Kitle Örgütleri ve Bazı Sorunları-3

Bu yazının bundan önceki iki bölümünde, çeşitli emekçi sınıf kitle örgütlerinin 1980 12 Eylül’üne kadar gelen süreç içinde sorunlarına değinildi. Ayrıca, işçi sınıfımızın sendikal hareketinin bugün içinde bulunduğu durum ve sorunları ortaya konulmaya çalışıldı. Yazımızın bu son bölümünde ise; gençlik ve işçi sınıfı dışındaki emekçi kesimlerin kitle örgütlerinin sorunlarına değineceğiz.

1980 12 EYLÜL DARBESİ SONRASINDA GENÇLİĞE YÖNELİK SALDIRIIAR VE GENÇLİK MÜCADELESİ:
1980,12 Eylül’üne gelindiği günlerde, gençlik hareketi, önceki bölümlerde sözünü ettiğimiz zaaflarına karşın, yüksek bir düzeyde seyrediyordu. Orta öğrenim ve yüksek öğrenim gençliği bir yandan akademik mücadele içinde yer alırken öte yandan da anti-faşist mücadelenin önünde yer alıyordu. Dahası sivil ve resmi faşist odaklar, ellerindeki her araçla gençliğe saldırıyor, onu teslim almak için kitle katliamlarına kadar varan her yolu kullanıyordu. Ama aşağı yukarı son 20 yılın anti-faşist anti-emperyalist mücadele geleneğinin olumlu mirasının da taşıyıcısı olan gençlik yığınları bütün bu baskı ve teröre karşın mücadele etmekten geri durmuyor, okullarda ve semtlerde anti-faşist mücadelenin asıl yükünü omuzlarında taşıyordu. Sayısız şehitlerine karşın, bu yoğun anti-faşist mücadele yıllarında gençliğimiz, büyük bir özveriyle direndi ve gelecek kuşaklara olumlu ve olumsuz yanlarıyla zengin bir anti-faşist mücadele deneyimi bıraktı.
Öte yandan, egemen sınıf politikacıları ve propagandacıları, bütün 1960 ve 1970’li yıllar boyunca, ekonomik ve siyasi krizlerinin; yokluğun, pahalılık ve enflasyonun, çürümüş ve kokuşmuşluklarının, her türden olumsuzluklarının nedeni olarak gençliği göstermeye çalıştılar. Eğer gençliğin anti-emperyalist anti-faşist eylemi olmasa, ülkenin barış ve huzur içinde, kalkınmış bir ülke olacağı iddiasını bütün iletişim araçlarıyla yaydılar. Bu gerekçe arkasında, emekçi sınıflar üstünde uyguladıkları baskı ve terörü, haklı ve zorunlu göstermeye çalıştılar. Reformcu ve revizyonist çevrelerin, yükselen anti-faşist ve anti-emperyalist mücadeleden korkuya kapılarak; açıkça egemen sınıfların safına geçmeleri; gençliğin anti-faşist direnişini “goşizm”, “anarşizm”, “Sovyet emperyalizmin kışkırtması” vb. olarak suçlayarak, egemen sınıfların karşı devrimci kampanyasına katılmasıyla, egemen sınıfların, gençliğe ideolojik ve fiili saldırıları daha da yoğunlaştı.
1970’li yıllar boyunca, her yıl bir önceki yıla göre daha da yükselen ve dolayısıyla gençliği yeni sorunlarla yüz yüze getiren anti-faşist mücadelenin sorunlarının çözümlenememesi, artan faşist saldırılar, gurupçuluk, anti-faşist kesim içinde ortaya çıkan, çatışmaya varan çelişmelerin su yüzüne çıkması, önceki bölümlerde sözü edilen zaaflarla birleşince; devrimci, anti-faşist gençlik kesimleriyle geniş öğrenci ve emekçi gençlik arasındaki bağ zayıfladı ve koptu. Bu da, anti-faşist mücadelede faşist ve gerici güçlere büyük bir avantaj sağlarken, devrimci gençlik için dezavantaj oldu. Mücadele, faşistler ve devrimciler arasında bir çekişmeye dönüştü. Mücadele yoğunlaştıkça da bu durum kendisini daha da açığa vurdu; olumsuz etkenler mücadelenin seyrini belirler hale geldi.
Kısacası 12 Eylül darbesi gelip çattığında gençlik harekeli çözümlenememiş pek çok sorunla boğuşuyor, neredeyse bir kör dövüşüne dönüşen anti-faşist mücadelenin ağır yükünü taşımaya çalışıyordu.
İşte 12 Eylül darbesini gençlik bu koşullarda karşıladı.
Darbeciler çok hazırlıklıydılar, işçi ve emekçi sınıf mücadelesini bastırmak, krizin yükünü emekçi sınıflara yıkmak için bir ekonomik programa sahip oldukları gibi, kimlerle işbirliği yapacakları ve kimleri boy hedefi gösterecekleri, baskı ve terörü nereden başlayarak yaygınlaştıracakları vb. konusunda da ayrıntılı planlara sahiptiler. Ve boy hedefi olarak gençliği seçtiler.
Darbeciler, propagandalarının merkezine “can güvenliği” demagojisini yerleştiriyor ve aldıktan bütün “önlemlerin” nedenini bu gerekçeye bağlıyorlardı. Toplumun can güvenliğini ise; bir bilinç çarpıtması yaratarak, anti-faşist mücadeleye katılanların tehdit ettiği, dolayısıyla da anti-faşist mücadeleye en yoğun katılımın gerçekleştiği kesim olarak gençliğin, “anarşistler”, “teröristler”, “komünistler” tarafından aldatılan gençliğin, toplumun “can güvenliğini” tehdit ettiği propagandasını yayıyorlardı. Ami faşist mücadelenin zaaflarından ustaca yararlanarak bu demagojiye uzunca bir süre geniş yığınları inandırdılar.
Bir yandan darbecilerin, varolan bütün iletişim araçlarını kullanarak, bir anti-gençlik propaganda kampanyası açması, öle yandan devrimci demokrat siyasi odakların ve Marksist hareketin darbeler karşısında dayanamaması ve buna bağlı olarak, mücadele içinde az çok deneyim kazanmış gençlik önderlerinin çeşitli biçimlerde (tutuklanarak ya da kaçak duruma düşerek) gençlik hareketinin dışına düşmesi, gençliği olası mücadele dayanaklarından mahrum etti. Gençlik, darbeden kısa bir süre sonra sahipsiz, örgütsüz ve dayanaksız kalmıştı.
Artık egemen sınıflar, onların vurucu gücü Cunta’nın var gücüyle gençliğe saldırması için hiç bir engel kalmamıştı. Ve bütün bu karanlık dönem boyunca her genç potansiyel bir “suçlu” olarak görülebildi; kırsal kesimde ve kentlerde gençler kitleler halinde tutuklandı, işkence tezgâhlarından geçirildi, sahte kanıtlarla onlarca yıllık hapis cezalarından idama kadar cezalara çarptırıldı.
Öğrenci ve emekçi gençlik, bir yandan işkence, tutuklama, hapis, kurşunlama gibi yöntemlerle yıldırılmaya çalışılırken, öte yandan da gençlik ideolojik olarak da “kazanılmaya” çalışıldı. Çünkü egemen sınıflar da “gençliği kazanmanın geleceği kazanmak” (en azından düzenlerinin ömrünü uzatmak için gençliği kazanmak) zorunda olduklarının farkındaydı. Bu yüzden de, Cunta, özellikle yüksek öğrenim gençliğini kazanmak, egemen sınıfların doğrultusuna çekmek için elindeki bütün olanakları kullandı: Üniversitelerin genel bütçeden aldığı paylan artırarak, yurt, yemek vb. gibi fiziki ihtiyaçlar bakımından geçmiş on yıla göre gençliğe daha çok “olanak” sunarken, üniversitelerde tam bir kışla disiplinini de egemen kıldı. Egemen sınıfların çıkarlarıyla çelişecek her türden siyasi ideolojik ve kültürel faaliyeti yasakladı. Sıradan klasik edebiyat yapıtlarının bile üniversite ve yurtlara sokulması yasaklanırken, ancak Hitler faşizmiyle ölçülebilecek bir kitap ve bilim düşmanlığı politikası izlendi. Öğrenciler ve öğretim üyelerinin kılık kıyafetine kadar her şey tüzük ve yönetmeliklerle belirlendi. Üniversite ve öğrenci yurtlarının yönetimlerine MHP yanlısı faşistler getirilerek uygulanan baskı ve teröre ideolojik bir renk de katıldı. Cunta ileri gelenleri üniversitelerde “askeri” törenlerle karşılanıp uğurlanırken, Cunta şefleri ve büyük kapitalistler, “onur nisanları” ve “fahri doktorluk”la ödüllendirildi. Banka ve sanayi dünyasıyla üniversiteler tam bir işbirliği ve iç içeliğe itildi. Hiç ilgisi olmayan branşlarda bile, ırkçı-milliyetçi, dinci-gerici dünya görüşleri ders olarak okutuldu, öğrenciler bu dersleri benimseyip benimsemediklerine göre başarılı ya da başarısız sayıldı, istenen standartlara uymayanlar,bir bahane ile okuldan atılmaktan tutuklanmaya kadar çeşitli yollarla tasfiyeye yönelindi..
Cunta, hükümet ve egemen sınıflar, tam bir işbirliği içinde, öğrenci gençliği, bir yandan ırkçı dinci-gerici düşünceler temelinde eğilip, düzene bağlı “muhafazakâr” bir gençlik olarak yetiştirmeye çalışırken, bir yandan da, batı kültürünün en yoz, en çürümüş yanlarını gençliğe aktararak, bireyciliği körükledi; Batı’nın en yoz sanat yapıtlarından uyuşturucu madde alışkanlıklarına kadar gençliği yozlaştırıp düzene bağlayacak her olumsuzluk resmi çevrelerce el altında teşvik edildi. “Muhafazakâr, milliyetçi” yurt yöneticilerinin öğrenci kızları fuhuşa teşvik ettiği mahkemelere bile yansıdı; ama bu yöneticiler yerlerini korumaya, faaliyetlerini sürdürmeye devam ettiler. Çünkü yaptıkları üstlendikleri görevin bir parçasıydı.
