Emperyalist saldırganlığın bir temel faktörü: Helsinki Zirvesi… Körfez, Helsinki ve sonrası

·    Helsinki sonrası artan saldırganlık
·    Emperyalist saldırganlığı “meşrulaştırma” platformu: Birleşmiş Milletler
·    Siyasal-diplomatik çözüm “arzuları” ve gerçek: Körfeze durmak bilmez askeri yığınak
·    Amerikancı çözüm: Irak’ın ezilmesi ve haritanın değişmesi, Orta Doğu’da yeni “güvenlik sistemi”
·    Saldırganlık zıt tını doğuruyor: Ambargo deliniyor 
·    Amerikancı çözüm temelinde yapılan Türk “ulusal” çıkar hesapları

Amerikan ve Sovyet başkanları, Bush ve Gorbaçov, Eylül başında, artık numaralandırılmaktan vazgeçilen zirve toplantılarından birini daha gerçekleştirdiler. Helsinki zirvesi, bu yıl yapılanların üçüncüsü oluyor. Artık Amerikan ve Sovyet başkanlarının içlikleri su ayrı gitmiyor.
Toplantıların sıklığının ötesinde, içeriğinde değil -içerik aynı kalmaya devam ediyor: dünyanın paylaşılması- ama anlaşmalara varabilme kapasite ve yeteneğinde önemli gelişmeler görülüyor. Birkaç yıl öncesine kadar bu tür toplantılar ya da zirveler ya anlaşmazlıkla sona ererdi ya da Küba’ya karşı Türkiye, Angola ve Etiyopya’ya karşı Mısır vb. gibi çatışma konularında belirli bir noktada uzlaşmaya varılırdı. İki süper devlet arasında rekabet, sürtüşme ve çatışmalar giderilemez, bunlar var olmaya devam eder, ancak belirli geçici uzlaşmalar sağlanırdı. Tamamen birlik içinde olunan dünya proletaryası ve halklarına karşıtlık noktasında bile, bu karşıtlığın gerçekleşme biçimi, sonuçları ve hangi kanala akıtılacakları anlaşmazlık ve rekabet konusu olur, farklı çözümler uygulamaya konurdu.
Bu durumun kökten ve kalıcı biçimde değişmekte olduğu ya da değiştiği varsayımı pek gerçekçi olamaz; geleceğe yönelik böyle bir beklenti, en azından şimdilik, gerçekçi bir değerlendirme olarak benimsenemez. Ancak şöyle ya da böyle, bugünkü somut durum, ABD ve SSCB arasındaki ilişkilerin bugünkü şekillenişi, bu iki emperyalist devletin rakipler olmaktan çok ortaklar olarak davrandıklarını ortaya koymaktadır. Körfez krizi karşısındaki tutumları, iki süper devletin rekabet ve çatışmadan çok ortaklık temeline dayanan, en azından konjonktürel ilişkilerinin bir kanıtı durumundadır. Körfez krizi karşısında Amerikan ve Sovyet tutumları arasında oldukça az bir farklılık vardır. Tutumlar temelde aynıdır, ortaktır.
Bu durumun ne yönde gelişeceğini göreceğiz. Gelişme yönünü belirleyecek olan, SSCB’nin bugünkü çok yönlü bunalımının şöyle ya da böyle çözülecek olmasıdır. Bugün S.B. ve Gorbaçov o denli iç sorunlara batmış durumdadır ki, bir soluk alıp gözünü dışarıya çevirememekle, çevirse bile, kendi farklı çözümünü dikte ettirmeye yönelmenin koşullarını henüz bir araya getiremediğinden “ayağını yorganına göre uzatmaktadır”.
Oluşan bu durumda, kuşkusuz, SB’nin batılı kapitalist normlara göre yeniden örgütlenmekte oluşunun belirleyici bir etkisi olduğu düşünülemez. Bu, olsa olsa, bundan sonra, SB’nin, halkların ve dünya proletaryasının sosyalizm özlemlerini daha düşük bir düzeyde kendi emellerine alet edebilecek oluşunun ya da belki artık bu etkeni kendi yararına kullanamayacağının bir faktörü olabilir. Ama S.B. bir emperyalist devlet olarak kaldıkça, sosyalizm maskesini isler kullansın isterse kullanmasın, başka emperyalist devletlerle çıkar çelişkilerine sahip olacak, onlarla sürtüşecek, barışçıl ya da barışçıl olmayan çatışmalara yönelecektir. Hele dünya hegemonyası peşinde koşma potansiyeline sahip bir büyük emperyalist devlet için bunun tartışılması bile gereksizdir. 1. ve 2. emperyalist savaşlar ve bu savaşlar öncesi rekabet, sürtüşme ve çatışmaların taraflarından biri hiç de sosyal emperyalist bir karakter taşımıyordu.
Bugün SB ve Gorbaçov, uluslararası sahnede, şu ya da bu sorunda Amerikancı çözümler karşısında Sovyet çözümünü dayatacak gücü kendisinde bulamamakta, böyle bir dayatmanın “yeniden yapılanma”yı alt üst edeceğini, SB’yi çeşitli olanaklardan yoksun kılacağını hesaplayarak geride durmayı tercih etmekte, Amerikan emperyalizminin dünya jandarması olarak ortada dolaşması ve uluslararası ilişkileri kendi odağından düzenlemesine ses çıkarmamaktadır. Gorbaçov’un yapmaya çalıştığı, uluslararası ilişkilerin yeni düzenlemelerinin tümüyle dışında kalmamak, gelecekteki SB lehine “düzeltmeler” için gerekli faktörleri bugünden gözetmek ve ama alternatif oluşturarak karşı çıkamadığı Amerikancı çözüme, onu belirli noktalarda törpülemeye yönelerek uyum sağlamaya çalışmaktır. Gorbaçov bugün için tersini düşünememektedir. Ulusal sürtüşme ve çatışmalarla birbirinin boğazına sarılmakta olan Sovyet halklarını bir dış çatışmaya seferber edebilmesi hemen hemen olanaksızdır. Bir çatışma için gerekli ekonomik temelden bugün için yoksundur, Sovyet ekonomisi bir türlü aşılamayan bir tıkanıklık içindedir ve yeniden örgütlenme durumundadır. Üstelik böyle bir örgütlenme dış kaynakları gereksinmektedir ve bu kaynaklara mali, ama bundan daha çok siyasal olarak hükmeden ise Amerikan emperyalizmidir; Gorbaçov dış kaynaksız kalma riskini göze alamamaktadır. Elini kolunu bağlayan bu nedenler olmasa, Gorbaçov, çoktan, üzerine teoriler kurduğu “barış” propagandasını bir yana bırakırdı.
