Gramsci’nin Defterleri

27. sayıdan devam

Doğal Hukuk geleneğinde doğal durumun yani ilkel toplumun karşılığı anlamında ilk olarak kullanılan “Sivil Toplum” kavramı Hegel’de, aile-uygar toplum-devlet kavramlarının diyalektik bir gelişme evresi olarak görünür. İnsan tininin önce ailede sonra uygar toplumda (sivil toplumda) sonra da devlette dünyalaşması (nesnelleşmesi) ve sürmesi olarak ele alınır. Marks’ta ise bilindiği üzere “maddi üretim ilişkileri alanı”, “tarihin gerçek sahnesi”dir. Ve bu kavram Marks’ta ayrıca, salt kapitalist toplumun değil genel olarak tüm toplumların “gerçek sahnesini” ifade eden bir kapsama sahiptir. Marks Alman İdeolojisi’nde konuya ilişkin olarak şunları belirtir: “Önceki tüm tarihsel dönemlerde varolan üretici güçlerce belirlenen ve daha sonra da bunları belirleyen karşılıklı ilişkiler biçimi sivil toplumdur. Burada görmüş bulunmaktayız ki, bu sivil toplum tüm tarihin gerçek kaynağı ve sahnesidir. Yine görmekteyiz ki, gerçek ilişkileri dıştalayan devlet ve prenslerin gösterişli dramı ile kendini bütünleştiren ve bu güne kadar uzanan tarih kavramı saçmadır. Sivil toplum üretici güçlerin gelişmesinin belirli bir aşamasında bireylerin karşılıklı maddi ilişkilerinin tümünü kapsamaktadır. Yine belli bir aşamadaki ticari ve sınaî yaşamın tümünü kapsamakta (…)”
Gramsci ise toplumsal olguların kaynağını; maddi üretim koşullarında, sınıfların mücadelesinde değil, “sivil toplum” adım taktığı üst yapısal olgularda, bunların birbirleriyle ilişkilerinde aradı. O, “insanların ekonomik çatışmaların bilincine ideoloji alanında varabilecekleri “Marksist tezini,” insanlar üstyapısal olgulara bakarak gerçeği görür, bilince kavuşur” tarzında bozdu. İnsanlığın Marks’a gelene dek binlerce yıl üstyapısal olgulara (felsefeye, din ve ideolojiye) bakılmasına rağmen bilincine varılamayan gerçekliğin, günümüzde de üstyapısal olgular merkeze alınarak anlaşıldığını iddia eden Gramsci’nin gerçekliğinin kurgudan ibaret olduğunu görmüştük. Ama Gramsci bu sorunda oldukça ısrarlıdır. Ekonomi politik olgular onun için hemen hiç yoktur. Sınıf egemenliğini gizleyen, egemen sınıf adına yanlış yansıtan alanı (gerçek ilişkileri tersyüz edilmiş olarak yansıtan alanı) Gramsci’nin uğraş alanı olarak görüyoruz. O, tüm çabasında, tersyüz edilmiş durumu deşifre edici değil, kökleştirici bir işlev gördü. “Örtü”leri kaldırmadı, yeni peçeler gerdi. Proletaryanın kendi günlük mücadelesi içerisinde sınıf bilincini alamayacağı bunun dışarıdan (yani ekonomik mücadele alanı dışından) yani politik mücadele içerisinde öncüsü tarafından kendisine verilmesi yerine bir başka “dışı”, idenin dışlaşma-sı idealist görüşünü gerçeğin üzerine örttü Gramsci.
Gramsci “siviI-topIum”u üstyapısal bir olgu olarak ele almış, Marksizm’den bu konuda sapmanın da ötesinde üstyapıyı “sivil toplum” ve “politik toplum” olarak iki ayn düzeye bölmüştür. O, insanların egemen sınıfın düşüncelerine boyun eğmelerini, egemen sınıfın düşüncelerinin rasyonel olarak kabul görmesine, alt sınıfların gönüllü onaşmasına (consensus) indirgedi. Egemen sınıfın ideolojik felsefi egemenliği, “tarihsel blok” kurmaları keyfi olmayışın göstergesi oldu. Ekonomi politik, ekonomik zor, diktatörlük aleti olarak devlet göz ardı edildi. Marks, üstyapısal olguların “ne kendilerinden, ne de insan zihninin genel evriminden anlaşılamayacağını” onların “ekonomi politiğin içinde aranması” gerektiğini haklı olarak belirtirken toplumsal olguların tahlil ve araştırılmasının, sonuçlar çıkarılmasının biricik yolunu da gösteriyordu. Gramsci ise aksi bir yol tutturmuştur. O’nda tarihin materyalist ele alınışının olmadığını görmüştük. Sivil toplumu üstyapıya ait kavram-kategorileştirmesi de bunu gösteriyor: “üstyapının evriminin çözümlenmesi, yapının kendisinin de dolaylı bir irdelenmesini sağlayacaktır.” Gramsci’nin tüm açıklama ve yorumları buna uygundur, ancak onda altyapının “dolaylı bir irdelenişini” bile göremedik. O, hep üstyapıdan başlar ve orada bitirir. Örneğin, kilise içindeki mezhep çelişkilerini açıklarken yaptığı gibi; “Eğer kilisenin içindeki her ideoloji kavgasına doğrudan doğruya ilk elden yapıda bir açıklama ararsak, bunun sonu gelmez: birçok siyasal iktisadi romanlar bu amaçla yayınlanmıştır. Tersine açıkça biliniyor ki, bu tartışmaların çoğu, gruplaşma, örgütleşme zorunluluklarıyla ilintilidir.” Ekonomik sınıfsal çelişkilerden bağımsız salt, “gruplaşma ve örgütleşme” için kiliselerde parçalanma olduğunu ortaya koymak “sivil toplum”u yanlış ele alışın doğal bir sonucu ve göstergesidir. Tarihsel materyalizm sorunu böyle açıklamaz. Marksizm din de, dinlerin içinde meydana gelen değişim, çelişki, mezhep kavgalarını