Benzer uygulamalar, orta öğretimde “milliyetçi”, “muhafazakâr” öğretmen yöneticilerce sürdürüldü. Din eğitimi, zorunlu ders olarak programlara konduktan sonra, dizginsiz bir dinci-gerici propaganda orta öğretimde yürürlüğe sokuldu. Henüz çocuk yaştaki kız ve erkekler gerici öğretmenler aracılığı ile tarikatların örgütlenmeleri içine itildiler; gençler, gerçek dışı dini dogmalarla eğitilip yüksek öğrenime “hazırlandı”, ya da burjuvaziye kayıtsız koşulsuz hizmet etsin diye eğitildiler. Disiplin kurulları ” Müslüman ahlakına” uygun davranmayan, “ıslah olmaz” öğrencileri okuldan atmak için dönem boyunca çalıştı. Öğretmenler (ırkçı-gerici öğretmenler) sıkıyönetimin ihbarcıları olarak görev yaptı. 15-16 yaşında pek çok öğrenci, “anarşist”, “terörist”, “komünist” olduğu gerekçesiyle işkenceden geçirildi, tutuklandı.
Hiç kuşkusuz, ülke tarihinin bu en karanlık dönemin-de, gençliği sindirmek ve denetim altına almak için başvurulan yol ve yöntemlerin bütününü böyle bir yazı içinde sayabilmek bile olanaksızdır. Ama bu saydıklarımızla bile ne amaçlandığı açıkça görülür: Egemen sınıflar, ülke ve emekçilerin geleceğini düşünen, kendisi için de güvenli bir gelecek isteyen, özgürlük ve demokrasiden yana, baskısız, sömürüşüz bir dünya için mücadele eden bir gençlik istemiyorlardı, Onlar, burjuvazinin verdiği ile yetinen, kişiliksiz, “evet efendim”ci bir gençlik istiyorlardı. Ama bu isteklerini bütünüyle gerçekleştiremeyeceklerini de bildiklerinden, kaba zor ve ideolojik baskıyla, feodal-burjuva dünya görüşüyle eğitilmiş, kafası gerçek dışı bilgilerle doldurulmuş, işe yaramaz bir gençliğe bile razıydılar. Ama ellerindeki bütün olanaklara karşın bunu da başaramadılar. Belki bir kuşak gençlik çok sıkıntı çekti, pek çok değerinden de taviz vermek zorunda kaldı, ama gençliğimiz Cunta’ya ve arkasındakilere teslim olmadı. Kendisinden önceki kuşakların olumlu değerlerini bu zor koşullarda bile korudu ve koşullar bu değerlerin yeniden gün ışığına çıkmasına elverdiğinde geçmiş gençlik mücadelesinin değerlerini koruduğunu göstermekten geri kalmadı.
Cunta, YÖK yasası ve giderayak çıkardığı dernekler yasasıyla gençliğe karşı tutumunu yasalara geçirdi.
1983 seçimleriyle görünüşte yeni bir döneme girildiyse de, üniversiteler ve orta öğrenim gençliği üstündeki baskılarda bir değişiklik olmadı. Emekçi gençlik için ise yaşam koşulları daha da ağırlaştı: izlenen politikalar sonucu olarak eğitim yaşındaki gençler daha büyük kitleler halinde burjuvazi için ucuz emek kitlesi olarak işgücü pazarına sürüldü.
1983 seçimleriyle “gençlik üzerindeki baskılarda bir değişiklik olmadı” demek, aslında 12 Eylül’ün “sivil” sürdürücüleri olan ANAP iktidarı için “haksızlık” olur. Çünkü ANAP’la birlikte baskı ve şiddet politikasına yeni bir unsur eklendi: “Sizi seviyoruz gençler”, “size güveniyoruz gençler”, “siz de bizi sevin, bize güvenin” edebiyatı…
Cunta, zor ve baskının bütün araçlarını kullanarak gençliğin üstüne çullanmıştı, ama gençliği “kazanmakta” bir başarı sağlayamamıştı. Egemen sınıfların pervasız savunucusu ANAP’ın bu başarısızlığı görmemesi olanaksızdı. Öyle de oldu. Bu yüzden de ANAP iktidarı, gençlik üstündeki baskıyı azaltmadan, gençliğe karşı yeni bir propaganda kampanyası başlattı. ANAP, gençleri sevdiği ve gençliğe güvendiği propagandasına inandırıcılık kazandırabilmek için “YÖK’e karşı” olduğunu, “özgür bir eğitimden ve üniversiteden” yana olduğunu, “YÖK yasasını değiştirerek ” özgür bir eğilim ortamı sağlayacağını, “gençlerin ülke sorunlarıyla uğraşmasının doğal” olduğun, bundan korkmadıklarını vb. ilan etti ve gençleri kendi safına çekmek için yoğun bir kampanya başlattı. Bu kampanya başlangıçta gençlik içinde özellikle TKP ve TİP çevresinin etkisi altındaki kesimlerde yankı buldu. ANAP’tan demokrasi bekleyen bu çevreler, gençlik içinde de aynı hayalleri yaydılar ve gençliğin baskıya karşı mücadele isteğini, Meclise dilekçeler vermek, araya HP milletvekillerini ve SODEP yöneticilerini sokarak gençliği bu partilerin potansiyel gücü haline getirmeye çalıştılar. Ama aradan geçen uzun zamana karşın, ANAP hükümetinin ne baskıların azaltılması ne de YÖK Yasası ve eğitimi ilgilendiren diğer yasalarda bir değişiklik yapma niyetinde olmadığı görüldü. Aksine, ek olarak, gençlik içinde çeşitli türden tarikatların etkinliği de ANAP hükümetinin desteği ile hızla arttı.
ANAP hükümetini bir diğer “iyileştirme” uygulaması da emekçi gençliğe karşı oldu: Meslek okullarında okuyan, geleceğin eğitilmiş işçileri olacak olan yüz binlerce genç, staj adı altında burjuvaziye ucuz işgücü kitlesi olarak sunuldu. Meslek liselerinde okuyan her gence haftada üç gün bir işyerinde fiilen çalışma zorunluluğu getirildi. Buna göre, öğrenciler mesleği ile ilgili bir işyerinde haftada üç gün fiilen çalışacak ve bu çalışma karşısında ise asgari ücretin üçte biri kadar bir ücret alacaktı. Üstelik bu öğrenci-işçiler, ne sendikalı ne de sigortalı olamayacaklardı. Bu açıkça öğrencilerin azgınca sömürülmesiydi. Dahası bu uygulamaya zaten işsizliğin had safhada bulunduğu ülkede, işsiz gençler ve genç işçilere * karşı öğrencileri kullanarak ücretleri düşürmek için burjuvaziye sunulan bir olanaktı. Daha sonraki yıllarda görüldüğü gibi, kapitalistler, bu öğrenci işçileri canlarının istediği gibi çalıştırırken, aynı zamanda grevleri kırmak için de kullanmaya çalıştılar, kullandılar.
12 Eylülle başlayan süreç içinde, genç emekçilerin sömürülmesinin artırılmasına yönelik diğer bir uygulama ise, çıraklığın ve çırak okullarının yaygınlaştırılması oldu.
Teknolojinin ilerlemesine bağlı olarak çıraklığın kalkması kapitalizmin işleyen bir kuralıyken, “çağ atlayan”, “ileri teknoloji yatır unları yapan” Türkiye’de çıraklık daha da genelleştirildi. Elbette bu, teknolojinin ihtiyacından değildi. Kapitalistlerin ucuz işgücüne duyduğu iştahtandı. Nitekim bugün çıraklar, bir işçinin sahip olduğu hiçbir sosyal ve yasal hakka sahip olmadan çalışmakla, kapitalistin “vicdanından kopan” bir ücret karşılığı yıllarca çırak statüsünde, kapitalistlerin karına kar katmaktadırlar.
12 Eylülle başlayan süreç sadece kentlerdeki emekçi ve öğrenci gençliği baskı ve zulmün boy hedefi haline getirmekle kalmadı, kırsal alandaki gençler de bundan nasibini aldı. Kitle halinde gençlerin gözaltına alınıp günlerce işkenceden geçirilmesi, tutuklanması, ya da “sorgusuz sualsiz” kurşuna dizilmesi olağan bir uygulama oldu. Bugün de Kürt gençler için aynı uygulamalar daha da artırılarak sürdürülmektedir.
Kısaca söylenecek olursa; 12 Eylül dönemi ve 1983 seçimleri sonrasında sürdürülen örtülü 12 Eylül dönemi, gençliğe acı ve zulümden başka bir şey vermedi. Bugün de, üniversiteler ve yurtlarda kışla disiplini polis zoruyla sürdürülmeye çalışılmaktadır ve; orta ve yüksek öğretim kurumlarında yönetim tümüyle faşist ve dinci çevrelerin elindedir. Öğrenci gençlik içinde çeşitli türden tarikatlar hükümetin tam desteğinde örgütlenmektedir. 12 Eylül döneminin yasaları küçük değişikliklerle yürürlüktedir. YÖK ise aradan geçen 7 yıla karşın dimdik ayakta durmaktadır.
Emekçi gençlik için ise, yaşam her geçen gün daha da zorlaşmakla, düşük ücret ve artık hiç bir anlamı kalmamış olan asgari ücretle bile iş bulmak, emekçi gençlik yığınları için bir sorundur. Kırsal alanda gençliğin orta çağ koşullarındaki yaşamı sürerken Kürt gençliği için bir çatışmada ya da bir kuşku üzerine yaşamını yitirmek olağan bir yaşam tarzı haline gelmiştir.
