Ekonomi batakta

“Ekonomi açmazda”, “Enflasyon şaha kalktı”, “IMF, ‘gözaltına’ çağırıyor”, “Ekonomide yangın var”, “Faiz yarışı başladı”, “İsçi kıyımları hızla sürüyor”, “KİT satışları hızlandırılacak” “‘Ekonomik önlemler için erken seçim kaçınılmaz”, vb. vb. Yukarıdaki ibareler, Türk ekonomisini kötülemek isleyen “kötü niyetli” çevrelerin sözlerinden ya da yazılarından aktarılmış şeyler değil. Tersine, her sabah Türkiye’nin “kurtarıcılığına” soyunan Türk basınının muteber gazetelerinin ekonomi sayfalarının bir kaçından rast gele alınmış başlıklar. Son bir kaç aydır, günlük gazetelerin ekonomi sayfaları benzer yakınmalarla dolu.
Cumhurbaşkanı ve hükümet bir yandan ekonominin gelip dayandığı batağı görmezden gelerek, “21. yüzyılda süper devlet” olunacağı propagandası, “Türk ekonomisinin bütün dünyaya örnek” olan başarılar gösterdiği edebiyatı yaparken, 1990 kalkınma hızını % 9,5’dan (az bulmuş olacaklar ki) %10,5’a çıkararak çöken ekonominin patronlarına moral vermeye çalışıyorlar. Ama öte yandan IMF ve çeşitli dünya finans merkezlerinde bir kaç milyar dolar bulabilmek için kapı kapı dolaşmaktadırlar. Dahası yeni bir “kurtuluş” reçetesi hazırlayarak “şok ” önlemler, yeni “24 Ocak Kararları” için ortam oluştururken, bir yandan da KİT ürünlerine zam yağdırarak günü kurtarmaya çalışmaktadır.
IMF ve Dünya Bankası ise, kontrollerini sıklaştırıp, Türk ekonomisindeki gelişmelerin verilerini incelemeye almışlar, Türkiye ile yeni bir “Stand By Anlaşması” için hazırlık yapmaktadırlar.
Bugüne kadar, “serbest ekonomi”, “serbest ticaret” şampiyonluğu yaparak, 24 Ocak 1980den bu yana hükümetlerin bütün ekonomik kararlarının baş destekleyicisi olan büyük burjuvazinin sözcüleri, birden bire “yangın var!” diye bağırmaya başladılar.
İSO Yönetim Kurulu Başkanı Memduh Hacıoğlu, enflasyona yeni bir müsebbip bularak hükümeti eleştiriyor: “Enflasyonun birinci müsebbibi yüksek faizdir. Bu sorun ekonomik: ve siyasal hayatımızı ipotek altına almıştır”.
Eski İSO Başkanı Nurullah Gezgin de son aylardaki şikâyetlerine öfke de ekleyip, hiç olmazsa gerçeğin bir yanını itiraf ediyor: “Türkiye’de bir yutturmacadır gidiyor. Buradaki hadise, serbest piyasa ekonomisi değildir. Kör tuttuğunu beceriyor”. Gezgin sanayinin durumunu da şöyle çiziyor; “Saat 17.30’dan sonra Gebze’de artık ışıklar yanmıyor. Tekstil bölgesi Sefaköy’de TIR’lara rastlanmıyor. Sanayi müthiş bir durgunluk içinde. İşçi çıkartılıyor, sendikalardan ses yok. Toplu sözleşme dönemine giren boya sektöründe işçiler zorunlu izne çıkarılıyor. Sanayi kesimini zor günler bekliyor. Çamura batıyoruz, yeniden 1988 yılına dönüyoruz. ‘88’i yaşarsak kötü olur”.
TİSK Başkanı Halil Narin ise, her iki başkana da katıldığını söyledikten sonra sitem ediyor: “Yanlışlık sanayici olmakta. Dönem, fırsatçının dönemi. Yatırım heyecanı gerekli”.