sınıf ilişkileriyle, meydana gelen değişikliği yapan insanlar arasındaki ekonomik ilişkilerle açıklıyor. (Engels, proteston mezhebindeki bölünmeyi şöyle açıklıyor: “Nasıl ki, daha başlangıçtan itibaren burjuvazi kentlerde mülk sahibi olmayan ve bilinen hiçbir katmana ait bulunmayan ve gelecekteki proletaryanın habercileri olan bir Plebyenler, Gündelikçiler ve her türlü hizmet görevlileri ordusu yarattı ise, aynı şekilde bu ilk mezhep de, bir ılımlı burjuva mezhebi ve bir de bu burjuva mezhebinden olanların bile nefret ettikleri devrimci plebyenler mezhebi olarak çabucak ikiye bölündü.) “Gramsci, insanların ya da bir tarih döneminin kendine ilişkin vardığı yargılarla yetinmemizi öneriyor, olguların maddi kökenine inilmesini istemiyor. İşte kendine veri olarak sadece egemenlerin, meslekten filozof ve politikacıların ne dediklerini alan ve bunları “bilinçli insan eylemi” kategorisine sokan Gramsci, sınıfsallık yerine “yönetici grup,” “ast grup”, “sınıflı toplum” yerine genel bir toplum; “sivil toplum” söylemini benimsiyor “Bu anda yapabileceğimiz üstyapısal iki büyük düzeyi ayırmaktır. Bunlardan birisi ‘sivil toplum’ yani genellikle ‘özel’ diye anılan organizmalar bütünü, diğeri de ‘siyasal toplum’ ya da ‘devlet’ ‘diye adlandırılabilir. Bu iki düzey de bir yanda yönetici grubun toplumsal yapının tümü üzerinde uyguladığı ‘hegemonya’ işlevine diğer yandan da devlet ve hukuksal iktidar yoluyla uygulanan doğrudan egemenlik, ya da komuta işlevine tekabül eder.” Gramsci’nin sivil toplumdan anladığı; “Toplumsal bir sistemin entelektüel ve moral yönetimi”dir. Yönetici grubun ideolojisi olarak ekonomi, hukuk, bilim ve tüm ideoloji kollan, felsefe, din, ortak-duyu, folklor vb. (ideoloji üreten ve yayan örgütler)dir. Politik toplum (devlet) ise, Consensus’un ‘sivil toplum’da eksik olduğu noktada yönetimdeki bir bunalım olasılığına karşı toplumun tümü için oluşturulmuş olup, toplumu içinde bulunulan aşamanın üretim tipine, ekonomisine uydurmak için bir zorlama aygıtıdır. Sivil Toplum, hegemonya alanı, politik toplum ise iktidar (erk) alanıdır, Gramsci’nin sınıflar-üstü modelinde.
Gramsci’nin tarihin materyalist yorumlanmasına ters bir mantıkla hareket ettiğini daha önce birçok örnekte görmüştük. Şimdi de bir başka idealistçe yaklaşımına değineceğiz. Gramsci kendini “düşün” alanına hapseder, ayaklarını sağlamca yere basmaz. O, tüm tarihin ve toplumların gerçek hareket ettiricisi olan maddi üretici güçlerin hareketini, çelişkilerini yok eder: “Maddi üretim güçleri bütünlüğü tarihsel gelişme içinde en az değişken öğe, her değişikliği matematiksel bir kesinlikle saptanıp ölçülebilen bir öğedir,” der.
Hareketsiz, statik olan bir öğenin, yani hareket ve çelişkisi zayıf, yeni çelişki ve hareket doğurmaktan uzak bir öğenin toplumsal tarihin gidişatını belirlemede bir hükmünün olmadığını unutmayacak kadar Marksizm’den kopmuş görünmüyor Gramsci’de sanki… Ama Gramsci bunu üstyapısal olguların çok hareketli olduğunu ve ekonomik koşulları da belirlediğini belirtmek için yapıyor. Hareket onda Hegel’inki gibi “başı üzerindedir. Meçhulden gelip meçhule giden (bir başka deyişle kendine dönen) “ide”nin ya da Gramsci’nin kafasından yola çıkıp “dünyalaşan” kavram-kategorinin bir hareketidir. En iyimser yorumla maddedeki hareket yavaş, kavramlarında ise daha hızlı ve gelişkindir. Maddeden hareket yok edilince ya da yavaşlatılınca elbette böylece fikrin daha bereketli, elastiki ve kıvrak saplan biçimlerine ulaşılır, kurgulu modeller yapılır. Gerçekte ise ekonomik altyapının hareketinin yavaş olması, yani maddi üretici güçlerin gelişiminin durgun olması; üst yapıda da daha yoğun bir durgunluk ve çürüme anlamına gelir. Feodal toplumda böylesi bir durgunluğun, maddi üretim ve yeniden üretimin sınırlı kısır yapısının yol açtığı ortaçağ karanlığım biliyoruz. Altyapıyı durgun üstyapıyı ise dinamik görmek; burjuva toplum açısından burjuva düzeninin ebediliğini söylemekle eşdeğerlidir. Zaten ‘sivil toplum” teziyle açılan kapı da budur. Üzerine çok laf söylenecek ve bunların biçimini sürekli tekrarla değiştirme ile maddenin hareketinin akış yönüne bir şey katılmış olmuyor. Özellikle sömürücü toplumsal sistemlerin yıkıcısı olarak onların bağrındaki maddi antagonist çelişki ve hareket görülmüyorsa ve bu yönde iradi, ideolojik etki sağlanmıyorsa, bu çok daha doğrudur. İşte bu nedenle “sivil toplum’da hegemonya kurma uğraşı ve orada yönetici konuma yükselme yanılsaması tarihin akışına karşı durmaya çalışan bir gevezeliktir, bu yönüyle gerici bir tutum oluyor. Determinizm eleştirisinin ardında koyu bir sübjektivizm, teorik olarak ancak Gramsci’nin yaptığı ölçekte gizlenebilir, yüceltilebilirdi.
