Anketlerin gösterdikleri: İşlevsizleşen Partiler Kopuşma Halinde Kitleler

Son yıllarda Türkiye’de kamuoyu yoklamacılığı ya da anketçilik oldukça gelişti. Arak neredeyse anketçilik bir sektör oluşturuyor. Çeşitli konularda pek çok kamuoyu yoklaması yapılıyor. Ve daha sonra gerçek sonuçları alınabilen çeşitli alanlarda yapılan anketlerin, doğruya oldukça yakın, hata yüzdesi düşük sonuçlar verdiği görülüyor. Seçim sonuçlarının tahminine yönelik olarak yapılan kamuoyu yoklamaları, Türkiye’de anketçiliğin giderek daha başarılı sonuçlar vermekte olduğunu ve genel olarak başarısını kanıtlayan önemli göstergeler arasındadır.
Örneğin 87 Yerel Seçimleri öncesinde Milliyet’in Konda’ya ve Günaydın’ın Yöneliş AŞ.’ye yaptırdığı kamuoyu yoklamaları, seçim sonuçlarını -bazı partilerin oy oranlarına ilişkin hemen tam bir isabetle- birkaç puanlık hatalarla, gerçeğe çok yakın bir şekilde tahmini başarmıştır. Kuskusuz, anketler ve anketçilik, aynı zamanda, kamuoyunu belirli bir yönde oluşturma özelliğine de sahiptir ve bu yönde kullanılmaktadır da. Ancak, bu yönlendiriciliğin başarısı da, yapılan anketlerin görece doğru ve başarılı sonuçlar vermesine bağlıdır, yoksa inandırıcılık yitirilecektir ve amaçlanan yönlendirme de gerçekleştirilemez olacaktır. Bu özelliği de dikkate alınarak, kamuoyu yoklamalarının genel ve yaklaşık olarak gerçeği yansıttıkları düşünülebilir. Ve partilerin kitleler tarafından desteklenme ya da oy oranlarını araştıran anketlerden -bunlardaki olası belirli hata payları hesaba katılarak-, başta anketlere konu edilen partilerin somut durumları olmak üzere, çeşidi sonuçlar çıkarmada yararlanılabilir. Kısacası, bu anketler, gerçeği yaklaşık yansıtan veriler olarak alınabilir ve bu verilere dayanarak sonuçlar çıkarmanın herhangi bir sakıncası yoktur.

“Lider”lerin toplumdaki destekleri üzerine iki anket
Toplumsal olarak, özellikle ideolojik-kültürel alanda, henüz daha burjuva normlara pek yaklaşamamış, feodal değerlerin, örneğin şefcil ideolojik biçimlerin önemli ölçüde geçerli olduğu Türkiye’de partiler, çok büyük oranlarda liderleriyle kaimdirler. Partiler hatta kendi adlarından çok liderlerinin adlarıyla anılırlar: “Özal’ın partisi”, Demirel’in, Ecevit’in ya da İnönü’nün “partileri” gibi. Ve siyasal parti liderlerinin toplum tarafından desteklenirlik oranları, yalnızca kendileri değil partilerinin somut destekleriyle ilgili olarak da bir fikir vermemezlik edemez.
Elimizde, çeşitli liderlerin kitleler tarafından desteklenme oranlarını araştırmak üzere, KAMAR’ın yaklaşık iki yıl arayla yaptığı iki anket var. 29 Haziran 1989 tarihli Hürriyet’te yayınlanan, bu gazetenin yaptırdığı birincisi, TABLO- 1’de görülüyor ve liderlerin “umut” olma yüzdelerini ölçmek üzere düzenlenmiş. Anket, “liderler”in hem genel seçmen kitlesinin bütünü hem de kendi partili seçmenleri tarafından ne ölçüde “umut” sayıldıklarım araştırıyor. Anket “liderler” açısından pek talihsiz sonuçlar veriyor; seçmenlerin bütününün gözünde “liderler”in “kıymet-i harbiyesi” pek azdır, yerde sürünüyorlar; kendi partili seçmenlerine görünüşleri ise içler acısıdır.

UMUT ADAMLIK YÜZDELERİ – TABLO-1
İNÖNÜ BUGÜN, YENİ UFUKLARI TEMSİL EDİYOR MU?

Genel     SHP     DYP     ANAP     DSP     RP
EVET        40,2    76,2    23,4    16,0    35,2    9,2   
HAYIR        41,5    16,5    55,4    61,9    56,3    75,3
BİLMİYOR    18,1    7,1    21,0    22,0    8,4    15,3

DEMİREL BUGÜN, YENİ UFUKLARI TEMSİL EDİYOR MU?

Genel     SHP     DYP     ANAP     DSP     RP
EVET        29,6    15,5    79,5    18,5    11,2    20,0   
HAYIR        53,9    73,2    9,1    62,2    85,9    66,1
BİLMİYOR    16,3    11,2    11,2    19,1    2,8    13,8

ÖZAL BUGÜN, YENİ UFUKLARI TEMSİL EDİYOR MU?
Genel     SHP     DYP     ANAP     DSP     RP
EVET        20,0    4,9    6,8    66,9    5,6    6,1   
HAYIR        66,3    86,8    80,2    23,5    90,1    80,0
BİLMİYOR    13,6    8,1    12,9    9,4    4,2    13,8

Görülüyor ki, İnönü, seçmenlerin % 41,5’ine, Demirel % 53,9’una, Özal % 66,3’üne hiçbir umut vaat etmiyor. Bir zamanların “umut Karaoğlan’ı” Ecevit’in seçmenlerin bütününde oluşturduğu umutsuzluk oranı ise, % 53,5 olarak açıklanıyor ankette. Ve lideri hakkında umut beslemeden, inansızca ve umut görmeden belirli bir partiye oy verenlerin yüzdesi oldukça kabarık: Parti tercihinin SHP olduğunu, SHP’ye oy verdiğini söyleyen seçmenlerin ancak % 76,2’si, DYP’ye oy verdiğini söyleyenlerin % 79,5’i ve ANAP’a oy verenlerin % 66,9’u “kendi” liderlerinden “umut var” olduklarını belirtiyorlar. Ecevit’i “umut” sayan DSP tercihli seçmenler ise, DSP’ye oy verdiğini belirtenlerin ancak % 61,9’unu oluşturuyor anket sonuçlarına göre. Bu demektir ki, ANAP ve DSP’nin oy tabanlarını oluşturan seçmenlerin yaklaşık 1/3’ü, SHP ve DYP’nin oy tabanlarını oluşturan seçmenlerin ise sırasıyla 1/4’ü ve 1/5’i, yani bu partilere oy verenlerin önemli büyüklükleri, milyonlarca insan, “kendi” liderlerinde umut görmemekledir. Hiç de küçümsenmeyecek büyüklük ve sayıda insanın umut beslemeden çeşitli partilere oy verme durumunda olmaları ne anlama gelebilir? Anketin, parti tercihli seçmenlerin başka partilerin liderlerinde bir “umut ışığı” görmediklerini ortaya koyduğu da bir diğer veri olunca, seçmenler açısından alternatifsizliğin temel bir sorun olduğu açıktır. Önemli büyüklükler olarak kitleler, oylarını nereye, hangi siyasal partiye yöneltecekleri konusunda belirgin bir açmaz içindedirler. “Kendi” lider ve dolayısıyla partilerinden hoşnut olmadıkları gibi, onlar açısından başka partiler ve liderleri de umut oluşturmamaktadır. “Kendi lider”ine umut beslemeyen insanların coşku ve heyecanla, yüksek oranlı bir “partizanlık”la oy kullanıyor oldukları düşünülemez. Bu durumdaki seçmenlerin oylarına “babadan görmelik”, alışkanlık gibi faktörlerin yön verdiğini ve bu oyların çeşitli partilere hasbelkader verildiği, partilere sıkı sıkıya bağlı olmadığı ve başta gelen kullanılma nedeninin oy kullanmamanın para cezasına bağlanmışlığı olduğunu düşünmek kesinlikle yanlış olmayacaktır. Bu verilerin işaret ettiği durumun kaçınılmaz bir sonucu ve ifadesi, inceleme konusu yapacağımız başka anketlerin açıklıkla gösterdiği oylardaki akışkanlık, partilerin varlık koşulunu oluşturan zeminin olağanüstü kayganlığı ve oy oranlarındaki büyük dalgalanmalardır. Çünkü son derece açıktır ki, özellikle oy olarak yöneldikleri partilerin 1/3’lik, 1/4 ve 1/5’lik önemli büyüklüklerini oluşturan seçmenler, “partileri” tarafından görece bir sağlamlıkla inandırılıp kanalize edilmiş kararlı seçmen kitleleri oluşturmuyorlar. Bu anket sonucunun, -en azından “kendi liderleri” karşısında umutsuz ve güvensiz bir konumda olan- önemli bir emekçi kitlesinin, tercih edip oy verdikleri “partileri”ne çok cılız bağlarla bağlı olduklarını açıkça gösterdiği ortadadır. Ve daha ötesinde, genel seçmen kitlesinin çeşidi parti liderlerine yönelik “umut” yüzdelerinin düşüklüğü, partiler ve partiler sistemi olan parlamenter sistem karşısında kitlelerin kayıtsızlığının yaygınlığı ve derinliğinin bir göstergesi olmaktadır.
KAMAR’ın Tempo dergisi için yaptığı ikinci anket ise, “liderler”in oy potansiyellerini, seçmenlerin kimi cumhurbaşkanı olarak görmek istedikleri sorusuna verdikleri yanıtlar dolayısıyla ölçmeyi amaçlıyor ve Mart 1991 tarihli. Tablo-2’de görülen anket, bir yönüyle tersinden, aynı kuruluşun iki yıl önce yaptığı anketin sonuçlarını doğruluyor. Hatta iki yıla yakın süre içinde, önderleriyle birlikte burjuva partilerin “umut” ticaretinde daha olumsuz bir görünüm kazandıkları görülüyor.

