis Galton, Britanya’daki olağanüstü yeteneklere sahip insanların kalıtımlarını incelemeye girişti ve bunlardan çoğunun akraba olduklarını gördü. Galton buradan, bazı ailelerin ötekilere göre daha üstün özelliklere sahip olduğu sonucuna vardı. Ama burada gözden kaçan bir sosyal gerçek var ki; kapitalist toplumda bilim ya da politikada başarı gösterme şansı zaten çok az sayıda varlıklı ailelerin tekelindedir ve bu yüzden de Galton’unki gibi bir araştırmadan başka bir sonuç çıkamazdı.
Ne var ki bu türden gerçekler ne “araştırmacıların” ne de onların araştırmalarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanan soyluların ve burjuvaların umurunda değil Onlar, bir yandan toplumun sadece maddi hayatının değil, manevi ve entelektüel hayatlarının da yaratıcısı olarak görünmeyi çıkarlarına uygun bulurken, dünyanın “geri” halklarını “uygarlaştırma” görevini de üstlenerek sömürgecilik ve emperyalizmlerine doğal ve ahlaki gerekçeler bulmaya çalışıyorlar.
“Seçkin” kişiler, “seçkin” aileler “seçkin” sınıflar olur da, “seçkin” uluslar olmaz mı? Darwin’in evrim kuramını buraya kadar uzatanlar Nazi’ler oldu. İnsanlığın bir toplum değil ırk olarak görülmesi, bu ırkların biyolojide olduğu gibi aşağı ve yukarı ırklar olarak sınıflandırılıp birbirine karşı varlık yokluk savaşına girişmesinin doğa yasası olarak görülmesi, sömürgeciliği, hegemonyacılığı meşrulaştırırken, Darwinizm’in bu dejenere edilmiş biçimi, savaşları da hem kaçınılmaz hem de meşru ve olumlu gören görüşlerin yaygınlaşmasına yol açtı.
Bu düşünceler sadece Naziler ya da dünyanın çeşitli yerlerindeki ırkçı demagoglarca savunulmadı. Nietzche (1844-1900), Bergson (1859-1941) ve Sorel (1847-1922) gibi ünlü ve bugün hâlâ aydın çevrelerde itibar gören filozoflarca da savunuldu.
Nietzche’nin “tarih dışı” ya da “tarih üstü” tarihçiliği
Friedrich NİETSCHE (1844-1900): Basel Üniversitesi’nde on yıl kadar filoloji profesörlüğü de yapan burjuvazinin en ünlü filolog, toplumbilimci ve tarihçilerindendir. Ünü ve önemi, görüşlerinin tutarağından ya da bilime yaptığı katkılardan değildir. Burada ayrıca sözünü etmemizin nedeni de bu değil zaten.
Biraz sonra değineceğimiz gibi, Hitler faşizmine ilham veren bir tarih ve toplum görüşüne sahip olmasına ve tümüyle bilim dışı platformda yer almasına karşın, bugün bile geniş burjuva aydın çevrelerde, ilerici aydınlar içinde saygın bir yere sahiptir. Eserlerini okumamış, sadece onun ve eserleri için söylenenleri duymuş çoğu kişi onu ilerici düşünürler içinde sanabileceği kadar görüşleriyle şöhreti arasında çelişki olan bir düşünürdür. Yaşamının son yıllarında açıkça ve resmen deli olmasına karşın, bu dönemdeki saçmalamaları bile “aydınlar” için esin kaynağı sayılır. F. Nietzsche’yi işte bu yanlış şöhretinden dolayı burada ayrıca ele alacağız.
Nietzsche, saçma sapan düşünceleri şiirsel bir dille ifade eder ve burjuva aydınlan için bir peygamber gibi görünür. Yaşamı, tutumu, düşünceleri şaşırtıcı çelişmelerle doludur. Bir yerde “ey insan kardeşlerim” der, bir başka yerde aynı yığınlara “ahmaklar sürüsü”, “süprüntüler” demekten çekinmez. Ama bu bakıma bütün bu çelişkiler yerli yerme oturur ki; bu da onun yaşadığı çağla Nietzsche’nin yaşadığı dönem, 19. yüzyıl sonları, çöken burjuva düşüncesinin çağıdır. Ve çöken burjuva düşüncesi; geri, çağdışı, akıldışı ne varsa ona sahip çıkmaktadır. Din, tanrı, metafizik, öznel idealizm 17 ve 18. yüzyılda burjuvazi neye karşı savaşarak ilerlemişse, 19. yüzyılın sonlarında bütün bu değerleri daha yoz ve çürümüş biçimiyle yeniden diriltmeye çalışıyordu. Sömürgecilik ve yağmacılığa başka türlü meşruiyet kazandıramazdı. Bu bakımdan da F. Nietzsche, bütün bu çağdışı değerlerin bazen doğrudan, bazen de tersten gidiyor görünen savunucusu olarak, kendi çağını (burjuvazi bakımından) hakkıyla savunuyordu. Bugün bile burjuva aydın çevrelerde, hak etmediği “ilerici” etiketiyle etkisini ve namını sürdürmesinin gerisinde, onun burjuvazinin has çıkarlarını savunmaktaki kararlılığı yatsa gerektir.