Engels Joseph Bloch’a mektubunda ekonomik öğenin son aşamada belirleyiciliğinin üstyapısal olguların rolünün nereye kadar olduğunun iyi bir açıklamasını yapıyor “Materyalist tarih anlayışına göre, tarihteki belirleyici etken son kertede, gerçek yaşamın üretim ve yeniden üretimidir. Daha çoğunu hiçbir zaman ne Marks ileri sürdü, ne de ben. Eğer biri bu görüşü iktisadi etken tek belirleyicidir anlamında bozarsa (yani determinist yorumlarsa- yn.) onu, boş, soyut, saçma bir söze dönüştürmüş olur. İktisadi durum temeldir, ama üstyapının çeşidi Öğeleri sınıf savaşımlarının siyasal biçimleri ve sonuçları -savaş bir kez utkun sınıf tarafından kazanılınca yapılan anayasalar vb.- hukuksal biçimler ve hatta bu gerçek savaşımların, bu savaşımlara katılanların kafasındaki yansımaları, siyasal, hukuksal, felsefesel teoriler, dinsel görüşler ve bunların dogmatik sistemler olarak daha sonraki gelişmeleri de tarihsel savaşımların gidişi üzerindeki etkilerini gösterir ve birçok durumda onların biçimini baskın tarzda bilirler.” Burada gördüğümüz gibi üstyapısal olguların ekonomik temele, öze ait ilişki ve çelişkilerde, tarihin gidişatı üzerinde en fazla biçim belirleme gibi bir işlevi vardır, daha fazlası değil. Tarihsel hareketin gelişiminde, özü belirleyen, her zaman baştan sona süreçte kendisine yol açarak damgasını vuran iktisadi etkendir. Zaten diğer etkenlerin etkisi de kendini iktisadi etken bileşkesinde içerirler. Tarihin materyalist yorumu budur, ve insanların bilinç ve iradelerinden bağımsızdır bu. (Marksizm’in kurucularından günümüze ekonomist ve dogmatik yorumlandığı iddiasındaki Yeni Öncü’ çevresi bu sorunu da kavramış olmaktan uzaktır. Engels’in Bloch ve Mehring’le yazışmalarında ağırlıklı olarak idealist tarih yazıcılarını eleştirdiği çok açık. Ama Ekin Taciser Yeni Öncü’ sayı 13’teki yazısında üstyapı öğelerinin özerk olduğu, birbirleri üzerinde özerk etkide bulunduğu tarzında Engels’i çarpıtmış: “… Ekonominin belirleyiciliğinin son kertede olduğunu ve üstyapı öğelerinin özerkliğini, birbirleri ve kendilerini son kertede belirleyen temel üzerinde etkide bulundukları” diye yorumlamış. Üstyapısal olguların birbirleri üzerindeki doğrudan gözüken etkisi bile ekonomik etkenin dolaylı bir etkisidir. Üst yapısal olguların göreli bir özerkliği vardır ama iktisadi etkene bağımlıdırlar, kendi baslarına bağımsız özerk hareketleri yoktur. Ayrıca bu materyalist tarih yorumundan, Engelin mektuplarından da “Marksizm’in kurucuları altyapıyla uğraştılar geride üstyapılar teorisi bırakmadılar” saçmalığı çıkarılamaz.)
Marksizm üstyapısal olguların (edebiyat, hukuk, felsefe, ideoloji vb.) üzerinde iktisadi etkenin ağır basan üstünlüğünü tanır. Gramsci’nin yaptığı gibi bu olgular iktisadi etkenden bağımsız, özerk olarak birbirleri üzerinde etkide bulunamaz, birbirlerini belirleyemez. Bu olguları koşullayan, onların birbirine ve kendilerini yaratan koşullara etkisini de baştan sona belirleyen; sürecin iletken teli iktisadi etkendir. Engels, ekonominin felsefe üzerindeki belirleyici etkisinin gelişimini şöyle anlatıyor: “… Ekonomi burada doğrudan doğruya kendiliğinden hiçbir şey yaratmıyor, ama varolan zihinsel malzemenin değişme ve gelişme biçimini belirliyor ve bir de bunu bir çok kez dolaylı olarak, siyasal, hukuksal, ahlaki yansıların felsefe üzerinde en büyük dolaysız etkiyi meydana getirmeleri biçiminde yapıyor”. Üstyapısal olguların birbirleri üzerindeki en doğrudan etkileri bile meydana getirmesi; iktisadi etkenin dolaylı olarak yaptığı bir iş olarak görülmelidir. Aksi her kavrayış, analiz ve yorum, sübjektiftir. Ayrıca belirtmek gerekir ki, Marksizm’i ekonomist-dogmatik yorumlayanlar olmuştur, ama bu, Marks ve Engels iktisadi etkenin rolünü fazla vurguladığı, üstyapıyı ihmal ettiği, üstyapıya ilişkin teori oluşturmadıkları için olmamıştır. Yeni “Marksistler”in -teorilerinin ilkelerini benimsemekle, onu kusursuz olarak anlayıp kullanmayı karıştıran- bazıları tarafından “olmadık şeyler” yapılmıştır. Ama Marks ve Engels kendi çağlarında bunlarla mücadele içinde Marksist teoriyi geliştirdiler. Marksist teoride üstyapısal alanda teorik boşluk arayanlar boşuna heveslenmesin! Engels iktisadi etkenin etkisi ve üstyapıların karşı etkisi konusunda J. Bloch’a mektubunda: “Marks, ender olarak bu teorinin rol oynamadığı her hangi bir şey yazmıştır ama özel olarak, Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’i bu teorinin uygulanışının baştan aşağı kusursuz bir örneğidir.” (abç.) diyor. Ayrıca aynı yerde Engels Anti-Dühring ve Klasik Alman felsefesi yapıtlarını “tarihsel materyalizmin en ayrıntılı açıklamasını