Kuşkusuz ki; büyük patronların bağırması boşuna değil. Ekonomi, özellikle sanayi sektörü gerçekten batağa sürüklenmiş durumda. Bu yüzden de bağırırken (çoğu zaman yaptıkları gibi) rol icabı bağırmıyorlar. Ama onların itirazı uygulanan ekonomik politikaların esasına değil. Sadece faiz ve kur politikasının kendi lehlerine çevrilmesini istiyorlar; hepsi o kadar. Yoksa ne her gün yenilerine yeni artışlar eklenen zam yağmuruna, ne ardı arkası gelmeyen işçi kıyımlarına, ne KİT’Ierin yabancı sermayeye peşkeş çekilmesine ne de hazırlanan yeni “24 Ocak Katanlarına” bir itirazları yoktur. Sadece bunların, seçim kaygısıyla, geciktirilmesine itirazları vardır.
Bir yandan “serbest piyasa”dan, “serbest pazar”dan söz ederler ve bundan “hükümetin ekonomiye müdahale etmemesini” anladıklarını söylerler, ama bugün de “hükümet neden başını alıp giden faizlere müdahale etmiyor”, “döviz kurlarının yükselişini engellemiyor” diye yaygara yapıyorlar.
Burada bir çelişki var gibi görünüyorsa da, sistem ve büyük burjuvazinin çıkarları göz önüne alındığında hiç bir çelişki yoktur. Çünkü sistem, büyük burjuvazinin ve efendileri emperyalistlerin çıkarlarını korumak için kurulmuştur. Söz konusu olan büyük burjuvazinin çıkan olduğunda, devletin müdahaleci olması ya da olmamasının hiç bir önemi yoktur. Çıkarları gerektirdiğinde devletin piyasaya müdahalesi de “serbest ticaret”in, hep şanından olmuştur. Eğer işler iyi gidiyorsa, hükümetin müdahalesi de “serbest pazar ekonomisi”ne ters düşer. Dahası tekellerin egemen olduğu bir dünyada, 18. ve 19. yüzyıldaki kadar bile bir serbest pazar ekonomisi”nin olamayacağını biraz ekonomi bilgisi olan herkes bilir. Ama “her şeyi bilen” büyük patronlarımız ve onların çığırtkanlığını yapanlar bunu bilmezden geliyorlar. Ama yaşam, bütün acımasızlığı ile onları “devlet gidişata neden müdahale etmiyor” diye bağırmaya zorluyor. Çünkü tekellerin dünyasında devlet, tekellerin devletidir ve ekonomiye müdahale etmeden bu işlevini yerine getiremez. Bu yüzdendir ki; büyük burjuvalarımızın (bazen bankacı sanayicilerin bankasız sanayiciler aleyhine, bazen bankasız sanayicilerin bankacı sanayiciler aleyhine) devleti müdahaleye çağırmalarında bir çelişki yoktur. Çelişki var gibi görünmesinin nedeni, “serbest pazar”dan söz ederken “müdahalesizlikten söz ettiklerini kastettikleridir ki, günümüzde asıl çelişki bundadır. Tekeller ve serbestliğin bir arada olamayacağını saklamaya çalışmalarındadır. Bunu kendileri de biliyorlar, ama “serbest” sözcüğündeki gizemden yararlanmak için bu propagandayı da sürdürüyorlar.
Son 12 yılın serüveninde bu açıkça görülür:
24 Ocak Kararları’nı ve bu kararların uygulanmasının siyasi ve sosyal ortamını oluşturan 12 Eylül darbesi ve onun getirdiği düzeni bütün büyük burjuvalarımızın yürekten desteklediklerini, daha doğrusu bu düzeni bizzat kendilerinin tezgahladığını artık bilmeyen yoktur. Ve bu düzen içinde devlet, işçi ücretlerinin ne kadar olacağına, sadece genelde de değil, birer birer sözleşmelerde bile müdahale ederek işçilerin pazarlık yapmasını olanaksız hale getirirken, KİT zamlarından özel sektör zamlarına kadar her şey bizzat devletin üst kademelerinde belirlenmiş, ithalat, ihracat gibi ekonomik faaliyetler, bir gecede alınan kararlarla şu yana ya da bu yana çevrilebilmiştir. Devlet, kurlarla, Türk parasının değeriyle her gün oynamış, hangi sektöre kredi verip, hangisini desteklemeyeceğini, hatta batıracağı işletmeleri bile önceden saptayıp buna uygun kararlarla amacını gerçekleştirmiştir. Ve bütün bu kararlar da, kararlardan o anda zarar gören kesimlerce eleştirilse bile genel politikalara büyük burjuvazinin hiç bir kesiminin bir itirazı olmamıştır. Bugün de olan bundan başka bir şey değildir. Sıkışmış olanlar bağırmakta, uygulanan değil uygulanamayan politikalardan yakınmaktadırlar.
