SB’deki revizyonist karşı devrim ve kapitalizme geri dönüşten sonra tüm dünyada Marksizm-Leninizm’in bayraktarlığını yapan, modern revizyonizmin yüzünü açığa çıkaran, Leninizm ve sosyalizmi Titoculuktan Maoculuğa kadar her türden sapma karşısında başarıyla savunan AEP, dönek Ramiz Alia ve ekibi tarafından teslimiyet ve revizyonizm yoluna sokuldu.
Bugün AEP’de, R. Aila’nın teslimiyetçi revizyonist çizgisi egemen olmuştur ve ASHC, dönekler güruhunun eline geçen yakın geçmişin bu şanlı partisi aracılığıyla kapitalist restorasyon yoluna sokulmuş, Arnavutluk’ta toplumsal yaşamın her alanında Marksizm Leninizm ve sosyalizme cephe alınmıştır.
Sorunun bu durumun tespit edilmesi olmadığı açıktır. Bu, Arnavutluk ve oradaki gelişmelere uzak-yakın bir ilgi duyan hemen herkesin, pek de düşünmeye gerek hissetmeden, ilk ağızda ortaya koyabileceği bir gerçektir. Marksistler açısından durumun tartışılır yanı yoktur, olamaz.
Ramiz Alia çizgisinin çeşitli yönleriyle ayrıntılı olarak ortaya konması bile gerekmiyor bu saptama için. BM konuşmasında, Avrupa’da ye dünyada “yumuşama, güvenlik, çatışmama, işbirliği, yardımlaşma ve uyum” peşine düşen, “şiddete başvurulmamasını” dileyen, Arnavutluk’u AGİK sürecine katan, Körfez bunalımında Irak’ın kınanmasını ve ambargoyu savunan R. Alia ve ekibinin emperyalizmin önünde diz çöküşü belirgindir. “Parti ve ülke yaşamının devrimcileştirilmesi ve demokratikleştirilmesi” adı verilen reformlarla izlenen çizgi yeterince açıktır. Partinin önderliği ve ülke ve devletin tek yönetici gücü olma özelliğine son verilerek politik çoğulculuk sistemine geçilmesi, özel mülkiyetin serbest bırakılması ve pazar ekonomisine geçildiğinin açıklanması, yabancı sermaye ile ortak banka ve şirketler kurulmasına girişilmesi, sendikaların bağımsızlaştırılması, din propagandasına izin verilmesi, genel olarak batı standartlarının savunulması, geçmişin “hataları”na, yani E. Hoca’nın çizgisine savaş açılması. Stalin’in ismi ve eserlerinin her yerden kaldırılması, Enver Hoca heykellerinin kaldırılıp kaldırılmamasının halkoyuna sunulacağının açıklanması vb. gibi önlemlerin anılması, bu çizginin revizyonist burjuva içeriğini belirtmek için yeterli olacaktır.
Sorun, Alia çizgisinin burjuva revizyonist niteliğiyle AEP ve ASHC’nin bugünkü durumunun saptanması değil, bu duruma nasıl ulaşıldığı, AEP ve Arnavutluk’un bu duruma nasıl getirildiğidir. Sorun, SB ve bir dizi ülkede geri dönüşün deneyleriyle eğitilmiş, bu deneylerden teorik ve pratik sonuçlar çıkarmış AEP ve onun yönetimindeki ASHC’nin nasıl geri dönüş yoluna sokulduğu sorunudur. Ve bu durum bütün ülkelerin Marksistlerine, geriye dönüşlerin, derinlemesine inceleme konusu edinilerek, neden ve sonuçlarıyla, gerçek temelleriyle ortaya konması, Marksizm Leninizm ve sosyalizmin temel ve genel sorunlarının irdelenerek her türden sapmaya karşı ideolojik mücadelenin geliştirilmesi sorumluluk ve görevini yüklemektedir.
AEP’nin revizyonizmin egemenliğine girmesi ve ASHC’nin “kapitalizm yoluna sokulmasının, teşvik ve tehditleriyle bu yolun açılmasında katkıları olan uluslararası burjuvazi ve revizyonizmin, Troçkistlerden Maoculara kadar bütün bir anti Marksist cephenin eline önemli bir koz verdiği gerçektir. “Sosyalizmin son kalesinin yıkılması”, bu cepheyi sevince boğmakla kalmamış, Marksizm Leninizm ve sosyalizmin tamamen “öldüğü” iddiası içinde olmak üzere, Stalin ve eserine, sosyalizmin temel sorunlarına ilişkin sapmalar oluşturan tezler daha yüksek sesle savunulur olmuştur. Bu gerici bloklaşmanın Marksist ve devrimciler ve emekçi kitleler arasında, Arnavutluk’taki durumdan harekede, kuşku, güvensizlik, umutsuzluk ve moral bozukluğu yayıcılığına şimdiden soyundukları görülüyor. Bu koşullarda geri dönüşlerin neden ve gerçek temellerinin olanca derinliğiyle ortaya konup burjuva revizyonist cepheye karşı amansız bir ideolojik mücadelenin yükseltilmesi daha bir önem kazanmaktadır. Üstelik geri dönüşlerin köklü bir analiziyle bunlardan dersler ve sonuçlar çıkarmak, gelecekteki ideolojik, politik, örgütsel gelişme ve mücadeleler açısından dirimsel önemdedir.
Gerici kamp sevinebilir, ancak sevinci kursağında kalacaktır. İşçi sınıfı ve Marksizm, kuşaktan kuşağa deney aktarımlarıyla da, onları savunacak ve savunma yeteneğinde evlatlarını yetiştirmektedir. Lenin, Marks ve Engels’in eserini geliştirip zenginleştirdi, onu savundu ve yaşama geçirdi. Stalin, Lenin’in öğrencisi ve takipçisi olarak Marksizm Leninizm hazinesine sahip çıktı, uyguladı ve geliştirdi. Sevgili Enver Hoca, Stalin’in yanında ondan öğrendi ve Marksizm Leninizm’i en zor koşullarda, bütün bir düşman cepheye karşı ve güvenle söyleyebiliriz ki, eserlerinin bütününde genel olarak ilke yanlışlıklarına düşmeden, savundu. Türkiyeli komünistler, uluslararası komünist hareketin değişik ülkelerdeki müfrezeleri, öğretmenleri olarak tanıyıp tanıtacakları Enver yoldaşları ve onun dik başlı yiğit devrimci AEP’den çok şey öğrendiler. Biz hazırız. Çeşitli ülkelerdeki yoldaşlarımız hazırlar. Bütün bir gericilik karşısında Leninizm’i savunacak yeterince birikimimiz var. Savunacağız, uygulayacak ve geliştireceğiz. Tarihin tekerleğini tersine döndürmek isteyen, her kim olursa olsun onun altında kalacaktır. Bu tekerleği hep ileri doğru iteceğiz. Marksizm’in yenileceğini sananlar aklandıklarını görecekler. Marksizm, ne Rusya ne de Arnavutluk var diye var olmadı. Rusya, Arnavutluk ve diğerleri, Lenin, Stalin ve Enver Hoca gibi büyük devrimcilerin ve onların yaslanıp örgütledikleri, harekete geçirdikleri işçi sınıfının güçlü omuzlarında sosyalizm yoluna girdiler. Kapitalizm yolunda yürüyenler ve bu yola taş döşeyenler, dünya işçi sınıfının olanaklarını, işlevini ve bu işlevini gerçekleştirme potansiyelinin gücü ve sınırsızlığını unutuyorlar. Oysa bu güç kendisini Türkiye’de bugünden hiç de azımsanmayacak boyutlarıyla ortaya koyuyor bile.
Marksistler açısından Stalin ve Enver Hoca tabu değildir. Ama özellikle bu aşamada bu iki büyük komünisti savunmak, onlara ve eserlerine sahip çıkmak, gerçek Marksist olmanın ve sosyalizm yolunda yürümenin ölçütü durumundadır. Proletarya kurtuluşuna, ancak onların ve eserlerinin izini sürerek ulaşabilir. Marksistler bu izi sürecekler.
Mao’nun izini sürenlerin, Deng ve ekibinin hali ortadayken, Maocular, AEP’in Mao’yu eleştirmeye başladıktan sonra girdiği “dogmato revizyonist” (ne demekse? Gerçekte, ya dogmatik olunur ya revizyonist) yolda kaçınılmaz olarak bu noktaya geldiğini iddia ediyorlar. Onlara göre, herhalde en başta burjuvaziden kopmamak, ekonomik ve siyasal iktidarı onunla paylaşarak “sosyalizmi inşa etmek” (!) gerekiyordu.
Troçkistler, zaten “tek ülkede sosyalizmin zaferi olanaksız”dı ve “Arnavutluk bürokratik bir işçi devletiydi” temel tezlerinden (70 yıldır çiğnene çiğnene eskimiş tezlerden) hareketle yeni bir iddiada bulunuyorlardı. “Arnavutluk Doğu Avrupa ülkelerini takip edecekti”… Arnavutluk’la diğer Doğu Avrupa ülkelerini “Stalinist diktatörlükler” ortak paydası ile aynı kefeye koyuyor, ona aynı geleceği biçiyorlardı. Şimdi söylediklerinin doğrulandığını düşünüyor ve iddia ediyorlar. Gerçek değildir.
Arnavutluk uzun yıllar proletarya diktatörlüğü altında sosyalizmi inşa ettikten sonra, Doğu Avrupa ülkelerinin on yıllar önce girdikleri revizyonist karşı devrim yoluna değişik koşullarda ve yeni giriyor.
Doğu ülkelerindeki revizyonist çöküntünün Arnavutluk’un geri dönüş yoluna girmesinde belirli bir etkisi oldu. Bu ülkelerin çöküntü ve bütünüyle batılılaşma yoluna girmeleri öncesinde, Arnavutluk, dış ticaretinin önemli bir kısmını onlarla yapıyordu. Arnavutluk’a yönelik burjuva revizyonist kuşatmanın nispeten gevşek olduğu ülkeler arasında, Türkiye gibi ülkelerin yanında, birkaç Doğu Avrupa ülkesi vardı. Bu bloktaki çöküş, takasa dayalı olarak gerçekleşen bu ticareti bozmuş ve dolayısıyla Arnavutluk’un ekonomik durumunu zorlaştırmıştı. Üstelik Arnavutluk yaşayan tek sosyalizm uygulaması olarak bu ülkelerin öfkeyle ve vahşice hedefledikleri ülke olmuştu. Doğu ülkelerinde iktidara gelen yeni batıcı güçlere kendi yakın geçmişlerini hatırlatıyor ve ölesiye nefret ettikleri ve hınçla saldırdıkları sosyalizmi temsil ediyordu. Arnavutluk’a yönelik kuşatma, bu koşullarda amansızlaştı, vahşileşti ve sertleşti. Sosyalizmi çökertmek için her türlü yola, tehdit, şantaj, propaganda, gericiliğin kışkırtılıp teşvik edilmesi ve içten çökertme yollarına başvuran emperyalistlerin, Yugoslav ve Yunan gericilerinin yanına bu ülke gericileri de yeni bir şevkle katıldılar. Arnavutluk yeni zorluklarla karşı karşıya kaldı.