Felsefesinde, akla karşı iradeyi, gerçekçiliğe karşı da iradeciliği savunur. Bu yüzden de ilkeler vaaz ederken hiç bir değer ya da mantıksal engel tanımaz, “insan”a “karşı” “insanüstü”nü savunur ve bütün ahlaki ölçüleri de bu iki kategoriye göre biçimlenir, “insanüstü” güçlü ve her şeyi yapmaya hakkı olandır. “İnsan” ise, “insanüstü”nün var olması için feda edilecek “ahmaklar sürüsü”dür. Bu yüzden de “insanüstü”nün ahlakı kendine göre iken, “insan ahlakı” köle ahlakıdır.
O “üstün insan”ın aradığı “Zerdüşt böyle dedi” adlı yapıtında görüşlerini şöyle açıklar:
“Erdemin tümü züğürtlük, kirlilik ve acınacak bir rahat düşkünlüğüdür… Ey erdemden söz açanlar, bütün erdemleri uyumaya yollayın. Ben ne değilsem erdemim odur.. En büyük kötülük en büyük iyilik için gereklidir… Yaratıcı olmak isteyen önce yıkıcı olmak, değerleri yıkmak zorundadır. Yaşam bana bunun sırrını verdi: Bak, ben daima yenmek (galip gelmek) zorunda olanım… Erdem dedikleri gerçekte korkaklıktır. Bu küçük adamlar ömründe bir kez sert konuşacak olsalar ancak seslerinin kısıklığını belli ederler… Şehveti, hükmetme isteğini, bencilliği üç büyük kötülük sayarlar. Gerçekte bunlar üç büyük iyilik, üç büyük mutluluktur. Korkaklar bu mutluluklara yanaşmazlar. Bu mutluluklar sağlam ruhlar güçlü bedenler içindir. Gerçekte bencilliğe erdem denmeliydi… Parçalayınız insan kardeşlerim, eski levhaları parçalayınız. Adına iyilik ve kötülük denen eski bir kuruntu vardı. Şimdiye kadar yıldızlar ve gelecek üstüne kuruntular kurulmuş ama hiç bir şey bilinememiştir. Çalmamalısınız, öldürmemelisiniz, sözleri bir zamanlar kutsaldı. Bu sözler karşısında diz bükülür, pabuç çıkarılırdı. Ama ben size soruyorum: Doğada hırsızlık ve öldürmek yok mudur? Böyle sözlerin kutsal sayılması doğal gerçeğe aykırı değil midir?” (14)
Yukarıda aktardığımız alıntıdaki; “İyilik”, “kötülük”, “mutluluk”, “parçalanması” gereken “eski levhalar”, “erdem”, “hırsızlık” vb. üstüne söylenenlere bakılınca, ilk anda insan bir nihilist düşünür ya da anarşist bir politikacı karşısında olduğu sanısına kapılabilir. Ama Nietzsche için bu ahlak değerlerine uymamak “insan” için değildir “insanüstü” içindir ve “insan” tersine bu değerlere sahip çıkmalı “insanüstü”nün bunlara uymamasını da kabul etmelidir. Yapıtlarında, “insan üstün”den kastın da egemenler, daha doğrusu egemenlik kurup, iradesini gösterebilenler olduğu anlaşılıyor ki, F. Nietzsche bu düşüncesini yeryüzünün efendisi olarak yönetici bir ırkın gerekliliğine kadar götürüyor. Ve yapıtlarında (yukarıdaki alıntıda da bu yan görülür) bütün eski kalıplaşmış değerlere karşı olduğunu iddia eden Nietzsche, aristokratik bir törebilim savunmaktan geri durmaz: “İyi bir aileden doğmadıkça hiçbir ahlaklılık mümkün değil’dir. İnsanın her ilerleyişi aristokratik toplumdan gelir.” Yani onun deyimiyle amaç; “Milyonlarca salağı ortadan kaldırarak geleceğin insanını kalıba dökmektir.” Ve “insanüstü”nün çıkarı için bütün varolan insanlığı feda etmekten çekinmez: “bütün bir ulusun yoksulluğu bir insanüstünün acı çekmesinden daha az önemlidir.”
F. Nietzsche’nin “insanüstü” için öne sürdüğü ahlak ilkeleri göz önüne alındığında. Hitler ve Naziler, en azından “insanüstü”nün öncülleri olarak görünmektedirler. Nitekim Himler, 1937’te amaçlarını Nietzsche’yi pek sevindirecek biçimde açıklar “Amacımız dünyadaki bütün alt insanların yok edilmesidir.”