Bu arada bir küçük parantez. Bu durumun pek uzun sürmeyeceği açıktır. Dünya hegemonyası peşinde koşmaya koşullanmış ve alışmış bir büyük emperyalist devlet, bugünkü gibi ikincil, üçüncül rollerle yetinmeye, açık ifadesiyle yedeklenmeye katlanamaz. Gorbaçov’un zamanı kısıtlıdır. O’nun belki, ekonomik ve sosyal konularda “tek adamlık” yetkisi aldığı 500 günlük bile süresi yoktur. 1992 Mart’ı büyük ihtimalle Gorbaçov için son tarihtir. Durum ortada. Daha bugünden darbe söylentileri yoğunlaşmaya başladı. Ekonominin genel istikrarsızlığı yanında, özel olarak savaş sanayinin bunalımı ve sonuçta SB’nin ülke içi ve dışında fonksiyonsuzlaşma ya da çaptan düşme eğilimi içine girmesi Gorbaçov’u sarsıyor. Genel Kurmay eski başkanı Akromcycv’dcn sonra Ulusal Savunma ve Güvenlik Komitesinin konuya ilişkin yaptığı açık “uyarılar”ın önemi görmezden gelinemez.
Nedenleri üzerine burada uzatmak gerekmiyor. Ancak Körfez krizi odağında SB’nin, bir süper emperyalist devlete “yakışmayan” tutum içinde, bir süredir “Sovyetlerin, dünya sorunlarında güvenilir bir kriz ortağı olabileceğini” söylemekte olan Bush’u haklı çıkaran bir yer tutmakta olduğu ortadadır.
SB’nin başlangıçtan beri, Amerikan emperyalistlerinden görünür en “önemli” farklılığı, Körfez sorunun “barışçıl çözümü”nü öngörmekte oluşudur. Türkiye büyükelçisi Çernişev bu tutumu şöyle açıklıyor:
“Sovyetler Birliği sorunun askeri yöntemler ile değil, politik ve diplomatik çabalarla güçlendirilmiş ekonomik yaptırımlar yolu ile çözülmesini istiyor. Her ne olursa olsun yeni tedbirlerle ilgili alınacak kararlar BM Güvenlik Konseyi’nde alınmalıdır ve kabul görmelidir.” (Güneş 22 Eylül)
SB, kuşkusuz, örneğin Türkiye gibi Amerikancı olmamakta, ABD dümen suyuna girmemektedir. Bugün için durum ve konumu uygun olmasa da, geleceği düşünerek, Arap halkları karşısında açık saldırgan bir konuma girmekten kaçınmaya çalışmakla, yakın zamana kadar kendi arkasında safa girmiş ya da Sovyet politikasıyla uyumlu bir politika izlemiş güçlerden tümüyle kopmak istememekte, en azından İsrail kozunu elden çıkarmamaya gayret ederek, bunlarla gelecekte yeniden geliştirebileceği ilişkileri bütünüyle tehlikeye atmamaya uğraşmakladır. Üstelik sürdürmekte olduğu “barış” propagandasıyla çelişme içinde olmadığı görünümünü vererek, gelecekte Arap güçlerine bugünkü durumunu açıklayabilmenin hesaplarını yapmaktadır. Ama ne olursa olsun, Sovyetler bugün Arap halkları karşısında Amerikan emperyalistleriyle birlikte ve ortaklık halinde bir yer tutmaktadır. Ne Irak ve ne de Filistinliler ve diğer Arap halkları Sovyetler Birliği’nde güvenilebilecek bir yön bulamamaktadırlar.
Bugünkü durumu değişmez kabul eden metafizik bir yaklaşım sergilese de, Ecevit, bu yönüyle, günümüzü doğru değerlendiriyor:
“Helsinki’deki Bush-Gorbaçov doruğu, iki büyük devletin Ortadoğu bunalımı karşısında ortak tavır ve dayanışma eğiliminde olduklarını; aralarında bazı görüş ayrılıkları olsa bile böyle bir dayanışma ortamı oluşturmakta güçlük çekmediklerini göstermesi bakımından önemli bir gelişmedir. Ortadoğu’da çıkan veya çıkabilecek bunalımlarda, artık taraflar, iki büyük devlet arasındaki kamplaşmadan yararlanma, birbirlerine karşı iki büyük devletin ardında saflaşma olanağını kolay kolay bulamayacaklardır. Helsinki doruğu uluslararası alanda, Irak’ı yalnızlığını büsbütün vurgulamıştır. Doğu-Batı yakınlaşmasından önce ABD, Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’daki etkinliğini engellemeye çalışırdı. Oysa şimdi tam tersine ABD, Sovyetler Birliği’nin de Ortadoğu’da kendisiyle yan yana etkin bir rol oynamasını ister duruma gelmiştir.” (Cumhuriyet, 11 Eylül)
Ecevit’in zaafı, bugünkü Doğu-Batı yakınlaşmasını kalıcı ve değişmez varsayması ve başka yer ve zamanlarda yaptığı değerlendirmelerde, iki süper devlet arasındaki barışa dayanan barışçıl bir “dünya düzeni”ni, geliştirdiği politikaların kalkış noktalarından biri yapma eğiliminde olmasıdır. Oysa bugünkü durum, konjonktürel nedenleri olan geçici, gelecekte ne yönde değişeceği bugünden kesin bir şekilde belirlenemeyecek ve üzerine kalıcı politikalar inşa edilemeyecek bir geçişsel durumdur. Ve Ecevit’in bir diğer zaafı ise, “çıkan ve çıkabilecek” Ortadoğu bunalımlarının Ortadoğu devletlerinden kaynaklandığını, bunalım bir kez patlak verdikten sonra bu devletlerin kendilerine iki süper devletten biri ardında yer aradıklarını düşünmesidir. Oysa bugünkü bunalım içinde olmak üzere, bölgede oluşan tüm bunalımlar başlıca, emperyalist büyük devletler kaynaklıdır ve bu bunalımlarda bölge ülkeleri ya emperyalist emellere alet edilmiş ya doğrudan kukla olarak kullanılmış ya da emperyalist saldırganlığın kurbanı olmuşlardır. Ama şu doğrudur ki, Ortadoğu’da ilk kez iki büyük devlet de içinde olmak üzere, aralarında nüansa ilişkin farklılıklarla, hemen tüm emperyalistler tek bir ortak cephe oluşturmuşlardır. Irak bu kez, yardımına güvenebileceği, çıkarlarını birleştirebileceği bir büyük devletin işbirliğinden yoksun kalmıştır. Ve doğrudur, Irak uluslararası alanda büyük bir yalnızlık içindedir, eğer uluslararası alan emperyalistler ve müttefiklerinden ibaret sayılırsa.