yaptığı” kaynaklar olarak önerir. Marksizm’in tarihte rol oynayan çeşitli ideolojik alanların bağımsız tarihsel gelişimleri olduğunu reddettiği, onların tarihsel etkinliklerini tanımadığı türünden (günümüz revizyonistlerinin de ekonomik ve dogmatik yorum, dedikleri şey) suçlamalarına Engels daha o günlerde “ideologların ahmakça düşüncesi”, “diyalektik olmayan”, “kopkoyu bilgisizlik” yanıtını vermişti. Fazla söze gerek var mı? Tarihsel materyalizmde ideolojilerin, kişi ve kurumların tarihsel sürecin gidişine “bilinçli”, “amaçlı” müdahalede bulunmaları; tıpkı doğadaki hareketin gelişiminde olduğu gibi onları “kör etmen” olmaktan, tarihin figüranı olmaktan çıkarmaz, insanlar hep amaçladıktan, tasarladıktan şeylerden başkasına erişirler, ya da ortaya çıkan tarihsel olay, durum; genellikle kimsenin istemediği bir şey olur. Marksistler bunu bilerek iradi müdahalede bulunurlar. Bilinçli insan eylemine vurgu yapmak, bilinçli insana bilinçli tarih yaptırmak (tarihin bilinçli yapılması) olarak anlaşılmamalıdır. İnsan bilincinin dışlaşması, dünyalaşması ya da “insan bilinçle istediğini yapar” yollu bilinç, (pratik) eylem özdeşliği olarak hiç anlaşılmamalıdır. İnsanın bilinçle istediğini yapması, elinde istediğini yapmasını sağlayabilecek araçların olmasına, tarihsel zorunluluklar tarafından koşullanmış belirli duruma ve kendisi gibi ya da kendisine karşıt yönde birşeyler amaçlayan insanların eylemine bağlıdır, istenen ve arzu edilen tüm, bu bilinçli insan eylemlerinin bileşkesi olarak doğar ki, bu da ilk istenen şeye özdeş değildir, amaçlanandan farklıdır. Teoriyi pratikle özdeşlemek, insan bilincine, egemen sınıf düşünlerine de belirleyicilik, ebedilik değeri atfetmek anlamına gelir. Bu mantık Gramsci’ye de ekonomi politiği alt-üst ettirir. Sınıf egemenliğini, hegemonyayı sağlayan, onda, “fikir”, “teori”dir. Egemenlerin egemenliğinin sarsılması (Gramsci’nin deyimiyle organik bunalım doğması), üst sınıf aydınlarının işlevini yeterince yapmamasına indirgenir. Aydınların görevlerini iyi ifa ettiği koşullarda “bunalım atlatılır, toplum yıkılmaz”. Sorunu maddi üretim koşullarından, üretim ve yeniden üretimden bağımsız ve sınıfların uzlaşmaz çelişkisinden arınmış olarak ele almak, sınıflar-üstü kavram ve kategorilere tarih yaptırma sonucunu doğuruyor. Gramsci işte bu durumun bir örneği ve gerçekten bilinçli savunucusudur.
Gramsci, feodal toplumun bağrında burjuva ilişkilerin doğduğu, geliştiği ve egemen okluğu sürecin tıpkısını yeni tarihsel bloğu kuracak sınıf (herhalde Gramsci proletaryayı anlatmak istiyor -yn.) için de öngörüyor, öneriyor. Ama hiçbir yerde o, feodal aygıtın parçalanması gibi bir şeyden bile proletarya adına söz etmiyor. Salt burjuvazinin ve proletaryanın egemenlik kurma yolunun aynılaş tın İması bile, proletaryanın (tüm sınıftan ve sınıflı toplumların tüm olgularını yok etmeye -yadsıma- aday bir sınıf olarak) işlevinin kavranmadığının “sivil toplum”da hegemonya kurmanın bir aydın kuruntusu olduğunun göstergesidir. Marks’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya önsöz’de belirttiği: “… İlişkilerinde örtük olarak içerilmiş bulunan yaşam biçimlerini geliştirmedikçe hiç bir toplum dağıtmaz ve yerini başka bir topluma bırakmaz” tezi (ki bu, zorunlu uygunluk yasasının bir başka ifade tarzıdır) Gramsci’de tahrif edilir. Gramsci Marks’ın bu anlayışından, burjuvazinin, sisteminin örtük ilişkilerini halen geliştirdiği ve yerini yeni bir toplumsal düzene bırakmaya hazır olmadığı sonucunu çıkarır. Sanki Marks burada, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkiyi, toplumların dönüşmesinin gerçek devindirici gücünü anlatmıyor, egemen sınıfın üretim ilişkilerinin ilk başlarda üretici güçleri geliştirdiğini, ama belli bir noktada üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel haline geldiğini, varolan uyumun -uygunluğun- bozularak çelişkinin antagonizma kazandığını, bu anın da toplumsal devrim döneminin başlangıcını oluşturduğunu dile getirmiyormuş gibi, farklı bir sonuç çıkarıyor. Marks, bu yasayı yani burjuvazinin “örtük ilişkileri” geliştirip geliştirmediğini, bir çok yapıtında, en son Kapital’de en iyi biçimiyle gösterdi. Bilimsel sosyalizmin kendisi, bir anlamıyla “örtük ilişkilerin” gelişmemesinin ürünü olarak doğdu. Komünist Manifesto bunun en yalın ifadesidir. Ama ne gam! Gramsci olsun, ardılları günümüz sınıflar-üstü toplum savunucuları olsun, burjuva sivil toplumun olmadığı yerde, burjuvaziye kolaylık sağlayarak, yardımcı olarak, “sivil toplum” oluşturma gayretkeşi iğindeler. Onlar açısından proletarya bağımsız tarihsel güç olarak sahnede değildir henüz.