Nietzsche Hıristiyanlığı ve Marksizm’i aynı nedenle, “milyonlarca salağı” insan etmek istemekle suçlar.
Nietzsche’nin düşüncelerini insanlık tarihine yaklaşım açısından ele aldığımızda, onun insanlığın bugünkü durumunu, “üstün insan”a göre hayvanlık dönemi olarak nitelediğim görüyoruz. Ayrıca Nietzsche, çağdaş diğer biyolojistler gibi, insanlar arasındaki ilişkiyi doğadaki diğer canlılar arasındaki ilişki gibi görmekte, bu yüzden de, insanlar arasında rekabeti, güçlü olanın ezmesini hem ahlaki bakımdan doğru, hem de toplumsal ilerleme bakımından (toplumsal ilerlemenin olabileceğini kabul ettiği ölçüde) zorunlu görmektedir. O, her iyi, olumlu şeyin “aristokratik toplum”ların geleceğini söyler ve “üstün insan”ın özelliklerini sayarken daha çok bir aristokratı gözetir.
O, aynı zamanda, toplumda devrimi reddeder, “‘üstün insan” hiçbir şekilde bu günkü toplumun evrimiyle gerçekleşmeyecektir. Tersine, “milyonlarca salak”, “üstün insan “a hizmet için vardır. Dolayısıyla da insanlığın geleceği “üstün insan”da, ama Nietzsche, “Böyle dedi Zerdüşt”te, Zerdüşt’ü dağ tepe dolaştırarak “üstün insanı” aratmaktan başka bir ipucu vermez. Yani “üstün insan” O’nun deyimiyle “tarihin dışında” ya da “üstünde” aranmalıdır. .Ama bu idealist tipin gerçek dünya karşılığı Hitler ve şürekâsıdır. Çünkü Nietzsche’nin düşünceleri Nazizmde ete kemiğe ve tabii kana bürünür.
İşte burjuvazinin Marksizm karşısına çıkardığı tarih görüşlerinden birisi, belki de “en ciddi”si olarak gördüğü bu idealist gerici, ırkçı yağvelerdir.
Ve diğerleri…
İnsanlık tarihine yaklaşımda burjuva bilim adamlarının sefaleti rastlantısal değildir. Yukarıda sözünü ettiğimiz tarihçiler ve tarih kuramları da, burjuvazinin sefaletini göstermek için özellikle seçilmiş değil. Tersine, 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyılda bütün burjuva tarih kuramları ve tarihçileri için bir tek yol vardır. Gerçeğin çarpıtılmasının kuramsal gerekçelerini hazırlamak. Çünkü insanlığın bilgi birikimi düzeyi ve sosyal pratik, tarihçilerin önüne ya tarihsel materyalizm ya da idealizme, dine tanrıya dönüş seçeneğinden başka bir seçenek koymuyordu. Bir kaç kısa örnek daha verirsek söylenmek istenen daha iyi anlaşılacaktır.
Papaz Malthaus’un ünlü ama bilim dışı “nüfus kuramı” 20. yüzyılın başında yeniden moda oldu. Ve biyolojisi bir tarih anlayışı olarak burjuva çevrelerde itibar kazandı. Nüfus artışının insanlığı çözülmez problemlerle karşı karşıya bırakacağını, sorunların nüfus artışının önlenmesiyle, kapitalizm koşullarında çözülebileceğini öne süren bu anlayış, bugün de değişik burjuva çevrelerde, zaman zaman derecesi değişmekle birlikte popülaritesini korumaktadır. Bizim ülkemizde de büyük patronlar ve 12 Eylül cuntacıları bütün sorunların “aşırı” nüfus artışından geldiğini öne çıkardılar, bugün de özellikle büyük patronlar, kendi düzenlerini aklamak ve sorunların üstesinden gelmedeki acizliklerini saklamak için bu teze sarılmaya devam ediyorlar.
Yine yüzyılın ünlü, “ilerici” tarihçilerinden Wilhelm Reich (1897-1957), doğa ve toplumu “acunsal dirim enerji” dediği tek bir nedenle açıklama gayreti içinde ve “materyalist” bir platformda kalma iddiasıyla. “acunsal yaşam enerjisi’ni” “töz” gibi ele alarak metafizik ve idealizmin batağına yuvarlanıyor. “Bedensel boşalma korkusu”, “kansu akımları”, “kişilik katılığı”, “kas zırhı” gibi “bilimsel” kavramlar arasında geliştirdiği tarih tezinde “bugünkü toplumun hasta olduğu” ve buna ancak “dirimsel ruh hekimliğinin çare bulacağını iddia ediyor. Ve bu kargaşa arasında insanlara, “yeni siyasal tasarımlardan vazgeç yoksa her şey daha kötü olacak” öğüdünde bulunarak, “Çevrimsel Devrim Kuram”cılarıyla aynı çizgide bir tarih kavrayışına varıyor. (15)
Burjuva bilim çevrelerinde otorite olarak kabul edilen Dilthey ve Burckhard. “tanrının işine akıl sır ermez” deyip işin içinden sıyrılmayı daha uygun bulurken; Ranke ise, “sorunları takdiri ilahi çözer” diyerek kendi tarih görüşünü dile getiriyor. Collingwood ise tam bir öznelcilikle “tarihi yapan tarihçidir” diyerek, burjuva tarih görüşüne pek de yeni sayılmayacak bir renk katıyor.
