İRAN 1990: Mollalar, İslam Devrimi öncesinde, “kadın-erkek eşit olacak ” diyordu. İslam Devrimi sonrasında da çarşafın, peçenin “bu eşitliğe” aykırı olmadığını söylediler, İran sol’unun bir kısmı da destekledi bu görüşü. Hatta onlara göre “yoksul-emekçi kadınlar zaten çarşaf giyiyordu; çarşafa karşı çıkanlar da burjuva reaksiyoner kadınlardı ve toplumu dönüştürme savaşının verildiği bir dönemde çarşaf gibi ayrıntılara takılmak yanlıştı”… Oysa İran’da şeriat, kadınların “cennete bile ancak kocasını memnun edip rızasını alırsa gidebileceği” yolundaki inancı dayattı. Baskı ve sömürünün “inanç maskesi” altında gizlendiği İran’da bugün kadınlar, bir köleci toplumun “tek cinse dayalı” kölesi adeta. İranlı kadınlar, 1990 dünyasında, birer “nesne” yalnızca.
CEZAYİR 1990: Ulusal Kurtuluş Savaşı’na aktif olarak katılan Cezayirli kadınlar kurtuluştan sonrada üretime ve sosyal hayata katıldılar. Ulusal Kurutuluş Cephesi gericilerin baskısı ve oy kaygıyı ile 1984’te “Aile Kanunu”nu çıkardı. Başta dikkati çekmeyen bu kanun, dinciler güç kazandıkça hızla uygulanmaya başladı. Babası ve ya kocasının koruyuculuğu altında olmadıkça varlığı bile kabul edilmeyen Cezayirli kadını bugün çarşafa sokmak da yetmemiş. Etraflarına perde de çekilmiş ayrıca.
TÜRKİYE 1990: “Din afyondur” görüşüne bundan daha somut bir örnek olabilir mi? Emekçi kadınlar erkeklerle omuz omuza daha güzel ve sömürüşüz bir dünya için savaşırlarken, Müslüman kadınlar kendi varlıklarını bir “hiç” düzeyine indirmek için mücadele ediyor. Yumruklar sıkılıyor, sloganlar atılıyor, militanca öne çıkılıyor… Neden? Toplumun sessiz köleleri olmak, evleninceye kadar babanın, evlendikten sonra kocanın ‘”malı” sayılmak; evlere kapatılmak, aptallaştırıcı ev işlerine mahkûm olmak için… Emekçi kadınlar onları ezenlere, sömürenlere öfkelerini haykırırken, Müslüman kadınlar “insan sayılmaya” tepkilerini dile getiriyor. Bunlar, “beyinlerin uyuşturulmasından” başka ne anlama gelebilir ki!
Başta emekçi kadınlar olmak üzere her kesimden kadınlar son zamanlarda giderek artan bir hareketlilik içindeler. İşçi kadınlar grev ve direnişlerde en önlerde yer alıyorlar. Son memur eylemlerinde kadınlar yine ön saftaydılar. Kadın demekleri henüz çok geniş kitlelere ulaşmayı başaramasalar da birçok kadını etraflarında toplamakta. Gecekondulu kadınlar çeşitli taleplerini dile getirmek ve tepkilerini göstermek için yolları kesiyor, polis ve askerlerle çatışmayı göze alıyorlar. Birçok meslekte “yasak” yöneticiliklere talip olan kadınlar artmakta. Kısacası yıllardır ucuz işgücü ve sessiz köleler olarak görülmeye alışılmış kadınlar artık böyle yaşamak istemediklerini sözleri ve eylemleriyle ifade ediyorlar. Bu eylem ve ifadeler kaçınılmaz olarak düzenin sınırlarını zorlamaya başlıyor. Çünkü kadınlar çok çeşitli taleplerle mücadelede daha çok yer aldıkça karşılarında düzeni ve onun çitlerini görüyorlar ve kendi deneyleri onlara bu düzeni ve çitler yıkılmadıkça gerçek kurtuluşun mümkün olamayacağını gösteriyor.