KİMİ CUMHURBAŞKANI SEÇMEK İSTERSİNİZ – Tablo-2

GENEL    SHP    DYP    ANAP    DSP
Turgut ÖZAL        24.2        1,7    2,6    65,2    1,1
Bülent ECEVİT    20.4        16,9    2,6    1,7    75,9
Kenan EVREN    19.7        20,3    34,2    24,3    12,6
Erdal İNÖNÜ        7.6        35,6    –    –    –
Süleyman DEMİREL    4.5        1,7    39,5    –    –

Anket, İstanbul seçmeninin eğilimlerini araştırma konusu ediniyor. Sonuçlan ilginç. Özal, İstanbul seçmeninin % 24,2’sinin, Ecevit % 20.74’ünün ve önemlisi Evren % 19,7’sinin desteğini sağlıyor. Sözde “umut”lar olarak ortalıkta dolaşan ve sürekli “erken seçim” isteminde bulunarak “güçlülük” ve “iktidar alternatifi” imajı yaratmaya çalışan “saygın” ve “muhalif liderlerimiz İnönü ve Demirel’in paylarına, sırasıyla, yalnızca % 7,6 ve 4,5’lik tercih dilimleri düşüyor. Burada, başarı ya da başarısızlığın kişiselliğine ilişkin bir itiraz öne sürülebilir ve sözü edilen anket sonuçlarının, liderlerin kendilerinin ve partilerinin izledikleri politikaların geçerliliğinin ve partilerin mevcut durumlarının göstergesi olamayacağı, “karizma”nın pirim yaptığı iddia edilebilir. Kişilik etkeninin belli bir rol oynadığı, kuşkusuz kabul edilmek gerekir. Ama kişilikler, politik kişilikler olduğunda, yine esas olan politika ve politikaya ilişkin etkenler olacaktır ve bu itirazın ancak saptırmaya yönelik olabileceği belirtilmelidir. Eğer “karizma” vb.nin belirleyici bir rol oynadığı kabul edilecekse, bunun yalnızca cumhurbaşkanı tercihinde değil parti tercihinde de geçerli olması gerekeceği kolaylıkla tahmin edilebilir. Hele tam da “sorumlu devlet adamı” tipi çizen, “hoşgörülü”, uzlaşmacı ve aşırı devlet savunucusu İnönü’nün, geçerli burjuva normlara göre cumhurbaşkanlığına tercih edilmesi pek “doğal” düşecekken, anketin bu sonucu vermemesini başka nedenlere yormak ve İnönü ve partisinin oy oranının aslında çok daha yüksek olduğunu varsaymak için fazla bir neden bulunamayacaktır.
Özal ve Ecevit’e yönelik “teveccüh”ün oranlan, aynı anketin partilerin oy oranlarına ilişkin sonuçlarıyla yaklaşık olarak çakışmaktadır. İnönü ve Demirel ise, SHP ve DYP oylarının oldukça altında oranlarda desteklere mazhar olabilmişlerdir. Liderleri ve partileri hüzünlendirici sonuçların başında ise, “liderler”in “kendi” partili seçmenleri tarafından tercih edilme oranlarının düşüklüğü geliyor: anket, “kendi” partili seçmenlerince, Özal’ın % 65,2, Ecevit’in % 75,9, İnönü’nün % 35,6 ve Demirel’in de % 39,5 oranında desteklendiklerini gösteriyor. Ve KAMAR’ın anketinde “liderler” ve partilerinin kitleler nezdinde umut oluşturamama nedenlerinden biri daha görülüyor. Partiler, Evren’i “kurtarıcı” görecek denli geri bilince sahip kitlelerle, ya da daha doğru bir deyişle 12 Eylül rejimiyle birleşme kaygısı içinde, kitlelerin özlemlerine boş vermişler; Eylül’den ve onun çok yönlü saldırganlığı ve oluşturduğu sistemden gördükleri zararı iliklerinde hisseden geniş kitlelerden kopuş yolunda itibarsızlaşmışlardır: Evren, tüm partilerin oy tabanlarında önemli büyüklüklerin desteğine sahiptir; SHP’li seçmenin % 20,3’ünün, DYP’linin % 34,2’sinin, ANAP’lının % 24,3’ünün ve DSP’linin % 12,6’sının tercihi durumundadır. 12 Eylül sisteminin kendilerini ve seçmenlerini Evren’den ayıramayan uyumlu partilerinin birbirleri ve Evren karşısında “liderleri” ve kendi oylarına sahip çıkamayıp itibar ve işlev yitimi içinde olmalarına şaşmamak gerekiyor.
İnönü ve Demirel’in SHP ile DYP’nin oy oranlarının oldukça altında tercin edilmiş olmaları, DYP açısından Evren’in neredeyse Demirel ile birlikte DYP oylarına ortak olmasından, SHP açısından ise SHP oylarının İnönü ile birlikte başlıca Evren ve Ecevit arasında dağılmasından kaynaklanıyor. Bu durum, belirli bir işleve sahip olmaktan en uzak iki partinin, önderleri bu denli sahipsiz ve oyları bu denli amaçsız ve dağınık SHP ve DYP olduğuna işaret ediyor. Oysa yerleşik kanıya göre muhalefet partilerinin oy artırmaları, burjuva düzenlerde doğal karşılanır.
Bu iki anketin gösterdiği temel bir gerçek, liderleri dolayımıyla partilerin kitleler açısından “umut” oluşturmadıkları, kararlı ve görece dengeli oy tabanlarına sahip olmadıkları, seçmenlerin kolaylıkla bir lider ve partisinin “destekçiliği”nden diğerine kaydıktan ve partiler tarafından belirli politikalar doğrultusunda kanalize edilmeleri oranının düşüklüğüdür. Partiler, büyük ölçüde işlevlerini yerine getiremez durumdadırlar.

Partilerin oylarında dalgalanmalar

89 Yerel seçimlerinden bu yana, -öncesinde de olduğu gibi- sık sık partilerin oy tabanlarını saptamaya yönelik kamuoyu yoklamaları yapılıyor.
Sabah gazetesinin GALLUP-PİAR ortaklığına yaptırdığı anketlerle Milliyet gazetesinin KONDA’ya yaptırdığı Mart 90 anketinin sonuçlan, 87 Genel ve 89 Yerel Seçim sonuçlarıyla birlikte TABLO- 3’te görülüyor.
Oy oranlarındaki değişikliklerin karakteristiği keskin oynamalardır. Partiler, temel ve çeşitli özel politikaları ve programlarında önemli değişiklikler yapmamalarına rağmen, oy tabanları olağanüstü oynaktır, hızlı bir şekilde dalgalanmaktadır. Bu dalgalanmaların nedeni, partilerin politikalarındaki değişiklikler olamaz, çünkü bu tür değişiklikler yoktur, neden daha derinlerde olmalıdır ve öyledir.