12 Eylül Sonrası Gençlik Mücadelesi ve Gençlik Örgütlerinin Sorunları:
Sınıf mücadelesinin diğer alanlarında olduğu gibi, 12 Eylül darbesinden kısa bir süre sonra gençlik hareketi de uzun bir dinginlik dönemine girdi.
1978 Aralık’ında ilan edilen sıkıyönetimden sonra büyük ölçüde yasal olanaklarını yitiren gençlik örgütlerinin pek çoğu, daha 12 Eylül öncesinde, etkinliklerini yitirmişti. 12 Eylül darbesi ise yasalcılığa dayalı gençlik birim örgütlerini ve Dev-Genç gibi anti-faşist gençlik örgütlerini bütünüyle işlemez hale getirdi. Bu açıdan diğerlerinden farklı bir konumda bulunan, legalist-reformist örgüt anlayışını reddeden YDGF ise 12 Eylül darbesinden sonra da varlığını sürdürdü, ancak Cunta’nın darbelerine o da çok uzun süre dayanamadı. Ve faaliyetini dar çevreler içinde sürdürmek zorunda kaldı.
12 Eylül darbesinden soma, bir süre daha devam eden küçük hoşnutsuzluk eylemlerini saymazsak, gençlik hareketinin 1984’e kadar sözü edilecek bir eylemine tanık olunamıyor. Ancak, 1984’den itibaren gençlik hareketinin yeni bir canlanış içine girdiği görülüyor. Özellikle revizyonistlerin etkisinin kırılmasıyla birlikte gençliğin, “özerk Üniversite”, “örgütlenme özgürlüğü” ve “siyasi özgürlükler” isteği ile hareketlenmesi olanaklı oldu.
1986’dan itibaren gençlik, bir yandan birim örgütlerini yaratma, öte yandan da, akademik haklan için bir atılım içine girdi: YÖK’ün kaldırılması, üniversitelerin özerkleştirilmesi, polisin üniversitelerden çıkarılması, eğitimin demokratikleştirilmesi, daha iyi okuma ve çalışma koşullan vb. talepler için harekete geçen öğrenci gençlik, uzun yıllardır sürülen depolitizasyon politikalarını parçalayarak ülke sorunları ve dünyada olup bitenlerle de ilgilenmeye başladı.
Bu yıllardan itibaren devrimci demokrat siyasi eğilimlerin ve Marksist hareketin de öğrenci gençlik içinde varlığım yeniden duyurmaya başlaması, öğrenci gençlik hareketinde olumlu bir etken oldu. Öğrenci kiüelcrinin mücadele ve örgütlenme isteği hızla artı. İşçi ve diğer emekçi kesimlerin hareketleri ile bir paralellik içinde öğrenci gençlik hareketi de 1987 ve 1988’de giderek yükseldi. Yükselişi boğmak isteyen hükümet ise, öğrenciler içinde-gerici faşist çevreler ve üniversite yönetimlerine dayanarak öğrencilere hoş görünecek atraksiyonları artırdı: bir yandan “gençliği seviyoruz” demagojisini yaygınlaştırırken, öte yandan üniversite-Milli Eğitim Bakanlığı işbirliği ile atanmış delegelerle oluşan bir “Gençlik Kurultayı”, Milli Eğitim Bakanı’nın “himayesinde” toplandı. Ama öğrenci gençlik, bu sahte kurultayı tanımadı. Ve toplantıyı protesto ederek terk etti. Böylece de onların öğrencileri ve gençliği nasıl “sevip”, “güvendiklerini” herkese gösterme fırsatı buldular! İçeride M. Eğitim Bakanı gençleri ne kadar çok sevdiklerini anlatıp bol keseden vaatler sıralarken; dışarıda, İçişleri Bakanlığı’nın polisleri gençleri kıyasıya coplayıp yakaladıklarını gözaltına alıyordu.
Böylece “Gençlik Kurultayı” daha toplantısı sona ermeden maskesini düşürmüştü. Hükümet ve YÖK tarafından kurulan tuzak bir kez daha işe yaramaz hale gelmişti.
1987 ve 1989 yıllan yüksek öğrenim gençliğinin mücadelesinin toparlanıp kitleselleştiği yıllar oldu. Polisin üniversitelerden çıkarılması ve YÖK’ün kaldırılması isteminin öne çıktığı boykot ve gösteri türü eylemlere binlerce öğrenci katıldı. Yüksek okul birim dernekleri azım-sanamayacak bir kitleyi kapsar ya da etkiler duruma gelirken, dernekler yasasının değiştirilerek daha demokratik nitelikli hale getirilmesi için geniş öğrenci kitleleri hareketlendi.
Mücadelenin hızlı bir yükseliş içine girmesi, mücadeleyi engellemeye çalışan revizyonist ve reformcu çevrelerin etkinliğini kırarken devrimci demokrat ve Marksist harekete eğilim duyan çevrelerin etkinliğini artırıcı bir rol oynadı. Ama bu, gelişmenin sadece bir yanıydı. Diğer yanda ise; yükselen hareket içinde geçmişin olumsuz mirasının yeniden gün ışığına çıkmasıyla daha açık hale gelen mücadeleyi zayıflatan etkenler vardı.
Bu yazımın önceki bölümlerinde sözünü elliğimiz, yığınları ve onların mücadelesini önemsemeyen, kitle örgütlerinin gündelik ve devrim mücadelesindeki rolünü görmezden gelen anlayış gençlik mücadelesi içinde yeniden boy gösterdi. Siyasal eğilimleri farklı gruplar arasında çekişme, esasa ilişkin olmayan sorunların esas sorunlarmış gibi gündeme getirilip bitmez tükenmez tartışmalara dalınması, yığın taleplerinin göz ardı edilerek grup çıkartan doğrultusunda eylemlerin zorlanması, yığınların mücadeleye çekilerek eğitilmesi ve etkilenmesi yerine “göstericilikle” yığınları kazanmaya çalışmak vb. gibi eğilimler, yükselen öğrenci gençlik hareketi içinde olumsuz etkenler olarak ortaya çıktı.
Burada bu eğimler ve kökenleri üstüne biraz durmak zorunlu olacak. Çünkü bu zaaflar; bugün de, öğrenci, gençlik hareketini-hatta diğer kitle hareketlerini de tehdit eden başlıca zaaflar olarak görünüyor.
Her şeyden önce tarihsel materyalizm; bize, kitlelerin ancak kendi talepleri etrafında toplanıp mücadeleye alıklıklarını, yığınlarda bu eğilimin açıkça görülür hale gelmesinin ancak mücadelenin belirli bir aşamasından itibaren olanaklı olduğunu gösteriyor. Bu yüzden de, talepleri ve mücadelenin gerekliliğini kavrayan kitlelerin ileri kesimlerinin, başka bir söyleyişle, kitlelerin az-çok bilinçlenmiş kesimlerinin, kitlelerin geri kesimlerini kazanmak, onlara nasıl mücadele etmelerini öğretmek yükümlülüğü ortaya çıkıyor. Bizim ülkemizde bu durum, kitlelerin ileri kesimlerini çeşidi siyasi eğilimler etrafında toplanması nedeniyle, kesimlerin mücadeleye çekilmesi faaliyetini, bu siyasi eğilimlerin faaliyetleri olarak ortaya koyuyor. Bu durum, kitle mücadelesi içinde siyasi gruplar arasında bir mücadeleyi de gündeme getiriyor. Bu hem doğal, hem de kaçınılmaz bir durum. Burada doğal ve kaçınılmaz olmayan ise, yaşanan bunca deneyime karşın, eski yanlışların tekrarlanması, yığınların ve yığın * örgütlerinin kitle mücadelesinin içindeki rolünün kavranmamış olmasıdır.
Gerçekten de, 1980’li yılların ikinci yansında gelişip yükselen öğrenci gençlik mücadelesine bakıldığında, 1970’lerin ikinci yarısındaki öğrenci gençlik mücadelesinin zaaflarının neredeyse aynen tekrarlandığı görülüyor.
Gençlik içinde değişik siyasi eğilimlerin varlığı ile gençliğin bütününün aynı talepler etrafında birleşip hareket etmesi arasındaki çelişmenin çözümünün bir ifadesi olan “propaganda ve ajitasyonda özgürlük eylemde birlik” ilkesi yaşanan bunca deneye karşın 1985’lerden sonra bile, tıpkı 1970’li yıllarda olduğu gibi çeşitli guruplarca reddediliyordu. Bu ise daha baştan gençlik hareketi içinde olumsuzluk, bölücülük tohumları atmaktı. Gerçi bu ilke, 1989’dan itibaren üstü kapalı bir kabul görse de, bu yanlış anlayış temelden reddedilmediği için bugün bile pek çok gereksiz tartışma ve sürtüşmelere s kaynaklık etmeye devam etmektedir.
Grupçuluk illeti; bugün de gençlik hareketini kemiren başlıca eğilimlerden birisi olarak sürmektedir. Ve gençliğin ileri kesimleri bugün de, enerjilerini bu yüzden boşa harcamaktadır. Dahası bugün öyle bir noktaya varmışlar ki, gençlik içinde çok küçük bir kesimi temsil eden bir siyasi eğilim, kendi gurup çıkarlarına bile aykırı olan bir tutumla, tek başına “merkezi gençlik örgütü” kurduğunu ilan edebilmektedir. Gerekçesi ne kadar keskin sözcüklerle ifade edilirse edilsin, bu tutumun “kör grupçuluk” ötesinde inandırıcı bir nedeni gözükmemektedir.
Öte yandan göstericilik eğilimi; yığın mücadelesini baltalayan, gençliğin ileri kesimleriyle geri kesimleri arasındaki bağı zayıflatıp koparan bir tutum olarak ortaya çıktığı görülüyor. Yığınların taleplerinden kopuk, ya da yığınların taleplerini görünüşte ifade eden ama yığınlar adına hareket eden küçük gurup eylemelerinin her derde deva eylemlermiş gibi bir alışkanlık haline getirilmesi, ileri öğrenci gençlik kesimlerini geniş yığınlardan tecrit eden eylem türü olarak, mücadele içinde olumsuz bir rol oynadı; bugün de bu olumsuz rolü oynamaya devam ediyor.
