Ulusal sorunun çözümünde iflas etmiş bir yöntem: Ulusal-Kültürel özerklik”

“Avusturyalılar ‘milliyetlerin özgürlüğü’nü küçük reformlarla, yavaş yavaş gerçekleştirmeyi düşünüyorlar. Ulusal-kültürel özerkliği pratik önlem olarak önerirken, asla öngörmedikleri köklü bir değişikliği, bir demokratik kurtuluş hareketini hiç hesaba katmıyorlar. Buna karşılık Rus Marksistleri, ‘milliyetlerin özgürlüğü’ sorununu köklü değişikliklere, demokratik kurtuluş hareketine bağlıyorlar; onların reformlar üzerine hesap kurmak için hiçbir nedenleri yoktur.” J.V. STALİN (1)

Yukarıdaki sözleri, Stalin, 1913 yılında milliyetçi, ‘kültürel özerkçi’lere karşı söylüyordu. Stalin’in ortaya koyduğu ayırım, ulusal sorun konusunda devrimci ve reformcu çizgi arasındaki tartışmanın ayırım noktası olmaya devam ediyor. Tartışmalar, o günden bugüne çeşitlendi, renklendi; ama özünü korudu: Reform mu, devrim mi? “Reformizmin özü kötülükleri azaltmaktır, onları yok etmek değil.” (2) Reformizm, her konuda olduğu gibi ulusal sorunda da, çözüm olarak kötülüklerin göze batan sivri yanlarını törpüler, ama kötülüğü esas çizgileriyle korur; sorunun özüne dokunmaz. Sorunu, bazen bir ‘hukuk’ sorununa, bazen kültür’ sorununa indirger. Sorunun etrafında dolaşır ama hiç bir zaman özüne inmez, sorunu bir devrim, siyasal olarak ayrılma hakkı olarak görmez.
Burjuvazinin ‘liberal’ temsilcileri, onların çeşitli izdüşümleri, ulusal hareket henüz kendini açık eylemlerle dışarıya vurmamışken, hareketin üzerine örtülü kül tabakasına bakarak huzurlu bir sessizliğe gömülürler. Memlekette çok şükür bir ‘etnik’ sorun olmadığından dem vururlar. Ulusun birliği ve bölünmezliği üzerine veciz sözler ve coşkulu tiratlar çekerler.
Sesi vahşet ve kanla boğulan ulus, suskunluğu büyük patlamalarla bozar. Ulusal hareketin alevleri küller arasından fışkırır. Bütün ulus inkârcılarının, şoven ve sosyal-şovenlerin keyfi kaçar. Fakat onlar, kısa bir tereddüt anından sonra ‘durumu’ kavrarlar: Bir ulusu yok saymanın imkânı yoktur. Ortalığa akortsuz sesler yayılır. Memlekette ‘anadili farklı olan yurttaşlar’ vardır. Onlar da bu ülkenin yurttaşlarıdır, ‘orası’ geri bıraktırılmış bir bölgedir…
Ulusal sorunun utanmazca ve yarım ağızla kabulünden sonra sıra çözüm önerilerine gelir. Bütün yurttaşlar evde tarlada anadillerini kullanabilmelidir. Kendi dillerinde şarkı söyleyip dinleyebilmelidirler. Yelpaze geniştir, bu bakımdan çözüm önerileri de çeşitlilik gösterir.
Kimileri ana dilinde okuma hakkını bile savunur. Ve nihayet en cesur olanlar bir kültür özerkliğinden söz ederler. Burjuvazinin, onun soluk gölgeleri olan reformcu akımların çözüm önerilerinin varabileceği en ‘ileri’ nokta, ezilen ulusa kendi dilinde eğitim hakkı, dilini kullanma hakkı, kısacası kültürel özerklik sınırını geçmez. Bütün bu ‘haklar’, ‘üniter devlet’, ‘resmi dilin yanı sıra ikinci dil’ sözleri eşliğinde telaffuz edilir. Kısaca, ezen ulus devlet üzerindeki bütün egemenliğini korur. Ezilen ulusa, kültürel alanla sınırlı haklar verilir. Ezen ulusun, ezilen ulus aleyhindeki imtiyazları, ezilen ulusun ilhak durumu devam eder. İşte ulusal-kültürel özerklik ulusal sorunu böyle ‘çözer’. Kuşku yok ki, bu ulusal sorunun çözümü değil, ulusal hareketin küçük reform kırıntılarıyla yatıştırılmasıdır.