Tablo-3
Kasım     Mrt 89     Mayıs     Haz.     Tem.     Ağ.     Eyl.     Ek.     Mrt.90        Ağus.     
87       İl Gnl     89        89        89     89     89     89     Konda        90
Genel    Mecl.                             Kar.    Kar.
Dışı    İçi
ANAP    36,3    21,8    18,6    15    14,5    13,7    14    13,5    12,2    14,5    19,8   
SHP    24,8    28,7    30,3    30,2    29,6    –    30,6    29    23,8    28,4    20
DYP    19,2    25,1    22,6    24    24    24,9    25,3    24,6    23,8    28,4    20,4
DSP    8,5    9    5,7    5,9    6,7    6,9    7,8    9,7    10,3    12,3    11
RP    7,1    9,8    8,9    6,8    6,4    8    6    4,8    4,3    5,2    7,9

Anket sonuçlarına göre, ANAP anlaşılabilecek bir düşüş içindedir. Özgürlüksüzlük ve aşırı sömürü koşularının örgütlenişi olan 12 Eylülün devam ettiriciliğini açıkça oraya koyan, işçi ye emekçi düşmanlığı attığı her adımda, önderlerinin her demeç ve tutumunda belirgin bir biçimde yansıyan, kitleleri açlık ve sefalete mahkûm eden ve belirgin işlevi, zorbalık ve sömürü sisteminin savunuculuğu yanında devlet olanaklarının “ganimet” olarak “arpalıklar” halinde kullanılması olan ANAP, itibar ve oy kaybetmemezlik edemezdi. ‘87 seçimlerinden sonra hızla oy kaybeden, 90 Ağustos’unda birkaç puan ilerleyen ANAP, buna rağmen, bu tarihte, 87 seçimlerindeki oy oranlarıyla kıyaslandığında, yarı büyüklüğüne gerilemiş durumdadır.
SHP, ‘87 seçimlerinde başlattığı yükselişini ‘89 ortalarına kadar sürdürmüş, sonra, kısa bir süre, birkaç puanlık düşüş ve yükselişlerle durumunu idare etmiş, ‘90 başından itibaren ise hızlı bir düşüş içine girmiştir. ANAP’ın kaybettiği oyları kazanacağı varsayılabilecek ana “muhalefet” SHP, düzenli bir kazanıcı olmadığı gibi, 2 yıl içinde parti, önce yarısı kadar büyümüş, sonra ise, bundan daha büyük oranda küçülmüş ve ‘90 Ağustos’unda ‘87 oy oranının da altına düşmüştür. Neden?
ANAP ve SHP’nin, biri merkezi diğeri yerel iktidarları dolayısıyla “yıprandıkları” ve bu nedenle oy yitirdikleri ileri sürülebilir. Ancak, tüm partilerin asıl oy tabanlarını oluşturan ezilen ve sömürülen kitlelerin çıkarları gözetilmiş olsa, iktidar partilere niçin oy kaybettirsin? Bu, ancak, kitlelere ihanetin, programı ve politikalarıyla kitlelerin çıkarlarının tam karşısında yer alışın gerekçelendirilmesi olabilir. Üstelik özellikle muhalefet açısından, bu, aynı zamanda, sahip olunan program ve izlenen politikalarla görünüşün kurtarılmasının bile olanaklı olamadığını; kitlelerin, kendi çıkarlarının tersine çıkarlar -burjuva çıkarlar-doğrultusunda kanalize edilmeye çalışılırken aldatılıp avutulmalarında başarısızlığa uğranıldığı ve burjuva çıkarlar peşindeki partilerin kitlelerin çıkarlarını gözetmiyor oluşlarını yelerince gizleyemediklerini, dolayısıyla kitleleri sürüklemede yeteneksiz olduklarını ve onlardan kopma sürecinde işlevsizleştiklerini ifade edecektir.
SHP, bir süre, bir “umut” arayışı içindeki kitlelerin genel hoşnutsuzluğunun toplayıcısı olmuş, ama beş para etmediği ve bir “umut” oluşturmadığının kitlelerce görünür olmasına bağlı olarak itibar ve puan kaybetmeye başlamıştır.
Siyaseti doğrudan MGK’nın, 5 generalle 5-10 bürokratın yaptığı ve siyasal partilere siyasetin ve siyasal sistemin örgütlenişinde belirgin bir rol ve işlev tanınmamış bir ülkede, bu duruma ve bunu olanaklı kılmakla kalmayıp vaaz eden siyasal sisteme -özellikle kitleleri kendiliğinden milyonlarla ayağa kaldıran koşullarda- en küçük bir muhalefet yürütmeyen, ancak Özal ailesinin dolaplarıyla Akbulut’un kişisel yeteneksizliği gibi ıvır-zıvır konularda eleştirilerle muhalefet yapmaya çalışan SHP’ye kitleler neden umut bağlasın? Üstelik “yiyicilik”te de kendisini ANAP ve sistemin genel kuruluşundan ayıramayan, ele geçirdiği yerel yönetimleri “arpalıklar” haline getiren ve bin bir söylentiye yol açarak ikbal hırsıyla yanıp tutuşan sonradan görmelerin atılganlığıyla “ganimetçilik”i de eline yüzüne bulaştıran SHP neden kitleler için bir çekim merkezi olsun? Mevcut burjuva düzeni savunsa bile, kitleler açısından onun koşullarını olağanüstü ağırlaştıran 12 Eylül’ün oluşturduğu siyasal sisteme ve onun sürdürücüsü ve temsilcisi olan ANAP “iktidarı”na karşı alternatif bir program ve politikalar geliştirme yolunda küçük de olsa bir umut vaat etmeyen, devletçiliği nedeniyle ve devlete zeval gelebileceği endişesiyle siyasal sisteme de ses çıkarmayan onun bir unsuru ve parçası durumundaki SHP, neye dayanarak kitleleri avutup aldatacak ve oy artıracak? Özellikle sosyal demokrat bir partiyi işlevsel kılacak olan şey, “emek ağırlıklı parti” vb. gibi söylemlerle birlikte sınıf hareketi ve taleplerine -kuşkusuz bu hareketi düzene bağlamak amacıyla- sahip çıkıyor görüntüsü vermek ve bunun gereklerini yerine getirmek olabilecekken, siyasal alanda özgürlüklerin ve ekonomik alanda hak taleplerinin demagojisini yapmaktan bile uzak duran, özellikle ‘89 Baharıyla birlikte yükselen sınıf hareketinin hiçbir talebine göstermelik olarak da olsa sahip çıkmayan ve onunla birleşme eğilimine girmeyen SHP, neden asıl oy tabanım oluşturan emekçi kitlelerin gözünde itibar kaybına uğramasın ve oyları düşmesin? Göstermelik olarak taleplerine sahip çıkma ve birleşme eğilimine girmek bir yana, kendisini, örneğin, Zonguldak grevi ve 413 sayılı kararname dolayısıyla yükselen sınıf hareketi ve ulusal harekete cepheden tavır almak zorunda hisseden düzen, devlet ve rejim savunucusu SHP, neden itibar kaybına uğrayıp işlevsizleşmesin? Bu itibarsızlaşma ve oy dalgalanmaları ve kaybı, SHP’nin işlevsizleşmesinin bir sonucu ve hem de göstergesidir.
Bir diğer “muhalefet” partisi olan DYP pek farklı bir durumda değil. 87’den 89’a 6 puan birden yükselen, ama bir muhalefet görüntüsü veremeyen ve kitlelere bir “umut” sunamayan DYP’nin yükselişini sürdürmeye devam etmesinin ne nedeni olabilir? Olmadığı açık ve-DYP yerel seçimlerden sonra önce puan kaybediyor ve sonra yavaş bir yükseliş gösteriyor. Sonra yine düşüş. Bu parti Ağustos 90’daki, Ekim 89’a göre 4, Mart 90’a göre ise 8 puanlık düşüşüne neden rıza göstermek zorunda olmasın? Ne yapıyor ki? Ne tür bir işlevselliği var ki DYP’nin? “Baba”nın kırsal alanlarının geri kitlelerine seslenmesinin dışında, görünüşte de olsa, kitlelere nasıl bir “umut ışığı” yakıyor? 12 Eylül’ün “mağduru” pozlarındaki Demirel ve DYP’sinin, kitlelere, hiç de Eylül’ün ve onun oluşturduğu sistemin ortağı ve destekçisi olmadığı imajını veremediği, onları uygun kanallarla düzene bağlayacak görünüşte muhalif politikalar ve işlevsel bir konum üretemediği görülüyor. DYP, onca dalgalanmadan sonra, sonuçta, ‘90 Ağustos’unda, ‘87 seçimlerinde sahip olduğu büyüklükte bulunuyor.
89 Seçimlerinden sonraki 3-4 puanlık düşüşün yol açtığı dalgalanma bir yana bırakılırsa, Ecevit ve DSP’sinin belirli bir yükseliş içinde olduğu görülüyor. 89 Yerel Seçimindeki % 9’luk oyu, 90 Ağustos’unda 2 puan artıyor, Mayıs 89’dan itibaren ise yaklaşık 5 puanlık artış sağlıyor. Aynı çöplüğün iki horozu durumundaki iki sosyal demokrat partiden biri olan SHP’den kaçan oyların bir kısmının DSP’ye yöneldiği ve SHP’nin “ana muhalefet” olarak çıkmazı ve aşın umut kinciliğinin bir yönüyle DSP’ye yaradığı anlaşılıyor. Ancak SHP 10 puan birden kaybederken DSP yalnızca 5 puan kazanabiliyor. Ve görülüyor ki, DSP de, SHP oylarını toplayacak kadar bile işlevsel değildir.
İslamcılar da DSP’nin durumunu andırıyorlar. Onlarda dalgalanma daha fazla.