Varoluşçu tarih anlayışının öncülerinden Carlyle (1795-1881) ise, tanrılık gücünün büyük adamlarda belirdiğini iddia ederek, “tarihi kahramanlar yapar” düşüncesini savunmuş, tarihin “büyük adamların biyografisinden” ibaret olduğu iddiasını işlemiştir.
Bir yandan tarihsel materyalizmle aynı platformda olmak istemeyen, öte yandan da yakardaki gibi saçma, açıkça bilimdışı genellemelerden kaçınmak isteyen burjuva tarihçileri de var. Ama onlar için de giderek çok yer kalmadığı görülüyor. Bunların örneği ise ünlü H. A. L. Fisher. Kendi yaklaşımını şöyle ifade ediyor
“Benden daha akıllı ve bilgili kimseler, tarihte, bir plan, bir ritim, önceden saptanmış bir düzenleme sezebilmişlerdir. Böylesine ahenkli durumları ben hiç görmedim. Ben sadece, dalgalar gibi birbiri arkasından gelen bir sürü olay görmekteyim. Tarihçi bakımından emin olabileceği tek bir kural vardır ve o da tabiatı icabı genelleştirilemez: tarihçi insanların kaderine hâkim olan başıboşluğu ve önceden saptanamazlık keyfiyetini takdir etmelidir. Bu bir kinizm ya da çaresizlik dolarım değildir. Tekâmül gerçeği, tarihin sayfalarında açık seçik yazılıdır, ama tekâmül bir doğa yasası değildir. Bir kuşağın kazandıklarını sonradan gelen kuşak yitirebilir, insanların düşünceleri bazen felaket ve barbarlığa yönelmiş kanallara akabilir.” (16)
Yukarıdan beri sözünü ettiğimiz kişiler, son yüzyılın, genellikle adı “büyük tarihçiye” çıkmış, üniversitelerde kürsü sahibi profesörleri, ya da burjuvazinin resmi tarihçileridir. Bu bölümde ise, amaçta bu yukarıdakilerle birleşmekle birlikte, daha değişik bir kategoriden “tarihçiler”den söz edeceğiz.
“Tanrıların” denetiminde bir insanlık tarihi
19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak, diyalektik materyalist tarih anlayışının karşısına çıkan burjuva (idealist-metafizik) tarih anlayışları, yukarıda bazı örneklerinde görüldüğü gibi tam bir acz içine düşmüşlerdi.
Ne sosyal-Darwinci görüşler, ne yeni Malthouscu iddialar, ne bu dünyadaki her şeye tanrı tarafından yön verildiği, ne de ilerlemenin felakete sürükleyeceği ya da olanaksızlığı doğrultusundaki tarih anlayışları, olup bitenlerin doyurucu bir açıklaması için yeterli olmuyordu. 30 yıldan az bir zaman içinde çıkan iki büyük savaş ve bilim ve teknolojideki baş döndürücü gelişmelere eklenen sosyalizm ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin başarıları, burjuva tarih kuramlarının da sonunu getirmişti. Daha doğrusu boğulmak üzere olan idealist-metafizik tarih anlayışına nefes aldıracak bir pencere gerekiyordu. Bu pencere üniversitelerin tarih kürsüleri dışında bir yerden açıldı: 1970’lerin başında Erich von DAENİKEN’in ‘Tanrıların Arabaları” yayınlandığında, saf ilerici çevrelerden materyalizm karşısında sarılacak dal arayan burjuva bilim çevrelerine kadar bir yelpazede heyecanla karşılandı.
Saf “ilerici”, “sosyalist” çevreler bu girişimi “tanrının yokluğunu” kanıtlamaya yönelik materyalist bir girişim gibi değerlendirerek desteklerken; burjuva bilim çevreleri, onu insanlık tarihinden sınıf mücadelesini sürüp çıkarmaya yönelik bir girişim olduğunu fark ederek destekliyorlardı.
Böylesi geniş bir yelpazenin desteğinde Daeniken’in kitapları kısa zamanda hemen bütün kapitalist ülkelerde liste başı oldu. Ve istatistiklere bakılırsa, 1982 yılına kadar basılan ‘Tanrıların Arabaları”, “Yıldızlara Dönüş”, ‘Tanrıların Ayak İzleri” ve “Tanrıların Stratejisi” adlı kitapları toplam 45 milyon basılarak kendi alanlarında bir rekora ulaşmış.