Daha da ilginç olan durum, ufukta henüz özerkliğe dair somut bir belirti yokken, reformcu ve ezilen ulus reformcuları, kültürel özerkliği alkışlamaya başlarlar. Kendilerine ‘devrimci’ ‘ulusalcı’ diyen birçok çevre, milliyetçiliğin çöplüğe atılmış ‘çözümünü’ karşımıza çıkarırlar: Ulusal-kültürel özerklik.
Bu yazının devamında ulusal sorunun çözümünde kültürel özerkliğin yeri ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkım gerçek anlamını açıklamaya çalışacağız.
Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı Ne Demektir?
Bu sorun ezen ve ezilen ulus milliyetçileri tarafından sürekli çarpıtılmış, gerçek anlamından ve içeriğinden saptırılmaya çalışılmıştır. Kimileri, bu sorunu ‘reform’ olarak anlamış, diğer bazıları ise milliyetçi bakış açılarına kalkan yapmaya çalışmışlardır. Bu sloganın gerçek anlamını sosyalist harekete mal etmek için, Lenin, büyük mücadeleler vermiştir.
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı (UKKTH), egemen ulus tarafından ilhak edilmiş ezilen ulusun, egemen devletten siyasi olarak ayrılıp ayrı bir devlet kurma hakkını içerir. İçinde ezen ve ezilen ulusların bulunduğu, türdeş olmayan ulusların bulunduğu bir devlette, ulusal sorunun çözümü için bu temel bir formüldür. “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, ancak siyasal anlamda bağımsızlık hakkını, ezen ulustan siyasal bakımdan serbestçe ayrılma hakkını içerir.” (3)
Bu hak, yukarıda da anlatıldığı gibi, ezilen ulusun ayrı devlet kurma hakkıdır; hiç bir şekilde ulusa tanınan bazı kültürel haklara, kısmi iyileştirmelere indirgenemez, içeriği daraltılamaz. ,
Fakat aynı zamanda ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, hiç bir zaman ayrılma yükümlülüğü olarak anlaşılamaz. Lenin, bu hakkı boşanma özgürlüğüne benzetir. Boşanma hakkını içermeyen bir evlilik, özgürce bir birlik olamaz. “Boşanma serbestliğini savunan bir kimseyi, aile bağlarını yıkmak istemekle suçlamak ne kadar ahmakça ve ne kadar ikiyüzlüce bir davranışsa, ayılmayı isteklendirmeyi suçlamak, o ölçüde ahmakça ve ikiyüzlü bir davranıştır… Kapitalist devlette, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını, yani ulusların ayrılma hakkını reddetmek, egemen ulus ayrıcalıklarını ve demokratik yöntemlere karşı polis yönetim ve yöntemlerini savunmaya eşittir.”(4)
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının iki gerçekleşme biçimi vardır. Ulusun özgürce iradesini ortaya koyabileceği bir ortam yaratıldığında yapılan ulusal referandumla ya ulus çoğunluğu ayrılmadan yana karar verir ve bu durumda, söz konusu ulus, ayrı bir devlet olarak kalmaya karar verir ve uluslar arasında tam bir hak eşitliği sağlanır, resmi dil yasaklanır, ezilen ulusun yaşadığı bölgenin özelliklerine göre toprağa dayalı bölgesel özerklik uygulanır. Bu noktadan sonra ulusal baskı son bulur.
Birçokları, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkım bir reform olarak görme eğilimindedirler. Bu kesinlikle doğru değildir. Ekim devriminden önce istisnai bir durum olan anayasal gerçekleşme biçimi, artık kesinlikle ortadan kalkmıştır. Ayrıca, sıfıra yakın bir ihtimal üzerine koca bir program kurmak sosyalistlerin işi olamaz. Ulusal sorun, ancak devrimle çözülebilir. Burjuvazi önderliğindeki ulusal devrimler, sorunu bir yönüyle çözmekle birlikte kesin çözüm olmaktan uzaktır. Ulusal sorunun kesin bir şekilde çözümü ancak proletarya iktidarı altında mümkündür.