Üstelik küçük bir ülke olmanın zorlukları vardı. En başta büyük ölçekli sosyalist üretimle pazarın küçüklüğü arasındaki ilişki sosyalist inşayı zorlaştıran önemli bir etkendi.
Bunlar küçümsenmeyecek ciddi zorluklardı. Ama Arnavutluk’un sosyalizm yolunda kalmasını ve ilerlemesini olanaksız mı kılardı? Hayır. Öteden beri Yugoslav, Sovyet ve Çin revizyonistlerinin müdahale ve şantajlarıyla derinleştirilen emperyalist revizyonist kuşatmanın zor koşullarında gelişen Arnavutluk sosyalizminin ilerleyişinin zorluklarını artırırdı. Öte yandan Arnavutluk, 40 yıldan uzun bir süredir küçük bir ülke olarak sosyalizmi inşa ediyordu. Zaten hiç büyük olmamıştı. Böyle zor koşullarda yapılması gereken tek şey vardı: İçte ve dışta sınıf mücadelesini yükseltmek, sosyalist eğitime ağırlık vererek başta parti olmak üzere bütün ülkede disiplin, fedakârlık ve mücadele ruhunu geliştirmek, proletarya ve emekçi halkla bağları daha da sıkılaştırarak proletarya diktatörlüğünü sağlamlaştırmak.
Ramiz Alia tam tersini yaparak karşı safa geçti ve mücadeleyi, o saflardan, proletarya ve sosyalizme karşı yürütmeye başladı. O, karşılaşılan zorlukları istismar etti. Böyle zorluklar karşısında, yukarıda belirtilen tutum alınmak ve emekçi kitleler, amacı, işlevi ve perspektifleri konusunda açıkça ve sistemli olarak eğitilerek, çeşitli tavizler verilerek geri çekilme ve soluklanarak güç toplama taktiği izlenebilirdi. Dönek Alia, zorlukları istismar ederek bu taktiğin sözünü etti başka ülkelerin komünistlerine, Emek Partisine ve Arnavutluk halkına bu yönde açıklamalar yaptı. Ama öte yandan, izlenenin, bir taktik olmadığını, reformlarla Arnavutluk’un “geri dönülmez bir yola girdiğini”, bu yolun “halkın seçtiği yaşam biçimini oluşturduğu”nu söylüyordu. Alia, sevgili Enver yoldaşın kararlı mücadeleci tutumunun tersine, zorluklan ileri sürerek emperyalistlerin önünde diz çökmüş, baş eğmezliğin simgesi olmuş Emek Partisi’ni de teslimiyet ve revizyonizm yoluna yöneltmişti.
“Demokrasi kahramanı” pozları takınan dönek Alia ve ekibi, “sosyalist demokrasinin derinleştirilmesi” adı altında, gerçek demokrasi olan, emekçi halkın ekonomik ve siyasal yaşamın yönetimine doğrudan katıldıkları, ona dayanan ve onun için olan sosyalist demokrasi yerine, “batı standartları” propagandasıyla, politik çoğulculuk sistemiyle parlamenter burjuva demokrasisini geçirmeye yönelir, sosyalist parti ve devleti tahrip eder ve başta sosyalist ekonominin pazar ekonomisine dönüştürülmesi ve merkezi planlama yerine kar ilkesinin geçirilmesi olmak üzere, toplumsal yaşamın bütün alanlarında değiştirilmeyen şey bırakmazken, hiç de “demokratik” tutum ve yöntemler kullanmadı. Bütün yöntemleri darbeciydi.
Birkaç örnek vermek gerekirse, Alia, kendi başkanlığında 1986’da toplanan AEP 9. Kongresi’nde saptanmış genel yönelim ve çizgiyi, alınan tüm kararları MK Plenumları ve daha dar toplantılarda değiştirdi. Önemli kararlar alınırken kardeş partilerle bile görüş alışverişinde bulunan Enver Hoca yoldaşın demokratik tutumunun tersine, O, kararların parti içinde bile tartışılmasını ve partililerin kararlara katılmasını engelleyerek, “uzmanlar”, profesörler, bürokrat ve askeri “yetkililer”le oluşturularak alınan kararlan partiye dikte etti. Uzun süre amaçlarını partiden gizleyerek Marksizm-Leninizm’e ve Enver Hoca tarafından geliştirilmiş çizgiye sadık kaldığını, koşullar karşısında taktik izlenmekte olduğunu ileri süren Alia, burjuva unsurların teşvik edilmesiyle güç kazandıkça açık oynamaya ve ülke hayatını hızla ve baştan aşağı değiştirmeye girişti. Bu süreçte, parti içinde bürokratlaşma eğilimindeki bazılarını “ikna” ederek yanına çekti, karşı duranları gücü yettikçe tasfiyeye yöneldi. Elçilik olayları gibi her fırsattan, partinin Leninizm’e sadık kalan ama belirli bir bürokratik deformasyon içinde atıllaşan ve girilen revizyonizm yolunu tersine çevirmeye güç yetiremeyen kıdemli parti önderleri ve kadrolarını “sağlık” ve “yaşlılık” gibi gerekçelerle ve tepki çekmekten kaçınarak, daha çok “terfian” görevlerinden alınıp kızağa çekilmeleri yoluyla, tasfiye etmek için yararlandı. “Yola gelmeyen” 5 politbüro üyesi, Merkez Komitesi toplantısına bile gerek görülmeksizin görevlerinden alındı. Partiyi “demokratikleştirici” reformlardan biri, “yerel parti organ sekreterlerinin iki dönemden fazla görev yapmamaları”na ilişkin olan, Gorbaçov’dan ödünç alınmış, bizde Aybar tarafından savunulmuş, yöneticiliği, proletarya ve Leninizm’e bağlılık, bilgi ve beceri düzeylerine değil süreye bağlayan biçimsel burjuva demokratizminin bir normunun uygulanmasına geçişti. Amacı, denenmiş ve karşı koymayı örgütleyebilecek yönetici kadroların konumlarından uzaklaştırılmalarıydı. Ve bu önlemle çok sayıda kadro yönetici mevkilerden tasfiye edildi.
Peki, sorun, darbe sorunu mudur, geri dönüşler ve özel olarak Arnavutluk’taki geriye dönüş, “darbeler” mantığıyla açıklanabilir ve revizyonizmin egemenliği ve restorasyon tehlikesine karşı mücadele, darbe olasılığına karşı mücadele ve bu konuda uyanıklığa indirgenebilir mi?
Silahlı proletarya egemenliğini, proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi demek olan proletarya diktatörlüğünü, burjuva diktatörlüğü benzeri, dayanaksız ya da halktan kopmuş dar bir elitin, örneğin bürokrasinin, partinin diktatörlüğü olarak gösteren burjuvazi ve Troçkistler, onlara katılan Maocular, Türkiye’de Aydınlıkçılar gibileri ve onlardan az ya da çok etkilenenler, sorunu dar elitler arası çekişmeler ve “saray darbeleri” sorunu olarak koyuyor; gelişmeleri, kişiler ve dar grupların sürtüşme ve tutumlarına bağlıyorlar. Sorunu, doğru “haleflerin seçilmesi” olarak gösterip kişilere bağlayan Maocu anlayış oldukça yaygındır. Ama ne Enver Hoca “bürokratik bir diktatörlüğün” başındaydı, ne Arnavutluk’un bugünkü durumu Onun “dogmato-revizyonist çizgisi”nin doğal ve kaçınılmaz sonucudur ve ne de gelişmeler, Enver Hoca’nın yerini alan Alia’nın kötü niyeti ve darbesine ve genel olarak kişilere bağlanarak izah edilebilir.
Başlangıçta, örneğin Enver Hoca’nın sağlığında Alia’nın kötü niyetli ve yüzünü gizleyen bir bürokrat ve revizyonist ve bir darbeye yönelik bilinçli hazırlık içinde olan bir gerici olup olmadığı önemli değildir. Ancak belirli bir aşamadan sonra, Alia, etrafına topladıklarıyla, uzun süre gizlice ve Leninizm’e, Enver Hoca ve çizgisine, sosyalizme sahip çıkma örtüsü altında, geriye dönülmez noktayı aştı, önce “tavizler siyaseti” aldatmacasıyla sonra açıktan revizyonizm ve restorasyonu geliştirici bilinçli bir revizyonist olarak davrandı ve darbeci yöntemlerle parti ve devlete egemen oldu.
Arnavutluk’ta Alia ve ekibi tarafından darbeci yöntemler kullanıldığı ve bir darbenin gerçekleştirildiği açıktır. Ama bu, burjuva ülkelerdeki “saray darbeleri” ya da askeri darbelerden farklıdır. Sosyalist ülkelerde geri dönüşün bir unsuru olarak darbeci yöntemler ve darbe ve genel olarak kişilerin rolü, ideolojik, siyasal, iktisadi, kültürel, askeri her alandaki koşullar, rol oynayan unsurlar, örgütler ve yaratılmış mekanizmalardaki gelişmeler ve değişiklikleri kapsamak üzere, varolan toplumsal koşullar ve bu koşullardaki gelişme ve değişikliklerin önemli bir yönü ama sadece bir yönüdür.
Sosyalist bir ülkede bu koşullar, egemen sınıf durumuna gelmiş olan proletarya taralından yaratılmış ve örgütlenmiştir; ancak bu koşullar uzun süre içinde burjuva unsurları barındırır ve bunlardan etkilenirler, onların oluşturduğu tehlikelerle karşı karşıya bulunurlar. Geri dönüşler, onların bir yönü ve aracı olan darbeler ve bu darbeleri gerçekleştiren yönetici konumlarda olan kişilerin gerici rolü, gerçek anlamda bir devlet olmaktan çıkmış bir geçiş devleti olan proletarya diktatörlüğü döneminin ekonomik, siyasal vb. toplumsal koşulları, bu koşullardaki değişme ve gelişmeler temelinde, bir sınıf oluşturmak üzere şekillenmeleri ve toplumsal gelişmeye damgalarını vurmaları engellenmiş, işlev ve etkileri sınırlandırılmış, ancak tümüyle yok edilememiş ve uzun süre edilemeyecek olan ve sürekli bir sınırlandırıcı ve gelişmelerini engelleyici mücadelenin hedefi yapılmaktan uzaklaşıldığı durumlarda yozlaştırıcı ve bozucu etki ve işlevleri gelişip yıkıcı sonuçlara kaynaklık edebilecek kapitalist unsurların varlık koşulları temelinde anlam kazanır. Geri dönüşlerin gerçek neden ve kaynaklan bu koşullardadır ve bu tehlikeye karşı yürütülecek mücadele ve alınacak önlemler bu alanda yaşama geçirilebilir. Bürokrasi tehlikesinin, gerici özlem ve yönelişlerin, darbecilik ve revizyonizmin kaynağı bu toplumsal koşullardır ve geri dönüş olasılığına karşı önlem, bu koşulların Marksizm Leninizm’in normlarıyla biçimlendirilmiş örgüt ve mekanizmalarla düzenlenmesi yoluyla alınabilir.