Erich von Daeniken ve izleyicilerinin iddiası, öz olarak şu: Bu dünyada kurulmuş eski uygarlıklar, bu dünyada yaşayan insanların değil, uzaydan gelmiş zeki yaratıkların eseridir. Onlardan gelen emirlere uymadığı zaman insanlar felakete sürüklenmiş, onlarla işbirliği yaptıkları zaman da büyük uygarlıklar kurmuşlardır.
Bu iddiayı hiç özünü değiştirmeden şöyle de ifade edebiliriz: Bu dünyada olup biten her şey tanrının isteğince olmaktadır. Eğer insanlar tanrının emirlerine uyarlarsa mutlu olurlar (olmuşlar), uymazlarsa başlarına felaket yağar (yağmış). İddia böyle ifade edildiği zaman, Tevrat, İncil ya da Kuranın dünya hakkındaki görüşlerini en radikal bir din adamı gibi özetlemiş oluruz. Zaten Daeniken’in de çıkış noktası eski dini metinler, söylenceler, özellikle de Tevrat’tır. Musa ya da diğer Yahudi peygamberlerinin pek çoğu uzaylı zeki yamuklarla bağlantı kuran kişilerdir. Ellerindeki vahiyler de onların insanlara verdiği direktiflerdir. Melekler, mekik vb. uzay araçlarıyla gelen uzaylı ziyaretçilerdir vb. İlk varsayımdan sonra yapılacak şey, genel çerçeve içine ayrıntıyı yerleştirmekten ibarettir. Nuh tufanı, Sodom’un yok edilişi ya da Güney Amerika’ya insanların gidişini, sayısız efsane içinde uygun olanları seçerek “açıklamak”, sadece biraz hayal gücü zorlanarak ve eski kalıtlar arasında zaman ve mekân farkını kaldıran bağlantılar kurularak yapılabilir. Hele burjuva basın tekellerinin ve propaganda araçlarını arkanıza almışsanız sizin ayrıca senaryolar uydurmanız bile gerekmez, basın tekellerin “belgesel” senaryocudan gösterilen doğrultuda sayısız “belge” uydurabilirler. Nitekim Daeniken’in sözünü ettiği pek çok “olgu” ile ilgili sayısız program, bugün dünya sinema ve TV’lerinde, kesin gerçek tarihsel bulgu imajı verilerek gösterilmektedir.
E. Von DAENİKEN’in kitaplarını yayımlamaya başladığı dönem, bu tür spekülatif iddiaların yayılması için çok elverişliydi. Bir yandan aya gidilmiş, magazin basın ve TV’nin köpük dizileri “bilim kurgu” adı altında uzay yolculukları ve başka gezegenlerdeki yaşam üzerine bilim dışı iddialar bombardımanıyla yığınları serseme çevirirken, eski sosyalist ülkelerde revizyonizm palazlandırdığı ölçüde revizyonist ideologlar da bu tür spekülasyonlara çanak tutarak Daeniken gibilere destek sağlıyorlardı, öte yandan burjuvazi, bu dünyada vaat edemediği geleceği, uzaydan gelecek destekle sağlayabileceğini yayarak, kapitalizmin geleceği hakkında yeni umutlar yayma olanağı elde etmişti. Bu görüş revizyonistlerin, sınıf farklarının ortadan kalktığı (en azından sınıflar-arası çelişmenin antagonist niteliğini yitirdiği) bir çağda yaşadığımız masalıyla birleşince, burjuvazi için (ve tabi Daeniken’in kuramının yaygınlaşması için) son derece uygun bir ortam yarattı.
E. von Daeniken’in görüşleri çok geniş bir çevrede merakla karşılandı, pek çok çevrelerde tartışıldı, ama her moda kuram gibi bir süre sonra etkisi azalmaya başladı, özellikle Marksizm’e yönelik hiçbir ciddi iddia bu çevreden yönelmediği gibi, iddialar ve öne sürülen olguların açıklanması bilimsel ölçülere vurulduğunda kabul edilir olmaktan uzaktı. Yığınlardaki bilinç çarpıklığını derinleştirmek için bu tarih görüşü kitle iletişim araçlarıyla burjuvazi tarafından yaygınlaştırıldı, ama burjuva bilim çevrelerince bile fazla ciddiye alınmadı.
Zaten Daeniken tarihte olup bitenler hakkında kimi iddialarda bulunuyor, ama burjuva toplumunu ayakta tutan kimi değerler (din, tanrı, ahlak vb. konularda) ve bugün ve gelecek hakkında dişe dokunur bir şey söylemiyordu. Bu ise, Daeniken’in kuramını zayıflatan bir yan olarak görüldüğü gibi, burjuvazinin ihtiyacı açısından da bir eksiklikti. Bu eksiklik bir sonraki “bilim kurgucu tarihçiler” tarafından “giderildi” ve böylece Daeniken’in kuramı da mantıki sonuçlarına vardırılmış oldu.