Gençlik hareketi içinde hangi dönemlerde hangi taleplerin öne çıkarılacağı, geniş öğrenci gençlik kesimlerinin mücadeleye nasıl çekileceği, gündelik taleplerle anti-faşist mücadele talepleri arasındaki bağın nasıl kurulacağı, emekçi gençliğin mücadelesi ile öğrenci gençliğin mücadelesinin birliğinin nasıl gerçekleştirileceği gibi gençlik harekelinin temel sorunları yok sayılırken, gençlik örgütlenmesi ile ilgili olarak kurulan platformlar, birim örgütlerinde “demokratik” yön ne kadar fazla “merkezi” yön ne kadar az olmalı, birim örgütüne bütün öğrencileri mi yoksa bazı öğrenciler mi üye olmalı, dernek tüzüğünde “anti-emperyalist anti-faşist” ilke olmalı mı olmamalı mı gibi, sonuçta hiç bir şey çıkmayacak, çıksa da esası ilgilendiremeyecek sözde sorunları gündemlerinin esas sorunu yapmışlardır. Bu tartışmalar aylarca, hatta yıllarca tam bir aydın gevezeliği içinde, küçük-burjuva dar kafalılığı ile sürdürülmüştür.
Yukarda sözünü ettiğimiz ve bunlara benzeyen, gençlik hareketini kemiren sayısız zaaf bugün de yaşamaktadır.
Gençlik hareketinin, geçmişten buyana süregelen zaaflarını az çok bilen birisi için bugünkü tablo karamsar görünür ve bunca zaafın allından kalkılması olanaksız gibi görünürse de durum pek öyle değildir. Görünenin arkasına, nedenlere bakıldığında, bütün bu zaafların esasta devrim mücadelesi ve kitleler ile kille örgütleri arasındaki ilişkinin kavranmamış olmasında yattığı açık bir biçimde görülür.
Özgürlük Dünyası, bu soruna bugüne kadar değişik vesilelerle defalarca değindi. Ama bugün, bu vesile ile soruna bir kez daha, gençlik mücadelesi açısından değinmekte yarar görüyoruz:
Marksizm’in en temel önermelerinden birisi, “tarihin karşıt sınıflar arasında bir mücadele” olduğu gerçeğidir. Son tahlil ilerlemeyi belirleyecek olan karşıt sınıflardan hangisinin üslün geleceğidir. Açıktır ki; burada sınıftan kastedilen, sınıfın ileri orta ya da geri kesimleri değil bilfiil olarak sınıfın bütünüdür. Bu açıdan bakıldığında, gençlik mücadelesi, ya da özel olarak öğrenci gençlik mücadelesi denildiğinde sözü edilen bir avuç karşı devrimci dışında, gençliğin bütününün mücadelesidir. Bu yüzden de, öğrenci gençliğin talepleri denildiğinde, bütün bu geniş kitlenin taleplerinin, öğrenci gençliğin mücadelesi denildiğinde bütün bu geniş kitlenin mücadelesinin ve nihayet, öğrenci gençliğin birim örgütleri denildiğinde de bütün bu geniş kesimi kucaklayan, en azından ilkeleri açısından bütün bu geniş kitleyi içine alacak potansiyeli taşıyan kitle örgütlerinin anlaşılması gerekir. Bu bağlantı gözden kaçırılarak; “kitle”den çeşitli siyasi eğilimler etrafında toplanmış küçük bir çevre anlaşılır, mücadeleden bu çevrelerin mücadeleye katılması kastedilir ve birim örgütleri ve merkezi gençlik örgütü bu çevrelerin koalisyon ihtiyaçlarına yanıt verecek biçimler olarak anlaşılırsa sonuçta hiçbir yere varılamaz. Ve bugün olduğu gibi tam amaca varıldığı sanıldığı anda, amaçla araçların çelişmesinden ortaya çıkan çürüme, dağılma, yozlaşma kaçınılmaz olur.
Hiç kuşkusuz bundan, talepler belirlenince bütün öğrenci kitlesinin hemen mücadeleye atılacağı, kitlelerin hemen birim örgütlerinin çatıları allında toplanacağı anlamı çıkarılamaz. Tersine, mücadele ve örgütlenmeye katılımın en ileri kesimlerden başlayarak nispeten yavaş yavaş olacağı açıktır. Ama ihtiyaçlar, talepler, sorunlar ve çözümleri bu perspektifle ele alınmazsa geniş yığınları seferber edip kucaklamak hiçbir zaman olanaklı olamayacaktır. Bugün olan da budur: İşçi ve öteki emekçi kesimlerin mücadelesi yükselirken, (öğrenci gençliğin sorunları tedricen çözümlenmek biryana günden güne büyürken), son yıllarda Öğrenci eylemlerinin gerilemesi, birim örgütlerindeki öğrencilerin sayısının mutlak olarak bile azalması başka ne anlama gelebilir?
Sözünü ettiğimiz yanlışlar, birim demekleri ve merkezi gençlik örgülü tartışmaları içinde kendisini daha açık bir biçimde ortaya koyduğu görülüyor.
1986 sonlarından başlayarak süregelen tartışmaların ana konusunun, birim örgütlerinin nasıl olacağı, “anti-faşist” ilke koşulunun bu derneklerin tüzüğünde yer alıp alamayacağı bu ilkenin nasıl yorumlanacağı, konusunun olduğu görülüyor. Bu konuda bir fikir birliği sağlanamadı için de pek çok önemli sorun gündeme giremiyor.
Yeni Çözüm, Yeni Demokrasi, Kıvılcımcılığın çeşitli versiyonları ve eski Dev-Yol geleneğinin sürdürücüsü olduğu iddiasındaki öğrenci çevreleri bu ilkenin birim örgütleri ve merkezi gençlik örgütünün “eleyici ilkesi” olması gerektiğini savunuyorlar. Eğer bu ilke olmazsa, bu örgütlerin anti-faşist olamayacağını, her gelenin içinde yer alacağı ekonomist örgütler olacağını iddia ediyorlar.
Bu yazı boyunca söylenenlerden de anlaşılacağı gibi, burada bir birine karıştırılan bir kaç şey var: Birincisi, birim örgütlerinin kategorik olarak bütün örgüt biçimleri için en alt biçim olduğu, dolayısıyla yığınların ilk bilinçlenmelerinin bu örgütler içinde gerçekleşeceğidir. Bu durumda, “bu örgütlere katılacak kitleler “anti-faşist” bilinci hangi örgütte aldıktan sonra birim örgütüne katılacaktır” sorusu akla gelir ki, bu sorunun gerçekçi bir yanıtı yoktur. Ya da, birim örgütlerinden daha alt seviyede kitle örgütü biçimleri mi yaratılacaktır, yoksa kişiler önce birim örgütü dışında örneğin “eğitim gruplarında” eğitilerek, bu eğitimi tamamlayanlar mı birim örgütüne girecektir? Elbette her iki varsayım da saçmadır. Tersine kitleler, o anki kendiliğinden var olan bilinçleriyle, belki de sadece gündelik çıkartan uğruna mücadele etmek için kitle örgütüne katılacaklar ve o mücadele içinde siyasal bilinci elde etme şansını elde edeceklerdir. Bu yüzden de, bu türden bir örgütlenme içinde “anti-faşist” ilkesini; örgüte girmek isteyenleri seçmek için getirmek, o örgütü daha baştan geniş öğrenci gençlik yığınlarından tecrit etmek anlamına gelir. Karıştırılan ikinci şey ise, bir kitle örgütünün siyasi niteliğini belirleyen şeyin onun tüzüğünün kimlere açık olup olmasıyla ilgisi olmadığıdır. Kitle örgütünün, reformcu mu ekonomist mi, yoksa devrimci mi olduğunu iki şey belirler. Birincisi o kitle örgütünün çatısı altına topladığı kitlelerin azami taleplerinin mevcut düzen içinde gerçekleşip gerçekleşemeyeceği, ikincisi ise; o kitle örgütünü yönlendiren siyasi eğilim ya da eğilimlerin devrimci mi yoksa reformcu mu bir mücadele çizgisi izlediğidir. Hiç kuşkusuz gençliğin ve onun bir parçası olan öğrenci gençliğin taleplerinin, bugünkü düzen içinde, gerçekleşme olasılığı yoktur. (Yukarda sözünü ettiğimiz bütün siyasi eğilimler de böyle düşündüğü için burada “neden yoktur?” sorusuna girmeyeceğiz) Öyleyse geriye, harekete yön veren siyasal eğilimlerin tutumu kalmaktadır ki; bu da onların mücadele içinde gençlik kitleleriyle bağ kurma düzeyiyle ilgilidir. Eğer devrimci siyasal eğilimler mücadele içinde doğru tavır alır, gençliğin taleplerini savunur, önderliklerini yığınlara kabul ettirirlerse birim örgütleri devrimci bir mücadele çizgisine çekilmiş olur. Yok, eğer devrimciler sağ ya da “sol” bir çizgi izler, yığınlarla doğru bağlar kurup geniş kesimleri mücadeleye çekemezlerse, gençlik mücadelesi reformcu bir çizgiye düşer, gençlik örgütleri de tüzüklerinde ne yazarsa yazsın reformcu düzen örgütlerine ya da sözde kitle örgütlerine dönüşürler. Tıpkı sendikalar ve diğer emekçi sınıf ve tabakaların kitle örgütlerinde olduğu gibi.