Ecevit’in değerlendirmesinde tek bir doğru var: Amerikan ve Sovyet emperyalistleri, diğer emperyalistlerle birlikte Irak’ın ve genel olarak Arap halklarının karşısında yer tuttular Körfez krizinde ve Irak’ın manevra alanı çok sınırlıdır.
Helsinki ortak bildirisinde Irak, Kuveyt’ten çekilmeye ve Sabah’ın yeniden işbaşına gelmesine izin vermeye çağrıldı. En büyük devlet, ABD, Irak’ı yutmaya, haritayı değiştirmeye, bunu açıktan deklare ederek yönelmişken, büyük bir sahtekârlıkla bildiride şu söylendi: “Büyük devletlerin, daha küçük komşularını yutabildikleri bir ortamda, barışçı bir uluslararası düzen mümkün olmayacaktır.” Hayâsızlık!
ABD ve Sovyetler “barışçı bir uluslararası düzen” peşindeler, bunu kuracaklar, ama Irak bırakmıyor! Ve bu düzen, ya Irak’a “siyasal diplomatik yollarla güçlendirilmiş ekonomik yaptırımlarla” zorla boyun eğdirilerek ya da Irak silah zoruyla ezilerek kurulacak! Biz barışın silah zoruyla sağlanamayacağını, barış ve özgürlük dünyasına giden yolun silah zoruyla açılamayacağını düşünen sosyal pasifistlerden, içeriği ve sınıf niteliğine önem vermeyen mutlakçı şiddet, zor ve otorite karşıtlarında değiliz. Ama kendi ülkelerinde ve dışarıda tüm varoluşları ve politikaları sömürü zor ve şiddet üzerine kurulu emperyalistler, emperyalist burjuvazi, “barışçı bir uluslararası düzen”in Kuveyt petrolünün Irak değil de kendisi tarafından yağmalanması temelinde kurulabileceğine ikna edebileceği çok az kişi ve onlardan da daha az Arap bulacaktır. Barış düzenini Irak mı mümkün olmaktan çıkarıyor? Bırakın Arap halkları çözsün sorunu. Emperyalistlerin ne işi var Körfez’de? Siz kim oluyorsunuz da “barış düzeninin” jandarmalığına soyunuyor, “yeni bölgesel güvenlik sistemleri” sözü ediyorsunuz? Siz saldırgan NATO ve Varşova paktlarını lağvedin, bırakın yenilerini kurmayı. Halklar kendi güvenliklerini sağlamayı becereceklerdir. Ve buna ancak sizlere karşı yapabilecek”lerdir.
Helsinki bildirisi,”Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarının tam olarak uygulanmasından başka hiçbir şey kabul edilemez. Tüm dünya toplumunu, BM denetimindeki yaptırımlara bağlı kalmaya davet ediyor ve bizler de uyum içerisinde, yaptırımların tam olarak uygulanmasını sağlamak için çalışacağımıza söz veriyoruz.” diyor.
Birleşmiş Milletler ve yaptırımlar…
BM 2. savaş sonrası bir barış örgütü olarak kurulmuştu. “Soğuk savaş” yıllan boyunca niteliği değişti, kapitalist ve sosyalist ülkelerin ideolojik ve siyasal çatışmasının bir kürsüsü olmaktan tam bir emperyalist kuruluş olmaya doğru evrilerek bugüne geldi. Orada yılardır halkların çıkarlarına aykırı pazarlıklar yapıla-geldi. Uzun süre BM, iki süper devletin rekabet ve çatışmalarının diyalogunun platformu işlevi gördü. Emperyalist devletlerarasındaki sürtüşme ve çatışmalar sürerken, BM, karşılıklı vetolarla, uygulanmak üzere hiçbir kararın çıkamadığı, ama yine de bu devletlerarasında bir diyalogun korunabildiği ve ancak halklar aleyhine kararlar alınabilen emperyalist bir kuruluş olarak varlığını sürdürdü. Bünyesinde tüm ülkeleri barındırıyordu. Arnavutluk gibi sosyalist bir ülkeyle bir dizi demokrat ülke de BM’ye üyeydi; ancak bu ülkeler BM üzerinde belirleyici bir etki gücüne sahip değillerdi. Bugün de böyle Kararlar Güvenlik Konseyi’nden çıkıyor. 5 büyük emperyalist devlet bu kuruluşun daimi üyesi ve veto hakkına sahipler. Diğerleri değişiyor ve bunlar hiçbir zaman kararları etkileyemiyorlar. Ama sonuçta tüm dünya ülkelerinin ortak platformu görünümündeki BM, aldığı kararlarla emperyalist politika ve girişimlerin meşrulaştırılmasının mercii oluyor. Kore saldırısının “meşruluğu”nu BM sağlayıp üstlenmişti, bugün Irak’ın “haritadan silinmesini” meşrulaştırma görevi yine BM’ye düşüyor. BM, bir “dünya parlamentosu” olarak bütün parlamentoların oynamakta olduğu “asma yaprağı” rolünü “dünya çapında” oynuyor.