Sosyalist toplumda, sınıfsız-sömürüsüz topluma geçiş dönemi olan proletarya diktatörlüğü koşullarında, üretim araçları toplumsallaştırılıp burjuvazinin bir sınıf olarak varlığına son verilmesine, sanayi ve tarımda sosyalist üretim ilişkileri kurulup üretim merkezi bir plan uyarınca örgütlenmesine rağmen, kapitalizmin kalıntıları daha uzun bir süre yaşamaya devam eder. Meta ilişkileri var olmaya devam eder. Sınırlandırılmıştır ve tüm üretim meta üretimi değildir; ancak meta ilişkileri, farklı sosyalist mülkiyet biçimleri ve az da olsa bireysel mülkiyet ve farklı sektörler arasında değişim sürdüğü ölçüde ve koşullarda varlığını sürdürür. Bu durumun etkileri bölüşümde de görülür. Sosyalist toplumda bölüşüm, “emeğine göre” gerçekleşir ve burada hâlâ meta ilişkilerinin yön verici yasası olan değer yasası rolünü oynamaya devam eder. Bu yönüyle burjuva hukuku ve hakkı geçerliliğini sürdürür. Kendisi de burjuva karakter taşıyan ve değer yasasının bir başka dile getirilişi ve yönü olan “eşit işe eşit ücret” ilkesi uygulamasına rağmen, bu nedenle ve sürekli sınırlandırılmasına yönelmek gereken ücret farklılıkları bir kılıçla kesilip atılanı az. Kafa ve kol emeği ve sanayi ile kır arasındaki farklılıklar bir çırpıda giderilemez ve bu durum meta ilişkilerinin, değer yasasının ücret farklılıklarının sürmesini besleyici rol oynar. Üretimin olağanüstü gelişmesine bağlı olarak politeknik ve kültürel eğitimin genelleşmesi ve her yönüyle yeni insanın yaratılması ile birlikte devletin gereksizleşip sönmesinin koşulları oluşuncaya kadar, varolan farklılıklar süreç içinde azalmasına rağmen yönetilen ve yönetenler ve aralarında farklılıklar varlıklarını korurlar. Toplumun yönetilmesi işi, devlet işleri, biçimsel olmakla kalmayan gerçek (sosyalist) demokrasi koşullarında, Sovyetler ya da konseyler, cephe örgütleri, sendikalar, denetim komisyon ve komiteleri aracılığıyla emekçi kitlelerin en geniş katılımının örgütlenmesiyle yürütülmekle birlikte, yöneten-yönetilen farklılığının tümüyle aşılması sınıfsız toplumun oluşturulmasına bağlandığından ve ne türden olursa olsun demokrasi, sınıf farklılıklarının ve sayılan diğer farklılıkların, giderek azalmakla birlikte, devamı demek olduğundan, sosyalist demokrasi ya da proletarya diktatörlüğünde, devlet işlerinin yürütülmesinin burjuva devletlerde olduğu gibi halktan kopuk, onların üzerinde meslekten yöneticiler olmasalar da, belirli ölçüde, yöneticiler tarafından gerçekleştirilmesine bütünüyle son verilemez. Yöneten-yönetilen farklılığının devamının maddi koşullarının ancak sınıfsız topluma varıldıkça ortadan kalkabileceği ve bütünüyle ortadan kalkmasının devletin sönmesiyle özdeşlik içinde bulunduğu düşünüldüğünde, proletarya diktatörlüğü altında bu farklılığın belirli bir rol oynayacağı ve yapılacak ve yapılması gereken tek şeyin, yönetici konumlarda olanların kendilerinin ve yönetsel aygıtın kendisinin bürokratlaşma tehlikesine karşı mücadele olduğu anlaşılacaktır.
Sosyalist toplumda dirimsel ve yıkıcı sonuçlara yol açacak olan, bürokrasi tehlikesidir. Böyle bir tehlike sürekli vardır ve yönetici konumlarda olanların meslekten yöneticilere dönüşmelerinin ve proleter devlet aygıtlarının bürokratik aygıtlara dönüşmesinin yolunu açmalarının engellenmesi, içerde sınıf mücadelesinin temel bir yönünü oluşturur. Bu yönde, emekçi kitlelerin devlet işlerinin yürütülmesine en geniş katılımının sağlanmasının yanında, yöneticilerin, öncelikle kendilerini meslekten yöneticiler olarak görüp hissetmemeleri ve öte yandan bunun nesnel koşullarının da en minimuma indirilmesi için, yöneticilerin sık sık fabrika ve tarlalarda çalışmalarının örgütlenmesi, normal bir işçiden fazla ücret almamaları, kendilerini seçen kişi ve organlar tarafından görevden alınabilmeleri ve bu amaçla emekçi kitlelerin yönetime en geniş biçimde katılmalarının olduğu kadar, bu katılımın aktif biçimde, disiplinin yanında eleştiri ve özeleştirinin, aleniyetin ve emekçi inisiyatifinin derinlemesine serpilip gelişebileceği mümkün en demokratik mekanizmaların oluşturulması gerektiği açıktır. Devletin sınıf farklılıklarından doğduğu ve şöyle ya da böyle toplumun üzerinde ve ona yabancı bir aygıt olduğu, kapitalizmden itibaren burjuva bir karakter taşıdığı, komünist toplumda devlete yer olmayacağı, proletaryanın, bir baskı aracı olan devleti, özünde ve perspektif olarak reddettiği ama anarşist de olmadığı, sosyalist toplumda devletin yani proletarya diktatörlüğünün kaçınılmaz ve zorunlu olduğu; ama bu devletin burjuva/isiz burjuva devleti, burjuvaların egemen durumlarından uzaklaştırıldığı ve sınıf olarak varlıklarına son verildiği ama hukukunun belirgin bir biçimde devam ettiği, değişik bir sınıf karakteri kazanmak ve proletaryanın amaçlan doğrultusunda kullanılmakla birlikte ve ne denli öyle olmaktan uzaklaştırılsa uzaklaştırılsın, siyasetin, yani devlet işlerinin, başlıca üst yapıya ilişkin bir faaliyet olarak ve ona uygun (ne denli değiştirilmiş olursa olsun) yapılarıyla ve bizatihi ve yalnızca kendileri ve işlevlerinden kaynaklanan yöneticilikleri sınırlandırılmış olsa, da hâlâ yönetici işlevlere sahip olan ve yönetici faaliyet sürdüren çeşidi kurum ve organlar ve yönetici konumda olan kişilere dayanılarak yürütüldüğü bir devlet, yani burjuva devlet ve diğer yandan, yönetime emekçilerin katılması, yönelim faaliyetinin sıradan günlük bir iş haline gelmesi ve sıradan işçi ve emekçilerce yürütülmesi ölçüsünde, yönetici kurum, organ ve kişilerin, ücretleri, geri alınabilirlikleri, doğrudan üretken faaliyette de çalışmaları ve demokrasinin alabildiğine genişleyip devlet ve organlarıyla birlikte sönmesinin arifesinde olması nedeniyle ve bu yönleriyle, aslında artık devlet olmayan bir devlet, devlet olmaktan çıkmaya başlayan bir devlet olduğunu bilinciyle sosyalist toplumun sorunlarına yaklaşmak, bu perspektifle mücadele etmek ve buna uygun olarak burjuva unsur ve yönleri sürekli olarak sınırlandırıcı önlemler almayı sürdürmek zorunludur. Engels ve Lenin, proletarya diktatörlüğünün, “burjuvazisiz bir burjuva devlet”, “kelimenin gerçek anlamıyla artık bir devlet olmayan devlet”, “bir yarı-devlet” olduğunu boşuna söylemediler.
Dönek Alia, burjuva amaçlan ve revizyonist yönelimine uygun olarak tam tersi bir bilinç ve perspektifle davrandı. O, başlangıçta, proletarya diktatörlüğünü güçlendirme adına (ve sonra bu gerekçeden de vazgeçerek) dolaysızca ve kategorik olarak devleti, onu toplumdan kopuk, onun üzerinde ve ona yabancı yapan öğeleri, yönetici işlevlerinin güçlendirilmesiyle devlet kurumlarını, içişleri organlarını ve kurumsal yapısıyla orduyu güçlendirmeye girişti.
Devletin güçlendirilmesiyle proletarya diktatörlüğünün güçlendirilmesinin bir ve aynı şey demek olmadığı açıkça anlaşılmalıdır. Devletin devlet olarak güçsüzleştirilmesi ve gelecekte sönecek olmasına uygun davranılmasıyla proletarya diktatörlüğünün güçlendirilmesi arasında bir çelişme yoktur ve tersine proletarya diktatörlüğü ne denli güçlendirilirse, devlet, o denli sönmeye yakınlaşır. Bu ne demektir?
Egemen sınıf olarak örgütlenen proletarya, burjuvaziden devlet diye bir mekanizmayı miras almıştır. Devlet aygıtı, sosyalizmde, hemen kaldırılıp bir kenara atılamayan bir kapitalizm kalıntısıdır. Yönetici kurumlarıyla, içişleri organları, yani polisi, gizli polisi vb. ile militer aygıtıyla. Proletarya, iktidara gelirken parçaladığı bu aygıtı, kuşkusuz, olduğu gibi kullanamaz ve değişikliklere uğratarak dönüştürür; ama varlığına bütünüyle son veremez. Proletarya diktatörlüğü, devlet yönetim organlarının denetimsiz ve kimseye hesap vermeyen bürokratik, bizatihi yönetici iktidar organları olmaktan çıkması, dolaysız olarak proletarya ve emekçilere bağlanması demektir. Devlet işlerinin sıradan günlük işler olarak sıradan insanlar olan işçiler tarafından yürütülmesi ve ancak bu temelde ve yöneten-yönetilen farklılığının yok edilmesinin olanaksızlığı ölçüsünde, bizatihi ve meslekten yöneticiler ve bunlardan oluşmuş organlar olmaktan uzaklaştırılmış organlar ve kişilerin şahsında yönetici işlevlerin devam etmesi demektir. Organlarının bileşimi, yöneticilerin değişebilirliği, ücretleri, doğrudan üretken çalışma içinde bulunmaları ve emekçilerin kitlesel olarak yönetim işlerinin yürütülmesine katılmasıyla karakterize olan proletarya diktatörlüğü, başta, iktidar organı olan ve sadece yasama değil aynı zamanda doğrudan yürütme yapan Sovyet meclislerine dayanır ve bu nitelikleriyle devletten farklılaşır. Bu niteliklerin geliştirilmesi ve aynı anlama gelmek üzere, proletarya diktatörlüğünün güçlendirilmesi, devletin sönmesine götürecektir; ama salt yönetici organların ve kişilerin (meslekten) yöneticiliğinin geliştirilip güçlendirilmesi, bürokrasinin güçlendirilmesidir, devletin sönmesine değil, tersine güçlenmesine ve yeniden tam bir burjuva devlete dönüşmesine götürür.