Soruna biraz daha yakından bakıldığında, birim örgütlerinde “anti-faşist” ilkeyi örgüte girmek isteyenleri seçmek olarak yorumlayan siyasi eğilimlerin düşüncelerinin ardında, birim öğütlerini anti-faşist mücadelenin bir aracı olarak görmemeleri yatar. Çünkü onlara göre bu tür yığın örgütleri “ekonomik-demokratik”, “akademik-demokratik” mücadelenin araçlarıdır. Bunlar, anti-faşist mücadele içinde yer alamazlar. Bu yüzden de tüzüğü “anti-faşist” ilkeyi eleyici bir ilke olarak yorumlamayı bu örgütlerin anti-faşistliği için zorunlu görüyorlar. Oysa sınıf mücadeleleri tarihi bize gösteriyor ki; emekçi sınıfların ve gençliğin birim örgütleri siyasi mücadelenin de (yani anti-fasit mücadelenin de) araçlarıdır ve devrimci öncü en geniş yığınları bu temel kille örgütleri aracılığı ile siyasi mücadeleye çeker. Eğer bunlar varsayıldığı gibi, salt ekonomik mücadelenin ya da reformlar uğruna mücadelenin araçları olsaydı, devrimci öncünün ya da devrimci demokrat siyasi eğilimlerin bu örgütlerin içinde yer alması, onları örgütleyip güçlendirmesi pek anlamsız olurdu. Olsa olsa onları yıkıp dağıtmak, içindeki yığınları devrim için mücadele edecek yığın örgütlerine götürmeye çalışmaları gerekirdi.
Değişik siyasi eğilimlerce çok önem veriliyor görüntüsü verilmesine karşın, bugün öğrenci gençliğin örgütlülük düzeyi de pek iç açıcı değildir.
1980’lerin ikinci yansından itibaren, özellikle yüksek öğretim kurumlarında girişilen örgütlenme çalışmaları yukarda sözünü ettiğimiz zaaflar nedeniyle mücadelenin ihtiyaç ve boyutlarına uygun bir gelişme gösteremedi. Başlangıçta öğrenci çevrelerince heyecanla karşılanan birim örgütleri, beklentileri karşılamaktan uzak kalınca, giderek büyüyen değil küçülen bir eğilim kazandılar. Başlangıçta, başlıca büyük şehirlerdeki hemen tüm yüksek öğrenim kurumlarında oluşturulan öğrenci demekleri buyandan polis ve YÖK’ün öte yandan da, küçük-burjuva siyasi eğilimlerin sekter ve grupçu tutumları ile revizyonist mihrakların bozguncu faaliyetleri sonucu işlevsiz kaldılar. Yasal olarak kurulmuş olanlar bile kısa sürede tüzel kişiliklerini yitirdiler.
Bu olumsuz eğilim çoktandır sürmesine karşın, bu eğilimin tersine çevrilmesi için girilmesi gereken yol; öğrenci yığınlarının taleplerinden hareketle mücadelenin ilerletilmesi, geniş yığınları mücadele içinde örgütlemek olması gerekirken, küçük gurupların yığınlardan kopuk gösterileri, sloganlarla sınırlı bir ajitasyonla durum kurtarılmaya çalışıldı.
Derneklerin giderek küçülme eğilimlerine girmesi, gurupçu eğilimlerle birleşince, çeşitli siyasi eğilimler arasındaki çelişmeler de keskinleşti, öğrenci gençlik platformundaki çelişmeler derinleşti ve Dev-Genç yanlısı öğrencilerin platformu terk etmesiyle başlayan bölünme, bu gurubun geçtiğimiz aylar içinde bir “merkezi gençlik örgütü” kurduğunu açıklamasıyla doruk noktasına vardı.
Hiç kuskusuz bu tutum, gerekçesi ne kadar parlak sözlerle savunulursa savunulsun, açıkça bölücü bir davranıştı. Birim örgütlerinde bile az çok bir kitlesellik sağlanmadığı koşullarda, dahası bütün devrimci demokrat ve Marksist siyasi eğilimin öğrenci kitlesinin çok küçük bir kesimini kucakladığı koşullarda, bir siyasi eğilim salt kendi taraftarlarına dayanarak “merkezi gençlik örgütü” kurması mantıklı bir açıklaması olmayan bir tutumdur.
Yukarıdan beri sözünü ettiğimiz zaaflar varolan yükseköğrenim gençliği mücadelesi ve onun kitle örgütlenmesinin zaaflarıydı. Ama yüksek öğrenim gençliği her milliyetten Türkiye gençliğinin sadece küçük bir bölümüdür. Ne var ki pek çok siyasi eğilim, “gençlik” dendiğinde, sadece öğrenci gençliği, gençlik mücadelesi dendiğinde de sadece öğrenci gençlik mücadelesini anlıyor. Oysa Türkiye genç insanlar ülkesidir. Ve milyonlarca işçi ve emekçi genç de diktatörlük tarafından ezilip baskı altında tutulurken, sendikasız, sigortasız, eğitimsiz, okulsuz, geleceği karartılmış olarak çalışmaya ve yaşamaya zorlanmaktadır.
İşçi ve emekçi gençlik, öğrenci gençliğin mücadele olanaklarından yoksundur, ama bu onların mücadele içinde yer almadıkları ya da alamayacakları anlamına da gelmez. Tersine 1970’li yıllarda emekçi gençler kemlerde bir yandan ekonomik mücadele içinde yer almışlar (çırak dernekleri vb.) öte yandan da, semtlerde ve kırsal alandaki anti-faşist mücadelenin en önünde yer almaktan çekinmemişlerdir. Bugün de, bu alanda bir kaynaşma vardır ve sınıf hareketinin yükselişine paralel olarak çıraklar, işsiz gençler, eskisine göre daha yavaş ama daha derinden görünen bir istekle devrime ve sosyalizme yönelmektedir. Elbette bu devrim ve sosyalizm mücadelesi için son derece önemli bir olanaktır ve bunun görmezden gelinmesi yanılgıların en büyüğü olacaktır.
Kırsal kesim gençliği ise, kapitalizmin gelişmesine paralel olarak her gün daha büyük bir ölçüde topraksız ve işsizlikle yüz yüze gelerek bir yandan büyük metropollere yönelerek işçi sınıfına, işçi gençliğe katılırken, bir yandan da tarım proletaryasına katılmakta, ya da orta ve yoksul köylü gençlik olarak kırsal alandaki devrim mücadelesinin asıl dinamik gücünü oluşturma potansiyelini taşımaktadır. Dahası daha şimdiden Kürt köylü gençliği ulusal harekelin asıl sürükleyici gücü olduğunu kanıtlamış durumdadır.
Bu açıdan bakıldığında, ülkemizde devrimci demokrat eğilimlerin en büyük zaaflarından birisinin, gençlik hareketi olarak sadece öğrenci gençliği görmüş olmasıdır dersek bir abartma yapmamış oluruz.
Gerçi, 1970’lerdeki gençlik ve onun mücadelesine ilişkin çözümlemelere bakıldığında, Marksist hareketle çeşitli devrimci demokrat eğilimler arasında bu konuda yoğun tartışmalar yapıldığı, Marksist hareketin bu zaafa önemli dikkat çektiği, hatta bu konuda önemsenecek pratik adımlar attığı görülürse de, öğrenci gençliğin mücadelesi ve onun sorunlarının yine de ağırlıkta olduğu, emekçi gençlik sorunları ve bu alandaki çabaların genel gençlik mücadelesi içinde hak ettiği ağırlıkta yer almadığı görülür. Bu nedenle de gençlik mücadelesi hep bir ayağı eksik, nicelik olarak dar, nitelik olarak da emekçi gençliğin amaçlarını da kapsamaktan ve bu yüzden de süreklilikten uzak kalmıştır.
Hiç kuşkusuz öğrenci gençlik mücadelesi içinde yer almak ve onun sorunlarıyla uğraşmak; öğrenci gençliğin toplumun diğer kesimlerinde fiziki olarak da ayrılmış; sorunlarının nispeten çok daha kolay belirlenebilir, en azından 25-30 yıllık kendine özgü bir tarih oluşturuyor ve bugün gençlik hareketi içinde yer alan ileri unsurların öğrenci kökenli olması vb. nedenlerle devrimci gençler için bu alan daha çekici gelmektedir. Ama sınıflar mücadelesi ve bu mücadelenin geleceği açısından emekçi gençlik mücadelesinin yükselmesi ve mücadelenin genci gençlik mücadelesine bağlanması hayati önemde görünmekledir. Bu eksikliğin giderilmesi gençlik mücadelesi için hayati öneme sahip bir etkendir ve özellikle Marksist gençlik kesimi bu yöneliş içinde olmadan kendisine düşen grevi yerine getirememiş olur.
Bir bütün olarak gençlik mücadelesine bakıldığında şu saptamaları yapabiliriz:
* Türkiye gençliği uzun bir geçmiş mücadele tarihine sahiptir ve bütün zaaflarına karşın bu tarih örnek alınacak pek çok tutum ve deneyimle doludur. Diktatörlüğün bütün ezme çabalarına, gençliği düzene bağlamak için elindeki her olanağı kullanmasına karşın gençliğimiz devrim ve sosyalizm mücadelesinden yana bir tutum içinde olmakta direnmiştir ve bugün de bu yolda yürümektedir.
* 12 Eylül darbesinden sonra çok geri bir çizgiden mücadeleye başlamak zorunda kalmış olmasına karşın gençliğimiz, 1984’ten itibaren yeni mevziler kazanarak ilerlemiştir. Bugün henüz mücadele esasta akademik mücadelenin sınırlarını aşmış görünmüyorsa da, içinde bulunulan nesnel koşullar ve gençliğin talepleri göz önüne alındığında gençlik mücadelesinin büyük sıçramalar yapma potansiyelini taşıdığı, sadece potansiyel olarak değil pratik olarak da bir sıçrama yapmanın eşiğinde bulunduğu görülebiliyor. Yukarıda sözünü ettiğimiz zaaflar nedeniyle, özellikle öğrenci gençlik hareketi henüz olması gereken yerde değildir, ama devrimci bir kabarış için de bütün öğeleri bağrında biriktirmektedir.