Bir ulusa boyun eğdirme amaçlı yaptırımları bu kuruluş karara bağlıyor. Zoru karara bağlıyor. Yaptırımların silah zoruyla denetimini kararlaştırıyor. Bir ulusa karşı silah kullanılmasını meşrulaştırıyor. Hani ulusal haklar? Hani BM’nin ulusların birlik halindeki çıkarlarının temsili kuruluşu olduğu yolundaki kuruluş amacı? Bu kuruluş azgın birer saldırgan olan ABD ve Sovyetler Birliği’ne karşı hiçbir yaptırım karan almadı şimdiye dek. Bunların saldırganlığını kınamadı bile. Ama şimdi kurtlara kuzu teslim ediyor. Körfez krizinde bir taraf olan, petrol çıkarlarının peşindeki Amerikan emperyalistlerine yaptırımları uygulama ve denetleme yetkisi veriyor.
Aslında hem Amerikan hem de Sovyet emperyalistleri BM kararı olmadan da, “yaptırım” ne kelime, doğrudan askeri müdahaleler, darbeler örgütlediler, birçok ülkeye karşı. Ama günümüz hem “barış” günü, hem de bölge oldukça önemli bir bölge, yalnız askeri-stratejik yönüyle değil, petrol kaynaklan yönüyle de. Ve bölgede bölünüp parçalanmış da olsa başlıca Arap halkı yaşıyor. Henüz tarihe bile mal olmamış yakınlıklar bölge ülkelerinin halklarını canlı bir içli-dışlılık halinde tutuyor. Siyasal açıdan karşıya alınmasından kaçınılması mutlak gerekli bir faktör oluşturuyor Araplar. Ve hele anti-emperyalist duygularla donanmalarından özellikle kaçınmak, buna fırsat yaratmamak gerekiyor. Amerikan emperyalistlerinin şimdiye dek bir türlü saldırmamasının altında yatan esas etken bu. Elbet giderilmesi gereken askeri yığınak yetersizliği de var, ama esas faktör, düşman bir anti-emperyalist Arap birliğini yaratmama kaygısı.
Bu noktada Birleşmiş Milletlerin rolü önem kazanıyor. Amerikan emperyalizmi bir dizi ülkeyi suçuna ortak etmek, Arap halkları karşısına yalnız başına çıkmamak istiyor. Sovyetler Birliği’ni Körfez sorununa “kriz ortağı” olarak çekmek islemesinin temelinde de bu var. Evet, ABD ile SB arasında dünya ölçeğinde yeni ilişkiler ve bir ortaklık platformu oluşuyor ama Körfez bunalımına Sovyetlerin asli faktörlerden biri olarak katılmasının da özel önemi var: Sovyetler, özellikle ilerici Arapların, bir dizi Arap ülkesinin yakın bir müttefiki olagelmişti, öyle sanılmıştı; Sovyetler Arap halkları ve ülkelerin gözünde bu yanılsamalı görünümü büyük ölçüde yaratabilmişti.
Amerikan emperyalistleri Irak ve Saddam’ı Araplar içinde de tecrit edebilmek ve gelecekle ve şimdi kendilerine karşı oluşabilecek Arap düşmanı potansiyel ve tutumlardan kurtulabilmek için, bir yanıyla BM şemsiyesine, diğer yanıyla Sovyet desteğine gerek duydu.
Amerikan emperyalistleri, bununla da yetinmiyor. Arap işbirlikçilerini baştan beri harekete geçirmiş durumdadır. Suudi kralı, Mısırlı Mübarek, bir dizi sultan ve şeyh Körfez kriziyle birlikte ABD’nin övgülerine ve cömertliklerine mazhar oldular, örneğin Mısır’ın 7 milyar dolarlık borcunu siliyor ABD. Henüz Türkiye’ye ilişkin olarak vaatlerin ötesine geçilmezken, Mısır yalnızca Arap oluşuyla bu cömertliği hak ediyor. Üstelik Ürdün kralı sadık Amerikancı Hüseyin, Irak yanlısı bir tutum içinde olan Filistinli ve Müslüman “tebaa”sının yarattığı iç zorluklarının üstesinden gelemeyerek “ambargo delici” bir konuma sürüklenmişken, ABD daha ince davranma zorunluluğunu duyuyor. Mısır’ın borcu silinerek ABD yanlılığı cesaretlendiriliyor; ötesine geçiliyor, “terör üssü” olarak lanetlenmiş Suriye kazanılmaya çalışılıyor. Irak’la geleneksel düşmanlık içinde olan Suriye’nin kazanılması pek zor olmuyor. Suriye Arabistan’a ilk asker yollayan ülkeler arasında yer alıyor, Helsinki sonrasında ise 10 bin asker ve 300 tanktan oluşan yeni birlikler yolluyor. Bu sevkıyata Mısır da katılıyor. Suriye’nin Amerikancı çözüm doğrultusundaki davranışını kolaylaştıran önemli bir faktör ise, Sovyetlerin Körfeze ilişkin tutumu. Suriye, Sovyetlerin bölgedeki en yakın müttefiki durumunda, bu bir, ve iki, Sovyetlerin işlev yitimini görmekte olan Suriye, kendisini, Amerikan etkisini daha çok gözeterek ve onunla daha yakın ve daha iyi ilişkilere sahip olmaya yönelerek yeniden konumlandırıyor. Suriye’nin bu esneklik yeteneğinde hiç kuşku yok, Helsinki’de gerçekleştirilmiş “mutabakatın temel bir rolü var.
Helsinki’de bir kararlılık ortaya kondu. “BM kararları uygulanacak” ve “yaptırımların tam olarak uygulanması sağlanacak” denmişti, ortak bildiride.Ama öteye de gidilmişti: ” (Irak) saldırganlığının sona erdiğini görmekte kararlıyız ve varolan girişimlerin başarıya ulaşmaması durumunda ek önlemler alınmasına hazırız.”