İçişleri organları ve ordu açısından da durum farklı değildir. Proletarya diktatörlüğü silahlı güç olarak, çeşitli biçimlerde örgütlenmiş, silahlandırılmış işçilere dayanır; o, silahlandırılmış işçi sınıfının egemenliğidir. Sosyalist toplumda iç güvenlik silahlı işçi milisleriyle sağlanır. İç ve dış yıkıcılığa, casusluğa vb. karşı koyma örgütü, teknik ve bilgi düzeyi açısından belirli uzmanları kaçınılmazlıkla gereksinecektir, ancak, bu faaliyetin yalnızca uzmanlar ve onların örgütlenmesi aracılığıyla yürütülmesi düşünülemez bile. “İstihbarat” örgütlerinin istihbarat ve güç kaynağı örgütlü emekçiler olabilir. Yıkıcılığa karşı mücadelenin temeli yine onlardır. Ve iç ve dış yıkıcılığa karşı ve istihbari örgütlenmelerin, içinde uzmanlar barındırsa da, mutlaka emekçi örgütleri olması ve onların güç ve potansiyeline dayanması zorunludur. Bu tür örgütlerin güçlendirilmesi, proletarya diktatörlüğünün güçlendirilmesidir ve devletin sönmesine yakınlaşmaktır. Ama kurumsal olarak (uzmanlar örgütleri olarak) içişleri organlarının güçlendirilmesi, proletarya diktatörlüğünün zayıflatılması ve burjuva diktatörlüğüne yönelmek anlamına gelir.
Proletarya diktatörlüğünde sürekli ve profesyonel orduya yer yoktur; ancak kesinlikle geçici olarak ve son derece özel ve istisnai durumlarda, örneğin büyük savaş koşullarında sürekli orduyu çağrıştırabilecek önlemler anlayışla karşılanabilir. İşçi egemenliği, dış güvenliğini bizzat kendi örgütlü silahlı gücüyle, silahlandırılmış işçi birlikleri ve milisleriyle sağlayabilir.
“Özel silahlı adam müfrezeleri” kavram ve olgusu, genel olarak devlete, bu aşamada burjuva devlete özgüdür ve proletarya diktatörlüğü, ancak, silahlı güç olarak, “bizzat silahlı güç faalinde örgütlenen halkla artık doğrudan doğruya aynı şey olmayan bir kamu gücü” (Engels) olarak “özel silahlı adam müfrezelerine” (Lenin) değil, silahlandırılmış emekçi halka, “halkın özerkli silahlı örgütlenmesi” ne (Lenin) dayanıyorsa ve dayandığı ölçüde proletarya diktatörlüğüdür. Proletaryanın askeri teknik, taktik, silaha ilişkin ve eğitsel bilgi birikimli, eğitilip uzmanlaştırılmış belirli kişilere de ihtiyacı olacağı kuşkusuzdur. Bunları da kucaklayan, ancak subayların seçildiği, bütün halkın silahlanmasına dayanan ve üretim faaliyetiyle doğrudan bağlı işçi ve emekçi milisi örgütlenmesi, proletarya diktatörlüğünün güçlendirilmesi gereken temel dayanaklarından biri olarak, zorunlu askerlik hizmeti ve hiyerarşik sistemiyle militer bir aygıt oluşturan ve zora dayalı disiplinle bir arada tutulan bir burjuva kurumu olarak sürekli ordudan tümüyle farklıdır. İşçi milisi örgütlenmesi, kızıl ordu ya da halk ordusu, dış düşmanlara karşı sağlam bir güvence ve devletin sönmesine gidişin araçlarından biriyken, sürekli ordu, burjuva diktatörlüğünün ve silahlı işçi birlik ve milislerinin sürekli ordu yönündeki bozulma ve yozlaşması ve uzman askeri kadroların yetkileri, işlevleri, hiyerarşi ve gönüllü olmayan disipline yatkınlıklarıyIa sivrilip silahlı birliklerin temelini oluşturmaları, burjuva diktatörlüğüne dönüşün belli başlı faktörleri arasındadır.
Lenin sorunu, tüm berraklığıyla daha 19I7’de ortaya koymuştur:
“… Bizim, proletaryanın, bütün emekçilerin, nasıl bir milise gereksinimi var? Gerçekten bir halk milisi, yani birincisi, gerçekten bütün halktan, her iki cinsiyetin bütün yetişkin yurttaşlarından oluşan ve ikincisi, bir halk ordusunun göreviyle polislik görevini, devlet düzeninin en önemli ve ana organlarının ve devlet yönetiminin görevleriyle birleştiren bir milis.
“(…)
“… Petrograd’ın yaklaşık 2 milyon nüfusu var ve bunun yandan çoğu 15-65 yaş arasındadır. Diyelim ki yarısı, bir milyonu. Bunun hadi dörtle birini de çıkaralım: geçerli gerekçelerden ötürü bugün kamu hizmeti göremeyecek durumdaki hastaları ve diğerlerini. Geriye 750.000 kişi kalır ki, bunlar örneğin her on beş günde bir miliste çalışırsa (ve bu süre için girişimciden ücretlerini alırlarsa), 50.000 kişilik bir ordu kurulur. Bizim gereksindiğimiz böyle tipte bir “devlet”tir! Böyle bir milis, yalnız adıyla değil, gerçekten bir “halk milisi” olur.
Bu yolu tutmalıyız ki, hiçbir özel polis ve halktan ayrı hiçbir özel ordu yeniden kurulmasın.
Böyle bir milis, yüzde 95 işçilerden ve köylülerden oluşur ve halkın ezici çoğunluğunun sağduyusunu ve iradesini, gücünü ve kuvvetini dile getirir. Böyle bir milis, gerçekten tütün halkı istisnasız silahlandırır ve askeri sorunlarda eğitir ve halkı, gericiliği tüm restore etme çabalarına karşı, çar ajanlarının bütün tertiplerine karşı, Guçkov vari ve Milyukov vari olmayan bir tarzda güvence altına alır. Böyle bir milis, “İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyet”inin yürütme organı olur, halkın mutlak güvenini kazanır; çünkü kendisi istisnasız bütün halkın bir örgütü olur. Böyle bir milis, demokrasinin halkın kapitalistlerce köleleştirilmesini ve alaya alınmasını gizleyen yıldızlı bir tabela olarak kalmasını önler, yığınların bütün devlet işlerine katılması için gerçekten eğitilmesi olur.” (Uzaktan Mektuplar – III. Mektup, Proleter Milis Üzerine) ve
“… Polisin yerini bir halk milisinin alması -bu, tüm devrim sürecinin akışından ortaya çıkan ve şimdi Rusya’nın çoğu kısımlarında uygulanan bir dönüşümdür. Halka, alışılan tipteki burjuva devrimlerin çoğunda bu dönüşümün her zaman son derece kısa ömürlü olduğunu ve burjuvazinin -en demokratik, en cumhuriyetçileri bile- eski, Çartist tip polisi, yani, halktan kopuk, burjuvaziden emir alan ve her yoldan halkı ezebilecek olan polisi yeniden düzenlediklerini açıklamalıyız…
Polisin yeniden örgütlenmesini önlemenin bir tek yolu vardır: Genel bir halk milisi yaratmak ve polisi bu ordu içinde eritmek (düzenli bir ordunun yerine bütün halkın silahlandırılmasının geçirilmesi)” (Devrimimizde Proletaryanın Görevleri)
Darbe, ancak bu koşullar, kapitalizmin kalıntıları, burjuva unsurlar, gerekli şekilde davranılmaması ve doğru bir çizgi izlenerek sınıf mücadelesinin yükseltilmemesi durumunda, bu kalıntıların, yeni burjuva unsurların ortaya çıkıp güç kazanması ve sosyalist mekanizmaları içerden bozmasına da kaynaklık eden gelişmesi tehlike ve olanağının bulunması koşullan ile birlikte düşünüldüğünde anlaşılır bir şey olabilir. Bu kalıntıları ve eski-yeni burjuva unsurları geliştirmeye yönelik bir hazırlık içinde olmayan, varlığı süren ve geliştirilen bu unsurlara dayanmayan ve onlardan güç alıp beslenmeyen, kısacası, toplumsal sistemin genel bir bozulmasının hem ürünü hem de aracı olmayan “saray darbesi” yaklaşımıyla geri dönüşler açıklanamaz.
Üstelik bu da yeterli değildir. Çünkü kapitalizmin kalıntısı burjuva unsurlar sayılanlardan ibaret değildir. Sosyalist toplumda ideolojik ve kültürel alanda da burjuva unsurlar bir çırpıda yok edilemez ve uzun süre varlıklarını sürdürürler. Burjuva ideolojisinin kalıntıları, milliyetçi ve dinsel fikirler, küçük burjuva ideolojisinin çeşidi biçimlenmeleri, küçük burjuva ruh halleri, önyargı, özlem ve özentiler, alışkanlıklar, sosyalist eğitim ve yeni insanın yaratılması mücadelesi ve bu mücadelenin başarısını nesnel olarak olanaklı kılmak üzere ekonomik temelde, üretim ve değişimde burjuva unsurların giderilmesi yönelim ve çabasına bağlı olarak, etkileri giderek azalmakla birlikte, var olmaya devam ederler. Bir darbe, hazırlığı ve gerçekleşmesini olanaklı kılan, ona ideolojik gıda sağlayan ve yine ona kafaları karışık, burjuva, küçük burjuva özlem ve özentilere sahip, hala kurtulamamış olduktan bu tür alışkanlıktan işlenip geliştirilmiş unsurların şahsında dayanaklar sunan bu kalıntı ve burjuva unsurlar ve onların engellenmeyen tersine önü açılmış gelişmeleri olmadan izah edilemez.
Sosyalizm yolunda ilerlemede olduğu gibi geri dönüşlerde de, birbiriyle bağlantılı üç temel faktör rol oynar. 1) Önderlik, 2) Sınıf mücadelesi, 3) Yenilerini doğurma tehlike ve potansiyelini de içinde barındıran burjuva unsur ve kalıntılar.
Önderlik, Marksizm Leninizm silahını kullanıyorsa ve sağlamsa, çizgisi ve genel siyasal yönelimi doğruysa; bu önderlik, başlıca hedefi sözü edilen kalıntı ve unsurları tedricen giderip sosyalizmi inşa etmek ve sınıfsız topluma ulaşmak olan sınıf mücadelesine her alanda, içte ve dışta sıkıca sarılıp, kitlelerin sosyalist eğitimini gerçekleştiriyor ve onları hedefe uygun olarak seferber ediyor ve mücadelelerini örgütlüyorsa; sürekli ve yorulmak bilmez bir çabayla tasfiyesi sürdürülen kapitalizmin kalıntılarının etkisi her gün biraz daha kınlıyor, gelişmeleri önleniyor, yıkıcı roller oynamalarının önüne geçiliyor ve en başta bürokrasi tehlikesine karşı uyanıklık yükseltilerek, bu tehlike ciddi bir mücadele konusu haline getiriliyorsa, tüm bu kalıntı ve tehlikelere karşı, inisiyatif, bilinç ve katılımcılıklarıyla kitleler aktifleştiriliyor ve onlara dayanan siyasal, iktisadi, askeri örgütler ve (onlara özellikle dayanan) yönetsel işlevli mekanizmalar kurulup sağlamlaştırılıyorsa, sosyalizm yolunda ilerlemek garanti altına alınmış demektir.