Her milliyetten Türkiye gençliği, özerk üniversite, eşit, demokratik ve parasız eğitim, örgütlenme ve siyasi mücadele özgürlüğü, iş, emek, özgürlük, insanca yaşam koşulları ve ulusal eşitlik istiyor.
* Gençlik hareketinin gelişmesinde, diktatörlüğün ve burjuvazinin gençlik mücadelesini ezme ve gençliği düzene bağlama çabalarının boşa çıkarılması için gençlik hareketinin örgütlenmesi doğru ve yeterli bir önderliğe kavuşturulmasının hayati bir önem taşıdığı görülüyor. Bugün gençlik örgütsüz, güçleri dağınık, ileri kesimler arasındaki birlik ve birliğin gerçekleşeceği sağlıklı bir platformdan yoksundur. Birleşmiş ve güven verici bir önderliğin oluşması hayati öneme sahip bir etken olarak öne çıkmaktadır.
* Bugün açıkça görülen bir zaaf ise, gençliğin ileri kesimleri ile geniş gençlik yığınları arasındaki bağın kopukluğudur. Bu zaafın aşılmasının yolu ise; gençliğin bugün içinde bulunduğu “geri” mücadele biçimlerini küçümsemeden, gençliğin bugün öne sürdüğü kısmi ekonomik-akademik talepleri, manevi ve kültürel isteklerini gözeterek, işyerleri ve eğitim kurumlarında mücadelenin bütün biçimleri içinde yer alarak, bu mücadele içinde ve önünde onu yeni hedeflere yöneltmekten geçmektedir. Elbette ki bu yaklaşımın, ancak, bu taleplerden kalkıldığı ama onlarla sınırlanmak yerine, onları emekçi sınıfların özgürlük ve demokrasi mücadelesiyle birleştiren bir perspektifle yürütüldüğü ölçüde bir anlam taşıyacaktır.
* “Gençliği kazanmak geleceği kazanmaktır” önermesi tarihin kanıtladığı bir önermedir. Gelecek toplumsal düzen ise, bütün geri dönüşlere ve bugün sosyalizm düşmanlarının tersine iddialarına karşın sosyalizmdir. Gençliğin istemlerinin yerine gelmesi ise ancak sosyalizmle olanaklıdır. Bu yüzden de gençlik mücadelesini sadece ekonomik-akademik, ya da özgürlük ve demokrasi mücadelesiyle sınırlamak geniş gençlik yığınlarının özlem ve taleplerinin tam ifadesi olamaz. Gençlik mücadelesinin özgürlük ve demokrasi mücadelesi ile sınırlanması gençlik ve onun önderliği arasında giderek derinleşen bir çelişki anlamına gelir. Öyleyse gençlik içindeki çalışmanın merkezinde, gençliği sosyalizme kazanmak, gençliği bu temelde çeşidi örgüt biçimleri içinde örgütlemek perspektifi olması bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Tüm gençliği bu perspektifle mücadeleye çekmek gözden kaçırılmaması gereken bir görevdir.
* Görev sınıf mücadelesinin pratiği, gerekse ülkemiz gençlik mücadelesinin tarihi gençliğin ancak örgütlenerek mücadeleye çekilebileceğini ve ancak mücadeleye çekilebildiği ölçüde örgütlenebileceğim göstermektedir. Öğrenci gençlik bu diyalektik ilişkinin farkına vardığı için birim örgütleri oluşturmaya yöneldi, ama bu örgütler henüz kitleleri kavramış, onları kendi çatıları altında toplamış, dolayısıyla adına layık örgütler olabilmiş değildir. Ama bu örgütler durdukları yerde, şu da bu yolla uyanan öğrencilerin çatıları altına gelmelerini bekleyerek de kitlesel nitelik kazanamazlar. Ancak yığınların talepleri etrafında bir mücadele örgütleyerek yığınları kendi çatıları altına çekebilirler ve ancak yığınları kendi çatılan altına topladıkları ölçüde ve yığın hareketini örgütlü bir harekete dönüştürebilirler. Bunun başarılması ise, bu örgütlerin radikal bir biçimde ekonomik-akademik ve özgürlük mücadelesi içinde yer almalarıyla, tutarlı bir anti-faşist, anti-emperyalist çizgiye çekilmeleriyle olanaklı görünüyor.
* Bugünkü durumda, reformcu ve revizyonist çevreler bu örgütleri, yasalcı, ekonomik-akademik mücadele aracı olarak tutmak isterken, kimi “sol” çevreler ise sekter politika platformlarıyla bu örgütleri salt “siyasileşmiş gençlik örgütleri” durumuna getirmek isliyorlar. Oysa bunlar bütün öğrenci gençliğin kitlesel anti-faşist direniş merkezleri oldukları ölçüde anlam kazanacak, işlevini yerine getirebilecek kitle örgütleridir. Ne var ki, “sol” sekter çizginin bugün en ucunda bulunan Dev-Genç tarafından, bu örgütler, daha bugünden bölünmüştür. Ama bu, artık birim örgütlerinin işlevsizleştiği anlamına gelmez. Bu örgütlerin kitleselleşmesi ve merkezileştirilmesi halen öğrenci gençlik örgütlenmesinin başlıca sorunu olarak gündemdedir. Dev-Genç eğilimindeki gençler tarafından kurulduğu ilan edilen “merkezi gençlik örgütü” ise, sekter çizgisi ve kuruluş biçimiyle, bir süre belki varolacaktır, ama giderek işlevsizleşme, kurucularının beklediği faydacı amaçları gerçekleştirmekten uzak bir girişim olarak kalmaya mahkûm görünmektedir.
* Bugün gençlik mücadelesi içinde, şu ya da bu ölçüde yer alan pek çok siyasi eğilim etrafında kümelenmiş gençlik grupları vardır, ve bu, ülke özelikleri göz önüne alındığında doğaldır. Ancak bu gruplar arasındaki ilişkilerin gerektiği düzeyde ve sağlıklı bir biçimde yürüdüğü söylenemez. Tersine, bu ilişkilerdeki sağlıksızlık, özelikle öğrenci gençlik hareketini tehdit edecek boyutlardadır. Gençlik mücadelenin anti-faşist bir platformda birleşmesi için bu ilişkilerin grup çıkarlarından, sekterlik ve dar görüşlülükten arındırılması, anti-faşist bir gençlik cephesi ve örgütlenmesini yaratmak için zorunlu gözükmektedir. Bunun başarılması ise; elbette kolay değildir, ama başarılmadan da ciddi bir adım atılamayacağı bilinmek durumdadır. Mücadelenin geçmiş tarihinin de gösterdiği gibi, “birlikler” ve “ittifaklar”, ideolojik ilkeler üstünde olacak diye zorlamak yerine, talepler etrafında birlikler esas alınırsa; bir tek ortak talep varsa, onun için bile birliklerden kaçınılmazsa, sorunlar çözüm yoluna gireceği gibi, yığınların doğruyla yanlışı ayırması da bu süreçte gerçekleşeceğinden, hareket içindeki olumsuz kişi ve eğilimlerin tecridi ve tasfiyesi, hareketin toparlanması içinde sağlıklı bir sürece girilmiş olacaktır.
Az çok mücadelenin sorunlarıyla ilgilenen herkesin de görebileceği gibi; gurupçu, rekabetçi, sekter hatalara düşmeden, her birim, alan ve bölgede gençliğin gücünü birleştirecek anti-faşist, anti-emperyalist platformlar yaratılmaya çalışıldığında sorunların aşılmaması için bir neden görülmüyor. Özellikle gençliğe önderlik etmek isteyenler devrim ve gençlik mücadelesini güçlendirecek hiç bir tutumdan geri kalmamak zorundadır. Slogan rekabetinden ve gurup önyargılarından kesinlikle kaçınmak, gençlik içinde demokrasinin yerleşmesine çalışmak, küçük burjuva kökenden kaynaklanan rekabetçilik ve Kemalizm’den kaynaklanan despotik geleneği silip atmak, “propaganda ve ajitasyonda özgürlük, eylemde birlik” ilkesini herkes için savunmak, gençlik mücadelesinin t birleştirilmesi için atılması gereken adımlardan ilki olarak görünüyor.
* Sadece sınıfsal bakımdan değil, milliyetler düzeyinde de gençliğin birliği hayati bir öneme sahiptir. Bunun baş koşulu ise, gençlik saflarında milliyetçilik ve şovenizme karşı amansız bir mücadele açılmasıyla, resmi devlet ideolojisiyle uzlaşmayan bir çizginin izlenmesiyle, gençliğin enternasyonalist bir ruhla eğitilmesinden geçmektedir. Özellikle Türk kökenli gençliğin anti-şovenist tutum alması gençliğin birliği açısından bugün belirleyici öneme sahip bir etken olarak görünüyor. Gençlik mücadelesinin sorunları çok fazladır ve diktatörlük de gençlik hareketini ezmek için elindeki her olanağı kullanmaktadır. Ama soruna mücadelenin olanakları ve gençlik yığınlarının mücadeleci geleneği açısından ve yığınlara güvenen bir perspektiften bakılırsa gençlik hareketinin sorunlarını alt edebilmesi için her olanağa sahip olunduğu daha iyi görülür.
Sendikalar ve Gençlik Örgütleri Dışındaki Kitle Örgütlerinin ve Kitle Mücadelesinin Durumu
(Bu bölümde sözünü edeceğimiz mücadele daha çok şehir küçük burjuvazisinin bir bölümünü oluşturan kamu çalışanlarının mücadele ve örgütlenme çalışmalarıdır.)
Yazımızın bu bölümünde proletarya ve gençlik dışındaki emekçi sınıf ve katmanların bugün içinde bulundukları mücadele ve kitle örgütlerinin durumları ve sorunlarından söz edeceğiz, mücadelenin geleceğe yönelik ipuçlarını vermeye çalışacağız.