En yakın tarihli ülke çapında üç anket

Ülke çapında yapılan en yakın tarihli son uç anket, görülür eğilimi pekiştirmektedir. Burjuva parlamenter partiler, karabatak gibi, bir o bir diğeri batıp çıkıyorlar.

TABLO-4    Kamar         Strateji     Piar Gallup
17 Ar. ’90    Ocak ’91    Mayıs ‘91
ANAP        % 18,2        % 12,6        % 13,0
SHP        % 27,4        % 18,4        % 20,0
DYP        % 22,2        % 21,5        % 26,7
DSP        % 10,5        % 13,1        % 16,7
RP        % 7,8        % 7,5        % 7,7
Tablo-4’de, üç ayrı kamuoyu araştırma şirketinin kısa aralıklarla yaptığı anketler görülüyor. Birincisi 17 Aralık 1990’da KAMAR tarafından, ikincisi Ocak 1991’de Strateji tarafından ve üçüncüsü de Mayıs 1991’da GALLUP-PİAR tarafından gerçekleştirilmiştir.
Anketlerin ortak özelliği, % 9-10 dolayında kararsız-cevap vermeyen bir puan ortalamasına işaret etmeleridir. (KONDA’nın Ağustos 1990’da yaptığı ankette bu oran daha da büyüktü.) Bu, küçük bir oran değildir. Kuskusuz, bu 9-10 ve soruların soruluş biçimine göre kesinlikle daha da büyüyecek olan puan, düzenden, parlamenter sistemden kopmuş olanları, Marksizm’in etki alanına girenleri göstermemektedir. Bugün bu iddiada bulunmak gerçekçi olmaz. Ancak bu % 10’luk büyüklükte kitlenin düzene oldukça zayıf bağlarla bağlı ve ondan kopma eğilimi içinde olduğunu ve kararlı bir düzen savunucusu ve burjuva parti taraftarı olmadığını söylemek de abartı olmayacaktır. Bu kitlenin hemen belirli bir parti adını verecek kararlılıkta olmadığı açıktır. Bir kısmı sosyalist propagandadan etkilenmiş, diğer bir kısmının çeşidi partiler arasında gidip gelmekten başı dönmüş, bir diğer kısmı ise henüz tamamen bilinçli bir biçimde olmasa da burjuva partilerden herhangi birini umut ve alternatif olarak görmeyecek denli düzen muhalifi olmalı. Bu kitlenin önemlice bir bölümü belki seçimde burjuva partilerden birine oy verecektir, ama bu oy, verildiği partinin güvenilir türden oyu olmayacaktır. % 9-10’luk kararsızlar puanı, şöyle ya da böyle, düzenden kopuş eğiliminin belirgin bir göstergesidir.
Partilerin anketlerdeki oy oranlarına gelince… En kararlı oy oranına sahip olan Refah Partisi’dir. Oyları % 7.5 dolaylarında seyretmekte ve ne büyümekte ne de küçülmektedir. Bir önceki tabloda görülen bu partinin oylarındaki dalgalanmalar dikkate alındığında, RP’nin artık bir ölçüde kendi dinci oy tabanına oturduğu düşünülebilir. Doğal ki, yeni bir 6 ay içinde bu oranda da bir altüst oluş yaşanabilir. Ama şimdilik görece bir kararlılıktan söz edilebileceği görülüyor.
ANAP, % 13-14’lere düşen oy oranını Ağustos 1990’da % 20’ye yaklaştırmıştı. Sonra yine düşüşe geçiyor. Öyle görülüyor ki, ANAP, % 13 dolaylarında dikiş tutturmak üzeredir. Yeni Genel Başkanı ve Başbakan M. Yılmaz’ın, özellikle bir kısmı basın tarafından pompalanan zoraki propagandası ve yapacağı “Bayram öncesi avans” türünden sözde “yenilikler”le oylan birkaç puan dalgalandıracağı tahmin edilebilir. Bu, dalgalanma ve dolayısıyla partiler ve partiler sisteminin itibar yitimini pekiştiren yeni bir gösterge olacaktır.
Bu siyasal istikrarsızlık ortamında ANAP’ın oy yükseltmesi, sistemin değer kaybından başka anlama gelmez. Dalgalanmalar, bir partinin hanesine birkaç puan yazsa bile, partiler sistemi ve parlamentarizm adına puan yitimi demek olmaktadır.
SHP ve onun oy oranlarındaki inip-çıkmalar, tam bir istikrarsızlık ve kararsızlık unsuru ve göstergesidir. SHP, yaptıkları ve yapmadıklarıyla sistemi en çok yıpratan parti görünümündedir, örneğin 75 Ecevit CHP’sinin rolünü oynayabilse, ama her şeyden önce onun yaptıklarını (görünüşte “anti-faşizm”, vaatler vb. yoluyla muhalefetin sahtekârca toparlanması) yapabilseydi, bugün en güçlü hükümet adayı parti olabilirdi. Ama sahte de olsa bir umut yaratamayan SHP, ANAP’ın yıpranmasının dermanı olamayarak, parlamenter sistemin yıpranmasının ve işlevsizleşmesinin başlıca “suçlusu” olarak sivrilmektedir. Ağustos 90’daki oyu olan % 20’den Aralık 1990’da 27,4’e yükselen, sonra Ocak 91’de % 18’e düşüp Mayıs’ta yeniden % 20’ye oturan SHP’nin bu iniş-çıkışlarının nedeni meçhuldür. Ama oyları durmamacasına yükselip düşmektedir. Bu kararsız oyuyla ne bir umut görüntüsü ne de hükümete aday bir parti imajı vermektedir. SHP’nin bu durumuyla, onun ana muhalefetini oluşturduğu siyasal sistemin umut vericiliği, itibarı ve kararlılığından söz edilebilir mi?
Tansu Hanım aracılığıyla gerdele girmeye soyunan DYP, hiç de sahip olduğu iddianın hakkını verecek bir kararlı oy tabanına sahip olamamaktadır. Mart 90’da 28’lerden Ağustos 90’da 20’lere inen DYP, Aralık 1990’da 2 puan kazanarak % 22,2’ye çıksa ne olacaktır? 2 ay sonra 21,5’e inmektedir. Peki, Mayıs 1991’deki % 26,7’lik oy oranı kararlı mıdır? Bu noktada kararlı duracak ya da ilerleyecek olmanın garantisi nedir? 2 ay sonra yine 20’lere düşmeyeceğini kim iddia edebilir? Ama dalgalanıp duran oyları ve kaygan oy zeminiyle bu parti, bugün anketlere göre 1. parti durumundadır.
DSP için bir önceki bölümde söylediklerimiz geçerlidir. Oylarını % 10 barajının üzerine çıkarmayı başarmış görünen DSP, düzenli büyüyen bir parti tablosu çizmektedir. 6 ay içinde 10,5’den 13,1’e ve 16,7’ye ulaşmıştır. Son iki yıllık performansı da kötü değildir. Belirli dalgalanmalar sayılmazsa büyüme durumundadır. Peki, sağlıklılık işaretleri var mıdır, bol mudur, kesin midir DSP yükselişinin? DSP, DYP ile birlikte, genel eğilim olan oy dalgalanmasından bugün için karlı çıkan partilerden biridir yalnızca. Henüz, parlamenter sistemin istikrarının bir göstergesini sağlamak üzere parlamentoda bile olmayan “tek kişilik bir ordu” durumundadır.