Ve tersine, önderlik, ipe sapa gelmez fikirlerle, Marksizm-Leninizm’in normlarına aykırı yönelim ve tutumlarla oportünizm ve revizyonizme sapmışsa; dışta emperyalizm ve burjuvazi ve içte burjuva unsurlar, özlem ve özentiler vb. önünde diz çökülerek etkileri ve gelişmelerinin önü açılıyor ve sosyalist sınıf mücadelesi ve onun önemli bir yönü olan kitlelerin sosyalist eğitiminden vazgeçilerek, alan, iç ve dış düşmanlara ve düşman unsurlara terk ediliyorsa; kapitalizmin kalıntıları ve burjuva unsurların giderilmesi ve gelişmelerinin engellenmesi bir yana önleri açılıyor ve hatta onlara dayanılıyorsa, sıradan emekçiler karşısında yöneticiler ve yönetici kurum ve organlar yüceltiliyorsa, geri dönüşün yolu açılmış demektir. Bu yönde bilinçsiz tutumlar, uyanıklık eksikliği ve hatalar geri dönüş tehlikesini gündeme getirir ve ama bilinçli çaba, karşı-uyanıklık (bir süre yüzünü gizleyerek hazırlanma) ve çizgi ve sosyalist inşayı, içerden torpillemeler ve sabotajlar dahil olmak üzere, kapitalizmin kalıntılarını ve burjuva unsurları geliştirici (özellikle yeni burjuva unsurların ortaya çıkıp gelişmesini sağlayıcı) ve onlara dayanıp onlardan beslenmeyi amaçlayan yönelim ve tutumlar, revizyonist darbeci ve restorasyoncu amacı ortaya koyar ve başarıya ulaşması halinde, sosyalist ülke geri dönüş yoluna sokulmuş olur.
Başlangıçta, Ramiz Alia’nın ve ekibinin kötü niyetli ve darbe hazırlığı içinde yüzlerini gizleyen revizyonist gericiler olup olmadığının önemli olmadığını söylemiştik. Çünkü iyi niyet ve dürüstlük, olumlu kişilik özellikleri, sosyalizm yolunda yürünmesi için gerekli ama yeterli değildir. Önemli olan, önderliğin Marksizm Leninizm’i eylem kılavuzu kabul etmesi, doğru bir çizgiye sahip olması ve kitleleri bu temelde sürekli bir sosyalist eğitimden geçirmesi, sınıf mücadelesini her alanda yükselterek kapitalizmin kalıntılarına karşı ML normlara uygun olarak oluşturulmuş ve sürekli geliştirilip sağlamlaştırılması gerekli mekanizmalar çerçevesinde kitleleri harekete geçirerek uyanık ve doğru bir tutum içinde olmasıdır. R. Alia ve onun peşinden gidenler, başından beri, ister bilinçli ister bilinçsizce olsun bu yönde davranmamıştır. Kalıntılara karşı mücadelenin gevşetilip aksatılması ölümcül sonuçlar doğurur ve Arnavutluk’ta da doğurmuştur. Gelişmeleri sürekli sınırlandırılıp etkileri durmaksızın kırılmaya çalışılmayan ve süreç içinde tasfiyelerine yönelinmeyen kalıntılar ve burjuva unsurlar, kuşkusuz, oldukları gibi kalmazlar ve gelişip serpilirler, kendilerini yeniden ve yeniden üretirler. Onlara karşı mücadeleyi aksatmak, gelişmelerinin önünü açmak demektir. Bu durumda, özel mülkiyet ve tüketim toplumlarına özgü “tüketici” özlem ve özentiler, ücret farkları ve imtiyazlar, emperyalist ve burjuva propagandanın da teşvik edici etkisiyle küçük burjuva ideolojik tutumlar (özel mülkiyet ve tüketimcilik alanında olduğu gibi, sözde kapitalizmin sunduğu “daha iyi yaşam koşulları”na, “batı standartlarına, gerçekleşmesi için daha iyi ve emin bir zemin olan batı demokrasisi ve “özgürlükçülüğü”ne, politik çoğulculuğa ilişkin tutum ve özlemler), yöneticiliğin hak edilmişliği duygu ve kompleksli yaklaşımından gelen hak ve imtiyaz istekleri ve bunları sağlama çabalan vb. gelişmeye koyulur. Kalıntılara karşı mücadelenin yanı sıra, emekçilerin sosyalist eğitiminde aksama, bilinçli ve mücadeleci bir tutumla bu ideolojik biçimler, özlem ve özentilere karşı ve yeni insanın yaratılması yönündeki mücadelede baştan savıcı bir tutum ya da bundan vazgeçilmesi, bu yöndeki gelişmenin önlenmesini de olanaksız kılar. Özlem ve özentileri, ideolojik yönelişleri itibarıyla küçük burjuva, bürokratik, imtiyaza vb. yollarda yürümeye başlayan insanlar sosyalizm karşıtı saflar oluşturmaya başlarlar ve kalıntılar ve burjuva unsurların besleyiciliğiyle sürekli bir gelişme içine girerler. Marksizm’den sapmamış, iyi niyetli ama hatalı önderliğin, emperyalizmin dışardan ve sürekli bir mücadele konusu edilip sınırlandırılmaları gereken (ama kendilerine karşı bu kararlı tutum alınmayan) kalıntılar ve burjuva unsurların içerden baskısı karşısında verilen tavizlerin bile sonucu, bu tür bir gelişmedir. (Sosyalizm koşullarında hiçbir şekilde taviz politikası, bilinçli bir geri çekilme taktiği izlenemeyeceği söylenemez. Ancak bu politika ve taktik zorunlu olduğunda bir başka zorunluluk daha kendisini dayatır: içerde ve dışarıda sınıf mücadelesinin daha da yükseltilmesi ve emekçi kitlelerin sürekli ilerletilen sosyalist eğitimine bir de bu politikanın koşullan, amacı ve perspektifleri konularında en açık aydınlatıcı faaliyetin eklenmesi zorunluluğu.) insanlar, yöneticiler istedikleri kadar iyi niyetli ve dürüst olsunlar sınıfsız toplum yönünde ve kalıntılara karşı mücadele ve emekçilerin sosyalist eğitiminin gereğince yürütülmediği, toplumsal mekanizmaların ML normlara uygun olarak çalıştırılıp geliştirilmediği koşullarda, kalıntılar ve burjuva unsurlar işlevlerini yerine getirir, rollerini oynar, kendilerini ve yeni burjuva unsur ve öğeleri yeniden üretirler. Örneğin ücret farklılıklarına ve imtiyazlara karşı mücadeleyle birlikte, emekçilerin inisiyatifini harekete geçirip katılımını örgütleyerek, yönetim organları, içişleri organları ve ordu Leninist normlara uygun kurulmuş ve geliştirilen mekanizmalar olarak en sıkı bağlarla halka bağlanmaz ve doğrudan ona dayandırılmazsa, hiçbir iyi niyetli ve dürüst kişi, eninde sonunda, kendisi de içinde olmak üzere, yönetici kişilerin ve bu organların bürokratlaşmasını, bu kurumların giderek sınıfa ve halka yabancılaşan, onların üzerinde ve onlara karşı kurumlara dönüşmesini, geri dönüş için bir köprü ve ona güçlü dayanaklar oluşturmasını engelleyemez.
Ramiz Alia ve ekibi, ister bilinçsizce yanlışlar yapan ve Marksizm’e sarılmayan tavizler üzerine kurulu bir politika isterse bilinçli revizyonist darbeci bir politika izlemiş olsun, her ikisi aracılığıyla da, Arnavutluk’un revizyonizm ve karşı devrim yoluna, kapitalizmin restorasyonu yoluna yöneltileceği ve yöneltildiği kesindir.
Kaldı ki, yalnızca bugün ulaşılan noktada ortaya çıkan ideolojik politik, iktisadi göstergeler ve toplumsal yaşamdaki olgular değil, parti bürokrasisinin bileşimi, oluşumu ve ilişkileriyle birlikte devletin temel kurum ve organlarının bugünkü rol ve işlevleri ve bunların kazanmış oldukları boyutlar da, R. Alia ve ekibinin yıkıcı tutum ve faaliyetlerinin yeni olmadığı gibi, hatalı bir çizgi, iyi niyetli ama bilinçsiz bir tutum ve tavizler politikasının ötesinde temellerden kaynaklandığına işaret etmektedir. Alia, revizyonist karşı devrimci, darbeci ve doğrudan kapitalizmin restorasyonunu hazırlayıp teşvik edici ve onu gerçekleştirmeye yönelik bir tutum izlemiştir. Onun 1986’daki 9. Kongre’yle birlikte geliştirdiği, sonra giderek bu kongre çizgisi ve kararlarının da (ki bunlar lafız olarak gerçek yönelim ve durumu yansıtmıyordu, bazı muğlâklık ve yanlışlıkların ötesinde genel doğruların aldatıcı tekrarlanmalarından ibaretti) darbeci tutumlarla değiştirilmesi yoluyla dışa vurarak açıkça ortaya koymaya giriştiği gerici amaç ve tutumları ve bu yöndeki faaliyetleri, Enver Hoca’nın sağlık yıllarına kadar dayanıyordu. Kendisini gizlemiş ve olduğundan başka göstermeyi başarmıştı; ekibini kurup sabotajlar ve bilinçli aksatıcı tutumlarla etkilerinin giderilmesini sekteye uğrattığı (ve önce tavsatıp yozlaştırarak sonra tamamen durdurduğu sosyalist eğitimin de düzeltici etki ve baskısından kurtardığı) kalıntılar ve eski ve özellikle yeni burjuva unsurlar tarafından beslenip onlardan güç aldıkça ve onlara dayandıkça kendini güçlü hissetmesine bağlı olarak yüzünü açığa vurdu; başlangıçtaki üstü örtülü ve “emeklilik” ve “terfi ettirme” gibi gerekçelere bağlanmış tasfiye ve sözde geri çekilme vb. politikasını ileri sürerek yürüttüğü gericiliğe ikna faaliyetleri, yerini, giderek açık tasfiye, gözaltına alma ve yeni gerici partilerin kurucuları da içinde olmak üzere, gerici ve bürokratlarla açıkça birleşme tutumuna bıraktı. Ancak Alia, şimdi “Arnavutluk geri dönülmez bir sürece girdi”, “bu stratejik bir yönelimdir”, “pazar ekonomisine geçtik” derken bile hala, “ikna” faaliyetinin bir unsuru olarak “tavizler politikası”, “geçici taktik” vb. laflarını da etmektedir.
Alia, kendi istatistiklerinin gösterdiği üzere, sanayi ve özellikle üretim aletleri üretimi ağırlıklı olarak gelişmek durumunda olan sosyalist üretimin dengelerini ve içyapısını sabotajlarla bozmuş, onu tüketim ağırlıklı bir üretime dönüştürmüş ve ekonomide bilinçli bir kriz politikası izlemiştir. Ekonomide krizin emekçi kitleleri ve özellikle öğrenci ve genel olarak aydınlan sosyalizme karşı kışkırtıcı temel bir rol oynayacağını bilen Alia, stratejisini bir yönüyle, yığınların sosyalizme karşı kışkırtılması üzerine kurmuştur.