Irak da tecrit olmamaya ve cephe daraltmaya çalışıyordu. Bu noktada bile Sovyetleri suçlamadı, kaçındı bundan. Oysa “ek önlemler” ne olabilirdi? Önce hava ablukası geldi. Ama en önemli ipucunu BM toplantısına katılan Sovyet dışişleri bakanı Şevardnadze verdi: “Gerekirse BM şemsiyesi altında işgalci Irak’a gereken ders verilir”, “Irak Kuveyt’i terk etmediği takdirde gerekirse BM şemsiyesi altında silah gücüne başvurulabilir.” (Milliyet, 27 Eylül)
Ve Irak patladı: “Satılmış Moskova”! Irak bu noktada Sovyetleri Amerika ve Arap şeyhlerinden rüşvet almakla suçlayarak, “Sovyetler Birliği’nin Araplarla dostluk ilişkilerine hevesi yoksa ve yüzünü Amerikan saldırganlığına döndürüyorsa, o zaman Arapların Sovyetler ve onun gibilerle ilişki kurmaya meraklı olmadığını” açıkladı.
Daha üç gün öncesine kadar Sovyetler siyasi çözümden ve barışçı çözüm yolundan yana olduğunu tekrarlayıp duruyordu. Bu tulum, Sovyetlerin ABD’yi ikna etliği yorumlarına neden olarak, Helsinki bildirisine, “tercihimiz, krizin barışçı yollarla çözümüdür” şeklinde girmişti. Zaten Özal da “savaş istemiyoruz” ya da “savaş ihtimali % 1” gibi sözler ederken, aynı anda, “Irak’ın gücü abartılmamalı” diyerek Amerikalı dostlarını bile savaşa yüreklendirmeye çalışmıyor muydu? Aynı, “savaş son çare” diyen Özal gibi Helsinki bildirisi de “tercihimiz barışçı çözüm” diyordu. Savaşın da barışın da, her şeyin en iyisine anında karar verme yeteneğine sahip Akbulut hemen onaylamıştı: “Aynen bizim tutumumuz” demişti.
Özal da Meclis’ten yetki almış, ama Demirel’i bile isyan ettirerek “kullanmak için almıyoruz” mealinde sözler etmemiş miydi? Herkesin tercihi barış ve barışçıl çözüm. Ama yine herkes silah ve asker yığıyor, yetkilerini ve güçlerini yeniden düzenliyor. Sahtekârlık mı? Bir yönüyle evet Kimse savaş yanlısı görünmek istemiyor. Amerika bile. Orada kamuoyu yoklamalarına göre savaş aleyhtarlığı % 80’e, Türkiye’de Konda’ya göre % 70’e yaklaşıyor. Halkların bu savaş karşıtlığını kimse görmezden gelip öyle kolaylıkla açık bir savaş propagandası yürütemez. Propaganda bir yana, kimse böyle büyük oranda savaşa karşı halkları savaşa süremez. Elbette, “tercih” “barıştan yana” olacaktır!
Ama bir de madalyonun öte yüzü var. “Körfezde her an savaş patlayabilir. Eski bir dostları olarak uyarıyorum” diyen Şevardnadze’nin, “tercihimiz, barışçı çözüm” diyen Helsinki bildirisinin, benzer şeyler söyleyen Bush’un, “savaş son çare” diyen Özal’ın, sadece dillerinin altında yatan değil, pratikleri ve bu pratiklerine yön veren politikaları nedir? “Harita değişikliği”, Bush’un da, Özal’ın ve C. Çandar gibi tüm Amerikancıların da ağzında ve geleceğe ilişkin hesapların yanı sıra bugünkü politikalar da bu varsayım üzerine kuruluyor. Irak’ın ezileceği, etkisizleştirileceği ve Saddam’ın silineceği hesabı, herkesin, tüm emperyalistler ve uşaklarının tutum ve politikalarını belirliyor.
Şu açık: barışçı siyasal-diplomatik çözüm, yalnızca bugünkü “tercih” durumunda. Bu demektir ki, yarın “tercih” savaş olabilir ve zaten savaş ihtimalinden somut olarak söz ediliyor, yalnızca bu da değil, yalnızca tehditler savrulmakla da kalmıyor, devasa askeri yığınak yapıldı, yapılıyor.’
Alternatifler şunlar: ya tehditler, yığınaklar ve “politik ve diplomatik çabalarla güçlendirilmiş ekonomik yaptırımlar yoluyla”, yani zoru dayatarak Irak’a diz çöktürmek ya da Irak’ın diz çökmemesi durumunda silahlı saldırı, savaş. Savaş tehdidi (örneğin Özal “BM savaşa karar verirse Türkiye’nin karşı çıkmayacağını” söylüyor -Milliyet, 28 Eylül) ya da savaş -bu ikisi öz olarak aynı politikanın iki, birbirinden pek farklı olmayan biçimlenişidir; bu politika, güç politikasıdır. Şiddet politikasıdır. İlişkilerin güç yoluyla düzenlenmesi, çıkarlar ve isteklerin güç yoluyla, güce dayanarak elde edilmesi politikasıdır. Bu tür bir “barışçı çözüm”ün “tercih” edilmesi, gerçek bir barışın tercih edilmesi değildir ve zaten emperyalist kapitalist dünyada her hangi bir sorunun güç ilişkileri dışında şekillenişi ve güce dayanmayan, güç politikası aracılığıyla olmayan çözümü şimdiye dek görülmemiştir, şimdi ve bundan sonra da mümkün değildir.
Burada yalnızca esas tercihi “barışçı çözüm” olan, ama “savaş son çare” ya da “her an savaş patlayabilir” türünden tehditlerle savaşkanlık ve saldırgan doğasını da ortaya koyan emperyalistler ve onların arabalarına bağlanmayı “ulusal çıkar” sayan işbirlikçilerin “barış” sahtekârlığının değil, cidden savaşa karşı çıktığını sanan sosyal demokrasinin açmazının da sözünü etmek gerekiyor. Örneğin İnönü, tutumunun esasını BM kararlarına uymak şeklinde saptıyor. BM kararları ise ortadadır. Savaş tehditleri bu kararlarda somutlanıyor ve bunlarda yansıyor. İnönü’nün Özal’la arasındaki temel tartışma, yetkiler sorununu bir yana bırakırsak, BM kararlarının ötesine geçip geçmeme tartışmasıdır. Ama Özal da BM kararlarının ötesine fiilde geçmiyor ki. O bir yana, ABD bile bu kararları tanımazlık etmiyor. ABD kendi politikası ve kararlarını BM politikası ve kararları olarak bu kuruluşa dikte ettiriyor.