Gramsci 1871 yılına dek olan kesiti burjuvazinin feodallere karşı üstünlük sağlama dönemi olarak ele alır. Bu tarih Gramsci’de en iyimser yorumla burjuvazinin feodallerin egemenlik tahtına ancak yerleşebildiğim dile getirir. Proletaryanın egemenliği için savaşması ise “çıkmaz ayın son çarşambası”na ertelenmiştir. 1871’den sonra da burjuvazi potansiyel güçlerini, örtük ilişkilerini geliştirecek, süreç içerisinde yeni yönetici grup (proletarya) aydınlarını yaratacak, egemen sınıfın aydınlarını yanına transfer edecek, sivil toplumda hegemonya uğraşı vererek önce “sivil toplum”da yönetici olacak (mış) vb… Gramsci’ye haksızlık etmiş olmuyoruz. Gramsci 1871 Paris Komünü’nü “henüz burjuvazinin örtük olarak geliştireceği yaşam biçimleri var olduğu” gerekçesiyle tarihsel açıdan yanlış buluyor. Proletarya burjuvazinin karşısına tarihsel olarak bağımsız bir güç olarak iktidarı almak için çıkmamalıymış! Gramsci’de 1871 öncesi ve sonrası süreç (yani kapitalizmin devrevi krizlere girdiği 1840-1850 ve sonrası) hem egemenlik kurma süreci hem de burjuvazinin “örtük yaşam biçimlerini” geliştirdiği dönemdir. 1871’e dek olan dönem, feodallerin egemenlik tahtında oturduğu dönemse, adı anılan burjuvazinin devrevi krizlerinin de “feodalizmin bunalımı” sayılması gerek! Gramsci’de 1871 sonrası da proletarya açısından “devrimci kalkışma dönemi” değildir. Sivil toplumda proletaryanın egemenlik kurma sürecidir, daha çok da burjuvazinin yerleşme sürecidir. (Marksizmi Hegelci kavrayışın Gramsci’de Hapishane Defterleri ile başlamadığı idealizmin ondaki köklerinin 1920 öncelerine uzandığını söylemek olanaklıdır. Kapitale karşı devrim vb. Türkçeye çevrilen 1920 öncesi bir iki makalede Marksizm’e yabancı kavrayışlar gözlemledik.)
Gramsci’nin “sivil toplum” modelinde aydınlara yüklediği fonksiyon, “sivil toplum “da ideolojik etkinlik yapmaya girişmesidir. Proletaryanın kendi sınıf egemenliğini kurması için birbirine bağlı ve partisi önderliğinde merkezileştirdiği üç cephede (ideolojik, politik, ekonomik) mücadele vermesinin, devrimle iktidara geldikten sonra da sosyalist üretim ilişkilerini yukarıdan aşağıya örgütlemesinin zorunluluğu, tarihin materyalist yorumundan çıkan proletaryanın tarihsel rolü, Gramsci’de bir kenara atılmıştır. Proletaryanın bir parçası ve öncü müfrezesi olan partinin fonksiyonu, aydınlara, bir “demokratik filozofun burjuva aydınlan etkilemesine indirgenmiştir. Leninist parti anlayışının zerresi yoktur Gramsci’de. Onun partisi (modern prens) aydın-filozoflardan müteşekkil ve en yetkin filozofun (demokratik filozof) zirvede oturduğu hiyerarşik bir tasarımdır, kurgudur. Bizdeki yaygın deyimiyle gerçek anlamıyla “aydınlar kulübü”dür; “… Seçkin aydınların yetişmesine çalışmalıdır: bu tip aydınlar, sürekli olarak halkla temasta olacaklarından bu yeni dünya görüşünün yığınlarca benimsenmesinde büyük rol oynuyorlar. Bu ikinci zorunluluk yerine getirilebilirse, bir dönemin ‘ideolojik panoraması’ gerçekten değiştirilebilir. Yalnız gruplar içinde otorite ve fikir yeteneğine (abç) göre bir derecelenme olmazsa, bu seçkinler ne ortaya çıkabilir, ne de gelişebilir; böyle bir derecelenmenin en üst noktasında büyük bir filozof (abç.) bulunur. Leninist partiyi az çok bilenlerin, tanıyanların (partiyi, kavram kategori olarak bilenleri kastetmiyoruz), Gramsci’nin “modern prens”inin yığınları afyonlamak amacıyla örgütlenmiş, en tepede Şeyhin oturduğu bir tarikattan belirgin bir farkının olmadığından kuşku duymayacağı açıktır. Ayrıca bizde “demokratik filozof”luğa soyunanların gönlündeki “prens”in, Gramsci’nin malum “prens”i olduğundan da hiç kuşkumuz yoktur (Ertuğrul Kürkçü “Yeni Öncü” sayı 18’de Birlik-Önderlik ve Hegemonya başlıklı yazısında “demokratik Filozof’ olma yöntemlerinin ve kendisinin “Demokratik Filozof olduğunu 18 Sosyalist üzerinde hegemonya kurduğunu öğünerek anlatıyor: “Görüşleri benimle ayniyet içinde olmayanlar benim savunduğum görüşler çevresinde mutabakat sağlayabiliyorlarsa, bu benim süreç üzerinde ideolojik hegemonya kurabilmem için bugüne kadar elime geçmemiş bir imkândır. Ben görüşlerimi böyle bir alanda özgürce açıklama olanağını buluyorsam ve bunun çevresinde bir mutabakat oluşuyorsa eğer sosyalist hareketin genel alanında teorik önderlik konumuna yükselmek için de gerçek bir imkân doğuyor demektir.” “Yeni Öncü” çevresinin eski önderlerinin bile tek tek örgütsel {flaşlarım ilen ettiği noktada Kürkçünün sosyalist bereketini geneli üzerinde hegemonya kurabilme iştahı “büyük cesaret!)