Son 30 yıllık mücadele tarihine bakıldığında, bu ara sınıf ve tabakalar içinde yer alan kitlelerin değişik tipte örgütlenmeler içinde yer aldıklarını, ancak, öğretmenler, dışında olan diğer emekçi kesimlerin istikrarlı bir örgüt ve örgütlenme geleneği oluşturamadıklarını görüyoruz. Gerçi bu kategoride olan yığınların bir kesimi olan doktorların Tabip Odası, mühendislerin ve mimarların Mimar ve Mühendis Odaları içinde örgütlendiği, avukatların Baro içinde yer aldığı görülüyorsa da, bunlar o tabakaların bağımsız kitle örgütü olma özelliğinden çok, yarı-resmi, devletin doğrudan denetiminde olan kamu kuruluşlarında çalışanlarla serbest çalışanların birlikte örgütlendiği kurumlar olması bakımından sözünü ettiğimiz kitle örgütlerinden farklı özellikler göstermektedir. Gerçi bu örgütler de, yönetiminde devrimci demokrat eğilimlerin bulunduğu ölçüde geçtiğimiz dönemde demokrasi mücadelesine katılmışlar bugün de bu potansiyeli taşımaktadırlar, ama yine de bu tabakaların sendikal mücadele örgütleri diyeceğimiz nitelikte örgütler olma özelliklerini taşımamaktadırlar. Bu yüzden de; bugün de, doktorlar, mühendisler, çeşitli işyerlerinde ücretli olarak çalışan avukatlar için sendikal hak ve özgürlükler acil bir talep olarak durmaktadır.
Bu kategorideki kitlelerin örgütlenmesi denildiğinde, bugün daha çok 657 sayılı Devlet Personel Yasası’na göre çalışan kişiler anlaşılmaktadır ve bu kişiler kamu kurum ve kuruluşlarında görev yapmaktadırlar. Bunların bir bölümü devlet memuru olarak bürokratik bir görev yerine getirirken diğer bir bölümü ise; öğretmenler, sağlıkçılar, teknisyenler, PTT çalışanları vb. gibileri ise; büro işi yapmadıkları halde “memur” statüsünde sayılmaktadır. Hatta bu kesim içinde işçi olarak, doğrudan kol gücüyle çalışan pek çok kişi de bulunmaktadır. Bugün bu statüde çalışan insan sayısı 1,5 milyon dolayındadır.
Yaptığı iş ne olursa olsun, bu kesimlerde çalışanların büyük çoğunluğu (bir avuç yüksek bürokrat ve teknokrat ile devlet mekanizması içindeki özel yerlerinde dolayı polis ve subayları biryana bırakırsak) emekçilerdir.
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana bu kesimler ideolojik olarak “kutsal devlete hizmet ” ettikleri, bir “devlet görevlisi” olarak, öteki emekçilerden ayrı, onlara karşı devletin yanında olmaları bilinciyle eğitilmişlerdir. Ve uzun yıllar diğer emekçiler bu kesimlere korku ve imrenme karışımı duygularla bakmışlardır. “Düzenli” bir maaşa ve “emeklilik garantisine” sahip olmak ayrıcalığı, bu kesimleri avutan başlıca öğe olmuştur. Ve uzun yıllar bu kesim emekçileri; kendilerini “devletin kendilerinden iyi düşüneceği” hayalinin esiri olmuşlardır. Ancak 1960’lardan itibaren, işçi sınıfı mücadelesinin yükselişi ve mücadele ile çalışma ve yaşama koşullarının düzeltilebileceğini gördükten sonra durumlarından hoşnutsuzluklarım ifade etmeye, daha çok hak talebi öne sürmeye başlamışlardır.
Bu uyanış surecinde mücadele edebilecek düzeyde ilk örgütlenenler öğretmenler olmuş, 1960’ların ikinci yansından itibaren bağımsız bir öğretmen harekeli yaratarak TÖS(Türkiye öğretmenler Sendikası) çatısı altında örgütlenmişlerdir.
TÖS 200 bin dolayında öğretmeni çatısı altında toplayan gerçek bir öğretmen kitle örgütüydü ve öğretmenleri değişik mücadeleler içine çekmeyi de başardı, ancak reformcu ve revizyonist etkiler nedeniyle de 1960 Anayasası’nı savunma, Kemalizm’in propagandasını yapma ötesinde ciddi gelişmelerin etkeni olamadı, ama öğretmen mücadelesi için olumlu bir temel yaratmak işlevini de yerine getirdi.
TÖS’ün 12 Mart darbecileri tarafından kapatılmasından sora da öğretmenler, bir adım geriden de olsa, yeniden örgütlenerek yine nispeten büyük bir öğretmen örgütü olan TÖB-DER’i kurdular. Sonraki yıllarda diğer kamu kesiminde çalışan emekçilerin bir bölümü de öğretmenlerin yolunu izleyerek çeşidi demekler içinde örgütlenmeye yöneldiler. Sağlık emekçileri, PTT çalışanları, teknisyenler küçümsenemeyecek kitleler halinde derneklerde örgütlendiler. İşçi sınıfı mücadelesi ve anti-faşist mücadelenin yükselişine paralel olarak da bu kesimler ekonomik ve siyasi mücadeleye katıldılar. Mücadele ve örgütlenme bilinci giderek genişlemesine ve derinlemesine olarak yaygınlık kazandı. Bu dönemde öne çıkan temel talep “Grevli Toplu Sözleşmeli Sendika Hakkı” talebiydi.
12 Eylül darbesi diğer emekçileri hedeflediği gibi bu kesimde çalışanların mücadelesini de hedefledi. Darbeciler, harekete önderlik edenleri çeşidi nedenlerle “devlet memurluğuna layık bulmayarak” görevlerinden uzaklaştırdı ve bütün devlet dairelerinde bir kışla disiplini kurdu. Ama bu baskı ve terörün yanı sıra devlet memurluğunun “erdemleri” ve devletin ayakta kalması için memurların “önemi” konusunda bir propaganda başlatıldı. Memur nasıl olmalı, nasıl davranmalı, neleri düşünüp neleri düşünmemeli, kılık kıyafeti nasıl olmalı, törenlerde nasıl davranmalı, devlet büyüklerine karşı nasıl saygı göstermeli vb. hemen her davranışı, işyeri ve dışındaki tüm yaşamı yeni baştan “düzenlendi”. Bu kurallara uymayanlar işten atıldı. Ek olarak da memurların “seçkin” bir statüye kavuşturulması, geçim zorluklarının ortadan kaldırılması için devletin gerekeni yapacağını söylendi, örneğin, darbeciler ve akıl hocalarına göre devlet memurluğu ayrıcalıklı bir statüdür ve işçilerin ücretlerinin memurlardan fazla olduğu propaganda edildi; işlerin yürümesi ve devlet kurumlarına “anarşinin” girmemesi için 1970’li yıllarda “bozulan”, işçilerin memurlardan “daha yüksek ücret” alma durumları tersine çevrilmeliydi. Ama bu nasıl olacaktı? Cunta burjuvaziden alıp memura veremezdi; bu onların varlık nedeniyle çelişirdi. Buna da çare bulundu: 3 yıllık Cunta dönemi süresinde işçilerin gerçek ücretlerindeki düşüş daha da hızlandırılıp memurlarınki yavaşlatılarak, iki yıl içinde, durum tersine çevrilerek “memurların gönlü alınmaya” çalışıldı.
Böylece memurlar yeniden “seçkin” bir konuma getirildiler, ama buna karşın ücretler yine de bir memur ailesini az çok geçindirecek düzeye çıkmadı. Dahası, eski “iş garantisi” bile bütünüyle ortadan kalktı ve gelecekleri amirlerinin iki dudağı arasından çıkacak bir emre bağlı hale getirildi. Zor yaşam koşullarına memuru aşağılayan çalışma koşulları da eklendi.
12 Eylül’ün uzun sayılacak karanlık dönemi, kamu emekçilerini “hizaya getirmiş” gibi görünmüşse de giderek kötüleşen, berbat çalışma ve yaşam koşullarına işçi sınıfının yükselen mücadelesinin uyarıcı etkisi de akıtılınca; 1980’lerin sonlarına doğru, yine öğretmenlerden başlayarak kamu çalışanlarının mücadelesi, yeni bir yükseliş içine girdi. Değişik alanlardan kamu çalışanlarının ileri kesimleri değişik dernek örgütlenmeleri için de yer alırken “Grevli Toplu Sözleşmeli Sendika Hakkı” talebi yaygınlaşarak öne çıktı.
Bugün varolan kamu çalışanlarının yasal örgütleri, (kamu çalışanlarına dernek kurma ve kurulmuş bir derneğe üye olması Bakanlıkların iznine bağlanmış olması nedeniyle “yasaklanmış” olmasına karşın) kimi boşluklardan yararlanılarak faaliyet göstermektedir. Ama kamu çalışanlarının son aylardaki eylemlerine bakıldığında, onların istem ve amaçlarının, bu demeklerin amaçlarını ve kitleselliğini çok aşan bir gelişim seyri izlediği görülmektedir.
Haziran ve Temmuz aylarında; sağlık, belediye, öğretmen, demiryolcu, PTT, ziraatçı vb. kamu çalışanları binlerce kişilik kitleler halinde yemek boykotundan sokak gösterilerine, polisle çatışmaya varan bir mücadele içinde oldular. Başlangıçta hoşnutsuzluğun nedeni hükümetin maaşlara yapılan Temmuz zammını % 25 olarak belirlemesini protesto gibi görüldüyse de, kamu çalışanlarını ayağa kaldıran neden, örgütlenme ve toplu pazarlık hakkı için olduğu açıkça görüldü. Nitekim gösterilerde ve basın açıklamalarında öne çıkarılan istem “Grevli Toplusözleşmeli Sendika Hakkı” istemiydi. Dahası kamu çalışanları, “İşçi Memur El Ele Genel Greve” sloganını öne çıkararak, hak elde etmenin yolunun mücadeleden ve işçi sınıfı ile dayanışmaktan geçtiğini de fark ettiklerini ortaya koydular.