O, sosyalist eğitimi tavsatıp süreç içinde durdurarak, bu eğitimin yerine, batı hayranlığı ve standartları propagandasının yürütülmesini, “daha iyi yaşam koşulları” ve yüksek ücret (bu kuşkusuz genel ilerleyiş ile birlikte gereklidir) ve mülkiyet özlemlerinin, imtiyaz taleplerinin kışkırtılmasını geçirmiş ve özellikle aydınlar açısından (sanki eskiden yaratıcı eserler verilmiyormuş gibi) yaratıcı eserlerin maddi teşviklerle ödüllendirilmesi politikasını izlemeye yönelmiştir.
Alia ekibinin ileri gelenlerini öğretim üyeleri ve yozlaştırılan öğrencilerden unsurlar oluşturmuş ve fakat O, başlıca, bozulmasını teşvik ettiği ve oluşumunu sağladığı ordu ve devlet bürokrasisinin, özellikle yüksek mevkileri elinde tutan unsurlarına, giderek, halktan kopan, yöneticilik işlevleri ve imtiyazlarla gericilik yolunda coşturulmuş sivil ve askeri yüksek bürokratlara dayanmıştır. Bugün revizyonist ve emperyalist propagandayla kafaları doldurulup küçük burjuva özlem ve özentileri körüklenen yozlaştırılmış öğrenci gençlik ve öğretim üyeleriyle Tiran Üniversitesi gericiliğin karargahı ve sanatçı vb. unsurların da katılımıyla genel olarak aydınlar kapitalist restorasyonun sosyal temeli durumundadır, başta ordu olmak üzere, devlet bürokrasisinin ileri gelenleri ve partili dönek önder ve kadrolar ise, gerçekleştirilmesine girişilen kapitalist restorasyonun örgütleyicileri, buna yönelik politikanın taşıyıcıları ve yönetici unsurlarıdırlar. Kılık-kıyafete, bir Maykıl Ceksın Tişörtü için düşkünleşmeye varıncaya kadar batıya özendirilen, yozlaştırılarak sosyalizme karşı kışkırtılan öğrenciler ve genel olarak aydınların (ve kuşkusuz aralarına kattıkları emekçi halktan bazı kişilerin de) ilk başkaldırısında R. Alia, propaganda ettiği batı “demokrasisi”nin temel gereklerinden birini hemen yerine getirme fırsatı bulmuş ve anında yeni partilerin kurulması kararı açıklanmış ve AEP hegemonyasına son verilmiştir.
Enver Hoca zamanında bir yeraltı maden işçisinden fazla ücret almayan yöneticiler ve ordunun uzmanları (kısa sürede subaylaştılar) Alia’nın bahşettiği yüksek ücretlere ve imtiyazlara mazhar oldular. İçişleri organlarının şef ve mensupları için aynı şey geçerli oldu ve bunlar polisleştirildiler. Açıklandığına göre, Türkiyeli Marksistlerin 1980 yılında AEP ile görüşme için Arnavutluk’u ziyaretlerinde herkesin omuzunda ve evinde silah vardı, köylüler silahlarını çatmış halde tarlalarını sürüyorlardı. Ortalıkta resmi elbiseli silahlı kişiler görünmüyordu. Aynı amaçlı 1989 ziyaretinde ise, ortalıkta ve özellikle resmi binaların etrafında üniformalı silahlı insanlardan geçilmiyordu ve başkalarının omzunda silah yoktu. Bunun nedenleri hakkında -eleştirel olduğu açıkça ortada olan- ısrarlı sorular yöneltilmiş, geçiştirici yanıtlardan sonra, ısrarlar karşısında itiraf edilmişti: Arnavutluk’ta artık polis ve sürekli ordu vardı ve bunların mensupları sıradan işçilerin oldukça üstünde ücretler alıyorlardı. Restorasyona köprü kurulmuştu. ML normlara aykırı olarak, özellikle içişleri ve askeri proleter mekanizmalar yeniden örgütlenme yoluna, polis, gizli polis ve sürekli orduya dönüştürülme yoluna sokulmuştu ve hatta dönüştürülmüştü. Burjuvazinin ezilmesinin ve kalıntılarının temizlenmesinin, kitlelerin kazanılması ve eğitimlerinin ve sosyalist inşanın aracı ve aygıtı olan proletarya diktatörlüğü aygıtı, artık kapitalist restorasyona bir köprü olacak ve onun aracı haline gelecekti. Nitekim restorasyoncu politikanın açığa vurulmasının hemen ardından “bağımsızlık”ını ilk ilan eden polis örgütü oldu. Tiran polis şefi, polisin “artık partinin değil halkın hizmetinde olacağını” açıkladı.
R. Alia, uzun süreden beri proletarya ve emekçilerin sınıf mücadelesinin yükseltilmesinin karşısında yer aldı, bu mücadeleyi sekteye uğrattı ve tersine karşı mücadeleyi örgütlemeye girişti. Bu, Tiran radyosunun yayınlarında bile belli oluyordu. Enver Hoca zamanında olağanüstü önem verilen ve sorunları incelenen ve Tiran radyosundan “ML hareket bütün dünyada büyüyor ve güçleniyor”, “ML her zaman genç ve canlı bir öğreti”, “proletarya, kapitalizmin mezar kazıcısı” vb. programlarla aktarılan içe ve dışa yönelik sınıf mücadelesi, artık bu radyo programlarında yer almaz olmuştu. Müzik bile değişmiş, yayınlar, popüler içerikli programlar, ekonomik raporlar, batı ile ilişkilerin haberleriyle dolmaya başlamıştı. Hâlbuki bu radyo, olanakları zorlayan harcamalarla Avrupa’nın en güçlü radyosu (vericileri vb. olarak) olarak kurulmuştu ve doğrudan sınıf mücadelesinin emrindeydi. Kuşkusuz yalnız bu değil. Söylendiği gibi kalıntılara ve bürokrasi tehlikesine karşı ve kitlelerin sosyalist eğitimi için mücadele durdurulmuştu: Bu mücadelenin hedeflerinin gelişmeleri teşvik edilir olmuştu. Yeni dostlar edinilmişti; bunlar eski düşmanlardı. Emperyalistler, işadamları, turizmciler, diplomatlar ve içerde, gelişmeleri teşvik edilen batı hayranı gericiler gibi…
Ramiz Alia, önce sinsice ve gizliden gizliye hazırlayıp güçlerini oluşturduğu darbesini bu koşullarda gerçekleştirdi. Emperyalistlerin de dışarıdan katkılarıyla, sınıf mücadelesi ve sosyalist eğitimi tavsatıp giderek durdurarak ve tersine kalıntıları, yeni burjuva unsurların doğup gelişmesini ve özellikle bürokratlaşmayı teşvik edip yozlaşmayı ve sosyalizm karşıtı ideoloji, özlem ve özentileri her yolla kışkırtarak, geliştikçe onlara dayanarak ve onlardan beslenerek, önce gizlice ikna ve tasfiyelerle yaygınlaştırdığı revizyonist çizgisini pek uzun olmayan bir sürede ama yine süreç içinde açığa vurup derinleştirdi. Restorasyonun ürünü ve aracı darbesini böyle gerçekleştirdi.
Özgürlük Dünyası Arnavutluk’ta Restorasyona Karşı Tavrını Geç Mi Açıklıyor?
Bazdan, başta “Emperyalizme ve Oligarşiye Karşı Mücadele” bizi başka şeylerin yanı sıra Arnavutluk’taki restorasyon karşısında sessiz kalmakla (ve “bunun karşı devrimi övmekle aynı anlama geleceği” düşüncesini ileri sürerek) eleştiriyorlar. Hayır, geç kalmadık, kalmıyoruz; sadece sorumlu ve ciddi davranıyoruz. Daha 1989 Kasımında size yönelttiğimiz “Kapitalist Restorasyon ve Yeni Çözüm” başlıklı eleştiri yazımızda söylemiştik: “Bizi tanımlarken AEP yandaşı”, “AEP çizgisini izleyenler” gibi nitelemeler yerinde değildir (…) bunu birilerini birilerinin ‘şubesi’, ‘şabloncusu’ olarak tarif etme tutumunu benimsemediğimizi belirtmek için söylüyoruz. Biz AEP’in çizgisini izlemiyoruz. Kendi çizgimiz var (…) şurası kesin ki kendi çizgimizi izliyoruz.” Ama siz bizi hiç tanımıyormuş ve sanki bizim R. Alia ve yaptıklarını, Arnavutluk’un restorasyon yoluna sokuluşunu desteklememiz olanağı varmış gibi, Mücadele’nin son sayısında -ve hem de bir arkadaşımız haftalık bir dergiye bu konuda bir demeç verdikten sonra- hala “kulakları Tiran radyosunun başka yayını duymayan”, “her tavrını AEP’e göre belirleyen” vb. şeklinde yazıyorsunuz. Tavır açıklamamış oluşumuzun nedenleri olabileceğini düşünmeliydiniz.
Niçin gecikmedik?
Türkiyeli Marksistlerin AEP ve ASHC’ye ilişkin olarak özellikle 1989’dan itibaren başlayan kuşkuları ve olağanüstü ihtiyatlı tutum ve yaklaşımları, R, Alia’nın açıkladığı reformlardan sonra arttı ve derinleşti.
Reformlar ve “tavizler politikası”nı tartıştık kuşkusuz aramızda. Arnavutluk’un özellikle Doğu ülkelerinde revizyonizmin çöküşünden sonra karşı karşıya kaldığı zorlukları dikkate alarak, bunun, iktidarı korumak amaçlı zorunlu bir geri çekilme de olabileceği, ama revizyonizmin ve restorasyona yönelme politikasının bir adımını da teşkil edebileceğini düşündük. R. Alia başlangıçta bunun geçici bir taktik adım olduğu üzerine yeminler ediyor ve Marksizm-Leninizm’e, Stalin ve Enver Hoca yoldaşa, onun çizgisine bağlılığını açıklıyordu. Kuşkularımız, kuşkusuz devam etti, izlenen politikaların, iddia edildiği gibi geçici bir taktik politika olsa bile, bazı terslik ve hataları açıkça görülüyordu. Ancak bunlara rağmen, AEPin şanlı devrimci geçmişi ve mücadelelerini de dikkate alarak iyimserliğimizi korumaya çalıştık.
Açıklandığına göre, 90 Şubatından itibaren Türkiyeli Marksistler AEP’le hem kendilerinin hem de AEP ve Arnavutluk’un son durumu üzerine görüşme girişimlerinde bulundular. Bu talepler diplomatik biçimde “nazikçe” geri çevriliyordu. Durum başka ülkelerin Marksistleri açısından da farklı değildi. Enver Hoca zamanında üzerinde titrenen ve büyük önem verilen -ve önemli politik kararlar öncesinde mutlaka kendileriyle görüş alış verişinde bulunulan- başka ülkelerden, yoldaşlarla ilişkiler artık geçiştiriliyordu. Gizlilik koşullarının geçerli olduğu ülkelerin komünistleriyle ilişkiler hemen tümüyle kesilmişti ve diğer ülkelerin partilerinin kongrelerine bile artık AEP görüş alış verişi açısından yetkili olmayan heyetler gönderiyordu. Kısacası AEP ve Arnavutluk’taki durum hakkında birinci elden bilgilendirilme ve gelişmeleri tartışma girişimleri sonuç vermedi ve üstelik gerek R. Alia’nın kamuoyuna yönelik açıklamalarıyla ve gerekse doğrudan olmayan yollarla Arnavutlar yanlış bilgiler veriyor, durumu olduğundan başka yansıtıyorlardı. Alia yüzünü uzun süre gizledi. Bu koşullarda, Türkiyeli Marksistler, özellikle reform önlemlerinin açıklanmasıyla birlikte AEP’in ciddi çizgi hataları olduğunu tartışmalarına ve bu konuda önemli kuşkulara sahip olmalarına rağmen, kamuoyuna açıklamalar yapmadılar.