İki İstanbul anketi ve çarpıcı sonuçlar
Son olarak, İstanbul çapında, biri ‘89 Nisan’ında Milliyet-KONDA, diğeri ise 91 Mart’ında Tempo-KAMAR tarafından yaklaşık iki yıl arayla düzenlenen iki anketin sonuçlarıyla 87 Genel ve 89 Yerel Seçimlerinin İstanbul sonuçlarını karşılaştırmak eğlendirici olacak. TABLO -5, bu eğlencelik duruma ilişkindir.
87’den 91 Mart’ına ANAP oylan, büyük düşüş ve yükselişlerle olağanüstü dalgalanıyor, sonuçta, dalgalanması içinde hızlı bir irtifa kaybediyor ve parti yarısı kadar kalıyor.
SHP, ‘89 Nisan’ına kadar hızlı ve düzenli bir yükseliş içinde. Kitlelerin “umut” arayışını emiyor görünüyor. Sonra 89 boyunca, Türkiye çapındaki anketlerden bildiğimiz durgunluk geliyor. Deniz bitmiş, artık en alt düzeyde yapılan demagoji ile yaramaz hale gelmiş, kitleleri kanalize etmek, daha güçlü demagojileri ve ele geçirilen yerel yönetimler aracılığıyla “kanıtlar”ı gereksinir olmuştur. SHP ise, bu tür bir demagoji ve görünüşte kanıtların bile partisi değildir, SHP tercihli seçmenler kafalarında “acabalarla makul bir süre beklemiş, “umut ışığı” göremeyince SHP’den kopmaya yönelmişlerdir. Sonuç, SHP açısından tam bir hüsrandır: bir çukur olan SHP, konumunun hakkım vermek üzere baş döndürücü bir hızla inişe geçer; parti, ‘89 Nisan’ıyla ‘91 Mart’ı arasında tam yarı yarıya küçülür,

İSTANBUL SONUÇLARI – Tablo-5
87 Genel    89 Yerel     Nisan 89     Mart 91
ANAP        39,7        22,7        28,1        20,8
SHP        29,8        35,7        40,2        20,5
DYP        11,9        15,8        19,6        11,5
DSP        10,1        13,6        12,1        20,3
RP        6,9        10,7                7,3

DYP, önce, ‘87’deki oylarına göre yaklaşık iki kat büyüdükten sonra, son iki yıl içinde, bu kez, ‘87’deki potansiyelinin de gerisine kadar ufalır.
Refah Partisi, keza, önce neredeyse iki kat büyüdükten sonra yeniden ‘87’deki durumuna yaklaşır.
İstanbul sonuçlarının da, yine yalnızca Ecevit’in yüzünü güldürdüğü söylenebilir. ‘89’daki küçültücü dalgalanma bir yana bırakılırsa, DSP’nin ‘87’ye göre yaklaşık iki misli büyüdüğü görülmektedir. İşçilere ve Kürtlere tam bir düşmanlık güden, Eylül öncesine göre daha da sağa kayan ve başta karşı olduğu görüntüsü vermeye çalıştığı 12 Eylül sistemine söyleyecek lafı olmayan Ecevit ve DSP’sinin büyümesi nasıl izah edilmeli?
“Parlamenter sistem” tümüyle devre dışı olmayıp sonuçta partilere oy atılmaya devam edildikçe, çok sayıda insan bu sistemden kopuşa yönelse de, bazı partilerin küçülmesi, dolaysızca başka bazılarının büyümesini koşullandıracaktır. Ve sistem derinlemesine ve yaygın bir red eğiliminin sonucu olarak yıkılıncaya kadar, önemli olan, bir kısım partiler oy kaybederken bir kısmının kazanması değil, partileriyle birlikte genel olarak sistemin itibar ve işlev kaybı ve bunun göstergeleri olacaktır. DSP’nin yükseliş içinde olması, bugün onun “umut” oluşturduğu anlamına gelmiyor, -sahip olduğu oy potansiyeli bellidir ve Ecevit bile en ileri hedef olarak, ortağı olacağı bir koalisyonun sözünü etmektedir-, SHP’den uzaklaşan ama henüz kendi çıkarları ve daha ileri amaçlar uğruna mücadeleye çekilemeyen kitlelerin bir bölümünün hasbelkader ya da sosyal demokrat veya CHP geleneğiyle bir alışkanlık olarak DSP’ye yönelmiş olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Burada önemli olan, büyük dalgalanmalardır. Oylardaki dalgalanmalar, geniş kitlelerin kararsız bir arayış içinde olduklarını, hiç bir partide umut görmeyerek oradan oraya sürüklendiklerini ve genel olarak burjuva partilerinin ve bu partilerin unsurlarını oluşturdukları parlamenter sistemin geniş kitleleri belirli doğrultularda kanalize etmedeki yeteneksizliklerini, bunu başaracak itibara sahip olmadıklarını ve işlevsizliklerini göstermektedir.