Son aylardaki gelişmeler izlendiğinde açıkça görülüyor ki; 1960 ve 1970’lerdeki kamu çalışanlarının mücadelesinin mirası bugünkü kamu çalışanlarınca unutulmamış, dahası bir üst aşamaya sıçrayacak ölçüde benimsenmiştir. Nitekim geçmiş yıllarda TÖS ve TÖB-DER gibi on binlerce öğretmeni kucaklayan, örgütleyen örgütlerin yaptığı eylemlerden daha etkin kitle eylemleri bugünkü cılız örgütlenmeler üstünde yükselebilmektedir. Ve görülen odur ki; kamu çalışanlarının örgütlenme ve sendika istekleri geçmiştekine göre kıyaslanamayacak ölçüde artmış, onları sokak çatışmalarına çekecek kadar derinden duydukları bir istek haline gelmiştir.
Öte yandan şu veya bu şekilde kurulmuş olan dernekler, bugün kitleleri harekete geçirmede elbette bir dayanak olarak işlev görmektedir, ama gelişmelere bakıldığında bu örgütlerin ilerleyen süreçte mücadelenin ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak kalacağı da bir gerçektir.
Son yıllardaki, özellikle de son aylardaki gelişmeler kamu çalışanlarının mücadelesi açısından son derece olumlu gelişmelerdir.
Bugün örgütlenme ve mücadelenin seyrine bakıldığında şu etkenlerin öne çıktığı görülüyor:
Mücadele geçmiş kamu çalışanları mücadelesine göre yüksek bir düzeyde ve yığınları derinlemesine etkileyen bir gelişme potansiyelini açığa vurarak ilerlemektedir. Öte yandan kamu çalışanları, mücadelelerini ortak hedeflere yöneltecek bir örgütlenme sürecine girmişlerdir. Örneğin, 16 değişik kamu çalışanları alanından gelen temsilcilerden oluşan bir “Kamu çalışanları Sendikal Haklar Platformu” oluşturularak dayanışma ve mücadele için bir mekanizma oluşturulmuştur. Memur, öğretmen, sağlıkçı, maliyeci, ziraatçı, demiryolcu, adliyeci, PTT çalışanları, teknisyen, devlet denetleme memurları, mimar-mühendis ve doktorlar bu platformda temsil edilmektedir. Giderek platformun genişlemesi ve etkinliğinin artması beklenir bir olgu olarak görülmektedir.
Ancak, bütün bu olumlu etkenlere karşın, her kendiliğinden hareket gibi kamu çalışanlarını harekeli de olumsuz etkenler de taşımaktadır. Bu olumsuzlukların başında kitleselleşme sorunu gelmektedir.
Bugünkü kamu çalışanlarının mücadelesinin boyutları ve nispeten kısa geçmişi göz önüne alındığında, son bir ayda ortaya çıkan eylemlerin kitlesel karakteri bir gerçektir. Ama 1,5 milyon kamu çalışanı olduğu düşünülürse, bu hareketin henüz ileri memurları kapsayan, geniş kamu çalışanlarını mücadeleye çekemediğini, daha bugünden, saptamakta yarar olduğu da ortadadır. Çünkü sendika hakkı, sadece ileri kamu çalışanlarının bir talebi değil, bütün kamu çalışanlarını doğrudan ilgilendiren bir taleptir. Öyleyse, bugün mücadele içinde yer alan ileri kamu çalışanları, dünle bugünü kıyaslayarak “başarılı olduk” saptamasını yapmakla yetinmeyip, yüz binlerce, henüz harekete katılmamış kamu çalışanını da mücadeleye çekmeyi başaracak yol ve yöntemleri bugünden aramak ve bulmak zorundadırlar. Bu yol ve yöntemlerin bulunmasında, her şeyden önce, geçmiş kamu çalışanlarının mücadelesi ve örgütlenmesinde düştükleri zaafları tekrarlamamak, gençlik ve işçi sendikalarının dün ve bugün içinde bulundukları olumsuzluklardan dersler çıkarmak ilk basamak olarak görünmektedir. Bu açıdan bakıldığında reformcu ve revizyonist çevrelerin mücadeleyi baltalayan, yığın hareketini yasal çerçeveye sıkıştıran sağ çizgileri reddedilirken, bugün kimi siyasi eğilimlerce savunulan, yığın talepleri ve yığın mücadelesinin düzeyini göz ardı eden; sekler, slogancı, yığınların yerine kendilerini geçiren anlayışlarına karşı da mücadele etmek yığın mücadelesinin sağlıklı bir yolda ilerlemesi için hayati öneme sahip bir etken olarak ortaya çıkmaktadır.
Kitlelerin, ancak mücadeleye çekilerek örgütlenebildiği, örgütlenebildiği ölçüde de yığınların mücadeleye çekilebildiği gerçeği, bütün diğer emekçi kesimler için geçerli olduğu gibi kamu çalışanları için de geçerli bir ilkedir. Bu yüzden de, yığının taleplerinin en geniş kamu çalışanları arasında ajitasyonu yapılırken, mücadeleye hazır kesimlerin de her fırsatta pratik mücadele içinde ilerletilmesi yığın hareketinin ilerlemesinin ve geniş kamu çalışanlarının mücadeleye çekilmesinin iki önemli unsuru olarak ortaya çıkmaktadır.
Bugün, kamu çalışanları hareketi içinde ortaya çıkan bir diğer önemli zaaf ise; kamu çalışanları için sendikanın her şey olduğu, “Grevli Toplu Sözleşmeli Sendika Hakkı” gerçekleşirse kamu çalışanlarının sorunlarının biteceği anlayışıdır. Hiç kuşkusuz “Grevli Toplu Sözleşmeli Sendika Hakkı”nın elde edilmesi kamu çalışanlarının mücadelesinin ilerlemesinde çok önemli bir basamak olacaktır. Ama bu her şeyin biteceği, artık kamu çalışanlarının başka bir şeye ihtiyacı olmadığı anlamına gelmez. Tersine kamu çalışanları da, diğer emekçi sınıflar gibi, salt sendikal mücadele platformunda kaldığı sürece, bir takım ekonomik haklarını bile gereği gibi elde edemezler. Bu yüzden de kamu çalışanları, kendilerini sendikal haklan elde etme mücadelesiyle sınırlayamazlar. Tersine, kamu çalışanları ülkedeki özgürlük ve demokrasi mücadelesine katılmak ve sendikal hakları elde etmelerinin bile bu mücadelenin ilerlemesine bağlı olduğunu anlamak zorundadırlar. Özellikle reformcu ve revizyonist çevreler, bugün dünya ve Türkiye’de gerici çevrelerce estirilen liberal cereyanı da arkalarına alarak geniş kamu çalışanlarının geri bilincine hitap ederek “işin içine siyaseti sokmayı” yasaklamaya çalışmaktadırlar. Ama bunu yaparken de yığınları burjuva siyasetinin kuyruğuna takmaktadırlar.
Kamu çalışanlarının salt sendikal mücadele platformuna sıkıştırılması isteği, aynı reformcu ve revizyonist çevrelerce, “bağımsız sendikacılık” çizgisine çekilme çabasıyla birleşmektedir. Ama sözü edilen bağımsızlık burjuvaziden bağımsızlık değildir. Tersine, proletaryanın mücadele çizgisinden, proleter siyasetten bağımsızlıktır. Bu ise açıkça burjuva siyasete bağlanmak anlamına gelir ki, bugün işçi sendikalarının düştüğü duruma kamu çalışanları mücadelesinin ve sendikalarının da düşmesi demektir bu.
Diğer emekçi kesimler içinde olduğu gibi, kamu çalışanları içinde de sağcı cereyan TBKP çevreleri tarafından körüklenmektedir. Bu daha bugünden görülüp alt edilmesi için savaşılması gereken bir tutumdur.
Kendilerine “devrimci mücadelede memurlar” diyen çevreler ise; özellikle gençlik mücadelesi içinde olduğu gibi, sekler bir anlayışla, uzunca bir süre kamu çalışanlarının sendikal hak mücadelesine ilgisiz kaldıktan sonra, kamu çalışanlarının yükselen mücadelesi karşısında sadece kendisinin ilişki içinde olduğu çevrelerce oluşturulan KAM-SEN adında sözde bir sendika için hemen başvuru yapmıştır. Bu, tıpkı EGİT-DER merkez yönetiminin EĞİTİM-İŞ başvurusu gibi kamu çalışanlarını bölücü, onların mücadelesini ve amaçlarını görmezden gelen bir tutumdur. Bu eğilimin, gençlik içindeki taraftarlarının tek başlarına “merkezi gençlik örgütleri kurdukları düşünülürse, bu eğilimin mantığı “küçük olsun ama benim olsun” mantığıdır ve bu mantık, yığın hareketi ve onun örgütlenmesi içinde çok zararlı bir rol oynamalarına yol açmaktadır.
İçinde taşıdığı olumsuzluklara, sağ ve “sol” sekter saptırma girişimlerine karşın kamu çalışanları mücadelesinin esas doğrultusu olumlu bir çizgide seyretmektedir. Hareket kitleselleştiği ve örgütlülük düzeyini arttırdığı ölçüde bu olumlu doğrultu daha da açık belirecektir. Farkında olunduğu ölçüde de zaaflar mücadele içinde aşılabilecek, olumsuzlukta direnenlerse bu mücadele içinde hak ettikleri yanıtı mücadeleye katılan yığınlardan alacaklardır.
Sonuçta başarı, günlük grupsal çıkarlar için yığın hareketini ve onların taleplerini istismar ederek köşe kapmaya çalışanların değil, yığınları talepleri doğrultusunda mücadeleye çekip emekçilerin nihai kurtuluşunu amaçlayanların olacaktır. Yeter ki, yığınların enerjisi yanlış hedeflere yöneltilerek israf edilmesin.
BİTTİ

Ağustos 1990

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