Gramsci’nin, tarihi, maddi, üretici güçlerin üretim ve yeniden üretimiyle açıklamak hariç, her şeyle açıklayabileceğinin, şimdiye dek yazdıklarımızdan anlaşılmış olacağını sanıyoruz. Onun yerleşiklik-göçebelik olgusunu coğrafya etkeniyle açıkladığını ve bunu maddi üretim gereksinimlerinin karşısına koyduğunu görmüştük (ki aslında coğrafi etken maddi üretim faaliyeti içerisinde değerlendirilen bir faktördür.) Gramsci’de bu coğrafi etken olayını, “sivil toplum” modelinde de görmekteyiz. O, “yeni yönetici grup”un iki ayrı ele geçirme stratejisini; önsel olarak ülkelerin farklı coğrafyalarda bulunması zeminine oturtur. Doğu ülkelerinin devlet yapılarıyla Batı ülkelerinin devlet yapılarının farklı olduğunu, bunlara koşut olarak Doğu “sivil toplum”unun cılız Batı “sivil toplumu”nun gürbüz olduğunu; Doğuda devletin güçlü, Batı devletinin güçsüz olduğunu hareket noktası edinerek Marksist-Leninist devlet tahlilini tersyüz eden “Sivil toplum” öğelerinin çok sayıda ve iyi eklemlenmiş bulundukları uygarlıkça gelişmiş bir ülkede devrimci bir saldırının zafere götüreceğinden güven duymak için, politik toplumun bunalım içinde olduğunu saptamak yetmez. Siyasal strateji uygun olmalı ve ‘hareket (manevra) savaşı’nın yerine ‘mevzi savaşı’ geçirilmelidir. Modern demokrasilerin yoğun yapısı, ister devlet örgütleri, ister sivil yaşam örgütleri bütünlüğü söz konusu olsun; siyasal sanat bakımından mevzi savaşındaki sürekli cephe, ‘siper’ ve istihkâmların karşılığını oluşturur. (…) 1917 Rusya’sında devlet her şey, sivil toplum ise ilkel ve peltemsiydi. Batıda ise devletle sivil toplum arasında usa uygun bir ilişki vardı ve devlet sarsıldığı zaman, sivil toplumun gürbüz yapısı hemen kendim gösteriyordu. Devlet, gerisinde sağlam bir kaleler ve top yuvaları zincirinin bulunduğu bir ileri siperden başka bir şey değildi (…) ilkel toplumlarda savaşım, devlet aygıtı yöresinde yoğunlaşır. Daha karmaşık toplumlarda savaşın özü sivil topluma karşı yöneltilir. Fransız burjuvazisi, egemenliğini siyasal olarak kurmadan önce, ideolojik hegemonya için yüz yıllık bir savaşım sürdürmek zorunda kalmıştır ve yeni tarihsel blok bakımından da bu böyle olacaktır. Bu hegemonyanın üstesinden ancak uzun bir ‘mevzi savaşı’ gelebilecektir. Öyleyse hatta gerçek sivil toplumun var olmadığı ülkelerde bile, yeni devletin ilk işlerinden biri bu sivil toplumu yaratmak olmalıdır.” Yani Gramsci’ye göre, Batı ülkeleri kategorisine giriyorsak yüzlerce yıllık “mevzi savaşı”, Doğu ülkeleri araşma giriyorsak, burjuva “sivil toplum” zayıf ve güçsüz olduğu için, burjuvazinin “sivil toplum”unu tam anlamıyla oluşturup yerleştirmesini beklememiz gerekecek(miş). (Oportünizmin İtalya’sıyla Türkiye’si arasında bizce herhangi bir “coğrafik” ayrım bulunmuyor. ATÜT ve İdris Küçükömer geleneğinin uzantısı “sivil toplum”cuların 12 Eylül Sonrası “despotik devlet”e karşı burjuva toplum ve kurumları savunduklarını Özal’ın ANAP’ını ve 24 Ocak “Kararları”nı militarizmi gerileteceği gerekçesiyle destekleyip bunun için Demirel’in DYP’sine ittifak önerdiklerini bir an için anımsayın.)
Bilimleri birbirine özdeşleyip birbirleriyle belirleyen Gramsci askerlik sanatına ilişkin “mevzi savaşı”, “manevra savaşı” gibi kavranılan tereddütsüz politika alanına indirgiyor: “Sivil toplumun üstyapıları modern savaşın siper sistemleri gibidir. Savaşta şiddetli bir topçu hücumunun düşmanın bütün savunma sistemini tahrip etmiş gibi göründüğü olur, oysa yalnızca dış yüzey tahrip edilmiştir, görünüşe aldanıp saldıranlar hala etkili bir savunma hattıyla karşı karşıya kalır. Aynı şey büyük bir ekonomik buhran sırasında siyasette de görülür. Buhran saldıran güçlere zaman ve mekân içinde yıldırım hızıyla örgütlenme yeteneği sağlamaz, savaşma ruhu da bahşetmez. İşte “demokratik filozofun hem askeri sanat hem de politika sanatı açısından düştüğü durum: Savaş, politikanın silahlı araçlarla bir devamıdır, ama bu, politik bir devrimin stratejisi ile emperyalist paylaşım savaşının askeri stratejisinin benzer olduğu, ilke ve taktiklerinin, kavram ve kategorilerinin birbirlerine indirgenebileceği (özdeş olduktan) anlamına gelmez. Gramsci, biri “ayakkabı fırçası” diğeri “memeli hayvan” olan olguları tek bir birlik içerisinde eritmekle. Dühring’i anımsatıyor.