Apolitiktik mi politikaya açıklık mı?
Öteden beri kitlelerin burjuva partilerden uzak duruşunun apolitikliğin belirtisi ve göstergesi olduğu savunula-gelir. “Demokratik” parlamenter yaklaşımların etkisinden tümüyle kurtulamayan irili-ufaklı sol gruplar da bu görüşü doğrulamayı görev bilirler.
Başlıca ‘79 seçim sonuçlarına ilişkin olarak taraftar bulan ve sonra hemen her seçim dolayısıyla savunulan, kitlelerin burjuva partiler ve parlamentodan uzaklığını, oy verme ve seçime katılma oranının düşüklüğünü apolitiklik olarak yorumlayan yaklaşım bugün de varlığını sürdürüyor ve kitlelerin devrimciler tarafından kazanılmasının önünde önemli bir engel oluşturuyor.
‘87’den bu yana hükmünü yürüttüğünü anketlerden izlediğimiz burjuva partilerin oy oranlarındaki dalgalanmalar ve kitlelerin bu partiler, politikaları ve onların birer unsurunu oluşturdukları parlamenter sistem karşısındaki uzaklık ve hiçbir partiye ve politikalarına sıkı sıkıya bağlı olmadıklarını göstermek üzere oylarındaki akışkanlıkta ifadesini bulan kayıtsızlık/kopuklukları, onların politikaya uzaklıklarının ya da apolitikliklerinin değil, tersine, politikaya ve politik çalışmaya gitgide daha açık hale geldiklerinin kanıtıdır.
Çerçeve yazımızda belirtildiği gibi, burjuva partiler ve parlamentonun işlevi, burjuvazinin çıkarlarını ve bu çıkarları şu ya da bu biçimde gerçekleştirmeye yönelik politikaları, ezilen ve sömürülen kitlelere, kendi çıkarları ve bu çıkarların gerekli kıldığı politikalar olarak benimsetmenin yanılsama yaratıcı araçları olmaktır. Burjuvazi, bu araçlarla kitleleri çeşidi kanallardan kendi düzenine bağlamaya yönelmiştir. Kanalların anahtarı ise, burjuva partilerin izlediği çeşitli politikalardır. Bu düzene bağlayıcı politikalara ve onların üreticisi düzen savunucu ve sağlamlaştırıcısı partilere ve onların oynaş ve aldatma alanı parlamentoya yakınlık ve bağlılık, politiklik olarak değerlendirilebilir; ancak bu, burjuvazi açısından doğrudur, ama ezilen ve sömürülen kitleler için ise burjuvazinin köleliği ve bu köleliğin içselleştirilmesi anlamına gelir. Burjuvazinin ve politikalarının politik değeri ve ilerletici ya da politikaya yaklaştırıcı bir değer taşıması, yalnızca, ezilen ve sömürülen kitlelerin politik yaşamla tüm bağları ve ilişkisinin yadsınması olan feodalizm ve onun kitleleri siyasi yaşamın dışında tutan koşulları karşısında geçerli ve olanaklıdır. Bir başka yönüyle burjuva politikasının, kitlelerin politikleştiricisi olarak değerinden, faşizm ya da asalak burjuva yozluk ve apolitiklik karşısında söz etmek mümkündür. Ancak bu durumda sözü edilen, düzen savunucu ve sağlamlaştırıcısı değil, radikal burjuva politikalar, küçük burjuva demokrasisinin ilerici, devrimci radikalizmi olabilir. SHP, DSP, DYP, ANAP gibi partilerin politikaları, bu tür politikalardan değildir.
Bugünkü Türkiye koşullarında, burjuva partileri ve politikalarından uzaklık ya da kopukluk, apolitiklik olarak değerlendirilemez. Milyonlarca emekçinin grev ve direnişlerin ötesinde sokak hareketlerine yöneldiği ve sokakları doldurduğu bir dönemde, bu kitlelerin burjuva partileri ve politikalarından uzak duruşları ve onların güçlüce etkisi altında olmayışlarının, genel olarak politikadan uzaklığın bir göstergesi olduğunun ileri sürülmesi, en yumuşak deyişle, politikayı burjuvazinin işi ve av alanı olarak görmektir.
Burjuva partiler, izledikleri burjuva politikalar ve başlıca parlamentoda yürüttükleri sonu gelmez aldatıcı tartışmalarla, ezilen ve sömürülen kitleleri kazanıp burjuvazinin ve burjuva politikaların yedeği haline getirmenin ve onları yanılsamalı bir bilinç temelinde kendi kendilerini yönettiklerine inandırarak parlamentonun ve genel olarak düzenin bekasının savunucuları haline getirmenin aracıdırlar. Ancak işlevlerini yerine getirebilmeleri, burjuvazinin çıkarlarını, kitlelere, kendi çıkarları gibi gösterebilme yeteneklerine ve dolayısıyla, olduklarından başka bir görüntü vererek gerçek amaç ve politikalarını gizleyebilmelerine bağlıdır. Ama en başta 12 Eylül’ün oluşturduğu siyasal sistem bunu olanaksızlaştırmakta ya da siyasal partileri, ancak kendisine karşı çıkarak işlevlerini gerçekleştirebilme yönünde zorlamaktadır. Böyle bir yöne girmeyi düşünmek bile istemeyen pek saygıdeğer düzen ve devlet yanlısı partilerimiz ise, kitlelere bir umut sunamayarak itibar yitirdikçe yitirmektedirler. Eylül’e ve Eylül sistemine karşı çıkmanın devleti zaafa uğratacağını ve toplumsal muhalefeti geliştirmeye hizmet edeceğini düşünüyorlar; bu yola girmiyorlar. Ve sonuç olarak işlevsizleşiyorlar.
Peki, burjuva politikaların, yani gerici düzen yanlısı burjuva partiler tarafından aldatılmanın ve dolayısıyla düzene bağlılığın uzağında duran, üstelik sokağa taşan toplumsal hareketliliğiyle, burjuva partilerinin, düzen karşıtı bir hareketin gelişmesine hizmet edebilecekleri endişesiyle, kendi taleplerinin demagojisini bile yapmaktan kaçınmalarına neden olan emekçi kitleler neden politikaya uzak olsunlar? Tam tersine onların, işlevsizleşmekte olan saygın partilerin burjuva politikalarının da etkisinin uzağında ve önemli ölçüde geçersizleşmiş bu etkiden de en azından çeşitli yönleriyle kurtulmuş olarak, devrimci politikaya açık ve yatkın bir konumda bulunduklarını söylemek, gerçeğin ifadesi olacaktır. Evet, burjuva partiler ve politikalardan uzaklık, devrimci ve komünist partiye, programına ve politikalarına açıklık ve onları kabul ve yönetiminde mücadele etmeye yatkınlık demektir.
Hayır, Aydınlıkçı SP gibi, geniş kitleler henüz önemli ölçüde kendiliğindenliğin sınırlı ufkunu aşamamışken, burjuva partilerin işlevsizleşmesinin, dolaysızca, Marksist önderliğin gerçekleşmesi anlamına geldiğini ve emekçi kitlelerin sosyalist politikalarla mücadele ettiğini söylemiyoruz. Kuşkusuz, burjuva partilerin itibar yitimi ve işlevsizleşmeleri, kendiliğinden bu anlama gelmez. Ama açıktır ki, emekçi kitlelerin burjuva partiler karşısında kopuşmaya varacak denli hoşnutsuz ve umutsuz bir konumda olmaları, devrimci komünist parti ve politikalarına, kitlelerin kendi çıkarları temelinde örgütlenmeleri ve mücadeleye atılmalarına görmezlikten gelinemeyecek önem ve genişlikte olanaklar sunar ve sunmaktadır. Bu durumu apolitiklik olarak tanımlamak buyana, ondan devrimi hazırlamak için, hem de hızlı bir hazırlık için yararlanmayı bilmemek ve becerememek, komünizm ve işçi sınıfının kurtuluşu davasının adını boş yere ve ona layık olmadan anmak olacaktır.
Yürüyüş halindeki Zonguldak madencilerinin, henüz burjuvazinin genel ideolojik ve siyasal etkinliğini kırmayı başaramamış olsa da, somutta hiçbir burjuva partisiyle birleşmeye ve onlar tarafından yedeklenmeye yönelmeyen eylemliliğinin ve bu eylemliliğin sunduğu olanaklarının anlam ve önemini anlamayanlar, bırakalım komünizmi, devrimci bir zeminde de olamazlar.
Tarih, Türkiye proletaryası ve komünistlerine, bu ülkede önceden yaşanmamış olanaklar sunuyor: milyonlarca hareketlenmiş, eylemleri sokağa uçan isçi ve emekçi. Ve ulusal bir hareketlilik. Üstelik işlevsizleşmiş, bu eylemli gücü düzene kanalize etme yeteneğine sahip olmayan burjuva partiler ve bir politik sistem. Hedef, kaçınılmazlıkla, sınıfın yığınsal partisi ve zaferi kazanacak bir devrim olabilir. Olmalıdır. Olacaktır.