Sorun savaş tehdidinin nereden geldiği ve savaş kararını kimin verecek olduğu değildir. Bunu BM yaparsa doğru mu olacak ve desteklenecek midir? Irak’ın güç yoluyla, güç politikası aracılığıyla, yaptırımlar ve savaş tehdidiyle BM kararları doğrultusunda Kuveyt’ten çekilmeye vb. “ikna” edilerek ona diz çöktürülmesi barışçı çözüm mü olacak, desteklenecek midir? Irak’a ve Arap halklarına karşı, BM şemsiyesini kullansın ya da kullanmasın Amerikan emperyalistleri başta olmak üzere emperyalistlerin ve onların güç politikasının safında yer alınacak mıdır? Sosyal demokrasinin yanıtlaması gerekli soru budur. Onlar bu soruya utangaçça ve savaş karşıtı bir propaganda eşliğinde de olsa, olumlu yanıt veriyorlar.
İnönü, hükümetin Meclisten istediği savaş yetkisi görüşmelerinde şu ilginç değerlendirmeleri yaparak Amerikancı ve onun ülkemizdeki savunucularının politikasından pek de farklı bir politikayı savunmadığını, farkının, Özal’ın deyimleriyle “riskli ve atak” ya da “kişilikli ve aktif kraldan çok kralcı, maceracı politikalar aracılığıyla” harita değişikliğinde uygun yerler kapmak, üstün bir rol elde etmek ve ucuz -ama aslında pahası büyük- parsalar toplamak peşinde olmamakta olduğunu ortaya koyuyor.
“Zaten olası savaş bölgesinin kuzey sınırını koruyan bir komşu ülke olan Türkiye’nin bölgenin başka bir yerine savaş birliği göndermesini istemek, hangi haklı gerekçeye dayandırılabilir? (…) Biz, güney komşusunu aniden istila eden bir ülkenin kuzey komşusu olmamıza rağmen bu hukuk ihlalini kınayan ve düzeltilmesini isteyen Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarını çekinmeden uygulayan bir ülke olarak dünyada itibar kazandık. Bu itibarı gene uluslararası hukuk ilkelerine bağlılığımızı göstererek, barışçı çözümleri özendirerek devam ettirebiliriz.” (Cumhuriyet, 3 Eylül)
Burada Özal’ınkinden özünde farklı bir politik tutum var mı, tutarlı bir politika yakalamak mümkün mü bu söylenenlerde? Belki, karşıt bir politikayı eleştirirken aşırıya gidiyor İnönü, ancak söylediklerinin anlamı çok açık: Biz zaten savaş bölgesindeyiz, Arabistan’a birlik göndermeye ne gerek var, gerekirse Kuzeyden saldırırız Irak’a! Askeri açıdan doğru -ne de olsa paşa oğlu! Ama bunlar “savaşa hayır”ı sloganlaştıran bir partinin genel başkanının sarf edeceği sözler midir? Bu nasıl savaş karşıtlığıdır? Ve Türkiye BM’nin yaptırım kararlarını ilk uygulayan ülkelerden biri olarak hangi dünyada itibar kazanmıştır? Emperyalistler nezdinde bir itibar dışında, bir itibardan, örneğin Arap halkı karşısında bir itibardan söz edebilir mi? Hangi “uluslararası hukuk”? Emperyalist saldırganlığın “hukuku” ile halkların hukuku arasındaki fark ne zaman öğrenilecek? Ve öğrenilmeden kim aldatılabilecek? BM’nin, başta ABD olmak üzere emperyalist saldırganlığın “meşruluk” platformu olarak aldığı savaş ve saldırganlık kararlarının, hukukla ve barışçı çözümleri özendirme politikasıyla ne ilgisi olabilir? Burjuva politikasının sahne ışıkları allında “vur fakat dinle” diyerek, en azından Irak görüşlerini de yansıtan ve sorunun tek yanlı değerlendirilmesinin ötesine geçmeye yönelen Ecevit, İnönü’den çok daha kavrayışlı ve tutarlı olduğunu ortaya koyabilmiştir. İnönü emperyalist çerçevenin dışına bir nebze olsun çıkmayı düşünmez ve bunu yönelmezken, “barışçı çözümü”nün ABD ya da Özal’ın “barışçı çözümü”nden farkını kesinlikle ortaya koyamazken, zaten böyle bir politika üretmeye hiç niyeti yokken ve onun çözümü emperyalistler ve uşaklarınınkinden özünde hiç farklı değilken, Ecevit çerçeveyi zorlamıştır. Ecevit belki tam tutarlı olmamaktadır, ama emperyalist çözümü desteklemediğini ortaya koymaktadır. Alternatif ortaya koyabilmekte midir? Hayır, O’nun bakış açısı da burjuva “ulusal” çıkarlarla köreltilmiştir. Ama O, hiç olmazsa, gerçekten ulusalcı olmaya ve kendisini emperyalistlerden ve politikalarından ayırmaya çalışmaktadır.