Gelelim ekonomik buhran sorununa. Onun iddiası, ekonomik buhran yaşanacak, ama bu buhran ezilen sınıfın ezen sınıfa karşı savaşında (proletaryanın burjuvaziye karşı yürüttüğü iktidarı alma savaşı), ona savaşma ruhu bahşetmeyecek, yıldıran hızıyla örgütlenme yeteneği sağlamayacak şeklindedir. Gramsci’nin mücadeleden anladığı ideolojik edebiyat, örgütlenmeden anladığı aydınlan kazanmak ve “modern prens”ine mürit yapmak olduğundan, tüm toplumsal yaşamı derinden sarsan kriz durumu (bu kriz egemen sınıfının sisteminin krizi olmasına rağmen) saldıran güçlere, proletaryaya hiç etki yapmıyor, ya da yapsa da proletarya bundan yararlanamıyor. Elbette burjuvazinin “demokratik filozoftan, iradi demagojik-ideolojik etkinlikleriyle; krizden kurtarıyor ekonomiyi. Ekonominin, krizin, kapitalist yeniden üretimin yasaları yok. Aydınların bilinci ekonomiyi yoluna koyuyor. Buhran nasıl bir buhransa, ideolojiler, gelenekler, din, kültür sarsılmıyor, kaya gibi ayakta, devleti, bürokrasisi de öyle. Ezilen sınıflar da herhalde ya öyle ya da daha miskinleşiyor. “Savaşma arzusu” bile duymuyorlarsa… Bizim çıkardığımız sonuç: Gramsci, her ne kadar devlet güçsüz (ileri karakol) asıl güç “sivil toplum” dese de, onun devleti yıkılamayacak ölçüde güçlü ve ebedi olarak, abartılı ele alıp bu gücü tabulaştırdığı şeklindedir. Önceden örgütlenmemiş kitleler elbette devrim yapamazlar, sınıf kendiliğinden ayaklansa da iktidarı alamaz. Zafer için kendi öncü müfrezesi önderliğinde mücadele etmeleri zorunludur. Ama sübjektif etken yetersiz olsa da, bu, kapitalizmin krizi esnasında, proletarya ve diğer emekçi yığınlarda sömürü sistemine karşı mücadele arzusu doğmayacağı, sınıf nefretlerinin derinleşmeyeceği, örgütlenme arzu ve yönelimlerinin artmayacağı, dişe diş bir mücadele için güç kazanamayacakları anlamına gelmez. Kaldı ki, kendi öz partilerinin sürekli önderliği altında ve mücadele içerisinde ise; kitleler, o zaman, proletaryanın öncüsünün ve proletaryanın her türden örgütlenmesinin gücü, buhran dönemlerinde, durgun geçen yıllara oranla yüz misli, bin misli artar. Bu Leninist gerçeği, Gramsci’nin modeli ve bu türden modelleri örnek alanlar küllenmeyi başaramaz.
Gramsci, gerek Almanya ve gerekse İtalya proletaryasının 1920’lerdeki sınıf mücadelesinin pratiğinden (devrimci kabarmanın ardından buralarda “yenilgi yılları”nın yaşanıyor olması durumu) hareketle Marksizm’i ve onun pratiğini yanlış çözümledi, yeni yanlış sentezlere ulaştı! Sonuçta teslimiyetçi ve proletaryayı iktidarı almaktan caydıracak bir model kurgulanmış oldu. Kapitalizmin ekonomik bunalımının dünyayı ve toplumsal yaşamı altüst ettiği, savaşların ortaya çıktığı, proleter devrimlerin, ulusal kurtuluş hareketlerinin yaşanan gerçek olduğu, proletaryanın kendi KP’leri önderliğinde birçok ülkede iktidara alternatif olduğu, faşizmin devrimci yükselişi bastırarak işbaşına geldiği Almanya ve İtalya’nın maddi koşulları yok sayılıyor. Bu ülkelerde Gramsci’nin tek gördüğü ‘yenilgi’ oluyor ve o yenilgiyi teorileştiriyor. Gramsci, üstü örtülü olarak Komintern’i, bu dönem “manevra savaşı” (yani cepheden saldırı taktiği) vermekle, bu taktiği diğer ülke KP’lerine önermekle suçlamaktadır. O dönem ve bundan sonra yapılması gerekli olanı ise, “sivil toplum”da “uzun süreli mevzi savaşı” olarak öngörüyor. “Yenilgiden bu tarz ders çıkarmanın adı, Marksist yazında yüz-geri etmektir. 12 Eylül “zor”unun artığı bizim “sivil toplum” hayranları da aynı kapsamdadır.