Gelişmenin farkında olan egemenler elbette ki önlemlerini alacaklardı. Önlemlerin en önemlisi sokağa çıkan kadını yeniden evine kapatmaktı. Bunun en iyi yolu geleneksel ataerkil aileyi ve dini canlandırmaktı. Din ve ataerkil aile, kadını, evinin dört duvarı arasına kapatarak, aptallaştırıcı ev işlerine boğarak, yaşamın canlı akışından kopararak, üstelik bütün bunları kader sayıp sessizce boyun eğmeyi ve boyun eğişle mutlu olmayı vazederek yapmaya çalışıyor.
Ataerkil aile ve din propagandasının bir nedeni de ülkemizde giderek artan işsizlik. Kadınlar ucuz işgücü olmalarına rağmen işsizliğin arttığı dönemlerde işlerini “ailenin reisi” olan erkeklere terk etme tehlikesi ile karşı karşıya kalırlar. 1. ve 2. dünya savaşından sonra bütün Avrupa’da özellikle İngiltere’de yaşanan bu durum işsizliğin arttığı bütün ülkelerde yeniden gündeme geliyor. Burjuva ailesi güçlendirilmeye, kadının asıl yerinin yuvası içinde çocuklara bakmak olduğu propagandası yapılıyor.
Özellikle son dönemlerde televizyon ve diğer iletişim araçlarında ataerkil propagandaya hız veriliyor. Cumhurbaşkanının eşi neredeyse her gün televizyondan nasıl ideal bir eş ve anne olduğunu anlatmaktadır. Devletçe hazırlanan TV dizilerinde, kadının, evinde, çocuklarının ve eşinin bakımıyla yetinmesi ve mutluluğu burada araması gerekliliği ve bunun için acı çekse de tanrı tarafından mükâfatlandıracağı propagandası yapılmaktadır. “Yuva” dizisi bunun en iyi örneklerinden biri.
Devletçe desteklenen gerici dinci kurumların ve kuruluşlarının “tesettür ve ahlaka uygun giyinme” adı altındaki saldırıları da gün geçtikçe artıyor. Bakanlıklar ve birçok kuruluş bu konuda genelge üstüne genelge yayınlıyor, yasaklar koyuyor. Tesettüre uygun giyim ve türban yaygınlaştırılmaya çalışılıyor.
Kadınlara yönelik saldırılar bununla da kalmıyor. Esas tehlike hâkim sınıflardan ve bugünkü resmi temsilcilerinden geliyor. Hükümet tarafından gözlerden kaçırılmaya çalışılarak Kanun Hükmünde Kararnamelerle yürürlüğe konmak istenen “Aile Araştırma Kurumu”nun oluşturulması ve “Kadın Statüsü ve Sorunları Başkanlığı”nın kurulması bunun göstergesidir.
Bunlardan “Aile Araştırma Kurumu” “aile ile ilgili milli bir politikanın oluşturulmasına yardımcı olmak için araştırmalar yaparken, “Kadın Statüsü ve Sorunları Başkanlığı” kadınlara ilişkin faaliyetlere etkinlik kazandırmak için, başta yerel yönetimler olmak üzere, yapılan eğitim faaliyetlerini izleyecek, yönlendirecek ve kadının statüsü ve sorunları hakkında kamuoyu yaratacak, kadın kuruluşları ve derneklerinin oluşturulan “milli görüş” doğrultusunda yönlendirilmesini sağlayacaklardır. Ayrıca “Aile Şurası” toplanarak ailenin “kurtarılması” ve “milli” görüşe uygun hale getirilmesi için çalışmalar başlatıldı.
Yapılmak istenen resmi bir aile ve kadın tipinin yaratılması ve kabul ettirilmeye çalışılmasıdır. Devletçe saptanmak istenen bu kadın statüsünün resmi ideoloji, yani Türk-İslam sentezi çerçevesinde olacağı açıktır. Kadın bugün olduğu noktadan bile geriye götürülecek, İslam’ın kadına biçtiği kölelik zincirlerinin içine sıkıştırılacaktır. Kafes ve peçe arkasına mahkûm edilecek, erkeğin ve çocuklarının kölesi olması, evinden dışarı adım atmaması istenecektir, İran’da bugün kadınların içinde bulunduğu durum yarın ülkemiz kadınlarının başına da gelebilir. Türkiye İran değildir denmesin. İran ve Cezayir’deki gelişmelere yakından bakılırsa bugün Türkiye’de izlenen yolun farklı olmadığı görülecektir.