Daeniken ve burjuva propaganda merkezleri dünyadaki bütün gelişmelerin bir “dış itici” güç tarafından yönlendirildiği görüşünü çok iddialı bir tarzda öne sürmüşlerdi ve burjuva bilim çevreleri bu tezleri kabul ettiklerini açıkça söylemeseler de zımnen benimsemişlerdi. Son yıllarda bu konularda yayımlananlar, eskisi kadar gürültülü olarak sürmese de eskisi kadar iddialıdırlar. Bu yüzden de Daeniken’le başlayan bu yeni “tarih görüşü”nün vardığı yeri sergilemek önem kazanıyor. Ve burada bu alanda son yıllarda yayımlanmış en popüler kitaplardan birisi üstünde uzunca durmak gerekiyor. Kitabın adı biraz uzunca; “Andromedadan gelen UFO, bir uzaylının dünyamızla ilgili müthiş açıklamaları ve kehanetleri”. Kitabın yazarı olarak üstünde üç isim var. Prof. R. N. HERNANDEZ, Yarbay Wendelle C. STEVENS, Zitha RODRİGUES-MONTIEL.
Kitap, asıl Prof. Hemandez’in yazdığı yüzlerce sayfalık notlardan meydana getirilmiş. Biyografisine göre Prof. Hernandez, immünoloji, araştırmacısı ve Meksika Atom Enerjisi Komisyonu’nun önde gelen bir üyesi. Profesör, 1972’den itibaren dünya dışı yaratıklarla temas içinde ve çok güzel bir kadın biçiminde Profesörü ziyarete gelen L. Y. A, ona kendilerini, amaçlarını ve dünya ve evren üzerine görüşlerini anlatıyor ve Profesörü bir kaç kez de uzay gemisiyle kendi yıldızına götürüyor. ANDROMEDA takım yıldızındaki INXTRIA’ya muhtemelen. Ama profesör 1984’te esrarengiz biçimde, daha önce dünya dışı ziyaretlere gittiği gibi, kayboluyor. Büyük bir olasılıkla çıktığı dünya dışı bir ziyaretten dönmüyor, dönemiyor!
Kitabın diğer yazarı Yarbay Vıca STEVENS ise, UFO olaylarını araştırmak ve bu olaylarla ilgili raporlar yazmakla uğraşan yarı-resmi bir görevli ve Hemandez’in el yazıları ve çizdiği haritalan inceleyip, bir uzman olarak bunları değerlendiriyor. Kitabı derleyen kişi ise, Profesör Hemandezle yakın ilişkisi olan, eski bir Meksikalı “profesyonel gazeteci” ve bugün de muhtemelen Meksiko City’deki UFO Araştırma Merkezi’nin başkanı.
Kitapta öne sürülen iddia şu: Dünya dışı zeki varlıklar sadece amatör fotoğrafçıların kameralarına takılan “uçan dairelerden” ibaret değil. Tersine bu yaratıklar, kendilerini saklamıyorlar: bilim çevrelen, resmi yetkililerle vb. ile de ilişki kuruyorlar, ama bunlar saklanıyor. Nitekim bu çerçevede Meksikalı bir uzay-bilimci olan Profesör Hernandez’le ilişki kurmuşlar, ama profesör bunu açıklamamış, sadece bu görüşmelerin ve kendisine söylenenlerin ve gösterilenlerin notlarını almış.
Eğer iddia bu kadarla kalsa; belki bizim konumuzu ilgilendirmezdi, ama bu masum buluşmalar aynı zamanda dünyaya bir tarih çizerken gelecek için de öngörülerde bulunuyor.
Böyle notlar var mı, varsa deli bir “bilim adamının” hezeyanları mı değil mi, yoksa birkaç kafadarın uydurduğu bir “bilim kurgu” yapıtı mı vb. gibi pek çok soru akla gelirse de, bu sorular en azından konumuzla ilgili değil. Burada bizi ilgilendiren, “dünya-dışı güçlerin” dünyanın tarihine yön verdiği biçimindeki son yılların popüler tarih görüşünün mantıki sonuçlarına varılıyor olmasıdır. Kaldı ki; kitabın yazarları anlatılan bütün olay ve “belgelerin” gerçek olduğunda ısrarlıdırlar ve daha da önemlisi bu iddialar burjuva propaganda merkezlerinden desteklenmektedir.
Sözü edilen kitap, dünyanın ilk oluşundan alın da Andromeda’lılarla dünyalıların atalarının aynı yıldızdan geldiğini açıklamakla işe başlayıp, Daeniken’in kitaplarında sözünü ettiği dönemlerde yine Andromeda’lıların dünyayı ziyaretlerini vb. çok “anlaşılır” bir biçimde açıklıyor. Dahası o zamanki dünya uygarlığı hakkında, bilim vb.nin gelişkinliği konusunda değerlendirmelerde bulunuyorlar.