Doğruluğu ve yanlışlığının yeniden gözden geçirilmesi gerektiği ileri sürülebilir olsa da, özellikle Kruşçev revizyonizmine karşı mücadele içinde oluşan uluslararası komünist harekelin bu alandaki geleneği, tartışmaların partiler arasında sürdürülmesi ve son ana kadar dışa vurulmaması ve açıklanmaması şeklindeydi. Açık eleştiri, muhatabı partinin karşıya alınması anlamına geliyordu. Bu çerçevede davranılmaya çalışıldı.
Söylendiği gibi iyimserlik korunmaya çalışıldı.
Arnavutluk sosyalist bir ülke ve tek sosyalist ülkeydi, en zor koşullarda özellikle gözbebeği gibi korunması gerekiyordu ve AEP de onun yönetici gücü, deneyli ve baş eğmezliğini birçok mücadele içinde kanıtlamış bir partiydi. Kuşkulardan kalkınarak ve hele birinci elden bilgilere sahip olunmadan kamuoyuna açık olarak uluorta eleştirilmesi, özellikle bu koşullar dolayısıyla, doğru olamazdı. Komünistler sorumlu davranmak zorundaydı. Ama öte yandan görüşmelerden kaçınıcı AEP tutumu, kuşkuların daha da derinleşmesine neden oluyordu.
Özellikle dünyada tek sosyalist ülkenin bulunduğu koşullarda bu ülkenin şahsında sosyalizmin savunulması büyük öneme sahipti ve zorunluydu. Arnavutluk, daha yakın zamana kadar dünya devriminin bir üssü ve güç kaynağıydı. 89’dan itibaren ordu ve polis konusunda olduğu gibi, şimdi bazı önemli tersliklerin olduğu daha açık olarak görülüyordu ama son ana kadar sorumluluk elden bırakılmamalıydı.
Bu yaklaşımlarla, “elçiliklere ilticalar” olayında olduğu gibi, başka bir şeyi değil ama sosyalizmi ve henüz sosyalizmin anayurdu olmaktan çıkmayan Arnavutluk’u savunduk. Sosyalizmin geleceğine ilişkin umudumuzu ifade ettik. Kuşkularımıza ve eleştirel yaklaşımımıza rağmen, devrimciler ve komünistler tarafından tartışılmalarını sağlamak ve onları bilgilendirmek amacıyla ve doğruluğu hakkında tek söz söylemeyip yorum yapmadan, anti-Stalinizm, proletarya diktatörlüğünü yadsıma gibi doğrudan ve açık çizgi hataları taşımayan R. Alia’nın çeşidi plenum konuşmalarını Türkçeleştirip yayınladık.
Üstelik olgucu arkadaşlarımız, ancak olguların bütün açıklığıyla ortaya çıkmasıyla, Sovyetler Birliği’nde restorasyondan, ancak 30 yıl bekledikten sonra söz açarlarken, grupçu yaklaşımlardan olsa gerek, Arnavutluk konusunda pek aceleci davranarak ve restorasyon teorisinin sahiplerinden olan ve bu konuda teorik ve pratik deneyleri inkar edilemeyecek bizleri, hem de pasif “beklemecilik”le suçlamaları hiç inandırıcı olmuyor. Biz, gereksiz yere ve hele, restorasyon, olgularıyla ayan beyan ortaya çıkmışken, beklemedik. Olguları ortaya çıkmak bir yana henüz verilerinin toplanmasında zorluk çekilen bir durumla karşı karşıyaydık. Gerçi Alia az hızlı çıkmadı. Olgular neredeyse verilerle eş zamanlı olarak görülür oldu ve ortaya çıktı. Yakın zamanda açık tavır alınmasını gerekli kılacak veri ve olgu birikimi oluştu. Ama bugünkü veri ve olgularla değerlendirme yapan birileri, bir yıl öncesi için örneğin, neden tavır açıklamadınız diye sorarsa, olmaz.
Ve başka bir şey. Şimdi yine birileri, bugünkü veri ve olgulardan hareketle yapılan saptamadan sonra, dönüp geriye, bu veri ve olguların ortaya çıkıp gelişme koşullarına bakma ve bu koşullarda, ama ortaya çıkmış veri ve olgulardan harekede ve bugün gelinen noktadan bakış açısıyla, önemli bir bölümüyle zaten eskiden de en azından kuşkusu duyulan ve fakat veri yetersizliği vb. nedenlerle dışa açıklanmayan yanlışlıklar bulma ve Arnavutluk üzerine analizleri geliştirip geri dönüşün kökenleri ve buna yönelik olarak izlenen çizginin tarihsel oluşumu konusunda saptamalar yapma tutumuna burun kıvıracaklardır, şimdiden böyle davrananlar var. Örneğin bugünkü veriler ve geçmişten sahip olunan bilgilerle 86 Kongresindeki muğlâklıklar, eskiden yapılmış hatalar ve hatta Enver Hoca’nın sağlığında Alia’nın gizli faaliyetlerinin sözü edildiğinde, niçin o zaman söylememiştiniz diyeceklerdir. Ama bu tutum ve yaklaşım yanlıştır. Bir şey ortaya çıkar, gelişir ve ancak gelişmesinin belirli bir aşamasında kendisine ilişkin olarak sahip olunabilecek veri ve olgularla, bugünden geçmişe de bakarak, bir değerlendirme yapılabilir. Süreçlerin dıştan değerlendirilmesinin başka yolu yoktur. Daha hızlı ve çabuk değerlendirmeler, ancak AEP içinden ve AEP üyelerince yapılabilirdi. Ama onların bile anında değerlendirmeler yapması için yönetim kademelerinin en üstlerinde ve gelişmelerin tarihsel şekillenişine ilişkin bilgilere sahip olmaları gerekirdi. Aksi, yani birçok Arnavut komünistinin R. Alia ve ekibi tarafından yanlış bilgilerle ve aldatıcı gerekçelerle en azından bir süre için ikna edilmeleri çok şaşırtıcı değildir. Bu durum, yalnız uyanıklık eksikliğine bağlanamaz; çünkü değerlendirmeler ancak gerçek duruma ilişkin bilgiler ve veriler temelinde yapılabilir.
AEP ve ASHC’ye karşı tavırdaki “gecikme”nin, AEP’in uluslararası komünist hareket içindeki önemli ve özel yeri ve Arnavutluk’un tek sosyalist ülke olması ve sosyalizmin özellikle en zor koşullarda ve en son umut pırıltısı sönünceye dek savunulmasının zorunlu oluşu dolayısıyla gösterilen olağanüstü itinalı ve sorumlu tavrın (AEP ve ASHC’den, onların savunulmasından kopmak söz konusuydu ve kopuş öncesi, sorumlulukla, elden gelebilecek her şey yapılmış olmalıydı) yanında diğer önemli ve özellikle son 5-6 aylık “gecikme”yi açıklayan bir nedeni de, bir başka sorumluluk duygu ve davranışına ilişkindir.
Türkiyeli Marksistlerin sorunu kendi aralarında tartışmak için belirli bir zamana ihtiyaçları vardı. Ama bunun ötesinde, uluslararası komünist hareket içinde önemli ve etkin bir yer tutan Türkiyeli komünistlerin başka ülkelerdeki yoldaşlarına karşı da sorumlulukları vardı. Açıklandığına göre, 84’lerde uluslararası komünist hareket içinde anlamsız ve gereksiz tartışmalar ve dayatmacı tutumlar baş göstermişti, bundan, büyük ölçüde, sorumsuzca ve vurdumduymaz bir tutum alan AEP sorumluydu. Bu durum tekrarlanmamak ve gelenekleşmemeliydi. Arnavutluk konusunda başlangıcından itibaren farklı ülkelerin partilerinde farklı yaklaşımlar vardı. Türkiyeli komünistler AEP ve çizgisi üzerine kuşkulara sahip olmaya başlamaları ile birlikte, önce AEP ile görüşme yolunu aramış ve hemen arkasından durumu diğer ülkelerdeki yoldaşlarıyla görüşmeye yönelmişlerdi. Farklılıklar vardı. Ve giderilmeleri, mümkün olduğunca giderilmeleri ve uluslararası komünist harekette bir bölünmenin yaşanmaması için elden gelenin yapılması gerekiyordu. İlk başlarda açıklanacak AEP’e ASHC karşıtı tutum bazı yoldaşlarla diyalog ve ilişkilerin kopması anlamına gelebilecekti. Tartışılmış ve bu belirli bir süre almıştı. Bugün hemen hemen yalnızca İngiltereliler dışında -arada değerlendirme farkları bulunsa ve tartışma derinleşme amacıyla sürecek olsa bile- AEP’in yeni teslimiyetçi revizyonist çizgisine, onun restorasyoncu içeriğine ve kapitalist restorasyon yoluna sokulan Arnavutluk’a karşı tavır alınmasında fikir birliği sağlanmış, bunun sağlanmasında Türkiyeli komünistler önemli ve etkin bir rol oynamışlardı.
İnsanlık altın çağma girinceye kadar sosyalizm için savaşın sonu yoktur. Bu savaş, uluslararası bir savaş olarak ve Marksizm-Leninizm’in yol göstericiliğinde sonuna kadar yürütülecektir. Biz bu yolun yolcusuyuz. Dayanağımız ve güç kaynağımız ise başta Türkiye işçi sınıfı olmak üzere uluslararası proletaryadır.
KPD’nin Arnavutluk’taki Gelişmeler Üzerine Açıklaması
Sosyalizm tasfiye ediliyor
(Bu yazı, Almanya Komünist Partisi’nin aylık yayın organı Roter Morgen’in Şubat 1991 sayısından çevrilmiştir.)
Çeviren: Semra ULUSOY / Bremen
ASHC uzun süredir baskı altında. Doğu Avrupa’daki çeşitli revizyonist kliklerin devrilmesinden sonra burjuva güçler, emperyalistler, başlarını on yıllardan beri gözlerinde bir diken olan Arnavutluğa çevirdiler. KPD, bu saldırılar karşısında Arnavutluk’la dayanışmasını sürdürdü ve sürdürüyor. Böylesi güç durumlarda bazı geri adımlar, uzlaşmalar ve tavizler kaçınılmazdır. Ancak AEP yönetimi sosyalizmin temellerine tasfiye etme ve bunu “ilerleme” olarak gösterme yolunda güçlü bir şekilde yürümektedir.
ASHC ve AEP ile dayanışmak bizim için boş bir laf değildir. Bu, ML’e, ML’e karşı ihanete karşı ortak mücadeleye ve işçi sınıfının baskısız, sömürüşüz yeni dünyasına dayanmaktadır. Bu dayanışma aynı zaman da Enver Hoca Yoldaş’ın KPD’ye verdiği büyük ve çıkarsız desteğe de dayanmaktadır.