Demirci de, biraz “yurtta sulh, cihanda sulh” düsturuyla, biraz muhalefette oluşunun eleştirelliği gereksinişiyle, Özal ve onun izini sürdüğü Amerikancı politika ve çözümün karşısında savaş karşıtı görünmekledir. Ama nasıl? O, savaş yanlılığıyla ya da Irak’ın ezilmesi ve haritanın değiştirilecek olması varsayımı üzerine kurulu politikayla pek parsa toplanamayacağını ya da toplanacak parsanın yitirileceklere değemeyeceğini düşünmektedir. “… bir savaş tehlikesi gelip yakınımıza oturmuşsa, hemen paçaları sıvayıp onun içine dalmanın bir gereği foktur.” (Cumh. 3 Eylül) demekte, 30 Eylül DYP toplantısında “savaşa ilk giren olmanın anlamsızlığı”ndan söz etmektedir. Onun Özal’dan ayrıldığı nokta, maceracı olmayış ve ayağın yere sağlam basılması gereğidir. Yoksa ne savaşa ve hele ne de yaptırımlar ve savaş tehdidiyle Irak’a diz çöktürme politikasına, güç politikasına karşı çıkmaktadır. Ama işte o da bir “savaş karşıtı”dır! Tıpkı
“demokrat” olduğu gibi…
Körfez krizine ilişkin Sovyet tutumu, ilk günlerin “barışçı çözüm” önerilerinden başlayarak tedricen, alıştıra-alıştıra gelişerek, Helsinki zirvesi sonrası basın toplantısında Gorbaçov’un “Irak liderliği ülkeyi bir çıkmaza götürmekledir” “saptaması” ile bildiride “ek önlemler almaya hazırız” noktasına, “güçlendirilmiş ekonomik yaptırımlar”dan “her an savaş patlayabilir” tehdidine ve “gerekirse BM şemsiyesi altında silah gücüne başvurulabilir” saldırganlığına varmıştır. Şevardnadze’nin en son açıkladığı tulum; “bizim tutumumuz BM kararlarına saygı göstermektir. Buna BM bayrağı veya gözetimi altında Körfeze Sovyet askeri gönderilmesi de dâhildir.” tulumu olmuştur. (Güneş, 1 Ekim) Burada ayak uydurularak alınan bir mesafe olduğu görülebilir. Ayak uydurulan kimdir?
Körfez krizinin sürükleyici gücü, Sovyetlerin şahsında “güvenilir bir kriz ortağı”nı artık bulduğunu düşünen ve “son olaylar, ABD liderliğine alternatif olmadığını kanıtladı” (12 Eylül, Kongre konuşması) diyen Bush’un başkanlığındaki Amerikan emperyalizmidir. ABD ve Bush, başından beri “Saddam kaybedecektir” vurgulamasını yapmaktadır. Haritanın değişecek oluşu vurgulaması da onundur.
“Artık diktatörlüğün Doğu ve Batı arasındaki çatışmalardan yararlanamayacağı”nı ilan edecek denli Sovyetleri yedeklediğine inanan Bush, ABD hedeflerini Kuveyt’in bağımsızlığı ve egemenliğinin sağlanmasıyla sınırlandırmamakta, “Körfezin istikrar ve güvenliğinin sağlanması”nı ve bunun için yeni bir “güvenlik sisteminin” kurulmasını da hedeflemekle, “adil bir barış arayışında olan yeni bir dünya düzeni kurulması”nı öngörmektedir. Bunlar, “harita değişikliği”nin değişik türden ifade edilmesi ve bunun siyasal-askeri kurumlaştırmasının gündeme getirilmesidir.
Bölge ülkelerinin gözünün korkutulması ve onların bu yolla yedeklenmesi amacıyla Bush’un söyledikleri şunlar:
“Irak şu anda dünya petrol rezervlerinin % 10’unu kontrol ediyor. Kuveyt ile birlikte % 20’yi kontrol ediyor. Eğer Kuveyt’i yutmasına izin verilirse, komşularını sindirecek ekonomik ve askeri gücü olur. Oysa bu komşular dünya petrol rezervlerinin aslan yapını kontrol ediyor, böylesine yaşamsal bir enerji kaynağının tamamının acımasız bir kişi tarafından kontrol edilmesine izin veremeyiz, vermeyeceğiz. Amerikanın gözü korkutulamaz.” (Cumh. 13 Eylül) Komşulara yönelik bu tahriklerin tuttuğu görülüyor. Ülkemiz egemenleri ve siyasal temsilcileri arasında bu fikirler önemli sayıda taraftar bulmuştur. “Güçlü ve daha da güçlenecek Irak’ın Türkiye’nin başına bela olacağı”, Irak’a karşı saldırgan bir politika geliştirilmesinin temel hareket noktalarından biri yapılmıştır. Bu, başka ülkeler açısından da doğrudur ve Bush propagandası, Amerikancı cephenin güçlenmesine hizmet etmiştir. Bush’un sorunu bağladığı yer ise başkadır. Irak değil ben kontrol etmeliyim, Irak’ın petrol rezervlerini kontrol etmesine izin verilmez!
Ve işte bölgeye kalıcı olarak yerleşmeyi, bunu bir “güvenlik sistemi” ile kurumsallaştırmayı tasarlayan ABD’nin geleceğe ilişkin öngörüleri (Helsinki bildirisinde her ne kadar “işimiz bilince birliklerimizi çekeceğiz” diyorsa da. Amerikan hesabı kalıcılık üzerinedir):
“Körfezdeki çıkarlarımız ve oraya ilgimiz geçici değildir. Bu ilgi Saddam Hüseyin’den önce de vardı, sonra da olacak. ABD’nin Körfezdeki tüm askerleri geri döndükten sonra bile ABD’nin Körfez’deki dostlarını desteklemekteki rolü kalıcı olacaktır. O zaman rolümüz, müstakbel saldırganlıkları caydırmak, dostlarımıza kendi savunmaları için yardım etmek, bölgede kimyasal, biyolojik, balistik ve nükleer teknolojinin yayılmasını önlemek olacaktır.”
ABD’nin bu kararlı ve Sovyetleri de kazanan tutum ve politikası etkilerini gösteriyor. Bu etki başlıca iki yönlü oldu. Kazama ve karşı safa itici etki.
İngiltere başlangıçtan beri ABD’ye en yakın politikayı izliyor. Şimdi Körfez’deki birliklerini takviye ediyorlar. Bir zırhlı tümen ve bir uçak filosu daha Körfez’e doğru yola çıkarılıyor. Thatcher “silahlı saldırıda bulunmayacağımıza dair hiç bir garanti veremem” diyor. Belki de en sert açıklama O’ndan geliyor.