12 Eylül’ün Yarattığı Parlamenter Sistem
5 kişilik bir cuntanın “demokrasi” dâhil her şey “rayına” oturttuğu 12 Eylül Türkiye’si, önce bir “danışma meclisine tanık oldu. Sonra, cunta başının “kefil” olduğu, bu meclisçe hazırlanan 82 Anayasası “ezici çoğunlukla” onaylandı.
Pek fazla özgürlüklere yer veriyormuş gibi ‘71’de, o zamanın cunta başı Tağmaç tarafından lüks bulunan ve sonuçta budanan 61 Anayasası, böylece yürürlükten kalkmış ve oluşturduğu “dengeler”e de son verilmiş oldu.
“Vatandaş” karşısında devletin daha fazla gözetilmesi gerekiyordu. 71’de her nasılsa gözden kaçmış gedikler, bu kez sıkı sıkıya kapatılıyor, konuşmak-oturmak-kalkmak, kısaca insana özgü ne varsa yasaklanıyordu.
Ancak, esas “ilerleme”, sistemin işleyişinin örgütlenmesinde gerçekleştirildi; çünkü Kemalist “solcularımızın demokratiklik iddialarının tersine ‘71’de “gözden geçirilmiş” 61 Anayasasınca tanınmış ve 12 Eylülcülerin yok edeceği özgürlük kırıntıları pek azdı. Ve 12 Eylülcü cuntacılar, devlet organlarının ve çalışmalarının düzenlenmesinde değişikliklere yöneldiler.
Tekeller yeterince güçlüydüler ve yeterince güçlü bir yürütme mekanizması şarttı. Güçlerin dağılmaması ve gereksiz sürtüşmelerle yıpranmamaları elzemdi. Burjuva hukukunun sözde “kuvvetler ayrılığı” olarak benimseyip öngördüğü prensip ve onun “tavizsiz” uygulanması, sistemin tıkanma sına götürüyor, Evren’in sık sık örnek verdiği gibi partiler “uygarca” uzlaşmayı beceremediklerinde cumhurbaşkanı bile seçilemiyordu.
Kuşkusuz, “kuvvetler ayrılığı” olarak belirtiler ve Kemalistlerle liberallerin önemini vurguladıklar şey, sermayenin egemenliği koşullarında önemsiz bir ayrıntı ve görünüşü kurtarmaya yarayan propaganda değerine sahip bir metadır. Kastedilen, yürütme (hükümet), yasama ve yargının (mahkemeler) birbirinden bağımsızlığıdır. Ancak bunların tümünün sermayeye bağımlı ve onun egemenliğinin çeşitli yön ve ifadeleri oldukları kuşkusuzdur.
Üstünlüğü, genel geçerliği ve ebediliği üzerine çok sesli şarkılar bestelenen parlamenter sistem, propagandaya göre, “genel oy”la seçilen “halkın temsilcilerinden oluşan “yasa yapıcı” bir kurulun, parlamentonun ve onda yansıdığı iddia edilen “mili irade”nin üstünlüğüne dayanır. Siyasal partiler bu noktada işlevselleşirler. İçinde halkın örgütlendiği varsayılan siyasal partiler, vaatlerini sıraladıkları programları doğrultusunda yasalar yaparak ülkeyi yönetmek üzere parlamentoda çoğunluk elde etmek için seçimlerde birbirleriyle yarışırlar. Çoğunluğu sağlayan parti, devletin gündelik işlerini yürütmenin aracı olan yürütme organını (hükümeti) kurar. Bu hükümetin parlamentoya karşı sorumlu olduğu farz edilir ve parlamento tarafından denetlenir. Diğer iki kurum gibi, “mülkün temelini korumaya ve kendi şahsında bu “temeli hukuk ve adalet açısından gerçekleştirmeye yönelen irili ufaklı mahkemelerin ise, yargı bağımsızlığının nadide çiçekleri olarak, “iktidarın diğer organlarının denetimi dışında olduğu ve tersine hukuk açısından onları denetlediği iddia edilir. Ülkenin demokratiktik düzeyinin yüksekliği oranında bu biçimsel kurallara uyulmaya çalışılır. Hükümet pek fazla parlamentoyu atlayarak “keyfi uygulamalara yönetmez: parlamento yasa yapar ve hükümeti denetler, yargı organları bu süreçte ortaya çıkan yasaya uygun olmayan yanları düzelterek ve ülkede “adaletsizliklerin önüne geçerek” rolünü oynar.
12 Eylül öncesi, 27 Mayıs darbesinde belirli bir rol oynayan liberal burjuvazinin de etkisiyle geçerli kılınan “parlamenter sistem”, görünüşte bu kural ve prensiplere daha yakın bir işlerlikteydi. Parlamentonun, Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Sayıştay gibi yargı ve denetim organlarının belirli bir etkinliği vardı. Bunun ne tür bir etkinlik olduğu üzerinde duracağız; ancak, yanılsamalı toplumsal bilinçte, bu etkinlik şöyle ya da böyle belirli bir orandı yansıyordu. 12 Eylül’ün düzenlemeleri, devletin ve organlarındaki tıkanmaların aşılması adına, devleti ve organlarını devrim ve sosyalizme karşı dahi savaşkan ve güçlü kılmak adına, tekellerin siyasal çıkarları yanında ekonomik çıkarlarının da gereksindiği yüksek düzeyde bir merkezileşmeyi gerçekleştirmeye yöneldi. Sonuçta, Eylül öncesi kitleler üzerinde belirli bir yanılsama yaratmanın aracı olabilen “parlamenter sistem”den geriye çok az şey kaldı. Parlamento büyük oranda işlevsizleşti “Parlamenter sistem”in ayrılmaz parçaları olar parlamenter partiler de bundan nasibini aldı. Kapatılan eskilerinin yerine kurulan yenileri daha başlangıçta ölüme yazgılı doğdular. Cuntanın istek ve iradesine rağmen kuruldukları görünümünü verebilen bazıları, bir parçası oldukları 12 Eylül sisteminin kendilerini işlevsizleştirici niteliğinin bir sonucu olarak, bu sistemin işleyişi içinde ve tarihsel açıdan çok kısa sayılabilecek bir zaman diliminde ve başlıca, kuralları koyulmuş sisteme uyum sağlayıp karşı çıkmamaları nedeniyle, işlev ve itibar yitimine uğradılar.
12 Eylül ve 82 Anayasası, içinde 27 Mayıs darbesini gerçekleştiren devletçi ve CHP eğilimli Mili Birlikçi tabii senatörlerin belirli ve hatta anahtar rol oynadıkları Senato ile birlikte çift meclisli sisteme son verdi. Genel olarak parlamento karşısında yürütmenin yetkilerini artırdı; onun, parlamentoya başvurmadan ve onun denetimi dışında iş yapabileceği alanı genişletti. Eskiden de varolan kararnamelerle yönetim kolaylaştırıldı ve genelleştirildi. Kanun hükmünde kararnamelerle parlamentonun birçok “asli” görevi hükümete aktarıldı. Ülke, hatta bakanlar kurulu üyelerinin tümünün de imzasını gereksinmeyen üçlü kararnameler aracılığıyla yönetilmeye başlandı. Artık, Cumhurbaşkanı + Başbakan + ilgili Bakanın imzaları hemen her işin kotarılmasında yeterli oluyordu. 12 Eylül sisteminin çoğuna olanak sağladığı Özal’ın “tek adamlık” girişimleri, çürümeyi iyice derinleştirdi. Bakanlar ve Başbakan kapıkullarına dönüştü. Bakanlar eskiden sahip oldukları yetkilerden arındırıldılar. Bakanlar, üzeri, gerektiğinde bir kanun hükmünde kararname metni, gerektiğinde ise istifa dilekçesi olarak doldurulmaya hazır boş kâğıtlar imzalayıp verdiler. Çoğu kez, çoğu bakanın, altında imzası olar bir karardan haberi olmadığı görüldü. Aynı şey başbakanın da sık sık başına geliyor.
Bakanların ve Bakanlar Kurulunun uğradığı işlev yitimi, “parlak beyinler” ve “prensler” olarak lanse edilen, çoğu yurt dışından, Dünya Bankası ve diğer kuruluşlardan ve özel şirketlerden “transfer edilmiş bürokratların, genel müdürler ve müsteşarlar vb. olarak işlevselleşmesiyle karşılandı. Rüştü Saraçoğlu, Bülent Şemiler, Cengiz İsrafil vb. gibi zaman zaman yenileriyle değiştirilen “prensler”, Merkez Bankası ile diğer devlet bankalarının, Hazine Müsteşarlığının, Toplu Konut Fonu ve Karne İdaresi Ortaklığı Başkanlığının, Bakanlık Müsteşarlıklarının başına büyük yetkilerle donanmış olarak geçirildiler. Eskiden fikirler üretip planlar yapar ve imzaya hazır kararlar hazırlayan seçkin bürokrasi, artık Bakanlar Kurulunu, Parlamentoyu ve dolayısıyla bunları oluşturmak ve kurmak üzere seçimlere katılan siyasal partileri işlev yitimine uğratarak, çoğunlukla kendi imzasıyla söz ve karar sahibi olarak iş görür hale gelmişti.
12 Eylül öncesinde, çeşitli dengeler nedeniyle parlamento ve hükümetin “yasaya uygun olmayan’ tasarruflarını denetleyip düzeltme görüntüsüyle devlet işlerinin yürütülmesine katılan yüksek yargı organları, Eylül’ün 82 düzenlemesiyle büyük ölçüde yetki ve işlev kaybına uğratıldıkları gibi, üyelerinin seçiminde de Cumhurbaşkanına önemli bir “pay” ayrılarak merkezileştirilmiş yürütmenin ihtiyaç ve isteklerine, yönlendirmesine bağlandı. Böylelikle sermayenin gücünün bağlayıcılığının yanına, ancak usul ve şekil sorunlarıyla ilgilenebilme gibi yetkisizleştirilme ve üyelerin seçimi dolayısıyla denetim altına alınma da eklenmiş oldu. Bu şekilde, yürütmenin güçlendirilmesi yoluyla güçlendirilen devlet, “mülkün temeli” olan “adalet”in göstermelik biçimsel burjuva hukuk normlarının da “denetimi”nden tümüyle kurtarılarak ezilenlere saldırısında tamamıyla özgürleştirilmiş oldu. Artık “hukuk devleti” tabirinin aldatıcı bir işlev ve hükmü bile kalmıyordu.