Bu süreçte bilinen bir şey daha var: 12 Eylül Cuntasının yarattığı “dikensiz gül bahçesi” içinde uygulamaya sokulan 24 Ocak Kararları, bütün uygun koşullara karşın 1988’de bir çıkmaza sürüklenmiş, yeni önlemlerin alınması kaçınılmaz olmuştu. 1988 Nisan’ında girilen süreç de, 1991 Mayıs’ında tam bir çıkmaza girmiş durumda.
Hükümet, açmazdan kurtulmak, hiç olmazsa büyük patronların güvenini yenilemek için “bildiği” yöntemi uygulayarak bir yandan zam yağmurunu hızlandırırken, bir yandan da para basarak, emperyalist finans merkezlerinde dilenciliğe çıkarak kamu açıklarım kapatmaya çalışmaktadır. Ama büyük patronlar bu yöntemlerin, bırakalım uzun vadede kısa vadede bile bir çözüm olmayacağının farkında olduğu için, dahası izlenecek bir seçim ekonomisinin bütün ekonomik göstergeleri baş aşağı çevireceğini bildiklerinden, en kısa zamanda bir erken seçim istiyorlar. “Güven tazelemiş”, önünde kısa dönemde “seçim kaygısı” olmayan bir hükümetin uygulayacağı “acı reçete”den başka hiç bir şeyin dertlerine deva olmayacağının bilincinde olduklarından “radikal çözümler” istiyorlar.
Son 12 yıllık dönem, şunu açıkça gösteriyor: Egemen sınıflar, hangi önlemleri alırlarsa alsınlar, kapitalizmin karakteri ve emperyalist sistem içindeki pozisyonları Türk egemen sınıfların iktidarını her 3-5 yılda bir sonu belirsiz bir batağa saplanmaya mahkum etmiştir. Bunun en açık kanıtı, daha “köşeyi döndük, dönüyoruz” şenliğinin sevinç çığlıklarının, “battık batıyoruz” feryatlarına karışmasıdır.
Bütün bu dönemlerde, belki buhranın nedenleri değişiyor ama karakteri ve sonuçları değişmiyor. 1980’deki bunalım, kendisini döviz yokluğu, buna bağlı olarak ithalat ihraç dengesinin bozulması ve aşırı enflasyonla açığa vururken, günümüzde iç ve dış pazarın daralması, bir aşın üretim bunalımı ve kronik enflasyon olarak biçimleniyor. Körfez savaşının Türkiye’ye getirdiği yükler, kısa vadeli borçların sıkışması ve devlet bütçesinin aşın açık vermesi yanı sıra iç borçların da devasa büyümesi; önümüzdeki aylarda, bugün işliyor gibi gözüken sektörleri de girdabın içine çekecek gibi görünmektedir. Bu durum, emekçi sınıflar içinde büyüyen hoşnutsuzlukla da birleşince, ekonomik krizin siyasi ve sosyal bir krizle bütünleşip, egemen sınıflar için büyük kıyametin çanları çalmaya başlayacağı bir ortamı mükemmelleştirmesi kaçınılmazdır. Aslında egemen sınıfların en öndeki temsilcilerinin “yangın var” diye bağırmalarının, baş üstünde taşıdıklarını eleştirmeye başlamalarının telaşı da bundandır. Kıyametin göbeğine doğru giderken, hiç olmazsa, “halktan yeni destek almış” bir hükümet ve parlamentonun kendileri için bir dayanak olacağını düşünüyor olmalılar. Bu, egemen sınıfların istek ve ihtiyaçları. Ama bunun tam karşısında da işçi sınıfı ve tüm emekçi sınıfların istek ve ihtiyaçları var. Asıl çatışma da bu istek ve ihtiyaçlara bağlı olarak, bu iki karşıt güç arasında olacaktır. Ve krizin hangi doğrultuda çözüleceğini belirleyecek de bu güçlerin çatışmasının hangi koşullarda olacağıdır. Buna şimdiden hazırlananlar, yığınları bu doğrultuda seferber edenler, sınıf mücadelesine önderlik etme hak ve şansını elde edecektir. Çünkü büyük sıçramalar ancak büyük altüst oluşlar içinde gerçekleşebilir.

Haziran 1991

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