İtalya, son günlerde saldırgan bir konuma sürükleniyor. Bir savaş gemisiyle bir tornado uçak filosu gönderiyor Körfez’e. Bunlar, BM yaptırımlarının daha etkili bir şekilde uygulanması amacıyla gönderilecekmiş!
Kanada, önceden gönderdiği 3 savaş gemisine ek olarak yeniden savaş uçakları ve asker gönderme kararı alıyor.
Fransa, Kuveyt’teki Fransız elçiliğine yapılan baskından sonra sertleşti. Mitterand, karşılık vereceklerini belirtti.
Almanya hala birlik gönderme yanlısı değil. Ama barışçıl bir tutum içinde de değil. ABD’nin askeri operasyonuna büyük mali yardımlarla katılmaya hazır olduğunu açıkladı. Körfez’deki Amerikan çıkartmasını nakliye gemileri ve uçaklarıyla takviye edecek. ABD’ye desteğini açıkladı.
Mısır, Suriye, BAE, birlikler yollayarak Amerikan politikasına katılıyorlar. Türkiye, “zaten kuzey cephesini tutuyor” ve ek olarak Özal, “zamanı gelince kriz ülkelerine danışarak asker gönderirim” (Cumh, 13 Eylül) diyor.
Her ne kadar Amerikancı politika izlemenin kârlılığı Özal ve C. Çandar gibilerince temel bir hareket noktası edinilmiş ve fakat hesaplar bugüne kadar doğru çıkmamışsa da, Türkiye tutumunda ısrar ediyor. Bush, “cephe hattındaki Türkiye ve Mısır gibi ülkelerce cömert yardım yapılacaktır” diyor Kongre konuşmasında. Mısır’ın borcu da siliniyor.
Ama Türkiye’ye yardım laftan öteye geçmiyor. “Kongreye baskı yapılacak” vb! Henüz para yardımı, malzeme sevkıyatı, borç silinmesi falan yok! Yazık! Dilencilik şimdilik sonuçsuz. Ve zaten 100 milyar doları aşkın ödemeler dengesi açığıyla ABD, Batılı dostları ve Arap Sultan ve şeyhlerinden askeri operasyonun finansmanına önemli katkılar istiyor. Verme bir yana almayı tasarlıyor. Durumu bilen Özal, “yardım değil ticaret” diyor. Başlıca Amerikan tekstil kotalarının kaldırılması, en azından hafifletilmesi üzerinde duruyor. Bush Kongreye baskı yapmayı vaat ediyor, ama henüz Özal ABD’deyken Kongre, her yıl olduğu gibi, bu yıl da, tekstil kotalarını % 1 oranında artırmakla yetiniyor.
Ticaretle de sonuç yok. Ve C. Çandar’ı bile isyan ettiren bir gelişme. Hani “aktif ve kişilikli politika” ile AT’la olan ilişkilerimiz düzelecek, bunun için ABD de AT’a baskı yapacaktı ya, bu AT’da Kıbrıs Cumhuriyeti’nin (TC’nin Rum Yönetimi dediği) başvurusu reddedilmeden görüşülmek üzere komisyona gönderiliyor. En önemli “ulusal” sorunumuzda refüze oluyoruz. Özal ve Çandar’a göre, sözde AT önemini kanıtlayan Türkiye’yi küstürmeyi göze alamazdı! Olmuyor. Kala kala kimsenin Türkiye’ye yedirmeyeceği Kerkük-Musul hayali kalıyor! Hayırlısı! Üstelik zararın bini bir para. Petrol fiyatları yükseliyor zamlar, ihracat geriliyor, nakliye ve navlun gelirleri düşüyor, giderleri ise artıyor. Askeri harcamalar artıyor. Demek ki, küçük akıllarla kâr-zarar hesabı bile yapılamıyor. İnşallah! “yeni güvenlik sisteminin” temel direği olacağız!
Diğer yandan Amerikan politikasına tepkiler de gelişiyor.
Önce Irak’la arasında en çok düşmanlık ilişkisi olan, ama halkının anti-emperyalist duygularla en çok dolu olduğu İran. İran bir yandan ambargoyu deliyor. Irak, İran üzerinden özellikle gıda maddeleri alıyor. Anlaşma bir yönüyle açıklanmış durumda: İran Irak’tan düşük fiyatla günde 200 bin varil rafine petrol alıyor. Ve açıklanmayan yönü: petrolün karşılığı gıda vb. maddeleri olarak ödeniyor. İran diğer yandan Körfez’deki yabancılara yönelik olarak cihat ilan ediyor. Bu bağlantının ve eğer gelişirse, ABD’nin başını çok ağrıtacağı kesin.
Ürdün ambargoyu öteden beri deliyor. Ortada sallanmaktan Irak yanlısı bir tutuma doğru kayıyor. Libya ambargoya uymayacağını açıkladı. Tunus ile Yemen de aynı durumda. Cezayir’de bin Bella halkı Irak’la birlikte çarpışmak üzere gönüllü yazılmaya çağırıyor ve çağrısına cevap arıyor. Çin Irak’a yönelecek askeri müdahaleye karşı ve açıktan olmasa da ambargoyu deliyor, en son askeri malzeme satmakta olduğunun sözü ediliyor. Arap halklarının tutumu oldukça hızlı bir şekilde Irak’tan yana kayıyor.
Ve Körfez krizi olgunlaştıkça olgunlaşıyor. Irak, daha bir süre ekonomik yaptırımlarla dize getirilmeye çalışılacak. Ama kuşkusuz uzunca bir süre dayanacak. Bu kesin. Peki emperyalistler, özellikle angaje duruma giren Bush ne kadar dayanacak? Irak diz çözmezse ve Bush beklemekten sıkılırsa -puan kaybetmeye başlarsa, bekleyerek- bir Amerikan saldırısı başlayacak. Destekleriyle birlikte.
Nasıl gelişecek, nasıl bitecek? Amerikan emperyalizminin işinin pek de kolay olmayacağı, hele geleceğinde hiç de parıldayan bir şans yıldızı olmadığı şimdiden görülebiliyor.

Ekim 1990

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