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunmak, her türlü ulusal hareketi desteklemeye eşitlenemez. Bu istemin mutlak bir istem olması, proletaryayı, gerici, proletaryanın çıkarlarına aykırı ulusal hareketleri destekleme yükümlülüğü altına sokmaz. Nasıl din ve vicdan özgürlüğünü savunmak, dine karşı ajitasyon hakkını ortadan kaldırmazsa, ulusların kendi kaderlerini savunmak da gerici hareketlere karşı ajitasyonu engellemez. Bu konuda Lenin şunları söylemiştir:
“Ulusların kaderlerini tayin hakkı dâhil, demokrasinin çeşidi istemleri mutlak şeyler değildir, bunlar dünya demokratik hareketinin (bugün sosyalist hareketinin) tümünün bir parçasıdır. Bazı somut durumlarda, parçanın, bütün ile çelişkiye düşmesi olasılığı vardır, o zaman parça atılır.” (5)
Bugün proletarya devrimi ile ulusal hareketler, emperyalizme karşı oluşan mücadele cephesinin iki ayrı halkasıdır. Emperyalizme darbe vuran, onu gerileten bütün hareketler desteklenmeye layık, proleter devrimin yedeği durumundaki hareketlerdir.
Niçin Ulusal-Kültürel Özerklik Değil?
On yılların şovenizmiyle tahkim burjuvazinin sahte ‘özerklik’ manevraları, egemen ulus sosyal-şovenleri ve emperyalizmin ‘yeni düzen’ tablosundaki boşluklar üzerine program kuran ezilen ulus burjuva çevreleri içinde heyecan yaratıyor. Ortada somut hiç bir uygulama yokken, küçük vaatler üzerine büyük planlar yapılıyor. Alkışlar arasında kötü dikilmiş yeni elbiseler içinde tamdık bir ‘teori’ arz-ı endam ediyor: Ulusal-kültürel özerklik.
Lenin ve Stalin’ce tanıtlanan ve Sovyet deneyimiyle doğrulanan ulusal sorunun doğru çözümüne karşı, kültürel özerliği savunmanın anlamı nedir?
Ulusal-kültürel özerklik teorileri Lenin tarafından açık bir sekile çürütülmüş, bir kısım mucitlerince de, Ekim Devriminden sonra ‘geçerliliğini yitirdiği hazin bir şekilde kabul edilmiştir.
Avusturyalı kötü ünlü sosyal-demokratlar Otto Bauer ve Springer tarafından ortaya atılan, Yahudi milliyetçileri Bundçular ve diğer çeşidi milliyetçilerce desteklenen ve ‘ulusal program’ haline getirilen ulusal-kültürel özerklik, gerici, reformcu, ilhakları meşru gören bir yapıdadır.
Lenin’in milliyetçi muarızlarına göre, merkezi devlet olduğu gibi kalmalı, devlet içinde yaşayan bütün uluslara ve azınlıklara topraktan bağımsız kültürle sınırlı özerlik organları hakkı tanınmalıydı. Bunun eşliğinde Bolşeviklerin programındaki ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ve bölgesel özerkliğe sert eleştiriler getiriliyordu.
En başta ulusların kendi kaderlerini tayin hakkım kültürel özerkliğe doğru daraltmak, bu haklan inkârı anlamına gelir. Çünkü ulusların kaderlerini tayin hakkı, ezilen ulusun siyasal ayrılığını, bağımsız ayrı bir devlet kurma hakkını içerirken, kültürel özerklik, devleti ezen ulusun elinde bırakmayı peşinen kabul eder. Devletin yapısında bir değişiklik önermeyen kültür özerkçileri, ezilen ulusa sadece kültürel organlar reva görür. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, bir ulusun bir devlet içinde zorla tutulmasına karşı ezilen ulusun haklarını güvence altına alır. Ama kültür özerkliğinde, kültürel haklan düzenleyen ‘organ’ ancak bu zorla kendine bağlamaya ‘şirin’ bir görüntü verebilir.
Böylece kültürel özerklikle, bir ulusun başka bir ulusu zorla kendine bağlanmasından başka bir şey olmayan ilhak meşrulaştırılır, ulusal baskı kutsanır. “… İlhak, bir ulusun kendi kaderini tayin etme hakkının çiğnenmesidir, halkın iradesine karşı olarak devlet sınırlarının saptanmasıdır.” (6) Bu durumu kabul eden özerkçilerin elinde, ulusların kaderlerini tayin hakkı, ilhaklara karşı mücadele silahı olmaktan çıkar. Burada ulusların tam hak eşitliğinden eser olmayacağı anlaşılır bir şeydir. Ezen ulusun ezilen ulus üzerindeki “hamiliği’ kabullenilir.