Bu değerlendirmeler şöyle bir tespitle sona eriyor
“Gerçek şu ki. bizler, bir süreden beri, sayıları binlerle ölçülebilen, dünya dışı ırklar tarafından incelenmekteyiz ve bu sürecek. Bizler karantinaya alınmış gibiyiz. Ne olup bitliğini bilmeyen tek bizleriz. Bu, tekâmül çalışmasındaki laboratuar projesi biziz. Yine bizler, en güzel gezegene ve tek bir gezegende gelişmiş en çok sayıda canlı türüne sahibiz. Bizi incelemeyi yeğlemelerinin nedeni de bu….” (17)
Bu, “gerçek şu ki” diye başlayan cümle de, “İsviçre’de uzaylılar tarafından programlanmış bir köylü”(18)nün ve Prof. Hemandez in “sezgilerinden” başka hiç bir şey yok gerçekle ilgili. Ama buna karşın yazar (ya da yazarlar) dünya dışı uygarlıklardan sadece bir olasılık olarak değil, kesin gerçekler olarak söz ettikleri gibi, dünyanın en güzel ve en kalabalık gezegen olduğu hükmünü de hiçbir kuşkuya yer vermeyecek biçimde ifade ediyorlar. Bu belki okuyucuyu inandırma yöntemlerinden biri ama aynı zamanda da bütün öteki söylediklerinin ciddiyeti konusunda da düşündürücü bir tutumdur.
Doğrusu kitabın her sayfasında, bugün bilinen ve doğruluğu konusunda kuşku duyulmayan doğa yasalarını yok sayan pek çok iddia bir arada yer alıyor. Ve bütün bu iddiaların her biri yine de “enerji biçimi”, “madde biçimi”, “dönüşüm” gibi bilimsel kavramlarla açıklanmaya çalışılıyor. Ama iş tanrı sorununa gelince, bütün önceki aşırı maddeci görünüş yok sayılarak tam bir metafizik idealizm içine yuvarlanılıyor, “Her şeye kadir”, “yüce”, “kudret ve amacına kimsenin akıl sır erdiremeyeceği”, herhangi bir dinin tanrı tanımı bu sefer salt enerji (platon ve Aristoteles’te salt biçim, Hegelde saf düşünce vb.) olarak karşımıza çıkıyor. Ve öğreniyoruz ki, “bizim Tanrımız” bütün evrenin de Tanrısıdır. Tıpkı büyük dinlerimizin dediği gibi.
Profesör Hemandez soruyor “Pekala, … ya tanrı? Nerede O? Gerçekten var mı?” O’nunla temas kuran Andromeda’lı LYA yanıtlıyor:
“Bizler, siz ve evrendeki tüm canlılar, sonsuz bir varlığın kusursuz yapıtlarıyız… O muhteşem gücün.
Tabii ki Tanrı vardır. O bizim için, en büyük biyoelektrik-manyetik güçtür. Gerek pasif gerek aktif halin bütün titreşimsel hareketlerini kontrol eder ve de tam tersini. Tükenmez bir bilgi kaynağıdır. Siz onun gücünü ancak madde kanalıyla duyabiliyorsunuz, bunun için de yüzeysel, bazen de yanlış anlıyorsunuz. Gerçekte yüzlerce çeşit hayat biçimi vardır en saf biçimi de enerjidir… Tanrı sizin tasavvur edemeyeceğiniz bir biçimde bunların üstündedir. Tanrı hayat verir, hayat da bir güç, bir devredir. Bu evrende hiç kimsenin hayatı almaya hakkı yoktur. Ancak kendi yaşam hakkını savunmak amacıyla insanoğlu bu yola başvurmalıdır (ahlak -ÖD.) Madde, sizin bildiğiniz haliyle onun gücünün en basit biçimlerinden biridir, vb. vb.” (19)
LYA, gelecek hakkında kestirmeler, ne kestirmesi açıkça kesin yargılarda bulunuyor. İnsanlar içindeki şiddet eğiliminin, hava kirliliği, atom denemeleri vb.nin dünyayı bir felakete sürüklediğini iddia ediyor ve Prof. Hernandez gibilerinin bu gidişatı değiştirebileceğini, eğer olmazsa dünya-dışı iyi ırkların dünyadaki “iyileri kurtarabileceğini” söyleyerek dünya tarihinin insan döneminin nasıl noktalanacağım açıkça ifade ediyor.