AEP ve onun önderi E. Hoca’nın Titoculuğa, SB’de sosyalizmi yıkan ve onu sosyal-emperyalist bir güç haline dönüştüren Kruşçevçiliğe, keskin laflarla sözde revizyonizme ve SB’ne karşı mücadele ederken Amerika ile anlaşan ve Çin’e yabancı sermayeyi sokan Maoculuğa karşı on yıllardır sürdürdüğü mücadelesi, dünya ML hareketince geçiştirilemeyecek katkılarıdır.
Kruşçev’in SB ve Hua Gua Feng’in Çin’i ile ekonomik ilişkilerin kesilmesi ve emperyalistlerin kuşatması Arnavutluk’ta çok büyük zorluklara yol açtı. Ama Arnavutluk yabancı yardım ve kredi almadan tüm güçlükleri aşabildi ve gelişmesine devam etti. Bu içinden çıkılmaz gibi görünen durumlarda sosyalizm, ekonomiyi dengeli ve hızlı bir şekilde düzelten, insanlara onurlu ve özgür bir yaşam güvencesi veren yaşam gücünü ve yeteneklerini kanıtladı.
AEP, uzlaşmaz bir şekilde bürokrasiye, kariyeristlere ve yozlaşmış unsurlara karşı mücadele etti. Hiç kimse çalışanların sırtından geçinmemeliydi. Yöneticiler düzenli aralıklarla üretimde çalışmak zorundaydılar. Parti üyeleri partiye alınmadan önce işçiler tarafından kontrol ediliyorlardı. Gençlik çeşitli eylemlerle ülkenin inşasına çekildi. Bunlar ve benzeri uygulamalar Arnavutluk’ta derin izler bıraktı. Sosyalist Arnavutluk, dünyanın her köşesinden binlerce kişiyi etkiledi.
Artık bunlar geçerli olmayacak. Merkezi planlar ortadan kaldırıldı. Pazar ekonomisi yürürlüğe sokuluyor. Devletin dış ticaret tekeli bir kenara atıldı. İşletmeler, kendi kararlarıyla, bağımsızca kapitalist dünya pazarında iş yapabilecekler, “ortak” arayabilecekler vs… İşsizlik şimdiden var ve gittikçe artıyor. Dış borçlar hiç yoktu, hızla artmaya başladı. Arnavutluk, emperyalist aygıtlar olan Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası’na giriyor. Özel sermaye serbest bırakılıyor. İşçi sınıfının egemenliği ve sosyalizm kavramları Anayasa’dan siliniyor ve burjuva partiler yeşeriyor, sürekli bu gelişmeyi onaylayan haberler geliyor.
Ramiz Alia, 26. 12.90’da AEP Ulusal Kongresi’nde bu gelişmeyi kabul elti: “İzlediğimiz bu yeni çizgide toplumsal düzenleme olarak sosyalizme, özel mülkiyete, çoğunluğun demokrasisine ve partiye ilişkin konularda eski prensiplerimizden bir sapma gizli. ” (ATA. Nr. 111/90)
Biz zorunlu uygulamalar olarak nitelendirilebilecek bazı önlemleri anlayışla karşılardık. Ancak hoş olmayan emperyalizmin güzel gösterilmesi ve onunla ilgili hayaller yayılmasıdır.
Birdenbire AEP “yumuşama” ve uluslararası ilişkilerin demokratikleştiğini gözlemlemeye başlıyor. Avrupa’da “demokratikleşme süreci” takdirle karşılanıyor ve Arnavutluk’un da bu sürece bağlanacağı ve uyum sağlayacağı duyuruluyor. Almanya’nın yeniden birleşmesi, Batı Alman sermayesinin Doğu Almanya’yı ilhakı Avrupa’da problemlerin barışçı ve demokratik çözümünde olumlu bir örnek olarak lanse ediliyor.
Amerika’nın Körfezdeki kanlı saldırganlığı şuasında “yumuşama”dan söz etmek emperyalizmi güzel göstermektir. Aynı zamanda ASHC hükümetinin ABD, SSCB ve Çin’le aynı şuada yalnızca Saddam Hüseyin’i mahkûm ederek BM ve Güvenlik Konseyi’nden bir kelimeyle dahi söz etmemesi bizim gözümüzde emperyalist saldırganlığın yanında tavır almadır.
Tüm bu uygulamalarla Arnavutluk işçi sınıfından emperyalizmin baskıcı yüzü gizlenmekte ve emperyalizm güzel gösterilmektedir. Emperyalizmin en büyük anti-komünist saldırısını sürdürdüğü, Arnavutluk’ta da yeteri kadar insanın bu sistemle ilgili hayallerinin olduğu böylesi bir dönemde işçi sınıfı silahsızlandırılıyor.
Hala geçerli olan Arnavutluk Anayasası’nda kredi alımının yasak olması bir yana 12. 5. 90 tarihinde BM Sekreteri Perez de Cuellar ile yaptığı konuşmada Ramiz Alia şunları söylüyordu: “Bir şeye inanılmıştı. Yalnızca kredi sayesinde gelişebileceği. Aslında bu konuda deneyler olumsuz. Kredi sayesinde borçlar oluştu, fakir ülkeler daha da fakirleştiler; çünkü kredi verenler için önemli olan fakirlerin gelişmesi değildi.” (Albanien Heute 3/90 s.28)
Aynı kişi 26. 12. 90’da AEP ulusal kongresinde şunları söylüyordu: “Batının doğunun ülkelerine bu ülkelerde ekonominin yeni biçimlenmesi kolay olmayan pazar ekonomisine uyum sürecinde ortaya çıkan zorlukları yok etmek için yaptığı yardım geleceğin Avrupa’sına katkıdır. Biz bu yardımlardan Arnavutluk’un da mahrum bırakılmayacağını umuyoruz.”
Emperyalist sömürünün “yardım” olarak nitelendirilmesi ve Arnavutluk’a da bu “yardım”ın yapılması için el açılması bizi öfkelendiriyor. Bu yalnızca ML’den teorik bir sapma değil, burjuva ekonomisinin bilinen gerçekliğinden de bir sapmadır. Yugoslavların Tito zamanından beri aldıkları yardım nasıl görülüyor?’Ramiz Alia oradaki gerçeği bilmiyor mu? Emperyalistlerin Kosova’ya yaptıkları yardımları bilmiyor mu?
Ramiz Alia pazar ekonomisinin propagandasını yapıyor. O, yabancı sermayeye Arnavutluk’un daha önce hiç borcu olmadığı ve bol miktarda maden yataklarına ve iş gücüne sahip olduğu için aşırı kar sunuyor. O, (R. Alia) verimsiz işletmelerin kapatılmasını, işsizliğin olabileceğini, fiyat artışlarını, vergi ve kesintileri onaylıyor. Tüm bunlar, emekçiler öderken kapitalistlerin kar toplamaları anlamına gelmektedir. O, yabancı yatırımcılar ve yeni özel küçük ve orta işletmeler sayesinde iş alanı sözü veriyor. Ramiz Alia Doğu Almanya, Polonya ve Macaristan’daki deneyleri bilmiyor mu? O, o ülkelerde batı yardımı sayesinde ne kadar insanın sokağa atıldığını ve yoksullukla karşılaştığını bilmiyor mu? Bu tehlikelerle dolu olan gelişmelerin gerçek yüzü Arnavutluk işçi sınıfı ve halkından gizlenmektedir. Resmi sömürü, iş gücünün meta olarak yeniden ortaya çıkışı ve sosyalizmin tasfiyesi “gelişme” olarak sunuluyor.
Uygulanan politika şimdiye kadar AEP ve E. Hoca’nın uyguladığı politikanın karartılmasıdır. Birdenbire yalnızca bir kişinin üstüne atılmayacak dağınık, karışık hatalardan söz edilmeye başlandı. Kim olabilir bu kişi? Enver Hoca tabii ki. Ancak bu yapılan yanlışlarla hesaplaşmak da komünistlere bırakılmıyor, bu işi tarihçiler yapmalıymış. R. Alia: “Bırakalım tarihçiler geçmişle hesaplaşsınlar, bu onların görevi.” diyor.
O, başka bir yerde ise açıkça artık tüm halkın özgür olduğundan ve önceki gibi baskı ve sınırlama olmaksızın seçebileceğinden söz ediyor. Önceden Arnavutluk halkının özgür olmadığını mı söylüyor R. Alia?
Stalin’de birden bire dayanılmaz oluyor. R. Alia: “Stalin’in hayatı ve eserlerinin Arnavutluk’la direk ilişkisi yoktur. SB ve Stalin’le ilişkilerimizin bazı anları çok uzak geçmişte kaldı. Buna rağmen o anlara yönelik bazı adlar, heykeller, semboller, eski değerlerini yitirmiş olmalarına rağmen hala duruyorlar. Kimseyi ilgilendirmeyen isim, sembol ve heykellerin politik ve ideolojik semboller olma tehlikesiyle yüklü olmaları en kötüsüydü.”
E. Hoca ise Stalin’i başka şekilde değerlendirmekteydi. “Stalin’in yardımı, desteği partimiz ve Arnavutluk halkının özgürlüğü için belirleyici önemdeydi.” Arnavutluk tarihine saldırılar, emperyalizmin güzel gösterilmesi, sosyalizmin tasfiyesi, revizyonist bir çizgiye eşittir. Bu, biz ML’ler için acı vericidir. Ama biz her zaman korkusuzca gerçeklerin gözünün içine baktık ve gelecekte de bunu yapacağız.
KPD, yıllardan beri Almanya için bağımsız, devrimci bir politika izliyor. Kimseye bağlı olmadı, şimdi de değildir. Bir yıl önce KPD kendi içinde revizyonist yozlaşmanın nedenleri üzerine bir tartışma başlattı. Bu tartışmaya Doğu Almanya’da revizyonizmin çöküşü, doğulu yoldaşlarla tartışmalar ve Arnavutluk’taki gelişmeler bu tartışmaya ön ayak oldu.
E. Hoca Yoldaş’ın revizyonizme karşı kesintisiz mücadelesine karşın bu kadar hızlı bir şekilde yozlaşma ve sosyalizmin tasfiye sürecine girilmesi, araştırılmak ve cevaplandırılmak zorundadır. Sosyalizmin inşası sürecinde ve yozlaşmaya karşı mücadelede bir sıra cevapsız teorik ve pratik soruların olduğunu gördük. Bu somlar ancak ML yöntemlerle çözülebilir. Bu konular üzerinde tüm arkadaşlar ve sempatizanlarla çalışmak istiyoruz.
Arnavutluk işçi sınıfı ve Arnavut Komünistleriyle emperyalizme ve revizyonist ihanete karşı mücadelelerinde dayanışmamız sürecek. Arnavutluk’taki çalışmalarımız ve gezilerimiz sayesinde tanıdığımız insanlar, ülke ve yoldaşlarla derin bağlara sahibiz. Sosyalizmin tasfiyesi bu dostluk ve enternasyonalist bağları koparamayacaktır. Eminiz ki Arnavutluk işçi sınıfı, pazar ekonomisinin nimetlerini tanıdıkça ondan nefret edecek ve ona karşı mücadele edecektir. Biz yanlarında olacağız.
Nisan 1991