Ulusal-kültürel özerkliğin çıkış noktası, devletin birliği ve bölünmezliğini kabuldür. Bauer, bunu şöyle ifade ediyor: “”Biz ilkönce, Avusturya uluslarının şimdi içinde yaşadıkları devlet içinde kalacaklarını varsayıyoruz…” (7) Ulusal baskının temel dayanağı olan ezen ulus devleti, ortada kaldığı sürece ulusların ulusal baskıdan kurtulmaları mümkün olabilir mi?
Ulusal-kültürel özerklikte, egemen ulusun ilhakını, imtiyazlarım savunmanın yanında ezilen ulus milliyetçiliğini sevindiren bir şeyler de var. Tabii ezilen ulus burjuvazisine verilen tavizlerin proletarya açısından sevinilecek bir yanı yoktur. Özerkçilik, devlet içine dağılmış ulusun bütün fertlerini ‘ulusal kültürel örgütlerde’ toplarken, ezen ve ezilen ulustan işçiler arasına ulusal duvarlar örer. Ezilen ulusun proleterlerini sınıf kardeşlerinden uzaklaştırır, kendi burjuvazisine yaklaştırır. Ulusal ayrılıkları körüklerken, sınıfsal ayrılıkların üstünü örter. Böylelikle ulusal baskı son bulmaz, ortada enternasyonalizm kalmaz, proletarya kendi burjuvazisinin yedeği olur.
Ulusal-kültürel özerklik “sadece ulusların birbirinden ayrılmasına değil, fakat aynı zamanda yekpare işçi hareketinin parçalanmasına da zemin hazırlar. Ulusal özerklik düşüncesi, yekpare işçi partisinin tek tek milliyetlere göre inşa edilmiş partilere ayrılması için psikolojik önkoşullar yaratır. Parti gibi sendikalar da parçalanır…” (8)
Ve en önemli olarak, ulusal özerkçilik, ulusal sorunu bir devrim sorunu olarak görmez. İstediği hakların merkezi parlamento tarafından verilmesini bekler. Bu, sadece ulusal özerkçilerin iradelerinden ötürü böyle değildir. Ulusal özerkçiler, geliştirdikleri düşüncelerle reformizme mahkûmdurlar. Çünkü düşüncelerinde devletin düzenini sarsan bir yön yoktur. Lenin’in bu konuda söyledikleri öğreticidir:
“Şu iki pratik öneriyi kıyaslayınız: (1) Özerlik için (Polonyalıların tezleri) ve (2) Ayrılma özgürlüğü için. Programlarımız özellikle ve yalnızca bu noktada bir birinden ayrılmaktadır! Bunlardan birincisinin reformist olduğu ve onu ikinciden ayırt eden şeyin, bu reformizm olduğu açık değil mi? Reformist bir değişiklik, egemen sınıf iktidarının temellerini sarsmayan, bu sınıfın bir ödünü olan ve onun tahakkümünü sürdüren bir değişikliktir. Devrimci bir değişiklik ise, bu iktidarı temellerine kadar sarsar, ulusal programda reformizm, egemen ulusun bütün ayrıcalıklarını ortadan kaldırmaz; reformizm, ulusal baskının tüm biçimlerini yok etmez. ‘Özerk’ bir ulus, ‘egemen’ bir ulusla haklar bakımından eşit değildir.” (9)
Emperyalizm, çağımızın esas sömürgeci gücüdür; ulusal ve sömürgesel baskı ve zulmün esas kaynağıdır. Emperyalizm, tekel-öncesi kapitalizmden devraldığı sömürge sistemini kendi sistemine ‘uydurmuş’, dünyanın bütün geri ülkelerini kendi nüfuz alanı haline getirmiştir. Dünyanın belli başlı toprak alanları emperyalist tekeller tarafından paylaşılmıştır. Emperyalistler, sömürge ve nüfuz alanlarını rakipleri aleyhine genişletmek ve dünyanın esas jandarmaları olabilmek için, insanlığı iki büyük emperyalist savaş yangınına atmışlar, sayısızca bölgesel savaş çıkarmışlardır. İhtiyaç duyduğu hammadde, yakıt ve ucuz işgücünü temin ettiği, üzerinde askeri üstünlüğünü pekiştirdiği alanlar tehlikeye girdiğinde, emperyalizm hiç bir gaddarlıktan sakınmaz. Emperyalistlerin Ortadoğu’da giriştikleri son saldın savaşı, dünya ve özellikle bölge halklarının belleğinde tazedir.