Dünya tarihinin “dünya-dışı güçler” tarafından belirlendiğini iddia eden kuramların ortak yanı, ilk bakışta, olup bitenlerin fantastik de olsa, materyalist bir açıklaması gibi görünüyorsa da, gerçekte dünyadaki gelişmeye yön veren gücü insan toplumu dışına çıkararak ve yukarda verdiğimiz örnekte olduğu gibi, son tahlilde her şeyi belirleyenin bir doğa-tanrı bile olsa, Tanrı olmasıyla, idealist-metafizik bir teorik bakış açısına ulaşılmaktadır. Bu kuramlarda diğer bir ortak yan ise, bugünkü dünyanın kötü olmasının ya da onda kötülükler bulunmasının nedeni, dünyanın yönetici sınıflar tarafından kötü yönetilmesi değil, dünya üstünde kötü kişilerin ya da bilgisiz beceriksiz yöneticilerin var olmasındandır. Bilgisizliğin kaynağı ise, geçmişte (ve bugün) dünya-dışı “üstün ırklar”ın ilettikleri mesajları gereği gibi değerlendirememektir.
Bu haliyle bakıldığında. Çevrimsel Devim Kuramı’nın ya da “Ruhsal Gerileme Kuramı”nın kaderci kötümserliği, Nietzsche’nin “üstün insan” arayışı bu kuramla aşılamıyor. Tersine burada masalla tarih, nesnel gerçeklikle dini dogma arasındaki sınırda ortadan kayboluyor. Masal kesin bir gerçeklik gibi sunulup, nesnel gerçeklik tarihsel gerçekler, masalla uygun hale getirilmek için eğilip bükülüyor. Bütün bunlara karşın gerçek masala uymuyorsa “dünya dışı âlem”den yeni tarih ve doğa yasaları ithal edilerek gerçek tarih ters yüz edilmeye çalışılıyor.
Burjuvazi ve gericilik ise, resmi ya da gayri resmi yollarla diyalektik materyalist olmayan her tarih görüşünü, ne kadar saçma olursa olsun desteklemekten geri kalmıyor. Çünkü onun için önemli olan insanlık tarihinin gerçekçi bir tablosunu elde etmek değil, bugünkü düzenim sürdürebileceğine dair tarihin kendisine fetva vermesini sağlamakta. Bunu, bir görüş; “en iyisi budur, daha iyisini aramak gereksizdir”, bir başka tarih görüşü, “bu kötüdür, ama daha iyisini aramayın bulamazsınız,” bir diğeri ise; “bu kötüdür ama gelecek olan daha da kötüdür” diye sağlayabilir. Burjuvazi için her üç görüş de olumludur. Yeter ki daha iyi, sömürüşüz baskısız bir dünyanın olabileceğini savunan bir tarih görüşü öne sürülmesin.
Ne var ki; son yıllarda en parlak dönemlerinden birisini yaşayan burjuva dünyası, bunca çabasına, Marksizm’i kesin yenilgiye uğrattığına dair bunca yaygarasına karşın, insan toplumunun gelişimini, toplum içindeki karşıt sınıfların mücadelesine bağlayan materyalist tarih görüşüne karşı, şu, yukarda hiç değiştirmeden aktarmaya çalıştığımız tarih görüşleriyle karşı çıkmaktadır. Gerçekte burjuvazi, onun tarihçileri o kadar çaresizdirler ki; materyalizm karşısında, materyalizme karşı olmak ve burjuva toplumunu aklamak dışında sistemli bir tarih görüşü etrafında az çok bir birlik sağlayamamaktadırlar. Neredeyse, her burjuva tarihçisi “ayrı” bir tarih tezi geliştirmektedir. Hiç kuşkusuz, hedef önceden belli olduğu için, varılan sonuç aynıdır; ama materyalist tarih görüşü karşısında aynı “kanıtlarla” çıkamamaktadırlar. Elbette ki böylesi dağınık ve perişan olmalarının suçu onların kişisel yeteneksizlik ya da bencilliği ile ilgili değildir, ama savundukları davanın tarihsel haksızlığı ile ilgilidir. Ve bu yüzden de, 150 yıla yaklaşan bir süredir tarihsel materyalist tarih görüşünü gömmeye çalışmalarına karşın, ona karşı, ciddi bir eleştiri yöneltebilmiş değillerdir. Kopardıkları bunca yaygaraya karşın bugün de bu konuda bir tek adım bile atmış değillerdir. Sadece ellerinde revizyonizmin iflasıyla ortaya çıkan (ama tarihsel materyalist dünya görüşü tarafından daha önceden mahkûm edilen) kaosta, gürültülü bayram yapmalarına vesile olan tarihsel bir fırsat yakalamışlardır hepsi bu.
(Sürecek)
Dipnotlar:
(11) Oswald Spengler, Batının Gerilemesi
(12) Oswald Spengler, age.
(13) A J. Toynbee, Tarih incelemesi
(14) F. Nietzsche, Zerdüşt Böyle Dedi
(15) W. Reich, İnsanın Doğadaki Yeri Payel Yay.
(16) HAL. Fisher, Avrupa Tarihi, aktaran J. Bernal, Bilimler Tarihi C.2. S. 698
(17) Andromeda’dan Gelen UFO s. 59
(18) Andromeda’dan Gelen UFO s. 57
(19) Andromeda’dan Gelen UFO s. 231-232
Kasım 1990