İran’da Mollaların yönetime gelmesinden hemen sonra kadına yönelik saldırılar giyim konusunda başladı. Ahlak Bakanlığı kurularak kadınlar tesettüre uygun giyinmeye çağrıldı ve uymayanlara karşı saldırılar düzenlendi. Başlangıçta esas amacın kadınların İslami köleliğe mahkum edilmesi olduğunun farkına ve bilincine varamayan kadın kuruluşları bunu önemsemediler. İkincil ve tali bir sorun olarak gördüler, gerekli tepkiyi göstermediler. Bu tutumlarıyla Mollalara daha sonraki adımları için cesaret verdiler ve adımlar birbirini izledi. Bugün İran’da kadın tam anlamıyla insan bile sayılmamaktadır. Ancak iki kadının şahitliği bir erkeğin şahitliğine eş sayılmakta, erkeğin yarısı kadar haklara sahip olmakta ve ondan kocasının bütün isteklerine kölece bir boyun eğiş istenmektedir.
Cezayir’de de süreç farklı olmadı. 1984’de çıkarılan aile yasası ile kadın, şeriat kanunlarına tabi kılındı. Başlangıçta bu yasa dikkati çekmedi. İslami Selamet Cephesi politikada etkinliğini arttırdıkça kadın konusundaki yasa da hızla işlemeye başladı. Bugün Cezayir’de bir erkeğin koruyuculuğu altında olmayan kadın, yok sayılmakta. Oy hakkını babası ya da kocası onun yerine kullanıyor. Yeni hazırlanan yasa tasarılarına göre ise ancak kocası izin verirse yurtdışına çıkabilecek ve artık yarım gün çalışacak, Cezayir’de bazı kadın grupları bu koşullara boyun eğmeyi reddediyor ve mücadele etmeye çalışıyorlar. Ama başlangıçta yeterince duyarlı davranılmadığı için sayıları çok az.
Farklı olmayışı iyice kavramak için Türkiye’deki gelişmeleri hatırlayalım. Devletçe desteklenen dinci gericilik kadınların tesettüre uygun giyinmeleri konusunda propagandaya hız verdi ve çarşaflı, türbanlı kadınların sayısı hızla çoğalmaya başladı. Üniversitelerde türban konusu yoğun tartışmalara yol açtı. Ama sonuçta türbanlılar kazandı. Aile Araştırma Kurumunun ve Kadın Statüsü ve Sorunları Başkanlığı’nın oluşturulması ikinci adımdır. Bu kurumlar bugün işlemeye başlamadığı için henüz etkileri hissedilmemektedir. Ama Milli (Türk-İslam Sentezi) görüş çerçevesinde işlemeye başladığında durum değişecektir. Kadınlar resmi statüye uygun davranmaya, İslami değerleri ve davranış biçimlerini kabul etmeye zorlanacaklar, bütün kadın çalışmaları ve dernekleri kontrol altına alınmaya çalışılacaktır. Yerel yönetimler ve okullar bunun aracı haline getirileceklerdir. Türkiye kadınlar açısından bir İran olabilir.
Türkiye İran değildir diyebilmek, gereğini yerine getirmeyi gerektirir. Tesettüre uygun giyinme konusunda demokrasi havariliği bir yana bırakılmalı, bunun, kadını bugün bulunduğu noktadan bile geri götürmeyi amaçlayan dinci-gerici adımlardan biri olduğu kavranmalıdır. Başta işçi ve emekçi kadınlar olmak üzere tüm kadınlar, Marksistler ve kadın sorununa duyarlı bütün kesimler oynanan oyunlara, atılmak islenen adımlara karşı uyanık olmalı ve duyarlı davranmalıdır.
Ağustos 1990