Bundan dolayı, ulusal kurtuluşu hedefleyen her hareket, emperyalizmin ekonomik, askeri ve siyasal varlığına yönelmek zorundadır. Emperyalizmi karşıya almadan, onun varlığına son vermeden ulusal sorunu çözmek, ulusal bağımsızlığı kazanmak mümkün değildir. Ulusal sorun, esas olarak, emperyalizme karşı mücadele, emperyalist sistemden kopuş sorunudur. Emperyalizme ve onların ‘ulusal’ dayanaklarına karşı devrimci bir savaş verilmeden ulusal sorunun az-buçuk da olsa çözümü mümkün değildir.
Peki, bu durumda emperyalizmin planlarının bir parçası olarak önerilen ulusal çözümlere sıcak bakmak ne anlam taşır? Bu, ancak boynunu emperyalist boyunduruk altına uzatmak anlamına gelir.
Durumu şu şekilde netleştirmek mümkün: Bir halk, tarihinde görülmüş en büyük yığınsallıkla kendini ulusal mücadelenin içine atıyor. Çok çeşitli biçimler alarak zenginleşen ulusal hareket, her gün daha fazla yoksul köylüyü, genci, kadını vb. kendine çekiyor, işte bu durumda iki alternatif beliriyor.
Birincisi, ulusal hareketi tutarlı bir çizgide yöneterek emperyalizmi ve onun hizmetindeki iç gericiliği karşıya alıp gerçek ulusal özgürlüğü kazanmak; devrimci olan budur.
İkincisi, ulusal kabarışın üzerine binip emperyalistlerle pazarlık masalarında “güdük” bir çözüm aramak. Bu yol, ulusal özgürlük mücadelesinin küçük kırıntılarla boğulmasına hizmet eder. Ulusal özgürlüğü değil ancak, verilen bu kırıntıları sağlayabilir. Emperyalizmin “yeni düzen” planının bir parçası olmak zorundadır. Emperyalizm, “yeni düzen” planı çerçevesinde bölgenin tartışılmaz hâkimi olabilmek için, “demokrasi” manevraları yapmakta, ulusal özgürlüğe karşı kendi denetiminde en fazla sınırlı bir kültür özerkliği dayatmaktadır. Bu, kültürel özerklik bile değilken, bunun üzerine büyük programlar kurmak, emperyalist planın uşak uygulayıcılarını alkışlamak, gericiliğin değirmenine su taşımaktır. Emperyalizmin planını, dünya kamuoyunun tepkilerinin sonucuna bağlamak safça bir iyi niyet olur.
Emperyalistler, 2. emperyalist savaş sonrasında da, “demokratikleşme” adı altında bir güldürü sahnelediler. O zamana kadar emperyalizmin yumuşak karnı işlevini gören sömürgelere kısmı bir siyasal “özgürlük” verildi. Ama bu ülkeler, askeri, mali ve diplomatik ve en başta ekonomik olarak sıkıca emperyalizme bağlandı. Fakat bu ülkeler, bağımsızlıklarını kazanabilmek için yeniden emperyalizme karşı ulusal mücadeleler vermek zorunda kaldılar. Kukla devletler ulusal sorunu çözemez.
Proletarya hareketi, emperyalizmin aleti olmayan, aksine onu darbeleyen, ulusal özgürlüğü yakınlaştıran bütün hareketleri kayıt ve şart koymaksızın destekler. Ezilen ulusun, ayrılıp bağımsız devlet kurma hakkı dâhil, kendi kaderini tayin hakkını tavizsizce savunur. Fakat bu tutum, ulusal hareketin kapsamını toprak ve özgürlük yönünde genişletme çabası önünde bir engel değildir.
Sorun, uyanan ulusal devin küçük kırıntılarla mı yatıştırılacağı, yoksa özgürlüğün mü galebe çalacağı şeklinde netleşmiştir. Tarih, her iki örneğe de sayısızca sahne olmuştur.

Dipnotlar:
1. Stalin, Eserler-cilt: 2, sf. 275, Inter yay.
2. Lenin, UKKTH, sf. 196, Sol yay.
3. Age, sf. 152
4. Age
5. Age, sf. 192
6. Age, sf. 176
7. Aktaran: Stalin, Eserler-cilt: 2, sf. 274
8. Age, sf. 287-288
9. UKKTH, sf. 195

Nisan 1991

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