82 Anayasasıyla 12 Eylül’ün kurduğu “parlamenter sistem”in, artık sınıfın ve emekçi katmanların en geri yığınlarını bile uyutup aldatmada acz içine düşmesinin en temel nedeniyse, yasama gücünü parlamento ve yürütme gücünü de hükümet olmaktan çıkararak, bu iki gücü birden ve ilgi alanı dışında ancak ufak-tefek bazı ayrıntıları bırakmak üzere üstlenen Milli Güvenlik Kurulu’nun açıktan ve dolaysızca yetki ve işlev sahibi kılınmasıdır. MGK, 61 Anayasasının bir kurumuydu ve darbeyi yapan subaylar tarafından sözde kendi “ilerici” rollerini gerçekleştirmelerinin aracı anayasal bir kuruluş olarak oluşturulmuştu. Bu kurul, Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları, MGK genel sekreteri bir General, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve birkaç Bakandan kuruluydu; devlet işleri ile ilgili gerekli gördüğü her konuyu tartışıyor ve vardığı sonuçlar “tavsiye” niteliğinde olmak üzere hükümete iletiyordu. 12 Eylül düzenlemesi, MGK’nın hükümete ilettiği kararları, lafızda da, “tavsiye” niteliğinde olmak tan çıkararak “uyulması zorunlu tavsiye kararları” haline soktu. Artık hükümetin MGK kararlarına uymaması söz konusu değildi. Böylece MGK, hükümeti bir kenara iterek asil yürütücü güç olarak ortaya çıktı. Yürütmenin kanun hükmünde kararnameler aracılığıyla gerçekleştirildiği düşünüldüğün de, MGK, aslında ve sonuç olarak parlamentonun da işlevini üstlenmiş oluyordu.
Kısacası, devlet işlerinin, başka bir deyişle siyasal yaşamın örgütlendirilmesi ve gerçekleştirilmesinin görünür kuralları ya da kelimenin gerçek anlamıyla görüntüsüne ilişkin olarak, 12 Eylül düzenlemeleriyle oluşturulan sistem, kendinden öncekine göre, yasama ve yargının yürütme lehine güçsüzleştirilip işlevsizleştirildiği ve yürütmenin de hükümetten çok gerçek sahiplerinin eline bırakıldığı, parlamenter görüntünün bile kurtarılamadığı bir “güçlü devlet” sistemidir. Bu sistem, kendini gizlenme ihtiyacındaki ar ve haya organlarını bir asma yaprağı ardında gözlerden ırak tutmayı beceremeyen, aslında faşist yol göstericilerin “güçlü” ve organlarının işleyişinde sorunsuzluk adına merkezileştirilmiş devlet özlemi uğruna, buna gerek de duymayan faşist bir sistemdir. Bunun aracılığıyla, hukuksal denetimin zora sokuculuğu ve parlamenter tartışmaların geciktiriciliği ve engelleyiciliğinden özgürleştirilmiş açık terörün sınırsız ve doğrudan uygulanabilirliği gözetilmiştir. Ama görüntünün feda edilmesiyle, önemli bir şey göz ardı edilmiştir: papazın ya da imamın işlevi. Eylülle oluşturulan sistem, emekçilerin zihinlerini, düzer ve sistemin bu zihinlerde yansılanışını, toplumsal bilincin dikkate alınması ve yönlendirilip denetlenmeye çalışılması ihtiyacını unutmuştur. Parlamento gibi “uygun” araçların işlevsizleştirilerek, aslında, emekçilerin aldatılıp yatıştırılması ve bu yolla pasifleştirilmesine boş verilmiş, pasifleştirmenin tek yöntem ve aracı olarak çıplak zor ve onun araçlarının kullanım değerine sahip olduğu düşünülmüştür.
Siyasal partiler, parlamento ve gerçek iktidar organları
Parlamenter sistem, burjuva diktatörlüğünün bit örgütlenme biçimidir. Kapitalizm öncesinde çeşitli parlamentolar görülse de, o, esasta burjuva diktatörlüklerine özgüdür. Bu sistem, çeşitli partilerin “genel oy”a başvurularak “seçim sathı maili”nde yarışmalarına ve “halkın” daha çok “temsilciliğini kazananın parlamentodaki çoğunluğu ve kuracağı hükümet aracılığıyla ülke yönetimini üstlenmesine dayanır.
En demokratiğinden en gericisine kadar burjuva parlamentarizminin özü, proletarya ve emekçilerin burjuvazinin hangi bölümü, hangi partisi tarafından ezilip baskı altına alınacağının kararlaştırılmasıdır. Ancak bir parlamentonun varlığına “izin verildiği dönemlerde bizim ülkemizde parlamentarizm, bu bilinen rolünü de oynayamamış; gerek “genel oy”la halkın iradesini ifadelendirmesi türlü yollarla engellenmiş, gerek -askeri cuntalar döneminde faşist olanları bile içinde olmak üzere- siyasal partiler çeşitli yollarla baskı altına alınmış ve gerekse de MGK gibi organlar açık ya da üstü örtülü olarak kendi iradelerini “milli iradenin organı” parlamentoya dikte etmişlerdir. Siyasal yaşam, geçici ve sınırlı bazı dönemler dışında faşist partiler ya da cuntaların denetiminde ve egemenliğinde olmuştur. Bizde parlamento, burjuva özgürlüklerin zaten güdüklüğü ve ezilen sınıflar için olmayışının ötesinde siyasal demokrasi ve özgürlüklerin ayaklar altında olduğu koşulların siyasal örgütü olarak şekillenmiş ve faşist diktatörlüğün ayıbını örtme fonksiyonunu yerine getiren bir asma yaprağı olarak kullanılmıştır. Bu nedenle bizde görece istikrarlı bir parlamentarizm de varolamamaktadır.
Bu durum gerek 12 Eylül öncesi gerekse sonrası için geçerlidir. Fark, 82 “anayasal sistemi”nin öncekine göre bir parlamenter sistem olmaktan çok daha uzak, çok daha sınırlı ve güdük, asma yaprağı olarak öne takılmakla takılmamanın sınırında ve faşizmin sağını-solunu gözlerden gizleyemeyecek derbederlikle kullanılıyor oluşundadır.
Bizde parlamentarizm pek zorlama bir “sistem’ görünümündedir.
Sorunun bir başka önemli ve temel yanı, değişken olmayan, kalıcı ve sürekli yetkinleştirilip mükemmelleştirilen gerçek iktidar organlarının, -burjuva anlamda demokratik olsun ya da olmasın- iktidarın gerçekleşmesinde şöyle ya da böyle belirli bir aracı rolü oynayan parlamentolar değil, bürokrasi ve sürekli ordu oluşudur.
“…herhangi bir parlamenter ülkeyi düşününüz asıl ‘devlet’ işleri hep kulislerde görülür; bu işler hep devlet daireleri, bakanlıklar, kurmay kurulları tarafından yürütülür. Parlamentolarda, yalnızca ‘saf halk’ı aldatma ereğiyle, gevezelikten başka bir şey yapılmaz.” (Lenin, Devlet ve İhtilal)
Parlamentolar iktidarın asli kurumu değildir ama iktidarın gerçekleşmesinde belirli bir rol de üstlendikleri için partiler parlamentoda çoğunluğu ele geçirmeye ve böylece asıl iktidarın asıl kurumlarında etkili olmaya ve bunlardan yönetsel ve parasal “arpalıklar” olarak yararlanmaya uğraşırlar.
“Hükümet değişiklikleri oyunu, aslında ülke ölçüsünde, bütün merkezi ve yerel yönetimlerde, yukarıdan aşağı yapılan bu yağma ve ‘ganimet’ pay taşımının dile gelmesinden başka bir şey değildir. (Lenin,Age)
Lenin, 19. yy. sonuyla 20 yy. başında ileri ülkelerin değişik biçimler altında da olsa şu aynı süreçten geçtiğini belirtiyor: “…bir yanda cumhuriyetçi ülkelerde olduğu kadar kralcı ülkelerde de parlamenter bir iktidar’ın hazırlanması ve öte yanda, burjuva düzenin temelleri olduğu gibi kalmak üzere, yönetsel arpalıkları kendi aralarında paylaşmış ve yeniden-paylaşmış bulunan çeşitli burjuva ve küçük burjuva partiler arasındaki iktidar savaşımı son olarak da, ‘yürütme gücü’nün, bu gücün bürokratik ve askeri aygıtının yetkinleştirilip sağlamlattırılması.” (Age)
Bizde de “ufak-tefek” farklılıklarla benzer bir süreç görülüyor: İnşallah “parlamenter bir iktidar” bir gün bizde de kurulacak! Şimdilik bir parlamentomuz var, ama bu görünüşü bile kurtarmaya yetmiyor, iktidarın görüntüde olsun onun elinde olduğunu söylemeye en oportünist “sosyalist”in bile dili varmıyor. Ama güdüklüğü bir yana, olanca sahteliği içinde bu sözde “parlamenter iktidar”ı ele geçirmek için yaman bir partiler savaşımı olduğu bir gerçek. Bu “gerçek”, en çok sonu gelmez erken seçim istekleriyle yönetsel “arpalıklar”ın şimdiden paylaşımında ve olası yeniden paylaşım çabalarında yansıyor.
Parlamentolar, demokratik ülkelerde sermayenin egemenliğini ve bu paylaşım pisliklerini sonu gelmez tartışmalarla gizlemenin, halkın kendi kendini, kendi temsilcileri aracılığıyla yönetmekte olduğu yalanını yaymanın aracıdır. Bizdeyse, bu işlevini gerçekleştirememektedir. Bizde “arpalıklar” için ve görünüşte iktidar için partiler arasında bir savaş vardır; ama, gerçek iktidar organlarının bürokrasi ve sürekli ordu olmasının ötesinde, yürütme ve yasama gücünü, 5 generalle 5-10 büyük bürokrat ve hepsinin de üstünde, bugün için Amerikan emperyalizminin tam desteğini arkasında bulan Özal elinde bulundurmaktadır.
İşlevsizleşen parlamento, işlevsizleşen parlamenter partiler, işlevsizleşen hükümet, bu bugün Türkiye’nin gerçeğidir. Ve 12 Eylül’ün kurduğu sistemin temel açmazlarındandır. En geri emekçi yığınları bile hızla bu durumu görmekte, kendi sefaletleri ve ezilmeleriyle, bu sefaletin ekonomik ve siyasal örgütlenmişliğine ses çıkarmayıp tersine bu durumun 12 Eylül tarafından sistemleştirilmesine uyum sağlayan “ganimet” peşindeki siyasal partiler ve onların doluştukları bir ahır olan sözde “yasama” kurumundan hızla kopmaktadırlar. Bu gerçeği en başta devrimcilik adına parlamentoculuk yapanlar görmek zorundadırlar.

Temmuz 1991

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