Gramsci’nin Marksist devlet ve devrim teorisini kavradığından da söz edilemez. ML devlet tahlili evrensel geçerliliğe sahiptir, doğudan batıya doğru gidildikçe devletin, egemen sınıfın diktatörlük aracı olma özelliği daralmaz, azalmaz, kaybolmaz. Batı Avrupa devletlerinin, yani gelişmiş kapitalist ülke devletlerinin, burjuvazinin diktatörlük aleti, başlıca egemenlik aleti olmaktan çıkması ya da bilinen işlevinin önemsizleştiği tezleri; bir burjuva yaklaşımın ürünü olabilir. Lenin; “Demokrasi ne denli gelişmişse, burjuvazi için derin ve tehlikeli anlaşmazlık durumunda, insan kırımı ya da iç savaşa o denli daha yakındır” diye yazmış, dönek Kautsky’i eleştirirken. Gramsci’nin devleti salt “yönetici sınıfının bunalım olasılığına karşı düşünülmüş bir ileri karakol”dur. Normal zamanlarda devletin fonksiyonsuz olduğunu görmekteyiz Gramsci’de. Egemen sınıfın ekonomik egemenliği; consensus’a (gönüllü rıza) dayanır. Gramsci’de egemenlik kavramının içeriği; “meslekten politikacı”ların tersyüz ettiği biçimiyledir, ekonomik zoru gözlerden gizleyen örtülerle yüklüdür, yani özcesi gönüllüdür. Consensus’un uzun zamana yayılan (geçici bunalım anı hariç tüm zamana yayılan) sürecinde acaba bu devletin rolü ne? “Yurttaşlarına eşit muamele eden”, “tarafsız hakem bir güç, “toplumun üzerinde bir güç” oluyor, bu durumda. Evet, Gramsci’nin devleti tam da budur, Devlet ana ya da devlet babadır. Gramsci’nin felsefe açmazlarına değinirken onun üstyapıyı ve üstyapısal olguları birbirinden özerk, maddi üretim faaliyetinin antagonist çelişkilerinden bağışık, ilişkisiz, bağlantısız ele aldığına değinmiştik. Buna göre, sömürücü egemen sınıf sömürü ve egemenliğini gönüllü onaşma aracıyla sürdürüyordu, zor aletiyle değil. Ne yazık ki, Gramsci’nin bu kavram-kategori devletini tarihte arasanız da bulamaz, göremezsiniz. İlkokul ve Yurttaşlık bilgisi derslerinde ve ileriki burjuva eğitim surecinde benimsetilmeye, yutturulmaya çalışılan şeyler hariç, Marksizm, devletin “ekonomik bir güç, ekonominin yoğunlaşmış ifadesi” olduğunun altım çizer. Ayrıca devletin ortaya çıkışından sonra kendi ideolojisini yaratması, göreli özerkliğinin olması, sınıflar-üstü, tarafsız olduğu anlamında yorumlanamaz. Sınıflar arasında hakem rolünde görünmesi; devletin hâkim sınıfın baskı aleti olmaktan çıktığı anlamına hiç gelmez. Engels Klasik Alman Felsefesinin Sonu yapıtında; “(Devlet) bir sınıfın organizması haline geldiği ölçüde ve bu sınıfın egemenliğini doğrudan doğruya üstün kıldığı ölçüde, bu bağımsızlığı daha büyük olur” demektedir.
Gramsci’nin devleti bir sınıfın diktatörlük aleti değildir, “toplumun tümü için oluşturulmuştur. Gramsci, “gerçek gerçeklikte sivil toplumla devlet özdeşleşir” anlayışıyla gerçekte devletin parçalanmasını ve proletaryanın elinde tarihsel ömrünü doldurarak “sönmesi”ni değil, proletaryanın burjuva “sivil toplum”u içinde erimesini, aydınlar aracılığıyla içten ele geçirmeyi, “fethetme”yi öneriyor. Gramsci proletaryanın iktidara gelmeden önce de, sömürüldüğü, baskı altında yaşamaya zorlandığı burjuva sistemin sınırları içinde yönetici olacağı düşünü kuruyor. (Ülkemizde geleceğin ilişkilerini bu günden toplumda, örgütte ve insan ölçeğinde yaratma lafazanlığı yapılıyor. Sınıfsız toplumun ilişkileri insan tipi; var olmayan maddi koşullarda (kapitalizm koşullarında ) soyutlama-proje kurma-nasıl bir sosyalizm vb. araçlarıyla yaratılmaya insanlar bugünün sınıfsal çelişki, devrim, Leninist örgütlenme sorunlarından uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Örgütsüzlüğün cüretli teorisyeni Melih Pekdemir; geçmişteki “direniş komite”leri örneğine benzer ama onlar kadar bile ayakları yere basmayacaktır. Öncü müfrezenin önderliğinde oluşturulması olarak bile tasarlanmayan (düzen sınırları içerisinde oluşturulması olanaksız, ancak ayaklanma, mücadelenin organları olarak doğabilecek halk meclisi, Sovyetler vb. kastedilmiyor) “muhalefet meclisleri”ni kurmayı bugünden öneriyor. Öncü örgütün yerine bu sınıflar-üstü muhalefetin bileşkesi ve onun meclisi geçiriliyor.) Söylenen, proletaryanın devrim yapmaya, ayaklanmaya kalkışmamasıdır.
Gerek Euro-Komünistler, gerekse Gorbaçov’cular ve diğerleri Gramsci’nin şimdiye kadar anlatmaya çalıştığımız “arıtılmış” sentezlerinden destek alıyorlar, “demokratik filozof”luğa soyunuyorlar. Kapalı kapılar ardında, fildişi kulelerinde yeni “modern prens”lerini oluşturmanın gevezeliğini yapıyorlar, bunları ise proletaryanın, insanlığın geleceğinin ulvi çıkarları (yaşanacak pratiklerin ifadesi olan teorimiz olarak) adına yaptıktan demagojisini elden bırakmıyorlar.

Kaynakça
1- Hapishane Defterleri – Gramsci
2- Anti-Dühring -Engels
3- Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm- Stalin
4- Anarşizm mi Sosyalizm mi? – Stalin
5- Materyalizm ve Amprio-kritisizm -Lenin
6- Felsefe İncelemeleri -Marks-Engels
7- Alman İdeolojisi- Marks
8- Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky-Lenin

Mart 1991

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